14 Şubat 2009 Cumartesi

Saint Valentine gününüz kutlu olsun

'Bugün Sevgililer Günü, neşe doluyor insan!'... Olmadı değil mi?.. Bence de olmadı. Olmuyor da zaten... Yıllardır Türkiye'de 'olsa da ... olmasa da...' durumu var. Bazı 'zihinleri vaftizlenmiş' (Ömer Lütfü Mete'nin lafıdır) ecnebi aydınlarımızın ve şaşkın azınlık dışında ülke geneli düşünülecek olursa kimsenin sevgilisine çiçek böcek aldığı yok... Zor günler geçiren perakende sektöründe (gıda, gıda dışı) bir hareket getirmesi de sadece 'temenni'... Yüksek konjonktür yıllarında hareket getirmedi ki şimdi getirsin...
Bakın iki bayram öncesi durum çok farklı. Alışveriş tavan yapıyor...

Neden?

Bazıları beğenmese de, iş 'evrensel değerler, dünya vatandaşlığı' çerçevesinde 'banal' gibi de görünse; bayramlar bizim kültür ve değerlerimizin ürünüdür de onun için...

Bakın; Noel Baba'yı bile 24 Aralık'tan alıp, yani Hz. İsa'dan koparıp götürüp hiç alakası olmadığı bir yere, yılbaşına koymuşuz... Yine tutmamış...

Neden tutmamış?..

Girin Dünya Değerler Araştırması Örgütü'nün web sitesine (www.worldvaluessurvey.org). Nedenini oradaki sonuçlarda göreceksiniz... Yıllardır dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde defalarca yapılmış ve birbirleriyle kıyaslanmış değerler araştırmalarından hemen anlayacaksınız, bizdeki bazı yazarlar yırtınsa da Sevgililer Günü'nün neden tutmayacağını, perakendeyi neden gerektiği gibi canlandırmayacağını...

Peki çözüm ne?

Çözüm perakendenin bir araya gelerek bizim değerlerimize uygun yapılarla işe koyulması... Bunun için de bir an önce aklını fikrini yabancı etkilerden arındırması...
Zor iş...

Bir dizi dostum var, Sevgililer Günü'nü iyi niyetle kutlayan. Onların içindeki güzelliği anlıyorum... Ve onların Saint Valentine gününü 'en kalbi' duygularımla kutluyorum... Benim itirazım ille de Valentine'den bir perakende mucizesi bekleyenlere...

Ali Saydam

13 Şubat 2009 Cuma

Zekâlar ve Akıllar Körleşti

ERGENEKON ideolojisi bir asra yakın zamandan beri Müslüman halkın aklını dumura uğrattı. Akıl ve zeka, bir dereceye kadar geliştirilebilen veya körletilebilen bir yapıya sahiptir. İnsanın fizikî bedeni gibi.

Aklı ve zekayı nasıl körlettiler?

1. Eğitimi yozlaştırarak. İdeolojik eğitim hür eğitim değildir. İdeolojik eğitim aklı ve zekayı mumyalaştırır. İdeolojik eğitim alan vatandaşlar zombileşir.

2. Eğitim mutlaka ülkenin ve halkın kimliğine uygun bir eğitim olmalıdır. Bu kimliğe aykırı ideoloji zekayı ve aklı bozar.

3. Edebî, yazılı, kültürel lisan olmadan akıl ve zeka gelişmez. Türkiyelilerin lisanını bozmuşlar, yozlaştırmışlar ve bu suretle zeka ve akılları körletmişlerdir. Yeni nesiller 1928'den önce yazılmış ve basılmış kitapları okuyamıyor. Okusa bile anlayamıyor. Bundan daha büyük bir eğitim ve kültür faciası olabilir mi?

4. Genç nesillerin akıl ve zekası liselerde geliştirilir. Edebiyat, tarih, felsefe (psikoloji, mantık, ahlak, estetik, metafizik...), sosyoloji, sanat tarihi ve kültürü derslerinin çok yetersiz olduğu bir eğitim sistemi toplumsal bir zeka ve akıl durgunluğuna sebep olur.

5. İdeolojik resmî ideoloji bu memleketteki kültürü "şifahî kültür" derekesine indirmiştir.

6. Bu memlekette biri bildiğimiz konvansiyonel, diğeri derin devlet (veya derin devletleri) olmak üzere iki devlet olduğu gibi; iki tarih vardır: Biri uyduruk, düzmece, fabrikasyon resmî/ideolojik tarih, ötekisi dışlanan, horlanan gerçek tarih. Gerçek tarihini bilmeyen bir toplumun geleceği yoktur.

7. Millî kimlik bu ülkede yıllardan beri dışlanıyor, horlanıyor. Millî kimlik bir toplum için vazgeçilmez bir bio-ritmdir. Millî kimlik unutturulursa, yabancılaşma ve yozlaşma başlar, toplum dejenere olur.

Acı gerçeği kabul etmemiz gerekir: Türkiye'de çoğunluğu oluşturan Müslüman halk zeka, aklı, kültür, merak, hafıza, dikkat, kavrayış, idrak bakımından çok kötü durumdadır.

On yıllar boyunca Müslümanlar derinliği olmayan sloganlarla, faydasız edebiyatla meşgul oldular.

Müslüman kesimde plan program, teşkilat, vasıflı eleman, güç/iktidar kavramları ve değerleri çok yüzeyseldir.

Müslüman kesim nice hayatî meselede feryatlardan, sloganlardan, nümayişlerden öteye gidemiyor.

Müslüman kesim etkinliğini ve ağırlığını kaybetmiştir.

Müslüman kesim sebeplerle neticeleri birbirinden ayırt edemez duruma düşmüştür.

Müslüman kesim mâceraperestlerin peşine düşmektedir.

Müslüman kesim devamlı olarak aldatılmakta, dolandırılmaktadır.

Müslüman kesim soyut kavram ve değerleri hakkıyla anlamamakta, somut sloganların peşinden koşmaktadır.

Müslüman kesim yararına ve zararına olan şeyleri fark edemez hale gelmiştir.

Çünkü:

1. Bu ülkede yaşayan Müslümanların kendi İslâmî eğitimleri yoktur. Tevhid-i Tedrisat eğitimi Tevhidî eğitime karşıdır.

2. Müslüman kesimin hem İslâm'ı kavramış, hem de çağ kültürünü, moderniteyi yakalamış yeterli sayıda okur-yazarı, aydını, entelektüeli, rehberi, ziyalısı yoktur.

3. İslâmî kesim eğitim ve okul denilince maddî binaları, dershaneleri, sıraları, ranzaları düşünmektedir.

4. İslâmî kesim, yabancılaşma ve zeka erozyonu yüzünden esarete, sömürge halkı olmaya, güdülmeye müsait hale getirilmiştir.

5. İslâmî kesim din sömürücüleri tarafından sersemletilmiştir.

Peki, bu kötü durum daha ne kadar devam edecektir?

Türkiye Müslümanları en kısa zamanda genel bir bilgilendirme, medenileştirme, uyarma, şuurlandırma (bilinçlendirme) seferberliği başlatmalıdır.

Bunu gerçekleştirmek için her konuda çok açık, seçik, ciddî metinler hazırlatılmalıdır. Bu metinler manası çok iyi anlaşılarak ezberlenmelidir.

Bir örnek vermek istiyorum: Siyaset konusunda "Müslümanlara Siyaset rehberi (veya Talimatnamesi)" başlığıyla, numaralı maddeler şeklinde çok kısa ve çok faydalı bir metin verilmelidir. Siyaset ne demektir?.. Siyasî iktidar ne demektir?.. Devlet ile sistem arasındaki fark nedir?.. İktidar olmakla muktedir olmak arasındaki fark nedir?.. Müslümanlar siyasî sahada nasıl çalışmalıdır?.. vs... vs..

Bugün İslâmî kesimde herkes dinden, siyasetten, ülke meselelerinden bahs ediyor. Nasıl bahs ediyor? Kendi kafasına, kendi hevasına ve re'yine göre. Neticede korkunç bir kaos, fikir anarşisi, yozlaşma, yüzeysellik, kirlenme ve düşünce bedeviliği sergileniyor.

Müslümanları mutlaka eğitmek lazım. Bu iş nasıl yapılacak?

Müslümanlardan her yıl yüz milyarlarca dolar hizmet parası toplayanlar niçin bu temel hizmeti yapmıyorlar?
Mehmet Şevket Eygi

Terörize edilmiş bir halk problemi

Şu sıralar medyada bir çok kalem, Türkiye’de anti semitizmin hangi derinliklerde seyrettiğini araştırmakla meşgul.


Şöyle azıcık gözünü çevirip, İsrail’de nasıl bir ırkçılığın tırmandığına ve halkın nasıl terörize edildiğine bakmaya taraftar olan yok gibi.

Oysa orada, gerçekten ruh hali incelenmeye değer bir halk gerçeği ortaya çıkıyor. Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı Obama’ya “Terörü ve Ortadoğu’daki terörist örgütleri yeniden tarif etme” ve “ABD’nin Ortadoğu politikasını bu tarif temelinde yeniden belirleme” gereğini hatırlatırken tam da bunu mu kastetti bilmiyorum ama, hele şu seçim kampanyası ve sonuçlarının ardından, terör babında, “İsrail halkının terörize edilmiş ruh hali”nin gündeme alınması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? Acaba İsrail’de “terörist söylem” açısından halk mı liderleri belirliyor, liderler mi halkı?

Ama işte bakın “Barışçı bir Yahudi” gözüyle bakıldığında İsrail nasıl gözüküyor? “Jörg Haider İsrail’de diriliyor...

Salı günkü seçimin sonuçları hakkında bilmeniz gereken en önemli şey bu.” (M.J. Rosenberg, Los Angeles Times, Radikal’in tercümesiyle) Jörg Haider, Avusturya’da seçimi kazandığı halde, anti semitist düşünceleri sebebiyle iktidar verilmeyen siyasetçinin adı idi.

Ve şimdi İsrail’de bir başka ırkçı söyleme sahip siyasetçiler ipi göğüslüyor. Bu, ne yazık ki İsrail halkının tercihi. Şu tespitler, demeçler, olaylar, bugünkü İsrail halkının ruh haline karşılık geliyor.

Burada, “Hamas’ı yokedeceğiz” tarzındaki tüm sözleri, Gazze’de 21 günde katledilen 1300 küsur kişinin üçte birinin çocuklar, üçte birinin kadınlardan ibaret olduğunu düşünerek okursanız, İsrail’li seçmenin hangi liderlere yetki verdiğini daha iyi göreceksiniz:

-Tzipi Livni: (Kadima Partisi, 28 sandalye) “Gerekirse tekrar Gazze Şeridi’ne saldırabiliriz.”

-Netenyahu: (Likud Partisi, 27 sandalye) “Gazze’deki operasyon çok geç başladı, savaş ise zamanından önce bitti. Seçilirsem Hamas’ı yok edeceğim.” Liberman: (İsrail Evimiz Partisi, Sandalye sayısı 11’den 15’e çıktı) “İkinci dünya savaşında Amerika’nın Japonya’ya yaptığı gibi bizim de Gazze’de aynı şeyi yapmamız gerekir.

O zaman Gazze’ye girmeye de gerek olmaz. İsrail Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı yok saymalı. Hamas liderleri yok edilmeli. Araplar ile İsraillilerin bir arada yaşamaları mümkün değil.

En uygun çözüm ayrılmalarıdır. Buna İsrail sınırları içinde yaşayan Araplar da dahil. İran da nükleer programından vazgeçmezse bombalanıp yerle bir edilmeli.

- Liberman, liselerde yapılan anketlerde, araştırmaya dahil edilen bütün okullarda oyları silip süpürmüş.

-Ehud Barak: (İşçi Partisi, 13sandalye) Hamas’ı ve bütün düşmanlarımızı imha edeceğiz.

Yeni bir darbe gerekirse, daha şiddetli olsa da uygun zaman ve şekilde gelecek. Bölgedeki ülkelerden ahlak öğrenecek değiliz.

-Gazze’ye düzenlenen operasyonu, İsrailli Yahudilerin yüzde 95’i destekledi.

-Şubat 2008 itibariyle Batı Şeria’da 580 kontrol noktası vardı.

-Barush Goldstien adlı yerleşimci 25 Şubat 1994’de el-Halil Camii’nde sabah namazı kılan Filistinlilerin üzerine kurşun yağdırdı. 67 Müslüman şehit oldu, 300’e yakın Müslüman da yaralandı.

- Filistin topraklarına yerleştirilen Yahudi yerleşimcilerden biri el-Halil katliamı için şunları söylüyor: “Belki insanlığın çoğu bu olayı duymak bile istemez. Ama bize göre bu gerçekten büyük bir eylemdir. Biz yeterince insan öldürülmediğine inanıyoruz.

-Bir başka yerleşimci ise şunları söylüyor: “İsterdim ki bu cesareti ben gösterebilseydim. Öyle bir cesarete sahip olsaydım hiç çekinmeden bu eylemi ben yapardım.”

- Yahudi çocuklara öğretilen müzik parçalarından birinin sözleri: “Bütün dünya Araplardan nefret eder. Dünyanın ilk gayesi onları teker teker öldürmektir. Şu ayaklarımla düşmanımı ezeceğim. Şu dişlerimle onun derisini kemireceğim.

Şu dudaklarımla onun kanını emeceğim. Yine de ona olan kinimi çıkarmış olmayacağım.” Bu ürkütücü tespitlerden sonra ne denebilir?

Hep okuruz, Hitler’i Alman halkı iktidara getirmişti. Bu terörist söylemin mimarları da İsrailli seçmen tarafından öne çıkarılıyor.

Ortada seçmen profili açısından gerçekten ürkütücü bir görüntü var.

Bu coğrafyada gerçek bir barış için, ancak, İsrail halkının ruhi yapısının yeniden inşasının gereği vurgulanabilir. Bir tür terapiye ihtiyacı var İsrail halkının...

Bir tür rehabilitasyona... “Öldürmeye” kurgulanmış bir ruh dünyası gerçekten dramatiktir. Onun için bugün 10 Emir’deki “Öldürmeyeceksin” çağrısı, ciddi anlamlar taşıyor. Çünkü “Yerleşimci” sinden terörist üretmiş bir vasat söz konusu.

Haider, Avusturya’da anti - semitist eğilimleri yüzünden tasfiye edilmişti, İsrail’in teröristleri nasıl tesirsiz hale getirilecek? Ortadoğu’nun en temel sorusu bu, bugün...
Ahmet TAŞGETİREN

Kürt konferansı

Abant Platformu bu hafta sonu Erbil'de toplanıyor. Selahaddin Üniversitesi ve Mukriyani Enstitüsü'nün işbirliği ile yapılacak bu toplantının başlığı "Barışı ve geleceği birlikte aramak". Toplantı, iddialı bir toplantı. Tek başına bu toplantı Kuzey Irak ile Türkiye arasında yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.

Şartlar elverişli. Statükoyu sürdürmek imkânsız. Herkes bir kavşakta, gideceği yönü tayine uğraşıyor. Erbil toplantısı sivil toplum diplomasisinin başarılı bir örneği olmaya aday. Ben de bu toplantının açış konuşmasını yapacağım, bilahare izlenimlerimi sizlere aktaracağım.

Bir ay sonra Erbil, başka bir toplantıya evsahipliği yapacak. "Kürt konferansı" başlığını taşıyan bu toplantı tam olarak "Kürt ulusal kongresi" niteliği taşıyor. Kürtlerin "Dört Parça" adını verdikleri dört ülkeden, yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak'tan legal ve illegal Kürt örgütlerinin bu toplantıya katılması bekleniyor. Toplantıyı KDP organize ediyor ve bir ölçüde Irak'taki Kürt Bölgesel Yönetimi'nin diğer Kürt grupları üzerindeki önceliğini vurgulama amacı taşıyor. Uygun kelimeyi bulmak zor. Kürt milliyetçilerinin kullandığı tabir "Kürt ulusal hareketi". Bu konferans "Kürt ulusal hareketi"nin geleceği üzerinde etkili olacağa benziyor.

Hepimizin çok yakından bildiği bir Kürdistan haritası var. Erzurum'un yukarısından Hatay'a doğru inen geniş bir yayı da içeren bu harita birilerinin kâbusu, birilerinin de hülyası. Kuzey Irak'taki, fiilen bağımsız hareket eden bölgesel Kürt Yönetimi'ni "Büyük Kürdistan"ın ana çekirdeği olarak görenler iki tarafta da mevcut. Hem kâbus görenler, hem de hülyalar peşinde gidenler için bu konferans bir dönüm noktası olabilir. Gerçek dünya ne kâbustakine, ne de hülyalardakine benziyor. Aynı odadayız. Odanın iki tarafında uykuya dalmışız. Kâbus görenimiz ateşler içinde boncuk boncuk terliyor. Diğeri daldığı hülyaların etkisinde, mutlulukla tebessüm ediyor. Ev ateşler içinde; hepimiz uyanmalı ve ateşi söndürmeliyiz.

Kürt milliyetçiliği tarih yolculuğunda geç kalmış bir milliyetçilik. Geç kalmanın telaşını ve bütün çocukluk hastalıklarını yaşıyor. İnsana değer vermek yerine dağı-taşı-toprağı kutsayan milliyetçilik kendini yiyip bitiren bir canavara dönüşür. Kürt milliyetçilerinin Kürtlerle Kürdistan haritasını üst üste koyma hesabını yapması ve bu hesabın içinden çıkması lâzım. İlk hesaplaşacakları gerçek şu: Kürtlerin yarıdan fazlası bu haritanın dışında yaşıyor. Yerküre üzerindeki en büyük Kürt şehri ne Diyarbakır, ne de Erbil. En çok Kürt'ün yaşadığı şehir İstanbul. Karşılıklı olarak etnomilliyetçiliklerin içinden çıkamadığı hesapları görmek üzere kavgaya tutuşmaları kolay; ama bu düşmanlıkla bu topraklarda yaşamak mümkün değil.

Erbil'deki Kürt Konferansı'na katılacak örgütlerden biri de PKK. Basmakalıp hükümleri bir kenara bırakıp, bu konferansın PKK'nın silah bırakmasına, nihayetinde tasfiye olmasına vesile olacağını öngörmek lâzım. Erbil'de yayımlanan Kürdish Globe'da yer alan ve Türkiye Kuzey Irak ilişkilerini değerlendiren bir yazı, bu öngörüyü doğruluyor. "Bütün Kürt siyasî grupları arasında geniş ve kapsamlı bir konferans, PKK'yı Kürt ulusal çıkarlarını koruyacak çizgiye getirebilir ve genel uzlaşmaya uyarak silah bırakmak zorunda kalabilir." Kısaca bu konferans PKK üzerinde bir baskı oluşturmayı da amaçlıyor.

Türkiye'nin Kürt sorununu çözebilmesi için kanın durması lâzım. Obama, Amerika'nın yeni başlangıcını Ortadoğu üzerinden yapıyor. Ortadoğu en fazla iki üç sene içinde bambaşka bir bölge olacak. Türkiye'nin en başta Kürt sorunu olmak üzere bütün sorunlarına ve bölgeye bakışında köklü değişiklere gitmesi lâzım. Kürt sorununun çözümü ise önce kendi vatandaşlarımızla, sonra yakın komşularımızla barışmaktan geçiyor.

Kâbusların da, hülyaların da gerçeklerle ilgisi yok. Hayal âleminde yaşayanlar da kâbus görenler de nasıl olsa kafalarını sağa sola vura vura uyanacaklar. Zaman kaybedip ağır bedeller ödemek yerine, bu coğrafyada bizi birbirimize adeta mahkûm eden ortak çıkarlara eğilmeliyiz. Bizler yekdiğerimizi aşkla ve şevkle sevmeye mecburuz. Aksi takdirde birlikte mahvoluruz.

Mümtazer Türköne

12 Şubat 2009 Perşembe

Hayat beklemekle geçmez

Zaman zaman çeşitli aralıklarla yaşadığımız bugün de belirli ölçüde ağırlığını hissettiğimiz gerilimin temelinde muhalefetin bir bölümünün AK Parti’yi ‘geçici-gidici’ varsaymasıdır. Bu gruptakiler AK Parti’nin bir rüzgar olduğunu ve kısa sürede dineceğini düşünüyorlar. Hala tane tane oy hesabı yapmaları ve hatta kendilerine ‘Davos resti oyları artırmaz, değil mi!’ telkini yapacak kadar kederlerini gizleyemediklerine göre hala düşünüyorlar.

Türkiye muazzam bir değişim yaşarken içimizde bazılarının ‘her şey nasıl olsa geçici’ duygusuyla yaşıyor olmaları elbette gerilim nedenidir.

AK Parti önce Özal’ın ANAP’ına benzetildi. Tıpkı ANAP gibi ilk seçimde yüksek oy alıp, sonra erimeye başlayacağı varsayıldı. Tersi oldu. Erdoğan’ın partisi her seçimde oy artırarak büyüdü.

Tıpkı ANAP’ta olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı seçiminde parti ortadan bölünür, dediler. Olmadı, aksine güçlendi.

22 Temmuz öncesini unutmayalım. Bütün legal/illegal unsurlar seferber olmuş ve ‘Bu kez işleri tamam’ havası esiyordu. O mahallede CHP-MHP-DP koalisyonu tamam gibiydi. Yine olmadı.

Son çare parti kapatmaydı. Parti kapanır, Erdoğan yasaklanırsa AK Parti’nin gücü azalır, oyları düşer; bir de vekillere çengel atılıp iki parçaya bölünürdü. Hesap buydu. O da olmadı.

Arada birkaç darbe teşebbüsünün teşebbüsü de olmuş, yeni öğreniyoruz. Onlar da derde deva olamadı.

Neyse ki şimdi imdada ekonomik kriz yetişti. Memleket batsa da sonuçta AK Parti zarar görecekti; bundan daha iyi bir manzara olamazdı.

Görünen o ki o hesap da tutacak gibi değil. Üstüne bir de Davos geldi.

Zaten, muhalefet pek iyi belediye başkanı adayları da çıkartamadı. Moraller bozuk!

Sonuçsuz kalan her adım, umutsuzluğu daha da artırdı; ‘AK Parti gidici’ cümlesine iman edenlerin moralini daha da bozdu.

Türkiye’nin bugün yaşadığı gerilim işte o bozuk moraldir, başka bir şey değil. AK Parti’den kurtulmak için her yolu denemelerine rağmen, o partinin büyümesine engel olamayanların yaşadığı hayal kırıklığı ülkeye gerilim olarak yansıyor.

Adı farklı olabilir... Bazen irtica tehlikesi, bazen ülke elden gidiyor evhamı, bazen türban sorunu, bazen Malezya havası, bazen mahalle baskısı, bazen kömür yardımı, bazen de yargı bağımsızlığı olur. Kampanya formunun ne olduğunun hiçbir önemi yoktur. Hatta tutarlı olmak kaygısı da aramayın. Gerilimi çıkaranlara, suratları asık olanlara bakın; maraza çıkarmak için dün söylediklerine taban tabana zıt duruma düşmek gibi çelişkileri de umursamazlar.

AK Parti gitsin yeter ki...

Ama gerçek böyle değil, olacağa da benzemiyor. Hayat da beklemekle geçmiyor.

Erdoğan’ın partisinin geleneksel merkez sağı tamamen kuşattığı, rakipleri siyaseten tasfiye ettiği bir gerçektir. Üstelik AK Parti merkez sağ geleneğe yeni bir şekil vermeyi başardı. Aynı zamanda geleneksel sol da tarihinin en küçük oy pastasına itilmiş oldu. Büyük fotoğrafa bakıldığında Ak Parti’ye ömür biçmek hatta, gerilemesi için plan yapmak pek mümkün görünmüyor. Bunu ANAP öyküsü üzerinden yapmak ise tümden yanlış hesaptır. Gerilimi artırmaktan başka sonuç doğurmaz.

Ülkenin gerilimden kurtulması için AK Parti’ye yönelik muhalefetin doğal, demokratik, sahici ve yasal boyuta taşınması gerekiyor.

Temennilerle, masa başı hesaplarıyla, toplum mühendislikleriyle veya ‘Ülke ne olursa olsun da Ak Parti gitsin’ cinnetiyle bir yere varılamaz. Bugüne kadar varılmadığı gibi.

Hayat böyle gerginliklerle, şüpheyle, umutsuzlukla ve beklemekle geçmez. Aramızdaki gergin insanların artık sistemle barışmasının zamanı gelmiştir. Demokratik sistemle...

Mustafa Karaaliooğlu- STAR

Doğruluk ve Dürüstlük

DİN büyüklerinden biri "En büyük keramet istikamettir" buyurmuşlar. İstikamet kelimesi Arapça olup doğruluk, dürüstlük mânasına gelir. Dindar Müslümanlar günde defalarca Fatiha suresini okuyorlar ve Allah'tan, kendilerini "sırat-ı müstakime" kılavuzlamasını istiyorlar. Sırat-ı müstakim doğru yol demektir.

Doğru yol nasıl bir yoldur?

Allah'ın, üzerinde yürümemizi istediği iyi ve güzel yoldur.

Kur'ân'ın gösterdiği yoldur.

Peygamberimizin rehberlik ettiği yoldur.

Şeriatın yoludur.

İslâm ahlâkının yoludur.

Tasavvufun yoludur.

Ashab-ı kiramın yoludur.

Ehl-i Beytin yoludur.

Ondört asırdır gelip geçmiş gerçek ulemanın anlattığı yoldur.

Kâmil mürşidlerin ve velilerin kılavuzluğunu yaptığı yoldur.

Akl-ı selîmin işaret ettiği yoldur.

Âdil halifelerin ve âdil selâtînin yoludur.

Doğru yolda olanlar Allah'ın emirlerini yaparlar, yasaklarından uzak dururlar.

İşte bu doğru yolda yürümek, İslâm dininin gösterdiği şekilde doğru ve dürüst olmak her Müslüman için temel bir vazife ve amaçtır, büyük bir farzdır.

Adam namaz kılyor, oruç tutuyor, hacca veya umreye gidiyor ama doğru ve dürüst değil. O kişi gerçek ve örnek bir dindar değildir. Hem namaz kılacak, oruç tutacak, hem de doğru ve dürüst olacaktır.

Adam geceleri teheccüd namazına kalkıyor, pazartesi ve perşembeleri oruç tutuyor ama haram yiyor, kara para zengini oluyor. Bu kişi de dindar değildir.

Müslüman bir ülkede idarecilerin, rüesanın mutlaka doğru, dürüst, faziletli olması gerekir.

Elbette memleketimizde doğru ve dürüst idareciler, bürokratlar vardır. Burada, bunlardan sadece birini zikr etmek istiyorum: Merhum vali Recep Yazıcıoğlu... Bu zatı şahsen tanırdım. Ülkeye, devlete, millete çok hizmetler etti. Bu hizmetler esnasında cebine ve midesine haram lokma, haram kuruş girmedi. Çok başarılı oldu. Hem iyi bir idareci ve bürokrat, hem de gerçek dindar bir Müslümandı. Cenab-ı Hak rahmetiyle muamele buyursun.

Haram yiyen, haram parayla zengin olan bir politikacı veya devlet adamı asla doğru ve dürüst değildir. Bazı câhiller ve gafiller "Ötekileri çok yedi, biraz da bizimkiler yesin" gibi laflar ediyor. Böyle sapık sözler Müslümanlara yakışmaz.

Müslüman idarecilerin, bürokratların, politikacıların mutlak şekilde doğru ve dürüst olmaları gerekir.

İffet (cinsel doğruluk, namus) nasıl yüzde şu kadar bu kadar gibi kesirler kabul etmezse, doğruluk da etmez. Bir kadın için "Bu karı yüzde elli iffetlidir" denilebilir mi?

Politikacılar, iktidar adamları, bürokratlar, medya mensupları, bilcümle idarecilerde şu sıfatlar olmalıdır ki, memleket iyi idare edilsin.

1. Asla haram yemeyecek, asla haram kazancı olmayacak.

2. Saçı bitmedik yetimlerin hakkını yemeyecek.

3. Her ne şekilde olursa olsun devletin, belediyelerin bütçelerini hortumlamayacak.

4. Serveti, mal beyanı çok açık, temiz, şeffaf olacak. Bunları meşru ve ahlâkî şekilde iktisab (kazanmış) olacak.

5. Kendisi, karısı, oğulları, kızları, damatları, gelinleri, torun ve tosunları, kardeşleri; faziletli, mütevâzı, örnek bir hayat sürecekler.

6. Oğulları askerlik hizmetlerinden, vatanî vazifelerinden kaçmayacaklar, halkın çocukları gibi bu hizmetleri seve seve yapacaklar ve gerekirse en tehlikeli ve meşakkatli yerlerde hizmet görecekler.

7. Yargıda, trafikte, diğer kamu hizmetlerinde onlara ayrıcalık yapılmayacak, böyle bir şeyi istemeyecekler.

8. Halkın fakir ve sefil kısmıyla alay edercesine lüks, israf, sefahat, gösteriş, aşırı tüketim, savurganlık sergilemeyecekler, ne oldum delisi durumuna düşmeyecekler.

9. Güvenlikleri el veriyorsa halkın içine karışacaklar, halkla birlikte olacaklar, zaman zaman otobüse, metroya, banliyö trenine binecekler, ayakta seyahat edecekler.

10. Kapıları halka kapalı olmayacak.

11. Büyük adamların çocukları bir suç işleyince onlara ayrı muamele edilmeyecek, kayırılmayacak, halkla eşit olacaklar. Mesela büyük bir zatın çocuğu bir trafik kazası yapınca suçu örtbas edilmeyecek, cezası neyse çekecek.

12. Sorumlu kişiler hem haram yemeyecekler, hem de kimseye yedirtmeyecekler.

Sanırım yukarıdaki izahatın ışığında ne demek istediğim anlaşılmıştır.

Bu ülkenin durumunun iyi olup olmadığı yüksek binalarıyla, otoyollarıyla, baraj ve limanlarıyla, fabrikalarıyla, lüks meskenleri ve binitleriyle, maddi zenginliği ile anlaşılmaz. Asıl ölçü o memleketin idarecilerinin ve halkın doğruluğu ve dürüstlüğüdür.

Bir ülkede istikamet yoksa, para ve madde fazla bir işe yaramaz.

Ülke idaresine fazilet prensipleri hakim olmalıdır.

Onların hırsızları çok kötü, bizim hırsızlar iyidir felsefesiyle doğruluk bir arada yürümez.

Ahlâk aksiyon demektir, lafla, edebiyatla ahlâk olmaz. Ahlâk yaşanan bir şeydir.

Türkiye'nin uluslararası temizlik ve şeffaflık notu 10 üzerinden 4'tür, yani çok düşüktür. Bu düşük not hepimizin yüzünü kızartmalıdır.

Türkiye'yi yüceltmek, selamete çıkartmak için istikamet notumuzun 10 üzerinden en az 7 olması gerekir.

Haram yemeyen politikacıları, bürokratları, diğer idarecileri tebrik ediyorum. Belki biraz maddî sıkıntı çekiyorlar ama alınları açıktır. Var olsunlar, sağ olsunlar.

Haram yiyenlere, kara ve kirli servet edinenlere, halka gurur ve kibirle tepeden bakanlara yazıklar olsun.

Sevgili Müslümanlar!.. Doğru ve dürüst olalım... Doğru ve dürüst olanları seçelim... Haram yiyenlere muhalefet edelim...

Ah istikamet!..
Mehmet Şevket Eygi

Anlatın da bilelim

Şu "Atatürk ilkeleri" konusunda benim kafam karıştı... Atatürk ilkeleri, aynı zamanda CHP'nin altı oku mudur? (Eskiden bunlara "umde" denirdi.)
Nelerdir bunlar? "Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik" ... 1927 yılında saptananlar bunlar... Daha sonra, 1931 yılında bunlara iki ok daha eklenmiş: "Devletçilik ve devrimcilik" ... Bu okların CHP'nin bayrağında yer alması da aynı yılda gerçekleşmiş. 1931'den önce CHP'nin bir bayrağı bile yok. Bir kedisi bile yok da, ancak Deniz Baykal devrinde genel merkeze kedi alındı, adı da Şero, "kötü kedi Şerafettin" den mülhem...
İlkeler arasında da "çarşafçılık, tarikatçılık, Kuran kursçuluğu" falan yok yani! Bunlar günümüzde neredeyse yedinci, sekizinci ve dokuzuncu ok yapılmak üzereler!.......

http://www.sabah.com.tr/ardic.html

Engin Ardıç

Türk şirketlerinin gelecek arayışı (2)

Türk şirketlerinin geleceği üretimi, markalaşma ve pazarlama alanına taşımalarına bağlı. Markalaşma konusunda kitaplar, uzmanlar, danışmanlık kurumları var. İstifade edilmeli. Ben markalaşmada Türk insanı ve şirketlerimiz için uygun olduğuna inandığım bir kısmına burada işaret etmek istiyorum.

Küçükler genellikle büyüklere olumsuz bakar. Zira onların rekabet baskısından korkar. Oysa büyük şirketler tehdit oldukları kadar da fırsat sunarlar. Bu fırsatın en alt düzeyinde, gidip bir büyüğün çatısı altına sığınıp ona fasonculuk yapmak vardır. Geleceği en belirsiz ve tehditlerle dolu "kâr" alanı buradır. Çıkılmalı. Diğer ucunda ise büyüklerin çözüm ortağı olacak kadar işi ileri götürüp iş ortaklığı kurmak var.

Burada şunu anlamalıyız. Büyükler hantaldır ve her alana kolayca deplase olamazlar. Ayrıca büyükler, geçtikleri yol güzergahında farkında olmadıkları birçok fırsat da oluştururlar. Buna pozitif dışsallık diyelim. Keza, çağımızda büyük balıklar küçük balıkları yutmuyor. Tam tersine, hızlı balıklar yavaş balıkları yutuyor.

Buradan hareketle, küçük şirketlerin boşlukları yakalamada alıcılarının son derece açık olması gerekiyor. Bu konuda küçüklerin yeni eğilimleri, fırsatları, talebi, teknolojiyi, sorunları çok daha hızlı yakalıyor olması gerekir. Bana göre "küçük olmaktan" kasıt erken teşhis, hızlı davranış refleksidir. Eğer işletmeniz hem çok küçük hem de hiçbir şeyi önceden göremeyecek kadar hantal, atıl, yaşlı duruyorsa, zaten siz boşuna orada ömür çürütüyorsunuz demektir. Küçük gibi esnek olan büyükleri de, büyük gibi hantal nice küçükleri de bolca görüyorum. Mesele şirketin "hayatiyetinde".

Küçükler, boşlukları yakalayıp bu küçük alanlara (niş market) hızla nüfuz etmeli, üretim ya da hizmet için pozisyon alınmalı, odaklanarak ürün çeşitliliği artırılmalı, gerekli kalite düzeyi tutturulduktan sonra buradan artık markalaşmanın yolları aranmalı. Bir başka ifadeyle, markalaşma bir sürecin son aşamasıdır. Süreç olmadan sonuç alınmaz.

Bu konuda esasen birçok başarılı örnek verilebilir. Ancak bana göre Hyundai arabalarının Türkiye pazarına sirayet ediş stratejisi hem yeni hem de benim meramıma uygundur. Türkiye oto pazarında boy göstermek her babayiğidin harcı değildir. Zira bütün markalar dadanmış durumda.

Buna rağmen bizim pazarda bir "boşluk" vardı. Hiçbir "büyük" ya da "ünlü" markanın doldurmadığı, doldurmayı düşünmediği, hatta dolduramayacağı. O boşluk şuydu: Bizler arabaya benzer o meşhur "kuş serisine" mahkûmduk. Aslında bunlardan kurtulmak istiyorduk. Bütün taksiler, şirket arabaları büyük oranda bu türdendi. Bilhassa lojistik sektörünün gelişmesine paralel olarak bu pazarın daha da büyüyeceği belliydi. Burada gerçekten bir otomobili daha çok anımsatan, ancak ülkemizin o sektörlerde ekmek arayan insanının alım gücünü de aşmayacak bir otomobile ihtiyacı vardı. Öte yandan piyasaya yeni girecek bir aracın belli bir piyasa büyüklüğünü de neredeyse garanti edebilmesi gerekiyordu ki maliyetleri kurtarsın.

Hyundai, Accent serisi ile işte tam da bunu yaptı. Var olan şiddetli talebi, piyasa büyüklüğünü gördü, sektörün geleceğini okudu, ülkedeki alım gücünü de dikkate alarak sadece bu kesime odaklandı. Ardından daha kaliteli başka seriler sökün etti. Piyasa payı, kalite imajı düzeldi. Hyundai, piyasaya sürdüğü en son model ile "artık ben de rüşdünü ispat etmiş bir markayım" demiş oldu.

Markalaşmada bir de "Çin stratejisi" var. Krizde Çin gibi rakiplerimiz dünyadan marka toplamakla meşguller. Önümüzdeki günlerde diyelim ki "İtalyan ürünü" diye dünyanın en yüksek bedelini ödeyerek tüketeceğimiz birçok ürünün aslında Çin malı olduğunu bile bilmeyeceğiz. Çin hem "fiyat rekabetine" dayalı düşük katma değerli alanlarda hem de en yüksek katma değerli alanlarda karşımıza rakip olarak dönecek.

Türkler bir araya gelip konsorsiyumlar kurarak bir adet dünya markası alamıyorlar. Birlikte hareket etmeyi becerdiğimiz tek yer, savaşta cepheler. Yani ölüm kalım anı. Bu krizde öğreneceğimiz bir ders de işbirliği olacak.

İbrahim Öztürk

Çocuklar üzerinden siyaset yapmak

Bazı medya gruplarının mahallî seçimler öncesi belirlediği bir strateji daha belli oldu: AK Partili bakan ve milletvekillerinin çocukları üzerinden kampanya yürütmek. Etkileyici olabilir mi? Olabilir.

Çünkü bizim millet akçeli ilişkileri sevmez. Yalnız bu stratejinin geri tepecek yönlerini de iyi bilmekte fayda var. Ölçüler başta doğru konulmazsa hem bazı haksızlıklara yol açılır hem de mesele geri teper ve konu pek çok kişi ve kurumun 'akçeli ilişkileri'ne döner.

Ölçü nedir, ne olmalıdır? 1- Babası siyasette bir yere gelmiş insanlar mümkün olduğunca ticarî işlerle uğraşmamalı. 2- Bu kişiler boş boş oturup bir yerlerden beslenemeyeceğine göre ticaretle meşgul olanlar kamu imkânlarıyla kendine avantaj sağlamamalı. 3- Devletin imkânlarından yararlanmayarak ticaret yapan kişiler sadece babalarından dolayı zan altında tutulmamalı.

Bu ölçülerin hepsini bir kenara bırakarak ticaret yapan bütün siyasetçi çocuklarını bir kenara kaydedip hepsine birden 'olağan şüpheliler' muamelesi yapmak doğru değil. Konu, AK Parti de olsa doğru değil, CHP de olsa, MHP de olsa doğru değil. 'Babaları siyasetçi; o yüzden nüfuz kullanıyorlar' deniyorsa o zaman mesele bambaşka bir noktaya kayar. Nüfuz kullanmak! Bu ülkede nüfuz kullanmakla suçlanması gerekenler sadece siyasetçiler mi? Kaldı ki malum medyanın siyasî nüfuz konusundaki yaklaşımında hakperest bir standart da yok. Mesela vaktiyle Başbakan Mesut Yılmaz'ın oğlu, Coca Cola'nın başbayiliğini almıştı da medya o genci övgüden yere göğe sığdıramamıştı. Hâlâ da öyledir. X partisinden birinin çocuğu ticaretle iştigal ederse 'çok zeki ve yetenekli' muamelesi görür; Y partisinden birinin çocuğu benzer bir başarıya (!) imza atarsa bunun adı suiistimal olur...

Diyelim ki siyasetçilerin çocukları kendilerine nüfuz sağlayarak bir yerlere geliyor; ya diğer nüfuzlu meslekler? Mesela yargı mensuplarının yakınları, üst düzey askerlerin çocukları, gelinleri, damatları... Bunlara da bir imtiyaz ve avantaj gözüyle bakılabilir mi? Dürüstlük üzerine odaklanmış medya grupları ne kadar komutan çocuğuna iş veriyor mesela? Ya da ne kadar hâkim, savcı ve bürokrat çocuğuna 'özel muamele' yapılıyor? Bedrettin Dalan'ın kasasından çıkan 'burs listelerine bakılması halinde ilişkiler ağının deşifre edilebileceği' söylenmedi mi?

Medyanın bir bölümü bu tür bilgilere tek satırla bile değinmedi. Örneğin uzun zamanlar tartışıldı ve dendi ki; 'Emekli paşalar niçin çok büyük şirketlerin yönetim kurulunda görev alıyor? Hak ederek mi, yoksa nüfuz kullanarak mı?' Hatta dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tartışmaları bitirmek için emekli komutanların özel mekânlarda istihdam edilebileceğini, bu tür yıpranma riskinin asgariye indirilmesi gerektiğini söylemişti.

Daha geçenlerde Vakit Gazetesi sürmanşetten bir liste yayınladı. O listede bazı üst düzey komutan yakınlarının askere gitmemek için sağlık raporu aldığı iddia ediliyor ve bu kişilerin isimleri veriliyordu. Bazı asker yakınlarının da Doğu ve Güneydoğu'ya tayin edilmediği yazıldı; üstelik yine isim isim. Şimdi meselenin bu yanını hiç görmeyenler, söz konusu imtiyaz suçlaması siyaset olunca mangalda kül bırakmıyor ve yapılanı 'büyük bir gazetecilik başarısı' olarak görüyor. Çocuklar üzerinden haber yapmak bir gazetecilik başarısıysa ve şeffaf toplum öneriliyorsa, Vakit'in başarısı Referans'ın arşiv taramasından çok da geri değil.

Demem o ki; dürüstlük önce kendi nefislerimizden başlamalı ve herkes için aynı standartta talep edilir hale gelmeli. Mesela nüfuz sorgulaması yapılacaksa medya patronlarının yakınlarından, genel yayın yönetmenlerden, başyazarlardan, 'star' gazetecilerden başlamalı ki dürüstlük inandırıcı olsun. Herkesi yolsuzlukla suçlayan bir gazetecinin daha birkaç yıl önce banka hesabı ortaya çıkınca kamuoyu şoke olmuştu. 'Efendim, biz kamu görevi yapmıyoruz ki' diye başlayan cümlelerin kıymeti harbiyesi yok. Herkes de biliyor ki medya sahibi ya da yöneticisi olmak, ya da medyatik vitrinde gözükmek de bir çeşit nüfuz kullanmaya kapı açar; hele grup, akçeli işlerle ilgileniyorsa ve kamu ile iş yapmak zorundaysa. Türkiye'deki haksız kazancı kim sorgulayabilir biliyor musunuz: Öldüğünde arkasında kitaplarından veya yazılarından başka, çocuklarına en küçük bir şey bırakmayan hasbi kişiler! Onun dışında sağa sola taş atan herkes bilmeli ki camdan bir binada oturuyorlar; her an tuzla buz olma riskini yaşıyorlar...

Ekrem Dumanlı

Basın, yargı, Ergenekon: Daralan yollar…

Hürriyet Gazetesi yayın yönetmeni son günlerde köşesinde, tavrını ve grubunun haberciliğini övmekle zaman geçiriyor.

Bu arada dünyanın hangi ülkesinde olsa kıyamet koparacak, basını, düzeni, orduyu, sistemi altüst edecek gelişmeler yaşanıyor. Ama "parlak gazete ve parlak habercilik merkezi" bunları görmezden geldiği gibi, aldığı tavırla görmezden gelinmesini, sırandanlaşmasını sağlamaya çalışıyor.

Genelkurmay bir süredir kendi içinde karargâh evleriyle, Ergenekon'la ilgili bir idari ve adli soruşturmalar yürütüyor. Ergenekon yapısının varlığını, derinliğini kanıtlayan bir gelişme bu ve Doğan Medya Grubu doğal olarak işin bu yönüyle hiç ilgili değil.

Taraf Gazetesi bir süredir ülkenin en büyük işadamlarından, en önemli basın patronlarından birinin askerlerle ilişkilerini belgeleriyle ortaya koyuyor. Basının askerden nasıl destek aldığını, askere nasıl hizmet sunduğunu ortaya koyuyor belgeler.

Doğan Grubu'ndan yine ses yok…

Ergenekon davasından tutuklu emekli Orgeneral Hurşit Tolon bir gece aniden nöbetçi bir hâkim tarafından tahliye ediliyor. Hürriyet Gazetesi yorumda ve gazetecilikte ön çekiyor, "7 ay boşuna mı yattı" manşeti ve sorusuyla…

Gazetecilik açısından yine durum vahim…

Çünkü asıl soru, "emekli orgeneralin 7 ay boşuna yatıp yatmadığı" değildir.

Bugüne kadar kadar Tolon'un 10 tahliyesi istendi, bu talep her seferinde reddedildi. Red kararlarının altında İstanbul Ağır Ceza'da görev yapan 27 hâkiminden 15'inin imzası var.

O zaman asıl soru şudur:

Tek bir hâkim nasıl olmuş da 20 hâkimin görmediğini görmüştür?

Hangisi daha şüphelidir ve dikkat çekicidir; bir kısmı nöbetçi bir kısmı heyet 15 ayrı hâkimin aynı istikamette verdiği kararlar mı yoksa nöbetçi bir hâkimin kendi heyeti adına verdiği karar mı?

Kaldı ki, gazete haberlerini gözden geçirmek, ilgililere birkaç soru sormak bile bu nöbetçi hâkimin kendisinin dahi 14.10.2008 tarihinde tahliye talebine red kararı verdiğini ortaya koyar.

Aynı deliller üzerinden verilen iki zıt karar arasındaki fark ve ilişki nasıl sorgulanmaz pırıltılı gazeteciler tarafından?

Cevap açıktır: İşlerine öyle geldiği için…

Bu tahliye kararında anlaşılan görülmeyen başka noktalar da var…

Kararda tek delilden, "29 sayfalık Ergenekon kitap fotokopisi"nden söz ediliyor ve "bunun gizliliğinin bulunmadığı"ndan sözediliyor. Yeni Şafak'ın bugün konuyla ilgili haberi ise Tolon'un sadece Ergenekon belgesinden dolayı tutuklanmadığını, evinde başka belgelerin de ele geçirildiğini, bunlar arasında Başbakan'dan başlayan bakanlara uzanan takip fişlerinin yer aldığını belirtiyor.

O zaman nöbetçi hâkimin verdiği kararın şüphe uyandırması gerekmez mi?

Şimdi soru şu:

Ergenekon soruşturması engelleniyor mu?

Şu ana kadar hükümetin ve Başbakan'ın soruşturma ekibine tam psikolojik destek verdiği söylenebilir, Tayyip Erdoğan'ın grup toplantısında savcıları kutlaması, Öz'e koruma verilmesi bunlara açık örnektir.

Savcının ve arkasındaki ekibinin cesareti ve hukuki doğruluğu açısından da söylenecek pek söz olduğunu sanmıyoruz.

Sorun burada üçüncü bir kolun, devlet içindeki bir zihniyet ve yapının harekete geçmiş olmasıdır.

Şöyle de söylenebilir, yüksek yargının bu konuda tutumu, buna ek olarak Doğan Medya Grubu'nun yayın politikası malum kösteklerden birini oluşturmaya soyunmuştur. Dava ve soruşturma eski usüllerle, içeriden, tersten kamuoyu oluşturmalarla engellenmeye, sınırlanmaya çalışılmaktadır.

Savcı sayısı düzenli olarak artırılmakta, Ergenekon operasyonları yüksek yargının baskısı altındaki başsavcının iznine tâbi kılınmakta, hâkimler tek tek seçilmektedir.

Derin devlet karşı hamlelerinden birisini daha yapıyor…

Ve taşıyıcı medya…

Merkez medya…

Şunu söylemekte yarar var: Bu hamleler Ergenekon davasını aksatabilir ama savsaklatmaz.

Cin bir kez kez şişeden çıkmıştır. Onu tekrar şişeye sokmaya kalkanın eli yanar.

Vebal altında kalır…

Ahlak ağırlığı üzerine çöker…

Ali Bayramoğlu

11 Şubat 2009 Çarşamba

Bana kalırsa CHP AK Parti’ye çalışıyor!

Kılıçdaroğlu asıl yapması gerekeni yapmıyor.. Bana kalırsa, geri tepecek olan yanlış bir yolda ilerliyor.. Eğer elinde belgeleri varsa, yolsuzluk iddiaları ile ilgili olarak savcılığa suç duyurusunda bulunması gerek. Yoksa yolsuzluk iddialarının arkalarına saklanarak bir seçim kampanyası yürütmek, çok dürüst bir yaklaşım değil.. Üstelik bu işi yaparken Doğan Mediasını da yanına alarak yola çıkması, işin ciddiyetini gölgeliyor..
Kılıçdaroğlu kendi yapacaklarından çok, AK Parti'nin yolsuzluklarına kilitlenmiş gözüküyor.. Kazanmaktan çok AK Parti'ye zarar vermeyi hedeflemiş gibi sanki.. AK Parti kaybederse, ben kazanırım diye düşünüyor.. Hayali anketlerle, AK Parti'nin 1.5 puan önünde gösteriliyor..
Böyle bir seçim kampanyası artık geride kaldı.. Tek söyledikleri bir şey var: “Öteki kötü, oyunu bana ver” Sanki millet CHP'nin ne olduğunu bilmezmiş gibi. CHP'lilerle ilgili genel kanaat yapmaz, yer.. İstanbul deneyimi bunu gösteriyor.. Ya da İzmit..
Dalan'la başlayan bir dönem var. Yapar ve yer.. Bir de yapmaz, yemezler var. Yemez yedirir olanı da var bunların.. Doğru olan, zor olan ise yapar ve yemez!
Genel mantık şu: Bal tutan parmağını yalar.. Devletin malı deniz, yemeyen domuz!
Sanki İSKİ yolsuzluğunu unuttuk. Sanki Yuvacık Barajı'nda neler oldu bilmiyormuşuz gibi.. Sanki Çankaya'da yaşananlar CHP’li bir belediyede olmamış gibi..
Daha onlarca örnek vermek mümkün.
Siyasette ve Bürokraside çoğu kimse temiz değil.. Harama el uzatmayan, uçkur çözmeyen kaç kişi var.. Maalesef durum hiç de iç açıcı değil. Sonunda bir suç dengesi oluşuyor. İş “deme derim”e gelip dayanıyor.. Aslında CHP'nin şu Çarşaf ve Kur’an Kursu açılımı bile “siyasi bir rüşvet” değil mi? Bu işin siyasi ahlâkla ne alakası var..
CHP, Kömür-Patates işini diline dolarken, kendisi nakit teahhüdünde bulunmuyor mu?
Şecaat arz ederken sirkatin söylemek diye buna denir herhalde..
Bir de bu tartışmalarda ipin ucu kaçıyor, sapla saman birbirine karışıyor.. Erdoğan'ın çocuklarının şirket ortaklıkları ile ticaret sicil kaydından alınan, internetten indirilen sıradan bilgiler “gizli ortaklık”lar deşifre (!?) ediliyor şeklinde takdim ediliyor, CHP ve Malum Media tarafından.. Tam bir komedi..
Hani siyasetçi çocuklarının işadamları ile ortaklıklarının ne kadar etik olduğunu tartışsalar neyse..
Kılıçdaroğlu, CHP'ye mi çalışıyor, Malum Mediaya mı bilmiyorum. Ya da asıl derdi, misyonu sadece AK Parti'ye zarar vermek mi, o da belli değil.. Varsayalım CHP seçimi kazandı, Malum Mediaya bu desteğinin faturasını nasıl ödeyecek, düşündü mü?
Sanırım Doğan, CHP üzerinden, CHP de Doğan üzerinden AK Parti'ye saldırıyor.. Bir çıkar birliği var iki kesim arasında.. Ve burada sacayağının 3. Ayağı olarak Ergenekon öne çıkıyor..
Malum, CHP Genel Başkanı Ergenekon'un avukatı.. Ergenekon'un Mediadaki uzantısı, avukatlığını da Malum Media üstlenmiş durumda..
Burada sanki Kılıçdaroğlu kötü bir şekilde kullanılıyor gibi geliyor bana.. Kılıçdaroğlu dürüstlük rolünü çok sevdi. İnatçı bir adam. “Dürüst” bir yanı da var aslında. CHP'nin onun bu yanını, şöhretini, imajını kullanmak istiyor.. Bu işin sonunda, oyuna geldiğini / getirildiğini görünce, acı gerçekle yüzleştiğinde dönüp CHP ve Malum Media ile hesaplaşabilir.. Sonunda bu kampanya Mart sonuna kadar..
Zaten iddia ettiği şeyleri savcılığa vermezse, bunun bir oyun olduğu ortaya çıkacak.. Yani dürüstlük gösterisinin sadece bir seçim şovu olduğu görülecek.. Ya da bu iddialar savcılığa iletilir ama ciddi bir kanıt bulunamazsa, bu iş döner sahibini vurur..
Gerçekte yolsuzluk her kesimde var ve çok yaygın. Kimse bu konuda çok da masum değil.. Zaten onun için bu işlerin üzerine gidilemiyor ve gerçekler ortaya çıkmıyor..
Yurdun dört bir yanını dolaşıyorum, gördüğüm o ki; AK Parti tabanı Kılıçdaroğlu'nun, Doğan Mediası ile birlikte başlattığı bu kampanyadan çok da etkilenmiyor.. Ama CHP'liler bu namus gösterisinden çok memnun gözüküyorlar.. Onlar psikolojik bir tatmin içindeler.. Ama CHP'nin önemli bir kesimi, bu çarşaf, Kur’an Kursu açılımından fazla bir şey anlamış değil.. Çankaya Belediyesi ve CHP içindeki yolsuzluk iddiaları onları daha çok ilgilendiriyor ve bu çıkışı dikkatleri başka yöne çekme gayreti olarak görülüyor..
CHP şimdilik Atatürkçülük, Laiklik, Cumhuriyet'in temel ilkelerini bir yana bırakmış gibi gözüküyor.. Çünkü bunların oy getirmediğini onlar da gördü.. Baykal'ın Brüksel dönüşü Demokratikleşme ve AB yönünde yeni açılımlar yapması gündemde..
Tam da seçime giderken bu çabalar ne kazandıracak bilmiyorum ama, belki, Ergenekon'un avukatlığı iddiasının tabanda yol açtığı rahatsızlığı biraz teskin eder!
Bana kalırsa bu son dakika atakları işin inanılırlığını ve ciddiyetini yok ediyor..
Eğer inandırıcı olmak istiyorsa, daha önce yaptıklarından dolayı özür dilemeli.. Anayasa değişikliği konusunda engel olmayacağını söylemeli..
Tek başına başörtüsü ya da Kur’an Kursu sorunu yok insanımızın, temelde düşünce, ifade ve örgütlenme hürriyeti önünde engeller var. Tevhidi tedrisat sorunu var, herkesin inandığı gibi yaşama ve düşündüğünü özgürce ifade etme sorunu var. Kültürel haklar sorunu var.. İnsan hakları ve hukuk devletinin önündeki engellerin kaldırılması sorunu var. Yanlış laiklik anlayışının sebeb olduğu sorunları nasıl çözeceksiniz?
AK Parti'nin Sol, Liberal, Alevi açılımı, Kürtçe açılımı, sadece politik bir makyaj malzemesi anlamı taşımıyor.. SP'nin başı açık bayan aday göstermesi de, CHP'nin çarşaflılara rozet takıp, oy avcılığına soyunmasından daha özel bir anlama sahip.. Eğer Baykal, başörtülü bir aday gösterirse, bu SP'nin başı açık aday göstermesine benzer bir açılım olur.. Bana göre, Ertuğrul Günay ve arkadaşlarının AK Parti'den aday gösterilmesi, İlhan Kesici ya da Yaşar Nuri’nin CHP'den aday gösterilmesinden daha sahibi bir tercih.. Zekeriya Beyaz'ın DSP'den aday gösterilmesi ise, her iki taraf için sadece bir magazin ya da mizah konusu olabilir..
Laf ile aleme nizam vermek kolay. Lafla peynir gemisi yürümüyor.. Başkalarının gözünde çöp arayanların, önce kendi gözlerindeki merteği çıkartmaları gerekir..
CHP'nin öfkeli, hırçın politikasının AK Parti tabanı üzerindeki etkisi ne diye merak ediyorsanız; Kılıçdaroğlu ve Baykal'ın tepki politikaları, AK Parti tabanında dayanışma ve daha çok çalışma sonucunu doğuruyor.. Biraz da espri konusu oluyor.. Aslında AK Partililerin daha fazla çalışmalarına gerek yok. CHP'den kaçanların oyları AK Parti'ye seçim kazandırmaya yeter. CHP'nin oyları ise AK Parti'den kaçanların yarısı kadar olacaktır.. İnanın AK Parti seçim kampanyası için ayırdığı bütçenin yarısını CHP'ye aktarsa, CHP'liler konuşsa, AK Parti daha çok toplar..
Hem AK Parti'den gidecek oylar, CHP'ye gitmez, arada SP var! CHP'liler olsa olsa SP'ye çalışırlar.. Selâm ve dua ile..

Abdurrahman Dilipak

Lehman Sisters ve tuvalette 'isabet'!

Dünyada bazı meslekler son kriz döneminde prestij kaybetti. Bunların arasında en çok eleştiri alan mesleklerden biri bankacılar, diğeri ise ekonomistler. Hemen hemen her gün, mesela New York Times gazetesinde, bu iki meslek grubuna eleştiriler sık sık gündeme gelmekte.
Bir örnek vereyim.

Geçtiğimiz günlerde NY Times Pazar sayısında yazan N.Kristof adlı yorumcu, Davos'ta karşılaştığı bir durum üzerine bankacılara ait bazı tespitlerde bulunmuş. Davos'ta yapılan tartışmalarda en çok ilgi toplayanı, mesela batan Lehman Brothers kurumu ile ilgili imiş. Sonuçta karar verilmiş ki, şirketin adı 'Lehman Brothers' değil de 'Lehman Sisters' olsa imiş, büyük olasılıkla batmazmış. Hatta bir de tez ortaya atılmış: Eğer şirket 'Lehman Brothers and Sisters' adını taşısa ve karar mekanizmasında her iki grup da yer alsa imiş, bu daha da optimal bir yapı olacakmış.
Bilindiği gibi bankacılık üst yönetimde son derece az sayıda kadın yönetici bulunan bir iş sektörü. Bankacılıkta, yazara göre, üst yönetim toplantıları çoklukla 'ürolog beklenti odası' gibi görüntü veren 'yaşlı erkeklerin bir arada bulunduğu' bir aktivite olurmuş. Bu durum, gene yazara göre, bir yandan adil olmayan (ayırımcılık kötü bir şeydir), diğer yandan da, berbat kararların alınmasına yol açan bir durummuş. Yazar eğer bankacılıkta, karar veren üst yönetici düzeyinde kadınlar yeterince temsil edilse imiş, daha isabetli ve daha az kötü karar alınırmış diyor. Çünkü yakın geçmişte yayınlanmış bir akademik çalışmaya göre (Lu Hong ve Scott E.Page tarafından yapılmış ve The Journal of Economic Theory adlı akademik yayında yayınlanmış) homojen gruplar yerine farklılık sergileyen gruplar tarafından alınan kararlar, problem çözmek açısından çok daha isabetli sonuçlara ulaşabiliyormuş. Yazar tezini bu çalışmaya dayandırıyor. Çalışma, psikolojinin, bankacılık ve ekonomi ile kesiştiği gri alanda yer alan bir çalışma.
Bilindiği gibi ülkemize de gelmiş olan Daniel Kahneman adlı, ekonomi Nobel ödüllü psikoloğun deneysel yaklaşımında (beraber çalıştığı A.Tversky erken öldüğü için Nobel alamadı) insanların iktisatçıların düşündüğü gibi rasyonel olmadığı ve aldıkları birçok kararın rasyonel değil tersine son derece insani, psikolojik nedenleri anlaşılabilir ama tutarsız olduğu ortaya konuyor. Tabii bir sonraki adımda da insanların nasıl daha rasyonel karar almaya teşvik edilebilecekleri düşünülmeye başlanıyor.
Mesela bugünkü krizin kaotik ortamında, insanların daha fazla tasarruf etmesi, daha iyi ve sağlıklı beslenerek kilo vermesi, spor yapması, daha tedbirli araba kullanması, daha mantıklı mali yatırım yapması gibi davranış değişikliklerine, nasıl, zorlama olmadan teşvik edilmesi sağlanabilir, yaşamlarında kalite artıracak adımlar gerçekleştirilebilir sorusu gündeme gelmiş.

Chicago Üniversitesi'nde 'ekonomi hocası' olan Richard Thaler ve Harvard'da hukuk profesörü olan Cas R. Sunstein bir kitap yazarak, insanların dikkatlerini, onları sıkmadan çekecek ve pozitif bir şekilde davranış değişikliği yaşamalarına neden olacak zorlayıcı olmayan bir yaklaşım konusunu gündeme getirmişler. Bu yaklaşıma 'nudge' adı veriliyor. Belki bir örnek vererek 'nudge' ne menem iştir anlatılabilir.
Amsterdam Havaalanı'nda erkeklerin büyük bir çoğunluğu çişlerini yaparken idrarlarını dışarıya sıçratırlarmış, yani tuvaleti ıskalarlarmış. Sonunda bilim insanları tuvaletin kokudan ve pislikten kurtarılması konusunu ele almışlar ve tuvaletlerdeki, idrarın içine yapıldığı porselenlerin üstüne, tam ortaya, küçük siyah sinek resimleri yapılmış. Bu sinekler konulduktan sonra, daha önce yarısı dışarıya dökülen idrarların yüzde sekseni, isabetli bir şekilde tuvaletin içine yapılmaya başlanmış. Dr.Thaler erkeklerin 'bir hedefe ateş etme' şeklinde bir tutkuları olduğunu ve çaktırmadan bir hedef konduğu takdirde, isabet ettirme olasılıklarının çok yükseldiğini, dolayısıyla davranışın hissedilmeden değiştiğini vurguluyor. 'Sineğin urinale konması' tipik bir 'nudge' olayı!

Şimdi sıkı durun. Yukarıda adı geçen Dr. Sunstein, ABD seçimleri sonrasında Başkan Obama tarafından Beyaz Saray'ın Enformasyon ve Regulasyon biriminin başına getirilmiş. Dr. Sunstein'ın büyük olasılıkla toplumun davranışlarının nasıl zorlanmadan değiştirilebileceği konusunda çalışacağı, medya yorumcusu Jeff Sommer tarafından NY Times'ta gündeme getirilmiş.
'Acaba önce ekonomist davranışlarını değiştirmek için çabalasak daha mı iyi olurdu?' diye düşünmeden edemedim doğrusu!

Deniz Gökçe

Kod adı yetim

Ergenekon şüphelisi emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'ün ifadelerinde ismi geçen Faruk Demir, önceki gün yanımdaydı. İlk defa karşılaştık.
Yüksek Strateji Merkezi Başkanı ve yıllarca derin koridorları arşınlamış ilginç bir sima. Neoconlara yakın görüşleriyle bilinir. 2003 yılında 1 Mart tezkeresinin hızlı savunucularındandı.
Medyaya yansıyan ifadelere göre; Ersöz'ün 'Faruk Demir bana dört sayfalık darbe sunumu yaptı' sözleriyle yeniden gündemde.
3 Şubat'ta bu haber gazetelerde yayınlanınca, 4 Şubat günü soluğu doğru Beşiktaş Adliyesi'nde almış. Saat 16.30'da adliyeye vardığında, Zekeriya Öz veya soruşturmada yer alan başka bir savcıyla görüşmek istemiş. 'Yarın gel' demişler.
5 Şubat sabahı 09.30'da adliyenin önünde hazır beklemeye başlamış. Birkaç telefondan sonra 'savcılar şu anda iddianame hazırlıyorlar' cevabı üzerine eli boş dönmüş.
Dedi ki: 'Savcılarla görüşebilseydim her şeyi olduğu gibi anlatacaktım. Gerçi görüşmeler kayda alındığına göre hepsinden haberdar olabilirler ama kafalarına takılan başka sorular varsa da cevaplardım.'
Stratejist olarak Jandarma istihbarata üç kez gittiğini, bu görüşmelerde Hasan Atilla Uğur'un da sürekli olduğunu anlattı: 'Biri sağda diğeri solda ben de ortada otururdum. Her defasında aynı yerde oturtuldum. Demek ki kamera düzeneğine göre oturtulmuşum.'
Anlattığına göre bu görüşmeler, üç temel konu üzerinde yoğunlaşmış:
-ABD'nin Irak'ı işgali.
-Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği.
-AK Parti iktidarı.
Görüşmeleri özetle şöyle yorumluyor: 'Irak'a giren ABD'nin ileride Türkiye'ye de gireceğini ve işgal edeceğini, ABD'nin AK Parti'yi de bu amaçla iktidara getirdiğini, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün de bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorlardı. Özkök Paşa'dan 'yetim' koduyla söz ediyorlardı.'
Demir'in bu anlatımı, darbe senaryolarındaki 'kodlar' ile örtüşüyor. Sarıkız darbe senaryosunda; Cumhurbaşkanı Sezer 'yörük', Başbakan Erdoğan 'gemi aslanı', Genelkurmay Başkanı Özkök 'yetim', milletvekilleri 'tayfa', TSK 'ocak', YAŞ 'çadır', TBMM 'salon', bütçe 'kasa', MİT 'gözlük', polis 'ayna', medya 'karanlık doğan', Deniz Kuvvetleri Komutanı 'penguen', Jandarma Genel Komutanı 'leopar', Hava Kuvvetleri Komutanı 'şahin', Kara Kuvvetleri Komutanı 'kaplan' koduyla anlatılıyordu.
Gelin bu kodlarla Sarıkız'ı yeniden okuyalım: 'Ocak inisiyatifi ele alacak, yetim istirahate çekilecek, önemli sayıda tayfa gemi aslanını terk edecek, yörük evinde kalacak, leopar, penguen, şahin, kaplan sert açıklamalar yapacak, yörük darbeyi desteklerse desteği sağlanacak.'
Demir, kendi fikirlerinin ise aksi istikamette olduğunu söyledi: 'Türkiye'nin menfaatinin ABD ile stratejik ilişkiden geçtiğini, Türkiye'nin ABD ile birlikte Irak'a girmesi gerektiğini söyledim, 'ya girersin sahibi olursun ya da dışarıda kalırsın' dedim. Bu yolla terörün de biteceğini anlattım. Ama onlar ısrarla ABD'nin Türkiye'yi böleceğini söylediler.'
Bir darbe sunumu yaptı mı veya böyle bir girişimden o tarihte haberdar oldu mu?
Demir'in cevabı: 'Kesinlikle bir böyle bir sunum yapmadım. Herkese gönderdiğim analizlerimin birer örneğini onlara da verdim. Ayrıca onlar beni Amerika'ya yakın gördükleri için söylediklerimi hep 'karşı mesaj' olarak algıladılar. Darbe planından haberim olmadı ama çok huzursuz, tepkili halleri vardı.'
Uzun bir sohbetti. Özetle anlattıkları böyleydi. Söyledikleri, Sarıkız ve Ayışığı senaryolarının planlandığı 2004 yılında jandarmanın nasıl bir ruh hali içinde olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Ergenekon davası bombalandı
Ergenekon şüphelisi Şener Eruygur'un eşi Mukaddes Eruygur'a ait olduğu iddia edilen bir görüşme kaydı, dün internet sitelerindeydi. O kayıtta en dikkat çekici bölüm, '12. ve 14 Ağır Ceza Mahkemesi bizden' lafı.
Bu lafı, mercek altına iten ana sebep, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nin henüz ortada iddianame bile yokken verdiği 'beraat' niteliğindeki tahliye kararıdır.
Mukaddes Hanım böyle bir laf etmiş midir, etmemiş midir, yoksa kayıt montaj mı, değil mi belli değildir. İnanın, hiç de önemi yoktur.
Bir insanın topal olduğunu anlamak için üç kilometre yürütmeye gerek yoktur, iki adım attırırsın aksıyorsa topal dersin.
Sözgelimi; Zihni Çakır'la ilgili Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Hakkı Yalçınkaya'nın verdiği hapis cezası gerekçesini okuyunca, birilerinin 'bizden' diye yüksek sesle bağırmasına gerek var mıdır?
Doğaldır; hakim, kitaptaki konuları soruşturmanın gizliliğini ihlal ve adil yargılamayı etkileme suçu olarak kabul edip hapis cezası verebilir. Ama gerekçesinin hukuki olması gerekir. Gerekçeyi okuyunca kimi hakimlerimizin nasıl bir ruh ikliminde karar verdiklerini görüp üzülüyorsunuz.
Nitekim, daha sonra Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz'le telefon görüşmeleri ortaya çıktı. Maşallah muhabbetlerine diyecek yok.
Bülent Ersoy'un bir TV kanalındaki sözleri üzerine 'halkı askerlikten soğuttuğu' iddiasıyla dava açan Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Ali Çakır'ın gerekçesinin de ondan hiçbir farkı yoktur.
Sanki 'destan' gibi...
Hukuku zorlayan bu gerekçeler, ister istemez İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nin aynı minvaldeki gerekçesini tartışılır hale getirdi. Birinin kalkıp şunu izah etmesi gerekir; Binlerce sayfalık dokümanı ve iddianameyi görmeden nöbetçi mahkemenin bir hakimi, bir şüpheliye 'sen suçsuzsun' nasıl diyebilir?
Önceki yazımda ifade ettim, sorun, tahliye kararı değildir. Hakim, delilleri karartma ihtimali görmeyerek böyle bir karara hükmedebilir. Sadece böyle dese ve tahliye kararı verseydi, kamuoyu vicdanı sızlamazdı.
Savcılar iddianame hazırlıyor, bir hakim, 'niye uğraşıyorsunuz, bu adam suçsuz' dercesine kitabın ortasından dalıyor.
En basit tabirle, bu karar, bir başka mahkemedeki adil yargılamayı etkilemek anlamı taşır. Amiyane tabirle, Ergenekon davası bombalanmıştır.

Şamil Tayyar

10 Şubat 2009 Salı

Bu ülkeyi mahvettiler

Bütün darbecilerin, cuntacıların, çetecilerin, devlet içinde kurulan ölüm mangalarının hayatımıza girdiği kapının menteşesi bu ülkenin medyasıdır.
O kapı, o medyanın üzerinden açılır.
En dehşet verici, en iğrenç suçları o medya saklar.
Katilleri kahraman diye o medya sunar.
Bu ülkenin insanlarını korumaya çalışanlara o medya saldırır.
Ve, o medyanın içyüzü bir türlü ortaya çıkmaz.
Belki de ilk kez medyanın gerçeğini böylesine çıplak bir şekilde oraya koyan bir belge yayınlıyoruz bugün.
Akşam Gazetesi’nin, Güneş Gazetesi’nin, Show TV’nin, Skyturk TV’nin patronu olan, Turkcell telefon şebekesini kuran, çeşitli bankaları bulunan Mehmet Emin Karamehmet’le, o sıralarda darbe hazırlığı yaptığı daha sonradan anlaşılan Orgeneral Şener Eruygur’un komutasındaki Jandarma Kuvvetleri’nin İstihbarat Daire Başkanı generalin ve “teknik takipten” sorumlu bir albayın konuşmalarını kelimesi kelimesine okuyacaksınız.
Nasıl kandırıldığınızı anlayacaksınız.
O gazetelerle televizyonlarda, bu haberi okurken içleri kan ağlayacak birçok namuslu ve dürüst insan da çalışıyor elbette ama oralarda Karamehmet’in “verdiği sözler” doğrultusunda yazı yazıp, yayın yapan “birileri” de yuvalanmış.
Türkiye’nin en büyük zenginlerinden biri olan Karamehmet, şimdi Ergenekon sanığı olarak hapiste bulunan o zamanki İstihbarat Daire Başkanı General Levent Ersöz’e “komutanım” diyor.
Ona bütün iş ilişkilerini, “patronuna” hesap veren bir genel müdür gibi tek tek anlatıyor.
Turkcell’in ve Yapı Kredi’nin sorunlarını anlatırken, Orgeneral Şener Eruygur’u kastederek, “geçen sene komutanım yardım etti, biliyor” diyor.
Jandarma Komutanı’nın Karamehmet’in iş “sorunlarının” çözülmesine yardım ettiğini de öğreniyoruz.
Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin sahibi, tek yıldızlı bir generalin karşısında ezildikçe eziliyor.
Bu konuşmada, askerin bu ülkedeki gücünü ve zenginlerin, en azından bir kısmının, askerin gücünden yararlanabilmek için ne hallere girdiğini görüyorsunuz.
Şirketleri ve bankaları için “askerden yardım alan” Karamehmet, elbette bunun karşılığında askerlere bir şeyler veriyor.
Konuşmanın o bölümleri, aslında bu ülkenin yakın tarihinin bütün mekanizmasının özünü açıklıyor.
General Ersöz, Orgeneral Şener Eruygur’un, şimdi Ergenekon sanığı olan Tuncay Özkan’ın Karamehmet’in medyasının başında kalmasını istediğini söylüyor.
Bu arada, Özkan’ın Karamehmet’e “maliyetinin” vergileriyle birlikte yılda 9 milyon dolar olduğunu öğreniyoruz.
Ve, askerle yakın bir ilişki kurmanın nasıl “kazançlı bir iş” olduğunu da anlıyoruz.
Karamehmet, Özkan’ı yeniden işe almamak için kıvranıyor.
Askerler ise bir “gazetecinin” işe dönmesi için bastırıyor.
Bir medya patronuyla generaller, bir gazetecinin işe girmesi için çekişiyorlar.
Medya asker ilişkilerinin nerelere geldiğine bakın.
Sonra yavaş yavaş konuşmanın en dehşet verici bölümlerine geliyoruz.
Jandarma İstihbaratı Tetkik Takip Daire Başkanı, yani “dinlemelerden” sorumlu albay, şöyle diyor:
- Mehmet Bey’le iki senedir tanışmışlığımız var. Bazı konuları bize gelip anlatmışlardı. Özellikle genel komutanımız konuya müdahil oldu. Hep bize söyledi, “milli sermayenin gittiğini görüyorum, hep beraber altında boğulacağız, lütfen konuya eğilin” diye bizden talebi olmuştu. Biz de Jandarma Genel Komutanımız ile eski hükümet döneminde bazı çalışmalar yaptık.
Karamehmet, el konulan bankalarını, şirketlerini geri alabilmek için “milli sermaye gitti” diyor, Jandarma Komutanı hükümetle görüşüp onun sorunlarını çözüyor.
Tabii, çözülen bu işlerin, “kurtarılan milli sermayenin” bir karşılığı var.
O karşılığı okuduğunuzda tüyleriniz diken diken oluyor.
Daha sonra Ergenekon örgütünün sanığı olacak Albay, Karamehmet’in patronluğunu yaptığı yayın kuruluşlarının “stratejisinin” ne olduğunu bir daha dile getiriyor:
- Mehmet Bey’in Çukurova kuruluşunda hükümetler değişse de sizin açınızdan bir değişiklik olmadı. Show TV, Akşam Gazetesi. Şu anda milli duruşa ihtiyaç olan çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Siz de biliyorsunuz. Kıbrıs meselesi, Kuzey Irak’taki yapılanma, devlet hadisesi, içinde bulunduğumuz ortam çok önemli. Bu durumda adam gibi medya, adam gibi bir basın lazım. Şimdi biz bugüne kadar Akşam Gazetesi ve Show TV’de hep bunu gördük. Aynı şeyleri yine göreceğimizden şüphemiz yok.
Siz, gazetede haberleri okurken, televizyonu dinlerken, o sıralarda darbe hazırlığı yapan generallerin “talimatları” doğrultusunda oluşmuş haberleri okuyup izliyordunuz.
Albay’ın söylediği bu.
Bizim de yıllardır bu ülkenin insanlarına anlatmak istediğimiz bu.
Medyanın içyüzü bu konuşmayla ilk kez böylesine çırılçıplak ortaya seriliyor.
En sonunda, Turkcell şebekesinin abonesi olan herkesi iliklerine kadar titretecek cümle geliyor.
“Dinlemeden sorumlu” Ergenekon sanığı albay aynen şöyle diyor:
- Bu arada komutanım da buradayken belirtmek istiyorum. Turkcell ile ilişkilerimiz çok güzel devam ediyor. Bunun için de teşekkür etmek istiyorum. Aşağıdaki arkadaşlarla da gayet iyi ilişkiler içindeyiz.
Jandarma İstihbarat’ın ve Ergenekon sanıklarının “Turkcell’le” ilişkileri çok iyi ve “teşekkür” ediyorlar.
Ne o ilişkiler?
Ne için teşekkür ediyorlar sizce?
“Medya” denilen şeyin içyüzünü gördünüz mü?
“Haber” sandığınız, “yazı” sandığınız şeylerin nerelerde, nasıl, neler karşılığında tezgâhlandığını anladınız mı?
Yıllarca kandırdılar sizi.
Bu ülkede darbeler, cuntalar, cinayetler, çeteler kolayından olmadı.
Hepsinde medyanın kana ve paraya batmış parmağı vardı.

Ahmet Altan

Amanın, yoksa normalleşiyor muyuz?

Seçime gidilen süreç bu kez daha heyecanlı geçeceğe benziyor. Davos'ta Başbakan Tayyip Erdoğan'ın çıkışı seçmenin tercihlerini belli edeceği zamana kadar etkisini hayli yitirecek; onun dışındaki bütün gelişmeler bu seçimin 'yerel' konular üzerinde cereyan edeceğini gösteriyor. Tam da olması gerektiği gibi...

Bugünkü tablo 29 Mart'a kadar devam ederse, sandıktan nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, bu seçimi, ülkemizin normalleşme yolunda yürüdüğünün en önemli işareti sayabiliriz.

Ülkemizde ikiden çok parti var, ama nicedir seçimler özellikle iki parti arasında bir yarış olarak cereyan ediyor. Merkez sağdaki partiler (DP, AP, ANAP, DYP, Ak Parti) ile merkez sol (CHP, bazen SHP veya DSP) arasındaki rekabet seçmen kitlesinin en alt ucuna değin ulaşıyor. Liderlerin miting meydanlarında söyledikleri, yerel yöneticiler ve adaylar tarafından en ücra yerleşim yerlerinde tekrarlanıyor.

Kampanyaların bitmez tükenmez tek bir konusu var bizde. Daha doğrusu şu ana kadarki gelişmelere bakarak buna “Vardı” dememiz gerekiyor. Merkez soldaki parti (CHP, bazen SHP ve DSP) merkez sağdaki rakibini (DP, AP, ANAP, DYP, Ak Parti) genel siyaset üzerinde köşeye sıkıştırırdı seçimler öncesinde ve seçmen de nerede saf tutacağına o kavga sırasında karar verirdi.

Tek konunun ne olduğunu herhalde tahmin ettiniz: 'Din ve lâiklik'... Merkez sol 'lâiklik' üzerinden sağa saldırır, sağ da solu 'dine lâkaytlık' üzerinden vurmaya çalışırdı.

Çok gerilere gitsek de bu böyleydi; ama son birkaç seçimin öncesinde yaşadıklarımızı göz önüne getirmeye çalışırsak aynı kısır döngünün herbirinde tekrarlandığını hatırlamakta zorlanmayız. “Kim daha dindar, kim daha lâik” tartışması siyasette ağırlığın iki partide toplanmasını da garanti eden bir konudur; giderek azalıyor olsa bile kendini 'lâiklik' safına yerleştirenlerin oranı yüzde 25'e yakın bir oyu merkez sola bugün bile garanti ediyor.

Siyasette bu tür bir saflaşma doğru mudur?

Herhalde doğru değildir. Siyaset her ülkede o ülkenin anayasal çerçevesi içerisinde yapılır. Türkiye'de de durum böyle. Her ülke 'lâiklik' ilkesini anayasa teminatı altına almamıştır, ama bizde hem de takviyeli bir garanti altındadır lâiklik... Din ve dindarlık da kimsenin tekelinde değildir. Demokratik ülkelerde dindarların hak ve hukukunu sadece sağ partiler savunmaz, o konuda öncülük çoğu yerde 'sol' örgütlere düşer...

ABD'de sözgelimi, sosyal güvenlik konusunda farklı uygulamaları bulunan Amish adlı dini grubun hakkını Yüksek Mahkeme'de 'solcu' Barolar Birliği savunmuştur...

Kur'an Kursları ve başörtülü partililer konusundaki yeni açılımıyla, CHP, bu seçime kadar kampanyaları meşgul eden keskin paradigmayı zedelemiş oldu. Paradigmayı bütünüyle yok edecek bir hamle daha yapabilirse, (Rubicon'u aşabilirse), CHP, ülkeyi daha yaşanılır hale getirmede öncülüğü eline alabilir.

Bir yerel seçim öncesinde taraflar hangi konuları tartışırlar? Demokrasisi sağlam, kompleksiz ülkelerde seçim kampanyaları ikili bir zemin üzerinde yürütülür: Bir yandan rakibini yaptığı veya yapmadığı işlerden dolayı yıpratmaya çalışırken, bir yandan da seçmenlere kendi yapacağın hizmetleri anlatma gayretine girersin...

29 Mart'a şunun şurasında altı hafta kadar bir süre kaldı; önümüzdeki günlerde de gündemi rakiplerin uygulama yanlışları ve vaat ettiği hizmet kalitesinde eksiklikler işgal edecek olursa, Türkiye, çok uzun yıllardır hasret kaldığımız üzere ve ilk kez sağlıklı bir seçimi gerçekleştirecek olabilir.

Ne güzel değil mi?

Fehmi Koru- YeniŞafak

Münih’ten Baku’ya; Babacan’la dış politikada 360 derece...

Münih ile Baku arasında ne gibi bir ilişki var?
İlk bakışta pek yok. Ama eğer sıfatınız Türkiye Dışişleri Bakanı, adınız Ali Babacan ise sabah ve öğle vakti Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle Bavyera’da Amerika’nın yeni yetkilileri Başkan Yardımcısı Joseph Biden, Ulusal Güvenlik Başdanışmanı General James Jones ve Afganistan-Pakistan’dan sorumlu süperdiplomat Richard Holbrooke ile arka arkaya görüşüp, oradan Kafkasya’nın ucuna konabilir ve Baku’da Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri konusunu görüşmek için bir araya gelebilirsiniz.
Ali Babacan, son derece gösterişsiz, bulunduğu ortamlarda varlığını pekte özellikle hissetirmeyen bir Dışişleri Bakanı tipi. Türkiye’nin son yarım yüzyılına baktığınızda onun bugün oturduğu koltukta Fatin Rüştü Zorlu, İhsan Sabri Çağlayangil, Turan Güneş; daha yakın geçmişte İlter Türkmen’den Mesut Yılmaz’a, ondan Hikmet Çetin’e ve en son Dışişleri Bakanlığı koltuğundan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna çıkan Abdullah Gül ‘ü hatırlayıp onu karşılaştırdığınızda, hali tavrı, davranışları, ses tonu vs. ile gözünüze pek hafif görünebilir.
Böyle bir karşılaştırma ve izlenim pek yanıltıcı olma ihtimalini de taşıyabilir. Yukarıda sıralanan isimler ile karşılaştırıldığında Ali Babacan’ın hepsinden çok daha faal ve hareketli bir Dışişleri Bakanı olduğu sonucuna da varabiirsiniz.
Bu yıl içinde Türkiye, Kafkasya’da özellikle Ermenistan’la ilişkiler konusunda- öyle bir adım atabilir ki, Ali Babacan ismini yukarıdaki isimlerin yer aldığı Türk dış politikasının pantheonuna da pekâlâ yazdırabilir.
Kaldı ki, uzun yıllar Türk dış politikasının kumanda mevkiinde bulunan o yukarıdaki isimlerin birçoğu, görev süresi bakımından hayli yeni sayılabilecek Ali Babacan’ın iki gün içinde Münih’te biraraya geldiği isimlerin seleflerinin yarısıyla bile tüm kariyerleri boyunca bir araya gelememişlerdi.
Bu olgu, elbette ki, Türkiye’nin değişen dünya koşullarında artan profili ve pro-aktif dış politikasıyla da açıklanabilir. Ancak, Ali Babacan’ın gösterişsiz çalışkanlığının da hakkını vermek gerekir. Münih’ten Baku’ya birlikte uçtuk. Ankara’ya iner inmez, Etyopya Dışişleri Bakanı’nı karşılamaya koştu. Birkaç saat sonra tekrar havalanacak ve gece Lüksemburg’a varacaktı. Ardından Mısır Dışişleri Bakanı Abulgayt’ı karşılamaya Ankara’ya dönecekti. (Çarşamba yani yarın Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek geliyor) Fazla vakit geçirmeden Letonya’ya gidecek ve oradan Moskova’ya geçecekti. Litvanya gezisini bu yoğun trafik nedeniyle 10 gün erteledi. Böyle bir başdöndürücü hareketlilik yaşam biçimine dönüşmüş durumda.
***
Ruhen muhalif olma hastalığından muzdarip olanların dudak büküp, hababam dolaşmak ve onunla bununla görüşmek ‘dış politika değildir’ dediğini duyar gibiyim. Doğru. Ama bu kadar geniş bir coğrafya yayılmış ülke, Türkiye ile temasa hazır iken ya da yolunu mutlaka Türkiye’ye düşürmeye bakarken, bunların ‘dış politikasız bir ülke’yi bu nedenle ödüllendirmek istediklerini de herhalde düşünemeyiz.
Yakın gelecekte, Türkiye uluslararası politikanın ve uluslararası dengelerin ‘odak noktası’nda olacak. Bunun ipuçlarını Münih’te aldık. Türk dış politikasının Kafkasya boyutunu önümüzde kısa vade içinde gayet ilginç gelişmelere gebe olabilir.
Bu, sadece Münih’ten Baku’ya birlikte uçarken, Azerbaycan-Ermenistan görüşmelerini nereye vardığını, ne yönde, nasıl ilerlediğini kendisinden ayrıntılı biçimde dinlediğimiz Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmar Mammedyarov’dan edindiğimiz izlenimden kaynaklanmıyor. Ali Babacan’ın Münih’te Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbandyan ile iki kez, Cumhurbaşkanı Sarkisyan ile bir kez görüşmüş olması ve görüşmelerin içeriğiyle ilgili öğrendiklerimizden de elde ettiğimiz bir sonuç.
Bu arada bir itiraf; Elmar Mammedyarov öylesine açık sözlü ve candan birisi ki, Azerbaycan-Ermenistan görüşme sürecine ilişkin anlatmadığı şey bırakmadı, her sorumuza ‘devlet sırrı’ ardına saklanmadan cevap verdi. Onun sayesinde, ağzı sıkı Ali Babacan’ın ağzını da biraz gevşetebildik. Daha önce söylemekten kaçındığı herşeyi öğrendiğimizi, üstelik kaynağın Elmar Mammedyarov olduğunu öğrendiği vakit, bir nebze, o da bir nebze, açıldı.
Türkiye-Ermenistan ile Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri, aynı makasta buluşmak üzere giden ik tren gibi hareket halinde. İşler, belli bir süratte -yavaş asla değil- yürüyor.
Ali Babacan, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev görüşmesinden doğru Baku Haydar Aliyev havaalanının yolunu tuttu. Uçakta sıcağı sıcağına son üç günün Türk dış politikası panoramasında geziniyoruz. Kendisine, “İleride hatıralarınız yazsanız, 2009 yılında Kafkasya’yı Türk dış politikası öncelikler listesinde kaçıncı sıraya koyarsınız?” diye soruyorum. Tereddütsüz, ‘İlk 5 içinde’ karşılığını veriyor. Biraz düşündükten sonra, “Önümüzdeki birkaç ay içinde daha da yükselebilir” diye ekliyor.
***
Türkiye ile ABD arasında Obama dönemindeki ilk üst düzey yüzyüze temas Münih’te gerçekleşti. Bavyera Başbakanı’nın konferansa katılanlar için verdiği yemekte, Bavyera Başbakanı’nın sağına Joe Biden oturmuştu. Biden’ın sağında Ali Babacan. Sağ yanında Estonya Cumhurbaşkanı. Büyük yuvarlak masanın karşı yönünde yanyana iki cumhurbaşkanı daha. Afganistan’dan Hamid Karzai ile Gürcistan’dan Saakaşvili.
Bavyera Başbakanı’nın İngilizce konuşmaması işe yaradı. Biden daha ziyade sağına dönüp, Ali Babacan’la bir buçuk saat görüştü. Özellikle Ortadoğu’daki gelişmeler. Ayrıca Irak... Ali Babacan ise ona etraflı biçimde Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-Ermenistan hattındaki Kafkasya yönündeki gelişmeleri anlattı.
Türk Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Türk-Amerikan ilişkileri odağında küresel stratejik konularda bir sohbetten gayrı, ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Başdanışmanı General Jim Jones ve süperdiplomat Richard Holbrooke ile özel randevularda ayrıntılı konuşmalar yaptı. Holbrooke ile Afganistan-Pakistan konusu, Jim Jones ile PKK ve Irak konusu ağır bastı.
Jones ile Bayerischer Hof otelinin kapısının önünde tanıştık. Hala NATO Avrupa Müttefikleri Başkomutanı’nın (SACEUR) armasını taşıyan askeri bir mont üzerinde. Pek alıştığımız general tipinde gözükmüyor. “Sanırım yeni göreviniz sırasında Türkiye’ye pek sık gelmek durumunda kalacaksınız” diye takıldım; “Kesinlikle” dedi, “SACEUR olarak Türkiye zaten en çok ayak bastığım NATO ülkesi idi...”
Bu arada Ali Babacan’ın geçen hafta Kosova’da olduğunu hatırlayalım. Münih’te Makedonya Başbakanı ve Sırbistan Dışişleri Bakanı ile de Balkanlar’ı konuştu. Aynı panelde bulunduğu, AB’nin gelecek dönem başkanı İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt ile AB’yi.
Türkiye’nin dışişleri bakanı sıfatını taşıyorsanız, bir uluslararası toplantıda nerede olursa olsun- 2009 yılında dış politikaya ilişkin 360 derecelik bir ‘panoramik tur’ yapmak zorundasınız.
Kimsenin peşinden koşmanıza gerek de yok. Size geliyorlar.
Gelecekler.
En önemlisi, kuşkusuz dünyanın en önemli ülkesi Amerika’nın tutumu. Ali Babacan, “Görüştüğüm tüm Amerikalılar, ‘dinleyeceğiz ve danışacağız’ diyorlardı. Gerçekten de öyle yaptılar. Şu anda Afganistan’dan Ortadoğu’ya, İran’a çizgileri çok net belirlenmiş bir Amerikan politikası yok. Dinleyecekler ve danışacaklar” dedikten sonra güldü, “Bakalım kaç ay devam edecek dinleme ve danışma?”
Ben de dedim ki, “İnşallah, dört ay sonra gelip ‘Dinleyin bakalım’ demezler...”
Şaka bir yana, diyemezler. Küresel bir gücün, gücünün sınırları Bush döneminde öyle çarpıcı biçimde ortaya çıktı ki, yeni Amerika, küresel ölçekteki sorunların birçoğuna 360 derecelik bir açıyla bakmaya mecbur ve dolayısıyla birçok Amerikalı’nın yolu da Türkiye’ye düşmeye mecbur.
Tabii, Türkiye’de sorunlara 360 dereceden bakmayı bilen muhataplar bulduğu sürece...

Cengiz Çandar

CHP: Laiklik yeniden tarif edilsin!

Başlıktaki gibi "Çarşaf açılımı" ve "Her mahalleye bir Kur'an kursu" vaadi ile CHP, "Laiklik yeniden tarif edilsin!" mi diyor?

Hayır demiyor. Daha doğrusu "açıkça" demiyor. Ama bu açılım ve vaatlerin savunulması sadedinde söylenenler, aynen laikliğin yeniden tanımlanması talebinden ibarettir.

CHP ve Baykal, çok ağır suçlamaların hedefi oluyor. Sabih Kanadoğlu'na göre "Bu hatayı tarih affetmeyecek", Vural Savaş'a göre yapılan "Tam bir vatan hainliği!" İlhan Selçuk'a göre "CHP yöneticileri ne yapacaklarını şaşırmış durumda" ve Hıncal Uluç'a göre "Bu CHP'ye oy vermek vatana ihanet" niteliğinde. Bu suçlamalar karşısında savunma yapacaksınız. Çarşaf da, Kur'an kursu da, Türkiye'nin laiklik şablonunda el yakacak işler.

İktidarda olduğu halde, kapatılmanın kıyısından dönmüş ve bağrına "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma" yaftası asılmış bulunan AK Parti'nin lideri Başbakan Erdoğan, "Bizi kapatmaya yeltenenler bunları görmüyor mu?" sorusunu boşuna sormuyor. El yanıyor, dil yanıyor, parti yanıyor bu işlerden dolayı.

Hele o, "laikliğin yeniden tanım lanması" işi... Başsavcı'nın iddianamesinde o iş, TBMM Başkanı Bülent Arınç için siyasi yasaklılık gerekçesi olarak sunulmamış mıydı? Bizzat Baykal'ın kendisi, Cumhurbaşkanı'nı bu yüzden boykot etmekte değil miydi? Şimdi ne diyor Baykal bakın:

"-Kur'an öğretilsin demek din istismarı sayılır mı? Bu çok tehlikeli bir laiklik anlayışı. İnsan haklarının temellerinden biri de inanç özgürlüğü ve inancını öğrenme özgürlüğüdür." Neymiş efendim? Ortada "Çok tehlikeli bir laiklik anlayışı" varmış. Ve bu, bir inanç özgürlüğü imiş!

Hele şükür! Bizim Maraş tarafında bir söz vardır: -Gelirsin mescide amma nice meyhaneden sonra denir. Aynen öyle... Birilerini laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma suçlamasıyla ipe gönderirsin, sonra sen, "laikliğe ihanet" suçlamaları ile karşı karşıya kaldığında laikliği yeniden tanımlamaya kalkarsın. Radikal gazetesine konuşan Baykal; -Dinini öğrenmenin her vatandaşın hakkı olduğuna işaret etmiş.

-Batı medeniyetinin iyi anlaşılması gerektiğini vurgularken insan haklarının temellerinden birinin inanç ve inancı öğrenme özgürlüğü olduğunu kaydetmiş. -Bu talebi 'istismar' alarak görmenin "sapıklık" olacağının altını çizmiş. -Belediyelerin Kur'an eğitimi vermesi gerektiğini savunurken şöyle konuşmuş:

"Belediyelerde bilgisayar, lisan kursu veriyoruz. Talep olursa, Kur'an kursu da verilebilir. Kur'an öğreteceğiz diyene 'devlet elden gider, laiklik elden gider' denebilir mi? Sonra, "Bu memlekete komünizm -ya da şeriat- gelecekse onu da biz getiririz" jargonunda devam etmiş:

"-Sorun Kur'an öğretmekte değil. Kur'an'ın doğru öğretilmesini öneriyoruz. Biz diyoruz ki, bu işi mahalle arasından, kenardan köşeden çıkartalım. Tarikatlara, cemaatlere bırakmayalım. Diyanet İşleri'nin katkısıyla, sadece ezberini değil, doğru yorumunu, bilinçli aktarımını verelim. Bu eğitim Diyanet gözetiminde Cumhuriyete, Atatürk'e saygısı olan sorumlu eller tarafından verilsin istiyoruz." Ya işte böyle...

Kur'an böyle öğretilirse neden sorun olsun ki! Hoş bugüne kadar da Kur'an kursları Diyanet denetiminde çalışıyordu ama olsun "CHP'nin Diyaneti" daha bir başka Kur'an öğretimi yapacaktır. Baykal'ın şu yukarıda alıntıladığım tüm sözleri, "Yeni bir laiklik tanımı" arayışını ifade etmektedir. Bu, Türkiye için önemli bir gelişmedir.

CHP şu anda, laiklik konusunda, kendi çizgisi ile ve o çizginin fanatik bağlıları ile cedelleşmektedir. Avrupa'dan yakın zamanda böyle sesler gelmekteydi. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu eş başkanı Joost Lagendike, "Türkiye'nin laikliği daha ılımlı bir niteliğe kavuşmalı. Hiç olmazsa Fransa gibi olun" demişti.

CHP'de jeton düştü. Artık "Ilımlı İslam" olmasa bile "Ilımlı Laik" bir Türkiye'ye doğru yol almakta olduğumuz anlaşılmıştır. Bunun arkasında hangi emperyalist hesap var, onu Ergenekon yararına çözmeye çalışacaktır. Belki de bu işin çözümü, eski Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer tarafından gerçekleştirilecektir.

Bu iş, CHP'ye oy getirir mi? Göreceğiz. Ama, bu işin, artık Türkiye'de tarihin tekerleğini bir başka biçimde döndüreceğinden emin olabiliriz. Sizce CHP, bundan böyle, laikçi bir iç darbe yaşamadan, yeniden katı laikçi şablonlara dönüş yapabilir mi? Bence bundan sonra tüm demokratlar, CHP içi bir darbeye karşı Baykal'ı savunmak zorundadırlar. Çok karmaşık bir ülkede yaşıyoruz değil mi?
Ahmet Taşgetiren

9 Şubat 2009 Pazartesi

Türk şirketlerinin gelecek arayışları (1)

Bir süredir ilgi sahamı yurtdışındaki Türkler üzerine kaydırmış durumdayım. Bu yüzden elden geldiğince yurtdışı toplantı ve konferanslara icabet etmeye gayret ediyorum. Artık Çin, Hindistan, Kuzey Afrika ve kısaca dünyanın her yerinden gelen rekabet baskısı Anadolu'nun en arka mahallelerine kadar sirayet etti.

O halde Türklerin 'iç pazar' diye bir kavramın kalmadığını acilen öğrenmesi gerekiyor. İlgi sahasını, malını satma ihtimali olan bütün coğrafyalara kaydırması şart.

Türk şirketlerinin dışa açılması gündemini birkaç yazıda tartışmak istiyorum. Konuya üretim ve markalaşma ile başlamak gerek. Türkiye'de şirketlerin az çok başardığı hususların başında üretim geliyor. Bu konuda rüştümüzü ispat ettik. Rusya ve İran'ı da içermek üzere, Balkanlar'dan Doğu Avrupa'ya, Kafkaslar'dan Orta Asya'nın derinliklerine Türk cumhuriyetlerine, Ortadoğu'dan Kuzey Afrika'ya kadar olan Türkiye'yi çevreleyen dev coğrafyada sadece Türkiye üretim ekonomisi oturtmuş, çeşitlendirmiş, kaliteyi tutturmuş, ihracatının yüzde 90'ını imalat sanayiine kaydırmış ve bunu dünyanın en zoru olan Avrupa pazarına satabilir hale gelmiştir. Yapılan ve yapılacak reformlarla, büyüyen ekonomisi, hızla artan kişi başına geliri ve genç nüfusu ile Türkiye, gelecek dönemin üretim üssü olacaktır.

Ancak bu önemli kazanımı şimdi iki alanda hızla taçlandırmamız gerekiyor. Birisi markalaşma, diğeri ise pazarlama. Dışa açılmada bu iki husus kritik değerde.

Geldiğimiz aşamada şirketlerimizin üretim gerçeği ile pazarlama gerçeğini birleştirmeleri şart. Şöyle ki; fiilen üretimden çekildiği halde markasını, dağıtım zinciri üzerindeki hakimiyetini, üretim üzerindeki organizasyon kabiliyetini sürdürerek dünyanın dört bir yerinde fason olarak imal ettirdiği malları satıp esas kârı kendi cebine indiren küresel şirketler tarafından kuşatılmış durumdayız.

Fasoncunun kaderi geceleri uykusuz geçirmektir! "Acaba bu iş bir gün elimden alınıp başkasına verilir mi?" kaygısı yer bitirir. Bir çeşit 'köledir' o. Küresel şirketler aynı malı dünyanın çeşitli yerlerinde onlarca firmaya ürettirerek tek bir firmaya bağlı kalmadığı gibi, her bir firmanın ensesine oturuyor, standartları tanımlıyor, hatta alacağı fiyatı da 'dikte' ediyor. Sana kalan ise efendinin emrettiği fiyat için maliyetleri tutturmak. Bu iş ne kadar uzarsa uzasın, günün sonunda yaptığımız şeyin adı 'amelelik', sonu da aslında 'fukaralık' olacaktır.

Bakınız, Türkiye'nin ihracatı beş-altı sene zarfında 30 milyar dolar sınırından 130 milyar dolar sınırına ok gibi fırladı. Yakın gelecekte 500 milyar dolar hedefi son derece görülebilir hale gelecek. Ancak Türkiye'den dünyaya akıp giden devasa hacim içinde üzerindeki 'markaya' baktığınızda kaç adet Türk markası görebiliyoruz? Dünya markalarının Türkiye'de üretim yapması iyi, ancak bu yeter mi? Artık büyük markalar ürettikleri ülkenin bile adını koymaz oldular. Adam, örneğin, 'Made in Sony' yazıyor. Artık marka arayan dünyalı bununla yetiniyor. "Benim için bu markanın kendisi garantidir, üretildiği ülke değil." diyor.

Evet, birçok dünya markasına fason parça vermiş olacağız; ancak bu ürünlerin bizim tarafımızdan üretildiğini bilen hiçbir 'nihai kullanıcı' olmayacak. İşine gelmediği her an da ülkemizden daha uygun şartlı ülkelere gidecekler. Marka başkasının, pazar başkasının, elimizde ne kalacak? Çıkarılması gereken büyük ders; markalaşma yolunda artık dev adımların atılması gereğiyle ilgilidir. Hükümetin bu konudaki gayretleri kadar şirketler kendileri için gayret sarf etmiyor. Dünyada ilk defa Türkiye 'Turquality' diye bir devlet markası oluşturarak, Türk şirketlerini bu markanın çatısı altına almaya çalışıyor.

Sistem en tepeden en tabana kadar halkı devlet kapısında el açar hale getirmiş. Kendi kaderine sahip çıkmak yerine her olayda "Hükümet nerede?" diye soruyoruz. 100 birimlik 'günah endeksi' çıkaralım. Hadi diyelim 30 birimi hükümetin olsun. Sen 70 birimlik kendi günahlarına odaklansan şirketini uçuracaksın. Devam edeceğim.

İbrahim Öztürk

Yeni Ortadoğu

"Çok ama çok kötü bir haber bu..." Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İran'ın uzaya uydu göndermesini Münih Güvenlik Konferansı'nda böyle yorumladı.
Öyle ya; İran madem uzaya uydu gönderebiliyor, o halde uydunun yörüngeye yerleşmesini sağlayacak güçte ve menzilde füzelere de sahip olmalı. Bu ise Avrupa'nın güvenliği için yeni bir tehdit anlamına geliyor......

http://www.sabah.com.tr/safak.html

Erdal Şafak

Nalıncı keserinin sapı

İktidar partisinin oy toplamak için yoksullara kömür, bulgur, makarna falan filan dağıtması ağır hakaretlere yol açıyor... Muhalif basın bunu yerin dibine sokup çıkarıyor...
Ama ana muhalefet partisinin "her yoksul aileye ayda altı yüz lira" dağıtma gibi vaatleri çok olumlu karşılanıyor, çünkü amigolar "bizim parti ne eylerse güzel eyler" şeklinde düşünürler.........

http://www.sabah.com.tr/ardic.html

Engin Ardıç

Baykal’ın sırrı

Seçimler yoluyla iktidarları değiştirme eğilimi yerleşik hale geldiğinden bu yana modern dünyada kabaca iki tür siyasi parti ortaya çıktı. Bunlardan birine ‘kitle partisi’ dendi. İktidara gelmeyi amaçladığı ölçüde, halkın duyarlılıklarına sahip çıkan, dolayısıyla çoğu zaman pragmatik ve eklektik bir yapı arz ettiler. Diğerine ise ‘ideolojik parti’ dendi. Alacağı oy oranından ziyade savunduğu pozisyonu önemseyen, siyasete marjinal de olsa bir tutarlı bakış getirmeye çalışan oluşumlardı bunlar. Doğal olarak her ideolojik partinin hayalinde kitle partisi olmak vardı. Kendi fikirlerinin tüm topluma yayılmasıyla birlikte yeni bir dönem başlayacak, demokrasinin niteliği değişecekti... Ama herhalde hiçbir Batı demokrasisinde günün birinde ideolojik parti olmak isteyen bir kitle partisi çıkmadı. Toplumdan uzaklaşmayı, belirli bir ideolojik sınırlılığa mahkûm olmayı, bir anlamda siyasetin kenarına atılmayı hangi parti isteyebilir?

Ama Türkiye’de böyle bir durum var... CHP neredeyse sistematik bir stratejiyi uyguluyormuşçasına, toplumsal talep ve tercihlerden uzaklaşıyor ve ideolojik bir konuma kendisini hapsediyor. Zaman zaman bunun dışına çıkmayı ima eden davranışlar ise, sanki özellikle ciddiye alınmamak için yapılmış gibi yapay duruyor. Örneğin bir süre önce bazı çarşaflı kadınlara parti rozeti takma töreni yapılması böylesine patetik bir anlam taşıyordu. Olayın inandırıcı olmaması bir yana, düpedüz gülünçtü. CHP’nin şimdiye kadar sürdürdüğü katı laiklik siyaseti ile uyuşmaması bir yana, bu kadınlar parti üyesi bile yapılmamıştı. Diğer bir deyişle ortada bir yaklaşım farklılığı olmadığı gibi, partiyi yıpratmamak üzere asgari dikkat bile gözetilmemişti. Öte yandan bu olay nitelik açısından ilk kez ortaya çıkmış da değil... Daha önce de ‘Anadolu Müslümanlığı’ söylemi üzerinden Alevilere, veya ‘kimlik şereftir’ diyerek Kürtlere yönelik yakınlaşma eğilimleri görülmüştü. Ama bunların da arkası gelmemiş, asıl önemlisi ciddiyete sahip bir görünüm de verilmemişti. Öyle ki sanki parti, bütün bunları medya malzemesi olsun diye üretiyor ve daha ikinci günden kendi sözünü taşımayı reddediyordu... Bugünlerde de kuran kursu ‘açılımı’ var ve sonucun aynı olacağından emin olabilirsiniz.

Öte yandan CHP yönetiminin siyasetin ve halkla ilişkilerin en basit kurallarından bile bihaber olduklarını iddia etmek mümkün değil. İlgili kurulları, karar mekanizmaları, danışmanları olan bir siyasi örgütün hepten basiretsizlikle malul olduğunu da herhalde öne süremeyiz. Bu durumda acaba CHP’nin her adımda kendisini daha yıpratan ve toplum nezdinde anlamsızlaştıran bu stratejisini nasıl yorumlamak gerek? Bu noktada önemli bir ipucu, söz konusu ‘açılımların’ bizzat partililer için de bir sürpriz olduğudur. Bütün bu adımlar Baykal’ın bulduğu ve belki sınırlı sayıdaki birkaç kişi dışında kimseye haber vermeden hayata geçirdiği taktikler.

Öyle ise acaba Baykal’ı mı basiretsizlikle suçlamak gerekiyor? Yüzeysel bir bakış bizi bu noktaya sürükleyebilir. Ancak CHP liderliğini kendi muhtemel alternatifleriyle birlikte değerlendirdiğimizde durum değişiyor. Baykal’ın gerçek bir alternatifi yok ve olası her aday CHP’nin seçimlerde daha da başarısız olmasını ima etmekte. Bu durumu, muhtemel rakiplerini her adımda temizleyerek, tabii ki Baykal’ın kendisi yarattı. Ama partililer de söz konusu duruma karşı çıkmadı, çünkü Baykal giderse daha kötü durumda kalınacağını herkes biliyordu.

Bugün CHP ‘ideolojikleşerek’ ve toplum içindeki İslamcı korkusunu manipüle ederek yüzde 20’lik bir oy oranı sağlamış gözüküyor. Bu oran zaman içinde biraz düşebilir ama siyaset yapmadan böyle bir oranın korunması bile başarı sayılmalı. CHP’nin çarşaflı kadın ve benzeri ‘açılımları’ ise işte bu siyasetsizliğin görünümleri. Baykal bu adımları inandırıcı olsun diye değil, aksine partinin böylesi siyaset yollarını kapamak için yapıyor. Çünkü böylece parti içinde gerçek bir tartışmanın önü kesilip siyasetin önemli konuları anlamlarını yitirirken, CHP siyaseti de Baykal’ın halkla ilişkiler stratejisine dönüşüyor.

Kısaca söylemek gerekirse Baykal’ın esas siyaseti, diğer partilere karşı argümanlar üretmek veya toplumsal taleplerin nasıl karşılanabileceğini araştırmak değil. Onun esas siyaseti, CHP’yi siyasetin dışına çekip ideolojik bir konuma oturtarak bedavadan yüzde 15-20’yi garantilemek. Bu strateji partiyi de güdükleştirdiği için, Baykal’a anlamlı bir alternatif de çıkmıyor ve lidere mahkûmiyet artıyor. Bugün ana muhalefet partisi, Baykal’ın siyasi oyuncağı haline gelmiş durumda... Ama normal siyaset arenasında basiretsizlik olarak görülecek bu sonuç, Baykal’ın amacı veri alındığında bir ‘ başarıya’ tekabül ediyor. Düşünün ki parti söyleminin anlamsızlaştığı, savunulan laikliğin bile gülünçleştiği bir ortamda, hâlâ o partinin milletvekilleri toplanıp liderlerini alkışlayabiliyorlar.

CHP bugün Türkiye’de muhalefet boşluğu yaratan bir parti değil, aksine o muhalefet boşluğu sayesinde ayakta kalan bir parti. Ve bunu da Baykal becerdi... Adım adım partinin siyasi içeriğini boşaltarak ve parti siyasetini neredeyse bir sirk performansı gibi algılayarak...
Etyen Mahçupyan

8 Şubat 2009 Pazar

Söz Yangını Çıktı!

Sessiz ve sinsi bir yangını haber veriyorum size. Görünmez bir depremin enkazını resmediyorum. Nefeslerimizle harladığımız, hece hece alevlendirdiğimiz bir yangını körüklüyoruz ağzımızda. Dilimizin her kıpırtısında ürkütücü fay hatlarını tetikleyen zelzeleler büyütüyoruz odalarımızda. Sevaphanemizi yakıyoruz dilimizle.

İyiliklerimizi yerle bir ediyoruz dudağımızla. Kendi duruluğumuzu bulandırdığımız, kardeşlerimizi küçük düşürdüğümüz, doğrularımızı eğrilttiğimiz, yüzümüzü de sözümüzü de ikileştirdiğimiz "fiskos bombaları" döşüyoruz ağzımıza, aramıza, yuvamıza, sokağımıza...

Bir insan inandığını söylediğinde, kendisini Allah'la ilişkilendirir. Bir insan "mü'min" olduğunu beyan ettiğinde, artık Allah'la yaşamaktadır. O'nu kendine Vekil edinmiştir. O'nu kendine Velî edinmiştir. Mü'min, Allah'ın kulu olarak tanımlamıştır kendini. Öyle yaşar, öyle bilir ve öyle bilinsin ister. Vekil'i Allah olan ise dokunulmazdır. Velî'si Allah olana dil uzatılmaz. Kendini "Allah'ın kulu" olarak markalayan, o kutlu markanın ardındadır, onun kalitesi üzerine laf edilmez.

"Allah'ın kulu"nun hataları olabilir elbette. Ama o kulun Allah'ı, hatasından dönmesi için sabreder, dönüşünü bekler. Bir başkası, Allah'a kul olanın hatasını görür görmez onu cezalandırmaya kalkamaz, sırlarını yağmalayamaz. O zaman kendini Allah'ın önüne koymuş olur. [Bakınız, Hucûrat, 1]

Allah, kulunun ayıbını hemen yüzüne vurmaz, başkalarına ilan etmez. Bildiklerini hemen herkese her fırsatta söylemez. "Halîm" olarak bekler. "Tevvâb" olarak, dönmesi için mühlet verir. "Settâr" olarak kusurlarını gizler. Bir başkası araya girip, Allah'ın gizlediğini açığa vurma hakkına sahip değildir. Bir başka kul, acele edip "Allah'ın kulu"nun o kusurdan asla dönmeyeceğini varsayarak, Allah'ın kulunu o kusura indirgeyemez. Bir başkası, iyilikleri de olan, hatadan dönmesi de iyilik sayılan "Allah'ın kulu"nu hep kötülükten ibaretmiş gibi etiketleyemez. Bir başkası, Allah'ın hatasından dönmesi için beklediği, kusurlarını gizlemek için sustuğu kulunun hatırını hiçe sayıp, o kula ceza kesemez, konuşmaya kalkamaz. O zaman da kendini Allah'ın ve Resûl'ünün önüne koymuş olur [Yine bakınız, Hucûrat, 1]

Allah, kulunun hatalarını affedeceğini beyan eder. Hem de severek affeder. Affettiği için sitem bile etmez kuluna. Affettiğini hatırlatmaz bile kuluna. Bağışladığına, bağışladığını bile unutturacak denli nezaket ve anlayış sahibidir O. Hem de O, kulunun kusurunu bilmesiyle yaşadığı mahcubiyeti, kusursuzlukla kapılabileceği gururdan daha sevimli bulur. Hem de O, kulunun pişmanlığıyla döktüğü gözyaşını günahsızlığı sebebiyle kendini beğenmesinden daha makbul bilir.

Allah'ın kusurunu af ve bağışı için vesile eylediği kulunu kimse, affedilmez ve iflah olmaz ilan edemez. Allah'ın hatasıyla da sevdiği, hatta (tövbesine vesile olduğu için) hatası için sevdiği kulunu hiç kimse sevimsiz bulamaz. Yoksa, kendini Allah'ın Resûl'ünün önüne koymuş olur. [Daha dikkatlice bakınız, Hucûrat, 1]

Allah, mü'min kulunu dokunulmaz ilan etmiştir. [İnanmıyorsanız bir daha okuyun: Münafikûn'un 8. Ayetini: "İzzet, Allah'a, Resûl'üne ve mü'minlere aittir."] Mü'min olmak şerefli olmak için yetiyor. Ek bir şart koymuyor Rabbimiz. Onurumuz Allah'a ve Resûl'üne göre yaşama çabasından besleniyor demek ki.. Allah'ın ve O'nun elçisinin garantörlüğü altındaymış mü'minin olarak dokunulmazlığımız. Allah'ın dokunulmaz kıldığına dokunan yanar! [Bir de Hucûrat 2'ye bakalım: "...yoksa yapıp ettikleriniz boşa gider, sevaplarınız yanar!]

Bir insanın, gıyabında da onurunun korunduğu, olmadığı yerde de saygı gördüğü, işitmediği kapı arkalarında da hatırının sayıldığı biricik medeniyetin mensupları olarak, gıybetsizliğe davet ediyorum sizi. Gıybet Gönülsüzlüğüne... Etlerimiz gibi sözlerimiz de "İslamî usulle kesilmiş" olsun istemez miyiz? İçkinin olduğu kadar gıybetin de "damlasını ağzıma değdirmedim" diyebilmeyi istemez miyiz?

Senai Demirci