23 Mayıs 2009 Cumartesi

İşte böyle

Biliyorsunuz, insan vücudunun sağlığıyla ilgili çok güzel bir tarif vardır.

Eğer organlarınız sağlıklıysa hiçbirini hissetmezsiniz.

Hissetmeye başladığınızda bir sorun var demektir.

Sanırım aynı tarif devlet için de geçerli.

Eğer sağlıklı bir devletiniz varsa varlığını hissetmezsiniz.

Varlığını hissediyorsanız devletiniz sorunludur.

Biz devletin varlığını hissediyor muyuz?

Neredeyse her an.

Sorunu var mı?

Hem de çok.

Bizim medya küçük bir “muhalefet” hilesi yapar her zaman.

Hükümeti eleştirir.

Gelişmiş ülkelerde bu, medyanın yapması gereken iştir.

Çünkü devleti hükümet yönetir ve sorumlu odur.

Ama Türkiye’de öyle değil.

Burada devlet ve hükmet ikiye ayrılmış vaziyette.

Ve, hükümet devleti değil, “devlet” hükümeti yönetir.

“Devlet” denilen de ordunun liderliğinde yargı ve sivil bürokrasidir.

Hatırlarsanız, Kıbrıs’ta küçük bir sınır kapısının açılmasını bile Genelkurmay karşı çıkıp durdurmuştu.

Hükümetin vermesi gereken bir kararı, hükümet yerine “devlet” vermişti.

İnsanların nasıl giyineceğine, başlarını örtüp örtmeyeceğine, nasıl eğitim göreceğine, hangi dili konuşacağına, nasıl siyaset yapacağına da devlet karar verir.

Hem hükümetin hem de halkın her davranışını denetler devlet.

Ama ne halk, ne parlamento, ne de hükümet “devleti” denetleyebiliyor.

Susurluk soruşturmasında, parlamento tek yıldızlı bir generali bile ifade vermeye getirtememişti.

Her şeyi denetleyen ve hiç kimse tarafından denetlenmeyen bir devlet ne olur?

Ne olacak, yavaş yavaş, bazen de hızlı hızlı bozulmaya başlar.

Denetimsizlik, kaçınılmaz bir şekilde yozlaşmayı getirir.

İşkenceden, cinayetten, suikasttan, sabotajdan yargılanan “devlet görevlilerinin” sayısına...

Haklarında verilen mahkeme kararlarına bakın...

İki “gerçek” göreceksiniz.

Çok fazla suça karışmışlar.

Çok az ceza almışlar.

Bütün muhtıraların, darbelerin, yarı darbelerin arkasında büyük bir sis bulutu, o sis bulutunun içinde de büyük bir karışıklık yaşanır.

Ve, bu karışıklığı düzeltebilecek, denetleyebilecek hiçbir güç yoktur.

Ordu da, yargı da, kendilerini ilgilendirmeyen konularla o kadar ilgililer ki “kendilerine ait” sorunları çözecek zamanları yok.

Dün Genelkurmay Başkanlığı haftalık basın toplantısı yaptı.

Ergenekon soruşturmasıyla ilgili olarak hakkında tutuklama kararı çıkan “yarbayın” akıbeti soruldu.

Genelkurmay sözcüsü, yarbayın “Yunanistan’da olduğunu”, döndüğünde gerekli işlemlerin yapılacağını söyledi.

Hakkında çok ciddi suçlamalar olan bir subayı bizim ordu haftalardır Yunanistan civarından Türkiye’ye nakledemiyor.

Bu kadar zamanda başka ülkelerin orduları uzaya gidip geliyorlar.

Yunanistan dediğiniz yerden adam getirmek için bir orduya, bir deniz kuvvetlerine falan ihtiyaç yok, sağlam bir motor bir günde bu işi halleder.

Ama bizim ordu halledemiyor.

Bu konuda pek eleştirildiği de yok.

Medya ağzını açmıyor.

Niye getirsinler?

Biraz daha dolaştıracaklar herhalde.

Bir de “mayın” meselesi var.

Suriye sınırında çok geniş bir araziye 1955’ten beri mayın gömmüş bizim ordu.

Zamanında Fikret Otyam bu konuda harika röportajlar yazmıştı.

O mayınlar yüzünden, üç beş kuruş para için katır sırtında kaçakçılık yapan çok adam hayatını, kolunu, bacağını kaybetti.

Irak sınırı “dağlık” diye orayı doğru dürüst koruyamayan ordu, Suriye sınırını da dümdüz ova diye koruyamamış anlaşılan.

Yığmış oralara mayınları.

Ama kendi gömdüğü mayını şimdi kendi çıkartamıyor.

Dışardan yardım istiyoruz.

Adama sormazlar mı “çıkartamayacağın mayını niye gömdün” diye.

İddialara göre, çok uzun zamandan beri oralarda gömülü olan mayınlar yağmurla, fırtınayla, toprak kaymasıyla yer değiştirdiğinden şimdi bizim ordu kendi gömdüğü mayınların yerlerini saptayamıyormuş.

Mayın haritası işe yaramıyormuş anlayacağınız.

Peki, pek de gelişmemiş bir ülkenin ordusu bu, ne yapalım, elinden bu kadar geliyor, diyeceğiz.

Ama şu soruyu sormamak mümkün mü?

Sen gömdüğün mayını bile çıkartamıyorsun, niye kendi işinle uğraşmıyorsun da siyasete karışıyorsun, darbe yapıyorsun, muhtıra veriyorsun, Çankaya’ya kim çıkacak kim çıkmayacak gerginlikleri yaratıyorsun?

Niye kendi işinle uğraşmıyorsun?

Aynı iç organlarımız gibi ordunun varlığını çok hissediyorsanız, o orduda bir sorun vardır.

Sorun da ortada.

Gömdüğü mayını çıkartamıyor ama siyasetle uğraşmaya bayılıyor.
Ahmet Altan

Nah yargılanır!

Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok, herkes de farkında: Cumhurbaşkanları da yargılanır diyenler, cumhurbaşkanının adı Abdullah Gül olduğu için, gıcık kaptıklarından, ona "uyuzluk" etmek amacıyla böyle diyorlar. "Efendim ben salt hukuk açısından..." falan numaralarını kimse yutmaz.
Oysa anayasa bu konuda son derece açık seçiktir ve meselenin tartışmaya açılacak bir yanı bile yoktur: Cumhurbaşkanı, ancak "vatana ihanet" suçundan yargılanabilir, başka hiçbir suçtan dolayı yargılanamaz!
Milletvekili dokunulmazsa, cumhurbaşkanı "haydi haydi" dokunulmazdır. Ayrıca "madde-i mahsusa" gerek yoktur.
Beğenmiyorsanız, hesabını "anayasayı son derece kötü yazan" has adamınız Orhan Aldıkaçtı'dan soracaktınız!
Adı ister Abdullah olsun, ister Ahmet, ister Süleyman, ister Turgut, ister Kenan, ister Fahri, ister Cevdet, ister Cemal, ister Celal, ister İsmet, ister Kemal... Yar-gı-la-na-maz! Ancak "darbe yaparsanız" ve bunda da başarılı olursanız yargılarsınız, Celal'e yaptığınız gibi. Anayasayı çiğner, sonra da anayasayı çiğnediği gerekçesiyle adam asarsınız!
"Vatana ihanet" davasına bakabilecek mahkeme de ancak ve ancak Yüce Divan'dır, taşra adliyesi değil.
Bazı uyanıklar, "bir punduna getirip Gül'ü Çankaya'dan indirebilir miyiz" çabasındalar ama havalarını alacaklar... Deniz Baykal da Turgut Özal'ı Çankaya'dan "onursuzca" indireceğini söylemişti, bu çirkin terbiyesizliğin utancıyla kaldı.
Amerika'dan örnekler vermeye çalışmak da "beyhude gayrettir" çünkü burası Atatürk'ün kurduğu bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti'dir. Burada Amerikan Anayasası değil, Türk Anayasası geçer. "Uluslararası doktrin böyle demiyor" savunması da gülünçtür. Hangi alanlarda uluslararası hukuka saygı gösteriyorsunuz da şimdi nalıncı keseri gibi kendinize yontmak istiyorsunuz? Hani "siz size benzerdiniz" yahu? Hani siz yedi düveli takmazdınız?
Adı Abdullah ya, vur abalıya... Atatürk'e dokunabilir miydiniz? İnönü'ye dokunabilir miydiniz?
Diyelim ki İnönü makam arabasıyla Kızılay Meydanı'nda bir yayaya çarptı, adam öldü (ki büyük oğlu Ömer bunu da yapmıştı)... Hangi babayiğit soruşturma açabilirdi? (Ay yoksa memlekette dikta falan mı vardı?)
Cumhurbaşkanı isterse cinayet bile işleyebilir.
Çeker tabancasını kırk kişiyi vurur devirir, polisin gözünün önünden elini kolunu sallaya sallaya geçer gider. Kılına bile dokunamazsınız. Gözaltına alamazsınız, tutuklayamazsınız, yargılayamazsınız.
Çünkü "mutlak sorumsuzdur", vatana ihanet dışında.
"Cumhurbaşkanı olmadan önce işlediği öne sürülen bir suç söz konusu..." diyeceksiniz.
Cumhurbaşkanı olduğu sürece, gene dokunamazsınız.
Kırk kişiyi öldürmüş, ertesi gün de cumhurbaşkanı seçilmiş olsun, fezleke bekler. Zaman aşımı işlemez, görev süresi bittiği anda süreç kaldığı yerden devam eder.
Bu kadar basit, bu kadar açık seçiktir yasa. "Böyle mi olmalıdır" konusunu oturun haftalarca tartışın. Hatta Hukuk Fakültesi'nde çocuklara ödev olarak verin, üzerinde düşünsünler.
Eh, size anayasayı değiştirelim dedik, hiç yanaşmadınız...
Şimdi yapabileceğiniz iki şey var. Biri, mazotu çekip çekip "darbe isterim" diye kaşınmak...
İkincisi de, "Gül'ün eşinin başı bağlıdır, 'Kürt açılımı' falan filan diye de ileri geri konuşuyor, demek ki vatana ihanet içindedir" diye bir terane tutturmak. Oradan vurmaya çalışmak.
Siz onu da yaparsınız, hiç şaşmam.

Engin Ardıç

Kavramları ve kurumları karıştırıyoruz...

Hepimiz birer Konfüçyüs değil miyiz?
Konfüçyüs nasıl "Kralın oğlu olmak prens olmaya yetmez" demişse...
"Prens yakışıklı, cesur, adil, cömert ve merhametli de olmalıdır" diye "Prens" kavramını kendince belirli koşulların varlığına endekslemişse, bizler de her kavramı böyle kendimizce uygun olan koşullara endekslemiyor muyuz?
Örneğin "Baba"mız öyle olmasa bile, kaybettikten sonra onu "Bilge, şefkatli, affedici, öngörülü" bir kişi olarak anmaz mıyız?
Bin yıllık atasözlerini bile "Babam bana böyle öğretmişti" diye tekrarlamaz mıyız?
Kafamızdaki bu koşulları kavramlara yerleştirirken, doğal olarak kavram kargaşalarımızın girdabına da sık sık kapılırız.
Örneğin "Hukuk" ile "Yargı"yı karıştırdığımız için, bütün yargıçların ve savcıların evrensel ve çağdaş hukuk anlayışının aradığı ölçülere uyduklarını varsayarız.
Oysa Katolik inancını kabul etmeyenlerin diri diri yakılmalarına (autodafe) hükmedenler de Engizisyon yargısının yargıçları değil miydi?

Cumhuriyet ve demokrasi
Veya şu "Cumhuriyet" kavramının algılanmasına bakalım...
Aldığımız eğitimin kafamızda şekillendirdiği "Cumhuriyet rejimi" imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplumun kendi kendini yönetmesinin adı değil midir?
Kabul edelim ki "Cumhuriyet" ile "Demokrasi" arasındaki farkları yeni yeni görmeye başladık.
Çavuşesku'nun da, Saddam'ın da "Cumhurbaşkanı" olmalarına karşı 2'nci Elizabeth'in "Kraliçe" olması bile çoğumuzun zihninde yıllarca Cumhuriyet kavramına dönük soru işaretleri yaratmadı.
"Demokrasi"ye de böyle yaklaştık.
Neticede İran'da da yönetime seçimle gelenlerin olduğu bir "Teokratik demokrasi" yok mudur?
Bizim aradığımız demokrasi, hukukun üstün ve hukukun kaynağının uhrevi değil dünyevi olduğu, temel hak ve özgürlüklerin kutsandığı, her alanda haklı ve serbest rekabetin sistemin temelini oluşturduğu "Liberal demokrasi"ydi.
Ama temel kültürümüzde sosyalistlik gibi liberallik de "Rejim düşmanı" olarak listelendiği için, "Liberal demokrasi"ye bağlı olmaktan utandık. Kendimizi "Milliyetçi muhafazakâr" falan benzeri tanımlamalara oturttuk.

Çağdaş ve sivil
Tıpkı "Çağdaş"ın hangi çağı ifade ettiğini tam belirlemeden, 18'inci yüzyıl bestesini topluma "İşte çağdaş uygarlık" diye sunmamıza benzer bir durumdu "Liberal demokrasi" kavramına duyduğumuz yabancılık.
Şimdi de "Sivil toplum kuruluşu" kavramını yontumuzun konusu etmiş durumdayız.
Örneğin bazılarımıza göre sivil toplum kuruluşu demokratik olmalı, laik olmalı...
Ama bu bazıları için sivil toplum kuruluşunun "Sivil" olması pek şart değil.
Bir askeri darbede Anayasa lağvedilip Meclis kapatılmışken, Anayasa Mahkemesi'nin açık bırakılmasını nasıl yadırgamadıysak, bir sivil toplum kuruluşunun "Ordu göreve" diye askeri siyasete davet etmesini de doğal karşılayabiliyoruz.
Dünkü Bugün'de Gülay Göktürk bütün bu anlattıklarımızı somuta bağlayan değerlendirmesinde "Çağdaş Yaşam" ile "Gülen Hareketi" ni birbirlerini düşman sayan iki sivil toplum kuruluşu biçiminde değerlendirerek, şu temel doğrulara parmak basmıştı:
- Evet, bu iki hareket aslında aynı minderde güreşen iki rakip oldukları için bu kadar çatışıyorlar.
Biri kendi çağdaşlık ve laiklik anlayışı çerçevesinde Türkiye'nin daha çağdaş bir ülke olmasını misyon edinmiş; bunun için çalışıyor. Diğeri de dini yüksek ahlak sahibi, iyi insan olmanın temel kaynağı olarak görüyor ve daha dindar bir toplum için faaliyet gösteriyor.

Rekabet mi düşmanlık mı?
- Demokrasiyi toplumsal ilişkilerin doğal bir parçası haline getirmiş toplumlarda bu iş zaten hep böyledir. Farklı sivil toplum kuruluşları, farklı duyarlılıklarıyla, farklı dünya görüşleriyle bir arada var olur; kimileri arasında dayanışma, kimileri arasında da kıyasıya bir rekabet vardır...
- Bizde yanlış olan, bu iki hareketin birbirleriyle rekabet etmek yerine, birbirlerini acımasızca ezmeye ve yok etmeye çalışması... Diğerinin varlığını kendi var oluşu için tehdit sayması... Düşünün ki bu iki akım daha baştan yek diğerini sivil toplum kuruluşu saymayarak, hatta meşru saymayarak başlıyor işe...
Her iki taraf da diğerini ayrımcılık yapmakla suçluyor.
- Sonuç; yarışmanın yerini düşmanca mücadele alınca "serbest rekabet ahlakının" çiğnenmesi (devletin göreve çağırılması, rekabetten kaçıp yasaklamalara bel bağlanması, bel altı vuruşlarla güdümlü ifşaatlarla yıpratılmaya çalışılması) de kaçınılmaz oluyor ve demokratik bir toplum için şart olan farklı sivil akım ve hareketler toplumu bölen unsurlara dönüşüyor. Bu bölünmüşlük ise sivil toplumun gelişmesine değil, otoriter devletin güçlenmesine hizmet ediyor.

Mehmet Barlas

Krizde korkuyu yenmek

Türkiye'nin en önemli sivil toplum örgütleri, hazırlıkları neredeyse üç aydır sürmekte olan iddialı, kapsamlı ve uzun soluklu bir kampanyayı dün resmen başlattı: "Kriz varsa çaresi de var."
Girişimcilerin "Seferberlik" diye nitelediği bu kampanya, krizin mümkün olan en az hasarla savuşturulabilmesi için "Tüketim"in kaldıraç olarak kullanılacağı, bunun için de "Hane halkı harcamaları" nın hiç değilse olağan dönemlerin veya kriz öncesi ortamın düzeyinde tutulacağı bir toplumsal dayanışmayı amaçlıyor. Bize göre doğru bir çıkış noktası.
Çünkü, hem bu kampanyaya ya da seferberliğe öncülük eden TOBB, Türk-İş, Hak-İş, TESK, Kamu-Sen, TİM, TÜSİAD ve MÜSİAD'ın imzalarını taşıyan ortak bildirgede vurgulandığı, hem de girişimin sözcülüğünü üstlenen TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu'nun altını çizdiği gibi, Türkiye'nin milli gelirinin yaklaşık yüzde 68'ini hane halkı harcamaları, yani özel tüketim oluşturuyor.

Tüketim-üretim-istihdam
Biliyoruz, görüyoruz ve okuyoruz; krizde tüketicilerin harcama alışkanlıklarında köklü değişiklikler meydana geliyor: 1- Zorunlu olmayan ihtiyaçlarını karşılamayı erteliyorlar. 2- Zorunlu ihtiyaçlarını da mümkün olduğunca kısmaya çalışıyorlar.
Bu değişikliklerde de iki faktör rol oynuyor: 1- İşini yitirenlerin bütçelerinin daralması. 2- İşini koruyanların yarın korkusu.
Oysa, yumurta-tavuk misalinde olduğu gibi, tüketimin daralması üretimi geriletiyor; üretimin gerilemesi ise kaçınılmaz olarak istihdamı vuruyor. Öyle ya; ürettiğini satamayan bir firmanın ya da fabrikanın kadrolarını daraltmak ve maliyetlerini düşürmekten başka çaresi olabilir mi?
Buna karşılık özel tüketimin canlılığını koruması, en azından üretimin de iç pazara yönelik bölümünün dinamizmin sürdürmesini sağlayacak. Üretimdeki canlılık ise, işini yitirmiş olanların hiç değilse bir bölümünün yeniden işbaşı yapmalarına imkân verecek.

Genç işsizlerin dramı
Trajik bir gerçeği hep gözümüzün önünde bulundurmak zorundayız: Türkiye, istihdam daralması açısından krizin en çok vurduğu ülkeler arasında yer alıyor. TÜİK'in (Türkiye İstatistik Kurumu) son verilerine göre, işsizlik oranı yüzde 16.1'e ulaştı. Bu da çalışma çağındaki 3.8 milyon kişinin işsiz olduğu anlamına geliyor. Buna sayıları 2.5 milyonu geçen gayri resmi işsizlerin (İş aramayanlar, aramaktan vazgeçenler, iş bulma umudunu yitirenler) ekleyin... Türkiye'de 6.3 milyonu aşkın işsiz-güçsüz bir kitle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Onların ailelerini, çoluk-çocuklarını da kattığınızda tablo iyice tüyler ürpertici duruma geliyor.
Hele bir de genç işsizler sorunu var ki, katlanılacak gibi değil: Yine TÜİK verileri, gençler arasında işsizliğin yüzde 28.6'ya ulaştığını gösteriyor. Daha bir yıl önce bu oran yüzde 21.5 dolaylarındaydı.
Bir yılda yüzde 30 artmış genç işsizler. Bu veriler de Türkiye'yi genç işsizliğinde OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) üyeleri arasında ilk sıralara oturtuyor. İlk ve en riskli ülkeler safına. Çünkü o milyonlarca genç işsiz, milyonlarca patlamaya hazır bomba demek.
Bir nokta daha: Bir şeyler yapılmazsa o kitle, o ordu daha da büyüyecek. Zira, istihdam daha fazla daralmasa bile, her yıl yarım milyonu aşkın gencimiz hayatında ilk kez iş aramaya başlayacak.
Bulmaları için "İş" olması gerek. "İş" olması için "Üretim" yapılması gerek. "Üretim" yapılabilmesi için "Talep" gerek. "Talep" için de tüketim gerek.
Gelin, gençlerimizin geleceğini karartmamak için tüketim imkânına sahip olanlar gelecek kaygılarını bir yana bıraksın.
Gelin, üreticiler safını genişletmek için çarşıya, pazara çıkalım.
Gelin, bugünden tezi yok ekonominin çarklarına asılalım. Hep birlikte. Seferberlik ruhuyla. Toplumsal dayanışmayla. Haydi!

Erdal Şafak

Cumhuriyet ve yargı

YARGI ne ölçüde tarafsız? Türkiye’nin yıllardan beri tartıştığı mesele... Bu konuda demokrasi tarihinin iki büyük tecrübesi var:
- Biri, devrimci Fransa’nın tecrübesidir; yargının görevi devrimin “uyanık bekçi”si olmaktır. Devrimi yerleştirme dönemlerinde ‘anlaşılabilir’ bir özelliktir bu. Fakat bunun böyle sürüp gitmesi halinde adalete güven hissi kolay oluşmuyor. Toplumsal ve siyasi sorunlar, yargının “taraf” olmasıyla, daha da sertleşiyor.
- Anglosakson tecrübesinde ise yargının görevi uyanık bekçi değil, “tarafsız hakem” olmaktır. Bırakın resmi ideolojinin “bekçi”si olmayı, bu anlayışta yargı bireyin hak ve özgürlüklerini devlete karşı korur. Yargı, devletin emrinde değildir, aksine, devleti “dengeleyici” bir güçlür. “Tarafsız” olduğu için toplumda yargı ve yargıç çok büyük saygınlığa sahiptir. Yargının “tarafsız hakem” olması siyasi ve sosyal ihtilafların çatışmasız çözümünü de kolaylaştırır.
Ayrıntı için Dale Van Kley’in “The French Idea of Freedom” adlı eserine bakılabilir.

Yargı geleneği
Bizim Fransız geleneğine benzerliğimiz Tanzimat’la başladı, Cumhuriyet’le “devrim” kıvamına ulaştı. Merhum Bülent Tanör, “Kuruluş” adlı kitabında şunları yazıyor:
“Yargı organları gerçek anlamda bağımsız ve güvenceli değildir... Yargının ayrı ve dengeleyici bir güç olması söz konusu değildir, esas işlevi rejimi ve inkılapları korumaktır.”
Fakat ‘Kuruluş’ döneminden çok sonra da, mesela, 27 Mayıs’ta ihtilal ve Yassıada fetvalarını veren hukukçu Prof.’lar açıkça “Fransız ihtilal mahkemeleri”ni örnek diye göstermişlerdi!
“Yargıçlara Genelkurmay brifingi” de yargı-devlet organik birliğinin bir örneğiydi.
Yargının parti kapatma kararlarında, “yetki gaspı” niteliğindeki kararlarında, ‘siyasi suçlar’a ilişkin kararlarında, özelleştirme, türban, 367 ve “kamu yararı” gibi konulardaki kararlarında ve “yargıcın gördüğü rüya”da bu eski geleneğin izleri açıktır.
Bu gelenek sebebiyle Türkiye’de “Yargının tarafsızlığı” konusunda sık sık güven krizleri yaşanıyor.

Cumhuriyetin evrimi
Fransa’da 1894’te başlayan “Dreyfus Davası”yla ilgili muazzam tartışmalar, herkese ve yargının kendisine resmi ideolojiye göre değil “adalet”e göre karar vermek gerektiğini öğreten bir şok oldu.
Meşhur Emile Zola’nın Dreyfus davasındaki büyük haykırışı şöyleydi:
“Cumhuriyetin şerefi, onun adaletidir!”
Bugün Fransız Anayasası’nda, kuruluştaki “bir ve bölünmez laik cumhuriyet” ilkesi aynen devam ediyor elbette... Lakin Fransız yargısı artık bu kavramları Jakoben değil, liberal anlamlarıyla benimsiyor. Kişiliklerinden özür dileyerek bir “teşbih” yapayım; Fransız yargısı temel kavramları artık Sabih Kanadoğlu gibi değil, Ergun Özbudun gibi anlıyor.
Toplumsal gelişmeye paralel olarak, cumhuriyetin evrensel evrim çizgisi “Jakoben”den “liberal”e doğrudur. (Marc Antoine Jullien, From Jacobin to Liberal, Princeton, 1993)
Jakobenizm toplum geliştikçe ‘dar ayakkabı’ haline geliyor çünkü.
Elbette Türk yargısı da bir liberal evrim sürecindedir, ama eski izler hâlâ bir sorundur. Cumhuriyeti korumanın “muhafızlık”la değil, adaletle mümkün olacağını tam anladığımızda Türk yargısı evrensel bir kalite kazanmış olacak.

Taha Akyol

Müzakereci demokrasi

Müzakere zeminine dayalı bir kültürün siyasi formasyonu müzakereci demokrasi olur. Geçen yazımda Batılı demokrasilerin zaafına değinmiştim. Ama kuşkusuz sorun bundan da ibaret değildir.Batı'da birbirleriyle rekabet etmekte olan siyasi partiler Fransız Devrimi'nin üç ayrı idealini iktidar kılmak isterler. Bu, farklı çıkarları olan sınıfların da rekabetini ima eder.

Devrimin "özgürlük" idealini liberal partiler, "eşitlik" idealini sosyalist ve komünist partiler, "kardeşlik" idealini de Hıristiyan demokrat partiler temsil ederler. Her üç ideali birleştiren siyasi hareket veya parti mevcut değildir. Olamaz, çünkü Batı tarihinde sınıfların ortak bir paydada buluşmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Demokrasi ve anayasalar birer uzlaşma zeminidirler, ama bu, üzerinde rekabet edilecek zeminlerdir. Yani sınıflar eskiden olduğu gibi kanlı çatışmalara ve savaşlara girişmeyecek, demokratik yolları kullanıp ve anayasaya bağlı kalıp birbirleriyle rekabet edeceklerdir. Rekabet veya yarışın sonucunda kim iktidar olursa bu, onun kendi sınıfsal çıkarını koruması ve geliştirmesi anlamına gelecektir. Gel gör ki, bugün için artık bunun önemi kalmamıştır. Zira bir ülkenin ulusal sınırları içinde birbirleriyle çatışma halinde olan sınıflardan çok, küresel sınıflardan ve çelişkilerden söz eder hale gelmiş bulunuyoruz. Yani eğer ortada bir eşitsizlik ve kapitalistik bir sömürü varsa �ki elbette vardır- bu belli bir toplumun sınıfları arasında değil, ülkeler ve bölgeler arasında süren bir eşitsizlik ve sömürüdür. Bu açıdan da Avrupa'nın sınıflı tarihine göre şekillenmiş bulunan klasik demokrasi yeni küresel sorunlara cevap veremez hale gelmektedir. 19. yüzyılda aydınlanmanın ebedi ideolojisi (dini?) olarak formüle edilen pozitivizm çökünce "toplum projesi" de çökmüş oldu. Postmodernizmin en belirgin vasfı, klasik modernliğe ait toplumu çözmüş bulunmasıdır. Bunun da küresel düzeyde ve her sınıfın yaşadığı hayat alanına nüfuz eden bir çözülme olduğunu unutmamak lazım. Eğer İstanbul'da premodern, modern ve postmodern semtler (Küçükköy, Bakırköy, Maslak) bir arada yaşıyorsa, toplum çözülürken, bu semtlerde de çözülmeler olmaktadır. Sadece iktisadi gelir düzeyi yüksek sınıflar değil, orta ve alt sınıflar da çözülüyor.

Bizim sözünü ettiğimiz müzakereden tabii ki Batılılar habersiz değildir. Fakat bizim Kur'an'ın anahtar terimi olarak seçtiğimiz "müzakere"den kastettiğimiz ile Batı'da bu terimden anlaşılanlar farklıdır. Semantik olarak Batılıların müzakereden anladıkları dini dogmaların tartışmaya açılmasıdır. Şöyle ki: Mademki aydınlanmanın temel felsefi varsayımlarına göre mutlak hakikat yoktur, bu durumda dinin öne çıkardığı inançlar ve kilise dogmaları tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Fakat zaman içinde birtakım konular tartışma ve eleştiri dışına çıkarıldı; marjinal grupların kazandıkları yasal korumalar onlar için birer laik dogma hükmüne geçti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki müzakereyi Umbreto Eco şöyle anlatır: "Müzakere Soğuk Savaş'ın önemli noktalarından biriydi. İki blok şöyle diyordu: Ben ayağımı oraya basmıyorum, ama sen de buradan ayağını çek. Veya ben atom silahlarını sınırlıyorum, fakat sen de onları yapmaktan vazgeç. Bu sessiz, zımni bir müzakereydi."

Bizim kavramsal çerçevesi üzerinde durduğumuz müzakere bu değildir. Esasında Eco da, bahsettiği müzakere sürecinin sona erdiğini yakınarak anlatır: "Bugün biz müzakerenin bu anlamını kaybettik. Toplu tüfekli siyaset, cepheden çatışma siyaseti dönemlerine geri döndük."

Ortadaki resim şu: Toplum çözülüyor, çözüldükçe şiddet yüklü bir kültür herkesi etkisi altına alıyor. Sınıf çıkarı, pozitivizm ve ulus-toplum zemininde teşekkül eden Batılı demokrasiler birleştirici-ortak payda üretemiyor. Müzakereci demokrasi, öncelikle bir zihniyet değişimini öngörür. Bu yeni bir perspektiftir. "Müzekere"nin öncesinde "muarefe", sonrasında "muahede" vardır.

Ali Bulaç

Laik eskatoloji!

Prof. Dr. Türkan Saylan'ın ölümü ve sonrasında yaşananlar bize gösterdi ki, Türkiye'de, laikliği hayat tarzı olarak seçmiş veya en azından kendini böyle tarif etmek ihtiyacı hisseden mühim bir kitle vardır.

Miktarını bilmiyoruz; miktar önemli değil fakat bu realite mühimdir çünkü bu kitle kendini ifade edecek etkili sözcülere sahip bulunuyor; siyaset ve sanat dünyasında, basında, entelektüel mahfillerde, bürokraside ve burjuvazi içinde manidar bir ağırlığa sahiptir. Cumhuriyet'in tesisiyle birlikte iktidar piramidinin tepe noktalarına mevzilenen fakat toplumsal temsil kabiliyeti az olan bu kitle yavaş yavaş orta burjuvazi aracılığı ile kendine toplumsal bir mesned buluyor.

Türkiye, halkının % 99'u Müslüman bir ülke değildir; aslına bakarsanız hiç olmadı ve bu cümle bir şehir efsânesinden ibaretti. Bugün Müslümanlık dediğimiz şey, kendisini laik diye tarif eden insanların nezdinde kültürel bir aidiyetten ibaret kalmış görünüyor; bunun için kimsenin eseflenmesi, "ne hallere kaldık!" diye yakınması gerekmez; bilakis laiklerin, gayrimüslimlerin, Hıristiyanların inançlarını rahatça yaşayabilmesi, kendilerini rahatça ifade edebilmesi için lâzım gelen terbiye derecesine yükselmek gerekir; itiraf edelim ki bu hususta bazen ölçünün kaçırıldığı oluyor.

Türkan Saylan'ın cenaze töreninde konuşan yakınları ve sevenleri, merhûme hakkında dikkat çekecek sıklıkta "ışık oldu, sonsuzluğa gitti" gibi tâbirler kullandılar. Ölümden sonraki hayatın tasavvuru ve ona bağlı inançlar (eskatoloji), bütün kültürlerde son derece tarif edici ve önemli bir unsurdur ve Türkiye'de laik kesim, henüz tedirgin ve belirsiz bir dille de olsa kendi eskatolojisini, yani öteki dünya tasavvurunu inşa etmeye başlamış bulunuyor. Müphem ve belirsiz bir dil fakat bir "vâkıa" olması bakımından sahici. Laik kesim, Müslümanların Kitâbî ahiret inancına ve kavramlarına müracaat etmemek, yeni bir dil (akîde) kurmak hususunda arayış içinde görünüyor. İslâmî geleneklere göre kaldırılan cenazelerde, geleneğe tam denk düşmeyen alkış, cenazenin katafalka konulması, cenazenin başında "ışık oldu" gibi kavramların kullanıldığı konuşmalar yapılması laiklerin yeni akîde arayışına misâldir.

Şüphesiz ki Türkan Saylan'ı uğurlayanlar arasında onu, kültürel Müslüman kimliğiyle bilenler çoğunluktaydı ve belki hakikaten de öyleydi; bir insanı inancından ötürü yargılamak, ardından hüküm yürütmek tek kelimeye densizliktir ve bunu yapmayacağım; sadece işaretlere bakarak toplumda laik kesimin kendi varlığını inşa gayreti içinde olduğunu belirtmek istiyorum. "Laiklik, bir dünya görüşü olabilir mi" veya daha öteye giderek, "Laiklik kendi akîdesini ve ahlâkını inşâ ile yeni bir din hüviyetine bürünebilir mi?" meselesini tartışmak abes. Kim kendini nasıl târif ediyorsa öyledir. Hâl-i hazırda üzerine eğilmek lâzım gelen mesele, kendini Müslüman sayanlarla laik sayanlar arasında karşılıklı bir âdâb ve saygı ikliminin vücut bulmasıdır. Normal şartlar altında bunun bir mesele teşkil etmemesi gerekirdi fakat siyasî iktidarı kimin kontrol etmeye hakkı bulunduğu meselesi, Türkiye'de başlıca gerilim unsurunu teşkil ediyor. Müslüman kesimden yükselen nâdir edep dışı tepkilere karşılık laik kesimin sözcüleri, kendi hayat tarzlarının tehlike altında bulunduğunu öne sürerek siyasî ve toplumsal iktidarı, sadece kendi sınıfları aracılığı ile kullanılması gereken bir imtiyaz olarak görmekten vazgeçmiyorlar: "Bize aitti, bize aittir ve onu sadece biz kontrol edebiliriz" iddiası ortamı sertleştiriyor; halbuki böyle bir tez, işin henüz alfabe noktasında laikliğin teorisine aykırı bir hâldir, bu işin âdâbına ise kısa ifadesiyle "demokrasi" diyorlar.

Öldükten sonra, kimin nereyi murad etmişse oraya gitme inancına saygı göstermek şart fakat yaşayanların hukukuna riayet de şart; şu akl-ı selim noktasına varabilmemiz, öyle görüyor ki daha bir hayli zaman alacak.

Yazık!

Ahmet Turan Alkan

22 Mayıs 2009 Cuma

İki farklı toplum projesi: Çağdaş Yaşam ve Gülen Hareketi

Türkan Saylan için düşündüklerimi ve hissettiklerimi geçen yazımda yazdım. Bugün meselenin bir başka tarafına; Saylan'ın ismi etrafında oluşan saflaşmanın arka planına bakmak istiyorum.
Aslında Türkan Hanım'ın ismi çevresinde kopan fırtınanın arka planında iki farklı toplum projesinin çatışması var:

Çağdaş Yaşam ve Gülen hareketi...

Bunlar Türkiye'nin en büyük ve en etkili iki sivil toplum hareketi ve iki farklı yaşam tarzı tercihini; bu tercihlerden kaynaklanan iki farklı toplum projesini temsil ediyorlar.

Bu sivil toplum hareketlerinin her ikisinin fanatik mensuplarının da adlarının birlikte anılmasını hakaret gibi algılayacaklarını; aynı kefeye konulmaya asla tahammül edemeyeceklerini biliyorum.

Ne var ki bu benzerliği ortaya koymadan, yıllardır devam eden yıkıcı polemikleri, suçlamaları anlamak da mümkün değil.

Evet, bu iki hareket aslında aynı minderde güreşen iki rakip oldukları için bu kadar çatışıyorlar. Biri kendi çağdaşlık ve laiklik anlayışı çerçevesinde Türkiye'nin daha çağdaş bir ülke olmasını misyon edinmiş; bunun için çalışıyor. Diğeri de dini yüksek ahlak sahibi, iyi insan olmanın temel kaynağı olarak görüyor ve daha dindar bir toplum için faaliyet gösteriyor.

Her ikisinin temel faaliyet alanı da eğitim; hedef kitleleri ise gençler... Her iki hareket de "alana" çıktıklarında sık sık yolları kesişiyor; her ikisi de yoksul, zeki ve çalışkan çocukları kendi misyonları doğrultusunda "kazanmak" istiyor; dolayısıyla aralarında ciddi bir rekabet var.

Buraya kadar her şey normal...

Demokrasiyi toplumsal ilişkilerin doğal bir parçası haline getirmiş toplumlarda bu iş zaten hep böyledir. Farklı sivil toplum kuruluşları, farklı duyarlılıklarıyla, farklı dünya görüşleriyle bir arada varolur; kimileri arasında dayanışma, kimileri arasında da kıyasıya bir rekabet vardır...

Bizde yanlış olan, bu iki hareketin birbirleriyle rekabet etmek yerine, birbirlerini acımasızca ezmeye ve yok etmeye çalışması... Diğerinin varlığını kendi varoluşu için tehdit sayması...

Düşünün ki bu iki akım daha baştan yek diğerini sivil toplum kuruluşu saymayarak, hatta meşru saymayarak başlıyor işe. Çağdaş Yaşamcılar ve genel olarak Kemalistler, Gülen Hareketi için sivil toplum hareketi dediğinizde "Tarikatların sivil toplum örgütlenmesi sayılması nerede görülmüş" diye hop oturup hop kalkıyor. Diğerleri ise, Çağdaş Yaşam'ın resmi ideolojiyi savunan bir hareket olduğunu ve böyle bir hareketin sivil sayılamayacağını söylüyor. (Oysa iki itiraz da yanlış. Bir toplumda ne kadar fikir, ne kadar farklı eğilim, ne kadar duyarlılık varsa hepsinin de kendini sivil toplum alanında ortaya koyma ve örgütlenme hakkı vardır; hepsi de sivil toplumun bir parçasıdır. Bu duyarlılıkların din kaynaklı olması da, resmi ideolojiyle paralel düşmesi de bir şey değiştirmez.)

Her iki taraf da diğerini ayrımcılık yapmakla suçluyor. (Oysa sivil toplum kuruluşları devlet gibi bütün vatandaşlara karşı eşit mesafede durmak zorunda değildir. Elbette her biri kendi görüş ve hedefleri doğrultusunda tercihler yapma ve seçici olma hakkına sahiptir)

Ve belki de en ayıp olanı; her iki taraf da diğerini yıpratmak için "içerden ifşaatlar"a; çamur atmalara başvuruyor. Bir gün bakıyorsunuz Çağdaş Yaşam'cılar bir zamanlar Işık Evleri'nde kalan bir çocuğu yakalayıp konuşturuyor; nasıl dini baskı gördüğünü, namaz kılmadığı için evden atıldığını ve benzerlerini anlattırıyor; ertesi gün bakıyorsunuz diğerleri Çağdaş Yaşam'cılardan burs alan bir gence içki-kadın hikayeleri anlattırıyor. Tabii, bu arada bol bol kullanılan köken araştırmaları, tarikat ya da masonluk suçlamaları da cabası...

Sonuç; yarışmanın yerini düşmanca mücadele alınca "serbest rekabet ahlakının" çiğnenmesi (devletin göreve çağırılması, rekabetten kaçıp yasaklamalara bel bağlanması, bel altı vuruşlarla güdümlü ifşaatlarla yıpratılmaya çalışılması) da kaçınılmaz oluyor ve demokratik bir toplum için şart olan farklı sivil akım ve hareketler toplumu bölen unsurlara dönüşüyor. Bu bölünmüşlük ise sivil toplumun gelişmesine değil, otoriter devletin güçlenmesine hizmet ediyor.

Gülay Göktürk

21 Mayıs 2009 Perşembe

Bir açıklama ve gizli kalanlar

Dün hemen bütün gazetelerde yer alan bir konuyu burada “BOP suikastlerinin şifreleri çözülüyor” başlığı altında tartıştık. The New Yorker dergisinin yazarı Seymour Hersh'ün; “Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri ve Pakistan eski Başbakanı Benazir Butto, ABD eski Başkan Yardımcısı Deck Cheney'nin emriyle öldürüldü” iddiasını… Oysa bu iddia yeni bir şey değildi. Konu çok genişti, suikastler listesi çok uzundu. Bugüne kadar hiç birisi aydınlanmadı. Irak'ta din adamlarına yönelik cinayetler aydınlanmadı. Lübnan'da Hariri cinayeti, BM soruşturmasına rağmen aydınlatılamadı. Hariri'den sonra ardı ardına gelen suikastler aydınlatılamadı. Pakistan'da Benazir Butto suikasti aydınlatılamadı. Listede yer alan suikastlerin hepsi karanlıkta kaldı. Hepsine kılıf uyduruldu. Bazıları Şii-Sünni çatışmasıyla, bazıları El Kaide saldırısı kamuflajıyla, bazıları ABD-İsrail'in düşman kategorisinde yer alan ülkeler suçlanarak, bazıları ise uyduruk örgüt isimleriyle kapatıldı. Suikastler gibi, El Kaide saldırılarından da dosyalar rafa kaldırıldı. Seymour Hersh üzerinden konu bir kez daha gündeme geldi sadece. Bir adım ileri gidilemedi.

Ama bir şey oldu. Hersh, Pakistan'da yayın yapan Daily Times gazetesine bir açıklama yaptı. Kendisine atfedilen bütün iddiaları reddetti. “Ben, Butto ve Hariri'nin ölüm emrini Cheney verdi demedim, suikastleri yapan birimin başında General Stanley McChrystal var demedim, kimse bunu bana sormadı” mealinde bir açıklama yaptı.

Ancak, Hersh'e atfedilen sözler yeni değildi. İster söylemiş olsun isterse yalanlasın; “Büyük Ortadoğu Suikastleri” listesinde bulunan isimlerin kaderi büyük oranda aynı merkezler tarafından belirlendi. Her suikast sonrası gelişmelere bakıldığında bu net biçimde ortaya çıkıyor. Adres belli, teknik ayrıntılar gizli. 11 Eylül'den birkaç gün önce Ahmed Şah Mesud'un öldürülmesinden başlayıp Butto suikastine kadar, cinayetlerin işlendiği bölgelerin nasıl karıştığını, suikastlerin siyasi-askeri planlamaların ön hazırlığını oluşturduğunu, işgallerin, iç çatışmaların, bölgesel değişimlerin, harita çizimlerinin hep suikastlerle başladığını anlamak için sadece birazcık dikkat yetiyor.

Diyelim emirleri Cheney vermedi. “Ölüm timleri” yok muydu? Bunlar dünya genelinde örtülü operasyonlar yapmıyor muydu? Sadece suikastler değil, baskınlar, adam kaçırmalar, esir nakilleri, gizli sorgu evleri, gizli toplama kampları, hayalet gemileri, CIA uçakları ve daha nice gayri insani, tüyler ürpertici olaylara imza atanlar kimlerdi?

Şeyh Ahmet Yasin, bir sabah namazı sırasında İsrail füzeleriyle şehid edildi. Bu olaydan birkaç gün önce, Ariel Şaron'un çiftlik evinde kimler bu suikasti konuştu? Guantanamo'da ve Ebu Gureyb'de olanlar dışında hangi gerçekler ortaya çıktı? Dünyanın bir çok ülkesinden kaçırılan sayısız insanın akıbetini bilen var mı? Polonya'dan Tayland'a, Orta Afrika'dan İsrail'in Negev Çölü'ndeki gizli hapishaneler hakkında hangimiz bir şey biliyoruz? Buralarda ve daha bir sürü yerdeki kamplara kaç kişi götürüldü, kaçı öldü, kaçı hayatta? Bilen var mı?

Suikastlerle başlayan dosya, son yirmi yılın siyasi tarihi, gayri resmi tarihi aynı zamanda. Gerçek tarihi. Gizlenmek istenen karanlık, vahşi, ürkütücü bir tarih. Bu tarihin bazı aktörleri barış adamı olarak geziyor ortalıkta. Soykırım yapanları korurken, onlarla gizli anlaşmalar yaparken dünya barışına katkılarından dolayı, insanlık adına ödüllendiriliyor? Onlarla iş tutanlar da en keskin demokrasi ve özgürlük havarisi. Türkiye'de bile…

Evet, Özel Operasyonlar Birliği şimdi Afganistan'dan Pakistan'a yöneldi. Svat Vadisi senaryosunu, Pakistan'ın nükleer silahları üzerindeki kontrol kavgasını ne kadar biliyoruz? Bir takım örgütleri kurup besleyenler, aynı örgütleri gerekçe göstererek terörle mücadele yapıyor. ABD Savunma Bakanı Robert Gates'in Afganistan'daki birliklerin başına getirdiği adam, Hersh yalanlasa da, bu cinayetlerle öne çıkan bir isim. Bağdat'ın dışında işkence mezbahaları kuranlar şimdi Barack Obama'nın “Afganistan-Pakistan bölgesel savaşı” için zemin hazırlıyor. Yarın Türkiye de bir şekilde bölgeye asker göndermek durumunda kaldığında, Anadolu'dan giden genç insanlar, bu adamların planladığı bir çatışmada yer alacak. Bu yüzden o kadar yakınız her şeye.

Bu kadar tartışıldı, uçuş kayıtları çıkarıldı, soruşturmalara konu oldu, CIA'nın gizli uçuşlarında esirlerin nakledildiği gizli hapishanelerin bir tanesinin yeri tespit edilebildi mi? Sadece ABD yönetimi mi gizliyor bunları? İsrail'de bulunan 1391 nolu kampta kaç kişi tutuluyor. Bunlar hangi ülkelerden? Suçları ne? Çölde yerin altına inşa edilen bu gizli hapishane hakkında Birleşmiş Milletler bile bilgi edinemiyor. Bu, sadece deşifre olanı. Sadece Arap kökenliler mi var burada? Türkiye'den kaç kişi var? Kadınların ve çocukların bile tutulduğu bu merkezleri kapatacak bir güç var mı?

Hersh söylemesin, hiç önemli değil. Adres ortada. Emri verenler ortada. Senaryoyu şekillendirenler ortada. Cinayetleri işleyenler ortada. Tetikçiler, taşeronlar, terör ihalesi alanlar bu resmi aydınlatmaz. Bu karanlık dosyalar aydınlanmadan hangi söylem, hangi imaj ikna edici olabilir? Üstelik daha hiç biri aydınlığa kavuşmamışken, üstelik yenileri hazırlanıyorken unutmak mümkün mü? Biz yüz yıl öncesini unutmadık. Hiçbir şeyi unutmayız!
İbrahim Karagül

Rus Müslümanlar

İki şeye içim yanar: Yarım kalan rüyalar ve yarım kalan hayatlar. Bugün size anlatacaklarım da yarım kalmış bir rüya ile ilgili.
Nerede okuduğumu tam hatırlayamıyorum. Yüzyılın başında, Çarlık Rusya’sında, yarım kalmış bir rüya görülmüş. Adı geçen zaman diliminde, bir avuç iyi yetişmiş Tatar Müslüman aydının davet çalışması soylu meyveler vermeye başlamış. Saray çevresinden İslâm’ı kabuleden nüfuzlu insanlar olmuş. İslâm’a davetin kapsamına Çar da alınmış. Bolşevik devriminin arefesinde ülkesinin içinde bulunduğu değer krizini fark eden Çar, davetçilerden dinlediği İslâm’a hayranlığını ifade etmeye başlamış. Hatta iş öyle bir noktaya gelmiş ki, iman etmeye ramak kalmış olan Çar, İslâm’ın içki yasağını öğrenince tereddüt geçirmiş ve arkadan gelen iç kargaşa bu rüyayı yarım bırakmış.
Tefsir derslerimizin istikrarlı taliplerinden tarih doktoru Ağacan Beyoğlu’nun tercüme edip getirdiği makaleyi okuyunca, bu rüyayı yeniden hatırladım ve paylaşmak istedim.
Yüzyılın başındaki bu akim kalmış davet çalışması sırasında binlerce Rus’un Müslüman olduğunu da, yine aynı yerde okumuştum. Eğer komplo teorisi demezseniz, Lenin ve Plehanov gibi Batı Avrupa’da örgütlenen Komünist liderlerin Çarlık Rusya’sına ihraç edilerek orada hem de Kızıl-Yahudi sponsorlar eliyle bir devrim yapmalarının sırrı burada yatsa gerek.
Yüzyılın başında yarım kalan bu rüya, şimdilerde kaldığı yerden devam ediyor. Müslüman olan Ruslar kısa adı NORM olan “Rus Müslümanları Milli Organizasyonu” oluşturdu. NORM kendini 17 Şubat 2006 tarihinde Moskova merkez kütüphanesinde düzenlenen Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki tartışmalı toplantı ile duyurdu.
NORM bir şemsiye kuruluş. Rusya’nın değişik yerlerine dağılmış Rus Müslüman guruplar, ilk defa NORM çatısı altında resmen bir araya gelerek “Biz de varız” dediler. Çatıya ilk iltihak eden dernek Moskovalı Rus Müslümanların kurduğu Sırat-ı Müstakim derneği oldu.
Derneğin başında Müslüman olunca Ali ismini alan Vyaçeslav Polosin bulunuyor. Üstad Ali, eski bir Ortodoks Papazı. Siyasal bilgiler doktoru ve Duma milletvekili.
Tartışmalı toplantıyı yerinde izleyen Moskovskie Novosty yazarı-muhabiri, gördükleri karşısında hayli şaşırmış görünüyor. İslâm dünyasında Hıristiyanlara karşı yürüyüşler yapılıp ruhaniler öldürülürken (Trabzon’da öldürülen papazı kastediyor) Moskova’da Rusların İslâm’a koşmasını hayretle karşılıyor.
Yukarıdakiler gibi, şu bilgileri de bu muhabirin yazdıklarından öğreniyoruz:
İslâm’a en çok rağbet edenler, Bolşevik Partisi’nin radikal kanadına mensup olanlarmış. Rus liberal entelektüelleri de bu sıralar Kur’an’a hayli ilgi duyuyorlarmış. “O kitabı büyük bir hevesle okuyorlar” diyor makale yazarı.
Üstad Ali (Vyaçeslav) Polosin, karşısındaki Ortodoks Papazlar’a karşı İslâm’ı öyle etkili ve ikna edici savunmuş ki, salon onun sözlerine kilitlenmiş.
Rus yazar, salonun ortasında başındaki beyaz sarığı ve beyaz uzun sakalıyla dikkat çeken “bilge” kişiyi, önce bir “Tacik aksakallı” sanıyor. Fakat çok geçmeden onun tüm Rus Müslümanların ittifakıyla NORM’un rehberi seçildiğini öğrenince şaşırdığını söylüyor. Meğer bu zat Rus ordusunun eski bir subayı olan Anatoly Stepçenko imiş. Tacikistan’da görev yaptığı yıllarda Tacik arkadaşlarında gördüğü İslâm ahlakına hayran olarak 1990 yılında kelime-i şahadet getirmiş. Zaten geçmişinde Hıristiyan değil, ateist-komünist imiş. 28 yaşında vaftiz olmuş. Fakat Hıristiyanlık tatmin etmemiş. Budizm, Hinduizm derken eline günün birinde bir Kur’an geçmiş. Arkasından oğlu ve kızı da babalarını izleyerek Müslüman olmuşlar. Karısı direnince boşanmak zorunda kalmışlar.
Üstad Polosin, kendini memleketi Omski’de İslâmî davete adamış. Harun er-Rusî adını alan ilk Müslüman davetçilerden Moskovalı Vadim Sirodov ve arkadaşları onu arayıp bulmuşlar ve NORM’un başına geçirmişler. Şimdi hep birlikte Rusya’nın tümden Müslümanlaşması ideali uğruna koşturuyorlarmış.
Bu idealist adamlar şuna inanıyorlar: “Rus halkının kurtuluşu İslâm’da.” Eğer Müslüman olmazsa, gelecekte Rus diye bir halk kalmayacağını söylüyorlar. Yerden göğe haklılar. Eğer Müslüman olmasalardı, Türk diye bir kavim de kalmazdı yeryüzünde.
İslâm kurtuluştur. İslâm, insanlığın tek adasıdır.
SSCB kurulduktan sonra ilk büyük Müslüman kıyımı 1930’larda yaşandı. Müslüman liderlerin ve alimlerin hemen hepsi öldürüldü. Kaçabilenler canını zor kurtardı. Sovyetler yıkılana kadar da ses seda çıkmadı. Bu yarım yüzyıl çok karanlık, çok kahrediciydi. 20. yüzyılın İslâm seyyahı ve düşünürü T. B. Irving, İslâm dünyası hakkında kaleme aldığı o hacmi küçük, muhtevası büyük eserinde SSCB Müslümanlarına da yer verir. Irving öylesine umutsuzdur ki Sovyet Müslümanlarından, “Türklerin yarısının sonsuza değin Demir Perde gerisinde kalmasına izin mi vereceğiz?” diye sorar ve sözünü şöyle bitirir: “Birçok halkı köleleştirmek için işleyen bu köhne Sovyet açmazını yıkmalıyız.”
Ve kütür kütür yıkılıp hak ile yeksan oldu Sovyetler. Eğer akıllanmazsa, Amerika’yı da aynı akıbet bekliyor. Ama İslâm yaşıyor, kanı var ki kan veriyor, canı var ki can veriyor.
Ve rüyamız sürüyor ey millet, rüyamız sürecek!..

M.İslamoğlu

Yolun açık olsun yiğit

Bendeniz, oldum olası ölüm karşısında abartılı tepki vermem. Belki yapımdan, belki başta annem olmak üzere birçok sevdiğimi küçük yaşta kaybetmekten dolayı, ölüme bir tür yakınlık duyar, ona kötü gözle bakanlara gönül koyarım. Ölüm karşısında abartılı tepki verenlerden hazzetmem.

Ölüm dediğin ne ki? Hayatın öteki yüzü, değil mi?

Yaşamak, ölmektir. Yaşamak, her an ölümü tatmaktır. Onun için Kur’an: “Her can ölümü tadıcıdır” buyurur. Cümlede “tadıcı”nın karşılığı fiil değil, ism-i faildir. Kûfe ekolüne göre ism-i fail süren fiildir. Yani, devam eden, kesintisiz süregelen. İsm-i failin bir başka ifadesi de “bir şeyi meslek edinmek”tir. Buna göre ayetin açılımı şu oluyor: “Her can her an ölümü tatmaktadır”.

Yüzümüz, altı ay önceki yüzümüz değil. Yüzümüzün tüm hücreleri altı ayda baştan sona yenilenir. Çok azı müstesna, diğer tüm organlarımızdaki hücreler de öyle. Yani, bilinç dışı bir biçimde, ilahi bir kanun gereği, bedenimizde her an milyonlarca hücre ölümü ve doğumu olup bitmektedir.

Her nefes alış bir dirim, her nefes veriş bir ölümdür. Bu ikisi hayatın iki yüzünü oluştururlar. “Yuhyi ve yumit” olan, yani “ölümü ve hayatı yaratan” Allah’ın fiilleri, insanda böyle tecelli eder.

Bütün bu hakikatleri bilmemize rağmen, yine de ölümü sevdiklerimize yakıştıramıyoruz. Duyduğumuzda, “Yok, o değildir canım” diyoruz. Belki dilimiz varmıyor “öldü” demeye. Ölüm hayatın öbür yüzü olsa da, yine de zor geliyor. Hele bu genç ölümüyse, Yunus’un diliyle “Gök ekini biçmiş gibi” bir ölümse, daha da zor geliyor.

Futbolcu Gökmen’in ölümü karşısında verdiğim tepki de, tıpkı böyle oldu.

Kızım, Perşembe gün “Gökmen abi ölmüş, televizyondan izledim” dedi. “Bir yanlışın var kızım, karıştırmış olabilirsin” dedim. Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’nin Filistin Şiirleri gecesine katılmak için yola çıktığımızda, arabanın radyosundan aldım Gökmen’imin ölüm haberini. İçimi şöyle hafiften bir alaz yaladı geçti. “Ölümü yaratan Rabbe hamd olsun” dedim. “Ahiretin taze misafiridir” dedim. “Yeni varmıştır, yer garibidir” dedim. “Kimbilir, belki de açtır, susuzdur; ilk nevale gönderen biz olalım” dedim. Gönderdik bu taze ahiret yolcusuna manevi nevalelerden: dua ettik, rahmet diledik, okuduk…

İlk kez Güney takımlarında top koştururken sesiyle tanıdım onu. Tefsirimizin ve eserlerimizin düzenli bir takipçisi olduğunu söyledi. Bir Kur’an ve İslam aşığıydı belli ki. Telefondaki sesi, efendiliğini ve sükunetini ele veriyordu. İstanbul’da oynamaya başlayınca derslerimizin müdavimi oldu. Sık sık gelir, duygularını, heyecanlarını, hatta rüyalarını bizimle paylaşırdı. Fıkıhlı yaşar, sualler sorar, aldığı cevapları hayatına tatbik ederdi.

Şer-i şerife göre yaşamak için can atardı. Yaptığı her işte “Allah ne der?” diyenlerden idi. Genç yaşına rağmen halinden akan o sükunet ve sekinet, insana itimat telkin ederdi. Onun bu haline ilk vakıf olduğumda, futbol gibi pek de tekin olmayan bir mesleğin içinde, nasıl olup da bu kadar saf ve temiz kalabildiğine çok şaşırmıştım. Hâlâ da bu sualin cevabını bulmuş değilim. Demek ki, Kur’an’ın o mucizesi her zaman ve her yerde tecelli ediyor: “Sakınanlar, korunurlar”…

Gökmen’in ölümü, bana bir çok şeyi tedai ettirdi. Başta, modernlerin, dünyada daha fazla yaşama tutkusunun ne kadar boş bir iş olduğunu.

Hani, hatırlayın o sloganvari sözleri: Spor yap, sağlıklı kal… Sağlıklı ve uzun yaşamak istiyorsanız, yılda bir kez mutlaka çekap yaptırın… Düzenli beslenme, ömrünüzü uzatır…

İlahi hakikat, modernlerin bu aforizmalarını adeta “ti”ye alıyor. Söyler misiniz; profesyonel bir futbolcu spor yapmıyorsa, kim yapıyor? Çekap ve hekim kontrolü dersen, ha keza. Değil yılda bir, her an k-hekim kontrolündedir profesyonel sporcular. Beslenme de öyle; tüm gıdaları, işin uzmanı diyetisyenlerin kontrolündedir. Onları sermaye olarak koşturanlar, yatırımlarından verim almak için bakımlarında ve beslenmelerinde kusur etmezler.

Gökmen, antrenman için çıktığı sahada düşüyor ve bir daha da kalkmıyor. Sonuç: Kalp krizi. Ve bu sebebi bilinmeyen (veya bilinen) kalp krizleri, genç yaşlı ve hatta çocuk demiyor. Aniden geliyor ve alıp götürüyor. Kalp krizinden ölümler, kanserden ölümlerin 20 katına ulaşmış. Sebebi araştırılıyormuş. Uzmanlar pek de mukni şeyler söyleyemiyormuş. Vs, vs…

Gökmen’in ölümünden bağımsız olarak söylüyorum: Bu bir afet. Modern hayat, insana verdiğinden fazlasını alıyor. İnsanı “dünya hayatına” meftun ediyor, ona daha uzun daha sağlıklı, daha konforlu bir ‘yaşam’ (!) vaad ediyor. Hayatı sigortalamak gibi gariplikler icad ediyor. Ama ölümün bir türlü önüne geçemiyor. Ölümün ilahi kanunları, tek dünyalı modernlerin tüm iddialarını avuçlarına verip, onları şaşkına çeviriyor.

Çift dünyalılar, tek dünyalıların ölüm karşısındaki bu paniğini tebessümle izliyorlar. Eminim ki, Gökmen de bulunduğu yerden tebessüm ediyordur. O “Allah’tan geldik, O’na döneceğiz” diyenlerdendi. Şimdi iman ettiği “ğayb”a kendisi de karıştı. Onu “kayıp” etmedik, o “ğayb” oldu ve yakine erdi. İman ettiği haikatleri, şimdi ruhuyla görüyor, biliyor, yaşıyor.

Yolun açık olsun yiğit. İyi bilirdik; Allah seni iyiler arasına katsın.

M.İslamoğlu

"Kürtlerin meselesi"

Başlıktaki ifadeyi bilerek "Kürt meselesi" diye kullanmadım. Bu terkibi kullanmaktan kaçındığım için de değil.Çok farklı odaklara göre farklı muhtevası bulunan "Kürt meselesi" diye bir şey var, onu kullanmaktan kaçınmam. Ama ben burada farklı bir şeyi değerlendirmek istiyorum ve onun başlığını "Kürtlerin meselesi" diye koymak gerekiyor.

"Kürt meselesi" belki, Ankara'dan bakılınca, "Türkiye'nin bütünlüğü", dünyadan bakılınca "kimlik meselesi"dir. Belki enerji meselesidir, belki Ortadoğu meselesidir vs...

Ama bunların yanında, Kürtlerin de kendi içlerinde bir meselesi var ve şu an yoğun biçimde konuşulmuyor olsa bile, iç dolaşımda ciddi bir gündem oluşturduğu muhakkak.

Bu konuyu değerlendirmek amacıyla aşağıya, Şeyh Said'in torunu, "Kürt meselesi"ni çok uzun zamandan beri dillendiren ve kendine göre önemli koordinatlar işaretleyen Abdülmelik Fırat'ın, Vatan'dan Mine Şenocaklı'ya verdiği mülakattan bir bölüm almak istiyorum. Soru ve cevaplar şöyle:

"Şenocaklı-....Diyarbakır'a gidince görüyoruz ki, Kürtlerin büyük kısmı Öcalan'ı liderleri kabul ediyor...

A. Fırat-Öcalan'ın lider olarak görülmesi için propagandasını yapıyorlar. Öcalan'ı putlaştırıyorlar. Oysa ben içindeyim biliyorum, PKK'nin görevi Doğu'daki örf ve adetleri, inançları zayıflatmak... Kürtlerin sadece yüzde 20'si PKK'ye rey veriyor. Yani 2 milyon Kürt...

Şenocaklı-PKK'ya mı oy veriyorlar?

A. Fırat-Yani DTP'ye! DTP, PKK'dir. Bunu bilmeyen var mı? Türkiye'de 8 milyon Kürt oyu var, bu 8 milyonun 6 milyonu PKK'ye oy vermez... Bugüne kadar, 60 bin Kürt genci ölmüştür, 4 bin köy boşaltılmıştır, 3 milyon Kürt göç etmiştir. Bu PKK'nin Kürtlere yaptığı en büyük ihanettir. Ama buna rağmen Kürt sorununu PKK ile konuşuyor aydınlar. Hiç kimse demiyor ki, 'Kürtler'in yüzde 80'i PKK'ye oy vermemiştir. Bu Kürtler de PKK'nin söylediğinden daha önce bunları söylemişlerdir."

Soru cevap bu. Peki bu soru - cevabın bize bildirdiği husus ne?

Abdülmelik Fırat'ın, Kürt seçmenin ancak yüzde 20'sinin oyunu almış olmasına, 8 milyonluk Kürt seçmeninden 6 milyonunun PKK'ye oy vermeyeceği bilinmesine rağmen PKK- DTP çizgisinin Kürtlerin temsilcisi olarak kabul edilmesinden duyduğu rahatsızlık değil mi?

Ve "PKK'nin görevi Doğu'daki örf ve adetleri, inançları zayıflatmak..." diyen, "bugüne kadar 60 bin Kürt genci ölmüş, 4 bin köyün boşaltılmış, 3 milyon Kürt'ün göç etmiş olmasından PKK'yi sorumlu tutan" ve "Bu, PKK'nin Kürtlere yaptığı en büyük ihanettir" diyen Abdülmelik Fırat'ın bu hareketten rahatsız olduğunu anlamaktayız, değil mi?

Peki ne olacak yarınlarda?

Diyelim, DTP-PKK'nın etkin olduğu alanlarda Abdülmelik Fırat kendisini nasıl hissedecek?

Gerçekte, son bir - iki ay içinde, Doğu - Güneydoğu'dan gelen birçok insanla bir arada oldum.

Genelde farklı dini gruplara mensup insanlardı bunlar.

Hemen hepsinin ortak kanaati, "Bölge insanının son derece dindar olduğu, bölgenin Sahabe hatıralarıyla dolu olduğu, birçok alimin bulunduğu, Diyarbakır gibi, siyasi hüviyeti öne çıkarılmış şehrin, aslında çok derin bir dini hüviyete sahip bulunduğu" şeklinde idi.

"Bir Kur'an toplantısında statlarda 40-50 bin insan toplanıyor, karikatür krizinde Diyarbakır meydanına 1 milyona yakın insan koşuyor, Kutlu Doğum'da, on binlerce insan meydanlara akıyor" diyorlardı gururla...

"DTP'ye oy verenler bile DTP - PKK'nın ideolojik çizgisini kabul ediyor denemez" diyorlardı. Aynı insanlar, kadın - erkek, genç yaşlı, çocuk... hem DTP'nin düzenlediği Nevruz'a, hem Kutlu Doğum toplantısına katılıyordu onlara göre.

Peki ama, neden orada PKK ve DTP öne çıkmıştı? Siyasi temsil dendiğinde neden o çizgi başat roldeydi?

Buna dair epeyce izahları vardı.

İzahların bir kısmı, Ankara'nın laikçi yaklaşımları ile PKK - DTP çizgisinin örtüştüğü şeklindeydi. Bir kısmı PKK'nın Ergenekon bağlantılarına işaret etmekteydi. Bir kısmı, PKK - DTP çizgisinin birbiriyle irtibatına karşılık, diğer cenahların dağınıklığı yönündeydi.

Ama, ortaya çıkan net görüntü, Kürtlerin kendi içinde derin çelişkiler taşıyor olmalarıydı.

Tıpkı Türkiye'nin öteki cenahında, etnik aidiyet ötesi bir siyasi - fikri - ideolojik farklılaşma olduğu gibi...

Türkiye genelinde bir CHP iktidarından duyulan tedirginlik, Kürtler arasında, DTP - PKK temsilinden duyulmaktaydı.

Şu an sorun, "Kürt kimliği" etrafında yoğunlaşsa bile, önümüzdeki dönemin, kesinlikle, farklı temsil imkanlarının arandığı bir dönem olacağı kesin gibi görünüyor.

Ahmet Taşgetiren

Yapabileceğimiz hiçbir şey de yok!

Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ekranda Can Dündar ve gençlerin sorularını yanıtlıyordu (NTV, Neden), izlerken, hayatımda ilk defa üzüntü ve neşenin aynı anda -beraber- hissedilişini yaşadım.


Olay şöyle gelişti...

Bakan Çubukçu Türk çocuklarına İngilizce öğretmek konusunda arzu edilen seviyenin hayli altında olduğumuzdan dem vurarak, bu işi bir şekilde çözmek lazım, ne yapıp edip çözeceğiz manasında bir hedefe işaret etti.

Ben başladım gülmeye!

Ama sanki hüzün ve çaresizlik arası bir üzüntü denizinin ortasındaki kahkaha adası üzerindeyim.

Bir tür ‘güleriz ağlanacak halimize’ durumu, ama tam da öyle değil, anlatmam gerek...

* * *

Yıl 1988, Başbakanlık, rahmetli Adnan Kahveci’nin odası; ‘Gençlere mutlaka ileri düzeyde İngilizce öğretmemiz şart, yoksa Türkiye dünyayı ıskalar. Bu konuyu düşünün’ dedi ve kalemi kağıdı önüne çekip çalışmaya başladı. (Bu bana git odana sen de çalış demek.)

Beş dakika geçmemişti ki, ‘Ben formülü buldum’ diyerek, benim odaya daldı:

- Bizdeki İngilizce öğretmenleriyle olmaz bu iş, zaten o kadar öğretmenimiz yok. İngiltere’den Amerika’dan binlerce öğretmen de getiremeyiz, çok para eder, bütçe yetmez. Ne yapacağız?

- Ne yapacağız?

- Düşünün!

- Siz ne düşündünüz diye düşünmekten düşünemiyorum ben.

- Hah! Formül şu: İngilizce öğretmenlerini Hindistan’dan getireceğiz. Bütün Hindistan İngilizce konuşuyor, binlerce İngilizce öğretmeni; bizim öğretmen maaşına bayram ederek gelirler üstelik. Tek bir sakınca var...

- Lojman?

- Hayır!

- Turgut (Özal) Beyi ikna etmek?

- Hayır! Bayılır o bu işe.

- Pes ettim...

- Bizim çocuklar biraz Hint aksanıyla İngilizce konuşur!

(Burada beni gülme krizi tuttuydu, Adnan Bey’i de tetikledi o da gülüyor ve anlatmaya devam ediyor) Ama olacak o kadar! (Masaya kapanarak gülüyordum ki finalde komalık oldum. Hint aksanının mükemmel taklidiyle...) But there is nothing we can do about it!

Gülmekten kasıklarımı tutarak kendimi odadan dışarı attığım o anı hatırlayınca; içimden hem gülümsedim, hem de her ne kadar değiştiremeyeceğimi kabullensem de, içimdeki acı çaresizlik yanığını yine hissettim.

* * *

Bir de çok daha az duygusal, gerçek anlamda üzüntü verici durum var ortada...

Yıl 1988, Türkiye, çocuklarımıza İngilizce öğretmemiz şart diyor.

Yıl 2009, Türkiye, çocuklarımıza İngilizce öğretmemiz şart diyor.

En az 21 yıldır (kaç 21 ya, neyse) aynı noktadayız!

Bizim aslında çözüm üretmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bahane üretmekte üstümüze yok mesela, keşke şu işleyişi tersine çevirebilsek!

Ben burada 21 yıl öncesinden bir çözüm önerisi sunuyorum.

‘Olacak iş değil, deli saçması’ demek kolay...

Kabul, daha iyi bir çözüm öneren çıksın, hep beraber o çözümün peşine düşelim!

20 yıl evvel başlasaydık şimdi 30 yaşındaki gençlik çatır çatır İngilizce konuşuyor olacaktı.

Gerçi hafif bir aksanla...

But there is nothing we can do about it!

Murat Birsel

Kadınlara arkadan yaklaşmak

Allahın selamı sizin ve bu davaya kendini adamışların üzere olsun
hocam sizlere bir sorum olacak
ben imam humeyniyi seven ona sempati duyan bir insanım ve tam olarak hakkında çok fazla detaylara sahip olmasamda alim bir kişilik olarak bilirim fakat gecenlerde bir selef arkadaşın onun hakkında bir şey dediğine şahit oldum inanmak istemedim araştırmaya çalıştım ama kaynak eksiğim çok fazla oldugu için söyletilerden başkasına ulaşamadım.bu yüzden kafam karışık mesele şu hocam tabi konuyu size açarkende affınıza sıgınıyorum ilimde mahrem olmazmış
arkadaş İmam humeyninin cinsel ilişkide arkadan yaklaşmaya cevaz vediğini ve böyle bir fetvası oldugunu söyledi. benim sunni anlayışta öğrendiğim şeylerin tam tersi bu da benim imam Humeyni tasavvurumu zedeledi araştırmaya kalktım ama kaynak bilgim az olduğundan dolayı sizden yardım almaya karar verdim sizden dileğim bunun gerçek olup olmadığı hakkında beni aydınlatmanız yada beni bir kaynağa yönlendirmeniz?
-zira eğer dogru ise bunu imam Humeyni ne ye dayanak yaptığını
-bu söylenenin doğru olması durumunda yıkılan tasavvurumun tam anlamıyla oturması için yapmam gerekenleri
bana açıklayarak yada bana bir kaynak göstererek yaparsanız beni suanki sıkıntımdan kurtarmış olursunuz şimdiden sizlerden Allah razı olsun


Cevap:

Aziz mümin,
Bu yaklaşım tam da "imam şafii kişinin öz kızıyla zinasının caiz olduğuna fetva veriyor" demek kadar kendini bilmezce, alçakça ve artniyetlidir.
Evet, Şafii, kişinin zinadan olma kızıyla nikahlanmasına cevaz verir. Bu cevaz bizce de yanlıştır. Fakat Şafii'nin usulünden kaynaklanır. Şimdi biri kalkıp "Şafii kişinin kızıyla evlenmesi caizdir diyen bir adamdır" derse terbiyesizlik etmiş olmaz mı?
İşte Ayetullah Humeyni için denilen de tam buna benzer. Bu Ayetullah Humeyni'nin icad ettiğıi bir şey değil ki. Ta İbn Abbas'ın öğrencisi ikrime ayetteki "kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza nereden/nasıl isterseniz öyle varınız" ayetini herhangi bir sınırlama olmadığı şeklinde yorumlamıştır. İkinci nesilden/tabiinden olan ikrime'nin bu yorumuna kendi çağdaşlarından "köle yanıldı" tepkisini veren tabiin olmuştur. Ehl-İ Beyt okulu genellikle bu yorumu benimsemiştir.
Ehl-i Sünnet okulu ise bu yaklaşıma itiraz etmiştir. Şöyle ki:
Ayetteki ennâ zarfının aslen iki manaya geldiği doğrudur: 1) nereden, 2) nasıl.
Fakat ayet "kadınlarınız sizin tarlanızdır" buyuruyor. Tarla ürün veren yerdir. Dolayısıyla tarla denilmeye rahme açılan kadınlık uzvu layıktır ve ayet örtülü olarak onu kasdetmiştir. Zira dölyolu ancak "tarla" vasfını almaya layıktır. Diğer yol için insan ürünü olan çocuğun doğumunda rol oynamadığı için "tarla" denilemez. Dolayısıyla ayette kapalı olarak kastedilen "tenasül organıdır" ve ayetin açılımı da "kadınlarınız sizin nesillerinizin tohumunu ekip o tohumun mahsulü olan çocuklarınızı hasat ettiğiniz tarlanızdır; o tarlaya tenasül yolundan olmak şartıyla, hangi pozisyonda, hangi yönden, hangi usulle varırsanız varın, bu sizin bileceğiniz iştir" denilmiştir. Bu konuda Hz. ömer'in yaşadığı nakledilen bir de nüzul sebebi rivayeti vardır. Hz. Ömer bir gün pişmanlık sözleriyle Allah Rasulü'ne başvurur. Sebebini ise farklı cinsel ilişki pozisyonunu kastederek "Atıma bugün ters bindim" der. Rivayete göre bu ayet bunun üzerine inmiş olur.
Ezcümle:
1. Bu ilmi bir mevzu olan ve farklı mezheplerdeki alim ve fakihlerin kendi aralarında tartıştıkları ve ihtilaf ettikleri bir meseleye böylesine basit, sığ ve buram buram mezhep holiganlığı kokan bu çirkin yaklaşım merduttur, edepsizdir, verdiğim Şafii örneğinde olduğu gibidir.
2. Ulemamızın ilmi olarak kendi aralarında tartıştığı meseleleri cühelamızın böylesine reddi bir üslupla tarafgirliklerine alet etmeleri çirkindir, zararlıdır, hadsizliktir.
3. Bu basitlikte ele alınırsa, Nebiz'e helaldir dediği için İmam Azam Ebu Hanife'yi "Bira'ya helaldir" dedi iftirasıyla, İmam Muhammed'i Daru'l-Harp'te karlı çıkacaksa mümine verdiği "ribalı muamele" cevazı yüzünden "İmam Muhammed faize helaldir" dedi iftirasıyla ve daha bir çok imam diğer imamlara muhalefet ettiği ve ilmi bir biçimde ortaya koydukları fetvaları yüzünden iftiralara maruz kalabilir.
Allah bizi insaf, adalet ve itidalden ayırmasın.

M.İslamoğlu

Davutoğlu AB için ne düşünüyor?

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturması genel olarak olumlu karşılandı. Hatta bazıları tarafından coşkulu bir kabul gördü bile diyebiliriz. Yeni bakan, Türkiye’de dış politika alanında bütüncül, kendi içinde tutarlılık taşıyan ve hedefleri olan bir perspektife sahip tek uzmandır. Resmi dış politika tezlerinin dışında açılımcı ve stratejik bir tablo çizmeyi başarmıştır. Yıllardır Türkiye’ye hep dışarıdan rol biçilmekteydi. Prof. Davutoğlu, ‘Stratejik Derinlik’ isimli çalışmasında açıkça görüldüğü gibi Türkiye’ye içeriden rol biçen ilk kişidir. Bu rol hamaset ve sloganla değil, bilim, tarihsel gerçeklik, strateji ve konjonktürel fırsat vektörlerinin birleşmesiyle oluşmuştur.

Üstelik, kağıt üzerinde de kalmamış, Davutoğlu’nun 6 yılı aşkın süredir hükümete sunduğu danışmanlık ötesi servis sayesinde pratikte de sınanmış ve artık daha açık görülüyor ki başarılı da olmuştur. Şimdi daha ağır ve bununla birlikte daha fazla fırsatları olan bir göreve gelmiştir.

Davutoğlu ile birlikte Brüksel’e AB Ortaklık Konseyi toplantısına gittik. Yeni Bakan’ın dış politikada Avrupa’dan çok Ortadoğu dosyalarına meraklı ve eğilimli olduğu eleştirilerinin ışığında bir ziyaret gerçekleşti. Önce şunu söylemeliyim; tablo tam tersinedir. Yani AB ile mesafeli bir tutum bir yana Davutoğlu, güçlü bir AB perspektifi taşıyor. Seçime kadarki dönemi kapsayan satır satır planlanmış bir Avrupa Birliği programı oluşuyor. Ziyarette Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış da vardı. İki bakan arasındaki uyum da yeni süreçte Ankara-Brüksel hattının daha iyi işlemesi için bir avantaj olacaktır.

Davutoğlu, ‘AB’nin unutulması mümkün değil, çünkü bu süreç kendini unutturmaz’ diyor.

Yaptığımız uzun sohbeti tıpkı Davutoğlu’nun sık sık müracaat ettiği anlatım yöntemini kullanarak, konuyu parçalarına ayıralım.

AB Türkiye için ne ifade ediyor?

‘Avrupa Birliği temelde bir ikinci Tanzimat projesidir. Büyük bir yeniden yapılanmaya ihtiyacımız var ve AB süreci bunu sağlayacak. 2005-06’ya kadar yoğun ve başarılı reformlar yaptık. Ama 2007’de yaşananlar gösterdi ki demokrasimiz hala kırılgan. O yüzden Türkiye’nin anayasa başta olmak üzere siyasal reformlara ihtiyacı var.’

Peki, reformlar neden aksadı?

‘En önemli faktör içerdeki gelişmeler. Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci, PKK terörünün kıpırdanması ve AK Parti hakkındaki kapatma davası tempoyu düşürdü. Geride kalan 2-3 sene bu açıdan kayıptır. Buna rağmen TRT 6, Vakıflar Yasası, 301’in değişmesi ve 1 Mayıs gibi adımlar atıldı.

İkinci faktör ise, Kıbrıs’ın AB tarafından ele alınış biçimidir. Ahde vefa göstermediler, bütün riskler alınmış olmasına rağmen bir şey yapmadılar.

Üçüncü ‘yavaşlatıcı’ faktör ise Chirac-Schröder ikilisinin gidip yerine Sarkozy-Merkel’in gelmesi.’

Peki bundan sonra ne yapılacak?

‘Önümüzde Meclis’in tatile gireceği 1,5 aylık ilk dönem var. Bu süreyi iyi kullanacağız. İnsan Hakları Kurulu’nu özerkleştirip Avrupa Birliği genel sekreterliği yasasını değiştireceğiz. Ardından yıl sonuna kadar İlerleme Raporu’nun olumlu çıkması için gereken bütün reformlara el atacağız. Elbette burada muhalefetin de katkısı olmalı. Seçime kadar olan süreyi de seçim havasına girmeden bir seferberlik bilinciyle değerlendirmeliyiz.’

Hem Davutoğlu hem de Bağış, Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkaslar’daki ağırlığının iddia edilenin aksine AB sürecini zayıflatmadığını, güçlendirdiğini belirtiyorlar. ‘Biz orada etkili ve başarılı olduğumuz için AB’de daha değer kazanıyoruz. Tersi de doğru. AB müzakere süreci de Ortadoğu’daki ağırlığımızı artırıyor. Dolayısıyla iki süreci artık birbirinin ayrılmaz parçaları olarak kabul etmek, dış politika perspektifini buna göre belirlemek lazım’ diyorlar.

Davutoğlu, AB konusunda istekli ve sabırsız diyebiliriz. Daha koltuğunda iki haftayı doldurmadan müzakere fasılları üzerinde iki tur yapması ve Avrupa ağırlıklı ziyaret trafiği de bunu gösteriyor.

Bu cümle de ona ait: ‘Ya hemen moment kazanmalıyız ya da durağanlaşma ve rutinleşmeye gireceğiz ki buna izin vermemeliyiz.’

Mustafa Karaalioğlu

Hakimlere ne kadar güvenmeliyiz?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında ‘şüpheli’ kararı veren Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz, ‘Hakimlere güvenmek lazım’ demiş.

Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığı var mı yok mu tartışmasına girmek istemiyorum.

Biliyoruz, Cumhurbaşkanı’nın parlamenter dokunulmazlığı yok.

Bunu Osman Kaçmaz isimli Ağır Ceza Hakimi de biliyor...

Cumhurbaşkanlarının ‘vatana ihanet’ suçlaması dışında da yargılanabileceğini söyleyen ve Erdoğan Teziç mamulü 367’den sonra yeni bir icada daha imza atan Sabih Kanadoğlu da biliyor.

Fakat buradan, Cumhurbaşkanı’nın yargılanabileceği, hele ‘şüpheli’ şeklinde küçültücü sıfatlarla anılabileceği anlamı çıkmaz.

Değerli yargıç, suç işlemiştir.

Daha doğrusu, görevini kötüye kullanmıştır.

Hele, ‘şüpheli’ gibi, tahkir kokan ve küçültücü bir ifadeyi ‘mahkeme kararı’ haline getirerek, işlediği suçu katmerlendirmiştir.

Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. İsmail Kayar, ‘kararın, anayasal ve yasal dayanaktan yoksun olduğunu’ söylüyor.

Prof. Ergun Özbudun, ‘milletvekiline tanınan dokunulmazlık imkanının devletin en yüksek makam sahibinden esirgenmiş olmasının düşünülemeyeceğini’ ifade ediyor.

Katı laik görüşleriyle tanınan Özdemir Özok bile karara tepkili.

Hatta Özok daha da ileri gidiyor, bunun ‘Cumhurbaşkanlığı makamını yıpratmaya dönük bir karar olduğunu’ söylüyor.

Böyle midir, bilmiyorum.

Fakat, benim dikkatimi, daha çok, ‘Hakimlere güvenmek lazım’ ifadesi çekti.

Hakimlere güvenmek lazım, doğru.

Fakat, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, yargıya güvenimizi boşa çıkaran yanlış hakim kararları ve ‘kötü muhakeme’ örnekleriyle dolu.

İstiklal Mahkemesi hakimleri güvenilir değiller miydi?

Bugün elimizde, bir kısmı tartışmalı, binlerce idam cezası kararı var. Üstelik, temyizi olmayan bir mahkemeydi bu ve karar tamamen hakimlerin vicdanına bırakılmıştı.

Peki, kamuoyunu aylarca ‘köpek davası’, ‘bebek davası’, ‘cımbız davası’ maskaralığıyla uğraştıran Yassıada Mahkemesi’nin hakimleri?

Güvenilir değiller miydi?

Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde ‘hakim’ kürsüsünü işgal eden birbirinden değerli sivil ve askeri yargıçlarımız?

Güvenilir değiller miydi?

Ki, yüzlerce ‘idam’ kararı verdiler. Bunlardan bir kısmı infaz edildi.

Peki, ‘Bu ülkeyi sevmiyorsanız, gidin uzayda yaşayın’ diyen ismi bende saklı değerli DGM hakimi?

Güvenilir değil miydi?

Osman Kaçmaz’ı tenzih ederim.

Hukukun üstünlüğüne inanan, ‘hukuk devleti’ ilkelerini her türlü ideolojik mülahazanın önüne geçirmiş, kararlarıyla ‘Türkiye’de hakimler var’ dedirten yargıçlarımızı da tenzih ederim.

Fakat, öte yandan, ‘hukuk devleti’nin değil, ‘ideolojik yargı devleti’nin umdelerine göre hareket eden hakimlerimiz de yok mu?

Belki de ‘yargı devleti’ni tartışmalıyız.

Hukukun ‘haklar’la ilişkisini kurcalamayı akledemediğimiz için, ‘hukuk devleti’yle ‘yargı devleti’ni karıştırıyoruz çoğu zaman.

Tıpkı hukukun üstünlüğüyle, üstünlüğün hukukunu karıştırdığımız gibi...

Osman Kaçmaz bu konuları tartışmaya var mı?

Ahmet Kekeç

Gül'ün açıklaması siyasi ufku değiştirebilir

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dün Türkiye’de siyasi dokunulmazlıklar konusundaki tıkanmışlığın açılmasına vesile olabilecek, ancak önümüzdeki birkaç yılın siyasi dengelerini değiştirebilecek önemli bir açıklama yaptı.
Bu açıklamayı, Ankara-Sincan 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin kamuoyunda ‘Kayıp Trilyon’ olarak bilinen davadaki takipsizlik kararı kaldırması üzerine yaptı. Bu karara göre Gül’ün önünde, eğer Yargıtay da onaylarsa Cumhurbaşkanı sıfatına rağmen ifade verme ve yargılanma ihtimali çıkacaktı. Bu ihtimal son birkaç gündür Ankara’da yeni bir kutuplaşmaya yol açmıştı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek ve Cumhurbaşkanlığı ‘Cumhurbaşkanı’nın görev başında iken yargılanamazlığını’ söylerken, yargı bünyesinden Anyasa’nın 105’inci maddesinin Cumhurbaşkanı’nın görevi nedeniyle yaptığı işlerden sorumsuz olduğunu, ancak görevinden önce ve Cumhurbaşkanı göreviyle ilgisiz işlerden dolayı yargılanması önünde engel bulunmadığını öne sürüyorlardı.
Gül dünkü açıklamasıyla yalnızca bu tartışmaya yeni boyut katmakla kalmadı, aynı zamanda şu sözleriyle Türkiye’de siyasi dokunulmazlıklar konusuna da yeni bir kapı açtı:

1- Gül ‘Hukuki prosedür tamamlandığında yargılanmaktan tereddüdü olmadığını’ söyledi.
Demek ki Yargıtay, Sincan Ağır Ceza’yı onaylarsa, Türkiye’de ilk defa bir cumhurbaşkanı görevdeyken gidip mahkemeye ifade verecek, yani yargı sürecine dahil olacak.

2- Gül, Dışişleri Bakanı iken de bu konunun gündeme geldiği sırada dokunulmazlığının kaldırılıp yargılanması talebini, dile getirdiğini, ancak ‘o günkü şartlarda dokunulmazlığa farklı bakıldığı için bunun gerçekleşmediğini’ söyledi. Demek ki Cumhurbaşkanı dokununulmazlığa bugünkü şartlarda bakışı da akla getirmiş oluyor. Dolayısıyla ‘şartlarda değişen nedir?’ sorusunu da...
Kendi adıma, Gül’ün Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan ve parti muhasebecisinin
mahkûm olduğu o yüz kızartıcı suç davasında suçlu olduğuna inanmıyorum. Gül dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı idi ve para işlerinden sorumlu olan dahi beraat etmişti.
Ancak yargılanmaktan endişesi olmadığını söylemesini çok önemsiyorum.

Erdoğan ve Arınç ne diyecek?
Bu tartışma aslında 2006-2007 dönemindeki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de açılmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın adaylığı konuşulurken, MHP lideri Devlet Bahçeli, Erdoğan hakkında İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden kalma iki yargılamayı gündeme getirmişti. Bunlar da yüz kızartıcı kapsama giren suçlamalardı ve yargı süreci Erdoğan’ın milletvekili seçilmesiyle birlikte siyasi dokunulmazlık kapsamında dondurulmuştu.
Hatta siyasi kuliste Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olmak istememesinin nedenlerinden biri olarak Cumhurbaşkanı seçilip milletvekili dokulmazlığı düştüğünde, Cumhurbaşkanı olarak o iki davadan yargılanmaya devam etmesi ihtimali öne sürülmüştü. Geriye doğru niyet okuyuculuğu yapmamız mümkün değil, doğru da olmaz. Ancak ileriye doğru ihtimal hesabı yapabilir ve şu soruyu sorabiliriz:
- Yargıtay, Sincan’ı onaylar, Gül de gidip ifade verirse, bu ilerde Erdoğan’ın muhtemel cumhurbaşkanlığı açısından örnek oluşturur mu?
Oluşturursa, bu durum Erdoğan’ın eğer varsa Gül’den sonra Cumhurbaşkanı olma hedefini olumsuz yönde etkilemez mi?
Dokunulmazlık konusuna gelince, Gül’ün dokunulmazlığının kaldırılması talebi önündeki engel, bizzat AK Parti’nin politikasıydı. O dönem AK Parti sözcüleri, CHP lideri Deniz Baykal’ın ‘Önce siyasi dokunulmazlıklar’ demesini gerekçe gösterip, bürokrasi ve yargıdaki dokunulmazlıklara haklı olarak dikkat çekiyorlardı.
Oysa Baykal, CHP’nin yeni politikasını ‘Gelin siyasetçinin de yargıçın da, askerin de, bürokratın da dokunulmazlığına dokunalım’ olarak değiştirdi.
Gül acaba buna mı dikkat çekiyor.
Peki AK Parti’nin Erdoğan ve Gül ile birlikte üç kurucusundan, üç ağır topundan biri olan Bülent Arınç bu işe ne diyor? Dokunulmazlıkların 2011 seçimlerine giderken AK Parti’ya giderek daha fazla ağırlık yüklediğini, üstelik yanlış anlamalara neden olup, yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyor mu?
Görülebileceği gibi, Sincan mahkemesi kararı ve ardından Gül’ün dünkü sözleri siyasette yeni bir hareketlenme vadediyor. BU hareketlenme sonucu AK Parti Anayasa değişikliği önerilerine AB’nin de talep ettiği dokunulmazlıkları ekler mi dersiniz?

MURAT
YETKİN

MİT devlete anlatabilecek mi acaba?

Borsa günü son sekiz ayın en yüksek değerleriyle kapatırken... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de usul bir nezaketle, ‘kendisini’ hedeflemek isteyenlerin ‘cumhurbaşkanlığı makamını’ vurabileceklerini hatırlatıyordu.


Yüklü gündem içinde MİT Müsteşarı Emre Taner’in üçüncü kez altı aylığına müsteşarlık süresi uzatıldığı haberi de vardı...

* * *

MİT Müsteşarı Emre Taner’le ilgili haberde şöyle bir paragrafa da rastladım:

‘Taner’in özel durumu da karar alınırken etkili oldu. Emre Taner Kürt meselesini en iyi bilen alternatif çözümler üzerinde çalışan bir isim. Taner’in Müsteşarlığı döneminde devlet Güneydoğudaki Kürtler ne istiyor, Kuzey Iraktaki Kürtler ne istiyor, Diaspora yani yurt dışında yaşayan Kürtler ne istiyor, nasıl bir çözüm bekliyor sorularına yanıt arandı. Bütün bu araştırmalar bir rapor halinde devletin ilgili kurumlarına iletildi. Yani bir anlamda çözümün parametreleri bilimsel olarak ortaya kondu... ‘

Haberin final cümlesi de ilgimi çekti:

‘Şimdi Taner’in önünde altı ay var. Zaten ne olacaksa bu altı ayda olacak. Devlet bir adım atacaksa bu sürede atacak. Kuzey Irak tavrını netleştirecekse bu sürede netleştirecek. ‘Fırsat’ kullanılacaksa bu altı ayda kullanılacak...’

* * *

Peki ya kullanılamayacak ise, ne olacaktı?

Aslında bu sorunun cevabını da, gene Emre Taner yaklaşık iki buçuk yıl önce vermişti...

Kurumun sekseninci kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı yazılı açıklamada Emre Taner, tarihin temposunu doğru okuyamayan ulusların ayakta kalamayacağını söylüyordu.

Açıklamada...

Statükocu bir yaklaşımı terk etmez...

Ve koyu bir muhafazakarlığa el sallamaz isek...

Fırsatları ve tehditleri doğru analiz edemeyeceğimiz de vurgulanıyordu...

‘Tarihin temposunu’ doğru okumamız halinde, MİT’in geleceği nasıl gördüğünü ise bildiride şöyle anlatıyordu:

‘Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta yeniden tanımlandığı bir süreci yaşıyoruz.’

* * *

MİT, bunu algılamayan ulusların ‘tarih maratonunu’ kaybedeceğini de belirtip, önerilerde bulunuyordu:

Birinci öneri şuydu:

‘Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlama ile, kendi konumuyla ilgili, taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak.’

İkinci öneri ise: ‘Türkiye için...

-Güçlü bir ekonomi,

-Kusursuz bir dış politika,

-Caydırıcı bir askeri yapılanma şeklinde adlandırabileceğimiz çok sağlam üç ayağa sahip olmak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.’

MİT, bu çerçevede kendine de yeni bir görev tanımı yaparak, istihbaratın ‘güçlü, dinamik, etkin, esnek, hareket kabiliyeti yüksek ve yaratıcı’ olması gerektiğini de vurgulamakta.

Sadece savunma pozisyonunda kalarak...

Avantajların maksimum düzeyde değerlendirilemeyeceği de tekrarlanmaktaydı...

Kısacası MİT, devleti uyarıyordu...

Kendi açısından ‘tarih maratonunu’ kazanmanın koşullarını tanımlıyordu...

MİT’e göre Türkiye, ‘kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değil.’

* * *

Acaba MİT, ‘değişime uyamazsak yok oluruz’ uyarısını neden yapmıştı?

Çağın değişimini vurgulayan bir istihbarat teşkilatı ile çağın değiştiğini fark etmek istemeyen bir başka irade mi söz konusu acaba?

Bunları o zaman da sormuştum...

Sorunun gerçek cevabını henüz kestiremesek de statükonun, Kıbrıs, Ermeni ve PKK kartını oynayarak değişime karşı tavır aldığını biliyoruz.

Acaba şimdi durum değişti mi?

* * *

Emre Taner’in emekli yaşına gelmesine rağmen MİT’in özel yasasıyla görev süresinin üçüncü kez uzaması...

Başta Kürt Sorunu olmak üzere, statükonun atalet için direndiği diğer konularda radikal bir çözüm anlamına mı geliyor?

Türkiye gibi çok ağır ve yavaş değişen bir ülkede buna cevap vermek çok zor...

Ama en azından Türkiye’nin, ‘kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değil’ vurgusunu iki yıl önce yapmış bir istihbarat teşkilatı var...

Çözümsüzlük ağır basar ve yüklü bir toplumsal fatura ödemeye doğru hızla yuvarlanırsak, sebep MİT’in iki yıl önceki vurgusunda sabit...

Anlaşılan bunu Emre Taner biliyor ama devlete anlatabilecek mi acaba?

Mehmet Altan

Böyle yargı kararı olur mu?

Hangi rejim ve sistemle idare edilirse edilsinler, dünyanın bütün devletlerinde Cumhurbaşkanı/Devlet Başkanı, devletin ve milletin birlik ve bütünlüğünü temsil eder. Yazılı anayasaların bulunduğu bütün devletlerde bu husus hükme bağlanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 104. maddesine göre de, ‘Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.’
Bir millet ve devlet için Cumhurbaşkanı’nın temsil ettiği değerler, bayrak gibi, millî marş gibi mukaddes değerlerdir. Cumhurbaşkanı’nın her gittiği yerde, sağ tarafında ayyıldızlı Türk Bayrağı, sol tarafına Cumhurbaşkanlığı Forsu çekilir. Cumhurbaşkanı bir toplantıya geldiğinde aksi kendisi tarafından istenmemişse- hep beraber ayağa kalkılır ve ona doğru dönülerek İstiklâl Marşı okunur.
Devlet Başkanı, Türk Milleti’nin tarihinde ve örfünde daima mutena bir yere sahip olmuştur. Türkler, dünyanın en mahir devlet kurucuları olarak devletlerinin başına her zaman saygı duymuşlar ve büyük bir değer atfetmişlerdir.
***
Şimdi, Ankara’nın Sincan İlçesi’nde bir Ağır Ceza Mahkemesi çıkıyor; Türkiye’nin Cumhurbaşkanı için verdiği karar metninde 6 yerde ‘şüpheli’ diye nitelendirerek Cumhuriyet Başsavcılığı’nın takipsizlik kararını kaldırıyor.
Bu uygulama, yargının siyasete nasıl âlet edildiğinin açık bir örneğidir. Kanadoğlu’nun Anayasa’daki ifadeleri eğip bükerek ne derece mantıksız neticelere ulaştığını bilmeyen yoktur. Kanadoğlu ve şürekâsı, 2007’deki 367 yutturmacasıyla iki kere ikinin beş olduğunu ispatlamış ve Anayasa Mahkemesi’ni de inandırarak peşin hükümlü ve ideolojik bir kararla Abdullah Gül’ün ilk adaylığı sırasında seçilmesine mâni olmuştur. Şimdi de akılları sıra Cumhurbaşkanı Gül’ü ‘şüpheli ’ ilân ederek lekelemeye çalışmak isteyenler vardır.
Bazı hukuk madrabazlarına kalsa, ne Anayasa’da, ne de kanunlarda tersine yorumlanmadık tek hüküm bırakmazlar. Böyle bir uygulama da sadece anarşi ve hukuksuzluk getirir.
Cumhurbaşkanı’nın ‘sorumluluk ve sorumsuzluk hali’ni hükme bağlayan Anayasa’nın 105. maddesi açıktır. Buna göre, Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten dolayı suçlandırılabilir. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok da bunu hatırlatarak “Bu karar tamamen devletin tepe noktasındaki Cumhurbaşkanlığı makamını yıpratmak için verilen bir karardır” diyor.
***
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü beğenip beğenmemekte, sevip sevmemekte serbestsiniz. Lâkin O’na karşı saygılı olmak mecburiyetindesiniz. Bu mecburiyete hiç şüphesiz yargı organı ve mahkemeler de dahildir.

HASAN CELAL
GÜZEL

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Yol.

Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana
bakma Kimin geldiği önemli değil, kimin
gelmediği de… Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez
Yolcuya bakıp, yolu tanımaYola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet
hükmünü ona göre ver Vahim olan,

yolun yolcusuz olması değil; Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;
Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve
seyyal…

"En doğru yol : en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar Onlar,
karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak
lambasının altında arayan şaşkınlardır Aldırma…

Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir Dikenine katlanmaktan
sözedenler, aşıkmış gibi davrananlardır
Gerçek aşık olanlarsa, dikenini de severler


Dostum, yollar yürümek içindir Fakat, şu gerçeği de hiç unutma : Yürümekle
varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir
Yol boyunca; Yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup, gelen-geçenin
ayağına çelme takanları, yolda metafizik
uyuşturucularla keyif çatanları, telörgülerle çevirdiği yolu, kendisine
zindan edip volta atanları, maratona 100 metre
koşucusu gibi hızlı girip, 50 metrede yola yatanları, yürüşün uzun ve
yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine
zar atanları , yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem
oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını
çıkarıp, ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için
ufka bakıp bakıp dağıtanları, yanlış kılavuzlara
kızıp yolu satanları göreceksin

Aldırma, yürü Göğsüne yüreğinden başka muska takma Vahiy haritan, Nebi
kılavuzun, akıl pusulan, iman sermayen,

amel azığın, sevgi yakıtın,ahlak karakterin, edep aksesuarın , merhamet
sıfatın, şeref ve izzet adın olsun Doğru yol :
insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur

Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin Unutma, tevbe
özeleştiridir Kendisini hesaba çaken,
başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur

Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde
yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman
olmaman için elzemdir Yön tayini sık sık gerekli olabilir Haritayı
saklayabile-ceğin en güvenilir yerin yüreğindir Bir
şey daha : Pusulayı sahte manyetik alanlardan, paraziter nesnelerden uzak
tut; İbreyi saptırırlar da haberin olmayabilir

Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir Bilincini
tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak durmalısın Hobilerinin,
fobilerinin, korkularının bilincin üzrindeki saptırıcı etkisini iyi hesap
etmelisin O'ndan
başkasından korkarsan , korktuğunun başına musallat edileceğini kesinlikle
bilmelisin

Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkularının tuzağıdır; Yani, kendi
benliğinin sana kazdığı tuzak

Hayırlı yolculuklar dostum

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Tehlike ve AKP

Neşe Düzel’in Sedat Laçiner’le yaptığı söyleşiyi okumayanlar varsa mutlaka okusun bence.

Türkiye büyük bir “yakıt okyanusunun” tam ortasında.

Buralarda çıkarılan petrolün ve doğalgazın Avrupa’ya ulaşması için iki yol var.

Türkiye ve Rusya.

Rusya bütün gelirini yakıttan kazanıyor ve bu işin tekelini elinde tutmak istiyor.

Amerika ise Rusya’nın bu kadar güçlenmesine karşı.

Türkiye’yi, Rusya’ya alternatif hale getirip, gaz borularını Türkiye’den geçirmek istiyor.

Ama bu boruların geçeceği ülkenin mutlaka istikrarlı bir ülke olması gerekiyor ki borular iyi korunabilsin.

Laçiner’in bu anlattıkları içinde yaşadığımız şartları çok açık ortaya seriyor.

Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesi, bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasını ve demokrasiyle yönetilerek bir istikrara kavuşmasını istiyorlar.

Laçiner’in anlattıklarına bakılırsa Rusya, yakıt borularının Türkiye’den geçmesinden çok haz etmiyor.

Bu tablo, Türkiye’nin “dünya dengelerini” etkileyecek çok önemli bir pozisyona sahip olduğunu ortaya koyuyor.

Hem büyük bir avantaj bu, hem de büyük bir tehlike.

Avantaj, çünkü bu sayede Türkiye zengin olabilir, güvenli olabilir, barışa kavuşabilir ve bunları yaparken de Batı’nın önemli ölçüde desteğini kazanır.

Ama aynı zamanda tehlike, çünkü bu güç oyununda Türkiye’nin geçiş yolu olmasını istemeyenlerin de hedefi olacak.

Laçiner bunları anlattıktan sonra, bir ülke için olabilecek en korkunç şeyi söylüyor.

Diyor ki “Ankara’da tek bir devlet yok, birkaç devlet var ve bunların her biri iç politikada güçlenebilmek için dış güçlerle işbirliği yapıyor.”

Türkiye’nin “istikrarını bozmak isteyen” dış güçlerle işbirliği yapanların kaos yaratmak için çeşitli girişimlerde bulunması kaçınılmaz olacak buna göre.

Bu aşamada, “neden o Ergenekoncu paşanın yanında o kadar Rus var” sorusuyla, Ergenekon sanıklarından çoğunun “bir kriz çıksa, ekonomi çökse” demelerinin, Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanmasının ve Danıştay Baskını’nın ardında yatan “gerçekler” biraraya geliveriyor.

Bu, ürkütücü bir görüntü.

Bu görüntünün iç politikadaki yansımalarına baktığınızda ne görüyorsunuz?

Bir yanda AKP var, diğer yanda Ergenekon’u destekleyen güçler.

Ergenekon özellikle “laiklik endişesi taşıyan” kalabalıklardan destek alıyor.

Sadece görüntüyle yetinirseniz, AKP’ye muhalefet edenlerin temel meselesi “laikliğin elden gitme” tehlikesi.

İşte bu noktada tam “Türk tipi” bir tuhaflıkla karşılaşıyoruz.

“Şeriat getireceğinden” endişe edilen AKP, bu ülkedeki Avrupa Birliği yanlısı tek parti.

Hem şeriatçı hem de Avrupacı.

Bu ikisinin birarada olması imkânsız.

O zaman şu soruyu sormamız gerekiyor.

Ergenekon türü yapılanmalar, bütün o darbeci paşalar, Jandarma istihbaratçıları, JİTEM’ciler, mafyacılar, AKP’ye “şeriat” yanlısı olduğu için mi yoksa Batı yanlısı olduğu için mi karşı çıkıyorlar?

Bana sorarsanız onlar AKP’ye “Avrupa yanlısı” olduğu için karşı çıkıyorlar.

Ama onları destekleyen sokaktaki kalabalıklar “gerçek bir laiklik” endişesi taşıyorlar.

Ergenekon’un tepesindekilerle, onların sokaktaki destekçileri büyük bir ihtimalle aynı fikre ve aynı amaca sahip değiller.

Bu noktada da dönüp AKP’ye bakmak lazım, neden insanlar onun şeriat getireceğinden korkuyorlar?

AKP’nin iktidarının ilk başlarında bu kadar yoğun olmayan korku neden çoğaldı?

Özellikle AKP’li belediyelerin fırsat bulmuşken “şehirlilerin”, daha burjuva zevkleri olanların burnunu sürtmek, onları garip uygulamalarla rahatsız etmek gibi bir huyu var.

Ama bence daha önemlisi, AKP’nin Avrupa yolunda duralaması.

Çünkü AKP’nin “şeriattan” korkan kitlelere, en başta da kadınlara verebileceği en büyük garanti Avrupa standartlarına sahip çıkması.

AKP’nin Avrupa yolundan uzaklaşması, belediyelerinin tutumlarıyla birleşince şehirli kitlelerde bir panik yaratıyor.

Onlar da orduya ve Ergenekon’a sığınmaya çalışıyorlar.

Eğer AKP, darbecilerle ve Ergenekon’la, sokaktaki samimi insanları birbirinden ayıracak bir güven ortamı yaratamazsa başımıza bir bela gelmesi ihtimali çok yüksek.

Bakın, hukukçular yeniden kıpırdanmaya başladılar.

Danıştay’da bir daire başkanı “Danıştay Baskını’nın Ergenekon’la ilişkisi olmadığını” vurgulayan bir konuşma yaptı.

Sincan Mahkemesi, Kürt barışında önderliği üstlenmiş görünen Cumhurbaşkanı’nın “sahtecilikten” yargılanması gerektiğine karar verdi.

Mitingler çoğalıyor.

Bu kalabalıklar “çoğunluğa” sahip değiller ama nüfusun yaklaşık dörtte birini temsil ediyorlar.

Böyle büyük bir kalabalığı ve hukukçuları ardına alan Ergenekon ortalığı karman çorman edebilir.

Kitlesel kıyımlar, büyük katliamlar bile yaşayabiliriz.

Bunu önleyebilecek tek güç gene AKP.

Eğer yeniden Avrupa sürecine hız verir, belediyelerinin “muhafazakârlığı” çok vurgulayıp “şehirliliği” fazla dışlayan tutumlarını gemlerse, sokaktaki kalabalıklar Ergenekon’un ardından çekilir.

Yoksa, benim görebildiğim kadarıyla bela geliyor.

Ve bu sefer fena geliyor.

Ahmet Altan

Hani ekonomi batacaktı

Lehman Brothers yatırım bankasının 15 Eylül 2008’de iflasının ardından yurtdışında para batıran bazı işadamları hemen Türkiye’de bir kriz lobisi oluşturup IMF ile derhal anlaşma yapılmasını istediler.

Onlara göre, eğer IMF’yle anlaşma imzalanıp 35 milyar dolar borç alınmazsa ve bu para hemen kendilerine verilmezse Türkiye ekonomisi üç ay bile dayanamayacaktı ve 2008 yılının sonunu getiremeyecekti. Çünkü kriz lobicilerine göre, dış borçların ödenmesi mümkün değildi.

Kriz lobisinin ortaya çıkardığı, ‘batarız, beraberimizde Türkiye ekonomisini de batırırız’ gürültüsünün ardından tam dokuz ay geçti. Ne dedikleri gibi Türkiye ekonomisi battı ne de dış borçların ödenmesinde bir kriz çıktı.

Aksine çok fazla borçlu olduğu ileri sürülen özel firmalar, her ay anapara ve faizleri dört milyar doları bulan dış borçlarını aksatmadan ödediler. Zaten kısa süre sonra özel sektörün dış borçlarının bir kısmının, şirketlerin sahiplerinin kendi şirketlerine verdikleri “back to back” krediler olduğu anlaşıldı. Eğer böyle olmasaydı, her ay yaklaşık dört milyar dolar borcun böyle tıkır tıkır ödenmesi mümkün olamazdı.

Peki, kriz lobisi niçin dünya ekonomik krizini sanki Türkiye’de çıkmış bir kriz havasına soktu? Bu sorunun cevabı aslında hiç de karmaşık değil.

Çünkü onların amacı geçmiş kriz dönemlerinde olduğu gibi borçlarını devletin sırtına yüklemekti. Ama AK Parti hükümeti, kamu maliyesi ve bankacılık sistemindeki sürdürülebilir yapıya güvenerek kriz lobisinin tuzağına düşmedi.

Hükümet, kriz lobisinin tuzağına düşmeyince, bu defa dış basında Türkiye ekonomisi hakkında olumsuz haberler yayımlatma yolu denendi. Yurtdışındaki bazı bankalara, Türkiye’nin 2009 yılında 120 milyar dolar döviz ihtiyacı olduğuna ilişkin asılsız beyanatlar verdirildi. Ardından bazı dünyaca ünlü iktisatçılara söylemedikleri sözler söyletildi, bu sözler Türkçeye tercüme edilerek, “Türkiye ekonomisinin iflas edecek ülkeler arasında olduğu” asılsız haberleri iç medyada da çıkartıldı.

Bütün kriz çıkarma gayretlerine ve dünya ekonomisindeki büyük daralmaya rağmen, Türkiye, yaşanan şiddetli küresel kriz ortamında fazla hasar almadan bu günlere geldi. Kriz lobisi, Türkiye ekonomisinin bu olumlu gidişinden rahatsız olduğu için, şimdi de IMF ile anlaşma yapılmazsa, bunun ekonomimiz için iyi olmayacağı görüşünü sürekli olarak basında işlemeye başladı.

Oysa felaket tellallarının bütün çabalarına rağmen ekonomide açıklanan rakamlar oldukça umut verici. Önceki gün yayınlanan tüketici güven endeksi, geçen mart ayına göre yüzde 8 oranında artarak nisan 2009’da 80,75 oldu.

Tüketici güven endeksi, 2008 yılının kasım ayında yüzde 68,88 düzeyindeydi. Bu olumlu gelişme tüketicinin ekonomi hakkında iyimserliğinin arttığını bize gösteriyor.

Ayrıca işsizlik ödeneği talebinde de bir gerileme var. Ocak ayında 78 bin 577 kişi olan işsizlik ödeneği başvurusu, şubat ayında 69 bin 677 kişiye, mart ayında ise 62 bin 97 kişiye geriledi.

Büyük sorun olarak gösterilen özel sektör kısa vadeli dış borçlarına gelince...

Özel sektörün kısa vadeli dış borçları 2008 yılı sonunda 45,6 milyar dolardı. Nisan 2009’da kısa özel sektörün kısa vadeli borçları 37,2 milyar dolara geriledi. Önümüzdeki 12 ay içinde bu borçların ödenmesinde de ortada herhangi bir sorun görünmüyor. Özel sektör her ay 3,1 milyar dolar dış borcu zorlanmadan ödeyebilir.

Ekonominin en son rakamları da gösteriyor ki, hükümet, sağlam durup Hazine’yi kriz lobisine soydurmadığı takdirde, Türkiye ekonomisi sürdürülebilir durumda. Kimse endişelenmesin.

Süleyman Yaşar

Cenaze namazı!-Abdurrahman Dilipak

Cenaze namazı farzı kifayedir. Esasen her namaz bir duadır aynı zamanda, ama cenaze namazı için niyet edilirken, “Allah rızası için namaza, meyyit için duaya” denilir..

Cenaze cemaatin önündedir.. Artık gassal önündeki meyyid gibi önünüzdedir..
Namaz secdesiz ve rükûsuz olarak kılınır. Tek duruş şekli vardır: Kıyam!
Cenaze namazı; “dua”, “bağışlanma”, “acıma dileği” yanında “şahidlik” eylemidir..
Biz, bir “Ümmet”, bir “Cemaatiz” ve birbirimizden hesaba çekileceğiz.. Aramızda işlerin istişare ve şûra ile olması gerekir..
İmam efendi; “meyyiti nasıl bilirsiniz” diye sorar.. Bu sorunun, laf olsun diye sorulan bir soru olmaması gerekir.. Allah bizden “doğru şahidler” olmamızı ister..
Hakkımızı helal etmemizi ister. Çünki insanların kul hakkı ile öbür tarafa gitmemesi için cemaata düşen sorumluluklar vardır. Cenaze namazına katılanlar, onun iyiliğine şahidlik edenler, gerektiğinde, onun borcu var ve ailesinin ödeme gücü yoksa, bu borcu tekeffül etmeleri gerekir..
“Dini nikah” gibi “cenaze törenleri”nin de içi boşaltıldı..
Ömrü boyunca İslâm’la ve Müslümanlarla uğraşanları da önümüze koyup, bizden yalancı şahidlik yapmamızı istiyor birileri.. “Hakkımızı helal etmemizi” istiyorlar.. Ayrı bir mezarlıkları olmadığı için de bizim mezarlıklarımıza gömülüyorlar..
Bunlar değil mi, “Her canlı ölümü tadacaktır ve dönüş yalnız Ona’dır” diye yazan levhalara karşı çıkanlar.. “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diye boşuna mı söylendi bize..
Her ölünün arkasından “rahmet dilemek” niye! “Allah (cc) cahil ve zalim bir kavme hidayet nasib etmeyecek”. Bunu kendisi söylüyor. Cehennemi boşuna yaratmadı.. (o ne kötü bir varış yeridir).
Rahmet dilemek ne demek: Acıma, bağışlanma / af dilemek..
Gerçekten bir pişmanlık duymayanlar için neden af dilensin ki, niçin acıma istensin..
Dostları cami avlusunda seyirci gibi beklerken, bir grub sakallı, ömrü boyu kendine hakaretler yağdıranlar için gidip dua edecekler, Allah’tan bağışlanma dileyecekler..
Bana kalırsa, inanmayan birinin cenazesinin cami avlusuna getirilmesi, hem inananlara, hem de o kişinin kişilik haklarına saygısızlıktır..
Bu eylem dini bir törendir. Bir ibadet şeklidir..
Ömrü boyu, kelime-i tevhide, irtica bayrağı diye savaş açıp, hakaretler yağdıran birini önümüze koyup, kelime-i tevhid getirmenin nasıl bir anlamı olabilir..
Laikliği din haline getiren kimilerinin yaşarken bu trajikomik durumu düşünüp, şimdiden bir karar vermeleri gerek.. İnanmıyorsanız, öldükten sonra da bizim önümüze getirmesinler sizi.. Eğer gerçekten inanmıyorsanız, bu törenler sizi kurtarmaya yetmez.. Zaten kıldıkları namazın farkında olanlar sizin için iyi bir şahidlik yapmazlar.
Bize göre ruhlar ölmez ve onlar olanlara tanıklık eder.. İş işten geçtikten sonra pişmanlıkları daha da artar.. Hadi cenaze namazına gelmeyen gelmez de, asıl imamların durumu perişanlık. Onlar devlet memuru..
İslâm’da “namaz kıldırma memuru” diye bir memuriyet yok. Cemaat içindeki bu işe en layık olan öne geçer ve namazı kıldırır.. Cenaze namazının ille camide kılınması da gerekmiyor.. Cemaat gerekiyor, o da sayı ile ilgili bir durum..
Ateist ya da Agnostik, dinle ve imanla ilgisi olmayanların yaşarken bu işe bir karar vermeleri gerek.. Sorunlu bir hayat yaşıyorlar ve ölünce de sorun olmaya devam ediyorlar..
Yaşarken, “Kur’an-ı Kerim”e Arapların 1400 yıl öncesinde kalmış masalları diyecek, insanlara, çocuklarınızı Kur’an-ı Kerim öğrenmeye değil, bale öğrenmeye gönderin diyecek, okullarda namaz kılınmasını irticai eylem olarak görecek, sonra da bunları söyleyenleri getirip önümüze koyup, buyurun cenaze namazını kılın diyeceksiniz.. Önce siz “buyurun cenaze namazına”..
Siz yoksanız, isteyen kılsın, ben de yokum.. Sahi inanmadığınız halde niçin buradasınız? Ölünüzü niçin krematoryuma ya da kiliseye filan götürmüyorsunuz da bize getiriyorsunuz? Müslümanlık, sizin gözünüzde herkesin kullanımına açık Public Domain, fason bir marka mı? Herkesin “Otomatik Müslüman” kabul edildiği laik bir cumhuriyet burası! Sahi laik bir cenaze töreni nasıl yapılır?
Onlar yaşarken duymak istemeseler de ben öldükten sonra yine aynı şeyi söyleyeceğim: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”.. Bu dünyada yaptıklarımız ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımız, söylediklerimiz ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizden hesaba çekileceğiz. İnsanlar bu dünyada yaptıkları ile ya kendi cennetlerine sırtlarında tuğla ya da kendi cehennemlerine sırtlarında odun taşırlar. Herkes için yaptığının karşılığı vardır..
Bu arada, birkaç yıl önce Aytunç Altındal telefonla aradı. Onun evi Teşvikiye Camii’nin yanında.. İsmet Paşanın gelini olacak, cenazesi için epey bir kalabalık gelmiş, ama namaz kılacak kimse yok. Cemaat oluşsun diye beklemişler, yine gelen yok. Gidip sağdan soldan adam toplamışlar.. Bu durum onu tedirgin etmiş. Aytunç Altındal bu olayı anlattı ve dedi ki: “Sen şahid ol. Ben Müslümanım.. Pratikte sorunlarım olabilir, günahkar olabilirim. Ama Allah’ın varlığına ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman ediyorum.. Benim cenazemde tekbir de getirilsin. Öldüğümde o sesi duymak isteyeceğimden şüphe yok” demişti.. Ben birilerinden, günahkar olup olmadığına bakmaksızın en azından bunu duymak istiyorum.. Ve herkesin o günü düşünüp bir karar vermesi gerek.. Mesela İlhan Selçuk’un, Kenan Paşanın, Eruygur Paşanın, Tolon Paşanın.. Darvin’e inananların..
Allah (cc) buyuruyor ki: "Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, ‘haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve onun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız’ diyecekleri zaman hallerini bir görsen!" (En'am 93) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37) Yaşadığınız gibi öleceksiniz, öldüğünüz gibi diriltileceksiniz ve diriltildiğiniz gibi haşr olunacaksınız.”
Allah’ın Resulü (sav) buyurdu ki, “Ağzınızın tadını kaçıran ölümü sıkça anınız.” Ölüm en büyük ibret dersidir. Allah’ın (cc) indinde makamını görmek istersen, seni bu dünyada neyle meşgul ediyor ona bak!
Cenaze törenlerinde de okunan kitaptan konu ile ilgili seçilen ayetler böyle.. Mezarda ölünün arkasından verilen “telkin”de de benzer şeyler söylenir.. Nedense cenaze namazına gösterilen ilgi, mezardaki telkine gösterilmez bazı çevrelerce.. Bu da işin dini olmaktan çok birilerinin konunun gelenek boyutu ile ilgili olduğunu gösteriyor.. Ya da, “Ya ahiret varsa” diye düşünülen bir açıkgözlülük olabilir mi?
Bu cenaze namazlarının bana göre tek olumlu yanı, bu insanlar bir şekilde cami, ölüm ve mezarlıkla yüzleşiyor olmaları.. Kendi geleceklerini, ölüm sonrasını düşünüyor olabilirler.. Bir iç hesaplaşma, cami ile olumlu anlamda bir buluşma olarak görülemez mi? Bunu önemsiyorum!. Ne kadar inkar ederlerse etsinler, bu kendilerinden saklayamadıkları, açıklamakta acze düştükleri bir gerçek!
Laikçilere bir öneri. Siz de her zaman yaptığınız gibi, tekbir sesleri yerine; “Türkiye laiktir laik kalacak” diye slogan atsanıza.. Selâm ve dua ile..

Atatürk’ü anlamak!

ATATÜRK muhakkak ki 20. yüzyılın en büyük siyasi dehalarından biridir. Milli Mücadele liderliği ve yeni devlet kuruculuğuyla, kendisine saygı ve minnet duymamız da son derece doğaldır.
Ama onu “anlamaya” aklımızın ermeyeceği bir metafizik ‘muamma’ haline getirmek!.. “Onu anlayamadık... anlasaydık...” diye dövünüp durmak!..
Bu, sağlıklı bir ruh hali değildir.
Bu ruh hali, Esra Özyürek’in “Modernlik Nostaljisi; Kemalizm, Laiklik ve Gündelik Hayatta Siyaset” adlı mükemmel kitabında analiz ettiği ‘sürreel’ bir tarih ve bugün tasavvuruna yol açıyor: “Atatürk dönemi yeryüzünde bir cennetti” sanıyorlar mesela!
Ne büyük sıkıntılar, sorunlar olduğunu bilmiyorlar!
O ruh hali, Atatürk’ün vefat ettiği anda ülkemize emperyalizmin girdiğini falan da zannediyor! İnönü’ye bile “karşı devrimci, işbirlikçi” diyorlar!
Görüyor musunuz, “devrim” ve “ulusalcılık” diye nasıl bir kafa mengenesi, nasıl mariz bir ruh hali yaratılmış!
Bu kafa hiçbir şeyi anlamaz! Daha vahimi, bugün nasıl bir dünyada yaşadığımızı anlayamamasıdır!

Karşı devrim zırvası
Milli Mücadele tarihi ve cumhuriyet tarihini Atatürk’ün kişiliğiyle özdeşleştirmek, hem onu “anlaşılabilemez” bir efsane haline getirdi, hem karmaşık konularda zihnimizin anlama yeteneğine dogmatik sınırlar koydu.
Mesela, “modernleşme”nin en önemli dinamikleri olan demokrasi, fikri çeşitlenme, şehirleşme, orta sınıflaşma gibi dinamikler “karşı devrim” ya da “kısmi karşı devrim” damgasını yedi!
“Atatürkçü dış politika” diye bir kalıp uyduruldu, NATO’ya, Avrupa’ya sırt çevirip Üçüncü Dünya’da yer almamız Atatürk adına savunuldu!
Atatürk’ün İngiltere’yle ittifak çabalarını bile “anlamadılar” tabii!
Bu yönde onun sözlerini bile sansürlediler!
Öyle bir resmi dogma yaratıldı ki, Anayasa Mahkemesi veya Danıştay kararına bile zaman zaman yön veriyor!
İyi de Atatürk, Tevfik Fikret’ten alıntı yaparak “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istememiş miydi!
Atatürk liberal Cavit Bey’i astırmış, solcu Kadro dergisini kapattırmış olabilir; o zamanın şartları öyleydi. Ama bugün elbette Cavit Bey gibi, Kadro dergisi gibi, son yetmiş yılda dünyada gelişen fikirler gibi düşünebiliriz.

Tarihi anlamak
Basit bir haber gibi gazetelerde yayımlandı ama ben çok önemsedim. Genelkurmay artık sadece Atatürk’ü değil, İnönü’yü, Çakmak’ı ve Karabekir’in de ölüm yıldönümlerinde törenlerle, etkinliklerle anmaya karar vermiş. Çok güzel...
Sadece kadirşinaslık değil, “ekip” fikrini, “takım ruhu”nu geliştirmek bakımından da son derece olumlu bir adım.

Darısı tarih kitaplarına!
Bugüne kadar “lider” odaklı bir düşünme biçimi Milli Mücadele’yi “Tek Adam”ın eylemi gibi gösterdi. Halbuki, Sevr’in doğu ayağını Karabekir’in kırmış olması küçük bir olay mıydı? Milli Mücadele’nin meşruiyetini hür ve seçilmiş Meclis’ten alması fevkalade önemli değil midir?
19 Mayıs’tan önce başlayan direnişleri küçümsemek mümkün mü?
Milli Mücadele bir “ekip” hareketiydi, halka dayanıyordu, lideri Mustafa Kemal’di...
Nutuk‘la birlikte Karabekir’in, İnönü’nün, Cebesoy’un, Rauf Orbay’ın da yazdıklarını okumak gerekir. Ufkumuz açılır, yaşadığımız dünyayı anlamamız da kolaylaşır.
Dehalar, göklere çıkarılarak değil, tarih içindeki eylemleri araştırılarak “anlaşılır” olurlar.
Taha Akyol