14 Ağustos 2009 Cuma

SÜLEYMAN SARGIN

Dua etmek vefanın gereğidir

Huneyn Gazvesi'nin ardından Allah Resûlü, Ensar'dan bazılarının küçük bir meseleden dolayı kendisine biraz kırıldıklarını haber aldı.

Bunun üzerine hemen Ensar'ın bir yerde toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Ensar toplandı ve Allah Resûlü onlara şu hutbeyi irad buyurdu:

"Ey Ensar topluluğu! Duydum ki gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hâsıl olmuş. Size şunu hatırlatmak isterim; ben geldiğimde, siz dalalet içinde değil miydiniz? Allah benimle sizi hidayete erdirmedi mi?

Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi?

Ben geldiğimde, siz birbirinize düşman değil miydiniz? Allah benimle sizin kalplerinizi birbirinize ısındırmadı mı?"

Ensar bu sözlere gözyaşları içinde hep bir ağızdan şöyle karşılık verdiler: "Evet, evet Yâ Resûlallah! Minnet Allah'a ve Resûlü'nedir."

Bu hadisede mü'minlere mazhar oldukları nimetlerin hatırlatılması ve bunun onlar tarafından da kabul ve ilan edilmesi vardır.

Bizler asr-ı saadette bulunamadık. Efendiler Efendisi'nin mübarek huzurlarıyla müşerref olup, dizlerinin dibinde oturamadık. Ama bize Allah'ı, Resûlullah'ı, Kur'an'ı hatırlatan ve bütün güzellikleri öğreten kutlu insanlar tanıdık. Bu sebeple mazhar olduğumuz nimetleri yâd etmek ve dualarımızda o kutlulara yer vermek hem bir tahdis-i nimettir hem de vefamızın gereğidir:

Yâ İlahel âlemin ve yâ ekramel ekramîn!

Bizler Sen'in ve Habib-i edibinin unutturulduğu karanlık bir devirde yetiştik. Maddeciliğin dört bir yanı karabasan gibi sardığı, anarşinin sokakların hâkim rengi haline geldiği, dinin folklor gibi yaşandığı bir dünyada neş'et ettik. Sen bize lütfunla, kereminle yolumuzu aydınlatacak kutlu bir Rehber gönderdin.

O bize Seni, Kitab'ını ve Resûl-i Ekrem'ini tanıttı. Pozitivizimle ağır hasar görmüş kalplerimize ve kafalarımıza Pîr-i Mugân'ın eşsiz külliyatını ve tevhid delillerini nakşetti. Kur'an'ı asrın idrakine söyleten o nadide eserleri ve eserlerin büyük müellifini biz onunla tanıdık.

Efendimiz'in "İnsanlığın İftihar Tablosu" olduğunu ondan öğrendik. Nebiler Serveri'nin hicranını ilk o anlattı bize. Camileri lebaleb dolduran hüşyar gönüller, onun irşadıyla Allah Resûlü'nün aralarında gezdiğini müşahede ettiler. Rahmet Peygamberi'ni, saçlarını okşarken, sırtlarını sıvazlarken gördüler. "Ne zaman geleceksin Yâ Resûlallah!" duygusunu o yeşertti gönüllerimizde.

Saadet asrının muhteşem tablolarını kürsüden ve minberden tıpkı bir sinema ekranı gibi gözümüzde ve gönlümüzde o canlandırdı. Sahabe sevgisini o nakşetti sinelerimize. Hamza'nın yiğitliğini, Hz. Ali'nin velayetini, Hz. Ebû Bekir'in sadakatini, Hz. Ömer'in adaletini ondan dinledik. Hz. Osman'ın nasıl bir haya insanı olduğunu anlatırken kendisi de kürsüde buram buram terliyordu.

Mus'ab'ın kütükte doğranan et gibi nasıl şehit edildiğini, Hz. Enes'in savaştan sonra ancak parmaklarının ucundan tanınabildiğini, Abdullah ibn Cahş'ın kahramanlıklarını ilk o anlattı bize. Nesibe'nin harp meydanında nasıl bir tayfun gibi estiğini, Sümeyye'nin şehadetini, büyük kadın Hz. Hatice'nin fedakârlıklarını, Hz. Fatıma annemizin çilesini ve hasretini de anlatan oydu. Bilal'in okuyamadığı ezanını, Ebû Akîl destanını gözyaşları içinde dinlemiştik. "Yâ lel-ensâr!" nidaları yürekleri hoplatırken, cemaatle birlikte cami duvarları da gözyaşlarını akıtıyordu.

Ya Rabbi! Biz o Rehber ü Rehnü-mamız'dan fedakârlığı, cömertliği, hasbiliği, diğerkâmlığı öğrendik. Abdurrahman b. Avf'ın, Hz. Osman'ın nasıl hesapsız infakta bulunduklarını dinlerken derin muhasebelere daldık. Hz. Ebubekir'in malının tamamını getirip nasıl verdiğini belki hâlâ anlayamadık ama Allah yolunda infak etmenin cami çıkışında verilen küçük sadakalardan ibaret olmadığını anladık. "Himmet" ilk defa onun sayesinde girdi hayatımıza.

Mefkûre insanı olmayı öğretti bize. Bunu yaparken bizi tarihimizle barıştırdı. Bize Selçukluları, Osmanlıları o sevdirdi. Nasıl şanlı bir tarihimiz olduğunu, o tarihin şeref levhalarını dinleyerek anladık. Şark'ın şanlı sultanı Selahaddin'i, Osman Gazi'yi, Ertuğrul Gazi'yi, Alparslan'ı, Hz. Fatih'i, Yavuz Sultan Selim Han'ı, Abdülhamit Cennet-mekân'ı adlarının sonuna "aleyhi'r-rahmetü ve'l-ğufran" ekleyerek dinledik. "Yaşatmak için yaşamak" olarak özetledi mefkûremizi. "İnsanlarla Allah arasındaki engelleri kaldırıp onları Rabbileriyle buluşturmak" olarak tarif etti vazifemizi. Bunun için anadan, yardan, vatandan ve arkadaştan geçmek gerektiğini belletti milyonlarca yüreğe. Bunun adını da "adanmışlık" koydu.

İslam'ın sevgi ve merhamet dini olduğunu anlattı yılmadan, yorulmadan. Her türlü şiddete, anarşiye, teröre ve kanunsuzluğa İslam'ın kapalı olduğunu kalplerimize ve kafalarımıza kazıdı. Başkaları için yaşamanın lezzetini tattırdı bize.

Selefe saygıyı da onda gördük biz. Edebin, terbiyenin ne olduğunu ilk o gösterdi bize. Allah Resûlü'nün mübarek adını her andığında yerinden doğrulan oydu. Sahabeden, tabiûndan ve selef-i salihinden bahsederken kelimeleri nasıl hassasiyetle seçtiğine şahit olduk her seferinde.

İlmin tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini, mefkûre insanı olmak ve yaşatmak için yaşamak lazım geldiğini öğretti.

Tevazuun ne olduğunu onda gördük. "Hiç" olmayı, "sıfır" olmayı, Allah karşısında konumumuzun ne olduğunu o hatırlattı. Gecelerin içindeki sırlardan bahsetti bize. Dua dua yalvarmayı, kasıkları çatlarcasına dua etmeyi, seccadelerde kıvranmayı anlattı, anlatıyor. Bize "teheccüd"ü o öğretti, gözyaşı gerçeğiyle onun sayesinde tanıştık. onu tanıdıktan sonra "Erkek adam ağlar" demeye başladık. Burnumuzun kemikleri onu tanıdıktan sonra sızlar oldu.

Ya Rabbi! Biz onun ilmine, irfanına, ameline, aksiyonuna, heyecanına, gözyaşına, milleti ve tüm insanlık için çektiği ızdıraba, uykusuz gecelerine, ibadet hassasiyetine, kulluktaki derinliğine, dilinden düşmeyen dualarına, kul hakkına karşı hassasiyetine, sevgisine, şefkatine, vefasına, merhametine, keremine, cömertliğine, adaletine ve daha nice güzelliklerine şahit olduk.

Ne olur Ya Rab! ona hep rahmetinle muamele et. ona hayırlı, bereketli, uzun ömürler nasip et. Sıhhat ve afiyet lütfeyle. Kendisine yakîn-i tâm, ihlâs-ı etem ve zühd-ü tâm ihsan eyle. Bulunduğu her zaman ve mekânda onu rûhu'l-kudüs'le te'yid buyur. Her türlü insî ve cinnî şeytanın, amansız düşmanların hilelerinden, tuzaklarından, komplolarından, iftiralarından ve kötülüklerinden onu muhafaza eyle. Dünyada ve ahirette bizi bir an bile ondan cüdâ eyleme. Kalbî irtibatımızı kuvvetlendir. onu daha iyi anlamayı, söylediklerini idrak etmeyi bize nasip eyle. Hissiyatına, derdine, ızdırabına ortak olabilme şuuruna bizleri ulaştır.

Ey Rabbimiz! Biz ondan razıyız, Sen de razı ol. Biz şahidiz Sen de şahit ol. Âmin.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kur'an ve Ramazan (1)

Kur'an'da Ramazan ayından söz eden ayet (2.185) biri diğerinin sebebi olan iç içe geçmiş unsurlardan oluşur. Buna göre:

1. Ramazan'ın sebebi Kur'an'dır.

2. Kur'an'ın sebebi hidayet, yani rehberliktir; hem de bütün bir insanlığa.

3. Hidayetin sebebi "beyyinât" ve "furkân"dır. Hidayet ancak bunlarla gerçekleşir.

Beyyinât, "tezini isbata yeterli olan hakikatin apaçık belgeleri" anlamına gelir. Furkan ise "hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden seçip ayırma niteliği ya da yeteneği" anlamına gelir.

Kur'an'ın rehberliği ancak beyyinat ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinat Kur'an'ın kendisinde sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur'an'ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl "furkan" olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinat'ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar.

Fakat bunun ilk ve olmazsa olmaz şartı Kur'an'ın nesneleştirilmesidir ki, maalesef bu böyle olmuştur. Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp 'kutsal nesne' haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti:

Birinci aşama: Lafız mânâ ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan "maksat" ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mânânın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve mânâya dayanarak anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla "okumak" yerine, onu "tilavet" ettiler. Bu aslında, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafızla kapatmak demekti.

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur'an da sadece "mushaf"a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu 'yüceltiyorlardı'. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini "yücelterek" ödeme çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir "sus payı"na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.

Yeri gelmişken belirteyim: son yıllardaki "Kur'an okuma ve anlama" çabaları, ne yazık ki yukarıda aktardığım süreci tersine çevirememiştir. Hatta, klasik dönemlerdeki bu sürecin tam ters dönmüş modern bir versiyonu haline gelmiştir. Çünkü bu çabalar vahyi inşa edici bir özne haline getireceği yerde, vahyi üzerinde beyin fırtınalarının estirildiği, zihin egzersizlerinin yapıldığı bir "yap-boz" haline getirmiştir. Sonuçta modern tasavvurla klasik tasavvur aynı gözede, vahyi nesneleştirme gözesinde buluşmuşlardır.

Bu süreçte vahyin yönü yüz seksen derece değişmişti. İnşa edici olarak vahiy yukarıdan aşağı inen bir hitab iken, özneleşen vahiy aşağıdan yukarıya ruh taşıyan bir "uçan halı" haline getirilmişti.

Kur'an algısında meydana gelen bu tarihi kırılma, özetle şöyle gerçekleşti:

Anlam hayatın içinde 'üretilemeyince' form tüketildi. Tüketilen form inşa edici özelliğini yitirmeye başladı. Buradan sonra tüketenlerin kimliğine göre ikiye ayırmak gerekiyor:

Birincisi hissi nesneleştirme, ikincisi aklî nesneleştirme�

Hissi nesneleştirme hepimizin malumu: Anlam tükenince form yüceltilir. Yüceltilen form, makulün değil mahsusun konusu haline gelir. Mahsusun konusu olan kutsal bir form ise, anlaşılmaz tilavet edilir, yaşanmaz fetişleştirilir.

Aklî nesneleştirme ise, malum olmanın ötesinde bizim neslimizce "bittecribe sabit" olan bir algı türü: Mahsusun karşısında yer almıyor, çünkü "makul" değil, sadece "akılcı". Diğerinin tam karşısında yer alıyor, dengesizliğin karşı kutbunda yani. Asıl zaafı, vahyi kişiliğini inşa edici bir özneye dönüştürememek. Çünkü, algı biçimi yanlış. Tıpkı, hissi algıda olduğu gibi, bu algının yanlışı da nesneleştirme. Tek fark var, o da "hissi" değil "akli" olması.

Vahyin nesneleştirilme hikayesi, yolcunun rehbersiz kalma hikayesidir.