12 Temmuz 2009 Pazar

AKİF BEKİ

Güliver, Fatih Çarşamba'da

Hürriyet, tebdil-i kıyafet eyleyerek, mahalleleri teftişe çıkmış.
Bugünden itibaren, ‘müfettişimiz’ Ayşe Arman’ın nefes kesen serüvenlerini okumaya başlayacağız.
Kabul, gazetecilik zekâsı yüksek bir iş...
Kadın yazarımız, tesettüre girip, İstanbul’da hızlı gece mekânlarını, İzmir’de ‘laik yaşam biçimi’nin simgesi muhitleri dolaşmış.
Reina’da, Alsancak’ta, Kordon’da boy göstermiş.
Otellerle, kafelerle yetinmeyip, minibüs, uçak, vapur ne varsa, hepsini tek turda kolaçan etmiş.
Sonra da kıyafet değiştirip, bu kez haşema ile yüzmüş... Mini etek giyip, muhafazakâr hayatın kalesi Fatih İsmailağa caddesinde görünmüş.
Dediklerine göre derdi, mahalle baskısını ölçmekmiş.
O kıyafetlerle, o muhitlerde yürürken, neyle karşılaştığını, neler hissettiğini kendi kaleminden okuyacağız.
***
Daha baştan, kesin bir yargıda bulunmak istemem.
Eminim son derece renkli, gerçekçi ve ‘evham’ giderici bir fotoğraf, çıkacaktır ortaya.
Ölü sezonda böyle cafcaflı, konuşulan iş çıkarma kabiliyetine de söyleyecek sözüm yok.
Fakat, bu ‘mahalle baskısı’ metaforuna başından beri itirazım var.
Yine de, işin o kısmına girmeyeceğim.
Çünkü uzun süredir ben de, mahalleler arasında böyle bir gezintiye çıkmak istiyordum.
Yalnız, benim merakım biraz farklı...
Kendim ete kemiğe bürünerek,
gece silahlı, gündüz külahlı etrafı yoklamak yerine...
Jonathan Swift gibi hayali bir kahramanı piyasaya salmayı düşünüyordum.
Evvel emirde, bizim medya mahallesinin bütün köşelerinden başlamak kaydıyla...
İstiyordum ki Güliver, cüceler ve devler ülkelerini ayrı ayrı ziyaret ettikten sonra, bir de bizim buralara uğrasa...
Acaba ne maceralar yaşardı?
***
Jonathan Swift, garibimi halden hale sokmuş...
İğne deliğinden geçmek, saraylarda ip atlamak nevinden, başına getirmedik iş bırakmamış...
İşte o Güliver, memleketimizi gördükten sonra neler hissederdi?
Hâlâ şaşıracak şeyler bulur muydu, mesela?
Cücelerle devleri, batakhane bitirimleriyle eşraf tabiatlı yüksek zevatı, aynı masada otururken görse...
Ya da mini etekliyle siyah çarşaflıyı, yan yana, kol kola yürürken...
Şafak vakti Eyüp Sultan’da namazdan çıkanla, Reina’da zevk ü sefa âlemlerinden dağılanları, aynı çorbacılarda buluşurken yakalasa...
Şapşala döner miydi?
***
Güliver’in hayaleti, bir günlüğüne de olsa aramızda takılsın, isterdim.
Bence, ilk maceralarından hiç aşağı kalmazdı...
Hatta, daha fazla enteresanlıkla karşılaşacağını, çok daha büyük bir ilgi uyandıracağını sanıyorum.
***
Ne var ki, bu düşümü gerçekleştirmeyi, şimdilik ertelemeye karar verdim.
Bir süre, Ayşe Arman’ın serüvenleriyle idare edeceksiniz.
Bu arada
ben de, kafamda gezinip duran bazı sorulara cevap arayacağım.
Jonathan Swift, devrinin toplum yapısını, kurulu düzenini, siyasi ahvalini eleştirmek için, Güliver’in maceraperest kişiliğini icat etti.
Onu hayali gezintilere çıkarıp, iki yüzlülüklerle, küçük ayak oyunlarıyla, siyasi entrikalarla doyasıya kafa buldu, gırgır geçti...
Kâh devler, kâh cüceler ülkesinden manzaralar vererek, kendi ülkesinin garip, tuhaf hallerini hicvetti.
Yazarının, yayıncısının bile beklentilerini aşacak kadar... Yankısı, tesiri büyük oldu.
Biz, Güliver’in Maceraları’nı, çocuk kitabı diye okuyoruz.
Onun için mi, böylesine ince, nüktedan ve etkili bir ‘muhalefet zekâsı’ geliştiremedik?
Onun için mi, her şeyimizi ortalığa saçarak, ayağa düşürerek, kaba ve sakil bir dille bağıra çağıra tartışıyoruz?
Neden birkaç kısır metafor üretip, onların esiri oluyoruz?
Kısacası, hiciv zekâsından nasıl
oldu da mahrum kaldık?
Siz, ‘mahalleler’imizin en son teftiş raporunu okurken, ben, bu soruların peşinde olacağım.
Ve aklımdan, Jonathan Swift’in mezar taşında yazılı şu cümle, hiç çıkmayacak:
“Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder