Gazetecilik mesleğine başlayalı kırk yıl oluyor. Bu süre zarfında üç darbe, sayısı meçhul darbe teşebbüsü gördüm. Öncekilerin mahiyetini, arka planında ne yattığını da az-çok bilirim. Bildiğim bir başka şey, bugüne kadar basın desteği almamış tek bir askeri müdahale girişiminin olmadığı.
Asker- sivil bürokrasinin üniversite ve dış dünyayla mutabakatına medyanın katılmasıyla oluşan ‘Şeytan Üçgeni’nden söz ediyorum.
Teferruatına girmeyeyim... 27 Mayıs, 12 Mart böyledir, 12 Eylül böyledir... Söz konusu darbelerin tamamında basın, provokasyonların vitrini, alkışçısı, akıl hocası mevkiindedir. Merak eden 27 Mayıs için Akis, Sır, Kim dergilerinin koleksiyonuna, 12 Mart için günlük gazetelerin Erim kabinesini övmek için kullandıkları ‘Beyin takımı’ sıfatlı manşetlere, 12 Eylül için Kenan Evren’in çanak yalayıcıların listesini verdiği hatıralarına bakabilir...
Şunu hemen ifade edeyim; bu darbelerin hiçbirisi pespayelik ve süflilik bakımından 28 Şubat’la yarışamaz. Ayrıca hiç birisi onun kadar tahripkâr olmamıştır.
Bugün bütün kurumsal yapılar gibi Türk basını da bir dizi sıkıntı/sancı içindeyse ve bunlardan şikâyetçiyse, perakende sorunlar ve uğranılan gündelik haksızlıklardan yakınırken, herhalde geçen yarım asrın hiç değilse son 15 senesinde nelerin yapıldığını ya da varlığını demokratik düzenin işlemesinden alan, gücünü demokratik sisteme borçlu basın olmanın gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini de düşünmek gerekir.
4 Şubat 1997 günü Sincan’da tankların hareketi fotoğraflanamayınca dönemin komutanlarını arayıp ikinci bir geçiş yapılmasını rica eden basının ve alkışa dayanamayıp tekrardan sahneye çıkan sanatçı misali bu isteği araçları yeniden caddelere çıkararak geri çevirmeyen askerin de şimdi hiçbir şey için şekvacı olmaya hakkı bulunmadığını düşünüyorum.
O günleri hatırlayın. Necmettin Erbakan’ın MGK toplantısında düpedüz hakarete uğramasından duyulan hoşnutluğu, TC Başbakanı’nın komutanların karşısında kan ter içinde kalmışlığından yola çıkılarak yazılan alaycı yorumları, ‘Müstehaktı’ değerlendirmelerini v.s. Keza siyasetin basın üzerinden nasıl baskılandığını.
Dönemin genelkurmay başkanının şimdilerde ‘Encümen-i Daniş’ adı altında akil adamlığa soyunmuşluğu ve onun, en hafif tabirle pervasız diye nitelenebilecek tespitlerle kamuoyuna yansıyan ses bantlarındaki konuşma üslubu bizi yanıltmamalı. Org. Karadayı’nın kendisiyle her görüşmede Org. Çevik Bir’den ve onun kontrol ettiği karargah yapısından nasıl yakındığını herhalde Tansu Çiller’den dinlemek lazım... Org. Karadayı’nın o görüşmelerdeki paniğini, darbenin yapılacağından kuşku duymadığını ve kendisinin akibetinin 27 Mayıs darbesinden sonra tutuklanan dönemin genelkurmay başkanı Org. Rüştü Erdelhun gibi olmasından korktuğunu söylemiş olması sadece dedikodu olabilir mi? Keza silahlı kuvvetler tarihinde ilk kez genelkurmay karargâhının fiilen 2. başkanın kontrolünde olduğu da...
28 Şubat ve ardından gelen süreçte işlerin tamamen şirazeden çıktığının ve küstahlığın diğer kurumlar yanında medyaya bulaştığının göstergesi, bazı gazetecilerin hükümet değiştirmeye, başbakan tayin etmeye kalktığı, ötesi kabinede kendilerine kontenjan tanınmasını isteyip, falanca kişi neden şu bakanlığa değil de bu bakanlığa getirildi diye asabiyet göstermesidir...
Bugün Ergenekon dediğimiz ve AKP iktidarını darbeyle düşürme planı yaptığına dair ciddi deliller bulunduğunu öğrendiğimiz yapı işte o günlerin mahsulü. Örgütün geçmişini 1950’lere götürmek ve bunu NATO’yla, ABD’yle irtibatlandırmak
soyağacı çalışmasından öte kıymeti harbiyesi olan bir şey değil... Bugün soruşturulanın dünkü örgüte nisbeti de hısımlıktan ibaret!..
Gazete yazısı çerçevesine sığdırmaya çalıştığım geçişi unutarak veya görmezlikten gelerek bugün Tayyip Erdoğan’ın tedirginliğini ve öfkesini değerlendirmek pek mümkün değil...
AVNİ ÖZGÜREL
4 Mart 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Sayın Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN :) haksız da değilmiş demek yüklenmekte.
YanıtlaSil