10 Haziran 2009 Çarşamba

AHMET KEKEÇ

Hani bunlar faşizme karşıydı

Peşinen söyleyeyim: Bu yazıyı ağzı bozuk akademisyenler; Turgut Özakman okurları; CHP’nin ‘başımıza gelmiş en iyi şey’ olduğuna inanan serseriler; ‘slm’, ‘nbr’, ehu ehu’ şeklinde tuhaf sesler çıkaran çağdaş Türk gençliği ve kadrolu sapıklarım okumasın.

Onlarla uğraşacak zamanım yok.

Hem zamanım yok, hem takatim yok.

Uzasınlar...

Sözüm, karşıt düşüncede de olsa ‘fehmetmesini’ bilen akıl ve vicdan sahiplerine:

Hepimiz, Hürriyet yönetmeninin ‘sevimli, yaşlı, tonton bir adam’ diye tavsif ettiği Kenan Evren’in tezgahından geçtik. Öldük, işkence gördük, sürüldük, kitaplarımızı yaktık, vs...

Bu satırların yazarı bile, henüz ‘politik bir figür’ olarak temayüz etmediği halde, evinde bulundurduğu kitaplar yüzünden iki kez gözaltına alındı.

Ne mi oldu?

Dayağımı yedim ve çıktım.

Enis Batur’un borcu vardır bana... Yakalattığım (!) kitaplardan birinin kapağında ‘Şiir ve İdeoloji’ yazıyordu çünkü.

Neyse, ufunetiyle hayatımızı karartan 12 Eylül, akabinde ‘kurumları’yla da canımıza okumaya devam etti. Bu kurumlardan en tanıdık olanı Yüksek Öğretim Kurumu’dur... Kısaca YÖK...

Çok değil, on yıl öncesine kadar, kendilerine ‘aydın’ sıfatını uygun gören herkes, tüm akademisyenler, tüm sanatçılar, tüm Kemalistler, tüm Maocular, tüm milliyetçiler, tüm CHP’liler, hatta tüm şairler YÖK’e, YÖK siyasetine karşıydı.

Bu kurum, çünkü, tüm aydınların, tüm solcuların, tüm şairlerin, tüm İlhan Selçuk’ların, tüm Emre Kongar’ların temelden karşı çıktıkları 12 Eylül darbesinin ürünüydü ve asıl işlevi eğitim-öğretim işlerini düzene sokmak, kaliteli üniversiteler kurmak, bilimsel özerkliği sağlamak değil, statükoya kul köle olacak nesilleri yetiştirmekti.

Böyle diyorlardı.

En sert YÖK eleştirisini CHP yapıyordu. Bu partinin programında YÖK’ü ortadan kaldırmak, ‘eğitim-öğretim işlerine çeki düzene vermek’, demokratik bir maarif sistemi kurmak ilk sıraları işgal ediyordu.

Sonra ne mi oldu?

Hepsi 12 Eylül çizgisinde birleştiler.

Kendilerine ‘aydın’ sıfatını uygun gören herkes (bunlardan biri şairdir; hem kötü şiirler, hem kötü yazılar yazmaktadır, aynı zamanda kötü bir insandır, aynı zamanda terbiyesiz bir adamdır) parlamentoya, TBMM’den çıkan meşru hükümete ve irade-i milliyeye karşı, bir cunta mahsulü olan YÖK’ü savunmaya başladı.

Çünkü, başkanlığını Erdoğan Teciç’in yürüttüğü YÖK, üniversiteleri hem ‘kamu güvenliğine’ memur etmiş, hem de bir tür ‘Hitlerjugend kuşağı’ yetiştiren laik dergahlar haline getirmişti.

Gün geçti, devran döndü, YÖK’e vaziyet eden kafalar değişti. Bununla birlikte yönetim, spekülasyondan uzak daha mütevazı kadrolara elverdi.

Peki, YÖK’ün (kurumsal olarak) yarattığı sakınca ortadan kalktı mı?

Hayır...

İçeriğinden boşaltılmış olması, zaten ‘faşizan niyetlerle’ kurulmuş bir kurumu daha özerk, daha akademik, daha çağdaş kılmaz... ‘Kurumsal’ varlığı devam ettiği sürece, YÖK başlıbaşına bir ‘sakınca’ olarak ortada durup duracaktır.

Dolayısıyla, bu kurumun derhal ve acilen ortadan kaldırılması gerekiyor.

İktidar partisinin geçmişte bu yönde bir çalışması vardı, muhalefet engeline takıldı.

Peki, muhalefetin niçin böyle bir derdi yok?

İşte YÖK el değiştirdi, artık ‘öteki çocuklar’ vaziyet ediyor.

Pekala bu kurumun ‘kurumsal varlığını’ tartışmaya açabilirler.

Malzeme çok...

Kendilerine ‘aydın’ sıfatını uygun gören akademisyenlerimiz, sanatçılarımız, şairlerimiz, Kemalistlerimiz, Maocularımız niçin (YÖK’ün ortadan kaldırılmasına yönelik) bir huruç hareketi başlatmıyorlar?

Silivri’dekilerin darbe yapıp iktidara gelmesini, YÖK yönetiminin yeniden ‘bizim çocuklara’ elvermesini mi bekliyorlar?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder