Başlıktaki soruya geçmeden önce gelin hep birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra tek başına iktidara geldiği günlere bir geri dönelim.
“Asker seçim sonuçlarına ne diyecek?”, “Cumhurbaşkanı Sezer hükümeti kurma görevini kime verecek?” diye Ankara’da gergin bir bekleyişin sürdüğü günlere.
Türkiye’nin 28 Şubat sürecinden çıkmaya çalıştığı o günlerde, dünya 11 Eylül 2001 saldırılarıyla küresel bir 28 Şubat sürecine girmişti. Siyasal İslam, Batı’nın korku listesinde bir numaradaydı. Güvenlik kaygıları özgürlük ideallerinin pabucunu dama atmak üzereydi.
Adı Batı medyasında “Siyasal İslamcı köklere sahip” olarak geçen AKP işte böyle bir dünyada iktidar oldu. Küresel 28 Şubat ateşi, içeride sönmekte olan 28 Şubat’ı küllerinden diriltebilir, yerel 28 Şubatçılar küresel 28 Şubatçılarla “Ortadoğu’nun laik Türkiyesi”ni korumak için ittifak yapabilirdi.
İşte o günlerde siyasi yasaklı, seçimlere girmesine bile izin verilmeyen Tayyip Erdoğan Ankara’daki güç dengelerini altüst eden, statükonun blokajını kıracak stratejik bir adım attı. Türkiye’de henüz bir hükümet bile kurulmamışken AKP Genel Başkanı sıfatıyla bir ABD ve AB turuna çıktı.
Beyaz Saray’da, AB başkentlerinde en üst düzeyde kabul edilen, hürmet gören bir Tayyip Erdoğan’a, yıllardır büyük kararlarını (darbelerini bile) Batı’ya bakarak veren bir ülkede kapılar kolayca kapatılamazdı. Öyle de oldu. Batı kartı Ankara oligarşisinin kilidini açtı.
Batılılaşmak için Türk müziğini bile radyolarda yasaklatmış Türkiye’nin geleneksel Batıcıları bu ihanete ulusalcı dalgasıyla karşılık verdi. Bu dalga 2003-2004’de iki darbe denedi.
Batı cephesini güvence altına alan AKP ise içeride savunmadan taarruz pozisyonuna geçti. İlk açıklamasında “Önceliğimiz AB” diyen Erdoğan’ın hamlesi statükoyu ikileme düşürdü.
Bir tarafta uğruna bir 28 Şubat yapılan’Cumhuriyet’in batılılaşma idealleri’ vardı. Öteki tarafta ise bu yüzden açıkça karşı çıkılamayan AB’nin Türkiye’den istediği demokratikleşme programı uygulanırsa bu statükonun sona erme ihtimali. AKP böylece kontrpiyede kalmış statükoya AB reformlarıyla gol üstüne gol attı.
Gerisini biliyorsunuz.
İşte son yedi yılın kısa bir hikâyesini anlatmaya çalıştığım bu Türkiye’de, 2009 yılında ulusalcı dalganın bayraktarlığını yapan Cumhuriyet gazetesi şöyle bir başyazıyla çıktı:
“Üst üste iki seçim kazanmış bulunan AKP’nin tutumu içeride ve dışarıdaki laik demokratik, aklı başında ve sağduyusunu yitirmemiş kesimlerin kabul edebileceği sınırları çoktan aşmıştır. Nitekim AKP’nin iktidara geçmesindeki işlevi artık herkesçe bilinen ‘müttefikimiz Amerika’nın son olarak yayımladığı ‘Dışişleri Bakanlığı İnsan Hakları Raporu’nda bu gerçekler açıkça dile getirilmektedir.”
Bu satırlar “AKP basını susturuyor” demek için Pazar günü beyaz çıkan Cumhuriyet’in başyazısından. “Tehlikenin Farkında mısınız” reklamlarıyla Türkiye orta sınıfını sokaklara döküp, 27 Nisan sürecini başlatan Cumhuriyet’in bu kampanyasının hedefi, anlaşılan bu kez içerisi değil dışarısı.
Bunu, özenle yazılmış başyazının sadece içerideki değil, ‘dışarıdaki’ “laik demokratik, aklı başında ve sağduyusunu yitirmemiş kesimlere” seslendiğinin vurgulandığı satırlarından anlıyoruz. Aynı başyazıda, ABD Dışişleri’nin İnsan Hakları Raporu’nda AKP’ye dönük eleştirilerine yapılan atıf da yine bunun delili. Aynı Cumhuriyet bir süre önce de “AKP’nin Gazze politikalarının Türkiye’deki İslamcılığı tırmandırdığını” başka bir başyazı ile Obama’ya şikâyet etmişti.
Dikkatli olanlar, bir süredir Milliyet gazetesinin bir tür ‘Kemalist AB’cilikle AKP’yi AB üzerinden sıkıştırmaya çalışan, AKP’yi Batı’ya şikâyet eden, AB’yi de AKP’ye karşı göreve çağıran manşetlerini de yakından izliyordur.
Batı basınında AKP’nin İslamcılığını her fırsatta ‘teşhir etmekten” büyük haz aldığı anlaşılan (tabii meslekleri bu değilse) Soner Çağaptay, Zeyno Baran ve onların ABD’li neo-con dostlarının iştiyaklı çabalarını da bu listeye ekleyebiliriz.
Soru şu:
Peki, tüm bunlar Türkiye’deki statükocu çevrelerin AKP ile mücadelelerinde bir strateji ve dil değişikliğine gittiklerinin işareti olarak okunabilir mi?
Bugüne kadar AKP ile ulusalcılığın Batı karşıtı diliyle mücadele eden çevreler, acaba bunun işe yaramadığını, aksine bunun AKP-Batı ittifakını güçlendirdiğini gördüler ve AKP’yi laiklik, demokrasi ve özgürlük gibi Batı’nın hassas olduğu değerler üzerinden mi vurmayı akıl ettiler?
Seçimlerle AKP’yi deviremeyeceğini anlayanlar, iktidarının yarısını borçlu olduğu uluslararası alandaki meşruiyetinin altını oyarak mı AKP’yi devirmeye çalışıyor?
Batı bu oyuna gelir mi? AKP buna karşı ne yapmalı?
Ve bu kadar laftan sonra vaadimi tutup başlıkta soruya geldim.
Peki, AKP Batı’dan vurulur mu?
Bu sorunun cevabını AKP’nin demokratikleşme heyecanından, Batı’nın AİHM başörtüsü kararı gibi oryantalizm tuzağına düşüp düşmeyeceğine kadar pek çok başka parametre belirleyecek. Tek söyleyebileceğim AKP’yi Batı’dan vurmak isteyenlerin işinin hiç kolay olmayacağı.
Gerisini bu 13. sayfayı bana verseler anlatırdım ama...
Yıldıray Oğur
5 Mart 2009 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder