11 Temmuz 2009 Cumartesi

ENGİN ARDIÇ

Mahkemesi anayasasına aykırıdır!

İstiklal Mahkemeleri'ni duymuşluğunuz vardır elbette... Hani şu, göbeğini kaşıyan ayılara göz açtırmayan devrim mahkemesi... Fransız Devrimi'ndeki "Tribunal Revolutionnaire"den ilham alınarak kurulmuş olan özel ve olağanüstü mahkeme... Temyizi falan da yok! Devrimin kılıcı...
Halk arasında "Ali'ler mahkemesi" de denirdi, Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali, Bakkal Ali, Ali Saip...
Bu mahkemenin, "Atatürk devrimlerini korumak ve kollamak" için falan değil, asker kaçaklarını yargılamak üzere kurulduğunu da biliyor muydunuz?
Çünkü kuruluş yılı 1920, ortada henüz devrim mevrim yok.
Anadolu kadını cepheye sırtında mermi taşıyor ama Sakarya Meydan Muharebesi'nde tam 48 bin de asker kaçağımız var! (Anadolu kadını, o mermiyi "metazori" taşıyor, Tekâlif-i Milliye Kanunu uyarınca... Güzel. Ben de olsam o kanunu çıkarırdım. Fakat devrim tarihimiz yeni kuşaklara öğretilirken, bu taşıma olayının "zorunluluk" boyutu es geçilmiş, "halk mermileri kendiliğinden ve gönüllü olarak kağnısıyla taşıdı" gibi bir "mitoloji" yaratılmıştır.)
Devrim mahkemesi, bu kaçaklardan yakaladıklarının kimini asıyor, kimine de "kırk değnek, yüz değnek" gibi cezalar veriyor. "Evinin yakılması" gibi cezaları da var.
Güzel. Ben de olsam öyle yapardım.
Sonra bir anayasa yapılıyor, cumhuriyet kuruluyor, anayasa bazı değişikliklere uğruyor... Cumhuriyetin ilk iki yılında demokrasi var, sonra 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve cumhuriyet tam yirmi yıl sürecek bir dikta dönemine giriyor...
Bu sefer de İstiklal Mahkemeleri, muhalefeti susturmakta kullanılıyorlar. Bir de, devrimlere karşı çıkanın başını ezmekte.
Lakin, bu mahkemenin, Fransa'daki "kardeşinden" önemli farkları var.
Orada bu mahkeme hukukçulardan oluşuyordu. Gerek mahkeme reisi Herman, gerek Montane, Dumas, Saunier gibi üyeler, gerekse o anlı şanlı savcı Fouquier-Tinville, evet, "yanlı ve taraflı" adamlardı ama meslekten hukukçuydular. Üstelik jüri de vardı!
Bizde, hani şu Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın meslekten hukukçu olmamasının eleştirildiği ülkemizde, devrim mahkemesinin üyeleri bizzat mebuslardı! Yani TBMM, yürütmeyi kendisi oluşturmakla kalmamış, yargıyı da kendi eline almıştı. Erkler tek elde toplanmıştı. Bu durum, siyaset bilimi literatüründe "konvansiyonel sistem" denilen kalıba bile aykırıydı.
Çünkü biz bize mi benzerdik? Bir tek savcı hukukçuydu İstiklal Mahkemesi'nde, yargıçların hepsi milletvekili ve çoğu subaydı.
Üstelik bu özel mahkemenin, 1921 Anayasası'nda da, değişikliklerle 1924 Anayasası'nda da yeri yoktu. Mahkeme anayasaya aykırıydı.
Hani, Yassıada Yüksek Adalet Divanı'nın da hiçbir anayasada olmadığı gibi...
Hadi o bir geçiş, bir boşluk, bir cunta döneminin ürünüydü, 1925 yılından 1929 yılına kadar memlekette boşluk mu vardı?
Özel mahkemenin bu durumu çok eleştirildi. Ama bir yandan eleştirmeye kalkanların çanına ot tıkıldı, bir yandan da bizzat Atatürk "inkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir" dedi.
Cumhuriyet yönetimi, gerek gördüğünde kendi anayasasını da, yasalarını da çiğneyebiliyordu.
Buna bugün de yeltenenler var, kendi kafalarına göre yorumladıkları devrim yasalarını Türkiye Cumhuriyeti'nin TBMM tarafından yapılmış yürürlükteki yasalarının üstüne çıkarmaya niyet ediyorlar. Bir kısmı şimdi bu kavurucu yaz sıcaklarında şirin kıyı beldemiz Silivri'de istirahat ediyor... Bir kısmı henüz yola çıkamadı... Eli kulağındadır.
Son günlerde "mahkeme" konusu çok güncel ya, tarihe meraklıyım, benim de aklıma bunlar geldi, yazayım dedim.

ALİ BULAÇ

Çin'e mesaj, uygurlara destek!

Reel politiğin acımasızca yürütüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Çin'in hakimiyeti altında yaşayan Uygurların verdiği mücadele dramatik bir safhaya gelmiş bulunuyor. Sorunun ne olduğu malum: 1949'dan beri Uygurlar bir var olma mücadelesi veriyorlar.

Mao'nun komünizmi bir kışla yönetimiydi; "kültür devrimi" de sadece Uygurları değil, Çinlileri de kendi kültürel kaynaklarından koparmayı hedefliyordu. Mao'nun komünizmi olmasaydı, varoluşun amacını "hareketsizlik"te gerçekleştirmeyi öneren Taoizmin etkileri kırılmaz, Çin de bugün 150 milyon seçkin-zenginin önderliğinde küresel bir aktör olarak ortaya çıkmazdı. Bu iyi mi oldu?

Dünyada milyonlarca insan, Çin'in gösterdiği 'yüksek performans'a hayranlıkla bakıyor. Ama gerçekte Batı dünyasının arsız tüketim kültürünü belli üretim mekanizmalarıyla sürdürmeyi hedefleyen bu "büyüme" modeli, Çin'in başına büyük felaketler getirecek. Hindistan da aynı yolda. O da 1 milyarlık nüfusunun onda birini eğitip diğerlerinin yoksulluğu ve ezilmişliği pahasına aynı yöntemler ve mekanizmalarla küresel bir aktör olma yolunda ilerliyor. Evet, bu yol sadece Çin ve Hindistan'ın değil, bütün dünyanın başına felaket getirecek.

Urumçi ve diğer şehirlerde baş gösteren olaylar, yüzlerce insanın hayatını kaybetmesi bunun ilk işaretlerinden biri. Modern sistemin tıkandığı her aşamada baş gösteren kriz Çin'de de kendini gösteriyor. Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kadir, "direnişin temelinde dil ve dinlerine yapılan baskılar olduğunu" söylüyor. Bu, Çin'in 1 milyar 300 milyondan müteşekkil "homojen bir ulus var etme" projesinin ürünüdür, tabiatı gereği asimilasyona dayanacaktır. Uygurların yaşadığı bölgeler yoksul, milli gelirden hak ettikleri payı almıyorlar. Çin, zenginliği ve refahı güneye kaydırıyor, kuzey hayli yoksul. Üstüne üstlük yoğun bir nüfus transferi yapıyor. Uygur bölgelerine gelen Han Çinliler, Uygurları kendi ana yurtlarında azınlık durumuna düşürüyor.

Bütün bu anlattıklarımız hiç de yabancısı olmadığımız bir sorunlar çerçevesi. Neredeyse dünyanın her yerinde benzer sorunlar var. Hakim bir grubun ele geçirdiği devleti, ulus temelde inşa etmeye çalışırken, bir kimliği diğerlerine empoze etmesi; yumuşak veya sert yöntemlerle farklı grupları azınlık durumuna düşürmesi; milli geliri ve refahı adaletsizce kullanması. Bunun patlak veren en bildik formları etnik çatışmalardır. Çin'de olan da bundan başkası değildir.

Bu tür sorunlarda uluslararası boyut her zaman etkileyici rol oynar. Çin'in büyümesini ve İslam âlemine yayılmasını, Rusya ve Hindistan'la işbirliğini geliştirmesini önlemeye çalışan ABD ve Avrupa, tabii ki Çin'i rahat bırakmayacaklardır. Burada özellikle Türkiye tam bir dilemma içine düşebilir: Bir yandan ağır baskılar altında yaşayan Uygur Müslümanlarının davalarına sahip çıkacak, diğer yandan Çin'le açık bir çatışma riski içine girmeyecek.

Burada Uygurların haklı davalarını savunurlarken, söz konusu dilemmayı göz önüne almaları beklenir. Rabia Kadir "Artık Uygurlar Çinlilerle bir arada yaşayamaz" deyip, "bağımsızlık" veya "ayrılma talepleri"ni ima ediyor. Sorunun kangrenleşmesi, yani Çin'in enerjisinin bir kısmını Uygur meselesinde tüketmesi ve elbette bu sayede İslam dünyasından uzaklaşması açısından bu talep Amerika'nın kulağına hoş gelir.

Burada zor durumdaki Türkiye'nin ne yapacağı çok önemli. Şimdilik, ihtiyatlı bir zeminde uluslararası kamuoyunu ve mekanizmaları harekete geçirerek "Çin'e mesaj, Uygurlara destek verme"ye çalışıyor. Bu hiç de küçümsenecek bir tutum değildir. Attığı ikinci adım ise çok daha iyi: Rabia Kadir'e Türkiye'nin kapılarını açması. Kadir bir an önce Türkiye'ye gelmelidir. Bu, sorunun büyük bir bölümünün Amerikalı şahinlerin elinden çıkıp Türkiye'nin inisiyatifine geçmesini sağlayacaktır. Uygur Müslümanlarının derdini en çok Türkiye ve Müslümanlar içlerinde hissetmektedir.

AHMET TURAN ALKAN

Seğirmek

Doğu Türkistan'da cereyan eden olaylar, genç kuşaklara çok şaşırtıcı gelmiş olmalı: Belki çoğunun Kuzeybatı Çin'de Müslüman Uygurların yaşadığından haberleri bile yoktu. Bu arada "Sincan Sincan" deyip dururken pek çok haber kanalının ve habercinin Türkistan hakkındaki bilgisinin gençlerden pek farkı olmadığını gördük.

Çin yönetimi yarım asırdan beri Doğu Türkistan'a "Şinciang" adını yapıştırmaya uğraşıyor, halbuki tarihi İslâm atlasında bölgenin adı mâruftur: Doğu Türkistan.

Sincan ise 28 Şubat'ta tankların yürütüldüğü yer!

Bosna, Batı Trakya, Arnavutluk, Kıbrıs, Dobruca, Bulgaristan, Abhazya, Gürcistan, Azerbaycan, Kuzey İran, Suriye, Girit, Karabağ ve niceleri... bunlar tarihi bünyemizin kopuk ama hâlâ seğiren uzuvları. İmparatorluk bakiyyesi olmak böyle bir şey. İmparatorluk büyük ve yaygın dikkat ve büyük ve yaygın alâka anlamına geliyor. Parça çoktan kopmuş ama başına bir hâl geldikçe bünyedeki yeri sızlıyor, seğiriyor.

Doğu Türkistan hiçbir zaman Batı Türklüğünün siyasi bir parçası olmadı fakat Doğu Türklüğünün en erken şehirleşen ve yerleşik hayata geçerek medenî hayatiyet gösteren kısmıdır. Direnişin lideri ve sözcüsü durumundaki Rabiye Kadir bir hanım; ismini bile ilk günlerde İngilizce transkripsiyon budalalıklarına uyarak yanlış telaffuz ettiğimiz bu hanımın kimliği, Doğu Türkistan Uygurları'nın bizden farklı bir medeni kompozisyon çizdiklerini gösteriyor. Cehaletimiz tescillensin diye hatırlatıyorum; bazı haber kuruluşları, bin yıldır bildiğimiz "Kadir" ismini tanıyamadılar çünkü Anglo Sakson imlasına göre "Kadeer" diye düştü ajanslara. Bin yıllık isimlerini bile tanıyamayan şu haberci güruhunun müptezelliğine şahit oldukça utanıyorum. Tarık'ı "Tareek" diye okurken bile uyanamayan bir yığın budala bunlar...

19. yüzyılda Osmanlı Devleti, İngiltere ve Rusya tarafından resmen tanınan Doğu Türkistan Devleti, Çin-Mançu işgaline uğradıktan sonra 1933'te yeniden bağımsızlığını kazandıysa da 1949'da Komünist Çin'in Stalin'le uzlaşması ile zorla Çin'e iltihak edildi. İstiklâline ve haysiyetine düşkün, izzetli bir topluluk olarak bilinen Doğu Türkistan halkının, 1949'dan bu yana sindirme, işkence ve devlet terörü yüzünden uğradığı kayıplar hakkındaki rakamların gerçeği bilinmiyor fakat burada asgariden "milyonlar" söz konusudur.

Çin, Doğu Türkistan'ı Mao'nun o meşhur ve kanlı, "kültür devrimleri" furyası esnasında bile eritip asimile edemedi. Doğu Türkistan demirden leblebi ancak demirin bile bir dayanma sınırı var. Kendi halkına bile acımayan bir yönetimine karşı, dünyanın belki de en ıssız coğrafyasında kimlik mücadelesi vermeye çalışan Uygurlar'ın fazla direnebilme şansı yok; mutlaka milletlerarası desteğin araya girmesi, Çin despotizmini hizaya çekmesi gerekiyor. Milletlerarası camia, Doğu Türkistan'da yaşananlara karşı, o bildik tepkilerini göstermiyor nedense.

Çin korkulu bir devlet; aylığı 20-30 dolara işçi çalıştırırken bırakınız sendikal hakları, temel insan hukukuna bile aldırış etmeyen, yurttaşlarını mevhum Çin kalkınmasının temeline beton gibi akıtırken gözünü kırpmayan bir ceberrut cihaz. Halkının kanı ve kemiği pahasına yapılan tasarrufu ABD bankalarında değerlendirdiği için kısa vadede "Dünyanın iflahsız eniştesi" rolüne soyunan ve dünyaya madara olan ABD yönetiminin Çin'e sert yapması beklenmiyor.

Doğu Türkistan uzak, Doğu Türkistan çok büyük, Doğu Türkistan çok ıssız. Doğu Türkistan, kalbimizin doğusu;bize dünyalar kadar uzak, dünyalar kadar yakın akrabamız; şu kara ve sıkıntılı günlerinde felah dualarımız Türkistan mazlumları için.

ABDÜLHAMİT BİLİCİ

Kimin komplosu?

"2023 Türkiye Yol Haritası" kitabının yazarı Mehmet Öğütçü, Çin ve Hindistan başta olmak üzere yükselen Asya'nın sunduğu fırsatlara dikkat çekti. Kitapta, Çin'in 10 yıl içinde dünyanın en büyük ekonomisi olacağı yazıyor; Goldman Sachs'ın tahminine göre 2050'de bu ülkenin gayri safi milli hasılasının (GSMH) 44 trilyon dolara ulaşacağını söylüyordu.

Bunun ne demek olduğunu anlamak için bugün dünyanın en büyük ekonomisi ABD'nin şu anki GSMH'sini not edelim: 11,2 trilyon dolar.

Bu noktalara dikkat çeken yazar, Türkiye'nin ne yapıp edip Çin'le ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini belirtiyor ve ilgililere şöyle sesleniyordu: "Asya trenini kaçırmak istemiyorsak, onun lokomotifi olan Çin'e siyasî ve ekonomik yatırım şart. Bunun için özellikle bu ülkeyi bilen isimlerin dinlenmesi; Çin'i daha iyi anlamamızı sağlayacak Sinologların yetiştirilmesi; ülkeyle ilgili bilgilerin toplanarak işadamlarına sunulması; iş dünyasının Çin Seddi'ni aşmaya yönelik stratejiler geliştirmesi; sadece ilişkilerin ekonomik boyutuna değil, siyasî, askerî, teknolojik, kültürel yönlerine de önem verilmesi."

Liste diğer tekliflerle uzuyor. Ancak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün geçen ay sonu yaptığı Pekin ziyareti ve Urumçi'de, ellerinde Çin bayraklarıyla haklarını isteyen Uygur kardeşlerimizin maruz kaldığı olaylar birlikte düşünüldüğünde, Öğütçü'nün altını çizdiği bir husus dikkat çekici. Çünkü 2007'de bu kitabı yazan Öğütçü, dış politikaya fazla ilgisi olmayan Cumhurbaşkanı Sezer'in Çin ziyaretinin, sağlık nedenleriyle ertelenmiş olmasını fırsat olarak görüyor. Ve yeni Cumhurbaşkanı'nın daha iyi hazırlanarak, 4-5 yılda bir kez yapılabilen devlet başkanları zirvesinin iyi değerlendirilmesi temennisini dile getiriyor.

Urumçi'deki gelişmelere ve Ankara-Pekin arasında yükselen tansiyona bakınca, 14 yıllık uzun bir aradan sonra Gül'ün yaptığı ziyaretin akıbetine üzülmemek zor. Daha da önemlisi, Cumhurbaşkanı Gül'ün Urumçi'ye yaptığı tarihî ziyaretten sadece 6 gün sonra bölgede yüzlerce Uygur'un ölümüyle sonuçlanan olayların patlak vermesini, nasıl bir rastlantı olarak göreceğiz?

250 kişilik büyük bir heyetle Çin'e giden Gül'ün programına onay veren, dolayısıyla Sincan Uygur Özerk Bölgesi başkenti Urumçi'yi de ziyaret kapsamına kendi alan Pekin yönetiminin, neden bu bölgeyle özel bağlar taşıyan misafirinin hemen ardından böyle olaylara meydan verdiği sorusunun henüz cevabı yok.

Geriye dönüp, Gül'ün gezi boyunca yaptığı konuşmaları inceledim. Acaba Shenzhen'de Türk vatandaşlarıyla konuşurken veya Sincan Üniversitesi'nde öğrencilere hitap ederken, Çin'i rahatsız edecek bir şeyler söylemiş olabilir miydi? Hayır, bu yönde en küçük bir ima bile yoktu. Gül, konuşmalarında Çin'in gösterdiği misafirperverliğe teşekkür etmiş; iki ülkenin birbirinin ekonomik anlamda yeterince değerlendirmediğine dikkat çekmiş; dünyada ülkesi dışında en büyük yatırım yapan ülke olan Çin'in Türkiye'deki yatırımının 60 milyon dolar kadar olmasından yakınmış ve ilişkilerin canlandırılması arzusunu dile getirmişti.

Cumhurbaşkanı'nın kritik Uygurlar konusundaki sözleri, Türkiye'nin devlet politikası olarak bu meseleye bakışını özetliyordu. 29 Haziran tarihli konuşmasında Gül, şöyle diyordu: "Uygurlar, Çin Halk Cumhuriyeti ile aramızda bir dostluk köprüsü rolü oynamakta olup, bu rolün Çin ile Türkiye arasındaki ilişkilerin daha da güçlü ve hızlı bir şekilde gelişmesine en büyük katkıyı sağlayacağına inanıyorum."

Elbette Türkiye, dünyanın neresinde olursa olsun kardeşlerinin insani haklarına duyarlı olacaktır. Millet olarak sadece Urumçi'deki değil, dünyanın her yerindeki insanlık dışı uygulamalara sesimizi yükseltmeliyiz. Ancak bunu söylerken, şu soruları da sormamız gerekiyor: Geleceğin süper güçlerinden biri ile Türkiye arasında, yeni bir sayfanın daha açılmadan kapanmasını kim, neden istiyor? Urumçi'nin, Gül'ün ziyaretinin hemen ardından patlaması normal mi? Ankara'nın, Uygurları 'Çin ile Türkiye arasında barış köprüsü' görme siyasetine kimin itirazı var?

MEHMET ŞEVKET EYGİ

Bînamaz reformcu ilâhiyatçılar

Geçenlerde ilahiyatçı geçinen, reformculuk yapan Fazlurrahman Ekolüne mensup olup hadîsleri ayıklamaya yeltenen, nice muhkem ayet ve sahih hadîs için tarihseldir, bugün hükmü yoktur diyen kişilerin çoğunu namaz kılmadıkları, bînamaz oldukları için kınamıştım. Hem din hocası geçinecek, hem de dinin en temel emri ve ibadeti olan günlük namazları kılmayacak... Böyle bir ihmal kabul edilebilir mi?

Onları savunan birisi, "Kılmadıklarını nereden biliyorsun? Evlerine kamera mı koydun..." diye itiraz ediyor.

Sağlamlık ve güvenilir olmak bakımından Buharî'den sonra gelen Sahih-i Müslim'in Camiler ve Namaz konusundaki bölümünden bir hadîs nakl ediyorum:

"Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir vakit namazında bazı kimseleri göremedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Yemin ederim ki, içimden şöyle geçiyor: Birini (yerime vekil bırakıp) cemaate namaz kıldırmasını emr edeyim. Sonra ben cemaati bırakıp namaza gelmeyenlere gideyim. Onlar için birçok odun demetleri hazırlatayım da kendileri içindeyken evlerini yaktırayım... Bu (cemaate katılmayan) kimselerin her biri, burada (Camide, cemaatte) bol etli bir kemik parçası bulacağını bilse muhakkak yatsı namazına gelirdi." (SAHİH-İ MÜSLİM ve TERCEMESİ. Çeviren ve açıklamalar koyan: Mehmed Sofuoğlu İstanbul 1978. Cilt 2, s. 282)

Merhum Sofuoğlu bu hadîs-i şerife koyduğu uzun notta şu bilgileri veriyor:

"Bütün hadîs kitaplarında istisnasız olarak, cemaat namazını (Beş vakit namazda cemaati) terk edenleri korkutan ve tehdit eden, muhtelif lafızlarla rivayet edilmiş pek çok hadîsler vardır. Bu hadîslerin tamamından fakihlerin (müctehidlerin) çıkardıkları hüküm özet olarak üçtür:

a. Cemaat farz-ı 'ayndır.

b. Cemaat farz-ı kifayedir.

c. Cemaat müekked sünnettir.

Cemaatin farz olduğuna Ahmet ibn Hanbel ile Dâvud Zâhirî kail olmuştur.

Cemaatin farz olduğuna hüküm verenler, bu hadîs ile benzeri hadîslere dayanırlar. Sünnet olsaydı, terk edenler evleri yakılmak ile tehdit edilmezlerdi derler.

İmamı Şafiî, cemaatin farz-ı kifaye olduğu hükmünü vermiştir. Ebû Hanife'ye ve Mâlik'e göre müekked sünnettir."

Dinimize göre beş vakit namaz farzdır. Bu ibadeti öncelikle ilahiyatçıların eda etmesi gerekir.

Hür ve mukim erkeklerin bu farz namazları cemaatle kılmaları da bazı fakihlere göre farz-ı ayn, bazılarına göre farz-ı kifaye, bazısına göre sünnet-i müekkededir.

Efendimiz yukarıda zikr ettiğim hadîs-i şerifinde cemaati terk edenler için "Onlar, camide bol etli yağlı bir kemik bulacaklarını bilselerdi muhakkak gelirlerdi" buyuruyor.

Resulullah efendimiz (Salat ve selam olsun ona) bir hadîs-i şeriflerinde "Cehennemde en şiddetli azaba uğrayacakların, bildikleri ile amel etmeyen alimler" olacağını haber vermiştir.

Bir soru: Acaba Fazlurrahmancı Ankara Ekolü (mezhebi) mensubu ve bir kısmı bînamaz ilahiyatçılar bu yazımdaki hadîs-i şerifi "Ayıklanmış Hadîsler Külliyatına" alacaklar mıdır? Yayınlandıktan sonra göreceğiz?

Başbağlar-Sivas uyarı

İlgilileri ve sorumluları hürmetli bir şekilde uyarmak istiyorum.

Sivas madalyonunun arka yüzünde Başbağlar köyü katliamı vardır.

Hafızanız kuvvetli değilse hatırlatayım: Sivas hadiselerinden üç gün sonra Başbağlar köyünde camiden çıkan otuz küsur mâsum ve günahsız vatandaş vahşi şekilde kurşuna dizilmişti.

Sivas'ta Madımak otelini müze yapmak istiyormuşsunuz, peki Başbağlar köyü ne olacak? Madımak müze olursa Başbağlar da olmalıdır.

Facianın birini hep hatırlarda tutmaya çalışmak, ötekini unutturmak adalete, eşitliğe, insafa, bilgeliğe yakışmaz.

Sivas hadiseleri planlı, programlı, kasıtlı bir provokasyondu. Derin devlet, Ergenekon tarafından sahnelenmiştir. Hayır hayır saçmalamıyorum, Ergenekon dosyalarına bakınız.

Sivas faciasının sanıklarına en ağır cezalar verildi.

Başbağlar faciasında ne oldu? Yakalanıp da cezalandırılan oldu mu?

Başbağlar köyünde namazdan çıkarken kurşuna dizilen sünnî vatandaşların canları can değil mi?

Beyler sizi uyarıyorum, çok ucuz, çok yanlış, çok tek taraflı politikalar yapıyorsunuz. Bu ülkenin ucuz politikalara ihtiyacı yoktur, adalete, eşitliğe, bilgeliğe ihtiyacı vardır.

Ben Müslüman bir vatandaş olarak Aziz Nesin'e sempati besleyemem. Sivas hadiselerinden önce Selman Rüşdi'nin iğrenç kitabını tercüme ettirip gazetesinde tefrika eden oydu. Provokasyon üzerine provokasyon yapmıştı. Siz şimdi Madımak'ı müze yapıp onu kahramanlaştırmak istiyorsunuz. Bu, doğrusu büyük bir meydan okuma olacaktır.

Sivas'taki kötülüklerin baş sorumlusu, baş kışkırtıcısı odur.

Başbağlar'da kurşuna dizilen Müslümanların yüzde bir değil, milyonda bir suçu ve kusuru bile yoktur.

Madımak oteline sahip çıkacaksın, Başbağları nisyan (unutma) karanlığında bırakacaksın... Böyle şey olmaz olmaz olmaz...

Allah'tan korkalım, halktan hayâ edelim.

(Müslümanlara: Başbağlar şehitlerine sahip çıkınız. Bu, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir vazifedir. Bir insanlık, bir din kardeşliği borcudur. İlgili ve sorumluları yazılı olarak uyarınız. Mektuplar, dilekçeler, e-mailler gönderiniz. Madımak müze yapılırsa Başbağlar da yapılsın. Farz edin: Başbağları gezerken, orada 30 İsrailli turist öldürülmüş olsaydı ne olurdu? Dünya ayağa kalkardı. Yer yerinden oynardı. Yahudiler Başbağlar'da muazzam bir soykırım anıtı dikerdi. Kippalı, sakallı hahamlar gece gündüz ağlayarak İbranice ve Ladino dilinde dualar okurdu. Ölenler Müslüman ya, aldırma geç... Hayır kendinize o kadar güvenmeyin. Mazlumların Allah'ı vardır, cezasız bırakmaz.)

Ateş olsun haram rantları

Namuslu, vatansever, doğru, dürüst, haysiyetli, haram yemez, sadece helâl yer, vicdanlı, âdil, insaflı, emanete hıyanet etmez, para delisi olmayan, rant için her (...)'u yemeyen, rüşvet ve komisyon almayan bürokratlarımızı, politikacıları, iş adamlarını tenzih eder, ellerinden öperim; sağ olsunlar, var olsunlar, eksik olmasınlar. Kendilerine selamlar, hürmetler, hayır dualar ederim.

Gelelim konuya:

Üçüncü köprü yapılacak ya, İzmit körfezine köprü-yol yapılacak ya, işte rantçılar harekete geçtiler. Bin bir dalavere, alavere, hile ile yolların güzergahını öğrendiler ve oralardaki araziyi ucuza kapattılar ve şimdi rant yemeye hazırlanıyorlar.

Sadece üçüncü köprü, İzmit Körfezi köprüsü değil irili ufaklı yüz binlerce konuda rant yeniyor.

Rant yüzünden İstanbul'da nefes alınacak yer kalmadı. Herifler, ellerinden gelse Taksim meydanına bile bina yapar.

Sadece İstanbul civarında on binden fazla inşaat ve yapılaşmaya kapalı arazi ve arsaya şaibeli izinler çıktı. Rant rant rant...

Bu rantlar haramdır. Elde edilen gelirler devletin, halkın, ülkenin hakkıdır. Bunları haram ve gayr-i meşru şekilde elde edenlere lanet olsun.

Bu rantlar devlet bütçesine girse, Türkiye iç ve dış borçlarını beş senede öder bitirir.

Rant yiyen kafirlere, materyalistlere, ateistlere, ahireti inkar edenlere fazla bir şey demiyorum. Lakin hem Müslüman geçinip, hem de haram, necis, kara, kirli servetler edinenlere karşı öfkem çok büyüktür.

Cenab-ı hak belalarını versin.

Kirli ve kara servetleri onlara ateş olsun.

Rahat ve huzur içinde yiyemesinler.

Dünyada ve ahirette işleri yaman olacak. Rezillik onlara, rüsvaylık onlara.

"Saçmalama, hezeyanlarına son ver, bak ne güzel yiyoruz haram paraları, çatır çutur, çıtır çıtır... Oh kekah, gel keyfim gel..."

Ya öyle mi!.. A ne oldum delisi, sen ne olacağını düşünüyor musun?

10 Temmuz 2009 Cuma

TAHA AKYOL

‘Türk dünyası’ ne demek?

GORBAÇOV dönemi, yıl 1990, Demir Perde aralanmış; Prof. Turan Yazgan hocamızla Azerbaycan’a uçuyoruz. Bakü havaalanında binlerce Azeri, ellerinde bayraklar ve kalpaklı Mustafa Kemal resimleriyle yeri göğü inletiyor:
- Azer-Türk! Azer-Türk!
Ağlaşarak kaç kişiyle kucaklaştık Allah bilir. Sohbetlerimizde Gökalp’in şiiri dillerden düşmüyor:
Deme bana Kayı, Oğuz, İlhanlı;
Türküm, bu ad her unvandan üstündür!
Yoktur Azer, Kırgız, Özbek, Kazanlı;
Türk milleti bir bölünmez bütündür.
Dostum Enver Altaylı ile Özbekistan’a gittiğimizde Taşkent’te ‘Ceditçi’ Özbek aydınlarıyla aynı heyecanı yaşamış, şehit Özbek şairi Çolpan’la Gökalp’in şiirlerini beraber okumuştuk. Fakat sokağa, pazara çıktığımızda halktan büyük sevgi gördük ama aynı heyecanı görmemiştik.

Milletler camiası
Bu şiirler okumuşlar arasında Türkçülüğün doğuş dönemindeki romantizmi yansıtır, ‘Türk dünyası’nın realitelerini yansıtmaz.
Azerbaycan Türkleriyle dil, tarih ve kültür ilişkilerimiz daha derindir ve güçlüdür.
Orta Asya ile araya giren bin yıl, önemli dil ve sembol farkları yaratmıştır.
Özbek aydınları bana Yıldırım’ın Hakan Timur’a itaat etmeyerek halt ettiğini söylediklerinde susmuştum.
Hak verdiğimden değil, onların öyle düşünmesini normal bulduğumdan.
Biliyorum ki, “Azer, Kırgız, Özbek, Kazanlı” yok değil, vardır! Sovyet sonrası milli varlıklarını sürdürmeleri için konuştukları dili, içinden geldikleri tarihi ve “vatan” olarak da yaşadıkları toprakları benimsemeleri gerekir.
Anadolu benim için; Özbekistan onlar için vatandır.
Uyguristan Uygurların vatanıdır!
Bu sebeple, onlara “Siz Türksünüz” diye dayatmam; kendilerini nasıl kabul ediyorlarsa saygı duyarım.
‘Türk dünyası’ sözü Pan-Türk bir “vatan” kavramını ifade etmez. Akraba milletler camiasını, kültürel bir coğrafyayı ifade eder. Son derece önemli ve değerlidir.

Nasıl bir politika?
Pan Türkizm çağrışımı yaptıracak politikalar, tarihi ve sosyolojik temeli olmadığı gibi, siyasi bakımdan büyük belalar davet edebilir!
Büyük ve acılı tecrübelerin ardından, niye vatan kavramımızı “Misak-ı Milli” ile sınırlandırdığımızı ve Atatürk’ün niye Pan Türkizm’den sakındığını çok iyi anlamalıyız.
Bugün, elbette “Stratejik Derinlik” yazarı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olarak çok iyi biliyor ki, Türk-Çin ilişkilerinin bozulması Uygur demokratik hareketine Pan Türkizm gölgesi düşürerek Uygurlara büyük zarar verir.
Bakın, çok haklı olarak, Uygur lideri Rabia Kadir de Türk değil Uygur vurgusu yapıyor, insan hakları ve demokrasi dili kullanıyor.
Ankara’nın konuyu ırki değil, demokratik ve diplomatik bir konu olarak görmesi doğrudur.
Çağımızda ‘akrabalar’a duyarlık normaldir, insanidir. ‘Pan’ siyasetleri ise ürkütücü ve provokatiftir.
Uygur lideri Rabia Kader Türkiye’ye gelirse, onu mağdur bir akrabamız olarak karşılayıp alkışlamak için havaalanına gideceğim, en sıcak duygularla onu selamlayacağım. Ve...
Zeki Velidi Togan’dan esinlenerek, Asya’da ve yeryüzünde bu sorunların çatışmacı ve ayrılıkçı etnik milliyetçilikle değil, “ekonomik ve demokratik gelişme” ile hal yoluna gireceği bilgisini daima aklımda tutacağım.

SERDAR ARSEVEN

O “çirkin” pankartı açan delikanlıyla buluştum!..

Evet, öyle yaptım...
Çünkü ben; Salt bir tavrı göz önünde bulundurarak insanları “mahkûm” etmekten yana değilim.
Bir genç,
Hatta çocuk...
Niçin, ülkeyi ve kendisini “tehlikeye” düşürecek “Provokatif” hareketlerde bulunsun?..
Bir delikanlı, “anma” bahanesiyle gerçekleştirilen bir eylemde...
Muhsin Yazıcıoğlu gibi, milyonların gönlünde çok özel bir yere sahip olduğu vefatından sonra gözler önüne serilen...
Ve çok daha önemlisi;
Son derece dinamik bir gençlik kitlesinin idolü olan bir lideri niçin hedef alsın?..
Bir delikanlı; “Gülerek yaktın, donarak öldün” gibi bir “şeytani zekâ” üretimini nasıl gerçekleştirsin?..
Niçin gerçekleştirsin?..
Sivas olaylarının meydana geldiği dönemde, altında bezle dolaşan bu delikanlının, böylesi işlerle ne gibi bir ilgisi olabilir ki?..
¥
Merak beynime üşüşünce duramıyorum...
İşte, bu meselede de...
“Polisten önce ben bulayım” ruhu egemen oldu...
Çocuğu aradım, aradım, aradım...
Lütuf; Konfeksiyonculukla uğraşan dostumuz Şuayip Kılıç’ın bu çocuğa bir süre patronluk yaptığını öğrendim.
¥
Sonrası... Ver elini, çocuğun memleketi...
Oraya gittim... Genç, yerinde yoktu... Telefonla ulaştım...
Yüz yüze görüşmek istediğimi söyledim.
“Abi, haklısın da arkadaşlarım konuşmama karşı çıkıyor” cevabını aldım.
“Tamam, sen bilirsin. Konuşmak istersen ben buradayım” karşılığını verdim.
Bir süre sonra... Konuşmaya karar verdiğini bildirdi, “ücra” bir mekânı adres göstererek...
Neyse, gittik... Birkaç arkadaşı vardı etrafında; hafif bir baş salladıktan sonra, gösterilen yere oturduk...
Pankartı açan delikanlı, öğrenciymiş...
Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi birinci sınıfa kaydolmuş, imtihanlara girmediğinden bir seneyi kaybetmiş...
Okula devam etmeyi düşünüyor. Önümüzdeki yıl, üniversite imtihanına girip daha iyi bir bölüme girmek de hedefleri arasında.
Babası, annesi; ideolojiyle vesaire alâkalı olmayan, günlük hayat telâşı içinde, çok çocuklu bir ailenin “çarkını döndürmeye” çalışan düzgün insanlar...
¥
Buraları teferruat...
Öze gelelim, Bu çocuk öylesine rezil bir pankartı niçin açtı?..
Kendisi mi açmak istedi yoksa birileri mi zorladı?..
Ne oldu, ne bitti?..
Bunları niçin araştırıyorum?..
Basit; Biliyoruz ki, Sivas bir “derin devlet” tezgâhıydı...
Oradaki “Pir Sultan Şenlikleri” bir ayardı...
Taaa Şeytan Ayetleri adlı rezil kitabın neşrinden başlayarak gerilimi tırmandırdılar...
Sivas’a yaptıkları özel tayinlerle, “Laik-antilaik” geriliminin gün yüzüne çıkmasını hedeflediler.
O yıla kadar Banaz adlı ilçede yapılan şenlikleri, o yıl “Merkez”e almaları tesadüfi değildi.
Olay öncesinde, Sivas Numune Hastanesi’ni, personeli sağa sola göndermek suretiyle, sağlık hizmeti veremez hale getirmeleri tesadüfi değildi.
O zamanki Başhekimin, “Hastanemde adam kalmadı, kim ne yapmak istiyor?” diyerek istifayı basması ve sonrasında hemen geri almak zorunda bırakılması tesadüfi değildi...
Birileri, uygun sonucu almak için bunları tezgâhladı...
İşte efendim, şimdi de... Böylesine çirkin bir pankart açıldı ya:
Yarın öbürgün meydana gelebilecek bir olayın “hazırlığı” içinde olduklarından endişe ediyorum...
Bir şeyler yapıp, Alperenlerin ya da başka grupların üzerine mi atacaklar?..
Esasında, buraları araştırıyorum!..
¥
Neyse, dönelim görüşmemize...
Şimdi, öyle zor bir ortam ki... Delikanlının etrafında Birleşik Gençlik Hareketi adlı gruptan bir ekip, konuşmaya çalışıyoruz...
¥
H.U.’nun söylediklerini, daha doğrusu söyleyebildiklerini maddeler halinde verecek olursak:
1- Sivas olaylarına ilişkin eylemde, Birleşik Gençlik Hareketi tarafından hazırlanmış birçok pankart vardı. Ben onlardan birini aldım ve kaldırdım. İçinde yazanı dikkate almadım.
2- Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatına sevinmek, hele böyle bir harekette bulunmak bana yakışmaz. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.
3- Ben, namazlı bir ailenin çocuğuyum. Namazlıların insan yakabileceğine inanmıyorum. Namazlıdan zarar gelmez. Sivas’taki bir Ergenekon tezgâhıdır. Aydınları, Müslümanlar değil, Ergenekoncular yakmıştır.
4- O pankartın savunulacak tarafı yok. Böyle bir olayla gündeme geldiğim için üzgünüm.
5- Bizi provokasyonlarla birbirimize düşürmek istiyorlar. Ben, böyle bir olay içinde olmak istemezdim.
¥
Evet, o delikanlıyla gittim, görüştüm... Ve söylediklerini özetledim...
Şimdiii...
Bir zamanlar kendisinin patronluğunu yapan, onun bir meslek sahibi olmasını sağlayan bu arada Cuma namazlarına götüren yani “Adam” olması için gayret sarf eden İşadamı Şuayip Kılıç ağabeyimizle birlikte, uzun uzun konuştuktan sonra kanaat getirdiğimiz o ki...
Bu kötü bir genç değil. Sıkıntıya itilmek istenen bir genç!..
Bizler de... Toplum olarak, bu tür gençlere yeterince sahip çıkamıyoruz...
Bu tür gençler, böylesine provokatif olaylarda kullanılınca da...
Hepimize, “Kim yaptı, niye yaptı?”yı tartışmak düşüyor...
¥
Şimdi...
Bir görev; Bu genci sıkıştırmayalım.
Ona, o yolun çıkmaz yol olduğunu anlatmaya çalışalım...
Onu, “anlık”, pankart olayından dolayı mahkûm etmektense, birilerinin kucağına itmektense, şefkatle yaklaşalım...
Ve yanımıza alalım...
Oyunu bozalım!..
¥
Rahmetli Yazıcıoğlu, eminim ki böylesini arzu eder...

MEHMET BARLAS

CHP’nin yine Turan Güneş türü beyinlere ihtiyacı var...

Bir siyasi partinin ülkedeki en büyük değişimin öncüsü olduktan sonra sürekli değişimin dışına düşmesine örnek vermek gerekirse CHP'yi gösterebiliriz.
Aslında aralarında Baykal'ın da bulunduğu CHP'liler statükoculuğu partinin kaderi olmaktan çıkartmak için 1960'ların sonundan başlayarak sayısız tartışmalar yaptılar.
Bülent Ecevit'in liderliğindeki "Ortanın Solu" hareketinin ideologu Turan Güneş'in bu konuya ilişkin tahlilleri hâlâ geçerliliklerini korumaktadır.
Turan Güneş Demokrat Parti'nin iktidar olmasını şöyle yorumlamıştı:
- 1946'da CHP kadrolarındaki taşlaşmanın ve değişmezliğin karşısına Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği yeni insanlar çıktı. 1946'nın Türkiye'si de, halkı da 1923'tekinden çok farklıydı. Şahıs olarak da sınıf olarak da yeni güçler belirmişti.
- Cumhuriyet'in geliştirdiği belirli ölçüdeki sanayinin işçileri vardı artık. Bunun yanında azınlıkların boşalttığı yeri doldurarak Anadolu'da ortaya çıkan esnaf ve tüccarlar da Demokrat Parti'yi destekliyorlardı. Bunun yanında kalkınmanın yükünü taşıyan ama yönetimin dışında bulunan köylü de CHP'ye karşıydı.

Eşraf ve bürokrasi
- Ülkede CHP'ye ekonomik güç olarak "eşraf" kalmıştı. Bu süreçte CHP halktan uzaklaştı. CHP'nin Türkiye'yi çağdaşlaştırma ve modernleştirme çabasının bir dayanağı eşraftı. Bunlar Kurtuluş Savaşı'nda Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti'nin belkemiğini oluşturmuşlardı. Büyük aileler Atatürk'ün getirmek istediği modern topluma en açık olan kesimdi.
- CHP'nin Türkiye'yi modernleştirme ve çağdaşlaştırma çabasının diğer dayanağı ise Tanzimat'ı ve Meşrutiyet'i yapan "seçkinler"di. Yani "sivil- asker bürokrasi"ydi.
Bu tahlillerin üzerinden 40 yılı aşkın zaman geçti.
Bu tahlillerin doğruluğu da Bülent Ecevit yönetimindeki CHP'nin yenilenerek, rakibi Adalet Partisi'nden daha fazla oy alabilmesi ile birkaç kez kanıtlandı. Kemikleşmiş CHP seçmenini oluşturan "Cumhuriyet Seçkinleri" yanında demek işçiler de, işverenler de yeni CHP'ye oy verebilirlerdi.
Bugün ise CHP yine 1946'daki konumunda...
Değişimin, dünyaya açılmanın, sivilleşmenin, serbest rekabetin ve globalleşmenin sonucu olan yeni toplumsal yapıya karşı CHP, asker-yargı ekseni üzerinde siyaset üreterek direnmeye çalışıyor.
Burada bir başka bahtsızlığı daha var CHP'nin.
Partinin şu andaki lideri Deniz Baykal'ın siyasal portresi, hiç çizgisi olmayan bir soyut resim gibi.

Oynak tutumlu lider
Baykal'ın hiçbir temel konudaki tutumu bilinmiyor.
Sivilci mi militarist mi, özelleştirmeci mi devletçi mi, AB yanlısı mı AB karşıtı mı, halkçı mı seçkinci mi, v.b. Baykal'ın ve dolayısıyla CHP'nin temel konulardaki söylemini Başbakan Erdoğan'ın her ak dediğine kara demek pratiği oluşturuyor.
Bir gün 1980'in 12 Eylül darbesini yargılamak için anayasa değişikliği önerisini ortaya atıyor. Ertesi gün askerlerin askerlik ve yasa dışı fiillerinin sivil yargıya taşınmasını mümkün kılan kanunu, Anayasa Mahkemesi'ne iptal için taşıyor.
Ayıp olmasa Baykal "Siyasi suçlular askeri mahkemelerde yargılanmalı" bile diyebilir.
Turan Güneş iki uyuşmazın birlikteliğini vurgulamak için "Hiç lodos-poyraz diye bir rüzgâr olur mu" derdi.
Şu anda CHP rüzgârı aynı anda hem lodos hem poyraz esmekte.
Bu nedenle CHP iktidar alternatifi olamıyor.
Bir partinin zayıflaması doğaldır.
Ama eğer yargı da ve mesela Anayasa Mahkemesi de CHP çizgisine girerse ve sivilleşme ile demokratikleşmenin farklı olgularmış gibi yorumlandığı kararlar bu yüksek mahkemeden çıkmaya başlarsa, hukuk da çığırından çıkabilir.

MEHMET ALTAN

Demokrasinin Başkomutanı

Anayasal bir suç işleyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkisini gasp eden 27 Nisan Muhtırası’nı, bırakın karşı çıkmayı, anında destekleyen CHP dün telaşlanmıştı...


Türkiye’yi ayağa kaldırması gereken onca sosyal olay karşısında vurdumduymaz olan ana muhalefet partisi, Meclis grubunu olağanüstü toplantıya çağırdı...

Abdullah Gül’ün imzaladığı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde kısa vadeli öncelikler arasına alınan ‘askeri mahkemelerin yetkisinin askeri personelin askerlikle ilgili görevlerine hasredilmesi’ maddesine yönelik yasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne götürecekler...

Neden?

Halk egemenliği ve parlamenter rejimin onurunu ayaklar altına alan 27 Nisan Muhtırası’na ses çıkarmayarak bu müdahaleyi destekleyen CHP için ‘darbe esas’, buna karşı çıkmak ise ‘anayasal bir yanlış’tır...

* * *

CHP’nin ve yavru muhalefetin heyecanlanarak harekete geçtiği yeni yasa neyi düzenliyor:

‘Anılan kanun ile yapılan diğer düzenlemelerin yanında, asker olmayan kişilerin barış zamanında askeri mahkemelerde yargılanmalarına son verilmiş; ayrıca, asker kişilerin barış zamanında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250’nci maddesi uyarınca görev yapan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri durumunda, bu mahkemeler tarafından yargılanmaları öngörülmüştür.’

Demokrasiden, AB’den, halk iradesinden yana biri, eğer ‘kilit haberleşmeci’ değilse bu düzenlemenin nesine karşı çıkar ki?

Görüldüğü üzere bizde darbe anayasasını ve 12 Eylül rejimini, dolayısıyla askeri vesayeti savunan çok fazla ‘başkomutan’ var...

Başkomutanın eksik olduğu yer, çağdaş bir demokrasinin sürekli ve düzenli bir şekilde yaşamımıza dáhil edildiği nokta...

Neyse ki, psikolojik etkisi de içeriği kadar önemli olan bu yeni yasa sürecinde, gerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, gerek cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu eksikliği şimdilik giderdiler...

Ama Askeri Yargıtay ve Askeri Danıştay’ı kaldırmak gibi, hukuksal sivilleşme sürecinin daha çok işi var...

* * *

Bu düzenlemelerin neden gerekli olduğunu, bizim gazetede yer alan bir haber, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üzerinden ‘cahil ve maksatlı’ olmayan herkese gayet net bir biçimde anlatıyordu...

‘Asker uğurlamaları’ konusunda bir yazı yazınca Şevki Akbaba’nın başı derde girmiş...

Askeri mahkeme ‘halkı askerlikten soğutma’ gerekçesiyle yakasına yapışmış...

Kendisine verilen para cezası Askeri Yargıtay tarafından onaylanmış...

* * *

Tabii ki karar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden dönmüş...

AİHM, davada haksız yargılama yapıldığını belirterek, Türkiye’yi 5 bin Euro tazminata mahkûm etmiş... AİHM, kararında ‘askeri mahkemelerin prensip olarak sivilleri yargılama konusunda yargı yetkisi bulunmaması’ gerektiğini de vurgulamış...

Şemdinli’de güpegündüz bomba patlatıp, sivil mahkemede 39 yıl yiyen askerleri, askeri mahkemenin görev alanına dáhil et ve ilk duruşmada tahliyesine karar ver.

‘Asker uğurlama’ konusunda yazı yazanı ise doğrudan askeri mahkemede yargıla ve mahkûm et...

Ama darbe anayasasında bile suç sayılan, Askeri Ceza Kanunu’na göre de mahkemeyi boylaması gereken 27 Nisan Muhtırası’na ses çıkarma...

Beylerin savundukları ve devamını istedikleri ‘sistem’ bu...

* * *

Esas ve asıl ‘demokrasinin’ başkomutana çok ihtiyacı var diye bunun için söylüyorum zaten...

İHSAN DAĞI

Yalnız demokrat

Onu 27 Nisan 2007 gecesi tanıdım. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu tartışmak üzere İskele-Sancak programına katılacaktım. Kanal 7'nin Ankara bürosuna girmek üzereyken Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinde bir "bildiri"nin yayınlandığını haber aldım.
Bildirinin tam metnini alıp yayına girmeden alelacele okudum. Midem bulandı.

21. yüzyılda hâlâ demokrasiyi içine sindirememiş, milli iradeyi hiçe sayan, üstüne vazife olmayan işlere karışan bir ordu vardı karşımızda. 27 Mayıs 1960'ın ardından neredeyse elli yıl geçmiş, ama ordunun siyaset hevesi dinmemişti.

Ergenekon sanıklarının düzenleyicileri arasında olduğu "Cumhuriyet mitingleri" başlamış, alenen darbe çığırtkanlığı memleketi sarmıştı. Bu kez de cumhurbaşkanlığı seçimini kullanarak darbe için psikolojik ortam hazırlanıyordu. 27 Nisan gecesi, darbe değil ama bir "muhtıra gelmişti".

Programa girmeden işittiğim birkaç "durum analizi" manzarayı ortaya koyuyordu. Liberal, muhafazakâr ama "sağduyu" sahibi bir gazeteci, hükümeti, "daha fazla gerginliğe neden olmadan" istifaya çağırıyordu bile. Galiba, bir darbe bekliyordu ve pozisyonunu almaya başlamıştı bile.

Birkaç dakika içinde biz de yayındaydık. Cumhurbaşkanlığı seçimi, 367 saçmalığı ve de "bildiri"yi konuştuk. Karşımda oturan 80 yaşındaki eski siyasetçi adeta bir demokrasi ve hukuk dersi veriyordu. Bu kişi, Ferruh Bozbeyli idi.

1960 darbesinden sonra, "zulmün müşahhas örnekleriyle dolu" olduğunu söylediği Yassıada duruşmalarında Profesör Osman Turan'ın avukatlığını yapmış, ardından tanık olduklarına duyduğu öfke onu siyasete yöneltmişti. Avukatlık yaparken 34 yaşında Adalet Partisi İstanbul milletvekili olmuştu. Öfkeliydi, hışımlıydı... İlk grup toplantısında, dinlendikleri kaygısıyla milletvekillerinin konuşmaktan kaçınmaları üzerine kürsüye çıkıp, "Sağır İsmet de duysun, Cemal Gürsel de duysun, komiteciler de... Ne demek bu yahu? Korkuyla bu iş olur mu?" diye çıkışan "genç adam", grup başkan vekili seçildi hemen. Dört yıl sonra da gelmiş geçmiş en genç Meclis başkanı olacaktır.

Sadece Yassıada'da yapılanları görmekle kalmamış, bir türlü "demokrasiye geçememenin" tanıklığını da yapmıştı. Cuntacıların, 1961 seçimi için; "Yanlış oldu, biz Halk Partisi kazanacak zannediyorduk." itiraflarına, "Gürsel cumhurbaşkanı olmazsa Meclis açılmaz." tehditlerine, cumhurbaşkanlığı seçiminde dinleyici localarını dolduran üniformalıların küfürlerine muhatap olan "eski bir demokrat", Ferruh Bozbeyli.

27 Nisan'da milli iradeyi ve Meclis'in üstünlüğünü esas alan tutumu aslında derin bir tecrübenin ve de muhasebenin eseriydi. Milli iradenin üstünlüğünden, hukukun 27 Mayıs'ta olduğu gibi ayaklar altına alınmak istendiğinden, askerin haddini yine aştığından söz ederken kendi neslinden birçok siyasetçiden farklılaşıyordu. "Eski arkadaşlarından" bazıları askerî müdahaleyi kışkırtıyor, Meclis'in cumhurbaşkanı seçmesini engelleyecek 367 rezaletine destek çıkıyorlardı. Hatta aralarında daha geriye gidince 28 Şubat'a "ebe"lik yapan da vardı, 28 Şubat'ın tetikçiliğine soyunan da... Böyle bir siyasetçi kuşağı arasında "yalnız demokrat"tı Ferruh Bozbeyli...

Darbecilerin zulmettikleri Demokrat Parti'nin mirasından bir "ikbal" edinen, Menderes'in avukatlığı dedikodusundan bir siyasi kariyer çıkaranların yanında olmadı Bozbeyli. Çünkü onu farklı kılan, kendi ifadesiyle "doğru kelam etmeyi uygun kelam etmeye" tercih etmesiydi.

Bozbeyli, çoktandır aktif siyasetin dışında. Bundan da hiç şikâyetçi değil. "Uygun kelam etmeyi" çok iyi bilenler hâlâ siyasetteler. İyi ki de siyasetteler, çünkü halk bunların maskesiz yüzlerini görme imkânı buldu. Oy vermedikleri partinin genel başkanlık makamına talip olacak kadar düştüklerini gördü.

Bozbeyli'nin demokrat duruşu karşısında "ötekiler" ne kadar da sırıtıyor... Acınası bir yalnızlık yaşıyor "demokrat" geçmişlerini satıp yeni bir "askerî vesayet" rejiminden medet umanlar... Ama "demokratlar" artık yalnız değil... Bozbeyli'nin "yalnız demokratlığı", onu yalnız bırakanların suratında patlayan bir tokat.

İBRAHİM KARAGÜL

Esir ülkeden kısa notlar…

Özellikle son on yıldır hızla gelişen Türkiye-Çin ilişkileri ilk kez bu denli bir kriz yaşıyor. Üstelik on beş gün önce ilişkiler zirvedeyken bir anda bu şekli alması son derece düşündürücüdür. Pekin yönetiminin Türkiye'yi suçlar açıklamalar yapması, Urumçi'de yaşananlara Çin hükümetinin ciddi bir katkısı olduğuna işaret ediyor. Peki iki ülke arasındaki dev ekonomik ilişki, hep Türkiye'nin aleyhine ticari ilişki ne olacak? Sanayi Bakanı Nihat Ergün'ün "ambargo" imasını pek kimsenin önemseyeceğini sanmıyorum. Ama Doğu Türkistan'da krizin devam edeceğini, küresel konjonktürün bunu gerektirdiğini söylemeliyiz. Uygur muhalefetine bu ülkeyi yasaklayan Türkiye, şimdi Rabia Kadir'e vize vereceğini açıklıyor. Öyleyse iki ülke arasında bazı şeyler eskisi gibi olmayacak demektir. Yirmi yıllık hızlı yakınlaşma tersine dönüyor gibi. Birkaç gün sonra Urumçi sokaklarında darağaçları kurulduğunda ya da insanlar sıra sıra kurşuna dizildiğinde Türkiye-Çin ilişkileri kimsenin umurunda olmayacaktır.

Yaklaşık aynı tarihlerle başlayan Türkiye-Hindistan yakınlaşmasını da bu çerçevede dikkatle izlemeyi öneriyorum. Bir süre sonra, benzer bir kriz yine Müslüman azınlıklar üzerinden Hindistan ile İslam dünyası arasında patlak verebilir.

Güncel politikaları izleyeceğiz ama bölge ile ilgili yorumlardaki bilgisizlik şaşırtıcı boyutlarda. Bu yüzden bugün Doğu Türkistan'la ilgili bir rapordan bölümler aktarmak istiyorum. IHH'nın hazırladığı "Doğu Türkistan Özet Raporu" bölgede nasıl bir derin kriz yaşandığını, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasından bu yana ne kadar ağır trajedilerin yaşandığını gözler önüne seriyor. Birlikte okuyalım:

"Doğu Türkistanlılar Kur'an okuduklarında dayak yiyor, Kur'an öğrenmek istediklerinde hapse giriyor. Daha doğmadan yasaklarla karşılaşıyor, eğer devlet tarafından "fazlalık" olarak addedilirlerse annelerinin karınlarından zorla çıkartılıp öldürülüyor. Kendi dillerini, tarihlerini öğrenme hakları yok. İstedikleri üniversiteye girmek, istedikleri işte çalışmak onlar için hayalden de imkansız. Hayatlarının her aşamasında kimlikleri soruluyor. Suçları bir hak talep etmekse, bunun bedelini fazlasıyla ödüyorlar. Hesapsızca işkence görüyor, hapislerde ölüme terk ediliyorlar. Hapis hayatından ve dolayısıyla işkenceden evlerine dönenlerse normal hayatlarına bir daha asla dönemiyorlar: Çünkü artık ya psikolojik bozukluk ya da fiziksel sakatlıkla yaşamak zorunda kalıyorlar."

"Çin Devleti Doğu Türkistan'da yaşayan ve azınlık olan halkı doğum kontrolü adı altında, büyük-küçük, kız-erkek ayrımı yapmadan öldürmeyi planlamaktadır. Normal durumda iki, nadiren üç çocuk doğurmasına müsaade edilen kadınlar, "plan dışında" hamile kaldıklarında hamileliklerinin son günleri dahi olsa mecburi kürtaja tâbi tutulmaktadırlar. Kadınlar nüfus planlaması dışında olan çocuklarını gizli olarak doğurdukları takdirde çok yüksek maddi cezalara maruz kalmakta, doğum yapan kadın veya eşi memur ise bu kişinin görevine son verilmektedir."

"Çinli halk, bir Uygur gördüğünde ona kin ve nefretle bakmakta, polisler Uygurları keyfi olarak arayabilmekte ve sorguya çekebilmektedirler. Bir dükkana Uygur girecek olsa bütün Çinliler ona tıpkı bir hırsıza bakar gibi şüphe ile bakmaktadırlar. Hatta dükkan görevlileri mikrofondan "Dükkânımıza Sincanlı girdi ceplerinize dikkat edin" diyerek açıktan anons yapabilmektedir. Taksiciler ve otobüs şoförleri Uygur yolcuları almayı reddeder hale gelmiştir. Bu örnekler, ırki ayrımcılığın tipik örnekleridir. Çin hükümetinin Uygurları "terörist, katil, hırsız, bölücü, radikal İslamcı" olarak yaftalama çabası, "Devletimize en büyük tehlike Doğu Türkistan teröristlerinden gelir", "Uygurlar ihtiyatlı olunması gereken, gözetlenmesi gereken düşman millettir" anlayışını yaygınlaştırması ırki ayrımcılığı tırmandırmaktadır."

"Doğu Türkistan'da hiç kimsenin hayati güvencesi yoktur. Devlet, istediği zaman istediği kimseyi tutuklayabilir ve istediği şekilde cezalandırabilir. Binlerce kişi Çin hükümeti tarafından sudan sebeplerle tutuklanıp yerleri belli olmayan zindanlara götürülmekte, oralarda çürüyüp gitmektedir.

Tutukluların geride kalan çocuklarının ve ailelerinin durumu ise içler acısıdır. Dahası, bu kişilere yardım etmek dahi Çin kanunlarına göre suç sayılmaktadır. Çin, Doğu Türkistanlılara esir muamelesi yapmakta ve onlara türlü zulümleri reva görmektedir."

"Doğu Türkistanlılar düşünce, ifade ve din hürriyeti alanlarında tamamıyla kuşatılmış durumdadır. Barışçı örgüt kurma, toplanma, siyasi haklar, kanun önünde eşitlik, azınlık hakları, eğitim hakkı, çalışma hakkı, mülkiyet hakkı, serbest seçimler, eşitlik, adalet, haysiyet ve ünü koruma, göç ve iltica gibi haklar bu halk için söz konusu değildir. Bu bağlamda hiçbir özgürlük sunulmadığı için, Doğu Türkistanlıların gerek ferdi gerekse ailevi ve toplumsal mahremiyeti hiçe sayılmaktadır. Devlet memurlarının, işçilerin ve öğrencilerin ibadet yerlerine gitmeleri ve ibadetle meşgul olmaları yasaklanmıştır. İbadet yaptığı tespit edilen kişiler işten ve okuldan atılmaktadır. Bu kişiler keyfi olarak gözetim altına alınmakta ya da para cezalarına çarptırılmaktadır. Dini eğitim almak isteyenlerin herhangi bir şekilde gidebileceği bir eğitim kurumu bulunmamaktadır. Camilerde dini değerler değil, devlet yasaları tebliğ edilmektedir. İbadet olarak vasıflandırılabilecek her şey yasaklanmış durumdadır. Birçok cami kapatılmış, Müslüman din adamları üzerindeki resmi denetimler artırılmıştır. "Yurtsever olmayan" ya da "yıkıcı" olarak görülen dini liderler gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktadır. Halka önder olabilecek kapasitedeki bazı aydınlar zehirlenerek öldürülmektedir."

"Çin hükümetinin 2003 yılından beri uygulamakta olduğu "İşgücü fazlasını başka memleketlere yönlendirme" projesi ile Doğu Türkistan'da yaşayan Uygurlar, özellikle genç kızlar zoraki olarak vatanlarından koparılıp Çin'in iç eyaletlerine çalışmaya gönderiliyor. Haziran ayında oyuncak fabrikasında saldırıya uğrayan Uygurlar da bu proje kapsamında, zoraki olarak Guandong'a sürülmüştü. Bu şekilde zoraki çalıştırılan kız ve erkeklerin sayısı beş yüz binin üzerinde."

İşte Doğu Türkistan, böyle bir ülke. Bazılarının sandığı gibi Sincan ya da Sinkiang değil, 1. 828 bin kilometrekarelik dev bir ülke. Merak ederlere birkaç kitap tavsiyesi: Asya'da Beş Türk (Adil Hikmet Bey, Ötüken Yay.), Çin-Türkistan Hatıraları (Ahmet Kemal İlkul, Ötüken), Alem-i İslam ve Japonya'da İslam'ın Yayılması (Abdürreşit İbrahim, İşaret Yay.)

İBRAHİM KAHVECİ

Çinlinin cinliği

Türkiye olarak daha yeni yeni serpişirken Avrupalı rakiplerimiz bize insan haklarını dayatır dururdu. Çalışma şartlarının insan haklarına uyumundan bahseder, tüketicileri vasıtası ile haksızlıklara yol açmak istemediklerini ileri sürerlerdi.

Bir ürünün üretiminde eğer çalışma şartları insan haklarına aykırı ise yasaklar birbirini kovalardı.

Demokratik, hukuk veya ne söylerseniz ne eklerseniz ekleyin yanına bilumum haklar savunucusu Avrupa ve Amerika Çin mallarını kapışıyor. Ne insan hakkıymış, ne küçük çocuk çalışmasıymış, ne kirlilikmiş yani üretimin demokratik hakları bir anda Çin olunca silinip gidiyor.

Bugün en taklit malları hiç çekinmeden üretebilen bir Çin ekonomisi söz konusu iken, Türk tekstilcileri Fransa'da fikri haklar gerekçesi ile tutuklamaya gidenlerin sessizliği sürüyor. Kısaca biz zaten biliyoruz ki Batı medeniyeti çıkar medeniyetidir. Hak-hukuk denildiğinde kendi çıkarları esasında bu değerlere sahip çıkıyorlar.

Bugün Uygur Türklerinin maruz kaldığı katliam bu çağda inanılmaz bir vahşet. Bu bizim bildiğimiz Çin İşkencesinden başkası değil. Ama biz ne yapıyoruz?

Dün Sayın Bakan Çin mallarına yönelik boykot fikrini açıkladı. Bir kere bu katliam sadece Türkiye değil Orta Asya bütününde düşünülmesi gereken bir adım olmalıdır. Hatta dost ülke Pakistan bile bu katliam karşısında ortak hareket platformuna katılabilir. Bu tür girişimler elbette politik ve daha geniş açılımları kapsıyor.

Ben burada biraz daha somut ve ekonomik girişimleri açıklamak istiyorum. Öncelikle bizlerin geçmiş yıllarda sıkça maruz kaldığımız üretim zincirinde insan hakları konusunu uluslararası arenaya taşıyabiliriz. Bize nasıl muamele uygun görüldüyse aynısını Çin için isteyebiliriz.

Ama öncelikle bir de kendimize bakmamız gerekiyor. 15 Nisan 2009 günü “Biz Sizi Bizden Bilirdik” başlığı ile bir yazıyı kaleme almıştım. Bu yazıda şu an tartıştığımız meseleye aslında değinmiştim. Konuyu yeniden kısaca arz edeyim:

Türkiye gümrüklerden giren mallarda menşei şartı arıyor. Ama büyük paketler veya kolilerle giren menşei belli mallar içerde nerede üretildiği belli olmayan şekilde satılıyor. Çünkü yurtiçine girdikten sonra kolilerden, paketlerden çıkartıldığında tüketicinin raflarda gördüğü ürün üzerinde menşei bulunamıyor.

Ürünlerde menşei şartı getirilmediği sürece Çin malları ile ilgili boykotun veya yaptırımın temsili bir uygulama olacağını düşünüyorum. Hatta menşei şartı normal vakitte getirilmiş olsa bile, birçok ithal ürünün tüketiminin azalabileceğini de tahmin ediyoruz. Çünkü birçok Çin malı ürün ülkemizde Türkçe isimlerle satılmakta ve üzerinde Çin'de üretildiğine dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır.

Türk halkını Çin malları karşısında bırakın boykot gibi dönemsel kararları, normal durumda bile atlatmaya izin veren uygulamayı önce kaldırmamız gerekiyor. Çünkü bu halk dürüst tüketimi hak ediyor. Tükettiği ürün ile kardeşlerinin öldürülmediğini bilmek istiyor. Belki de oradaki bir başka Çinlinin işkence şartları gibi çalışma ortamında olmasını istemez. Ama tüm bunlar için önce Türk halkına dürüstlük fırsatı verilmelidir. Yani söz değil iş yapmak gerekiyor.

Bugün Türkiye'nin ekonomik boykot gibi bazı tedbirler ile Çin'e karşı çok etkili olamayacağını düşünenler çıkabilir. Ama bilinmelidir ki Türkiye sadece kendisi olarak değil, savunacağı fikirlerin temel gücü ile etkili olabilir. Orada üretilen malların ne gibi şartlar altında üretildiği önemli bir tez olarak işlenebilir.

Türkiye'ye karşı çalışma şartlarında ne kadar hassas olduğunu gösteren Avrupa ve Amerika, söz konusu Çin olunca kendi savundukları fikirlerle zaten tezat bir ticaret yürütmektedir. Türkiye olarak Çinlinin cinliğini ortaya çıkartalım yeter.

HAYRETTİN KARAMAN

"Tevil varsa tekfîr yoktur"

İslam tarihinde tekfirci kişi ve gruplar daima bulunmuştur. Bunlar insanların söz ve davranışlarına bakarak ve bunların daima dinden çıkmaya ihtimalli tarafını tercih ederek, tevili inkar sayarak "karşı tarafı" tekfir ederler (dinden çıktıklarını, kâfir olduklarını söylerler).

Bunlara karşı bir de söz ve davranışı, sahibinin diğer söz ve davranışlarıyla bir bütün olarak ele alan ve en küçük bir "dinden çıkmama ihtimali" varsa bunu tercih eden, insanları mümkün olduğunca iman dairesi içinde tutan alimler vardır ve bu ikinci tutum "Kıblesi Kâbe olanları tekfir etmeyiz" diyen Ehl-i sünnetin tutumudur.

Bir örnek üzerinden açıklayalım:

Halîfe Hz. Ali'ye karşı olan Hâricîler, "Hüküm vermek yalnızca Allah'a aittir" (En'âm: 6/57) mealindeki âyeti kendilerine göre yorumlayıp Hz. Ali'nin, Muâviye ile ihtilafında çözümü hakeme bırakmasını tekfir sebebi saymış ve ona "kâfir oldun" demişlerdi.

Büyük fıkıh (İslam ibadet ve hukuk) alimi Serahsî bu konuyu değerlendirirken iki önemli kuralın altını çiziyor:

1. Hz. Ali, onların doğru olmayan tevillerine dayanarak yaptıkları bu ağır ithama karşı misliyle mukabele etmedi, onları, yanlış da olsa bir âyetin teviline (yorumuna) dayanmaları sebebiyle "din kardeşleri" olarak kabul etti, hayat ve söz hakkı tanıdır. Şu halde Ehl-i sünnete göre "tevîl varsa tekfir yoktur".

2. Yanlış bile olsa Kur'an ayetinin yorumuna dayanarak eylem yapan, mala ve cana zarar veren âsîler pişman ve teslim olduklarında yaptıklarından dolayı tazminat ödemezler.

3. İşte Serahsî'nin ifadesi:

"Bu konuda delil ve dayanak Zührî'nin şu hadîsidir:

Müslümanlar arasında fitne (isyan, kargaşa, çatışma) çıktığında Hz. Peygamber'in (s.a.) birçok arkadaşı (ashâb) hayatta idiler, şu hükümde ittifak ettiler: Kur'an'ın yorumuna dayanılarak akıtılan her kan, Kur'an'ın yorumuna dayalı her cinsel temas, Kur'an'ın yorumuna dayanan her mal itlafı (mala verilen zarar, bu yorumlar haklı ve isabetli olan karşı tarafa göre hatalı da olsa) ceza ve tazminata tâbi olmaz… Dini farklı yorumlama sebebiyle çatışan iki Müslüman grubun farklı yorumları hukuk önünde eşit muamele görür. Bu bir ilkedir."

Bugünlerde yine tekfirciler atağa kalktılar; Kur'an'ın bir veya birkaç ayetini farklı yorumlayarak farklı sonuçlar çıkaran müminleri tekfir ediyorlar. Onlara yaptıklarının Hâricîler yolu olduğunu, Ehl-i sünnetin böyle yapmadığını hatırlatmak istedim.

HASAN BÜLENT KAHRAMAN

CHP’nin ‘ordulu’ tarihi

CHP'yle ordunun yolları bir dönem ayrıldıysa da daha sonra kesişti. Bu uzun öykünün kuramsal-tarihsel bir pragmatik yanı vardır. Kuramsal yanını bu köşeyi okuyanlar çok yazdığımı bilir. Türk modernleşmesi Tarihsel Blok denen ve ordu-bürokrasi-aydınlar arasında kurulan bir ittifakla gerçekleştirilmiştir. Bırakalım öncesini, 1908 sonrasının tarihi budur. Cumhuriyet bu temel üstünde oluşur ve biçimlenir.

Gidip gelen iktidar
1950 bu tarihte bir dönemeçtir. Siyasal anlamda "Merkez"i de meydana getiren Tarihsel Blok, iktidarı bu defa halk-yeni kuşak-burjuvaziden oluşan siyasal "Çevre"ye kaptırır. DP ve sonrası hep bu kökten kaynaklanır. Merkez kaçırdığı iktidarı 1960'ta askeri darbeyle yeniden ele geçirir. 1960 darbesi de ondan sonra gelen 1961 Anayasası da orduyla aydınların son kez gösterdikleri bir tam ittifakla gerçekleştirilir. Bütün bu dönemlerin siyasal partisi CHP'dir. Yani CHP ile ordu 1965 seçimlerine kadar dayanışmasını sürdürür.
CHP ile ordu arasındaki bağların zayıflayıp kopması 1962'lerde başlar. Talat Aydemir CHP'yi yeterince faşizan bir radikalizm içinde görmüyordu. Onu kendisi denemişti. İkincisi 1961 sonrasında sosyalizm ve Türkiye İşçi Partisi ortaya çıkınca 1965'ten sonra CHP "Ortanın Solu" politikasına kayınca ordu bölündü. Ordunun bir kanadı kendince sol ve sosyalist gördüğü yeni oluşumlara kaydı. 9 Mart'a kadar giden çizgi budur.
9 Mart günü Muhsin Batur kamp değiştirip sol faşizan bir cunta ve devlet yapısı için düğmeye basmayıp karşı tarafa geçince darbe geldi ve Ortanın Solu lideri Ecevit hamlenin kendisine karşı yapıldığını söyledi. Bağları CHP değil Ecevit koparmıştı ama onunla kalmadı. Bu defa ordu solun üstüne "Balyoz Harekâtı"yla gitti. Ordu, aydınları sola savruldukları için yanından uzaklaştırdı. Bu, CHP'yi de kısmen kapsadı. Yani CHP'nin orduyu istememesinden çok ordu CHP'yi ve onunla özdeşleşmiş aydınları istemedi. 12 Eylül bu kopukluğu perçinledi. Böylece Tarihsel Blok parçalanmıştı.

Tarihsel Bloku yeniden kurmak
Ne var ki, bu tarih sürekli olmadı. 1998'e kadar sürdü. 28 Şubat'la birlikte ordu-aydınlar-CHP-bürokrasi arasındaki bağ bu defa irtica bahane edilerek yeniden kuruldu. SHP ile birleşmeye kadar daha farklı şeyler söyleyen CHP önce 1993'ten sonra 1998'ten başlayarak kesinkes ordu yanlısı bir politika sürdürdü. Bu ittifaka Cumhuriyet gazetesi gibi bazı kanatlar da eklenince klasik Tarihsel Blok yeniden fakat çok daha cılız bir biçimde teşekkül etti. Üstelik bu defa söz konusu blok Türkiye'deki sosyal ve sosyolojik değişimlerin çok hareketli olduğu bir dönemde ortaya çıkıyor, o farklılaşmayı algılayamadan hareket ediyor, gayet kısır bir gündemi savunuyordu. (Bu tarihi bütün arka planıyla ve farklı boyutlarıyla Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1 isimli kitabımda uzun uzun ele almıştım.)
CHP bu politikaya bugün de sahip. "12 Eylül'ü gerçekleştirenler yargılansın" türünden çıkışlarıyla CHP ordu ile arasındaki ilişkiyi de, sürdürdüğü politikanın özünü de değiştiremez. Onlar sadece gündem kaydırmak için atılmış adımlardır. Önemlidirler, uygulanmaları gerekir ama bu CHP'nin hiç değilse bugüne kadar sürdürdüğü siyaset anlayışını örtemez. Örtemediği şu son tartışmada da ayan beyan görünmektedir.
CHP ne yazık ki sol olduğunu söylüyor. Gene ne yazık ki Türkiye'de solun orduyla, askerle, darbeyle çok yakın, iç içe geçmiş bir tarihi ve zihniyeti var. Bu, tarihsel planda anlaşılabilecek bir şey. Fakat o planın demokrasiyi içermediği de bir o kadar açık. Hele aynı anlayışın bugün savunulması içler acısı.
CHP'nin görmediği bu!

ERDAL ŞAFAK

Tehlikeli çağrılar

Türkiye, Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki olaylarda orantısız güç kullanan Çin'e şimdiye kadar "Dozu iyi ayarlanmış" tepki gösterdi.
Başbakan Erdoğan, Çin güvenlik güçlerinin ve milislerin silahsız Uygurlar'a saldırılarını ve ortaya çıkan bilançoyu "Vahşet" diye niteledi. Hem de iki kez: Önceki gün Dolmabahçe'deki Başbakanlık Ofisi'nde Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi Yüksek Düzeyli Stratejik Diyalogu Dışişleri Bakanları Toplantısı'nda. Dün de G-8 Zirvesi çalışmalarına katılmak için İtalya'ya hareketinden önce Atatürk Havalimanı'ndaki basın toplantısında.
Üstelik sadece olayların adını koymakla da yetinmedi Erdoğan; "Böyle bir vahşete seyirci kalmamız hele hele Türkiye olarak söz konusu olamaz. Bunun için bütün girişimlerimizi Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'a kadar hep birlikte sürdürüyoruz, sürdüreceğiz" diye ekledi. Üstüne basa basa...

Orantılı bir öfke
Nitekim Ankara olayların başından itibaren gerekli tüm diplomatik çabaları harcıyor: Dışişleri Bakanlığı, bizim tespitlerimize göre, Ankara'daki Çin Büyükelçiliği aracılığıyla Pekin'e üç kez sözlü uyarıda bulundu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Sincan olaylarını izleyip değerlendirmek için bakanlık bünyesinde özel birim oluşturdu.
İslam Konferansı Örgütü'nün oldukça sert bir bir kınama bildirisi yayınlaması sağlandı.
Meclis de tavrını Türkiye-Çin Parlamentolararası Dostluk Grubu'ndan peş peşe istifalarla gösterdi.
Sivil toplum Çin'e öfkesini ve Uygurlar'la dayanışmasını bildirilerle, gösterilerle, siyah çelenklerle ortaya koydu. T
üm bunlar Çin'e makul cevaplar. Bir başka deyişle, Türkiye bugüne kadar "Orantılı bir öfke" sergiledi.

İfrat-tefrit arasında
Ancak... Daha önce de benzer olaylarda gördüğümüz gibi, işin çığırından çıkması tehlikesi belirmeye başladı.
Örneğin, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, "Çin mallarını boykot" çağrısı yapıyor. Bu çıkışının Dünya Ticaret Örgütü'nce "Suç" kabul edileceğini aklına getirmeden. Ayrıca önerisinin hayata geçmesi durumunda boykottan hangi tarafın daha zararlı çıkacağını bile hesaplamadan.
Düşünün, Cumhurbaşkanı Gül'ün 15 gün önce Pekin ve Sincan'ın başkenti Urumçi'yi kapsayan gezisi sırasında Çin'le 1.5 milyar dolarlık anlaşma imzalandı. Ardından İstanbul'da Türkiye-Çin İş Konseyi toplantıları çerçevesinde Çinli firmalarla epeyce anlaşmaya imza atıldı. Hatta şu sıralar bile Çin'in Tianjin eyaletinden bir iş heyeti ülkemizde görüşmeler yapıyor.
Bir çağrı daha var: Aralarında meslektaşlarımızın da bulunduğu bazı çevreler, Türkiye'nin Sincan olaylarını BM Güvenlik Konseyi'ne götürmesi telkininde bulunuyorlar.
Biz böyle bir öneriyi son derece sakıncalı buluyoruz. Hem teknik olarak, hem siyaseten.
Teknik olarak sakıncalı; çünkü Çin, BM Güvenlik Konseyi'nin daimi, yani veto hakkına sahip 5 üyesinden biri. Bu hakkını kullanması bile Türkiye'nin girişimini suya düşürmeye yeter. O durumda gerçi Çin de uluslararası platformlarda ve küresel kamuoyunun gözünde biraz yara alır ama Türkiye'nin diplomatik zararı daha ağır olur. Hatırlayın; 2010 sonuna kadar Güvenlik Konseyi üyesiyiz ve Filistin'den Yukarı Karabağ'a kadar "İmtiyazlı çıkar bölgemiz" le ilgili olarak BM'ye gelecek tüm sorunlarda Çin'in desteğine ihtiyacımız var.
Türkiye'nin Sincan olaylarını Güvenlik Konseyi'ne taşımaya kalkması siyaseten de sakıncalı. Zira Cumhurbaşkanı Gül'ün Çin gezisinin tüm sonuçları bir anda sıfırlanabilir.
Özetlersek; Çin'e elbette tepkimizi gösterelim ama ifrat ile tefrit arasında gidip gelmeden... Ayrıca diplomaside duyguların yeri olmadığını unutmadan...

ENGİN ARDIÇ

Olmadı hanımefendi, olmadı

Atatürk'ün ne büyük bir adam olduğunu bir kere daha anladım...
(Ne o, kötü niyetli hamşolar, şaşırdınız mı? Benden böyle bir cümle beklemiyor muydunuz?)
Atatürk, "idare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamazlar" demişti.
Nitekim, Nimet Hanım yapamadı.
Acaba, "forma zengin-fakir ayırımını ortadan kaldırır" gibi solcu geçinen ahmakça görüşlerin etkisine mi kapıldı? Hayır, çünkü o zaman formaya hiç dokunmazdı. Bu konuya hiç girmezdi.
Şimdi formayı kaldırmıyor fakat kaldırır gibi yapıyor, "isteyen giysin" diyerek topu taca atıyor. "Ortadan" gidiyor.
Neden çekindi, neden geri bastı, neden eksik ve yanlış adım attı bilemiyoruz, ama yapmaya kalkıştığı "okullarda kılık devrimi" ona iki numara büyük geldi.
Konuyla ilgili komisyon raporuna göre "forma bir cumhuriyet projesiymiş"... Şu anda Fransa'da krallık hüküm sürdüğü için Fransız okullarında forma yok, mesela(!)... Belki bu tür ahmakça tepkilere boyun eğmek zorunda kaldı. (Encümene havale ederseniz, olacağı budur hanımefendi.)
Esaslı devrim yapamayınca da, idare-i maslahata, yani oluruna bırakıyor... Söktüremedi, alttan aldı, bürokrasiye boyun eğdi. Atatürk de İnönü'nün sözünü dinleyip alfabe değişikliğini yirmi yıla yaysaydı, 1948 yılında bile eski yazı kullanılır olacaktı... "İsmet, bu iş ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" demişti...
Fakat bu sefer "denge uzmanları" kazandılar.
Kıyafet seçimini okul-aile birlikleri yapacaklarmış... Renk, desen gibi unsurlara da bu birlikler karar vereceklermiş. (En çok "katkı parasını" bastıran veli hanım "uçuk siklamen" seviyorsa, bütün çocuklar baştan aşağı siklamen!)
Kızlara "dizkapağı yasağı" getiriliyor, dizkapağı göstermek, tıpkı Vatikan'da Saint Pierre kilisesine girerken olduğu gibi, yasak! Ayağı açıkta bırakacak ayakkabı da yasak, ne hakkınız var fetişistleri tahrik etmeye?
Erkek öğrencilere kravat zorunluluğu "kaldırılabilecek"... Dikkat isterim, kaldırılacak değil, isteyen okul-aile birliği kaldırabilecek... İsteyen, tutacak.
Kadife ya da kanvas pantolon serbest ama blucin yasak. İsteyen okul-aile birliği, blucini serbest bırakamayacak! Çocuklar her gün "dışarıda" blucinden başka bir şey giymiyorlar ama okulda giyemezler. Fakat... Daha da saçma bir uygulama sonucu, "isterlerse okula haftada bir gün günlük kıyafetle gelebilecekler"... Nedir bu? Çocukların "off" günü mü? Bu günü de okul-aile birliği mi seçecek, yoksa çocuk mu karar verecek? "Çarşamba günü annemin çamaşır günü, benim de blucin günümdür hocam! Kayıtlarınıza geçirin de her hafta sormayın..."
Çocukların "iyi hal ve tavrı" görülürse belki bu özgürlük günü, ilerleyen yıllarda, haftada ikiye de çıkarılır mı?
Yönetmelik taslağı hazırlanıyormuş, "mevzuat çalışmaları" bitince son kararı gene bakan verecekmiş... Uygulama da, sıkı durun, 2010-2011 ders yılında!
Nimet Çubukçu büyük bir fırsat kaçırdı.
Kördüğümü Büyük İskender gibi bir vuruşta kesip çözecek, "okullarda önlük ve forma mülgadır" deyip çıkacaktı. Yapamadı.
Böylece, tarihe de geçemedi. Sıradan bir bakan olarak hatırlanacak, pardon, hiç hatırlanmayacak.
Milletvekili elbette gene olur da, ilk kabine değişikliğinde nerede olacağını merak ederim.

CENGİZ ÇANDAR

Irak'ta Kürtler Türkiye'ye göz kırpıyor mu?

İç siyaset gündeminin gerilimleri ve aniden Türkiye’nin önüne dikilen ‘Uygur dosyası’ gözümüzü ülkenin iç dengelerini çok daha yakından etkileyecek nitelikte, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeleri izlemekten alıkoymuşa benziyor. Bu arada, Uluslararası Kriz Grubu’nun ‘Irak ve Kürtler: Tetik Hattında Sıkıntı’ (Iraq and the Kurds: Trouble Along The Trigger Line) başlıklı 8 Temmuz tarihli son raporunda, ‘Iraklı Kürtlerin Türkiye’ye katılmak istedikleri’ne ilişkin satırlar Türk medyasına düşüverdi.
Türkiye ile Irak Kürtleri arasında son dönemde ilişkilerin hayli yakınlaştığına işaret edildikten sonra, şu ‘bilgiler’ bizim basında yer aldı:
“Tüm bu gelişmelerin, Osmanlı sonrası Türkiye’nin hak iddia ettiği ’Musul vilayeti’ fikrini yeniden canlandırdığı” kaydedilen raporda, “şaşırtıcı bir şekilde bu kez isteğin Türk milliyetçi çevrelerinden değil, üst düzeydekiler dahil Kürt tarafından geldiği” ifade edildi.
Raporda, isim verilmeden Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimden ve Türkiye’den üst düzey yetkililerin Uluslararası Kriz Grubu’na yaptığı açıklamalara da yer verildi.
Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin adı açıklanmayan bir yetkilisi, “Bağımsız olmak hakkımız, fakat bu olmazsa ben Türkiye ile olmayı Irak’la birlikteliğe tercih ederim. Çünkü Irak demokratik değil” diyerek, tek çıkış yolunun bölgenin ‘Musul vilayeti’ adıyla Türkiye’ye, Türkiye’nin de kendi içindeki Kürtlerin durumuna çözüm olarak AB’ye katılması olduğunu ifade etti.
Buna karşın Ankara’nın Iraklı Kürtlerle ‘resmi birliktelik’ seçeneğine sıcak bakmadığı kaydedilen raporda, adı açıklanmayan üst düzey bir Türk yetkilinin şu görüşlerine yer verildi:
“Iraklı Kürtlerle ekonomik birliktelik gelecekte mümkün. Fakat bu resmi değil, fiili bir birliktelik olmalı. Biz Irak’ın bütünlüğünü korumasından yanayız. Irak, bölgedeki etnik ve mezhepsel dengenin barometresi gibi. Fakat ekonomik teşvikler mümkün. Bağdat’la anlaşarak Kürt bölgesiyle sınırımızı esnek hale getirip ekonomik (serbest) bölge oluşturabiliriz.”
Tam öyle değil.
***
Söz konusu raporu kaleme alan Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) Irak ve Ortadoğu sorumlusu Joost Hilterman ile dün birlikteydim. Türkiye’de yankılanan sözleri hangi ‘Kürt yetkili’nin söylediğini ondan öğrendim. Şu kadarını söyleyebilirim, bu sözleri söyleyen ne Celâl Talabani, ne Mesut Barzani, ne Neçirvan Barzani ne de bir ay içinde onun yerini alması beklenen Barham Salih. Üstelik o atıf yapılan sözler, yaklaşık bir yıl önceki bir görüşmede bir ‘fikir eksersizi’ bağlamında söylenmiş. Dolayısıyla, ortada ‘Iraklı Kürtler Türkiye’ye katılmak istiyor’ gibisinden özel bir heyecana vesile olması gereken bir durum yok.
Ancak şu var; Kürtler, özellikle Barzani kanadı, ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra Irak’ın ‘bitebileceği’ gibi bir kaygıya sahipler ve gelecek senaryoları arasında kendilerine en yakın ‘ittifak ekseni’ olarak Türkiye’yi görüyorlar. PKK’nın Kuzey Irak topraklarında varlığını zora sokan nedenlerin başında, Iraklı Kürtlerin Amerika’nın Irak’tan çekilmesinden sonrasına ilişkin böyle bir ‘strateji vizyonu’ yatıyor.
Ayrıca, ‘Musul vilayeti’nin Türkiye’ye katılması gibi fantastik bir gelecek vizyonuna biraz daha yakından eğilindiğinde, Kürtlerin zihnindeki eski Musul vilayetinin ‘Musul’suz’ bir Musul vilayeti olduğu anlaşılabiliyor. Zira Musul şehri Arap (Sünni) çoğunluklu ve Kürtlerin gelecek ufkunda ‘Kürdistan’ın bir parçası’ olarak yer almıyor.
Buna karşılık, Musul şehri olmadan düşünülecek bir Musul vilayeti, Kerkük’ü de içine alarak, Suriye sınırı yakınlarındaki Sincar’dan diyagonal bir çizgi halinde Bağdat’ın doğusundaki Hanekin’e kadar uzanıyor ki, Kürtlerin ‘Kürdistan’ diye tanımladıkları ve Erbil ile Bağdat arasındaki ‘ihtilaflı toprakları’ içeren alan burası.
Bu bakımdan, Türkiye’ye armağan edilecek gibi görünen Musul vilayeti aslında Kürtler nezdinde ‘Kürdistan coğrafyası’nı altındaki petrol zenginliğiyle birlikte garanti altına almayı ifade ediyor.
Bununla birlikte, yukarıda da değindiğimiz gibi, bu, görünebilir bir gelecekte uygulanma şansı hemen hiç gözükmeyen, sıfıra yakın ihtimalli bir ‘fantastik’ düşünce olmaktan ileri gitmiyor.
Türkiye’nin siyasi karar verici zaten bu ‘armağan’ı elde etmeye hiç ama hiç istekli değil ve nitekim Rapor’da da belirtildiği gibi, Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle ‘fiili’ bir ‘ekonomik entegrasyon’ öngörülüyor ki, bunun ilk adımları atılmakta ve altyapısı da oluşuyor.
Bunun ötesinde, bir ‘entegrasyon’ söz konusu değil.
***
Bütün bunlar bir yana, Türkiye ile Irak Kürtleri arasında dışarıya pek yansımayan ciddi ‘siyasi sıkıntılar’ gündemde. Birkaç gün önce Erbil’deki Kürt Parlamentosu, ‘Kürdistan Bölge Yönetimi Anayasası’nı kabul etti. Anayasa’da eski ‘Musul Vilayeti‘nin kapsadığı tüm topraklar ki, -bunlar Erbil ile Bağdat arasındaki ‘ihtilaflı topraklar’- Kürdistan toprakları olarak tanımlanıyor.
Türkiye, bundan öylesine rahatsızlık duyuyor ki, bir söylentiye göre Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçtiğimiz pazar günü Amerikan Başkanı Obama ile bir telefon görüşmesi yapıp bu ‘rahatsızlığı’ aktardı.
Kürt Anayasası, 25 Temmuz’da Kürdistan Bölge Yönetimi için Erbil, Süleymaniye ve Dohuk illerinde yapılacak seçimlerde referanduma sunulacak. Mesut Barzani, Bağdat’taki merkezi yönetimin, dahası Washington’un ve Ankara’nın buna karşı olmasına rağmen Anayasa referandumunda kararlı görünüyor.
Amerikalılar, Irak’taki durumun ciddiyetinin o kadar farkında ki, Başkan Obama bizzat Başkan Yardımcısı Joseph Biden’ın ‘Irak Özel Temsilcisi’ olarak görevlendirdi ve Irak’taki sorunların çözümü için yakın geçmişte Irak’a gönderdi. Biden, bir potansiyel Arap-Kürt çatışmasının önüne geçmek için ‘Petrol Yasası’ üzerinde tarafların uzlaşmasına çaba gösteriyor.
Biden’ın Irak ziyareti, Erbil’de Celâl Talabani ve Mesut Barzani ile yapması gereken görüşme yapılamadan sona erdi. Kum fırtınası, Biden’ın helikopterinin Bağdat’tan Erbil’e uçmasını engelledi.
Joe Biden’ı yakında Irak’ta ‘mekik diplomasisi’ izlerken görmek şaşırtıcı olmayacak.
Herşey, önce 25 Ocak’ta yapılacak Kürt seçimlerinin ve daha da önemlisi Irak’taki ‘güçler dengesi’ni yansıtacak olan 30 Ocak 2010 tarihli genel seçimlerin sonuçlarına bağlı.
Çok yakında bol bol Irak konuşmaya yeniden başlayacağız...

AKİF BEKİ

Obama'nın 'Kartal Gözü'

Her insanın ölümü, kendi kıyametiyse...
Urumçi’de yüzlerce kıyamet kopuyor.
Afganistan’da her gün bir o kadar küçük kıyamet...
Başkalarına en çok yakıştırdığımız şeydir, ölüm.
Bizim başımıza hiç gelmeyecekmiş gibi izliyoruz.
Şu kadar 100 kişi.... Uygur Türk’ü cinsinden ya da Afgan Taliban’ı...Yahut Irak’lı direnişçi...Veyahut Filistin’li çocuk...
Ölüme bile yabancılaştıran o rakamların acımasızlığına, dün bir kez daha isyan ettim.
Melekler, şeytanlara güç yetiremez olmuşsa, ‘büyük kıyamet’ yaklaşıyor, demektir.
***
Urumçi’den gelen görüntülerle, Afganistan’da vurulan konvoyun görüntülerini zihnimde yan yana koyup, baktım.
Ortaya çıkan resim, Amerika’nın aslında çabucak eskimeye yüz tutmuş ‘yeni dünya düzeni’nin ta kendisiydi.
Soğuk Savaş sonrası dünya, düzen tutmuyor işte.
Bana öyle geliyor ki Washington, uzun zamandan beridir şiddetli bir ihtiyaç içinde.
Muhtaç olduğu şey, değerleri ile çıkarları arasında bir çatışma baş gösterdiğinde, doğru tarafı seçebilme kabiliyetidir.
Dün ABD için, ‘gönülsüz lider’ demiştim.
Eksik bırakmışım... Aynı zamanda ‘mümeyyiz’ değil.
Yani, doğru ile yanlışı ayırdetme vasfından yoksun.
Steven Spielberg’in de aralarında bulunduğu yapımcılar, bu eksikliği görmüş olmalı ki, geçen yıl ‘Eagle Eye’ diye bir film yaptılar.
Hollywood sinemasının, bana göre, geçen sezon çıkardığı en iyi işlerden biriydi.
***
‘Kartal Göz’, Pentagon’da geliştirilen bir ‘süper yapay zekâ’ programının öyküsü.
Anayasal ilkelerden saparak Amerikan halkını tehlikeye atan, velev ki başkan ve kabinesi de olsa...
Bertaraf etmek üzere programlanmış.
Tehlike anında gizli protokolü kendiliğinden devreye sokan ‘Azrail mukallidi bir koruyucu melek’ makinesi....
Başkan, aranan Afgan’lı bir teröristin vurulmasını emrediyor;
‘Kartal Göz’, uydu görüntülerinden kimliğini konfirme edemediği halde, hem de bir cenaze defni sırasında...
Ve büyük bir kötülüğü başlattığı... Ülkesini, adaletsiz kararlarıyla nefret ve şiddet eylemlerinin hedefi haline getirdiği için...
Artık ‘Kartal Göz’ün gizli hedefi, kendi patronudur.
Ne de olsa, insani duygulardan mahrum...
Bu yapay şey de, daha büyük bir kötülüğü önlemek için, gözünü kırpmadan masum hayatları feda ediyor.
Kendince haktan ve adalatten yana bir yapay zekâ programı...Ve, en alasından bir komplo...
Kim bilir, belki Amerikan seçmeni de aynı boşluğu gördüğü için Barack Obama’yı başkan seçmiştir.
Ama Obama’da da ‘zoraki lider’ emareleri kendini göstermeye başladı.
Sanırsınız arenaya zorla itildi.
‘Hem ağlar, hem giderim’ havasında.
Hegemonik güç olma iddialarından da vazgeçmiyorlar, risk de almak istemiyorlar.
Dünyaya nizamat vermek öyle kolay olsa, o işi başkasına bırakmaz, bizzat biz yapardık, oysa.
***
Son iki haftadır, Afganistan’da, insansız uçaklar, üç hava saldırısı gerçekleştirdi.
Her birinde 50, 60, 70 ölü...
İlk ikisi, ‘Eagle Eye’ filmindeki o sahnelerden farksızdı.
Arka arkaya cenaze törenlerinde vurdular.
Ama Doğu Türkistan için, daha boş bir balon bile uçurmadılar.
Obama, temel bir tercihle karşı karşıya.
Ya Amerikan dış siyasetinde parametre değişikliğine giderek, ‘gönüllü lider’ olmayı seçecek.
Ya da, ‘değiştiremeyeni değiştirirler’ ilkesi işleyecek.
Yapay veya doğal, bir ‘Kartal Göz’ü zekâ, bu tehlikeyi dünyanın başından savuşturacak.

Geri çektiğim ‘Davutoğlu’ yazısı
Aslında dün, iki parçalı yazmıştım.
Sonradan fikir değiştirip, ikinci yazıyı geri çektim.
Çünkü, ‘Haksızlık mı yapıyorum?’ kuşkusunu, içimden atamadım bir türlü.
Ya da okuyucuya, ‘peşin hükümlü baktığım’ duygusunu vermekten kaçındım.
***
Yazı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Urumçi’deki olaylara aşırı ihtiyatla yaklaşmasını eleştiriyordu.
Diyordum ki;
“Daha ilk günden itibaren gözlerim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu aramaya başladı.
Bekledim durdum, konuşur diye...
Şöyle oturaklı bir beyanat verir...
Hem, bu vahşete karşı nasıl dimdik durduğumuzu cümle aleme gösterir...
Hem de öyle ince bir diplomatik ayar çeker ki, Türkiye’nin yüksek menfaatlerine de halel getirtmez...
‘İşte bu!’ dedirtir, yüreklerimizi ferahlatır, Çin ülkesine de ‘pabucun pahalı’ olduğunu hissettirir...
‘Maharetini mutlaka konuşturur’ diyordum.
Fakat kabul, dengeler hassas...
Belki fazla şey bekledim...”
Ve bitirirken demiştim ki;
“Son umudum şudur:
İhtimal ki Davutoğlu, Başbakan’ın dün yüksek sesle verdiği keskin talimat istikametinde, lafını etmeden iş çıkarmaya çalışıyordur.
‘Sessiz diplomasimiz’, mesela BM Güvenlik Konseyi’nden sadre şifa bir sonuç alırsa, ‘hadi neyse’ diyeceğim.
Görelim, bakalım...”
***
İyiki de o yazıyı geri çekmişim.
Bence doğrusunu yaptım.
Dünyanın yükünü, tek başına Türkiye’nin de, Davutoğlu’nun da omuzlarına yıkmak, hakkaniyete sığmazdı.
Çin, bir ülke azmanı... Devasa boyutlarda, kendi başına bir dünya...
Başka devletlerin, böyle bir oyuncuyla kafa kafaya gelmekten kaçınmaları, anlaşılabilir.
Diplomasinin imkânları, uluslararası toplumun kurumları, böyle zamanlarda işe yarar.
Ama bu kurumlar, neden hâlâ tavır geliştiremiyor?
Başaramazlarsa, sistem çökecek...

AHMET KEKEÇ

Bu yasa Baykal’ı bitirecek

Deniz Baykal kusura bakmasın, 2011’den sonra kendisini aramızda göremeyeceğiz.

İster avukatlık yaparak hayatını kazanır, (çünkü, siyaset yasağı olarak kendisine dönen 12 Eylül’ün yoksunluk günlerinde ‘avukatlık yaparak ayakta durmaya çalıştığını’ söylemiş, bu ‘ayakta durma’ çabasının sonucu olarak epey mal ve para biriktirmişti), ister kazandıklarını harcar, ister anılarını yazar, ister memleketi Antalya’da bol bol denize girer, ister ‘akil adam’ sıfatıyla genç Deniz Baykal’lara yol gösterir...

İsterse resim sanatına gönlünü kaptırır...

Bol alternatifli bir emeklilik hayatı kendisini bekliyor.

Baykal’ın niçin aramızda olmayacağını izah etmeden önce, uzunca bir alıntı yapmak istiyorum.

Haluk Özdalga anlatıyor: ‘CHP Lideri Deniz Baykal’a meydan okuyorum: Yüreğin yetiyorsa, kendine güveniyorsan, bu yasayı iptal için Anayasa Mahkemesine git! Ben de senin ve CHP’nin peşinden kaçtığınız yere kadar gideceğim. Milletimizin önünde, Avrupa’da, Sosyalist Enternasyonal’de ve başka her zeminde sizi teşhir edeceğim. Darbeci askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını engellemeye çalışan, demokrasi karşıtı arsız bir siyaseti savunduğunuz bütün dünya tarafından bir kez daha görülecek. Türk milleti ve demokrasiye bağlı tüm halkların gözünde küçük düşeceksiniz, mahkûm edileceksiniz ve aşağılanacaksınız. Hodri meydan!’

Özdalga ‘temenni’ ediyor ama, bunlar olacak.

Millet, ‘12 Eylül’cüleri ve bütün darbecileri yargılayalım’ diyen, sanki bunları kendisi dememiş gibi, darbecilerin sivil mahkemelerde yargılanmasına imkán tanıyan yasaya ‘bodoslamadan’ karşı çıkan Baykal’a notunu verdi.

Bunu sandığa da yansıtacak.

Muhalefet avantajıyla girdiği bütün seçimleri kaybeden, ‘oy artışı’ kaydetmesi beklenirken, kemik seçmeni muhafazada güçlük çeken Baykal’a parti içinden de itiraz sesleri yükselecek...

Bu itirazların, CHP’yi var eden devletin seçkinleri tarafından da paylaşıldığını belirtmeye gerek var mı?

Bundan sonra en çok, ‘Bu iş Baykal’la olmuyor’ sözünü duyacağız.

Dolayısıyla, Baykal’a yol görünecek.

Ne olduğunu henüz tam çözemediğimiz o ‘olması gereken iş’ ise başka bir mutemete ihale edilecek.

Önümüzdeki yıllarda, ‘CHP-Sosyalist Enternasyonal’ ilişkilerinde de görülebilir bir daralma yaşanacak.

Parti, bir süredir örgüt tarafından izleniyor.

Baykal, mahut ‘geceyarısı yasası’nı Anayasa Mahkemesi’ne götürürse iki şey olacak: Sosyalist Enternasyonal ya partiyi örgütten atacak, ya da ilişkileri sıfır düzeyine indirecek.

Bunlar olacak.

Mahut yasa, sadece demokrasimizin istikametini değil, Baykal’ın siyasi geleceğini de belirleyecek.

Kesin olan bir şey varsa, o da şu:

Devletlu, bir sonraki seçime Baykal’la girmek istemiyor.

MAHMUT TOPBAŞ

Kan, parayla satılmaz

Kan, parayla satılmaz. Korkarak siyaset yürütülmez. Dün Irak'ta kırk bir Müslüman öldürüldü.

Afganistan'da yirmi beş Müslüman öldürüldü.

İkisin de de işgalci devlet Amerika.

Öldürülenler ülkenin sahipleri.

Yakınımızda olan Bağdat'ı işgalci Amerika'ya teslim ederek orayı yakınken Irak yaptık.

Uzaktaki kan ve din kardeşlerimizi de Çinlilerin insafsızlığına bırakarak akrabalığımızı akrepliğe çevirmeyelim.

Doğu Türkistan adına konuşanların ifadesine göre öldürülen Müslüman sayısı beş yüzü geçti.

Çinli yetkililerin demeçlerine göre sivil giyimli polislerin öldüremediğini öldürmek üzere Çinli askerler gönderilmiş.

Çinli askerlerin arkasında yürüyen Çinli Hukukçular da Doğu Türkistan'a sevk edilmiş.

Hukukçular da askerlerin bulamadığını bulup idam edeceklermiş.

Başarılı olurlar mı?

İki bin yıldır öldürmeye devam eden Çin İmparatorlukları başaramadı da bunlar mı başaracak?

Mehmet Akif ne güzel ifade edivermiş:

"Sanıyorlar ki, kafa kesmekle beyin ezmekle,

Fikri hürriyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele.

Daha münbit oluyor kanla sulanan toprak.

Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak." (Süleymaniye kürsüsünde-Safahat)

Ondan hiç şüphem yok da biz imtihanı kaybetmeyelim.

İki gün önce de yazdığım gibi Çin'le iş yapan Müslümanlar, siz içinizde birazcık acı duyarsanız ne yapacağınızı mahallinde bilirsiniz. Aklınıza gelenleri yapınız.

Hacca gidenlerin bu yıl görüşecekleri, konuşacakları, Doğu Türkistan olsun. Dilini bilmediğiniz Müslümanlara "Çin, Sıyn, Müslüman, Türk, katl Allah, Amin gibi kelimelerle uyandırmaya çalışın.

Vatandaşa "Çin mallarına boykot yapın" demekten ziyade hükümet yetkililerine Çin'le ticaret ilişkilerinizi askıya alınız" deyiniz.

Öğrendiğime göre Çin'den on beş milyar dolarlık ithalat yapıyormuşuz.

Çin'e biz bir milyar dolarlık ihracat yapıyormuşuz.

Yani on dört milyar fazladan para ödüyoruz.

Bununla kalmıyor.

On beş milyar dolar Çine giderken aynı işi Türkiye'de yapan fabrikalar kapanıyor.

Oralarda çalışan işçiler babasının veya çalışan kardeşinin üzerine yıkılıyor.

Çin'in katil işçilerine on beş milyar dolarlık iş bulunurken Türk işçileri işsiz kalıyor.

Çin malı satın alıp da üç gün içinde çöpe atmayan kaç insanımız var?

Ülkenin zararlı plastiklerin çöplüğü olması için çöp üreten katillere on beş milyar dolar ödüyoruz.

Türkiye'de iflasın eşiğine gelen birçok işadamı da iflası önlemek için fabrikasını Çin'e taşıyor ve farkına varmadan Türk işçisini işsiz yaparken Çinliyi iş sahibi yapıveriyor.

Bizim bir milyar dolarlık ihracatımız da topraklarımızda kalsa değeri her geçen gün artacak yer altı servetlerimiz olan bakır, doğal taş, krom, mermer gibi değerli madenlermiş.

Dinimizin bize verdiği ahlaka göre dünyanın bütün madenleri, yer altı ve yerüstü servetleri, bütün paraları terazinin bir kefesine konulsa öbür kefesine de haksız yere akıtılan bir damla kan konulsa kan ağır gelir.

Bir tek canın sağlığı için bütün dünyanın merkez bankalarının paraları harcansa yine de az gelir.

Hicretin dokuzunca yılında Tevbe suresi nazil olur.

Hz. Ali'ye, sevgili peygamberimiz sureyi Arafat'ta, Mina'da bütün hacılara okumasını emreder.

Bu sureye göre o yıldan itibaren Müşriklerin Mescid'i haramda hac yapmalarını yasaklar.

Müşriklerle büyük boyutlu ticari ilişkileri olanlar, bu ültimatomun ekonomik zararlarına dikkat çekerler.

Bunun üzerine Rabbimiz:

"... Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse yakında kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. Hükmünde hikmet sahibi olandır" buyurur. (Tevbe suresi ayet 28)

İsterseniz bu ayetin tefsirini benim telifim olan "ŞİFA TEFSİRİ" nden bir okuyuverin.

MEHMET ŞEVKET EYGİ

İçimizdeki casuslar ve ajanlar


Üzerine basa basa tekrar ediyorum: İslâmî kesimin içi casus, istihbaratçı, ajan, provokatör (kışkırtıcı), yönlendirici, sabotajcı, dezenformasyoncu, aldatıcı, kandırıcı doludur.

Bu gerçeği inkâr etmek için ahmak, geri zekalı, devekuşu olmak gerekir.

Daha geçen sene Ergenekon belgeleri ve bilgileri içinde açıklanmadı mı? Herifler başlarına sarık sarmışlar, cüppe giymişler, sakal bırakmışlar ve bir tarikata girmişler.

Yakın tarihimizde çok değerli iki hoca camide vahşice katl edilmedi mi?

Kafirler ve münafıklar birtakım kötü işleri bizzat kendileri yapamazlar. Bunları, beyinlerini yıkadıkları Müslümanlara yaptırmak isterler.

Başı bağlı Fatoş'un asıl kimliğinin telefon kızı olduğunu bilmiyor musunuz?

Bir takım bakanlar, ünlü, anlı, şanlı kişiler Ergenekonla ilgisi olan sahte bir şeyhin elini öpmeye gidiyor, önünde iki büklüm el pençe divan duruyorlardı.

28 Şubat'tan sonra camilere bile ajanlar, istihbaratçılar, casuslar sokuldu; hatip efendi resmî hutbeyi mi okuyor, kendinden mi konuşuyor diye araştırma yapıldı.

Şu anda BÜTÜN telefonlar dinleniyor ve kayd ediliyor... BÜTÜN bilgisayarlar...

Türkiye Müslümanları birleşirse, başlarına bir İmam-ı Kebir seçerlerse küfrün ve nifakın işi bitiktir. Binaenaleyh:

1. Müslümanlar tek bir Ümmet olmasınlar.

2. Ümmet şuuru (bilinci) kalksın, onun yerini cemaat, hizip, fırka, grup, klik, tarikat asabiyeti alsın.

3. Müslümanlar bölündükçe bölünsün, parçalandıkça parçalansın.

4. Nurcular 20 kola, Nakşiler 100 kola, şucular şu kadar şubeye, bucular bu kadar şubeye ayrılsın.

5. Divide et imperia... Böl, parçala, hükm et...

7. Müslümanlar arasında Sünnîlik ve Şiîlik tartışmaları, çekişmeleri ayyuka çıksın. Komşumuzdan bol bol Şiîlik ithal edilsin.

8. Vehhabîler el altından desteklensin. Sünnîlerle Vehhabiler çekişip dursun.

9. Fazlurrahman'ın tarihsellik fırkası yayılsın. Bu iş için milyonlarca dolar harcansın. Telif ve telef ücretleri kovayal üleştirilsin.

10. Ümmet birbirine düşsün.

11. Aman aman aman sakın Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlığı kuvvetlenmesin.

12. Dinde reformcular açıkça ve gizlice desteklensin.

13. Ortaya yüzlerce meal, tercüme ve tefsir çıkartılsın, bunların çoğunun içinde vahim yanlış yorumlar bulunsun, Müslümanların kafaları karışsın, birbiriyle tartışıp dursunlar.

14. Müslümanlar tasavvuf taraftarları ile tasavvuf karşıtları cephelerine ayrılsın, alabildiğine tartışsınlar.

15. İslâm ümmeti içinde tefrika, düşmanlık yangınlarıbaşlasın.

16. Birileri, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları müşrik ve kafir ilan etsin.

17. Sünnîlerle Alevîler birbirine düşman edilsin. Bu maksatla nice Sivas, Başbağlar olayları sahneye konulsun.

Sevgili Müslümanlar!.. Bütün bu fitnelerden, fesatlardan, tefrikadan kurtulmanın çaresi, çözümü, reçetesi şudur:

A. Bütün Müslümanlar tek bir Ümmet olacaklar. Ümmet şuuru güçlenecek.

B. Cemaat, hizip, fırka asabiyetleri kaldırılacak. Tarikat olacak, tarikatlılık olacak ama tarikatçılık olmayacak.

C. Müslümanlar başlarına sahih itikatlı, alim, fazıl, kamil, ahlaklı, bilge bir İmam-ı kebir, Emîr seçecekler, ona biat ve itaat edecekler.

Ç. Laik düzenin emrindeki resmî Diyanet'e paralel bağımsız bir Din Teşkilatı kurulacak.

D. Müslümanlar birbirleriyle tartışmayacak.

E. Kur'ân, Sünnet, Cemaat, icmâ-i ümmet Müslümanlığı esas alınacak. Reformculuğa, diyalogçuluğa, tarihselliğe, oryantalizme yer verilmeyecek.

F. Sahih itikadı hakim kılmak için bir "Tashih-i İtikad Seferberliği" ilan edilecek.

G. Beş vakit namazın kütlevî şekilde cemaatle kılınması için harekete geçilecek.

Ğ. Haram yemeye karşı mânevî ve ahlakî cihad ilan edilecek.

H. Günümüzün en güçlü silahı olan medya konusundaki bölünmüşlük, parçalanmışlık, dağınıklık bırakılacak, Türkiye'nin en güçlü medyası İslâm'ın ve Müslümanların olacak.

I. Gerçek din alimlerine, gerçek şeyhlere, gerçek hizmetkârlara hürmet edilecek; din sömürücüsü, benlik tutsağı sahte alimlerin, sahte şeyhlerin, sahte hizmetkârların nüfuzları ve güçleri kırılacak.

İ. Müslümanlar bedeviyetten, şifahî kültürden medeniyet kültürüne yönlendirilecek.

J. Türkiye çapında bir İslâmî Fütüvvet Teşkilatı kurulacak.

K. İslâmî faaliyetler alanındaki bütün arivistler tasfiye edilecek, marjinalleştirilecek.

L. Ümmet için girmiş, sızmış, sızdırılmış bütün ajanlar, casuslar, istihbaratçılar, provokatörler, manipülatörler tesbit edilip uzaklaştırılacak.

M. Dünyanın en güçlü üniversitelerindeki vasıflı eğitimciler, medyacılar, hukuk mimarları, sanat uzmanları yetiştirilecek.

Sonuç: İçimizdeki parçalayıcıları, bölücüleri, ajanları casusları, kışkırtıcıları, dezenformasyon yapıcıları, paralı bid'atçileri, yönlendiricileri; Mossad, Vatican veya şu yahut bu dış güçler hesabına çalışanları, Şeytanın askerlerini bilip, bütün yasal yollardan onları tesirsiz hale getirmedikçe iki yakamız bir araya gelmez.

Biz bu işi yapamayız mı diyoruz? Öyleyse sürünmeye insî ve cinnî şeytanların maskarası olmaya devam...

YILIN HER GÜNÜ EHL-İ SÜNNET

BÜTÜN mü'minlere selam ederim. Aşağıdaki yazım Ehl-i Sünnet Müslümanları içindir...

Her sene 365 gün Ehl-i Sünneti savunmak gerekir. Dört yılda bir, Şubat ayı 29, sene 366 gün oluyor, o bir günde de yine Ehl-i Sünnet için yazmakta yarar vardır.

Ülkemizde son 30-40 yıl içinde Ehl-i Sünnet çok yara aldı, çeşit çeşit bid'atler çıktı. İslâm medreseleri kapatılmış olduğu, yeterli sayıda icazetli Sünnî ulema yetişmediği için meydan boş kaldı.

Binlerce yeni fırka türedi... Önüne gelen içtihad yapmaya başladı... Kur'ân, ehliyetsiz ve liyakatsiz kişiler tarafından re'y ve heva ile yorumlandı.

1400 yıllık İslâm tarihinde görülmemiş ucube tezler savunuldu: Ehl-i Kitab da ehl-i necat ve ehl-i cennetmiş... Kur'ân, Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyormuş... Ehl-i Kitab ile Âmentüde ittifak halindeymişiz... Zamanımızda bir tek İbrahimî din değil, üç İbrahimî din varmış.

Sünnet düşmanlığı yayıldı.

Fıkıh mezheplerini put olarak gösterenler çıktı.

Pakistan'dan kovulan Fazlurrahman fırkası türedi.

Tasavvuf büyüklerini küfür ve şirkle suçlayanlar görüldü.

Efendimizin türbesinin yıkılması ve mezarının açılıp mübarek nâşının başka bir yere gömülmesini isteyen Nasirüddin Albanî baştacı edildi.

Çok sayıda sahih hadîslerle bildirilen nüzul-i İsa aleyhisselam ve zuhur-i mehdi inkar edildi.

Vehhabîliği hak, Ehl-i Sünneti bâtıl görenler çoğaldı.

Mealciler diye bir bid'at fırkası peydahlandı.

İmanın şartlarını altıdan beşe indiren imam kabul edildi.

"Allah gerçek bir Janus'tur" diyerek Hak Teâlâ hazretlerini iki çehreli bir Roma putuna benzeten zındıklar önder ve mücahid kabul edildi.

Dinimizi AB standartlarına uydurmak ve ayarlamak için çalışmalar başlatıldı ve bu iş için çuval çuval para dağıtıldı.

Velhasıl dinî konularda korkunç bir hercümerc, kaos, anarşi, kargaşa içindeyiz.

Ümmet içinde ağzı bozukların, aşırı öfkelilerin, sövüp sayanların, vurup kıranların, kaş yapayım derken göz çıkartanların sayısı arttı.

Edeb, görgü, terbiye, nezaket, insaf, büyüklere saygı, küçüklere şefkat kaidesi ayaklar altına alındı.

Böyle bir hengâme içinde Ehl-i Sünnet devamlı olarak savunulmalı, çeşit çeşit bid'atler devamlı olarak çürütülmelidir. Bu hizmetlere bir gün bile ara verilmemelidir.

Niçin?

Çünkü Ehl-i Sünnet gerçek Müslümanlıktır.

Ehl-i Sünnet Yüce Yaratan'ı kemal sıfatlarla sıfatlandırmak ve noksan sıfatlardan tenzih etmektir.

Ehl-i Sünnet, adı üstünde Resule (Salat ve selam olsun ona) itaat etmek ve Sünnetine temessük (sımsıkı sarılmak) demektir.

Ehl-i Sünnet, Kur'ân'ın doğru yorumudur.

Ehl-i Sünnet, Cadde-i Kübra-i İslâm'dır.

Ehl-i Sünnet, Sevad-ı Âzamdır.

Ehl-i Sünnet, Ümmet'in yüzde 80'i 85'idir.

Ehl-i Sünnet mensubu olmak demek İslâm'ın kaynağına kopuksuz bir silsile ile ulaşmak demektir. Ehl-i Sünnet her türlü aşırılıktan, gulüvvden, bid'atten uzak olmak demektir.

Ehl-i Sünnet, dinde adalet demektir.

Ehl-i Sünnet, birlik demektir.

Evet senenin her günü Ehl-i Sünnet savunulmalı, tanıtılmalıdır. Böyle bir faaliyet fitne ve fesat çıkartmak değildir, tam aksine en büyük hizmettir.

OSMAN ÖZSOY

Mehmet Ali Birand'ı şaşırtan gözyaşları

Son aylarda karşılaştığım ve oldukça istifade ettiğim kişilik analizine dayalı en önemli psikolojik tespitlere, Yenişafak gazetesinde yer alan bir röportajda denk geldim.
Röportajda yer alan tespitler 13 yıl öncesine ait çarpıcı bir hatırayı canlandırdı zihnimde. Önce hatıraya yer verelim, ardından konuyu bahsi geçen röportajdaki tespitler eşliğinde güncel bir mevzuya bağlayarak yazımızı sonlandıralım.
1996 Yılı Ocak ayında, Türkiye’nin en uzun soluklu haber araştırma programı olan 32. Gün’ün yapımcısı ve sunucusu Sayın Mehmet Ali Birand’ı bir yayına konuk etmiştim. Tek kanallı dönemde Sayın Birand TRT’de habercilik adına büyük işler yaptı. Özal Türkiye’sini iyi okudu ve televizyonculukta ona uygun iyi bir çıkış yakaladı. İki kutuplu dünyanın önemli siyasi aktörleri ile ses getiren röportajlara ve dosyalara imza attı. O dönemde Birand Türkiye’nin dışa bakan en medyatik yüzü idi.
Bakmayın şimdi grup refleksi ile Ergenekon’u sulandırmaya yönelik yayınlarına. Birand’ın yüzüne bir dönem kara leke çalanlar, şimdilerde Birand’ın aklamaya çalıştığı ve önemsizleştirme eğiliminde olduğu ekipten başkası değildi.
Birand’a o gün, kendisini en etkileyen ve meslek yaşamında büyük önemi olan en önemli hatırasının ne olduğunu sormuştum.
Filistin sorunun en kanlı döneminin yaşandığı ve Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın can güvenliği gerekçesi ile sığınaklarda, dehlizlerde yaşadığı 1980’li yılların sonlarında kendisi ile röportaja gittiğini anlattı. Arafat’ın kaldığı yer belli olmasın diye, gözleri bağlı olarak ve kontrol noktalarında birkaç araç değiştirerek Arafat’ın yanına götürüldüklerini söyledi.
Uzun çabalardan sonra bir dehlizde Arafat ile röportaj yapma imkanı bulduklarında ummadıkları bir sorunla karşılaştıklarını söyledi. Röportajın ilerleyen dakakilarında, Yaser Arafat’ın bir ara kendisine hakim olamayarak gözyaşlarına boğulduğunu, tam da içinden ‘televizyonculuk adına iyi bir iş çıkardıklarını” düşündüğü anda kameramanın kulağına eğilerek, teknik bir sorun nedeni ile ses kaydı alamadıklarını ve kaydı durdurduğunu ifade ettiğini aktardı. O telaş sırasında Arafat’ın konuşmasını keserek dönerek, ‘bir sorun mu var?’ diye sorduğunu, durumu kendisine izah ettiklerinde, ‘sorun değil, baştan alırız’ dediğini ifade etti.
Sahte gözyaşları...
Birand’ı şaşırtan ise, Yaser Arafat’ın sorusuya cevap verirken az önce ağladığı aynı noktada hiç zorlanmadan yeniden ağlamaya başlaması ve sanki bir aktör gibi aynı sahneyi canlandırması olmuş. Birand o gün yayında bana; “ O zaman anladım ki, herkes işini yapıyor. Herkes kameralarla oynuyor. Herkes adeta rol kesiyor. Herkes vermek istediği mesajı bir aktör gibi yansıtmaya çalışıyor. O günden sonra muhatabımın kim olduğuna ve önem derecesine bakmadan, işimizi daha düzgün sonuçlandırmak için daha soğukkanlı davranmayı öğrendik” demişti.
Yenişafak gazetesinden Mehmet Gündem, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Halkla İlişkiler Departmanı Başkanı Psikiyatrist Şükrü Ayalan ile önemli röportaj gerçekleştirdi. Röportajı okurken, Birand’ın Yaser Arafat için anlattığı olay geldi aklıma. Bakalım siz de bana hak verecek misiniz?
Röportaj sırasında, bir soru üzerine “CHP her zaman devletin gizli ortağıdır” diyen AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Halkla İlişkiler Departmanı Başkanı Psikiyatrist Şükrü Ayalan’a Gazeteci Memet Gündem soruyor; “Hangi devletin?”
Sayın Ayalan’ın cevabı şöyle; “Millete rağmen her zaman iktidar olan devletin. Onun için sandıktan çıkmak gibi kaygısı yoktur. AK Parti iktidarına kadar bütün sağ hükümetler döneminde CHP kendini devletle iktidar ortağı olarak hissettirmiştir. Sağ siyasetçiler de millete verdikleri iktidar sözünü unuttular. CHP uzlaşma değil, dayatmalarına boğun eğilmesini istiyor. Geçici 15. maddeyi kaldıralım, 12 Eylül darbecilerini yargılayalım derken bile birtakım ayak oyunları peşinde. Hem darbeciler yargılansın diyeceksin, hem de askere sivil yargı yolunu açan Meclis'in kararını eleştireceksin. CHP gizli ortaklarından emir geldiğinde kendi oylarını da hiçe sayarak isyan ediyor. CHP tabanını CHP'nin bu ruh hali kışkırtıyor. Bizim iktidar partisi olarak, güven verip CHP tabanını da rahatlatmamız gerekiyor.
Baykal’ın kişilik analizi...
Yazımıza konu asıl mevzu bundan sonra başlıyor. CHP Lideri Baykal ile ilgili bir soruya Sayın Ayalan şu cevabı veriyor; “Fanatizmi gerilimler besler? Örneğin Baykal gerilimden beslenen ve zevk alan çok özel bir insan. Psikiyatrik bir görüşme yapmadım ama bana göre bilerek yapıyor. En hararetli tartışmalarda bile gerilimi kalbinde hissetmiyor, sadece kullanıyor, iyi rol yapıyor” cevabını veriyor.
CHP lideri Baykal’ın partisinin salı günkü grup toplantılarındaki bıkmak usanmak bilmeden tekrarlanan gerilim artırıcı konuşmalarını ve her defasında rejim elden gidiyor rolünü nasıl da iyi oynadığını görünce, mimiklerinde değişmeyen o heykelimsi duruş karşısında insan, ‘Yaser Arafat gibi sende mi oynuyorsun Sayın Baykal?” demeden edemiyor.
Yaser Arafat konusunda ben hep kuşkulu oldum. Filistin davasını bir adım ileri götürecek hiçbir samimi çabası olmadı. Attığı tüm adımlar Filistinlinin yarasını derinleştirdi, akan kanı artırdı, Filistinliyi bitirmeye yönelik oldu.
O daha son nefesini vermeden, “Yaser Arafat konusunda kafam karışık” diye yazdım. Halkı aç iken onun karnı tok, sırtı pek olduğunu yazılarıma defalarca konu ettim. Nitekim Yaser Arafat, vefatından bir yıl önce, Forbes dergisinin 2003 yılında dünyanın en zengin liderleri sıralamasında en zengin altıncı lider ilan edildi.
Ve ben şu sıralarda, 40 yıldır siyaset sahnesinde bulunan Sayın Baykal, bu ülkenin demokrasisini güçlendirme adına ne yaptı diye düşünme ihtiyacı hissediyorum. Sayın Baykal rol icabı için bile olsa bir kez demokrasi fotoğrafı veremedi. Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül'ün istediği ek düzenlemelerle ilgili olarak gerekli adımların atılacağı sinyallerini verirken, yasaya başından beri karşı olan CHP lideri Deniz Baykal pazartesi günü CHP grubunu olağanüstü toplantıya çağırdı.
Üstelik, kendilerinin de oy verdikleri bir yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitme gibi dünya siyasi tarihinin en büyük garabetine imza atmak üzereler. Sormazlar mı insana, yasanın geçtiği gecenin sabahında kimler acaba kulağınızı çekti diye?
İmam efendi nasıl bilirdiniz diye sorduğunda hiç düşünmeden söyleyebileceğimiz bir çift anımız olsun Sayın Baykal... Kendinizle birlikte demokrasiyi de gömmeyim mezara... Biz ölsek de o diri kalsın, millet iradesi payandalardan kurtularak yeşersin.