16 Mayıs 2009 Cumartesi

Tersine çevrilmiş laiklik

ABD Uluslararası Dinî Özgürlükler Komisyonu'nun 2009 raporunda Türkiye, "insanların diledikleri gibi ibadet etme ya da hiç ibadet etmeme özgürlüklerinin tehlikede olduğu" ülkeler arasında sayıldı. Rapora göre, Türkiye'nin sorunu "çoğunluğa ama özellikle de azınlıktaki dinsel topluluklara mensup pek çok yurttaşın dinî özgürlüklerinin ihlal edilmesine yol açan" resmi laiklik yorumundan kaynaklanmakta.
(Today's Zaman, 2 Mayıs) Anlaşılan, Türkiye'de uygulanan laikliğin, özünde herkese inanç özgürlüğünün güven altına alınması demek olan laikliği tersine çevirdiği Batı'da da giderek farkına varılmakta. Zira Batı ülkelerinden gelen akademisyen ve gazetecilerin çok sık laikliğimizle ilgili sorularına muhatap oluyorum. Onlara şunları anlatıyorum:

Uluslararası yazında Türkiye'den "laik demokratik rejime sahip Müslüman ülke" olarak söz ediliyor. Ne var ki Türkiye'nin bu sıfatlarının her biri açıklanmaya muhtaç. Evet, Türkiye esas olarak bir demokrasi. Ne var ki rejim üzerinde devam eden bürokratik vesayet, askerin siyasi rolü, ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar Türk demokrasisini sakat kılıyor.

Evet, Türkiye Müslümanların büyük çoğunlukta olduğu bir ülke. Ama Türkiye'de İslam büyük bir çeşitlilik gösteriyor. Çoğunluktaki Sünniler arasında İslam'ın Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) tarafından temsil edilen resmi yorumu yanında, kökleri 9 ve 10. yüzyıllara kadar uzanan tarikatların Halk İslamı yorumları var. Kaynağını tarikatlardan alan ama tarikat olmayan, dini cemaatler ve din–temelli gönüllü toplumsal hareketler var. Sünni çoğunluğun yanında Alevi azınlık var. Bir kısmı Aleviliği İslam'ın bir mezhebi sayıyor, diğerleri ayrı bir inanç olarak anlıyor. Gayrimüslim azınlıklar mevcut olduğu gibi, dindar olmayan Müslümanlar ve marjinal de olsa hiçbir dine inanmayanlar da var.

Evet, Türkiye yasaların tümüyle laik olduğu bir ülke. Laiklik bağlamında en büyük başarısı bu. Osmanlı döneminde dahi padişahların koyduğu (örfi) yasalar, her zaman dinî (Şer'i) yasalara ağır bastı. 19. yüzyıldan başlayarak Şer'i yasalar yerini laik yasalara bıraktı. Bu süreç Cumhuriyet'le tamamlandı. Ne var ki Türkiye'de din ve devlet birbirinden ayrılmış değil. Devletin anayasada yazılı olmayan bir dini var. Devlet, dini ve eğitimini 1923'te kurulan DİB aracılığıyla tekelinde tutuyor; tektip kimlik politikasının bir aracı olarak kullanıyor. DİB'in yorum dışında kalan İslam inançları ve 1924 Lozan anlaşmasında sayılanlar dışındaki gayrimüslim azınlıklar yok sayılıyor.

DİB, gayrimüslimler dahil bütün yurttaşların ödediği vergilerle finanse ediliyor. Partilere DİB'in genel idare içinde yer almasını sorgulamak yasak. 1982'den bu yana okullarda esas olarak DİB İslamı'nı içeren zorunlu din dersleri okutuluyor. Gerek Müslüman çoğunluğun, gerekse gayrimüslim azınlıkların dinî özgürlükleri üzerinde çeşitli kısıtlamalar var. Keyfi olarak tanımlanan "kamusal alan"da başörtüsü yasak. Devletin kurduğu imam hatip okullarının mezunlarına üniversiteye girişte ayrımcılık uygulanıyor. 15 yaşını doldurmayanların Kur'an kurslarına gitmeleri yasak. Alevilerin cemevlerine ibadethane statüsü tanınmıyor. Gayrimüslimler din adamı yetiştirecek okul açamıyor, kamu görevlerinden dışlanıyor. Dinî inancı yaymak yasak değil, ama misyonerlik milli kimliğe tehdit olarak görülüyor.

Bu politikaların temelinde, Cumhuriyet'in kuruluş döneminde, bir tek–parti yönetimi altında benimsenen laiklik anlayışı var. O dönemde Batı'da yaygın pozitivist felsefeden etkilenen bu anlayışa göre: Modern bir toplum ancak dinsel inanışların–düşüncenin yerini bilimsel anlayışın aldığı, dinin vicdanlarla sınırlı olduğu bir toplum olabilir. İslam dini laiklikle ve modernlikle bağdaşmaz. Onun için devletin dini denetlemesi, dinî özgürlüklere kısıtlama getirmesi gerekir. Tek–parti döneminde geliştirilen laiklik anlayışı, 21. yüzyıl Türkiye'sinin ihtiyaçlarıyla kesinlikle bağdaşmıyor. Bu anlayışıyla Türkiye açık ve demokratik bir toplum olamıyor.

Şahin Alpay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder