21 Şubat 2009 Cumartesi

Başbakan Erdoğan yanlış yolda

Sözü uzatmanın gereği yok. Başbakan Erdoğan yanlış yolda demek yeterli.
Bu yargıya varmak için vergi uzmanı olmak da şart değil. Her şey olanca çıplaklığıyla gözler önünde sayılır.
Bir başka deyişle:
Doğan Medya Grubu’na yapılan muamele ‘vergi’sel değil, ürkütücü çizgileri de olan siyasal bir düşmanlıktır.
Anlaşılan o ki:
Başbakan Erdoğan, belki de ‘biat kültürü’nden geldiği için yalnız kendine tabi bir medya istiyor, basın istiyor.
Kısacası:
Ya bana tabi olursunuz, ya da yok olursunuz demek istiyor.
Demokrasi bu değildir.
Bunun için yanlış yolda Erdoğan.
Demokrasi kültürü yok bu tutumda.
Şurası çok açık:
Tayyip Erdoğan, Doğan Grubu’nun gazetelerinden, yazarlarından, kanallarından hiç memnun değil.
Doğan Medya Grubu’nun kendi siyasal varlığına kastettiğine inanıyor. “Ben de sizi yok ederim” diye hırslanıyor.
Meselenin özeti bu.
Yanlış olan da bu.
Kendini böylece çıkmaza sokuyor.
Demokrasilerde esas, farklı seslere tahammüldür. Demokrasi ancak aykırı seslerle gerçeklik kazanır. Sesler kesilmez, kısılmaz gerçek demokrasilerde...
Sayın Başbakan;
Ne çabuk unuttunuz, bir şiir yüzünden hapse atıldığınız o yılları?..
Hiç hayal kurmadım.
Basınla, gazetecilerle siyasi liderlerin arası bir sınırın ötesinde mesafelidir.
Öyle olmak gerekir.
Gazetecilik mesleğinin gerçek ölçüleri, ilkeleri öyledir ki, bir nokta gelir, başbakanlarla ilişkilerde mesafeyi kendiliğinden koyar. İlişkilerin yapısından kaynaklanır bu durum.
İstisnaları seyrektir.
Lider eleştiriden hoşlanmaz.
Olumsuz haberden hazzetmez.
O zaman da bir an gelir, ilişkiler gerilmeye, diyalog kanalları tıkanmaya başlar.
Biliyorum, Tayyip Erdoğan’la Doğan Grubu’nun ilişkileriyle ilgili olarak tarafların bugüne kadar söyledikleri, hâlâ söyleyecekleri çok şey vardır.
On yıldır Doğan Grubu’ndayım.
Milliyet’te yazıyorum.
Özellikle son yıllarda kendi gazetem dahil grubun genel çizgisiyle, özellikle Hürriyet’le sık sık ters düştüm. Meslektaşlarımın büyük çoğunluğuyla mukayese edildiğinde, siyah beyaz sayılabilecek farklı tavırlar sergiledim.
AKP’nin kapatılma davası, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçimi, 27 Nisan Muhtırası, 367 vakası, üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve bunun Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesi ya da AKP ve gizli gündem veya Davos, Ergenekon gibi bazı konularda benim yazılarım büyük çoğunluktan çok farklıydı.
Ama yazmaya devam ettim.
Kimse de karışmadı.
Kapalı kapılar arkasında, bazen Aydın Doğan katında tartışmalar da yaşadık. Birbirimizi eleştirdik, özellikle 2007 yılı boyunca...
Ama ben aynı zamanda Başbakan Erdoğan’ı da eleştirdim. Örneğin 2008’de sınıfta kaldığını, çünkü karnesindeki kırıkların daha çok olduğunu söyledim.
Ekonomik krizi kötü yönettiğini belirttim. Deniz Feneri davasındaki tutumunu çok sert eleştirdim.
Medyaya boykot çağrılarının basın özgürlüğüyle bağdaşmadığını, ‘köpek’li, ‘monşer’li üslubunun bir başbakana yakışır düzeyden yoksun olmaya başladığını söyledim.
Avrupa Birliği yolunda ipe un sermesini, özgürlükler konusundaki eski duyarlığını kaybetmeye başlamasını, aşırı milliyetçi havalar estirmesini eleştirdim.
O da beni ‘ceza’ya koydu.
Yani pencereyi kapattı. Bir siyasal liderle gazeteci arasında olabilecek ‘diyalog’u kesti.
Olabilir.
Gazetecilik hayatımda bunu o kadar çok yaşadım ki, geçiyorum. Siyasetçiler, liderler böyledir. Demin söylediğim gibi eleştiri onların canını sıkar.
Öyle anlaşılıyor ki, Doğan Medya Grubu da Başbakan Erdoğan’ın canını sıkıyor.
Bu da olabilir.
Ben bu grubun, örneğin 2003, 2004, 2005 yıllarında Erdoğan hükümetini Avrupa Birliği yolunda ve ekonomideki yapısal değişim yolunda nasıl desteklediğini de bilirim.
Aydın Doğan‘ın o dönemde bazı yüksek komutanların yeni bir 28 Şubat için baskılarına kapalı kapılar arkasında nasıl karşı çıktığını da bilirim.
Ve yineliyorum:
Adı demokrasi olan rejimlerde esas olan ‘tahammül’dür.
Tersi, tehlike işaretidir.
Başbakan Erdoğan’ın Doğan Medya Grubu’na tahammülsüzlüğü, demokrasi ve basın özgürlüğü açısından tam bir talihsizliktir.
Yazık!

Hasan Cemal- Milliyet

'Ahmaklık' değil bir 'ahlak' sorunu

Geçenlerde arkadaşlarla gazeteler hakkında konuşuyorduk. Biri şöyle dedi: "Bir gazete halkın tercihlerine, duygularına, değerlerine uzun süre direnemez. Neticede o yola girer..."
Bense bu yaklaşıma itiraz ettim.
Çünkü halkın gazeteleri diye bir durum yok, her gazetenin kendi halkı var ! Burada kastedileni açıklamaya çalışayım.
Biz 'halk' deyip geçiyoruz. Halkı bir bütün olarak tasavvur ediyoruz.
Aslında 'halk' diye bir sosyal nesne, bir aktör yok. Toplum, sınıf ve zümrelerden oluşuyor.
Farklı yayın çizgilerine sahip olan gazeteler, işte bu sınıf ve zümrelerin değişik kesimlerine hitap ediyor.
Tabii bu sınıf ve zümrelerin; dünya görüşleri, ideolojileri, siyasi tercihleri, kültürleri birbirinden farklı.
Dolayısıyla her kesim, 'kendine uygun' gazeteyi takip ediyor. ' Kendine uygun', yani kendi dünya algılamasıyla aynı frekansta yayın yapan gazeteler...

http://www.sabah.com.tr/akoz.html

“Dini ve Namusu Olanlar Kazanamaz!”

YER Ankara, tarih 10 Temmuz 1923... Tren istasyonundaki özel kalem binasında, Cumhuriyet Halk Fırkası (o tarihte partiye fırka deniliyordu) nizamnamesi (tüzüğü) hazırlanıyor. Ülkenin iki meşhur ve büyük Paşası konuşuyor. Bunlardan biri Şark Fatihi Kâzım Karabekir'dir.

Konu bir ara ülkenin kalkınmasına geliyor. Ünlü ve büyük Paşalardan biri Kazım Paşa'ya şu sözleri söylüyor: "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar!.. Fakir kalmaya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur."

Tarihçi İsmet Bozdağ "PAŞALAR KAVGASI" isimli eserinde bu konuşmayı nakl etmiştir.

PKK terörünün gölgesinde yapılan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile mücadele etmeye hazırlanırken feci şekilde öldürülen Uğur Mumcu da Kazım Karabekir ile ilgili kitabında bu konudan bahsediyor.

Karabekir paşa hatıralarında bu konuyu ele almıştır...

1923'ten bu yana kaç yıl geçti? Seksen altı yıl. Paşa'nın söyledikleri hayata uygulandı mı? Uygulandı.

Türkiye'de beklenen kalkınma oldu mu? Bir miktar oldu ama ülkemiz bir Japonya olamadı, bir Güney Kore olamadı, bir Tayvan veya Singapur olamadı. Toplum yapımız çürüdü, dağılma ve çökme sürecine girdik.

Avrupa'nın kuzeyinde dört ülke vardır: İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya... Türkiye bunlar kadar zengin olamadı, kalkınamadı. Norveç'te, fert başına düşen yıllık gelir payı 50 bin doların üzerindedir. Üstelik o ülke AB üyesi değildir. İki kere referandum yapılmış, halk AB üyeliğini reddetmiştir.

Bazıları, Türkiye'yi kasıp kavuran kokuşmanın, yolsuzlukların, talan ve vurgunların son birkaç on yılda oluştuğunu sanır.

CHP liderleri kendilerinin temiz, karşılarında olanların kirli olduğunu söyler durur.

Hayır!.. Maalesef yolsuzluklar 1923'e kadar dayanmaktadır. Yolsuzlukların anası CHP'dir.

1915 ile 1923 arasında Ermeniler sürülmüştü. Onların malları, evleri, arazileri, dükkanları...

Yunan ordusu bozulunca Anadolu Rumlarının bir kısmı kaçmış veya telef olmuştu. 1924'te Lozan anlaşmasının mübadele maddesi gereğince Anadolu Rumlarının tamamı Yunanistan'a gönderilmişti. Bir buçuk milyona yakın Rum gönderilmiş, yerlerine Yunanistan'dan 400 bin kadar Türk ve Müslüman gelmişti. Rumların evleri, dükkanları, arazileri, atölyeleri, fabrikaları, malları, bağ ve bahçeleri...

İstanbul'un en büyük matbaa tesislerinden biri Mateosyan adlı bir Ermeni'ye aitti. İşgal kuvvetleri 1922'de İstanbul'u terk ederken, işgalcilerle işbirliği yaptığı için bu Ermeni de yurt dışına kaçmış ve kısa bir müddet sonra matbaası, binasıyla birlikte, Karay asıllı olduğu iddia edilen bir CHP kodamanının eline geçmişti.

Sovyetler Birliği'nde Lenin ve Stalin, Türkiye'de CHP oligarşisi dinsizlik yapıyordu. Medreseler kapatılmıştı. Göstermelik olarak onların yerine açılan İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip mektebi de, rağbet yok bahanesiyle kapatılmıştı. Okullardan din ve ahlâk dersleri kaldırılmıştı. Ülke çapında dinsizlik terörü estiriliyordu. Kalkınmak için...

Ünlü ve büyük paşamızın dile getirdiği "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar..." ilkesi hayata tatbik ediliyordu.

Öyle bir talan başlamıştı ki, ülkenin bize ait olduğunu gösteren, bir tür tapu senedi mahiyetinde olan tarihî İslâm kabristanları bile düzleniyor, arazilerinin bir kısmı kapanın elinde kalıyordu.

Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Kemal Tahir ve daha nice edip ve romancı bu talan ve soygunu kitaplarında işlemişlerdir.

Gazeteci Arif Oruç, İstanbul'da YARIN gazetesini yayınlıyordu. Mateosyan matbaasını eline geçiren CHP iktidarı yanlısı gazete ile amansız bir polemik ve mücadele yapıyordu. Rejim bu gibi muhalefeti susturmak için sert kanunlar çıkartmış, basın hürriyetini gemlemişti. Arif Oruç canını kurtarmak için komşu Bulgaristan krallığına kaçmış, İstanbul'da harf devriminden sonra Latin yazısıyla yayınladığı YARIN'ı orada Osmanlıca yazıyla çıkartmaya devam etmişti.

Modern Türkiye'nin en büyük derdi, krizi, olumsuz tarafı kokuşma ve yolsuzluklardır. Temizlik ve şeffaflıkta (saydamlıkta) uluslararası notumuz 10 üzerinden 4'tür. Yani ahlâk, fazilet, doğruluk, dürüstlük, temizlik, saydamlık konusunda geçerli not alamıyoruz.

Türkiye'deki bütün olumsuzlukların temelinde bu müzmin kokuşma yatmaktadır.

Kokuşma bütün kötülüklerin anasıdır, sebebidir.

1950 ile 1960 arasındaki Adnan Menderes (Demokrat parti) iktidarı esnasında partizanlık yapılmış, birtakım yolsuzluklar olmuştur ama bunlar hiçbir zaman bugünkülerle kıyas edilebilecek şekilde genel ve yoğun olmamıştır. Menderes iktidardan düşürülüp Yassıada (sözde) Yüce Divanında muhakeme edilmiş ve kendisinin bir kuruş yolsuzluğu bulanamamıştı. Aileden zengin ve varlıklı idi. Dedelerinden, babasından kalma çiftliği vardı.

1945'ten sonra ülkemize çoğulculuk gelmiş, çok partili sistem işletilmişti ama temizlik ve şeffaflık için bu da yetmemişti.

Siyasal İslâm ve İslâmcılar taifesi Türkiye'yi temiz ve şeffaf bir hale getirebildi mi?

Bu sorunun cevabını bendeniz vermeyeyim, okuyanlar versin.

Kokuşma, yolsuzluklar, haram ve kara servetler konusunda Müslüman halkın bir kısmı maalesef şunları söylemektedir:

*Dinsizler şimdiye kadar çok yediler, bundan sonra biraz da Müslümanlar yesin...

*Kötü düzenlerde kötü işler yapmak caizdir.

*Müslümana her şeyin en iyisi layıktır.

Ülkemizde çok büyük bir sosyal adaletsizlik hüküm sürmektedir.

Ülkemiz bir rantlar ülkesi haline gelmiştir.

Ülkemizde 300 milyar dolar miktarında kara, haram, kirli, necis servet birikimi vardır.

Maalesef 1923'te dinsizlik ve namussuzluk adına başlatılan yeme, soyma, götürme, vurma furyasına birtakım İslâmcılar da katılmıştır.

1970'lerde kendini mücahid olarak tanıtan nice makyavelist bugün efsanevî servetlere sahip olmuştur.

İslâm dini ve ahlâkı böyle kara servetleri, bunları elde etmek için başvurulan kirli ve ahlâksız metotları asla kabul etmez.

Ahlâk dışı zenginleşmenin ve kalkınmanın Türkiye'yi ne kadar ilerletmiş ve kalkındırmış olduğunu hepimiz görüyoruz.

Bendeniz şöyle diyorum: Ahlâka uygun, namuslu ve şerefli metotlarla çalışılmış olsaydı, Türkiye zenginlikte, kalkınmada, sosyal adalette Japonya, İşveç, Norveç gibi olabilirdi. Bugünkü kokuşma bataklığına düşmemiş olurdu.

Hırsızlıkla, kokuşma ile mükemmel uçaklar yapılamaz, İsveç'in Volvo ve Saab otomobilleri gibi mükemmel ve harika otomobiller üretilemez; Heidelberg, Harvard, Oxford gibi üstün üniversiteler kurulamaz...

Türkiye bir İslam ülkesidir. Bu memlekette ahlâk ve fazilet hakim olmalıdır.

Hakim olmazsa işte bugünkü gibi oluruz.
Mehmet Şevket Eygi

Milliyetçilik ile Sevres'e, Kürtler ile AB'ye

Üç hafta boyunca Türkiye dışında kalınca iç siyaset gündemine kolay kolay intibak edilemiyor. Mart sonu yapılacak seçimlerin ateşiyle süren polemikler, insan, ülkesine dışarıdan bakmayı denediği vakit pek ilginç gelmiyor, heyecan yaratmıyor.
Önce Brüksel'de Davos'taki "drama"ya yakalandım. Bir süre, Tayyip Erdoğan-Şimon Peres polemiğinin, Türkiye-İsrail ve Türkiye-ABD ilişkilerine ve daha da öteye Türkiye'nin Ortadoğu profili ve uluslararası ilişkiler sistemindeki "izdüşümü"ne kafa yorduk. Barack Obama'nın birkaç gün önce hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hem de Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı uzun telefon görüşmeleri ve bu görüşmelerde Türkiye için yaptığı değerlendirme, söz konusu tartışmayı noktalamış olmalı. Davos sonrasına ilişkin Türkiye gözlemlerimizin Obama'nın tavrıyla doğrulanmasına memnun olduk.
Münih, Bakü, Erbil ve Azerbaycan.. Her biri birbirinden farklı coğrafya köşeleri. Tartışılan konular da farklı ve ancak hepsine Türkiye'yi yerleştirmek mümkün. Türkler, kendi ülkelerini içerden seyrettikleri vakit ne kadar asabi ve sinirli oluyor ve hatta dudak büküyorlarsa, Türkiye dışarıdan seyredildiğinde ve tartışmaya konu olduğunda, içerden bakılıp günlük siyasetin gelgitlerinin yol açtığı gerginlikler hissedilmiyor.
Bu "olgu"yu Mümtaz'er Türköne'nin Erbil'de iken ve Erbil sonrasında Zaman'da üst üste yazdığı son derece ilginç değerlendirmelerde de gözledim. "Ülkücü köken"den gelen Mümtaz'er Türköne, Erbil'de Abant Platformu'nun açılış konuşmasını yaparken "Hepimiz Kürtüz" sözcüklerini elbette bir metafor olarak vurgulamıştı. Yazılarından "milliyetçi" çevrelerde rahatsızlığa yol açtığı anlaşılıyor.
Ancak, Mümtaz'er Türköne'nin son yazısında öyle çarpıcı bir yaklaşımı var ki, bunun isabetini, ben Akdeniz'in ta öte ucundan, Barcelona'dan doğrulayabilirim...

* * *
"Küçük Türkiye Milliyetçiliği" başlıklı son yazısı şöyle başlıyor:
"Sevres'de İç Anadolu Bölgesi ile sınırlı bir 'Türk vatanı' öngörülüyordu. 'Küçük Türkiye' milliyetçiliği ile aynı sona varacak dar ve karanlık bir yolda inatla yürüyenleri kastediyorum. Düşmanlar üreten, nefret kusan, çevreye öfkeyle bakan, hastalıklı ve kompleksli bir milliyetçilik türü bu. Akıl, sağduyu ve mantık bu hasta dünyaya nüfuz edemiyor."
Yazının şu bölümlerini izleyelim:
"Türk milliyetçiliğinin ilham kaynağı Balkan milliyetçilikleri idi. Cumhuriyet'e kadar Türkçü aydınlar iki kısma ayrılır. 'Türk kanından olmayan' Türkçüler ve Rusya'dan gelen aydınlar. Nâzım Hikmet'in büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa ilkine, Yusuf Akçura ikincisine örnektir. Türk milliyetçiliği, imparatorluk kültürü ile yoğrulmuş bu topraklara yabancıdır. Cumhuriyet'in ulus-devlet projesi ise bir mecburiyettir. Bu projeyi gerçekleştirmek için seferber edilen milliyetçi tezlerin çoğu abartılı ve uydurmadır. Ergenekon efsanesi ve kurt figürü gibi. Maksat Osmanlı'dan uzaklaşarak çok eski ve belirsiz bir tarihi, 5000 yıl öncesini referans alarak yeni bir ulus devlet tarihi inşa etmekti. Eski Çin almanaklarında yer alan Orta Asya coğrafyasına dair belirsiz bilgiler, üzerine Türk damgası vurularak bu şekilde yorumlandı.
Cumhuriyet Türkiyesi çok önem verdiği eğitim aracılığıyla, ulus-devletin yerleşmesine ve pekişmesine hizmet edeceği varsayılan bu uydurma tezler ile beynimizi adeta iğdiş etti. Bu tezleri sorgusuz sualsiz 'bir din' gibi benimseyenler ve bu inançlarla mutlu yaşayanlar için artık uyanma vakti geldi. Çünkü bu saçma sapan tezlerin üzerine, ancak bize Sevres'in layık gördüğü 'Küçük Türkiye'yi inşa edebilirsiniz...
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ulus devletin bütün gayretine rağmen homojen tek bir halk yaşamıyor. Herkesi 'Türk yapmak' veya boyun eğdirmeye kalkmak 'Küçük Türkiye'ye rıza göstermek demek. 'Herkese aynı dili dayatmak' bugün Kürtlere 'Kendi dilini kullanmak için kendi devletini kur' demekten başka anlama gelmiyor. 'Tek devlet ve tek bayrak'ı yaşatmak için devletin ulusun herkesin rızasını alarak yeniden tanımlamak zorundasınız...
5000 yıl öncesinin masallarıyla uğraşmak yerine ayrılalı aradan henüz 100 yıl bile geçmeyen yakın coğrafyanıza yönelmek zorundasınız. Bu coğrafyada yaşamanın bir raconu var. Milliyetçiliğin dar kalıplarını kırıp büyük düşünmek zorundasınız. Bunun için ise en fazla Osmanlı kadar Türk olabilme hakkına sahipsiniz. Daha fazlası ile 'Küçük Türkiye'de koyun gibi mutlu yaşarsınız..."
Sevres'in bizlere biçtiği ile şu dönem "Türk milliyetçiliği"nin müthiş kesişme noktası ve ortaklığı ancak bu kadar çarpıcı ve etkili biçimde anlatılabilir...

* * *
Barcelona'da "Avrupa'nın Kapılarında" başlıklı konferansta, Belgrad'ın kalburüstü entelektüellerinden bir sosyal tarih profesörünü dinliyordum. Sırpların AB'ye ilişkin "ikircikli" duygularını anlatıyordu. Sırp siyasi eliti ve entelektüellerinin kendilerini "milliyetçi proje"den sıyıramadıklarını açıklıyordu.
Sırpların, ta 1804'te bağımsızlık arayan "ilk Osmanlı ulusu" olduğunu hatırlatan ve bunun ancak 1878'de Berlin Konferansı'yla mümkün olabildiğini söyleyen Dubrovka Stojanoviç, Sırp siyasi eliti ile entelektüellerinin 19. yüzyıl sonunda ülkenin sosyal ve ekonomik gelişmesini, bir başka deyişle "Avrupalılaşması"nı "Büyük Sırbistan" hayali uğrunda feda ettiklerini hatırlattı.
İşin ilginç yanı, "milliyetçilik ile enfekte" Sırp siyasi eliti ve entelijansyası aynı hatayı, yani "Büyük Sırbistan hayali" peşinde koşma hatasını 20. yüzyıl sonunda bir kez daha, başta Bosna'daki soykırımsal savaşla tekrarladı. Sırbistan, bırakın "Büyük Sırbistan"a ulaşmayı, şimdi Avrupa kapılarında, yönünü bulmaya çalışarak, gidip geliyor.
Ukrayna ve Sırbistan tecrübelerini dinlerken Türkiye'deki güncel tartışmalarla ilgili birçok ortak yön bulunduğunu kavradım. Türkiye'nin Sırbistan ile Ukrayna'dan ayrılabildiği taraflar, "avantajlı" yanları.
"Milliyetçilik" ile "Küçük Türkiye"ye rıza gösterip, Avrupa'dan, demokrasiden ve refahtan uzaklaşıyorsunuz. Elinizdeki "Küçük Türkiye"yi ise içinizdeki ve çevrenizdeki "Kürt ur'u" ile koruyabilmeniz de kuşkulu hale geliyor.
"Osmanlı bakış açısı"nı 21. yüzyıl şartlarına adapte ettiğinizde, "Küçük Türkiye milliyetçiliği"ni alt ettiğinizde ise içinizde ve çevrenizde müthiş bir "Kürt iksiri"yle güçlenip, Avrupa kapısından içeri ayağınızı sokuyor, demokrasi ve refah yolunda yürümeye başlayabiliyorsunuz.
Bu olguyu en iyi kavrayabileceğiniz yerlerin başında İspanya gelir. İspanya, yüzyıllar önce dünyanın birçok denizine, kıt'alara hükmeden büyük bir güçtü. 20. yüzyılın ortasında, milliyetçiliğin elinde, Franco faşizmiyle güçten düştü. Şu sıra "ulusal sorunu"nu çözmüş, AB'nin en etkili ve rahat ülkelerinden biri.
İspanya bünyesindeki Katalunya'da, Barcelona'da bu olgunun tanığıyım...
Cengiz Çandar

Doğan Grubu, ceza ve anneler

Aydın Doğan’ın şirketlerine büyük bir vergi cezası geldi.

Grup, bir “haksızlığa” uğradığını söyleyerek ciddi bir mücadele başlattı.

Haberleri, açıklamaları okudum.

Dün televizyonda grubun önde gelen yöneticilerinden birinin basın toplantısını da dinledim.

Bu işlerde uzman olmayan birinin kolayca anlayabileceği bir durum değil.

Somut olarak kavrayabildiğim tek şey, Doğan Grubu hisselerinin yüzde yirmi beşini bir Alman şirketine satmış ve bu satışın 2 Ocak 2007’de gerçekleştiğini bildirmiş olduğu.

Maliye ise bu satışın 22 Aralık 2006’da olduğuna dair bir kayıt bulmuş belgelerde.

Doğan Grubu neden “22 Aralık’ta öyle bir kayıt bulunduğunu” tam açıklayamıyor ama diyor ki “satış kaydının o tarihte ya da bu tarihte olması benim verdiğim ve vereceğim vergilerin miktarını değiştirmez. O nedenle bana vergi kaçakçısı muamelesi yapılamaz ve borcum cezalandırılarak yedi misline çıkartılamaz.”

Durumu net bir şekilde kavradığımı söyleyemem ama anlayabildiğim kadarıyla Doğan Grubu bilerek ya da bilmeyerek bir “hata” yapmış ama bu hatanın hak ettiğinden çok daha büyük bir cezaya çarptırılmış.

Siyasi iktidarın bu “hatadan” istifade ederek Aydın Doğan’a “bir tane çaktığı” izlenimi doğuyor.

Tabii, Maliye durumu daha ayrıntılı açıklayan, bizim gibi konunun uzağında olanları da aydınlatacak bir bildiri yayınlarsa onu da yayınlayıp Maliye’den özür dilerim.

Doğrusunu isterseniz beni bu olayda ilgilendiren “husus” biraz daha farklı.

Doğan Grubu’nun sahiplerinin, yöneticilerinin, yazarlarının çoğunun ortak feryatlarından canlarının nasıl acıdığı görülüyor.

Bu gelişmeleri “medyanın cezalandırılması” olarak değerlendiriyorlar.

Eğer izin verirse benim Aydın Doğan’a iki sorum var.

Birincisi, sahip olduğu gazetelere ve televizyonlara gerçekten “medya” denilebilir mi yoksa onlar iktidar oyununda rol alan “siyasi organizmalar” mı?

Aydın Doğan yıllardan beri medyanın içinde, gazetecilik ölçülerine artık vakıftır.

367 rezaletinde, cumhurbaşkanlığı seçiminde, türban olayında, ordunun 27 Nisan muhtırasında Hürriyet gazetesi bir gazete gibi mi yoksa “gizli bir iktidarın” aracı gibi mi davrandı?

Ergenekon çetesini, Aktütün skandalını, Karamehmet’in Jandarmayla ilişkilerini “haber” saymayan bir medya yeryüzünde var mıdır?

Gezdiği ülkelerde bu haberleri “haber” saymayan “medyaya” rastladı mı?

Gerçek haberleri saklayan, hukuk dışı uygulamaları sonuna kadar destekleyen yayın organlarına “medya” diyebilir miyiz?

Sadece yayın yapmak “medya” olmaya yetiyorsa, internet sitesinden yayın yapan Genelkurmay da “medya” tanımına girer mi?

Bunlar gazetecilikle ilgili sorular.

Bir de daha insani bir sorum var.

Aydın Doğan’ın bu son ceza nedeniyle acı çektiği açıkça anlaşılıyor.

Sezebildiğim kadarıyla sadece öylesine büyük bir miktarı ödemek zorunda kalmaktan değil bir de “vergi kaçakçısı” ilan edilmekten acı çekiyor.

Haksızlığa uğradığına inanıyor.

Benim sorum şu.

Haksızlığa uğramanın ne demek olduğunu şimdi anladınız mı?

Bu haksızlık karşısında bütün gazetelerin sizi desteklemesini, size yardım etmesini istiyorsunuz.

Sizin gazeteleriniz haksızlara yardım etti mi?

Yoksa insanlara haksızlık mı etti?

Bakın dün gelen iki mektuptan kısa iki alıntı yapacağım.

Birincisi lise üçe giden bir Türk öğrenci.

Mealen diyor ki, “annem bir daha Kürtleri savunursan senin annen olmayacağım diyor, Kürt meselesinden söz etmemi istemiyor.”

İkincisi bir Kürt gencinden.

“Annemle sohbet ettiğimde başlıyor anlatmaya... Geçmişte olup bitmişleri bir bir anlatıyor... O anlattıkça bende bir öfke, bir sinir ortaya çıkıyor... Gerçekten burada anlatmaya başlarsam belki inanması güç şeyler duyarsınız.”

Bir Türk, biri Kürt iki anne.

Ve, oğullarını iki düşman gibi yetiştiriyorlar.

Çocuklarını böyle yetiştirebilmeleri için ikisinin de çok acı çekmiş olması gerekir.

Bu annelerin, bu çocukların acı çekmesinde Doğan “medyasının” hiç rolü olmadı mı?

Öylesine asker ve savaş yanlısı yayınlar, bu ülkenin insanlarının ruhsal dengelerinin bozulmasına hiç katkı yapmadı mı?

Bu ülkede düşmanlıkları körükleyen, savaşı yücelten yayınların annelerle çocukları nasıl etkilediğini sanıyorsunuz?

Ölen onca Türk ve Kürt gencin hayatını kaybetmesinde gazetelerin hiç mi vebali yok?

Bu ülkede insanlar haksızlıklara uğruyor.

Siz haksızlığa uğradığınıza inandığınızda diğer gazetelerin yardımını istiyorsunuz.

Sesinizin duyulmasını istiyorsunuz.

Üstelik sizin, sesinizin duyulmasına yardım edecek onca yayın organınız, onca yazarınız var.

Bunlara sahip olmayan insanlar haksızlığa uğradığında sizin gazeteleriniz ne yapıyor?

Okul kapılarından döndürülen türbanlı kızların, yollardan çevrilip ellerinde taş izi var diye tutuklanan Kürt çocuklarının, hapislere atılan solcuların, hakları verilmeyen Alevilerin, susturulmak istenen demokratların neler hissetmiş olduğunu şimdi fark edebiliyor musunuz?

Onlar da aynı isyanı hissetti.

Ve, onların “medyası” yoktu.

Aydın Doğan’ın bu son olayda bir haksızlığa uğradığını sanıyorum, onun haksızlığa uğradığına yüzde yüz emin olursak bu haksızlığın ortaya çıkması için elimizden geleni yaparız.

Umarım, Aydın Doğan’ın “medyası” da bundan sonra haksızlık yapmak yerine haksızlığa uğrayan insanları korumanın daha “saygıdeğer” bir iş olduğunu öğrenir.
Ahmet Altan

Açtırman kutuyu, söyletmen kötüyü

Sabah'tan Nur Batur 'Gladio' konusunu soruşturmak üzere gittiği İtalya'da eski cumhurbaşkanı Francesco Cossiga ile konuşurken, şimdiye kadar hiçbir yerde karşıma çıkmadığı için beni müthiş şaşırtan bir gerçeği ortaya çıkardı: 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa yeniden şekillenirken ABD'ye çağrılan genç lider adayları arasında o da varmış...
Sadece o olsa iyi; Fransa'dan başbakan ve cumhurbaşkanı olacak Valery Giscard D'Estaing, Almanya'dan başbakanlığa yükselecek Helmut Schmidt ile Helmut Kohl ve İngiltere'den uzun yıllar başbakanlık koltuğunda oturacak Margaret Thatcher...
“Gladio üzerinde söyleşirken, birdenbire konuyu kendisi bu noktaya getirdi Cossiga” diye aktardı bana şaşkına çeviren bilgiyi nasıl elde ettiğini; “Fazla üstelemem gerekmeden de beş ismi arka arkaya saydı...”
Nur Batur dizisinin ilk gününde bu konuya ayrılmış satırlar şöyleydi: “2. Dünya Savaşı sonunda Soğuk Savaş'ın başladığı günlerdi. Özel bir programla Avrupa'dan 5 genç siyasetçi ABD'ye gitti. Aralarında tek bir kadın vardı. O da savaşın galiplerinden olan İngiltere'den Margaret Thatcher'di. Helmut Schmidt ve Helmut Kohl yenilip ikiye bölünen Almanya'dan geliyorlardı. Savaşın diğer galibi Fransa'dan Valery Giscard d'Estaing seçilmişti. Yenilen İtalya'dan seçilen hukukçu ise Francesca Cossiga'ydı...
“50 yıl sürecek Soğuk Savaş döneminde Avrupa'yı yönetecek olan beş genç lider, ilk kez ABD'nin liderlik programında tanıştılar.. Ve beşi de Soğuk Savaş'ın kaderini çizdiler. / Beşi de Sovyetler Birliği'nin ve Varşova Paktı'nın dağılmasında rol oynayan güçlü liderler oldular...”
Bir tanıdığım, bayağı gençken ve Adalet Partisi saflarında siyasete atılmışken Amerika'nın 'genç liderler programı' kapsamında bir seyahate götürüldüğünü anlatır dururdu. Demek ki, her el attıkları kişiyi başbakan yapamıyor Amerikalılar; ama deniyorlar işte...
Acaba bugüne kadar Türkiye'den kimlere 'genç liderler programı' kapsamında ABD piyangosu çarpmış olabilir?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum; ama Washington'un bu tür programlarla neyi amaçladığını çok iyi biliyorum. Bilgimin kaynağında, ABD'de genekurmay başkanlığı yapmış ve 1998 yılında Atatürk Barış ve Demokrasi Ödülü'ne lâyık görülmüş Oramiral William J. Crowe'un Kongre'de yaptığı ifşaat yatıyor.
İfşaatın Türkiye'ye ulaşmasını o zaman Hürriyet'in Washington muhabiri olan Sedat Ergin'e borçluyuz. Tabii, “ABD'nin kafakol programı” gibi çok iddialı bir başlığı manşete çekme cesareti gösteren dönemin yayın yönetmeni Çetin Emeç'e de...
Çetin Emeç, bu haberin üzerinden bir yıl geçmeden, önce koltuğunu, sonra da hayatını kaybedecekti.
Hürriyet, 21 Nisan 1989 günü, Sedat Ergin'in üst başlığı “ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor” olan “ABD'nin kafakol programı” manşet haberiyle çıktı:
“ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre'de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika'da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, 'Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama' olarak açıkladı. ABD'nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461”.
Haberde, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde ABD'nin Türk subaylarının Amerika'da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyor. Haberde, Senatör Nunn'un şu sözlerine de yer veriliyor: “Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır.”
Crowe'un açıklamalarından bir bölüm de şuydu: “IMET (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkanlar sağlamaktadır.
“ABD'de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD'de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişi vardır. IMET, uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik yardımı aracıdır ve ABD'ye sayısız yararlar sağlamaktadır.”
Konuşan bir subay olduğu için vurgu askerlere olsa da, sözünü ettiği program sivillere de açık. İlk sırada Türkiye'nin bulunduğu programdan en çok yararlanan ülkelerden davetli sayısı 1500 kişiymiş...
Cossiga İtalya'da kapağı kaldırdı, bakalım Türkiye'de kim aynı işi yapacak?

Taha Kıvanç

Obama da AK Partici çıktı!

İçinde Türk ve Amerikalıların yer aldığı bir kliğin, Bush yönetimi döneminde sürekli AK Parti iktidarı aleyhine lobi yaptığını bilmeyen yok. Bugün Silivri'de hesap veren Ergenekon sanıkları, içeride bir darbenin psikolojik şartlarını hazırlamakla meşgulken, onlar da Washington'da bu planlara onay almaya çalışıyorlardı.

ABD'nin eski Ankara büyükelçilerinden Morton Abramowitz, bir yazısında "bazılarının Washington'a gelerek AK Parti iktidarının altındaki halının çekilmesi için sürekli lobi yaptığını" yazmıştı.

Kim bilir, geçen 6 yılda Washington'da bu yönde nice girişimler oldu? Biz bunlardan birini, yanlışlıkla medyaya sızan Hudson Enstitüsü'nde konuşulanlardan öğrendik. Hani, Anayasa Mahkemesi başkanına suikast, Taksim'de 50 kişinin hayatını kaybedeceği bombalı saldırı gibi karanlık senaryoların konuşulduğu toplantı. Bazı komutanların tesadüfen oradan geçerken katıldığı, AKP'ye yarayacağı için Irak'taki PKK'lıların iadesine itiraz edildiği toplantı... Washington kulisleri dile gelse, kim bilir daha ne dehşet senaryolardan haberimiz olacak?

Bu yönüyle, Ergenekon savcılarının örgütün Washington ayağına da bakmasında fayda olabilir. Belki de bu konuyla ilgili detayları, darbe günlüklerinin ve Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz gibi darbe girişimlerinin yer alacağı ek iddianamede okuruz.

Yürütülen bu kesif kampanyanın da etkisiyle kritik anlarda Washington'da ciddi kafa karışıklığı yaşandı. Hatta Bush yönetiminin, yer yer darbe planlayanlar ile demokratik iktidara eşit mesafede durma gibi tuhaf tepkiler verdiği oldu. Her şeye rağmen karanlık planların akim kalmasında, ABD'den onay çıkmamasının büyük rolü oldu.

Bush döneminde bile sonuç alamayan malum jurnalci çevreler, şimdi benzer lobi faaliyetini Obama yönetimine karşı yapıyor. Türkiye'nin Batı'dan koptuğu ve AK Parti'nin İslamcı yüzünün ortaya çıktığı gibi temaları işleyen yazıların Batı basınında sıklaşması bunun göstergesi. Türkiye'nin Gazze'deki katliama gösterdiği tepki, AK Parti liderliğinin İsrail'e karşı kullandığı sert üslup ve Erdoğan'ın Davos'taki tepkisi de bu yolda tatlandırıcı olarak kullanılıyor.

Ancak yeni başkanın Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ı ayrı ayrı arayarak "Türkiye'nin bölgesel konularda gösterdiği liderliği takdir ettiğini" ifade etmesi, bu defaki çabaların da nafile olacağına işaret ediyor. Obama, aleyhteki yazılardan biraz etkilense, Erdoğan'a "Ortadoğu barış sürecinde şahsınızın liderliğinin hayati önem taşıdığını ifade etmek isterim." der mi?

Bir yandan AK Parti'nin Amerikan kurgusu olduğunu öne sürüp, diğer yandan aynı hareketi "İslamcı" diye Washington'a jurnalleyenlerin görmek istemediğini, Amerikan yönetimi de Türk halkı da Ortadoğu'daki aydınlar da çok iyi görüyor.

Saadet Partisi'nin İstanbul belediye başkan adayı Mehmet Bekaroğlu'nun çıkardığı 'Doğudan' dergisinin son sayısı, bölgede etkinliği artan Türkiye'ye ve AK Parti'ye Ortadoğu'nun nasıl baktığını ele almış. Mısır, Lübnan, İran ve Suriye'den görüş belirten aydınların hepsi, Türkiye'nin daha aktif olmasını istiyor ve daha ileri beklentilerini dile getiriyor.

Mesela, Avrasya uzmanı İranlı Dr. Kaveh Bayat, ülkesinin ABD ile arasındaki sorunun çözümüne Türkiye'den katkı istiyor. Mısırlı Prof. Nadia Mustafa, Arap rejimlerinin reformu ve bölge dengelerinin düzenlenmesini Türkiye'den bekliyor. Araştırmacı Husan Tumam, Türkiye'nin bölgenin ekonomik kalkınmasına katkısını ve İran'a karşı Sünni dünya için denge unsuru olmasını talep ediyor. Lübnan'dan Muhammed Nureddin, Türkiye'nin çevresine ve tarihine vefalı olmasını, yani bölgeyle yakından ilgilenmesini istiyor. Bölgenin yeni Türkiye'ye bakışı böyle...

Türk halkının mevcut iktidara bakışını ise kamuoyu yoklamalarına yansıyan yüzde 50'yi aşan destek ve miting meydanlarındaki coşku ortaya koyuyor.

Sahadaki bu objektif şartları değerlendiren her rasyonel aktörün, buna uygun hareket etmesi gayet doğal. Dolayısıyla ne dün Bush yönetimi, AK Parti'yi kurtlara yedirmezken AK Partici idi; ne de bugün Obama, Gül ve Erdoğan'ı takdir ederken AK Partici. Sadece kendisiyle, tarihiyle, çevresiyle barışmaya başlayan yeni Türkiye'nin ifade ettiği manaya göre davranıyorlar, o kadar. Bizim jurnalcilerin ve onlardan akıl alan bazı Batılıların anlamadığı veya anlamak istemediği de galiba bu...

Abdülhamit Bilici

20 Şubat 2009 Cuma

Kibirin iktidarı

Her şeyin bir bulmacanın parçaları gibi böylesine bütünleşeceğini öngörmek pek de kolay değildi. Hele Ergenekon davasına ilişkin kuşku yaratmayı stratejik olarak benimsemiş bunca devlet ve medya organı varken... Ama bir zihnî ortamın içinde en güçlü olan yanınız, o zihnî ortam değiştiğinde bir anda en zayıf yönünüz haline gelebiliyor. Türkiye’deki bürokratik elit ve onun yandaşı olan işadamı kesimi de kullandıkları gücün baki kalacağından ve etkisini hiçbir zaman yitirmeyeceğinden çok eminlerdi... Bu durum söz konusu kişileri epeyce kendinden emin, kibirli bir havaya sokmuştu. O kadar ki kullandıkları gücün nişanesi olarak daha da müdanasız davranmayı bir statü haline getirmişlerdi. Yargıdan korkmak, polisten çekinmek gibi özellikler alt sınıfların dünyasında geçerliydi. Onlar bizim dünyamızın üzerinde dokunulmazlığın egemen olduğu bir alanda yaşıyorlardı... Onlar hikmeti sual edilmeyen efendilerdi...

Otoriter zihniyetin şekillendirdiği bir devlet ve yönetim anlayışının hakimiyeti altında, müdanasızlık bir risk değil, aksine bir prestij kaynağıydı. Bu durumun değişmesi ise gerçek dışı gözüküyordu. Arkada sorgulanması olanaksız kılınmış bir kemalizm, ona sıkı sıkıya bağlı laiklik ve milliyetçilikle birlikte, gerçek iktidara yaklaşmak bile ancak tepedekilerin tenezzülü ile olabilecek bir şeydi. Dolayısıyla risksiz bir dünyada, hiçbir çekinceleri olmadan yaşadılar, konuştular, bilgi biriktirdiler ve o bilgileri tasnif edip sakladılar...

Ergenekon davası başladığında birçok kişi zanlıların evlerinden çıkan bilgiler karşısında şaşırırken, “bu insanlar aptal mı ki o belgeleri saklamışlar” diye sormuştu. Aslında söz konusu zümreyi kendileriyle karşılaştırmaktaydılar. Sade vatandaşlar olarak bir suç işlediğimizde, eğer vicdan azabı ile teslim olmayacaksak, gerçekten de ilk düşüneceğimiz şey muhtemelen delilleri yok etmek olacaktır. Ama Ergenekon ağındaki kişiler için bu geçerli değil... Öncelikle bilginin güç olması nedeniyle. Diğer bir deyişle kendi aleyhinize olan her bilgi, başkalarını da kendinize ortak etmenin aracını oluşturuyor. O nedenle delilleri yok etmek çıplak kalmak anlamına geliyor... Ama belki daha da önemlisi, yönetici elitin parçası olmanın verdiği bir özgüvenle müdanasızlığın içselleştirilmiş olmasıdır. Bu kişiler yakalanmayacaklarını, kimsenin buna cesaret edemeyeceğini, yakalansalar bile başlarına bir şeyin gelmeyeceğini, ellerindeki bilginin onları mahkûm ettirmeyecek kadar kıymetli olduğunu ve nihayet iktidara egemen olan bürokratik mekanizmanın onları kurtarmak zorunda kalacağını düşünmekteydiler. Söz konusu bilgi ve belgenin saklanması da muhtemelen bu korumanın garanti altına alınması için yapılmaktaydı.

Bu müdanasızlığın düzeyi ve ima ettiği inanılması güç rahatlığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Çünkü aynı davranış kalıbı, soruşturmanın gelinen noktasında bile aynı şekilde devam ediyor. Eruygur’un eşi telefonda hangi mahkeme heyetlerinin kendilerinden yana olduğunu söylüyor, zanlılar doktor marifetiyle ‘hasta’ oluyorlar ve ardından nöbetçi mahkeme marifetiyle tahliye ediliyorlar ve bütün bunlar kör gözüm parmağına yapılıyor. Bu arada askerî yargı üç yıldır beklettiği dosyayı aniden yürürlüğe sokup kendince birilerini gözaltına alıyor. Askerî yargının uhdesinde yaşanan Şemdinli olayını çok iyi bildiğimiz için bunun da ne anlama geldiğini kavrıyoruz.

Sorun şu ki, farklı bir dönemde yapanın yanına kâr kalacak olan bu eylemler ve gaflar, önümüzdeki dönemde zanlıları ‘suçlu’ kılacak olan delillerin parçası olacak. Çünkü zihnî ortam değişti... Devletçi yönetimin üretmiş olduğu bu gaspçı elitin, artık toplumun geneli nezdinde meşruiyeti yok. Bugünün algılaması içinden bakıldığında, iktidara açıkça el konmuş olduğu ve yaratılan olanakların güç ve servete dönüştürüldüğü değerlendirilmesi yapılıyor.

Ama daha derinde bir şey daha oluyor... Toplumun özellikle muhafazakâr kesimi, sadece iktidar imkânlarına değil, bizzat kendi kültürüne, tarihine, ruhuna da el konmuş olduğunu düşünüyor. Ergenekon teşkilatlanmasının gayrimeşru hale gelmesinin nedeni sadece darbe yapmaya yeltenmesi ve bu uğurda cinayet bile işlemekten çekinmemesi değil. Bunun yeterince ağır bir suç olduğu ortada olsa da, psikolojik açıdan o müdanasızlığın yarattığı olumsuz hissiyatın etkisinin daha yaygın ve kalıcı olduğunu görmekte yarar var. Ergenekon tertibi, Karamehmet ve diğerleri üzerinden medyaya bulaşma biçiminden Hrant’ın katlinde sergilediği vurdumduymazlığa kadar, aslında tek bir mesaj veriyor: Kibir... Ve bu toplum o kibiri şimdi sahiplerine iade ediyor.

Dava süreci nasıl işler, zanlılardan kaçı suçlanır, hangileri paçayı sıyırır bilemeyiz. Ama bu insan güruhunun toplum genelinin algılamasında tümüyle insaniyet dışına düşeceğini biliyoruz. Onların kendilerine atfettikleri ve alışık oldukları şişirilmiş benliğin değeri şimdi yeniden belirleniyor ve bunun yüksek bir değer olmayacağı da belli.

Bu sonucu kabullenmeleri kolay değil. ‘İsyan’ edecekler... Ve daha da fazla hata yapacaklar. Alışkanlıkları ve kişilikleri birer demir pranga gibi onları Ergenekon’un bulanık sularında dibe çekmeye devam edecek.
Etyen Mahçupyan

Trabzon'u ABD'ye verelim mi?

Kırgızistan parlamentosu Manas'taki ABD askeri üssünün kapatılmasına yönelik hükümet kararını onayladı. Ukrayna ve Gürcistan'da olduğu gibi Kırgızistan'da da Kadife Devrim yaptıran ABD, Özbekistan'dan sonra bu ülkeden de çıkarıldı. Parlamento üyelerinden sadece bir tanesi üssün kapatılmasına red oyu verdi. Bu karar, Kadife Devrim projesini çökertti. Bu karar, Irak işgali öncesi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Mart Tezkeresi'ni reddetmesine ve ABD güçlerine Türkiye toprakların kapatmasına benziyor. Bu kararla ABD, Orta Asya denkleminde çok önemli bir jeopolitik yenilgi aldı. Manas üssü artık Rusya'nın!
Ancak bundan sonrası daha önemli. Afganistan'a ağırlık veren, bölgede büyük operasyon hazırlıklarına girişen ABD'nin Türkiye'den Trabzon'u isteyebileceği ifade ediliyor. İşte bu noktada yıllardır üzerinde durduğum Doğu Karadeniz ve Trabzon tartışmasına dönmem gerekiyor. Sanırım bu konuda en çok yazanlardan biriyim. Çünkü, Orta/Güney Asya ve Doğu Afrika'da büyük çatışmaların başlayacağına inanıyoruz.
Peki Kırgızistan'daki üssün kapatılmasıyla Trabzon'un ne ilgisi var? Afganistan'la Trabzon'un ne alakası var? Karaçi limanı ile Trabzon limanının ne bağlantısı var? Neden yıllardır Karadeniz'e dikkat çekmeye çalışıyorum? Özellikle Doğu Karadeniz'in gelecekte Doğu Akdeniz'e benzeyeceğini, bölgenin uluslararası tartışmalara çekileceğini vurguluyorum? Anlatayım:
Barack Obama yönetimi, Irak'tan çekilirken Afganistan-Pakistan'a yoğunlaşıyor. "ABD için en büyük tehdit Pakistan kökenli" diyen ve bu ülkeyi füzelerle vurmaktan söz eden Obama, daha bir kaç gün önce 17 bin ABD askerinin Afganistan'a gönderilmesini onayladı. Bir yandan da hem Pakistan'ın nükleer gücünü kontrol altına alma girişimlerine hem de bu ülkede operasyonlara devam ediyor. ABD ve NATO birliklerinin şu an için en büyük operasyon alanı Afganistan. Bir yıldır NATO toplantılarında Sovyet sendromu yaşanıyor. Bu ülkede kısılıp kalmaktan, hezimete uğramaktan söz ediliyor. Pakistan nükleer silahlarının ABD karşıtı güçlerin eline geçmesinden endişe ediliyor. Buna yönelik stratejiler hazırlanıyor. 18 Aralık 2008 tarihli "Karadeniz'e ABD üssü" başlıklı yazıda bunları detaylı olarak tartıştık. Bundan bir yıl önce aktardığım senaryo gerçek olmuştu.
Manas üssünün kapatılması tam bu dönemde gerçekleşti. Başka gelişmeler de oldu. Bombay'daki (Mombai) şaibeli saldırı aynı dönemde yaşandı. Etkisi Hint-Pakistan krizi oldu. Taliban saldırıları arttı. Bazıları ABD'ye Afganistan'da büyük tuzak hazırlandığı iddiasında. Pakistan, "ABD ile terörle mücadele ortaklığını bitirme" tehdidinde bulundu. Daha önce, Perviz Müşerref'in ayrılmasından Benazir Butto suikastine kadar çok önemli gelişmeler yaşandı. Bütün yollar aynı senaryoya çıkıyordu. En önemlisi ve Trabzon'la bağlantılı olanı ise şöyle:
Afganistan'daki ABD-NATO birliklerinin en büyük lojistik destek hattı Karaçi limanından başlıyor. Silah ve mühimmatın yüzde 73'ü bu bölgeden sağlanıyor. Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru bu hatta yoğun saldırılar başladı. Pakistanlı gruplar sadece Aralık ayının ilk haftasında iki saldırıda 150 araç imha etti. Sonraları Pakistan yönetimi de hattın kapatılmasına yönelik açıklamalarda bulundu. Destek hattı kapatılırsa Afganistan'daki ABD-NATO güçleri adeta rehin kalacaktı. Washington alternatif yollar aramaya başladı.
Rusya ile pazarlık yapıldı. Özbekistan'la yoğun görüşmeler başlatıldı. Hatta bu görüşmelerin İstanbul'da yapılmış olma ihtimali bile var. ABD Tacikistan üzerine yoğunlaştı. Tacik yönetimi istekliydi ama bu ülkedeki Rus etkisi kırılamıyordu. Gürcistan'ın Abhazya'ya saldırısı ve Rusya'nın aşırı sert tepki vermesi sadece Kafkaslar'daki güç mücadelesiyle sınırlı değildi. Alternatif yollar açılamazsa Karadeniz-Kafkasya-Orta Asya üzerinden Afganistan'a koridor açılacaktı. ABD'nin öteden beri Karadeniz'de bir NATO üssü istediğini biliyoruz. Trabzon üzerinden Kafkaslar ve Orta Asya'ya ulaşmak istediğini de. Türkiye ve Rusya şu ana kadar buna karşı çıktı ve birlikte hareket etti. 2004 yılında sorduğum "Karadeniz Amerikan Gölü mü olacak" sorusu bugünlerin gelişini haber veriyordu. 2005 yılında "Neden Karadeniz? Terör neden Trabzon'a ulaşmaya çalışıyor?" sorularını da bunun için sormuştum. "Taliban'la mücadele Karadeniz'den başlar" yazısı da bu gerçeği ortaya koyma çabasının sonucuydu.
Obama yönetiminin "İran'la üç dört ay içinde yüz yüze görüşme" açıklamaları, Türkiye ile İran arasında Trabzon limanını İran için ithalat kapısı yapma görüşmelerini bu açıdan da değerlendirelim. Afganistan'daki yeni durum bölgesel denklemleri değiştirebilir. Her durumda Karadeniz bundan sonra çok çetin tartışmalara konu olacak. Washington daha Irak işgali sırasında Doğu Karadeniz'in liman ve havaalanlarının kullanımını istemişti. Bu konuda son tartışmayı 29 Ocak tarihli "Türkiye yeni bir tehditle yüzleşiyor" başlığı altında ele aldım. Karadeniz'in Türkiye-Rusya-ABD arasında çok ciddi jeopolitik savaş alanı olabileceğine dikkat çektim. Kırım Savaşı'nı andıran bir durum söz konusu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Moskova ziyaretinde bu konu gündeme geldi mi bilmiyorum. Hemen ardından Obama'nın Cumhurbaşkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ı aramasında da konunun ele alınıp alınmadığına dair hiçbir fikrim yok. Ancak Karadeniz şu an için Türkiye'nin önündeki en önemli sorun olarak büyüyor. Ankara bugüne kadar son derece dikkatli bir politika izledi. Umarız bu devam eder, bölge savaşın değil barışın merkezi olur. Ancak her durumda Afganistan, Taliban sorunu, lojistik destek hattı bölge ile bağlantılı olacak. Bu yüzden Trabzon ve Doğu Karadeniz ABD için çok çok önemli olacak. Ne dersiniz? Trabzon'u böyle bir senaryoya kurban edelim mi?

İbrahim Karagül

Gönüllü kum çuvalı: Merkez medya

Günün koşulları sert, iktidar mücadelesi açık… Böyle olunca her gelişme, vergi cezaları, medya patronlarının Ergenekon ilişkileri, yolsuzluk dosyaları gibi hemen her hadise siyasi değerlendirmeye tabi tutuluyor.
Bir kesimin iddiası siyasi iktidarın elindeki gücü muhaliflerine karşı kullandığı yönünde…
Diğer taraf ise hırsızlık, yolsuzluk, karanlık ilişkilerin bu tür iddialarla aklanmaya çalışıldığını söylüyor…
Hangisi doğru?..
Bir yanlış bir doğruyu götürmez bu tür işlerde. Elbette Doğan Grubu'na gelen cezanın neden bu zamanlamayla kesildiği tartışılacaktır, tartışılıyor da…
Ama bu tartışma vergi cezası asli gerekçesini hiç bir şekilde gölgelemez, gölgelemiyor.
Karamehmet'in Ergenekoncu askerlerle kurduğu kabul edilmez ilişkinin ortaya çıkması, her hangi bir siyasi görüşe fayda sağlıyor diye, o karanlık ilişki buharlaşmıyor, aklanmıyor, doğrulanmıyor.
Ne var ki, Türkiye'nin sapla samanı karıştırmadan, kutuplaşmadan tartışamayacağı çok açık… Zira siyasi partiler ve merkez medya tartışmanın hem öznesi hem nesnesi, tartışılan da onlar, tartışan da onlar…
Kanımızı söyleyip şimdilik kaydıyla geçelim:
Merkez medyanın eğriliği yanında siyasi iktidarın sert vuruşlarının esamesi bile okunmaz…
Seçim öncesi havayı da aslında bu cümle özetliyor…
Görünen o ki, Başbakan askerle ilişkilerinin geldiği noktadan (hem duruma hâkim olma hem uzlaşma) memnun, Bu memnuniyetin rahatlığı içinde seçim kampanyasının karşısına CHP'yi, CHP'den de çok egemen zihniyeti temsil eden merkez medyayı alarak yürütüyor ve yürütecek…
Bu yolla Başbakan hem riskli karşılaşma ve çatışmalardan uzak duruyor, hem meydanlarda hakkından kolayca geleceği bir rakibe işarete ederek, adalet ve hak duygusu üzerine kurulu toplumsal siyasi bir seferberliği hedefliyor.
Bunu anlamak için Başbakan'ın iki özelliğini iyi görmek gerekir.
İlki şu:
Başbakan geri adım atarak uzlaşmıyor, sıkıştığı anlarda uzlaşıyı aramıyor. Tam tersine adım atıyor, kazançlı duruma geçmeye gayret ediyor, uzlaşıya bundan sonra kapı açıyor. 2007 yılında yaşananlar, Başbakan'ın aldığı tavırlar buna tipik örnektir. 2007 Mart'ından itibaren, özellikle muhtıra sonrası cumhurbaşkanlığı seçimi ve adayı konusunda meydan okumadan kaçınmamış, ancak kazandıktan sonra geri adıma ve uzlaşmaya yanaşmıştır Başbakan. Uzlaşma seçim sonrasında, Başbakan'ın istediği koşullarda olacaktır.
İkinci özellik şöyle:
Başbakan çatışmadan kaçmıyor, ancak çatışma nesnesini kendisi seçiyor. Doğrudan karşısında olan, onu tehdit eden yapıyla değil, onun dolaylı temsilcileriyle kavga veriyor. Merkez medya, Başbakan'ın hemen her zaman seçilmiş hedeflerinden biri olmuştu, olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Belki de bir taşla iki kuş avlıyor.
Bir yandan AK Parti'nin varlığını hedefleyen, bunu 7'den 70'e herkesin göreceği keyfilik ve çıplakla yapan, bu yolla kendisini hak arayışı karşısında “egemen güç”ün “tam ve ahlak dışı temsilci”si haline getiren merkez medyayla kavga ederek, bu kolay lokmayı yiyerek oyun kazanıyor.
Diğer yandan bu galibiyet üzerinden asıl rakiplerinin hareket ve meşruiyet alanını daraltıyor.
2007 genel seçim kampanyasını hatırlayın… AK Parti'nin kapatılma davası sonucundan sonra yaptığı çıkışı, Doğan Grubu'nu siyasi aktör olarak nasıl karşısına aldığını hatırlayın ve 2009 yerel seçim kampanyasında kullandığı dile bakın… Aynı mekanizmayı göreceksiniz…
Açık:
Merkez medya kendisini siyasi aktör haline getirmeye çalıştıkça, siyaseti tepeden dizayn etmeye gayret ettikçe, siyasi iktidarla cepheden kendi çıkarları doğrultusunda savaş sürdürmeye çalıştıkça, devletin içindeki atanmış gücünün gönüllü temsilcisi gibi durdukça bu böyle sürecektir…
Bu kavga “Türk siyasetine” değil, sadece “köpüğü”ne işaret etmektedir.
Köpüğün altında ise temalarıyla, çatışmalarıyla büyük değişim süreci vardır.
Değişim sürecindeki en önemli temalardan birisi ise, iktidarı kontrol etme, bu kontrolün kim tarafından, nasıl yapılacağı, bunun sınırları, yasallığı ve meşruiyeti meselesidir.

Ali Bayramoğlu

'Küçük Türkiye' milliyetçiliği

Sevres'te İç Anadolu Bölgesi ile sınırlı bir "Türk vatanı" öngörülüyordu. "Küçük Türkiye" milliyetçiliği ile, aynı sonuca varacak dar ve karanlık bir yolda inatla yürüyenleri kastediyorum. Düşmanlar üreten, nefret kusan, çevreye öfkeyle bakan hastalıklı ve kompleksli bir milliyetçilik türü bu. Akıl, sağduyu ve mantık bu hasta dünyaya nüfûz edemiyor.

"Bütün dünya Türk olsun" lafına, ancak "Mars niye olmasın?" itirazında bulunabilirsiniz. Beğenmediği adamın üzerini, "Türk kanından değil" diye bir kalemde çizeni, "yok hayır, sadece Akdeniz anemisi var" gırgırı ile susturabilirsiniz. Milliyetçilik, savunmacı bir ideoloji. Sadece savaş şartlarında iş görebiliyor. Duygularla bir direnç hattı oluşturuyor. Bu direnç normal şartlarda, makûl olanın girişini engelleyen aşılmaz bir sedde dönüşüyor.

Türk milliyetçiliğinin ilham kaynağı Balkan milliyetçilikleri idi. Cumhuriyet'e kadar Türkçü aydınlar iki kısma ayrılır. "Türk kanından olmayan" Türkçüler ve Rusya'dan gelen aydınlar. Nazım Hikmet'in büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa ilkine, Yusuf Akçura ikincisine örnektir. Türk milliyetçiliği, imparatorluk kültürü ile yoğrulmuş bu topraklara yabancıdır. Cumhuriyet'in ulus-devlet projesi ise bir mecburiyettir. Bu projeyi gerçekleştirmek için seferber edilen milliyetçi tezlerin çoğu abartılı ve uydurmadır. Ergenekon efsanesi ve kurt figürü gibi. Maksat Osmanlı'dan uzaklaşarak çok eski ve belirsiz bir tarihi, 5000 yıl öncesini referans alarak yeni bir ulus devlet tarihi inşa etmekti. Eski Çin almanaklarında yer alan Orta Asya coğrafyasına dair belirsiz bilgiler, üzerine Türk damgası vurularak bu şekilde yorumlandı.

Cumhuriyet Türkiye'si çok önem verdiği eğitim aracılığıyla, ulus-devletin yerleşmesine ve pekişmesine hizmet edeceği varsayılan bu uydurma tezler ile beynimizi adeta iğdiş etti. Bu tezleri sorgusuz sualsiz "bir din" gibi benimseyenler ve bu inançlarla mutlu yaşayanlar için artık uyanma vakti geldi. Çünkü bu saçma sapan tezlerin üzerine, ancak bize Sevres'in layık gördüğü "Küçük Türkiye"yi inşa edebilirsiniz. Sorgulamanız ve mutlaka değiştirmeniz gereken sahte bir dünya bu.

Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde, ulus devletin bütün gayretine rağmen homojen tek bir halk yaşamıyor. Herkesi "Türk yapmak" veya boyun eğdirmeye kalkmak "Küçük Türkiye"ye rıza göstermek demek. "Herkese aynı dili dayatmak" bugün Kürtlere "Kendi dilini kullanmak için kendi devletini kur" demekten başka anlama gelmiyor. "Tek devlet ve tek bayrak"ı yaşatmak için devletin ulusunu herkesin rızasını alarak yeniden tanımlamak zorundasınız.

İkincisi, 5000 yıl öncesinin masallarıyla uğraşmak yerine, ayrılalı aradan henüz 100 yıl bile geçmeyen yakın coğrafyanıza yönelmek zorundasınız. Bu coğrafyada yaşamanın bir raconu var. Milliyetçiliğin dar kalıplarını kırıp büyük düşünmek zorundasınız. Bunun için ise en fazla Osmanlı kadar Türk olabilme hakkına sahipsiniz. Daha fazlası ile "Küçük Türkiye"de koyun gibi mutlu yaşarsınız.

Zihinlerde köklü bir dönüşüme ihtiyaç var. Zaman daralıyor. Sadece hayallerden, sadece alışkanlıklardan, sadece içi kof inançlardan meydana gelen "Küçük Türkiye" milliyetçiliğini tarihin tozlu raflarına kaldırmanın tam zamanı. Bu tarz milliyetçiliğin körlüğünden, cehaletinden ve sığlığından kurtulmak zorundayız.

Türkiye, bölgesinde barış ve istikrar arıyor. Bölgenin de barış ve istikrara ihtiyacı var. Türkiye, bölgede birbirine diş bileyen Kürt ve Arap milliyetçiliklerinin dökeceği kanı ancak ahlakî bir önderlik vesayeti ile çözebilir. Dünyaya bu ahlakî önderlik tezi ile tıpkı bir Osmanlı gibi bakmalıyız.

Osmanlı'yı güçlü kılan adaletiydi, yani ahlakî üstünlüğü. Bölgemizin adalete ve adalet dağıtacak düzenli ve istikrarlı bir güce ihtiyacı var.

Mümtaz'er Türköne

Eksen kayması mı, liberal dönüşüm mü?

Türk dış politikasında 'sessiz devrim' yaşanıyor. Batı'dan Doğu'ya kaydığı yolundaki eleştirilerin aksine dış politikada liberal bir dönüşüme tanık oluyoruz. Temelinde 'işbirliği', 'müzakere' ve 'çok taraflılık' ilkeleri bulunan 'liberal dış politika', 1999'dan sonra artan bir derinlikte ve genişlikte uygulama alanı buluyor.

Liberal dönüşümü anlamak için dış politikada yıllarca etkin olan 'geleneksel' dile, söyleme ve pratiğe bakmak gerek. Etrafı 'düşmanlarla çevrili' bir Türkiye bu dilin ve pratiğin tam merkezidir. Müthiş 'araçsallık' taşımıştır bu tablo. Düşmanlarla çevrili olma durumu, toplumu sürekli bir 'varoluşsal anksiyete' içinde tutmak ve buradan da militarist bir siyasal/toplumsal düzen kurmak, bu düzeni meşrulaştırmak, toplumsallaştırmak ve yeniden üretmek için vazgeçilmezdi.

Dahası, çevremizdeki düşmanların mutlaka içeride de uzantıları olmalıydı; 'iç düşmanlar'. Dolayısıyla içeride ve dışarıda 'çevrelenen' bu ülkenin temel meselesi 'güvenlik'ti. Her ne pahasına olursa olsun sağlanması meşru olan bir 'güvenlik' meselesine 'kilitlenmiş' bir toplum için demokrasi, hukuk ve çoğulculuk acaip lüks, hatta riskli taleplerdi.

Türkiye'de 'militer' kurumların ve siyasal kültürün otoritesini sarsan bir gelişmeyle, çevresinde herkesi düşman gören bir anlayıştan çevresindeki ülkelere 'işbirliği yapılabilir ortaklar' olarak bakan bir yaklaşıma geçildi.

Öte yandan, dört yanımızın düşmanlarla çevrili olduğu söylemi 'müttefik' devşirmek için de kullanıldı. Türkiye, bölgesindeki savaşları, gerginlikleri ve istikrarsızlıkları çok da dert etmedi. İran ve Irak 1980'lerde birbirleriyle sekiz yıl savaşmış, ama Türkiye bundan pek şikâyetçi olmamıştı. Birinci Körfez Savaşı patlayınca da kimsede bir telaş görülmedi. Aksine, Soğuk Savaş'ın ardından, Batı nezdinde Türkiye'nin stratejik değerinin azaldığını düşünenler için Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan yeni durum Türkiye'nin 'stratejik konum ve değer'ini pazarlamak için bir fırsattı. Benzer şekilde, İran devrimi, Suriye'nin uluslararası toplumla yaşadığı sorunlar, Kafkasya'daki kaos ve gerginlik Türkiye için sorun teşkil etmediği gibi aksine, 'istikrarsızlık ve kaos bölgesinde' Türkiye'yi bir 'istikrar adası' olarak öne çıkarıyor, müttefikleri nezdinde vazgeçilmez kılıyordu.

Dolayısıyla Türkiye için bölgede barış ve istikrarın kurulması çok da anlamlı değildi, hatta istikrarsızlık ve çatışmalardan uzak durabildiği sürece bundan stratejik bir getiri bile vardı Türkiye için. Ama aşağı yukarı son on senedir tablo çok değişti. Türkiye artık bölgesinde gerçekten barış ve istikrar istemekle kalmıyor, bunu kuracak girişimlerin de mimarlığını yapıyor. Kafkasya'da inisiyatif alıyor, Suriye ile İran'ı dünya ile barıştırmaya çalışıyor, Lübnan'da barış gücü bulunduruyor, Filistin meselesinde çözümden yana ağırlığını koyuyor...

Neden? Çünkü, Türkiye önceliklerini yeniden kurdu. Bunlar; demokrasi, ekonomik kalkınma ve AB üyeliği. Bu hedefler Türkiye'nin bölgeye bakışını dönüştürdü. Artık demokrasinin bu ülkede derinleşmesi için, bölgede barış ve işbirliğinin yerleşmesi gerektiği; kalkınma için kaotik bir bölgede oturarak blok patronu ülkeden ekonomik yardımlar almanın işe yaramayacağı; bölgeye ve dünyaya ekonomik anlamda entegre olmadan, AB ile ilişkileri geliştirmeden, küresel yapılarla işbirliği yapmadan ekonomik kalkınmanın gerçekleşmeyeceği; AB üyeliğinin bu iki büyük hedefi tamamlayıcı ve kolaylaştırıcı bir araç olduğu anlaşıldı.

Avrupa'da kimse savaş ve gerginliklerin egemen olduğu bir coğrafya ile komşu olmak istemiyor. Türkiye'ye yönelik itirazların birisi de bu. Dolayısıyla, bölgedeki çatışma ve istikrarsızlıklar üzerinden Batı ittifakı içinde konumunu pekiştirmeye çalışan değil, bölgeyi barış ve işbirliği zeminine taşıyarak Batı içinde konumunu pekiştiren bir Türkiye var.

Kısaca dış politikada 'eksen kayması' değil, aksine 'liberal' bir açılım yaşanıyor.

İhsan Dağı

19 Şubat 2009 Perşembe

Bir tek dileğim var, mutlu ol Erbil

Uçakta yanımda oturan yaşlı kadının ısrarlı ikramlarından anladım güzel bir yere gittiğimi.

Peki, gittiğim bu güzel yerin adı neydi?..

Rivayetler muhtelifti.

Irak’ın kuzeyinden bir yerlerden yola çıkıp Kuzey Irak’a gitmenin anlamsızlığını uçak daha havadayken keşfetmem çok zor olmadı.

Buranın aslında Irak bile olmadığını anlamak için ise Saddam döneminden kalma Irak bayrağının burada gördüğü üvey evlat muamelesini görmek gerekti.

Erbil’de bulunan her müsait ya da münasebetsiz yere ortasında sarı bir güneş olan kırmızı-yeşil-beyaz Kürdistan bayrağı asılmış. Türkiye’den buraya sadece çubuk kraker değil, o dev bayrak gönderlerinden de ithal edilmiş anlaşılan. Ama “Türkiye’de birlik ve beraberliğimize kast edenlere karşı” dikilen o gönderler, burada “Irak’ın birlik ve beraberliğine kastetmiş” Kürdistan bayraklarını taşıyor.

Aslında Erbil’in her yerinden yükselen “Bir tek dileğim var mutlu ol yeter” melodilerine, tek kelime Türkçe bilmeyip “Kurtlar Vadisi ne zaman başlayacak” diye soran insan sayısının, “Türkiye Erbil’e ne zaman konsolosluk açacak” diye soranların birkaç kat üstünde olduğuna bakınca buraya Kuzey Irak yerine Güney Türkiye demenin daha doğru bile olacağını düşünüyorsunuz.

Ama sakın “Kuzey Iraklılık”tan yeni yeni kurtulmaya çalışan Kürtlere bunu söylemeyin. Onların mutlu olması için bizden tek bir dileği var: Bu güzel yerin adının Kürdistan olduğunu kabul etmemiz. Zor değil; 100 kez söyleyince alışıyorsunuz.

Bu arada çaktırmadan bu şehrin adının Erbil olduğunu söylediğime de bakmayın. O konuda da rivayet muhtelif. Kürtler için burası Hewlêr. Ama anladığım kadarıyla buraya Erbil denmesine bir Hint milliyetçisinin Mumbai yerine Bombay denmesine kızdığı kadar kızmıyorlar. Bu daha çok Tunceli-Dersim problematiğine benziyor. Amed-Diyarbakır da olabilir.

Erbil (kızmadıklarına göre) hakkındaki rivayet bile kabul etmeyen en çıplak gerçek şüphesiz şehirdeki Barzani hâkimiyeti. Şehrin en güzel yerine yerleşmiş Barzani ailesini ortalıklarda dolaşırken gören kimseyle tanışmadım. Ama Mesut Barzani ve babası Mustafa Barzani her yere asılan resimleriyle 24 saat Kürtleri izlemekte. Bu resimlerden en ilginci havaalanındaki arama noktasına asılmış Barzani’yi üstü aranırken gösteren resim.

Ama, “Barzani’yi bile arıyoruz sana ne oluyor” gibi bir mesaja Erbillilerin ihtiyacı var mı, doğrusu bilemiyor insan. Çünkü yola ayak bastığınızda bile arabaların yavaşlayıp yol verdiği bir yerden bahsediyoruz. 10 yıldır sadece üç kez hırsızlık vakası olmuş. Şehri birlikte gezdiğimiz Abdülmelik Fırat’ın torunu Diyar’ın dikkatini çekince fark ettim: Sokaklarda önünde dolar desteleri öylece oturan satıcılar var. Onların rahatlıkları sizi bile endişelendiriyor. Dükkânlar bez bir örtü gerilerek kapatılıyor. Bindiğimiz taksinin şoförü iki-üç kelime bile etmememize rağmen yabancı olduğumuzu fark edince bizden para almak istemedi, sonra da zorla uzattığımız üç doları beğenmedi. Havaalanından bindiğim Hello Taxi’nin (dünyanın en lüks taksileri Erbil’de) şoförü 20 dolar yerine 50 dolar verdiğimi fark edince gecenin bir vakti otelime kadar geldi.

Yani dünya gerçekliğinden kopuk insanlar Erbilliler. Fazla iyiler.

Ama Erbil, tam tersine hızla ve büyük bir iştahla o dünyanın tüm gerçekleriyle tanışıyor. Artan petrol gelirleriyle şehrin her yerinde inşaatlar yükseliyor. Yeni ve geniş yollar yapılmış. Çok ucuz olan arabaların pek çoğunun daha koltuk poşetleri bile çıkarılmamış.

Erbil’in tanıştığı dünyanın başka türlü gerçekleri de var. Havaalanından itibaren her yerde karşınıza çıkan Bangladeşli genç işçiler o gerçeklerin en acıklı olanlarından biri. “Erbil’in Kürtleri Bangladeşliler” dersem yeterince açıklayıcı olur herhalde.

Uzak diyarlardan Bangladeşli genç işçilerin bile gelip keşfettiği Erbil’i, kuzey komşu Türkiye’nin entelektüellerinin keşfetmesi Abant Platformu’nun Erbil toplantısına kısmet oldu. Ancak son gün oturumlarına yetişebildiğim toplantıyı tarihî yapan da zaten hararetli oturumlarda neler konuşulduğundan çok bu keşif ve karşılaşmaydı.

Bir zamanlar buradaki insanların Türkiye’deki muhatapları Necati Özgenler, Hasan Kundakçılar olmuştu. Bu toplantıyla onların yerini Murat Belgeler, Altan Tanlar, Etyen Mahçupyanlar, Ali Bulaçlar, Bejan Maturlar aldı. Herhalde esas mesele de buydu.

Tuzlu meyve suyunu bugüne kadar keşfetmemiş olmak ise bizim ayıbımız olsun.

Hemen “olur mu” demeyin. Çok güzel oluyor. Hadi, biraz cesaret...
Yıldıray Oğur

Esat'a kırmızı halı

ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı, 2004 seçimlerinde Demokrat Parti'nin başkan adayı John Kerry dün Şam'daydı. Önümüzdeki hafta da ABD Kongresi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Howard Birman başkanlığındaki bir heyet Suriye'yi ziyaret edecek.
Birman, 2003 yılında Suriye'ye yaptırımlar getiren "Syria Acountability Act"ın mimarıydı. Yani, ABD'nin ve ardından Avrupa ülkelerinin Şam'ı tecrit etmelerinin öncüsü şimdi Suriye'yi dünyaya açacak kapının anahtarını çeviriyor.
Bu gelişmeler Ortadoğu'da sadece yeni bir dönemin habercisi değil; aynı zamanda denklemin yeniden kurulmakta olduğunun da işareti.
Hiç kuşkunuz olmasın; bu sonuçta Türkiye'nin çok önemli payı var.
Türkiye 6 yıl boyunca ABD'nin baskılarına, AB'den gelen uyarılara rağmen Suriye'yle ilişkilerini sürdürerek, geliştirerek, Beşşar Esat liderliğindeki Baas rejiminin hem nefes almasını, hem de bir ayağının "Batı yakası"nda kalmasını sağladı.
Bir an Türkiye'nin de ABD ve AB ülkeleriyle birlikte hareket ettiğini, bazı Arap ülkelerinin de desteklediği Suriye'yi tecrit politikalarına katıldığını varsayın. Ne ağır sonuçları olacaktı kim bilir...

...

http://www.sabah.com.tr/safak.html

Erdal Şafak

Ahlâksızlık Teşvik Ediliyor

İSLÂM düşmanlarının büyük ve yıkıcı fitne ve fesatlarının biri şudur: Halkın ve bilhassa gençliğin dindar olmaması ve uygarlaşması için cinsel serbestlik ve azgınlık alabildiğine teşvik edilmelidir.

İslâm ahlâkının temel prensiplerinden ikisi iffet ve hayâdır. Onlar bu iki hasleti ve erdemi yok etmek istiyor.

Vaktiyle SovyetlerBirliği'nde de dine ve iffete savaş ilan edilmişti.

Bizde de, tek parti rejiminde birtakım okul/enstitülerde kız ve erkek öğrencileri "kaynaştırmışlardı".

Büyük medya alabildiğine seks kışkırtmacılığı yapıyor.

Karma eğitim medeniyet ve ilerleme olarak gösteriliyor.

Hattâ bazıları işi o kadar azıtmışlardır ki, kız ve erkek çocukların aynı sırada birlikte oturmalarını şart koşuyor.

İlmî bir anket sonucu, artık kız çocuklarının 8 yaşında, oğlan çocuklarının 10 yaşında bulûğa erdikleri meydana çıktı. Eskiden bu rakamlar 10 ve 12 imiş.

İngiltere ve dünya 13 yaşında baba olan çocuğun haberi ile çalkalanıyor. Ana 15 yaşında bir kız. Babanın 13 yaşındaki çocuk olduğu kesin değil. Çünkü kız aynı zamanda sekiz oğlanla birlikte olmuş.

Bizim büyük medya bu haberi pek neşeli, pek şevkli şekilde abartarak verdi. Tabiî ki, milyonlarca çocuğumuz bundan etkilendi.

Tecavüzler aldı yürüdü. Medyaya intikal eden seks rezaletleri, olanların binde biri bile değil.

Türkiye bir İslâm ülkesidir, bu topraklarda İslâm ahlâkının prensiplerine dikkat ve riayet edilmelidir.

Fransız filozofu Voltaire dindar değildi, Katolikliğe inanmazdı ama Ferney'deki malikanesinde Katolik çalışanlar ve rençberler için bir kilise bulunuyordu.

Vatandaşların özel hayatlarına karışmamak şartıyla cinsellik konusunda çok hassas ve dikkatli olunmalıdır.

İslâm dini tecessüsü (özel hayatla ilgili casusluk yapmayı, araştırmayı) doğru bulmaz.

Bir insan evinin kapısını kapatır, penceresinin perdelerini indirerek günah işlerse, bu günah dışarıdakiler tarafından bilinmezse onun gıybeti yapılamaz. Lâkin kötülük, münker, ahlâksızlık alenen (açıkça) yapılırsa, işte o zaman buna karşı emr-i mãruf ve nehy-i münker yapılır; fiilen ve lisanla önlenmeye çalışılır.

Ülkeler, coğrafyalar, kavimler cinsel ahlâk konusunda bir, eşit ve aynı yapıda değildir. İsveç'te veya Fransa'da tabiî görülen, fazla tepki toplamayan cinsel serbestlik bir İslâm ülkesinde yıkıma, çöküşe, çürümeye, patlamaya sebep olabilir.

Agresif ve militan İslâm düşmanları ülkemizdeki İslâmî ilerleyişi durdurmak için, genç nesilleri ahlâksız, cinsellik konusunda ölçüsüz yetiştirmek istiyor.

İslâm'ı cinsel ahlâksızlık, içki, kumar, sefahat ile durdurabileceklerini sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Birtakım bozukluklara ve pisliklere sebep olurlar ama İslâm yine ilerler.

Bir İslâm ülkesi olan Afganistan seks konusunda hiçbir zaman bir Fransa olamaz.

Arabistan da böyledir.

Türkiye de...

Ülkemizde yaygın ve yoğun bir ahlâksızlık vardır. Bu ahlâksızlık kasıtlı olarak meydana getirilmiştir.

Şimdiki durumu söylemiyorum ama bundan (meselâ) otuz sene önce büyük bir şehrimizin birkaç büyük bürokratı kentteki randevu evlerini teşvik etmişler, desteklemişlerdi. Bu işi elbette ki bedavadan yapmamışlardı.

Bir adam vaktiyle Eminönü ilçesinden ayda (o zamanın parasıyla) bir trilyon, Beyoğlu ilçesinden yine bir trilyon baç alıyordu. Diğer ilçelerden ne aldığını öğrenemedim, bilmiyorum.

Dün denecek kadar yakın bir tarihte, ülkemizin genelevler imparatoriçesi Madam'a devlet töreni ile vergi rekortmenliği ödülü verilmişti. Hem de Cumhuriyetimizin en büyük yetkililerinin huzurunda.

Ahlâksızlığın bir de teolojik boyutu vardı. Ateistler, dinsizler inanmazlar ama tarihte birtakım şehirler ve kavimler ahlâksızlıkları, sapıklıkları, cinsel azgınlıkları yüzünden helâk ve yok olmuşlardır. Sodom ve Gomore gibi...

Türkiye Müslümanlaşmasın, Türkiye dindar olmasın derken Türkiye'yi batırıyorlar.

Türkiye çökerse, batarsa kendileri de enkaz altında kalacaklar ama gözleri döndüğü için bunu akıl edemiyorlar.

Mehmet Şevket Eygi-18.02.2009

Sürü Yahut Ümmet Olmak

HALK çok genel bir kelimedir. Halk her zaman millet değildir. Kaliteli, uyanık, şuurlu, gerçekten dindar Müslümanların oluşturduğu topluluğun ismi Ümmet'tir. Halk yığınları millet-i islâmiyye veya ümmet olamamışsa onlar maalesef bir sürüdür.

Bir Müslüman toplumun ümmet olabilmesi için, içinde yeterli miktarda okumuş, tahsilli, ilim ve irfan sahibi vasıflı Müslümanların bulunması gerekir. Tekrar ediyorum, "Yeterli miktarda"...

Ümmet içinde hangi sınıflar bulunmalıdır:

1. Ulema sınıfı. İslâm dininde, Katoliklikte olduğu gibi rühbanlar yoktur ama alimler vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyruluyor. Yeterli miktarda gerçek icazetli uleması bulunmayan bir Müslüman toplum ümmet olamaz. Gerçek ulema aydınlatır, rehberlik yapar, doğru yolda yürütür, ikaz eder (uyarır). Gerçek İslâm uleması İslâm medreselerinde yetişir.

2. Gerçek şeyhler sınıfı. Gerçek şeyhler İslâm'ın zâhirinden, Şeriattan, fıkıhtan kıl kadar ayrılmazlar. Böyle şeyhlerin, bunların mürid, muhib ve dervişlerinin, tekkelerin ve zâviyelerin bulunmadığı bir İslâm toplumu eksik kalır. Tasavvuf İslâm'ın ahlâk boyutudur.

3. Müslüman münevverler (ziyalılar), Müslüman okumuşlar, Müslüman entelektüeller. Müslüman medyacılar, Müslüman akademisyenler, Müslüman eğitimciler, Müslüman bürokratlar.

4. Müslüman iş adamları, sanayiciler, tabiri caiz ise Müslüman burjuva. Bunlar ilimleri, sanatları, kültürü, İslâmî hizmet ve faaliyetleri teşvik eder ve destekler.

5. Müslüman sanatkârlar.

6. Müslüman edibler.

Kırsal kesim, bedevî kültürü seviyesindeki bir İslâm toplumu ümmet olamaz. İslâm medeniyet dinidir, bedeviyet dini değildir. Bedevîler de Müslüman olabilir ama İslâm onların tekelinde olamaz.

Medenî, örnek, vasıflı, üstün, güçlü bir İslâm toplumunda şehirler, evler, resmî daireler güzel ve sanatlı olur. Ümmet ile zevksiz, biçimsiz, gudubet beton yığınları bir arada olmaz.

Müslümanlar ümmet olurlarsa sosyal adaletsizlik olmaz.

Gerçekten ümmet olan Müslümanlar esareti, zilleti, ikinci sınıf vatandaş olmayı kabul etmezler.

Ümmet demek birlik, ittihad, vifak demektir.

Birbirinden kopuk, irtibatsız bir yığın fırka, hizip, grup, klik... Bu durum ümmet olmanın zıddıdır, tefrikadır.

Ümmet birliktir. O birliğin içinde çeşitlilik olabilir. Birlik yok, çeşitlilik ve kopukluk çok... O zaman ümmet de yok.

Her Müslümana ümmet şuuru, ümmet idraki öğretilmelidir.

Ümmet başsız olmaz. Müslümanların bir İmam-ı Kebir'i, bir Emîrü'l-mü'minîni bulunmalıdır. Müslümanlar bu başa biat ve itaat etmelidir.

İki türlü İmam olur. Hakiki İmam, sûrî İmam. Kur'ân ve Sünnet yolunda ise onlara hizmet ediyorsa sûrî İmama da biat edilir.

İrili ufaklı binlerce cemaat, binlerce hizip ve fırka, binlerce grup ve klik var ama üniter bir hiyerarşi yok, baş yok... Bu durumda Müslümanlar hapı yutmuş demektir.

Ümmet, İmam-ı Kebir, ittihad... Lütfen bu kelime ve kavramları hiç unutmayınız.

Mehmet Şevket Eygi

Eniştem beni niye öptü?

ABD’nin yeni Başkanı Obama, ortada herhangi bir vesile ve gerekçe olmadan, Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ı arayarak toplam bir saatlik telefon konuşmaları yaptı.
Başkan Obama’nın konuşmalarında verdiği ana mesaj, Türkiye’nin bölge lideri olduğuydu. Bugüne kadar hiçbir ABD Başkanı ve AB lideri, bu gerçeği böyle açıkça ifade etmemişti. Rum, Ermeni, Yahudi lobilerinden çekinilir; Mısır, Suudî Arabistan, hattâ İran’ın hesapları yapılırdı. Ancak Başkan Obama, görevine başlamasının üstünden henüz bir ay bile geçmeden, Türkiye ile gerçekçi ve dostane bir diyalogu başlatmıştır.
Cumhurbaşkanlığı’ndan yapılan açıklamada ezcümle, “Başkan Obama, Türkiye-ABD ilişkilerine verdiği önemi vurgulamış, Türkiye’nin bölgesel konularda gösterdiği liderliği takdir ettiklerini ifade etmiştir” denilmektedir.
Obama, Başbakan Erdoğan’a da, “Ortadoğu barış sürecinde şahsınızın liderliği hayatî önem taşıyor” demiş ve Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkasya ve Afganistan’da üstlendiği liderliğe çok büyük önem verdiğini söylemiştir.
***
Yazımın başında ‘Ortada herhangi bir vesile ve gerekçe olmadan’ demiştim. Sureta öyle görünüyor ama Obama’nın bu telefonlarının perde arkasında, aslında bir değil birçok sebep vardır.
Obama’nın başkanlık seçimini kazanmasının akabinde, Başbakan’ın dışişleri müşaviri Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki bir uzman heyet ABD’yi ziyaret ederek, Vaşington’daki önemli bütün politik çevrelerle görüşmüş; Türkiye’yi, Türkiye’nin bölgesinde yüklendiği yeni rolü ve diplomatik ataklarını anlatmışlardı.
Obama, başkanlığa hazırlanırken ve başkan olduktan sonra açtığı birçok önemli dosyada hep Türkiye’yi gördü. BM Güvenlik Konseyi, NATO, AB, Kosova, Bosna-Hersek, Makedonya ve Balkanlar; Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Kafkaslar; Irak, İran, İsrail, Filistin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu; Afganistan, Pakistan, Orta Asya ve Türk Dünyası; nihayet bütün İslâm Dünyası, kısaca dünyanın önemli bir kısmı Türkiye ile yakından ilgiliydi.
Üstelik Türkiye bu ilgisini daima barış istikâmetinde kullanıyor; Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve İslâm Dünyası’nda hem bir barış ve denge unsuru oluyor, hem de Batılı anlamda demokratik ve lâik bir model teşkil ediyordu. Sadece son dönemde, Lübnan Barışı, Suriye-İsrail görüşmeleri, Kafkasya Platformu, Azerbaycan-Ermenistan müzakereleri, Pakistan-Afganistan yakınlaşması, Türkiye’nin bölgesinde barışa katkılarının müşahhas örnekleriydi.
Ayrıca, son olarak meydana gelen iki olay, Obama’nın telefonlarını etkiledi. Birincisi, Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın çıkışıydı. Bazılarının hâlâ istismar etmeye çalıştığı bu olay, Türkiye’ye zarar vermek bir yana, ABD’ye de Türkiye’nin önemini hatırlattı. Bir bakıma, ABD’deki İsrail Lobisi dışında kalan unsurlar, Bush ve Neo-con ’ların kışkırtmasıyla meydana gelen bu saldırıdaki yanlışlığı, Türk Başbakanı’nın açıkça belirtmesine memnun oldular.
ABD üzerinde tesirli olan ikinci olay, Cumhurbaşkanı Gül’ün Rusya ziyareti olmuştur. Son derece sıcak bir şekilde gerçekleşen bu başarılı ziyaret, Türkiye’nin yarım asırlık stratejik müttefiki olan ABD’yi endişelendirmiştir.
***
AK Parti’nin, Erdoğan’ın miting meydanlarında kullandığı şu son seçim sloganını çok beğeniyorum: ‘Sen Türkiyesin, büyük düşün!...’
Türkiye, artık büyüklüğünün farkına varmıştır.

Hasan Celal Güzel

Türkiye’nin Karanlık Kurulu Ankara’da sessiz sedasız bir operasyon yürüttü

Tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi.

Operasyonun hedefi Turgut Altınok değil Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ydı. Eğer plan başarılı olsaydı, Ak Parti’ye yerel seçimlerde büyük bir darbe vurulacak ve iktidar Ankara kalesini kaybedecekti. Hem de daha sandığa bile gidemeden.

Peki ama nasıl?

Karanlık Kurulu bilenler hatırlar. Hani şu kendilerini Türkiye’nin gerçek iktidarı zanneden, “ülkeyi yönetme iradesi de ancak bizde ve bizim onayımızı alanlardadır” diyen toplama heyet. Kulislerde dolaşan fısıltılara göre Ankara operasyonunun mimarları işte onlar.

İddialara göre operasyon planı son günlerde internet sitelerine düşen “gayri meşru ilişki” kayıtları üzerine kuruldu. Ancak görüntüler planın son aşamasında kullanılacaktı. Öyle de oldu (sayılır).

Plan o kadar derinden yürütüldü ki son birkaç güne kadar kimse siyaset dışından bir elin seçimlere müdahale ettiğini hissetmedi. Şimdi sonuçlarını açık açık görüyoruz. AK Parti’nin Keçiören Belediye Başkan adayı ve hal-i hazırdaki başkanı Turgut Altınok adeta bir el tarafından şarampole atılıverdi. Kendisi farklı gerekçeler gösterse de kulislerde, Altınok efsanesini yıkan şeyin, internette dolaşan “cinsel içerikli görüntü”ler olduğu konuşuluyor.

Ortaya çıkan manzaraya bakıldığında operasyonun aslında çok daha önceden başladığını görmek mümkün. Ama aday belirleme sürecine geri dönüp, elimizdeki taşları döşeye döşeye bugünü anlamaya çalışmak en iyisi olacak sanırım.

Operasyon planına göre; Karanlık Kurul’un hedefindeki ilk isim Melih Gökçek’ti. En başta yapılması gereken, 3 dönemdir Ankara’yı kalesi haline getiren Gökçek’i yıpratmak ve AK Parti’yi Gökçek’ten vazgeçirmekti. Planın en zor kısmı burasıydı, sonrası çorap söküğü gibi gelecekti.

Partilerin aday belirleme sürecinde neler yaşandığını bir hatırlayın. Kılıçdaroğlu elinde dosyalarla basın toplantıları düzenliyor, Melih Gökçek’in yolsuzluklar yaptığını iddia ediyordu. Son olarak Gökçek’le Kılıçdaroğlu restleşmesi ekrana taşındı ve Gökçek suçluluğu ispatlanmış olmasa da öfkesinin kurbanı olarak ayrıldı programdan.

Operasyonun AK Parti ayağında, ikinci basamak Turgut Altınok’tu. Plana göre önceki seçimde de Büyükşehir Belediyesinde gözü olduğu söylenen Altınok aday adayları içinde Melih Gökçek’in karşısına çıkarılacak, başarılarından söz edilerek gündemde tutulacak, adeta Başbakan’ın gözüne sokulacaktı. Bu arada koltukta yıpratılmış bir Gökçek olacak ve Erdoğan yeni adaylarının Altınok olduğunu söyleyecekti.

Karanlık Kurul CHP tarafında da operasyona başlamak için beklemedi. En başta Gökçek saf dışı bırakıldığında Ankaralılardan oy alabilecek bir aday belirlenecekti. Kurul üyeleri eski Belediye Başkanı Murat Karayalçın üzerinde mutabık oldu. Ancak Karayalçın’ın bir partisi vardı ve Baykal’la da arası açıktı. Genel seçimler öncesinde mitingler düzenleterek açık açık CHP’ye oy toplayan Kurul’un ricasını iki siyasetçi de kırmadı. Karadayı’nın Encümen-i Daniş üyesi dediği Karayalçın, CHP’nin Ankara adayı ilan edildi.

Bundan sonra CHP’ye düşen sadece beklemek ve operasyonun devamını izlemekti.

Karanlık Kurul’un operasyonu “bir nokta dışında” tıkır tıkır işledi. Gökçek yıpratıldı, uzun süre aday gösterilmedi. AK Parti, iddialardan sonra temayül yoklaması bile yaptırdı Ankara’da. Altınok ismi son saniyeye kadar konuşuldu. Ama Erdoğan Gökçek’ten vazgeçmedi. Altınok’u da kırmak istemeyen bir ses tonuyla büyükşehir adayının Gökçek olduğunu açıkladı.

Peki bu sapma olmasaydı plan nasıl yürüyecekti. Bundan sonrasını tahmin etmek zor değil. Gökçek şarampole itildikten sonra, Altınok’la Karayalçın karşılaştırmaları yapılacak, İstanbul’da Kılıçdaroğlu’na sağlanan destek, Ankara’da Karayalçın’a da “inşallah kazanacağız” şeklinde devam edecekti. Ama son darbe önceki gün olduğu gibi “görüntü kayıtlarıyla” ve daha sert bir şekilde vurulacaktı. Var olduğu söylenen görüntüler, bu defa aday başvurularının bitmesine bir gün kala değil, belki de seçimden bir hafta önce piyasaya sürülecekti.

Altınok yine çekilecekti. Zaten AK Parti de böyle bir adayı seçmenin karşısına çıkarmayacaktı. İktidar, Ankara’da seçime bile girmeden, Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın anahtarını CHP’ye teslim etmek zorunda kalacaktı. Dahası seçimin hemen arifesinde ortaya çıkan bu skandalı açıklama fırsatı bile bulamayan iktidar Ankara hezimeti yüzünden diğer illerde de sarsılacaktı.

Karanlık Kurul’un fısıltılar şeklinde konuşulan Ankara planı buydu. Aslında Murat Karayalçın aday gösterildiği günlerde, yerel seçimlere karanlık bir kurul elinin karıştığının işaretini vermişti. Ne diyordu Karayalçın? “Ankara’da bu seçimi de kaybedersek Ergenekon’un deli yanını göreceğiz.”

Yorum sizin.

Nadir Kılıç

18 Şubat 2009 Çarşamba

Roma sonrası gibi...

ABD Başkanı Barack Obama dış politikasını "Çağımızın küresel meydan okumalarını tek başımıza göğüslememiz mümkün değil" gerçeğinden yola çıkarak "Diyalog" ve "Danışma" ilkeleri üstüne kurdu.
Bu, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana, yani 20 yıldır dünyaya egemen olan ve birçok ülkeyi yangın yerine çeviren bir tür küresel imparatorluğun sonu anlamına geliyor.
Bir başka deyişle, tek kutuplu dünya bitiyor. Tek emperyal gücün denetimindeki küresel düzen tarihe karışıyor.
Roma İmparatorluğu sonrasının dünyası geri geliyor.
Roma'dan sonra bir dizi güç ortaya çıkmıştı. Bir bölümü Roma'nın mirasından, bir bölümü Roma'nın çevresinden, bir bölümü o güne kadar farkedilmemiş ya da uzanılamamış uzak coğrafyadan.
ABD küresel imparatorluğu sonrasında da dünya güç haritası yeniden biçimlenecek. Biçimlenmeye başladı bile.

...

http://www.sabah.com.tr/safak.html

Erdal Şafak

Erbil’de Ergenekon’u fark etmek...

Erbil’deki ‘Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak’ başlıklı toplantı iki günlük yoğun oturumların ardından bir ‘Sonuç Bildirgesi’ ile sona erdi. Türk medyasının bu kadar tanınmış ve etkili isminin bir arada bulunduğu pek az toplantı hatırlıyorum ama Türkiye’nin çok kez gündeminin en başına oturan bu gizemli topraklara ilk kez bu kadar fazla sayıda tanınmış insan ayak basıyor ve burası Türkiye gündeminde belki de ilk kez yer bulamıyor.
Sanıyorum orada bulunan ve Irak Kürdistan topraklarına ilk kez ayak basan arkadaşlarımızdan önemli bölümü, gözlemlerini şöyle bir sindirdikten sonra bugünden başlayarak kaleme alacaklar.
Birçoğu iki gün boyunca Kürt medyasının yoğun ilgisinden pek nefes de alamadılar oysa. Toplantı salonunun içinde herhangi bir köşede veya bahçede ya televizyon kameralarının karşısında veya yazılı basının mensuplarıyla, Türk medya mensupları ile akademisyenlerini mülakat verirken her an görmek mümkündü. Irak Kürt medyasının olağanüstü ilgisiyle ters orantılı bir yansıma söz konusu bizim medyada.
Irak Kürt ortamında, o toprakların insanı şaşırtacak ölçüdeki sakinliğine karşın çok canlı, çoğulcu bir medya mevcut.
İster Irak Kürt medyasının mensubu olsun, ister herhangi bir Iraklı Kürt, birarada oldukları, karşılaşma imkânı buldukları her Türk’e mutlaka ‘Erbil’de niye Türkiye’nin bir başkonsolosluğu’ bulunmadığını soruyorlar.
Buna benzer bir soru ise, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak’a yapması beklenen resmi ziyarete Erbil’i de dahil edip etmeyeceği.
Bu soruların cevaplarında aranan, kuşkusuz, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde oluşmuş olan ‘Kürt antitesi’ni, resmi adıyla ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olgusunu gerçekten kabul
edip etmediği.
‘Kürdistan’ adına Türkiye’nin kendini alıştırması gereğinin yanısıra, ‘Kürt kimliği’nin, izdüşümünü Türkiye’nin kendi içine düşürecek şekilde, kabul edilmesinin ölçüleri buralardan geçiyor.
***
Irak’ın Kürdistan Bölge Yönetimi adıyla oluşmuş Erbil, Süleymaniye ve Dohuk vilayetlerinde yüzlerce Türk şirketi var. Ayrıca, Türkiye’nin Güneydoğu’sundan binlerce insan iki yönde geçip duruyor. Bu kadar güçlü bir beşeri ve ekonomik-ticari temas ve geleceğin içerdiği her yönde siyasi-ekonomik-kültürel ‘ilişki potansiyeli’, Türkiye’nin Erbil’de devlet kimliğiyle doğrudan temsilini zorunlu kılıyor.
Türkiye’nin Musul’da bir başkonsolosluğu üç yıldır açık. Ama, Erbil’e bir saat uzaklıktaki Musul, güvenlik açısından sıkıntılı bir bölge olmasının yanısıra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Erbil ile kıyaslanmayacak ölçüde az ayak bastıkları bir alan. Türkiye’nin Musul Başkonsolosu, üç yıllık görev süresi boyunca Erbil’e ikincisi Abant Platformu
vesilesiyle olmak üzere sadece iki kez ayak basmış.
Kendisini hayli kilo almış gördüğümü söylediğimde, görev yeri ile evi arasında iki yüz
metrelik bir mesafe olduğunu, ‘hareketsizliğin’ o görüntüsüne yol açtığını söyledi. Türkiye’den gelenler onuruna verilen akşam yemeği, herhalde tüm görev süresi içinde evinin dışında öyle bir imkânı bulduğu nadir fırsatlardan biriydi ve o Erbil’in ferah ortamı sayesinde ve Türkiye’den 100 aydının Erbil’e ayak basması sayesinde gerçekleşebildi.
Taraflar arasında ilişkilerin gelişmekte olduğu, resmi alanda bir ‘yakınlaşma’nın söz konusu olduğu ve bizlerin Erbil’de bulunmasının bunu daha da hızlandıracağı ve olumlu katkı yaptığı her vesilede söylendi.
Ancak, bu, olması gerekenin hala altında ve yavaş.
***
Türkiye’nin bölgedeki gelecek potansiyeli öyle ki, kendisi bunu ne ölçüde değerlendiremese de, ‘çevre’ buna karşı şimdiden ‘ön alma’ çabasında. Bizlerden bir gün önce Erbil ve Süleymaniye’ye aniden İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mottaki’nin ziyaret etmesini, Kürt yetkililer ‘Türkiye’ye verilmiş bir mesaj’ olarak yorumluyorlar.
İran’ın Erbil ve Süleymaniye’de başkonsoloslukları zaten vardı. İran Dışişleri Bakanı’nın şu dönemde Bağdat’a yaptığı ziyaretin ardından Erbil’e gelmesi, bir ölçüde Türkiye’ye ‘Burayla gereğinden fazla ilgilenme.
Burada biz varız’ türünden bir mesaj olarak algılanıyor.
Durum bu iken, Türkiye’nin Musul’da üç yıl önce yeniden açtığı başkonsolosluktan sonra ta Irak’ın en güneyindeki Basra’da başkonsolosluk açmış olması, Erbil’de ‘başkonsolosluk açılması’nın ‘inşallah ilerde’ye bağlanması, ‘atın önüne arabanın konması’ndan başka bir anlam taşımıyor. Ayrıca, Erbil’e Amerikan Başkan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı’ndan İran Dışişleri Bakanı’na uzanan uluslararası şahsiyetlerin ayak basmasına karşılık, hiçbir üst düzey sıfat sahibi Türk yetkilisinin buraya gelmemiş olması, Kürtler nezdinde ‘incitici’ bir algılamadan gayrı, Türkiye’ye ilişkin ‘mesafeli duruş’ ve ‘gereksiz kuşkuları’ devam ettirici bir rol oynuyor.
O nedenle Abant Platformu’nun ‘Sonuç Bildirgesi’nde vurgulandığı gibi Erbil’te Türkiye Başkonsolosluğu’nun açılması zaman geçirilmeden kararlaştırılmalıdır.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Irak ziyaret gündemine Erbil’i mutlaka dahil etmelidir.
Erbil izlenimlerine ilişkin en anlamlı sözü Abant Platformu’nu düzenleyenlerden birinden işittim. Erbil havaalanına doğru Erbil ile Selahaddin arasındaki Khanzad otelinden yola çıktığımızda bana “Burayla ne kadar güçlü bir beraberlik imkânı var. İnsanlar bizlere ne kadar sıcak ve istekli. Bunca yıldır buraya uzak durmamızı, burayı düşman toprağı gibi görülmesini isteyenlerin Ergenekoncular olduğunu anladım” dedi.
Her taşın ardında ‘Ergenekon’ aranması belki gereksiz. Ancak, Kürtlere ilişkin herşeyde ‘Ergenekon’un bulunduğu kesin...

Cengiz Çandar

“Doğru” ile “iyi” arasında Obama - 1

“Önce devlet, sonra akıl” tercihinden mustarip Türk diplomasisi, en iyi ihtimalle marazi bir uyuşukluğa daha ileri vakalarda ise tam bir körleşmeye yol açan bu ikilemden kendini kurtaramadığı ölçüde başarısız oluyor.

Aklını milliyetçi önyargılara ipotek etmeyi reddeden diplomatlar, Hariciye’nin dünü gibi, bugününde de gri bir çakıltaşı yığınının arasına hasbelkader karışmış kristaller gibi ışıldıyorlar ışıldamasına ama onların pırıltısı, bir bütün olarak bu ülkenin dış politika teknisyenliğine yansımıyor.

Amerika’da Barack Obama’nın başkan seçilmesinin Türk diplomasisi üzerinde “orta ölçekli bir felaket” etkisi yapması büyük ölçüde bundandı.

2007 ve 2008’in ilk yarısındaki mesailerinin büyük bölümünü “Obama’nın hiç şansı yok” terennümünü birbirlerine ve daha da beteri, kendilerine kulak veren siyasetçilere tekrarlayarak geçiren diplomatlar, Beyaz Ev’de görmek istedikleri şahsın, şansı seçim yarışının başından beri sıfıra yakın olan Cumhuriyetçi aday John McCain olduğunu âlemden gizleme zahmetini bile göstermediler çoğu zaman.

Dürüstlüğü, demokratlığı, dobralığı seçim malzemesi yapan bir politikacının, siyasi ve diplomatik kültürü bu bileşenler üzerine kurulmamış bir devlete iyi müttefik olamayacağı kabulü, Obama’yı Ankara nezdinde “istenmeyen aday” kıldı.

Ermeni Soykırımı’ndan söz etmekle kalmayıp bundan söz etmeyi ahlaki bir tercih olarak da savunan bir adamın Beyaz Ev’e yerleşmesi olasılığı devletimizi korkuttu.

Gül ve Erdoğan’a mesajlar

Korkunun hayata faydası yok.

“Başkan Obama” gerçeğiyle yüzleşen Türk Hariciyesi son üç buçuk aydır, daha önce diyalog kurmak için yeterince çaba göstermediği genç liderle yakınlaşmaya çalışıyor.

İşin vahim tarafı şu:

Washington gibi, uluslararası gündemdeki hemen her konuyla ilgili olarak diplomasi yürütmenin sadece mümkün değil, gerekli de olduğu bir başkentte görev yapan Türk diplomatları, senelerdir yaptıklarından daha da yoğun biçimde bütün zaman, enerji ve becerilerini tek bir konuya harcıyorlar.

Bugünlerde Ankara, ABD’deki yeni yönetimden öncelikli beklentisini, dünya politikasının ve ikili ilişkilerin geniş kapsamını hiçe sayarcasına şu biricik cümlede özetleyebiliyor:

“Yeter ki Obama ‘soykırım’ demesin.”

İşte bu ortamda, Barack Obama’nın Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ı arayarak verdiği mesajlar önemli.

Bir kere, ABD Başkanı hem Gül’ü hem Erdoğan’ı arayıp ikili işbirliğine verdiği önemi açıkça ifade etmekle, her iki liderle de yakın diyalog yürüteceğini gösterdi; Washington’ın yeni dönemde, Türkiye’yle üst düzey temasını, Erdoğan üzerinden kurmakla yetinmeyip Gül’ün de devrede kalmasını isteyeceği anlaşıldı.

Obama’nın Avrupa Birliği vurgusu da önemliydi.

Yeni Amerikan yönetiminin Ankara’ya bu konudaki desteğinin Bush dönemindekinden daha net ve daha üst perdeden olmasını bekleyebiliriz.

Gerek Obama’nın Avrupa Birliği projesine Bush’a nazaran daha fazla sempati duyması, gerekse Avrupa’nın Obama’ya, dolayısıyla da ondan gelecek telkinlere çok daha yumuşak bakması bu beklentiyi besliyor.

Obama’nın Gül ve Erdoğan görüşmelerindeki diğer önemli nokta, Amerikan Başkanı’nın Türkiye’nin bölgesindeki önemli rolünün altını çizmesiydi.

Bu kapsamda, özellikle Erdoğan’a söylediği “Ortadoğu’da barış sürecinde şahsınızın liderliği hayati önem taşıyor. Amerika, Türkiye’nin hassasiyetlerini her zaman anlayışla karşılıyor” sözü, Obama’nın “one minute cevabı” sayılabilir.

Obama, mealen “Erdoğan’ın Davos çıkışının sebeplerini anlayabiliyoruz ve bölgedeki yapıcı rolünü bu çıkıştan sonra da sürdürmesinden yanayız” demiştir.

Soykırım için ne diyecek?

Son olarak, Obama’nın Türkiye ile birçok konuda işbirliği niyetini anlatırken “Ermenistan’la ilişkiler başta olmak üzere” ifadesini kullanmasının altını çizebiliriz.

Bu mesaj, Ankara-Erivan ilişkilerinin normalleşmesine gönderme yaparken, soykırım tartışmasının gerek bu normalleşme sürecini gerekse Türk-Amerikan ilişkilerini sekteye uğratmasına karşı bir anlayış da içermektedir.

Peki, bundan ne sonuç çıkarmalıyız?

Acaba Türk diplomasisinin “Soykırım derseniz ilişki onulmaz bir yara alır” mesajı yerini buldu ve Obama’yı bu konuda bilinen siyasi tutumundan ve ahlaki tercihinden uzaklaştırdı mı?

Sanmıyorum.

Washington’dan kulağıma gelenler, Obama’nın 24 Nisan’da yayımlayacağı Anma Günü Mesajı’nda “soykırım” kelimesini kullanmaktan henüz vazgeçmediği yönünde.

Başkan’ın açıklamasında bir yandan “Osmanlı Ermenilerinin soykırıma maruz kaldığı yönünde Amerikan belgelerine de yansımış genel bir kabul”e değinmesi, bir yandan da bu konuda ne kendisinin ne de Kongre’nin yetkili olduğunu ifade etmesi mümkün.

Obama şöyle diyebilir:

“Bu konuda hüküm vermek ne Amerikan Başkanı olarak benim ne de Amerikan Kongresi’nin üzerine vazifedir. Tarihte yaşanan acılara ilişkin ortak bir anlayış ancak Türkiye ile Ermenistan’ın diyalogu yoluyla, iki ülke tarihçilerinin, siyasetçilerinin katılımıyla, en önemlisi de iki ülke halklarının vicdanlarında oluşabilir.”

Böylece Obama, selefleri gibi soykırımın tanımını yapıp adını vermemek yerine, “soykırım” kelimesini telaffuz etse de bunu bir “hüküm” olarak dayatmayan, hatta Kongre’yi bunu yapmaktan açıkça caydıran bir tutum almış olur.

Ancak böyle bir ifadenin bile, Türkiye’de milliyetçi bir öfke dalgasına neden olabileceğini hesaplayan Amerikalı yetkililer de var ve yeni başkanı eski açıklamaların bir adım bile ötesine geçmemesi konusunda uyarıyorlar.

Buradaki sorun ise eski tavrı sürdürmenin Obama’nın kişiliğine aykırı düşmesi değil sadece...

“Başkan, Türkiye ile ilişkileri ‘iyi’ götürmek ve Türk-Ermeni yakınlaşmasını zorlaştırmamak adına ‘doğru’ bildiğini söylemekten imtina etse bile,” diyor bir Amerikalı diplomat, “sonrasında ne olacak, Kongre’yi nasıl durduracağız?”

Dönüp dolaşıp aynı çıkmaza varıyoruz velhasıl.

“Önce devlet, sonra akıl” çıkmazına.

(Bu konuya devam edeceğim.)
Yasemin Çongar

17 Şubat 2009 Salı

‘Biz, demiştik’ korosu...

Davos hadisesinden bu yana üç şey bekliyordum. Geçtiğimiz cuma günü Başbakan, Sivas yolundaki ANA uçağında konuşurken...
Bunlardan ikisi, aynı gün oldu.
Birincisi, Başbakan, ‘Davos’u istismar etmem’,
dedi. Söyledikleri, pazar günü yayınlandı.
İkincisi, İsrail’den çizmeyi aşan bir tepki geldi.
Üçüncü bir beklentim daha vardı.
Bakalım, o da gerçekleşecek mi?
Dünden bu yana, sahne hazırlıklarını duyar gibiyim.
Provalarını siz de, işitiyor musunuz?
Yakındır, ‘biz demiştik’ korosundan çıkan sesleri dinlemeye başlarız.
Yok, kast ettiğim, daha iyisi için eleştirenler değil.
Başbakan, seçim malzemesi olarak ‘Davos’u satmam’, dediğine; gerisini de tarihe havale ettiğine göre, gelin açık açık konuşalım.
İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Başbakan’a, aynayı gösterdi ya...
‘Bak işte, haklı çıktık’ diyorlar.
İyi de, bizim aynaya bakacak yüzümüz yok mu?
Sonra, bunlar ilk kez mi söyleniyor?
Her Nisan ayında, Ermeni soykırımı iddiaları için Washington’daki Musevi lobisinin nazını çekmiyor muyuz?
Yıllardır dünyaya, Kürt meselesi ile terörün ayrı şeyler olduğunu anlatmaya çalışmıyor muyuz?
Kıbrıs’taki varlığımızın barışın da, çözümün de teminatı olduğunu söylemiyor muyuz?
Yoksa kendi kendimize mi inanmıyoruz?
Tekrar soruyorum, suretimizle barışıksak eğer, yüzümüze ayna tutulmasından niye korkalım?
Ama yok...
İlla da, ‘biz demiştik’, diyecekler.
‘İşte, fatura kesildi’, diyecekler.
Bırakın da, aynalarla kavgası olanlar düşünsün.
İsrail’in ordu sözcüsü bile kendi kuvvet komutanlarının sözlerini reddetti.
Yetmez mi?

Çok güzel hareketler bunlar!
Unutmayın, bazı şeylerin fiyatı yoktur.
Bazı şeyler, pazarlığa, müzakereye açık değildir.
Milletlerin vakarı, böyledir.
Onun için diplomaside ‘mütekabiliyet’ esastır.
vize koyana, siz de vize uygularsınız.
Posta koyana, siz de posta koyarsınız.
Diplomasi, simetrik çalışır.
Hatırlayın, Başbakan Davos’ta alttan almadı.
Maruz kaldığı muameleye misliyle mukabelede bulundu.
Bazılarımızın ayranı kabardı, bazılarımız bu işe bozuldu.
Yine aynı şey oldu.
İsrail’li komutan, Başbakan’a ayna gösterdi.
Dışişleri Bakanlığı, tavır aldı.
Genelkurmay Başkanlığı, ‘orada dur!’, dedi.
Ayranımız yine kabardı.
Simetrik hareketler, bunlar.
Yılmaz Erdoğan’ın kulakları çınlasın, çok da güzel hareketler bunlar.
Bazılarımızın ayranı kabardı. Bazılarımız ise bu işe bozuk.
Niye bozuluyorsunuz?
İsteyin, sizin de ayranınız kabarsın.
Telaşa lüzum yok.
Arada bir taşsa da, dere yatağına döner.
İş, olacağına varır.

Akif Beki

Küstahlık korkaklığı haklı kılmaz

Adam, İsrail Ordusu’nda general... Kara Kuvvetleri Komutanı... Hani daha geçen ay Gazze’de, yüzlerce Filistin’li çocuğu görülmemiş bir vahşetle öldüren, binlercesini yaralayan eli kanlı cânilerin komutanı... Adam, düpedüz bir katil...
İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı sıfatını taşıyan, Avi Mizrahi adındaki bu sefil mahlûk, hiç utanıp sıkılmadan, on parmağında on kara, Başbakan’a ve Türkiye’ye saldırıyor; olmadık iftiralarda bulunarak Davos’ta indirilen maskesiyle kırılan gururunu psiko patalojik hezeyanlarla tamire çalışıyor...
Mizrahi’nin, yabancı askerî temsilcilerin de katıldığı bir toplantıdaki bu çıkışı kesinlikle tesadüfî ve münferit bir hareket olamaz. İsrail Ordusu’nun disiplinini bilenler, bir Kara Kuvvetleri Komutanı’nın, güya şahsı adına böyle bir çıkış yapamayacağını kabul edeceklerdir.
Bizce bu, İsrail Ordusu’nun ve Hükûmeti’nin önceden haberdar olduğu, plânlı ve kasıtlı bir çıkıştır.
Bu çıkış sâyesinde, hem Türkiye’ye gözdağı verilerek ‘Ben de aleyhinde bunları kullanırım’ tehdidinde bulunulmakta, hem de Davos’ta gerçeklerin dile getirilmesiyle uğranılan bozgunun intikamı alınmaya çalışılmaktadır. Ayrıca, bu çıkışın, Ermeni Soykırımı iftirasının ABD’de Kongre’ye getirilmesi arefesinde yapılması da mânidardır.
Bu çıkışı plânlayanlar, tabiatıyla Türkiye’nin sert tepki göstereceğini ve nota vereceğini de hesaplamışlardır. Bu takdirde, olayın münferit olduğu ve kişinin kendi şahsî görüşünü ifade ettiğini söyleyerek işin içinden sıyrılacaklar; ancak bu arada amaçlarına da ulaşmış olacaklardır.
Nitekim, olaylar tahmin ettiğimiz şekilde gelişmeye başlamış; önce Genelkurmay Başkanlığı gereken tepkiyi göstermiş ve İsrail Genelkurmayı’ndan cevap beklediğini bildirmiştir (Aslında bize göre tuğgeneral Mizrahi’nin Türk Ordusu’ndaki muhatabı en fazla bir albay olabilirdi).
Dışişleri Bakanlığı da İsrail’in Büyükelçisi’ni çağırarak ‘nota’ vermiş; ‘Başbakan’a ve Türkiye’ye yönelik hezeyanlara’ âcilen cevap istemiştir.
Büyükelçi Levy, bu iftiraların Mizrahi’nin şahsî görüşü olduğunu, İsrail Genelkurmayı’nı ve Hükûmeti’ni bağlamayacağını söylemiş; İsrail ordu sözcülüğü de benzeri bir açıklamada bulunmuştur.
***
İsrail’in propaganda gücünü nazara alarak, aslında hezeyanlardan ibaret bu iftiraları kısaca gözden geçirmek istiyoruz:

1. Osmanlı, Ermeniler üzerinde hiçbir şekilde soykırım yapmamış, sadece 1. Dünya Savaşı’nda kendisini arkasından hançerleyen grupları, devrin imkânları içerisinde ülkesinin bir başka yerine tehcir etmiştir. Halbuki, İsrail yönetimi siyonist emellerle Filistin halkının topraklarını işgal etmiş ve katliamlar yapmıştır. Olaylar arasında en ufak bir benzerlik dahi yoktur.

2. Türkiye, aslında 1571’den itibaren Osmanlı toprağı olan, daha sonra İngilizler’in işgal ettiği Kıbrıs’ta, Türkler üzerinde uygulanan etnik temizliğe karşı, uluslararası anlaşmalardan doğan hakkını kullanarak Kıbrıs Türk halkının can güvenliğini sağlamıştır. Bunun da, İsrail’in Filistin’i işgaliyle ve ikide bir Filistin halkı üzerinde yürüttüğü katliamlarla hiçbir ilgisi yoktur.

3. Türkiye’de Kürt kardeşlerimiz üzerinde en ufak bir siyasî ve hukukî ayrımcılık uygulanmamaktadır. PKK terör örgütünün acımasız eylemlerine karşı, insanımızın can güvenliğinin korunmasını, İsrail’in Filistin halkına yönelttiği saldırılarıyla mukayese edebilmek için ya ahmak ya da Mizrahi gibi suiniyetli olmak gerekir. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki terörist kamplarına yönelik gerçekleştirdiği bombardımanlarda tek sivilin burnu kanamış mıdır? Hâlen Türkiye’nin işgali altında bulunduğu 1m≤’lik yer var mıdır?..
***
Bizi asıl üzen, Türkiye’deki bazı malûm çevrelerin, Mizrahi’nin bu çıkışı karşısında, ‘Başbakan’ın Davos’taki konuşması bize zarar verir dememiş miydik?’ diyerek el ovuşturmasıdır. Başbakan’ın ‘monşer’ sıfatıyla genellediği bu çevreler, sadece bazı emekli dışişleri mensupları değildir. Yıllarca yönettikleri Türkiye’yi, zelil ve korkak pencerelerinden seyredenler, diplomasiyi idare-i maslâhat zannedenler ve Türkiye’nin büyüklüğünü farketmeyerek modern düvel-i muazzamanın kucağında dış politikayı yürütmeye çalışanlardır.
Şurasını hiç unutmayalım: Mizrahi benzeri kuklaların küstahlığı, korkaklığı aslâ haklı kılmaz.

Hasan Celal Güzel

Kuzey Irak mı, Kürdistan mı?

Erbil’de ‘Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak’ başlıklı Abant Platformu’nun ilk gününe damgasını vuran ‘Kuzey Irak mı, Kürdistan mı?’ üzerinde yoğunlaşan tartışma olmalı. Türkiye’den gelen Türk ve Kürt 100 aydın, kendilerine Erbil’den katılan bir o kadar sayıda ve hatta daha da fazla Iraklı Kürt ile ‘Barışı ve Geleceği Birlikte’ ararlar iken ilk bakışta bir ‘semantik’ meselesi gibi gözüken bu sorunun aslında Türkiye’nin bölgedeki geleceğini yakından ilgilendiren ve hatta etkileyeceğini herkes bilinçaltına yerleştirmiş olmalı.
Türkiye ve yerel medyanın hatta El-Cezire televizyonunun da varlığı ile yoğun bir basın-yayın kuşatması altında cereyan eden toplantı, Kürdistan TV ve Türkiye’nin bir ulusal kanalının canlı yayını sayesinde onbinlerce, yüzbinlerce kişi tarafından sınırın iki yanında izlendi. Türkiye’den katılımcıların yaptıkları konuşmalarda geleceğe yönelik ‘beraberlik’ vurguları ne kadar kuvvetli olursa olsun, Kürt katılımcılar Türkiyelilerin ‘Kuzey Irak’ sözcüğünü kullanmalarını gözden kaçırmadılar.
‘Kuzey Irak mı, Kürdistan mı?’ sorusu tartışmaların odağına böyle oturdu.
Türkiyeliler, Türkiye’nin iç dengeleri ve daha henüz genişlememiş ve hatta kırılamamış ‘zihin kalıpları’nın ayırdında olarak ‘Kürdistan’ sözcüğünün kullanılmasının gereksiz duyarlılıkları taşıyacağı kanısında olmalıydılar. Onca süre varlığı inkar edilmiş insanlara adını koyarak ‘Kürtler’ denilmesi ve ‘Kürtler’le beraber barışçı bir ortak gelecek aranması zaten çok önemli ve çok değerli bir adımdı.
Yavaş yavaş, sindire sindire...
Oysa, ‘Kürdistan’ sözcüğünü telaffuz etmemek için ‘Kuzey Irak’ı tercih etmek, ‘Kürtler’ açısından inkâr zihniyeti ve politikasının devamı olarak algılanıyordu.
***
Türkiyeli 100 aydın, bir o kadar Iraklı Kürt katılımcıyla birlikte ‘Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak’ amacıyla toplandık. İki tarafın resmi makamları bu toplantıyı onaylıyor ve destek veriyorlar.
Nerede toplandık?
Erbil’de.
Erbil neresi?
Birçoğumuz için Kuzey Irak’ta bir şehir. Hatta Türkiye’deki resmi söylem yavaştan ‘Kuzey Irak’ı da terk etti, ‘Irak’ın kuzeyi’ demeye başladı.
Kuzey Irak’ta ya da ‘Irak’ın kuzeyinde’yiz.
Coğrafi anlamda bunda bir yanlış yok. Ama Kürtler için burası Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin merkezi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi sözcükleri ise Irak Anayasası’nda mevcut. Yani buranın, sadece bir coğrafya veya kültürel algılama olmanın ötesinde bir yasal adı var.
Türkiye’den gelenlerimiz arasında en ileri gidebilenlerimiz ‘Kürt Bölgesel Yönetimi’ diyebiliyor ama ‘Kürdistan’ sözcüğünü telaffuzda zorlanıyor, dilleri dönmüyor. ‘Kürt’ tamam ama ‘Kürdistan’ sözcüğü telaffuzu pek zor; resmi ağızlarda , ‘Kuzey Irak’tan ‘Irak’ın kuzeyi’ne, geriye doğru geçiş yapıldığı bir dönemde ‘Kürt’ten ‘Kürdistan’a doğru ilerlemek olağanüstü zor olmalı.
***
Erbil’deki toplantının ilk gününe ‘Dil, Kimlik, Kültür: Ortak Değerler’ başlıklı yüreklere ve
akla bir arada hitap eden unutulmaz konuşmasıyla Türkiyeli şair Bejan Matur damgasını vurdu.
Yetmişli yılların başında dedesinin ve köyündeki yaşlıların kaçak radyo istasyonlarından gizlice buradaki mücadeleyi nasıl dinlediklerini anlatırken, “Uzak, dağların ardındaki bir ülkede birileri kendilerine Kürt diyor ve kimliklerinin mücadelesini veriyorlardı. Dedem ve köydeki yaşlıların adını koymasalar da uzaktan uzağa Kürtlüklerinden gizli bir gurur duyduklarını hissederdim... Tıpkı dinledikleri radyo istasyonları gibi duyguları da onlarda bir kaçaklık hissi yaratıyordu. Türkiye’de yaşayan Kürtler için çoğunlukla böyleydi. Kendi varlıklarını yok sayan bir ülkede yaşamayı katlanır kılıyordu” diyerek Türkiye Kürtlerinin burasıyla özel, derin ve güçlü duygu bağlarını dile getirdi.
Türklerin çoğunun habersiz olduğu, anlam dünyalarında pek yer etmemiş ama vatandaşlarımızın önemli bir bölümünü saran bir bağlantı bu.
Bejan Matur, buraya ilk ayak basışını anlatırken ise şöyle dedi:
“Manevi bağı hepimizi kuşatan ülke ihtimalinin peşinden Kuzey Irak’a giden çoğu Kürt gibi ben de heyecanlıydım. Kürdistan adının sakınılmadan kullanıldığı topraklarda, Kürtlerin kendilerini nasıl yönettiklerinin tanığı olmak gizli bir gurur ve heyecan yaratıyordu bende de. Bir ülke ihtimalinden çok biir özgürlük ihtimali olmasıyla ilgiliydim...”
Bu sözleri işitince ‘Kürdistan’ sözcüğünü kullanmanın Kürtlerin özgürlüğü kavramıyla eşitlendiğini, ‘Kuzey Irak’ın ise, böyle bir niyet taşımıyor olsa bile, kendiliğinden bunu göz ardı eden bir ‘Ankara siyaseti’ olduğunu düşündüm.
Bejan Matur, bu anlam dünyasını siyasi tahlil alanına da taşıdı:
“Hepimiz tanığıyız; Güneyli Kürtleri dışlayan, küçümseyen her karar, her söz Türkiyeli ve güneyli Kürtleri kenetledi. Kürtler arasındaki farklılıklar, ortak değerler söz konusu olduğunda hızla kapandı. Türkiyeli Kürtler güneyli kardeşleri hakkında söylenen, ima edilen her sözden bu derece etkilenirken Türkiye’nin onlara rağmen bir siyaset üretmesi mümkün olamazdı, olmamalı. Türkiye artık gerçeklerin ülkesi olmak yolunda. Hayatın dayattığı hakikatin ülkesi olmak. Demokratikleşme için güneyli Kürtlerin Türkiye’ye ihtiyacı olduğu kadar, Türkiye’nin de güneyli Kürtlere ihtiyacı var...”
Durum iyidir. Çünkü, barışı ve geleceği ‘birlikte’ arıyoruz.
Erbil’de!

Cengiz Çandar