Tam da 28 Şubat’ı yeniden tartışırken gelen bir AİHM kararı, hukuk alanında epeyce farklı bir geleceğin eşiğinde olabileceğimizi ima etti. Söz konusu karar Kenan Evren hakkında iddianame hazırladığı için meslekten ihraç edilen Sacit Kayasu’yu haklı bularak, hem Türkiye’yi 41 bin euro tazminat ödemeye mahkûm ediyor, hem de Kayasu’ya mesleğine dönme yolunu açıyor. Anlaşıldığına göre Mahkeme’nin kararı iki değerlendirmeye dayanmakta. Birincisi Kayasu’ya verilen ceza “amaçlanan herhangi bir haklı kamu yararı ile orantısız” bulunmuş. Buradan hareketle cezaya özünde karşı çıkılmadığı düşünülebilir... Ama ikinci gerekçe böyle bir cezanın “bütünüyle bu görevde olanlar üzerinde korkutucu etkisi” olacağını öne sürüyor. Diğer bir deyişle cezanın asıl hedefinin yargı içinde ideolojik bir tahakküm kurmak olabileceğini, görevlilerin kendilerini bir bürokratik oligarşi altında hissedebileceklerini ima ediyor.
Kayasu’nun iddianamesinin niçin böylesine sert bir tedbirle karşılaştığı ise asıl soru. Yanıtın ise iddianamenin konusu ile bağlantılı olduğu açık. Diğer bir deyişle Türkiye’de yargı darbelerin yargılanmasını istemiyor. Bu öyle bir yargı ki, kendisini darbe hukukuyla ilişkilendirmekte beis görmediği gibi, bizzat darbenin koruyuculuğuna da soyunuyor. Bu açıdan bakıldığında Kayasu’ya verilmiş olan meslekten men cezasının darbe girişiminin asli parçası olduğu ortaya çıkıyor. Yani darbe denen şey yaşanıp geçilen, geçmişin bir noktasında kalan, ardından normal bir düzenin gelmesine olanak sağlayan bir müdahale değil. Darbe denen şey, kendisini sistemleştirerek ve doğrudan hukuka egemen olarak süreklilik arz eden bir ‘rejim’.
Buna karşılık üyesi olmak istediğimiz Avrupa’nın yüksek mahkemesi yargının darbeyi ve darbecileri korumasının hukuken kabul edilemez olduğunu söylemiş oluyor. Buradan hareketle darbeyi ve darbecileri savunan bir yargının hukuk dışı, yani gayrı meşru olduğu noktasına kadar gidebiliriz. Gerçekten de darbelerin ‘de facto’ yaptırımlarını aşan, bizzat ‘kurucu’ metinlere mesafe alabilen bir hukuka ihtiyaç var. Aksi halde rejim ve resmî ideoloji açısından tarafsız bir yargının oluşması mümkün değil. Ve o zaman da yargı denen bürokratik yapılanma, yürütme ve yasama ile eş düzeyli bir konumdan çıkıp, onların üzerinde bir tahakküme dönüşüyor. Çünkü bugünün taleplerini hayata geçirmeye çalışan yasama ve yürütme karşısında, sırtını geçmiş bir darbeye dayayan yargının engellemesi ile karşılaşıyoruz. Kısacası bu yargı hukuku değil, geçmiş bir yürütmenin ideolojisini temsil ediyor...
Böylece Türkiye’deki darbe geleneğine de daha içerden bakma şansımız oluyor. Darbeler aslında belirli bir yönetim anlayışı ve pratiğinin devam etmesi için yapılıyor. Asker ile yargı arasındaki ‘doğal’ işbirliğinin temeli de bu... Asker darbeyi yapıyor, yargı ise darbe düzenini bir sonraki darbeye kadar koruyor. Bunun anlamı bağımsız yargı talebinin gerçekte ‘taraflı’ yargıyı sürdürme isteğine dayandığıdır.
Dolayısıyla eğer yargıda herhangi bir reform yapılacaksa, bunun yargıyı bir miktar ‘bağımlı’ kılma yönünde olması kaçınılmaz. Nitekim Adalet Bakanlığı da AB ile ‘yargı ve temel haklar’ faslına ilişkin müzakerelerin başlayabilmesi için gerekli adımları saptarken bu noktaya gelmiş... Önerilen değişikliklerin içinde yargının da kabullendikleri var. Örneğin idari işlemlere yargı yolunun açılması bunlardan biri. Belki de nihayette yargının kendi işlemleri üzerine yeniden ‘düşünmesini’ sağlaması açısından uygun bulunmuş. Ama herhalde asıl önemli unsur, yargıya dışardan müdahaleyi içermemesi...
Çünkü bu tür bir müdahaleyi ima eden alanlarda yargının itirazları ile karşılaşılmış. Örneğin yüksek mahkeme üyelerine yönelik disiplin cezalarının ‘içerden’ verilmesi ve kesinlikle yürütme tarafından verilmemesi talep ediliyor. Yasama ve yürütmenin HSYK’ya üye atamasına ise ‘tarafsızlığın’ etkileneceği gerekçesi ile karşı çıkılıyor. Ayrıca HSYK’ya yüksek mahkeme üyeleri dışında ‘birinci sınıfa ayrılmış’ hâkim ve savcılardan üye alınması da istenmiyor. Yani yargı hiyerarşisinin tepesindekiler ellerindeki imtiyazı alttaki kadrolarla paylaşmayı istemedikleri gibi, ‘tam bağımsız’ konumlarının ufak çapta bile olsa bozulmasına razı değiller. Diğer bir deyişle yargı ‘taraflı’ olma halini sonuna kadar savunmaya niyetli gözüküyor.
Türkiye’de yargı aslında bir siyasi aktör... Özellikle HSYK’nın alt kademelerden kopukluğu sayesinde, kendi içinde bütünlüğü olan, neredeyse siyasi dayanışma içinde çalışabilen bir yapı oluşmuş durumda. HSYK üyeliği bir anlamda generalliği andırıyor... Böylece ülke sathına yayılmış çok geniş bir teşkilatın varlığına karşın, kurumsal siyaseti yürüten dar bir kadro oluşabiliyor. Bu kadronun yasama ve yürütmeden bağımsızlığı ise, aslında toplumsal talep ve tercihlerden bağımsızlığı demek. Eğer bu ülkede yargı günümüzün ‘evrensellik’ anlayışına uygun bir hukuka bağlı olsaydı belki de sorun bu noktaya gelmezdi. Ne var ki bizde yargı darbeleri koruduğu ölçüde, gayrı meşru bir yasama ve yürütmeyi, yani toplumdan bağımsız olan bir rejimi savunmuş oluyor.
İstenen ‘bağımsızlık’ belki de bu... Toplumdan bağımsız olmak... Tarafsızlık ise istenmiyor, çünkü siyasi işlev darbe rejiminden yana taraf olmayı gerektiriyor...
Etyen Mahçupyan
4 Mart 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder