Aklımızın hizasına kadar eğildi. Korkudan titreyen kalbimizi sonsuz tebessümüyle sevindirdi. Hüzünlerle delik deşik olmuş insanlığımızı bağrına bastı. Şaşkın gözlerimizin içine sımsıcak baktı. Sağır duvarlara çarpa çarpa kanayan sonsuzluk düşlerimizi avuçlarında sağalttı. Düşe kalka yürüyen ümitlerimizin elinden tuttu, ayağa kaldırdı. Şefkat yüklü sözlerle tenezzül etti kalbimize. Her defasında bir anne şefkatiyle kucaklandığımızı hatırlattı. “Rahman ve Rahîm olan”ın adıyla başladı söze. “Anadilimiz”le merhamet fısıldadı dünya yetimliğimize. Evladının yastığının altına bayram hediyesi koyan annelerin müşfik edasıyla müjdeler yetiştirdi yeryüzü yalnızlığımıza: Kur’ân. Ana kitabımız.(1) Ana fikrimiz. Ana zikrimiz. Ana sayfamız. Ne zamandır sözlerine sağır gibiyiz. Nicedir göğsünden hakikat emmek istemez gibiyiz. Dünya gurbetinde sevincimiz, tesellimiz, avuntumuz, ümidimiz olsun diye el bebek gül bebek besleyip büyüttüğü gerçeklere küsmüş gibiyiz. Yüzünü hasretle görmeye, sözünü hayretle dinlemeye hemen başlamalı değil miyiz?
Nereden geldiğimizi bilmezdik, o ezelden söz açtı. Nereye gittiğimizi sormayı akledemezdik. O ebede, sonsuzluğa çağırdı. Kim olduğumuzu, ne iş yaptığımızı aklımıza o fısıldadı. Yetim buldu her birimizi. Sahipsiz ve umutsuzduk. Her yanımız karanlıktı. Duyduğumuz sesler hep feryattı. Baktığımız yüzlerin hepsinde matem vardı. Işık tuttu yolumuza. Dağı taşı, yıldızı ve güneşi aşinamız kıldı. Göğün yüzünü tanıdık eyledi gözlerimize. Geçmişin hüznünü giderdi, geleceğe dair korkuları yatıştırdı. Feryat sandığımız sesleri sonsuzluk vaadiyle neşe ve sevince boğdu. Yanmayalım diye yandı yakıldı. Biz bilmeden ateşe koşan pervanelerdik. Kül olacağından habersiz, sarhoşça alevden uçurumlara uçan kelebeklerdik. Tuttu eteğimizden her defasında. (2) Bin ana yüreğini kuşanarak ateşe düşmekten alıkoydu biz can parelerini. Aramızda şimdi de… (3) Anneyi evladına anne eyleyen sırrı akıtmakta içimize hâlâ. Oğulları ve kızları annelerine “annelik” edercesine hürmete ve şefkate çağırmakta: Peygamberimiz. “İmam”ımız. “Ana yürekli”(4) liderimiz. Şefkat yüklü önderimiz. Kılımıza zarar gelmesin diye titreyen anaç kalplimiz. Ümmetinin kurtuluşu için kendini paralarcasına çırpınan göklü yüreğimiz. Anaları yavrularına ana eyleyen, analara ana şefkati bahşedenin “RaufurRahim” diye en anaç isimlerle övdüğü, serin şefkat pınarımız.(5) Sanki o çok uzaklardaymış gibi nicedir bize çağırmaktayız. Sanki “Allah’ın resûlü” olarak aramızda değilmiş gibi, sesimizi sesinden yüksek tutmaktayız. Sanki o kutsî “ana yüreği”nin atışları durmuş gibi ümitsiziz, tesellisiziz. Bugün bir kez daha ellerine varıp bağlılığımızı tazelemeli değil miyiz?
Günahla kirlettiğimizde yüzümüzü, yine de kucağına alıp yudu yıkadı yüzümüzü. Kötülükle kokuşturduğumuzda tenimizi, saçımızı okşadı, cennet kokulu elbiselere bürüdü puslu bedenimizi. İsyana bulandık, paslandırdık yüreğimizi. Gözlerimiz haramla çapaklandı, alnımıza kötülükler yapışıp kaldı. Ama o her defasında pirüpak eyledi bizi, yüreklendirdi her birimizi. Yüzümüzü yerden kaldırdı. Tiksinmeden öptü kirli alnımızı. Silip gözyaşlarımızı yeni ümitlerle sokağa saldı. “Yine beklerim” dedi. “Uykulu gafletlerden sıyrılıp sabah vakti gelsen de olur, kirpiklerinin kıpırtısıyla da olsa kucağıma otur, beklerim” dedi. “Dünya telaşlarıyla sarhoş olup öğle vakti nazlanarak gelsen de olur, kalbine ummadığın pınarlardan sular içiririm” dedi. “Güneşini hüzünlerle bulandırdığın, ayaklarını ümitsizlik çamuruna buladığın halde olsan da gel, ikindi vakti beklerim” dedi. “Günleri eskittiğin, kendini bir kez daha eksilttiğin akşam üzerilerinde de kapım açık, gel” dedi. “Nice unutuşların gece gibi üzerini üst üste örteceğini acıyla anladığın gece vakitlerinde de gel, teselli ederim seni” dedi. Günün beş vakti ocağına şartsız kabul etti bizi. Arkamızı döndüğümüzde de sabırla bekledi dönmemizi: Namaz. Ana kucağımız. Bugünü “anneler günü” diye bilip, varıp dizi dibine içimizi dökmeli değil miyiz? Hemen şimdi, vaad ettiği o kutsî yakınlığa(6) alnımızı secde secde değdirmek için niye beklemekteyiz?
Her defasında içimizin kirini tozunu döktük avuçlarına. Ayıplanmaktan korkmaksızın. En gizli suçlarımızı itiraf ettik yüzüne karşı. Gammazlanmayacağımızdan emin olarak. Ayıplarımızın hepsini, dertlerimizin en incesini, hüzünlerimizin en anlaşılmazını, korkularımızın en baş edilmezini yumuşacık parmakları arasına akıttık, erittik. Elimiz boş dönmedik hiç. Tesellisiz kalmadık hiç. Yanına vardıkça, kıymetlendik. Başka ne yapsak bu kadar değerli olamazdık. İşe yaradığımız biricik meşguliyetimiz: Dua. Ana işimiz. Ana sermayemiz. İşlerimizin anası. Analarımızın işi. Ana gibi yar bildiğimiz. Olmasaydı duamız, ne gelirdi elden, ne olurdu elimizden! Hemen şimdi avuçlarından sonsuz serinlikte kevserler içmeye koşmalı değil miyiz?
Biz müminler, namaza durduğumuzda varlığın hepsini ailemiz biliriz. Kıyama kalktığımızda kendimizi kâinattan sorumlu bir bilinç giyiniriz. Herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklayarak doğruluruz. “Âlemlerin Rabbi” karşısında her şey adına dururuz. “Âlemlerde” ne varsa, o varlar her nasılsa, hiç şart koşmaksızın, hiç aşağılamaksızın, hor görmeksizin, beyaz da olsa, siyah da olsa, inansa da inanmasa da, cansız ve dilsiz de olsa, sağır ve kör de sanılsa, hepsi için Rabbimize teşekkür ederiz. “Öteki”lerin varlığını mihnet değil, minnet biliriz. İnsanlığın hepsinden sorumlu anaç bir yürekle secdeye varırız. “Sana, yalnız sana kulluk ederiz” derken Fatiha’da, herkesi yanımızda, her şeyi kucağımızda biliriz. “Senden, yalnız Senden yardım dileriz” diye yakarırken, sahipsiz, yetim, yalnız, dilsiz, çaresiz, yoksul, terk edilmiş, ayrı düşmüş, aşağılanmış, dışlanmış, küçümsenmiş, yolda kalmış ne varsa, hepsinin elinden tutarız, ayağa kaldırır, yüreğimizin odacıklarına buyur ederiz. Rabbini tanıdığını haber aldığımız her kıtadan insanın haberiyle seviniriz, tebessüme geliriz, bayram ederiz. Herkesin hidayetiyle, her kıtanın selametiyle ilgileniriz. Uzaklarda bir kuşun kanadı kırılsa, önce biz kırılırız. Ötelerde bir çocuğun gözünden yaş düşse, biz de hemen derde düşeriz. Öyle ki, her namazın peşinden hemen infaka çağrılırız. Bize verilenlerden, muhtaca, yoksula, yolda kalmışa, kalbi ezilmişe, rızkı daralmışa hemen vermekle mükellefiz. Kendimizi “ana” biliriz: Biz. “Ana” toplumuz. Ümmetiz. (7)“Ana yürekli” peygamberin şefkatle yetiştirdiği, sabırla büyüttüğü, ümitle çoğalttığı “ana yürekli” “ümmet”iyiz. Anaç bin bakışız varlığa. Şimdi “ana”lığımızı bir kez daha hatırlamalı değil miyiz?“Ana yürekli” “imam”ımızın bakışından uzak düştük diye, “ana” olduğumuzu da unuttuk, öyle mi?
“Anneler günü” sayalım bugünü de… “Ana fikrimizi, ana yüreklimizi, ana kucağımızı, ana işimizi, ana sermayemizi, analığımızı hatırlama zamanı geldi, geçecek mi?
Dipotlar:
1. Kur’ân ve insan ikiz kardeştir; Kur’ân’ın dili fıtratın dilidir. Ayetler her daim ana yapı taşlarımıza göre konuşur. İçimizdeki ırmağın akışlarına göre fısıldar, susar, seslenir, korkutur, müjdeler, ümit verir, titretir. Yani “ana dilimiz”ce konuşur. Kırgın ve kızgın olsa da, ceza vermeye, korkutmaya kalksa da, ana gibi şefkatinden kızar, korumak için ceza verir. Yani Kur’ân bize “ana dili”yle konuşur.
2. “Gece vakti ateş yanmakta. Kelebekler ise bilmeden ateşe koşmaktadır. Bir adam ise onları ateşten korumak için çırpınmaktadır. Benim ve sizin misaliniz o adam ve… ” mealli hadise dayanarak.
3. Bakınız, Hucûrat 7; “Ey iman edenler.. biliniz ki aranızda/içinizde Allah’ın resûlü var.”
4. Arapça’da “önder” anlamındaki “imam” kelimesi, “anne” anlamındaki “ümm” kelimesiyle aynı kökten gelir. Bu durumda, “imam”, “ana yürekli adam” demeye gelir. (Mustafa İslamoğlu’ndan alıntıyla.)
5. Bakınız, Tevbe, 128
6. Bakınız, Alak, 19, “Secde et ve yaklaş…”
7. “Ümmet” kelimesi de “imam” kelimesi gibi “ana” anlamındaki “ümm”le akrabadır
Senai Demirci
14 Mayıs 2009 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder