Başbakan Ecevit’e 1970’lerde, “Duyduklarımdan dehşete kapıldım” dedirten kontrgerilla...
Başbakan Demirel’e 1980’de, “12 Eylül darbesinin sabahında terör ve anarşi nasıl öyle birden duruverdi?” sorusunu sorduran derin devlet olgusu...
Başbakan Yılmaz’a 1990’ların sonunda, “Devletin bazı kurumları terörle mücadele ederken hukukun dışına çıktılar” tespitini yaptıran Susurluk olayı...
Şimdi sorabilirsiniz:
Tümünün düğüm noktası nedir?
Bu sorunun yanıtını rahmetli Ecevit de biliyordu, Demirel’le Yılmaz da biliyor.
Bugünün Cumhurbaşkanı Gül de biliyor, Başbakan’ı Erdoğan da... Onların bildiğini asker de biliyordu, bugün de biliyor tabii...
Hepsi farkında, meselenin düğüm noktası ‘asker’dir. Askerden ‘yeşil ışık’ yanmadan bütün bunlar yaşanmazdı.
Bazen ‘çizgi dışı‘na çıkılmış olsa da, kontrgerilla, derin devlet, Susurluk, bütün bunlarda belirleyici olan ya da çerçeveyi çizen ‘askerin iradesi‘ydi.
Bugün Ergenekon’a nasıl gelindiğini düşündüğünüz vakit, asker yine sahnede kendini belli ediyor.
Ergenekon’u yerli yerine oturtmak için 2003-2004 darbe tertiplerini, özellikle Ergenekon sanığı, eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur‘un başrolü oynadığı Sarıkız’ı gözardı edebilir miyiz?..
Bunları kaçıncı kez yazıyorum.
Takıntılı olduğum için mi?
Evet, bir takıntım var:
Demokrasi ve hukuk devleti...
Bu takıntım yüzünden Türkiye’de asker-sivil ilişkileriyle devlet meselesini sürekli düşünüyorum.
Askerle siyaseti düşünüyorum.
Sivil-asker ilişkilerinin ileri demokrasilerdeki gibi normalleşmesine kafa yormaya çalışıyorum.
Çünkü yıllar geçtikçe bir noktayı gayet iyi anlamış durumdayım. Sivil-asker ilişkileri demokratik bir normalleşme rayına oturmazsa, siyasal istikrar bu ülkenin kapısını kolay kolay çalmaz.
Asker bu ülkede kendini bir yerde ‘devlet’in asli sahibi olarak görüyor. İttihatçılar’dan bu yana, ama özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri bu hiç değişmedi.
Asker, ‘sivil’e güvenmiyor.
‘Sandık’tan çıkana güvenmiyor.
Asker, halkın oyu her şey demek değildir diye düşündüğü içindir ki, arada bir yaptığı darbelerle, öylesine anayasal ve yasal bir çerçeve çiziyor ki, demokrasi ve hukukun kolu kanadı kırılıyor.
Seçimle gelen organların, seçilmiş hükümetin ‘devlet’ karşısında, ‘asker-sivil bürokratik elit’ karşısında zayıf, eli kolu bağlı kalması kurumsallaştırılıyor.
27 Mayıs, 12 Mart, özellikle 12 Eylül ve 28 Şubat’tan gelen birçok örneği var bu gerçeğin...
Kısacası:
Asker, bu ‘devlet egemenliği‘ni daha çok kendi tekelinde tutmak istediği içindir ki, bu ülkede Ecevit’i dehşete düşüren kontrgerilla faaliyetleri yaşanabiliyor. Demirel’i 12 Mart’ta, 12 Eylül’de başbakanlıktan deviren ‘darbe ortamları’na Türkiye sürüklenebiliyor.
28 Şubat’taki gibi post-modern darbeler düzenlenebiliyor.
Veyahut 2000’lerin başındaki gibi darbe tertipleri, büyük-küçük Ergenekon‘lar, Çankaya Savaşları, 27 Nisan Muhtıra’ları yaşanabiliyor.
Yineliyorum:
Bütün bunların temelinde, bir türlü ‘demokratik normalleşme süreci’ne oturamayan sivil-asker ilişkileri ve devlet meselesi yatıyor.
Bir kez daha altını çiziyorum:
Türkiye ‘asker sorunu‘nu çözmek zorunda!
Bunu belirtmek, ‘asker düşmanlığı’ değildir. Bunu belirtmek, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya dönük bir çaba değildir. Bunu belirtmek, askerden eski darbelerin ‘rövanşı’nı almak değildir.
Bu sorun, Türkiye’nin belki en temel sorunudur. Sivil ve askerin işbirliği içinde, demokrasi ve hukuk çerçevesinde çözecekleri bir sorundur.
Sorunun özüne gelince, askerin halk oyuyla ‘seçilmiş sivil otorite’ye tabi olmasıdır.
Ama aynı zamanda ‘hukuka aykırılık’lara geçit vermeyen bir anlayış ve yapının, sivil içinde olduğu gibi, asker içinde de bir an önce kurulmasıdır bu sorunun özü...
Bunun için de bazı hesapların sorulması, temizliklerin yapılması gerekir.
Özellikle asker içinde...
Ergenekon davası sürecine, yukarıda özetlemeye çalıştığım pencereden de bakılabilir.
Hasan Cemal
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder