18 Temmuz 2009 Cumartesi

ENGİN ARDIÇ

Mega giga püsür

Kendini olduğundan daha fazla göstermek, eskiden ayıptı... Olduğuyla böbürlenmek bile ayıptı. Alçakgönüllülük erdemdi.
Ama bu, "kapitalizm öncesi Türkiyesi'nin" erdemiydi. Bizi de bununla yetiştirdiler.
Bu yüzden, görgüsüzlüğün ve şımarıklığın mubah olduğu, bütün değerler sistemi çökmüş ve yerine sağlıklı bir yenisi konulamamış yeni Türkiye'de "enayi" durumuna düştük.
Bize öyle öğrettiler, örneğin onun için de bir tek gün bile "şurada şu saatte kitaplarımı imzalayacağım, hepinizi beklerim" yazmak terbiyesizliğini yapmadım.
Kitabımın yayınlandığını bile duyurmadım.
Çünkü reklam yapmak benim görevim değildi, hele kendi reklamımı...
Olağanüstü bir "allak bullak olma" sürecini yaşayan Türkiye'de şimdi bir "upgrade" modası var.
Türkçe-İngilizce kırması "piç bir dille" konuşmak da erdem sayıldığından, öyle yazdım.
Kapıcılar "apartman görevlisi" oldular, bekçiler "güvenlikçi", hizmetçi "temizlik yardımcısı", banka memuru "bankacı"... Sağırlar işitme özürlü oldular, dilsizler konuşma özürlü, keller de tarama özürlü...
Bu "kibarlık" sanılıyor ve eski tanımlar kullanılınca hakaret gibi algılanıyor.
Örneğin "karı" demek yasak, "eş" diyeceksin... "Bizim Ahmet'in karısı" dersen kaba adamsın. Feministler de bozulurlar, "erkek şovenisti domuz" olursun.
Lakin bu gidişat, dünya kapitalizminin "insanları pohpohlayarak sömürme" anlayışına da uygun. Üç kuruş ücrete köle gibi çalıştırılan gariban memure, "bankacıymışım meğer" diye sevindiriliyor.
Spor sayfalarını, daha doğrusu futbol sayfalarını pek izlemediğim için unutmuşum, geçen akşam Galatasaray'ın yedek kadrosunun tel tel döküldüğü Tobol Kostanay maçını seyrederken hatırladım: Bildiğimiz UEFA Kupası, bundan böyle "Avrupa Ligi"... Daha önceleri de "fuar şehirleri kupasıydı"...
Avrupa'nın ikinci sınıf takımlarının katıldığı ikinci küme maçları bunlar, ama halklar "bu da önemli bir kupadır" diye kandırılıyorlar.
Nitekim birinci küme maçları da eskiden "şampiyon kulüpler kupası" olarak anılırdı, sonra "Şampiyonlar Ligi" oldu.
Hiç geri kalır mıyız, aynı saçmalığı biz de benimsedik.
Bildiğimiz birinci lig, "süper lig" oluverdi.
Bildiğimiz ikinci küme de, birinci lig! Üstelik bunlar, parayı bastıranın adıyla anılıyorlar.
İkinci kümede oynayan gariban, "meğer ben birinci lig oyuncusu olmuşum" diye sevinecek. "Ekmeğimi de falanca banka veriyormuş"...
Eee, kötü oynayan takıma nasıl "aleyhte tezahürat" yapacaksınız peki? Eskiden "kümeye, kümeye" diye bağırırdınız, şimdi "birinci lige, birinci lige" diye mi tempo tutacaksınız?
Şarkıcılar için de geçerli değil midir bu "upgrade" çılgınlığı? "Mega, giga, ultra" falan derken Eski Yunanca'da da Latince'de de kelime tükendi...
Yok yok, züppelere tüyo vereyim: Daha sırada "tera, peta, exa, zeta, yota" var...
Ama "Peta star Ajda" pek ağıza hoş gelen bir tanım değil.
Peki, "sanat güneşinden" daha iyi söyleyen birisi çıkarsa "sanat nötron yıldızı" ya da "sanat kızıl cücesi" mi olacaktır? Ama bunun için Türk San'at Musikisi sevenlerin fizik de bilmeleri şarttır.
Güzellik kraliçeleri de "Miss World" olmaktan "Miss Universe" olmaya terfi ettiler...
Demek ki Jupiter gezegeninde de, Andromeda galaksisinde de ondan daha güzel kız yokmuş! Öyle mi, nereden biliyorsunuz, gittiniz de mi gördünüz?
Tövbe tövbe, dilimize çevirip "Bayan Evren" deyince de bambaşka bir şey akla geliyor...

ALİ HAYDAR HAKSAL

Topkapı’nın Manevi Ruhu ve Yahya Kemal

Topkapı Sarayı'nda İdil Biret'in konserine alkol kokularının karışması AKP iktidarı için bir korkunçluk ifadesidir. Burada, yapılan işin vahameti ve gelişen olaylar sonucu Kültür Bakanı'nın orada bu durumu protesto eden gençlere "yaratık" demesiyle durum bir başka boyuta ulaştı.

Topkapı kutsal mıdır, bir özelliği var mıdır tartışmasına da taşındı. Dahası, bir Osmanlı padişahının orada alkol aldığına dair kimi sıradan gerekçelerin ortaya saçılması da işin bir başka tuhaflığı. Büyük Şair Yahya Kemal medeniyetimizin ruhunu oluşturan merkezleri dolaşırken Topkapı Sarayı'nda yaşadıklarını, oranın manevi ruhunu ve güzelliğini sergiliyor. En iyisi biz Yahya Kemal'e kulak verelim:

"Bir odadan bir odaya geçerek, konuşa konuşa gezerken, rehberim Lütfü Bey dedi ki: "Hemen her gün iki saatimi bu harem odalarında geçiriyorum. Lâkin yalnız kalamıyorum. Çünkü evham basıyor." Harem'den çıktıktan sonra iki bahçeyi de geçerek Revan Köşkü'ne girdikti. Bu köşk tam mânasiyle bir Müslüman Türk sarayını andırıyor. Güzel, lâkin eksikliği hiç mahsûs değil. Harem ruhundan âri. Meclisleri de muhârebeleri gibi erkekçe geçmiş olan Murâd-ı Râbi'nin bir timsali.

Revan Köşkü'nde gezerken kulağıma derinden bir Kur'an sesi geldi. Birden bire İslâm mimârisini tam mânâsiyle gördüm. Çünkü İslâm mimarisinin içine bir rûh gibi muhakkak rahle başında bir Kur'an sesi lâzım. O ses olmadığı zaman bu mimari kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfü Bey'e söyledim. Ve bu Kur'an sesinin nereden geldiğini sordum.

"Hırka-i Saâdet Dairesi'nden dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil rûhanî yeşil bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hâfız, öteki âleme dalmış bir rûhun istirahatiyle okuyor; diğer bir hâfız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.

Rehberim Lütfü Bey'e sordum, Hırka-i Saâdet'de ne zamanlar bu hatim indirilir? Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki "Her gün! Her saat! Dörtyüz seneden beri geceli gündüzlü bilfâsıla..."

Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz mâlumat verdi: "Yavuz Sultan Selim hilafetin alâmâtı [belirtileri] olan Hırka-i Şerîf, Sened-i Şerîf ve diğer Emânât-ı Mübareke'yi [kutlu emanetleri] Mısır'dan İstanbul'a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul'a vardığı gece, Saray'da yüksek bir mevkie yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makaamı harıl harıl inşa ederlerken sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece geceli gündüzlü Kur'an okunması için bir vazife tertip ederek kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hâfız tayin eylemiş. İşte o günden bu âna kadar bu dâirede bir saniye tevakkuf [ara vermeden] etmeksizin Kur'an okunuyor. Bu hâfızlar el'an [şu sırada] kırk kişidir. Dâima ikişer nöbetleşe vazifelerini ifâ ederler. Bugün de bu iki hâfızın nöbeti" dedi.

Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saâdet Dairesi'nde Kur'an okunuyor! Siz bu saat benim bu satırlarımı okurken Hırka-i Saâdet Dâiresi'nde Kur'an okunuyor! Tam dörtyüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş."1

Aziz ve büyük şair Yahya Kemal'in bu satırları uzun zamandır belleğimde dönüp duruyor. O büyük şairin ruhunun güzelliğini ulviliğini burada bir kez daha görüyor, yaşıyorum, onu rahmetle anıyorum. Türkiye Cumhuriyeti'nin Muhafazakâr Demokrat iktidarın Kültür Bakanı'nın izinleriyle Kutsal Emanetlerin hemen yanı başında, Kur'an seslerine İdil Biret konseri ile alkol kokuları eşlik etmiştir. Bu duruma tepki gösteren gençlere Sayın Bakan "yaratık" dedi. Siz bu satırları okurken Topkapı kutsal mıdır, değil midir tartışmaları yapılıyor. Bundan böyle hâfızların Kur'an seslerine alkol kokuları ile kimi konserler de eşlik edecek Aziz Şair!

1 Aziz İstanbul, Yahya Kemal, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul 1964, s. 116, 177.

REŞAT NÛRİ EROL

Para, faiz, enflasyon ve “Halk Ekonomisi”

Cebinizde yüz liranız var. Bir müddet sonra o yüz liranızı bir şekilde değerlendirerek yüz on lira yapamazsanız, zarardasınız demektir.

Neden zarardasınız?

Zarardasınız, çünkü "enflasyon" var.

Sizin paranızı yani yüz liranızı on lira artırmak için Merkez Bankası yeni para basmalıdır. Bu yeni para, yani karşılıksız kâğıt para basılınca, otomatikman yüzde on enflasyon olur. Çağımız dünyası ekonomik dengesizliğinin ana sebep ve kaynaklarından biri de işte budur; karşılıksız basılan kâğıt para!

Bu sömürü kaynağı ve bu sistem "faizli para sistemi"dir. Yani, karşılığı olmayan kâğıt para her yıl artırılmakta, o yılki "reel faizleri" verebilmek için matbaada basılmakta, ancak basılan yeni para kadar da "enflasyon" olmaktadır.

Bu uygulamanın, bu karşılıksız kâğıt paraya dayalı enflasyonist faizli sistemin ne gibi sakıncaları ve zararları vardır?

Yukarıda sözünü ettiğimiz parayı, yani karşılıksız kâğıt parayı basan Merkez Bankası, faiz kadar vergiyi masrafsız toplamaktadır. Tekel sömürü sermayesinin özel bankası konumunda olan ABD Merkez Bankası (FED), diğer bütün merkez bankalarını IMF aracılığıyla yönetimi ve kontrolü altına almaya çalışmaktadır. Bunu başarırsa, gelecekte dünyada tekel sömürü sermayesine dayalı "tek/tekel dünya devlet"i oluşacak ve "faizli para" sayesinde sömürü sermayesinin dünya hükümranlığı devam edecektir.

Elimizde eğer Kur'an gibi bir bilgi kaynağı ve onu anlamak için müsbet ilim gibi bir araç olmasa; bu gidişatın önce durdurulacağını, sonra vakti gelince yok edileceğini düşünmemiz zordur. Çünkü tekel sermaye bir defa sömürü çarkını ve hakimiyetini kurmuştur. Tek başına tekelleşmiş ve iktidar olmuştur. Rakibi yoktur.

Bu durumda nasıl ve kim tarafından düşürülecektir?

Kimi görüşlere göre sermaye terakümünün ve sanayileşmenin gerçekleşmesi için "faizli sistem" gerekli idi. Ancak, beşeriyetin "tarım dönemi"nden "sanayi dönemi"ne geçiş merhalesi tamamlandığına göre; bundan sonra "faizli karşılıksız para dönemi" bitecek, onun yerine bu parayı bitirecek başka para sistemi, yani "faizsiz kaydî para dönemi" doğacaktır.

"Faizli para sistemi" içinde denge kurulamaz. Faizli para sistemi, teşbihte hata olmazsa ancak kumara benzetilebilir. Faizli sistemde kaybedenlerin bir daha kesinlikle kazanma şansları yoktur.

Faizli karşılıksız parayı ortadan kaldıracak para nasıl olacaktır, kim yapacaktır?

Bugünkü siyasette sermaye her şeye hakimdir. Her şeyden önce tekel sömürü sermayesinin hakimiyeti son bulacak, siyaset müessesesi bağımsız hâle gelecektir.

Diğer taraftan da siyaset de din ve ilme karışmayacaktır. İlim, din, iktisat ve yönetim/siyaset birbirlerine mahkum olmadan, "kuvvetler ayrılığı" temel prensibine dayalı olarak "dengeli ve adil bir dünya düzeni" oluşacaktır.

Bizim her vesileyle vurgu yaparak hatırlattığımız ve "Halk Ekonomisi" dediğimiz ekonomi düzeni, reel ekonomi kuralları içinde "tekele dayalı faizli sömürü ekonomisi"ni yenecektir. Tekel sömürü sermayesine dayalı yönetimler ve siyasi güçler bu mücadeleye karşı direnecek, ancak halkı yenemeyecekleri için sonunda kendileri yenilecekler ve "Halk Ekonomisi" galip gelecektir.

Hakkı ve halkı yenmek mümkün değildir. Hak ve halk her zamanki gibi yine galip gelecektir. Daha da önemlisi; "faizli ekonomi" sorunları çözmek bir yana, zaten kendisi sorunun ana kaynağı değil midir? O halde mutlaka batacak ve bitecektir.

Halkın, halk ekonomisinin faizli parayı nasıl yeneceğini gelecek yazıda yazalım.

17 Temmuz 2009 Cuma

AHMET TAŞGETİREN

Başörtüsünün ruh iklimi

Bence insan içinde yaşadığı ortamla barışık olmalı.

Giydiği giysi buna dahil.
Nefes aldığı iklim buna dahil.

Aile buna dahil.

İşyeri buna dahil.

Ülke buna dahil.

İçinde yaşadığınız ortamın ruh iklimi ile barışık değilseniz, orada bulunmak size işkence haline gelir ve bu yüzünüze yansır.

"Giyinmek güzeldir" diye "başörtüsü"ne ait bir reklam afişi vardı.

Başörtüsünün, yüzü daha bir ortaya çıkardığı ve ona bir masumiyet yüklediğini düşünürüm. Tabii bu da bir izlenim.

Mesela, 80 yaşında bir ninenin, namaz tülbendi ile çekilmiş fotoğrafına bakın. O yüzde önce kırışıklıkları değil, muhtemelen duru ve nurani bir yansımayı göreceksiniz.

Ayşe Arman'ın, Hürriyet'te çıkan 10 ayrı başörtülü fotoğrafına baktım, hafif gülümseyenler hariç tümünde garip bir donukluk, bir iticilik gördüm.

Sanki Ayşe Arman bu değildi gibi geldi bana.

Sonra "Neden?" diye düşündüm ve başörtüsünün ruh ikliminden uzak bir kalp aleminin yansıması olabileceği noktasına geldim.

Arman'ın yazılarına yansıyan tesettür giyim içindeki ruh hali, başörtüsünün ruh ikliminden uzaklığı değil, hatta bir tür savaş halini yansıtmaktaydı. Küçük gülümsemelerin yer aldığı fotoğraflar hariç.

Ben, onun tesettür giyim içinde bu ruh halini yaşamasını yadırgamam ama onun, böyle bir ruh halini tüm başörtülülerin neden yaşamadığı izlenimi veren tavrını yadırgarım.

Yani kendisinden yola çıkarak, tüm başörtülülerin adeta işkence içinde yaşadığı izlenimi uyandırmasını yadırgarım.

Kuşkusuz giyim kuşamla değer yargılarının, kültürün önemli iç içeliği var.

Ayşe Arman, beden teşhirini önemseyen bir ruh iklimine sahip.

Bir ara, kendisinin, kocasından başka bir erkek tarafından bile arzulanmasından mutluluk duyduğunu yazmıştı.

Bu duygunun bedensel bir karşılığı olmalı ve kendileri, herhalde bu dürtünün eseri olarak, kısa süre önce, "kapak kızı" rolüyle gündem oluşturdu.

Bütün bunlar, bir ruh durumunun yansıması.

Bu ruh durumu ile gerçekten tesettür zor iş.

Tam da bu noktada, tesettür içindeki bayanların da, kendine özgü bir ruh iklimi içinde bulunduklarını kabul etmek gerekiyor.

Yaratan'la ilişkileri insan için olmazsa olmaz kabul eden, bu çerçevede Yaratan'ın buyruklarını önemseyen, din ile ilişkiyi bu anlamda bir ilişki olarak gören bir insanın, kendi hayat tarzını bu ilişkiler çerçevesinde belirlemesi gayet tabiidir ve dünyada farklı din mensubu milyarlarca insan, böyle yapmaktadır. İslam'ın bir "mahremiyet" çerçevesi vardır. Bu, kadına da erkeğe de belli ölçüler sunmaktadır.

Ben aslında, "din"den değil sadece "insanlık"tan yola çıkılsa da, her insanın, ucu giyim-kuşama da ulaşan bir mahremiyet alanı bulunduğunu düşünürüm.

Hatta "Kocamdan başka bir erkeğin beni arzulamasından mutlu olurum" diyen Ayşe Arman'ın bile "bundan ötesi mahrem" diyeceği bir mahremiyet alanı vardır. Arman'ın "Başörtüsü işkencesi"ne ilişkin yazılarını keyifle okuyan ultra laik çevrelerimizin bile, kademe kademe mahremiyet alanları bulunduğuna eminim.

Başörtülü kadının ruh iklimi diyorum. Orada Yaratan'ın hoşnutluğu ile buluşmak, acaba nasıl bir ruhi haz veriyor?

Bunu düşünmeden, hele o hazzı tatmadan yapılan yorumların bir anlamı olur mu?

Tersinden bakalım:

Giysileri atmak, mutlak anlamda bir huzur mudur?

Giysilerini atan kadınların bile neden bir sınırı vardır?

Tesettürü bir hayat çerçevesi olarak gören bir kadına giysilerini çıkarttırdığınızda da, Ayşe Arman'dan çok daha büyük işkence yaşayacağını söyleyebilirim. Başörtüsünü çıkarttırmak için üniversite kapılarında kurulan "ikna odaları"nın, neden "işkence odaları" haline geldiğini anlamak lazım.

Ben, Ayşe Arman'ın, başörtüsünü çıkarmak zorunda kaldığı için her gece seher vaktinde uyanıp gözyaşı içinde Rabbi ile konuşan genç kızın duygularını bir kere olsun yaşamasını isterdim.

Reina önünde başörtülü bir genç kız!!!

O kadar absürt bir fotoğraf ki bu... Başörtü dünyasından o kadar uzak eylem ki...

Kaç başörtülü genç kızın Reina'ya girme derdi oldu ki bu ülkede?

Bir kaymakam eşi biliyorum, kocasının, kendisinin başörtülü olmasından dolayı çektiği acı yüzünden, saçları ağarmıştı bir gecede...

Kaç subay ordudan atıldı eşlerinin başörtüsü yüzünden.

Ve kaç genç kızın eğitim hayatı katledildi...

Reina'da kutsansaydı başörtülü bir genç kız, Türkiye'de başörtüsünün hiçbir baskı görmediğinin göstergesi olacaktı...

Ayşe Arman'a kötü niyet yüklemek istemiyorum ama bu yaklaşımın, Türkiye gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu bilmesini isterim.

Yazıyı şöyle bitireyim:

-Dilerim Arman, başörtüsünün ruh iklimi içinde bir kere daha dener tesettürü...

ŞAMİL TAYYAR

Yuh artık

Dün ulaştığımız bazı bilgiler, bize ‘pes doğrusu’ dedirtti. Bu kadar cüretkar olacaklarını hiç beklemiyorduk. Estergon Kalesi gibi Ergenekon çıkışını kapatmış durumdalar. Neredeyse ölümüne savunuyorlar. Sanki Majino Hattı oluşturmuşlar.

Hikayenin gerisi ve direnç noktaları, HSYK üyelerinin asıl derdinin farklı olduğunu gösteriyor. Ayrıca, tek başlarına hareket etmedikleri, rap rap seslerinden cesaret buldukları izlenimi doğuyor.

Arkalarında ‘güçlü’ bir irade olmadan böylesine bir savunma hattında dizilmeleri, başka türlü nasıl açıklanır, izahı zordur.

2009 yılı yaz kararnamesi taslağı, 2461 sayılı yasa gereği Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nce hazırlanarak 15 Haziran’da HSYK üyelerine dağıtıldı. Aynı kanunun ikinci fıkrası gereği, bu taslak metin üzerindeki incelemelerin 1 ay içinde sonuçlandırılması gerekiyor.

HSYK üyelerinin taslak üzerindeki incelemelerini tamamlamasının ardından 6 Temmuz’da heyet halindeki görüşmelere geçildi. Üç aşağı beş yukarı taslakta uzlaşma sağlandı, imza aşamasına gelindi.

Ne olduysa o aşamada oldu.

HSYK’da bazı üyeler, 13 Temmuz günü akşam saatlerinde bir araya gelerek, ‘korsan’ taslak hazırladılar. Çünkü yasada çok açık hüküm var. Taslak metin bakanlık personel birimi tarafından hazırlanır.

Ayrıca, bir anda ne değişti de uzlaşma aşamasındaki taslak metinden vazgeçip yeni bir taslak metin hazırlandı.

İşin garip tarafı, bazı HSYK üyelerinin hazırladığı taslak metinde, tam bir kıyım var. İki gündür yazıyoruz, meğer yazdıklarımızla sınırlı değilmiş. Görevden alınmak istenenler arasında Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların yanı sıra İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin ve yardımcısı Turan Çolakkadı da var.

Zaten Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel ve Fikret Seçen ilk sıralarda.

Ergenekon’daki hakim furyası da davanın görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Köksal Şengül ve yardımcısından ibaret değilmiş. Tutuklama kararı veren veya tahliye taleplerini reddeden hakimlerin görevden alınması isteniyor.

Durun, bitmedi.

Şırnak’taki kazılarla ilgili soruşturma talimatı veren ve Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz’un tutuklanması yolunu açan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak da HSYK üyelerinin kara listesinde. ‘Gidecek’ diyorlar.

Bir sürpriz daha...

Hakkında 9 ayrı müebbet hapis cezası istenen Cemal Temizöz’le ilgili iddianameyi hazırlayan Savcı Ergun Tokgöz ile iddianameyi kabul eden Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Menderes Yılmaz da listede.

HSYK’nın kara listesine, KCK operasyonunda görev alan özel yetkili 5 savcıyla İzmir’de ‘süper savcı’ diye bilinen Savcı Murat Gök’ü de ekleyin.

Fotoğraf bu.

İyi niyetten izler görüyor musunuz? Hukuk kuralları içinde izah edebiliyor musunuz? Bu kadar ısrarcı olmayı neyle açıklıyorsunuz?

Makul cevabınız varsa, buyurun...

AHMET KEKEÇ

Bilmek istiyorum

Kısaca HSYK adı verilen Hakimler ve Savcılar Kurulu niçin Ergenekon davasından şekvacı?

Bilmek istiyorum.

Bu kurulun bazı üyeleri, aynı zamanda, başkanlığını Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun yürüttüğü ideolojik YARSAV kurumunun üyesi... YARSAV’ın faaliyet kalemleri ve başkan Eminağaoğlu’nun yaptığı siyasi açıklamalar kurul üyelerini rahatsız etmiyor mu?

Bilmek istiyorum...

HSYK’nın taslak hazırlama yetkisi olmadığı halde, niçin bazı üyeler bunu birincil iş sayıyor?

Bilmek istiyorum.

Kurulun faal ve cevval üyelerinden olduğu anlaşılan değerli Ali Suat Ertosun, neden özellikle Ergenekon savcılarının, mahkeme heyetinden iki ismin, Diyarbakır’daki faili meçhul soruşturmaları ve PKK’nın şehir yapılanması KCK operasyonunu yürüten savcıların görev yerlerinin değiştirilmesini istiyor?

Bilmek istiyorum...

Uluslararası hukuk kuralları, yargı görevi yürüten kişilerin baskı altında tutulmamaları gerektiğini söylüyor. HSYK patentli bazı jet atamalar, kafalarda soru işareti bırakan görevlendirmeler, ortaya ilginç rastlantılar çıkaran yer değiştirmeler bizatihi ‘baskı’ ve ‘yargıya müdahale’ değil midir?

HSYK’dan bunun cevabını istiyorum.

Kamuoyu tarafından ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ olarak bilinen cezaevi baskınlarında kaç mahkum öldürüldü? O dönemde Ceza Tevkif Evleri Genel Müdürü kimdi?

Bu müdür Ali Suat Ertosun’sa, neden çıkıp ‘Operasyonumuzun ismi hayata dönüştü ama maalesef hayattan uzaklaştırma işlevi gördü’ demiyor?

Bilmek istiyorum.

Sacit Kayasu Adana Cumhuriyet Savcısı’ydı... Tam da, Deniz Baykal’ın istediği şeyi yaptı, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren cunta hakkında iddianame hazırladı.

İddianame yürürlüğünü koruyor ama olan Kayasu’ya oldu.

HSYK kararıyla önce meslekten atıldı, sonra avukatlık hakkı elinden alındı.

Kayasu hangi suçu işledi.

HSYK, neyi ve kimi korumuş oldu?

Bilmek istiyorum.

Benzeri bir iş, Şemdinli davası savcısı Ferhat Sarıkaya’nın da başına geldi.

Bombalarıyla suçüstü yakalanan ‘devlet görevlileri’ni derdest eden Sarıkaya da, HSYK kararıyla meslekten çıkarıldı. Onun da avukatlık hakkı bulunmuyor.

Sarıkaya hangi suçu işledi?

HSYK neyi ve kimi korumuş oldu?

Bilmek istiyorum.

Meş’um ve menfur 28 Şubat sürecinde, savcılar karargaha taşınıp brifinglenip tütsülendiler. Her ağzını açışta ‘yargının bağımsız olduğunu’ söyleyen eşhas, düpedüz ‘yargıya müdahale’ anlamına gelen brifingler serisine itiraz etmedi. Siyaset kurumuna şarlamayı itiyat haline getirmiş hiçbir yüksek yargı mensubu, işbu ‘karargah müdahalesi’ni sorun yapmadı.

HSYK’nın da sesi çıkmadı.

Hiçbir HSYK üyesi, çıkıp, ‘Efendiler, böyle şey olmaz. Yargı sadece siyaset kurumuna karşı değil, silahlı bürokrasiye karşı da bağımsızdır’ demedi. Neden?

Bilmek istiyorum.

Bir CHP milletvekili (Atilla Kart), HSYK’ya Ergenekon savcıları için suç duyurusunda bulunmuştu. Bazı Ergenekon sanıklarının ‘Şahin Abi’ diye seslendikleri CHP Milletvekili Şahin Mengü de Ergenekon savcılarının görevden alınmalarını istemişti.

HSYK Kanunu’nun 19. maddesine göre ‘kararname taslağı’ hazırlama yetkisi Adalet Bakanlığı’na ait.

İşin içinde Bir ‘CHP-HSYK ortaklığı’ yoksa (ki, yok), bu ‘yaz kararnamesi’ de nerden çıktı?

HSYK, yasaların vermediği yetkiyi kimden alıyor?

Bilmek istiyorum...

HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Üç tarz-ı demokrasi

Türkiye'de demokratikleşme neden acaba her defasında bazı "noktasal" düzenlemeler yapmakla sınırlı kalıyor? Demokrasi yaşayan bir organizma. Demokrasi, toplumla ve bireylerle ilgili. İnsana ve toplumsal gereksinimlerin yeni koşullar doğurması "demokratikleşme" yönünde bazı değişikliklere gitmeyi de zorluyor. Dünkü demokrasi tanımı ve o demokrasinin kurumsal yapısıyla bugünkü arasında sayısız fark var. Demokrasi gelişen bir şey. Yeni bir teknolojinin doğmasıyla ve onun getirdiği sonuçlarla birlikte demokrasi de dönüşüyor.

Devletçi demokrasi
Türkiye'deki demokrasi bu türden değil. Türkiye'de demokrasinin asal, temel özellikleri ve nitelikleri hakkında henüz farklı gruplar arasında bir uzlaşma yaratılamadı. Çünkü Batı toplumlarından farklı olarak Asyatik-despotik-dokunulmaz devlet geleneğinden (bu gelenek binlerce yıllıktır) gelen bir yapıda demokrasi, toplum ve insanlar arasındaki etkileşimi düzenleyen bir mekanizma olarak değil devleti topluma karşı koruyan bir araç olarak değerlendiriliyor.
Buna "devletçi demokrasi" diyorum.
Bu bir muhafazakârlık. Hangi kanattan gelirse gelsin öyle. Çünkü muhafazakârlığın klasik tanımında hiyerarşilerin ve geleneksel yapıların korunması yer alır. Türkiye'deki muhafazakârlık da öyledir, devleti korumayı bir öncelik olarak benimser. O nedenle de toplumdan gelen her türlü değişiklik talebine karşı çıkar.

Toplumcu demokrasi
Buna mukabil Türkiye'deki muhafazakârlığın ikinci koşulu veya kurucu öğesi olan din gelip bir çıkmaza girdi. Din kendini bireyler nezdinde daha geniş bir biçimde ifade edip bir yaşama biçimi olarak belirmek isteyince devletle çatıştı. Türk muhafazakârlığı o noktadan itibaren devletle zıtlaşmaya başladı ve onu dönüştürmenin aracı olarak demokrasiyi gördü.
Bu noktada işler karıştı. Bir yanda klasik devleti modern olduğu öne sürülen formu içinde korumak isteyen muhafazakâr gruplarla, diğer yanda devletin modern olduğu söylenen o formu dönüştürmek isteyen muhafazakârlar yer aldı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu pek örneği görülmüş bir şey olmadığı gibi muhafazakârlığın tanımını da yenileyen bir gelişme oldu.
Bu demokrasiye de "toplumcu demokrasi" diyorum. (Bunu "sosyal demokrasi" karşılığı kullanmadığımı hemen belirteyim.)

Bütüncül demokrasi
Peki demokrasi bu zıtlaşmanın içinde nerede?
Geçenlerde Baykal'ın getirdiği "HSYK'yi, vergi ve yönetimi, yargıyı özerkleştirelim" çağrısı bu bakımdan önemli. Nasıl olmasın? İnsanın ve bireyin daha özgür yaşamasına dönük demokratik taleplerde, devletin dönüştürülmesini öngören temel önermelerde direnen bir CHP şimdi diğer bir başka alanı dönüştürmek istiyor. Bu, devletçi demokrasinin ve kısmi demokrasinin bir işaretidir.
Öte yandan hükümet eğer bu talebi benimsemiyor fakat başka demokratik taleplerin üstüne gidiyorsa orada da sorun var, o tavır da gene toplumcu demokrasinin kısmiliğini işaret ediyor.
Sonuç olarak herkes kendi demokrasi hesabı içinde ise, ama demokrasinin hesabını yapan yoksa, demokrasi de yok demektir ve bu ne yazık ki çok ilkel bir durumdur. Türkiye "bölücülük" sözünü çok sever. O zaman ben de yeni bir kavram önereyim: demokrasi bölücülüğü!
Panzehiri ise tektir: bütüncül demokrasidir; yani devlet-toplum ilişkisinden hareket eden ve demokrasiyi devleti ve toplumu özgürleştirmenin ve özerkleştirmenin aracı olarak gören bir demokrasi.
Onu arıyoruz!

MEHMET ŞEVKET EYGİ

Dinimizi nasıl öğrenelim?

Sevgili kardeşim... Din konusundaki tartışmalar ve çekişmeler bitmek tükenmek bilmez. Kaç kuşaktır sürer gider bunlar. Ömür biter münakaşalar bitmez. Kıyamet'e kadar sürer çekişmeler. Hesap Günü her şey aydınlığa kavuşur; kimin doğru yolda, kimin hatâlı olduğu anlaşılır.

Biz Türkiyeliyiz, anadilimiz Arapça değildir. Din lisanını bilenler vardır ama sayıları azdır. İyi bilenler ise enderdir.

Yakın tarihimizde büyük ârızalar oldu, milletçe ağır kazalara uğradık. Güçlü din eğitimi görmemiş nice kuşaklar yetişti.

1909'a kadar, ülkenin en modern lisesi olan Galatasaray'da bile günlük namazları, okul imamının arkasında okul camisinde kılmak bütün Müslüman talebe için mecburî idi. Nereden nereye geldik. Şu anda laik rejimin İmam-Hatip okullarında bile öğrencilerin hepsi namaz kılmıyor.

Din düşmanları İslâm'ı mihraptan yıkmak için gizli planlar yaptılar, nice hile ve desiseye başvurdular. Halkın ve gençliğin kafası karıştı. Dışarıdan bir yığın farklı İslâm ithal edildi.

Din konusunda kaos ve anarşi çıktı.

Petro-dolarların gücüyle, 18'inci asırda zuhur etmiş bir bid'at fırkası gerçek ve saf İslâm olarak tanıtıldı.

Tasavvufa şirk ve küfür, evliyaullaha -hâşâ- evliyauşşeytan denildi.

Edille-i erbaanın dördüncüsü olan kıyas-ı fukahanın sapıklık olduğu iddia edildi.

Müteşabih ayet ve hadîslere lügavî manalar verilerek zamandan, mekandan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah'a yakışmayan sıfatlar izafe edildi.

Peygambere (salat ve selam olsun ona) saygısızlık edildi. Türbesi yıkılmalıdır, mezarı başka yere taşınmalı ve düzlenmelidir denildi.

Tevessül ve istigase inkâr edildi. Yapanlara şirk damgası vuruldu.

Fitne ve fesatların listesini yapmaya kalksam büyük bir kitap olur...

Böyle bir kaos, bu hercümerç içinde imanımızı, dinimizi, ebedî saadetimizi korumak için ne yapmalıyız?

Sevgili Peygamberimiz "Ümmetim içinde tefrika baş gösterirse siz Sevad-ı Azam içinde olunuz" buyuruyor. Sevad-ı Azam büyük karaltı, büyük topluluktur. Bu da Ehl-i Sünnet ve Cemaat topluluğudur.

Bu topluluğun itikad, bilgi ve hükümlerinde iki imamı (din önderi) vardır. İmamı Eş'arî ve İmamı Mâturidî. Fıkıh, muamelat konusunda da hepimizin bildiği dört imamı bulunmaktadır.

Bizim vazifemiz, itikatta, ibadet hükümlerinde, muamelatta, ahlakta, ahkam-ı sultaniyede, velhasıl bütün din işlerinde bu imamlara tabi olmaktır. Bunların hepsi usûlde, temellerde, esasta ittifak halindedir. Teferruata ait bazı meselelerde küçük farklılıklar vardır.

İslâm'ın cadde-i kübrası bunların yoludur.

İyi niyet, salah, takva, zühd, vera, aşk, şevk, mânevî neş'e, nuraniyet, ruhaniyet bu yoldadır.

Güler yüzlü İslâm'ı bu yolda yürüyen Müslümanlar temsil eder.

Bu yol Ashab'ın, Tâbiîn'in, Tebe-i Tâbiîn'in, Selef-i Sâlihîn'in, sonra kuşaktan kuşağa, asırdan asıra gelip geçen büyük ulemanın, büyük mürşidlerin yoludur. Bu yol Evliyaullah'ın yoludur.

Bu yolu bırakıp da dar ve çıkmaz bid'at patikalarına sapanlara şaşılır.

Evliyaullah'ın büyüklerine şeytan evliyası, müşrik, kafir diyen zalimlerin peşlerinden gitmeyelim, onların hile ve desiselerine aldanmayalım, tuzaklarına düşmeyelim.

Dinimizi öğrenmek için şu yolu takip edelim.

Hanefî fıkhına ve mezhebine bağlı olan kardeşlerimiz (mesela) Ömer Nasuhi Bilmen efendi hazretlerinin Büyük İslâm İlmihali'ni (Mehmet Talu sadeleştirmesi) alsınlar. O kitabın baş tarafında akaid (inanç bilgileri) kısmı vardır. Allahü Teâlâ'nın sıfatları orada nasıl yazılıysa, o şekilde öğrenmeli ve kabul etmeliyiz. İbadetler ve ahlâk bölümündeki bilgileri de özet olarak öğrenip bellemeliyiz. Şâfiî mezhebine bağlı olanlar muteber bir Şâfiî ilmihali alır, dinlerini ondan öğrenirler.

Bid'at fırkaları "Mezhepler puttur... Fıkha lüzum yoktur... Herkes dinini doğrudan doğruya Kur'ân'dan öğrensin..." diyor.

Yaldızlı sözler... Bunlara aldanmamalıyız. Şu anda piyasada yüzlerce meal, tercüme, tefsir bulunmaktadır. Bunların büyük kısmı para kazanmak, Kur'ân ticareti yapmak, bid'at mezheplerini yaymak için çıkartılmıştır. Bunlardan, din eğitimi görmemiş Müslümanlar hüküm çıkartamaz.

Bu iddiamın isbatı çok kolaydır: Din eğitimi almamış din kültürüne sahip olmayan iyi niyetli bir Müslümana birkaç Türkçe tefsir verelim. Bir sene gece gündüz okusun, yine de iki rekat namazı dosdoğru şekilde kılmasını öğrenemez.

Küçük bir ilmihalden veya namaz hocasından ise birkaç saatte öğrenir.

Peygamberin türbesini yıkacağız, mezarını başka yere nakl edip düzleyeceğiz diyen bid'atçilerden hayır gelmez. Biz onlara, (onların bize dediği gibi) kâfir demiyoruz ama aşırı gittiklerinde hiç şüphe yoktur.

İtikadımızı, ibadetlerimizi, muamelat hükümlerini, ahlak ilkelerini Ehl-i Sünnet kitaplarından öğrenelim. Kesinlikle bid'atçilerin kitaplarını okumayalım. Birşey öğrenelim derken sapıtabiliriz.

Onların elinde akıllara durgunluk verecek miktarda petro-dolarlar olmasa, bid'atlerinin ve aşırılıklarının böyle yoğun reklamını yapamazlar, birtakım Müslümanları aldatamazlar.

Onlar petro-dolarlarla taraftar kazanıyor.

Ehl-i Sünnet ise iman, aşk, şevk, halis niyet, mânevî ve ruhanî neş'e ile fütuhat yapıyor.

Petro-dolarlarla beslenen ve semiren bid'atçilere, müellef-i kulûba sakın kanmayınız.

Bid'atçilerin nasıl namaz kıldıklarını hiç gördünüz mü? Ben gördüm... Namaza durmadan önce sakindirler. İftitah tekbirini aldıktan sonra bir hareket, bir kaşınma, bir kıpırdanma, bir çırpınma başlar... Namazda kol saatini kuranları, cebinden mendil çıkarıp burnunu silenleri, her secdede yere düşen küçük not defterinin sayfalarını karıştıranları görmüşümdür.

Evet itikatta, ibadet hükümlerinde, muamelatta, ahlakta, her konuda Ehl-i Sünnet ve Cemaat... Bu yol Kur'ân, Sünnet yoludur.

Evliyaullaha evliyauşşeytan diyenlerde hayır yoktur, onlar aşırıya kaçmışlar ve doğru yoldan sapmışlardır. Peygamberin türbesi yıkılsın, mezarı nakl edilsin diyenlere sakın sempati beslemeyin.

Bendeniz bu yazıyı petro-dolar mukabilinde yazmadım. Hakarete uğrayabilirim ama doğrusu benim anlattığım gibidir. Çünkü kendimden yazmıyorum. Ulemanın, sulehanın, mürşidlerin, velilerin dediklerini nakl ediyorum.

ÇOK ZARURÎ DÖRT KİTAPÇIK
Doktor, mühendis, avukat, iktisatçı, ziraatçi... hangi meslekten olursa olsun, lise ve üniversite eğitimi görmüş bütün Müslümanların usûl-i fıkıh, usûl-i tefsir, usûl-i hadîs ilimlerinin özetini, kendilerine yetecek miktarda, ehliyetli ve icazetli bir din hocasından öğrenmeleri gerekir.

Bu üç ilmin özetini bilmeden hiçbir câhil Müslümanın dini konularda ve meselelerde kendi re'yi ile konuşması, "Bu dinî mesele bana göre şöyledir veya böyledir..." diye laflar etmesi caiz değildir.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bozuk fırkalara girmiş bazı Müslümanlar başta Buharî ve Müslim olmak üzere Kütüb-i Sitte'deki sahih ve hasen hadîsleri reddediyor.

Ortalık petro-dolarlarla tercüme ve telif edilmiş, içlerinde vahim hatâlar bulunan meal ve tefsirlerle doldu.

Ülkemizde üç şey ayağa ve dile düştü. Dinî konular... Siyasî konular... Futbol.

Fıkıh, tefsir, hadîs usûllerinin özeti 15'er sayfalık üç broşürde anlatılabilir. Lakin böyle müfid özetleri herkes yazamaz. Ahmed Cevdet Paşa gibi dehalar ve zekalar yapabilir bu işi.

Bozuk bid'at fırkalarının da kendilerine göre, zikr edilen üç konuda usûlleri vardır.

Biz Ehl-i Sünnet ve Cemaat kıyas-ı fukahayı kabul ederiz.Necid fırkası mensupları kabul etmezler.

Bizde cahillerin gerçek alimleri taklid etmesi gerekir. Necdîler bunu da kabul etmez.

Yine, "Ehl-i Sünnetin Esasları" adıyla, numaralı maddeler şeklinde yazılmış, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye'nin başındaki "Kavaid-i Külliye" bölümüne benzeyen bir kitapçık yazılmalıdır.

Kimisi milyarlarca, kimisi yüz milyonlarca dolarlık imkanlara sahip İslâmî cemaatler yukarıda anlattığım hizmeti yapmalıdır.

Konularını belirttiğim dört kitap, iyi hazırlandıkları, iyi hocalar tarafından okutuldukları taktirde çok faydalı olacak, nice mü'minin ayaklarının kaymasını engelleyecektir.

Yok mu himmet ve gayret sahipleri.

MUSTAFA ÖZCAN

Sürgün, Şehzade ve Filistin

Osmanlı hanedanlığı veya ana gövde yıkılsa da bazı kolları İslam aleminin diğer parçalarında yaşayabilir miydi? Organ nakli suretiyle ölünün böbrek ve bazı organlarının başka vucutlarda yaşaması gibi. Bu nazari ve teorik olarak mümkün. Buna dair bazı akim girişimler de olmuş. Aynen Emevilerde olduğu gibi merkezi henedanlık yıkılsa da onun bazı kolları sair aktarlarda yaşayabilirdi. Nitekim 92 yıllık Emevi saltanatının yıkılması sırasında bazı Emevi emir ve prensleri kaçarak Mısır ve Kuzey Afrika üzerinden Endülüs'e kadar ulaşmış ve Emevi devletinden sonra Endülüs Emevi Devleti'ni asırlar boyu orada yaşatmaya muvaffak olmuşlardı. Osmanlı sonrasında da böyle bir gelişme yaşanabilirdi. Ama mukadder değilmiş ve kader buna izin vermedi. Lakin Osmanlı sonrasında kurulacak olan Filistin devletinin başına bir şehzadenin getirilmesi planları yapılmış. Keza Doğu Türkistan'a yine şehzadelerden birisinin getirilmesi ve Osmanlı soyunun ve saltanatının yeni bir filiz olarak orada devam etmesine yönelik teklif ve gayretler gösterilmiş. Bununla birlikte, bu çabalar ve gayretler lihikmetin başarıya ulaşamamış. Filistin'e bir Osmanlı şehzadesinin atanması meselesini ilk önce haftalık Sebil gazetesinde Şeyh Şamil'in torunu Said Şamil'in seri makalelerinde okumuştuk. Bu makaleler bilahare Yahudi Davası ve Filistin adıyla kitaplaştırıldı. Kitabı yayına hazırlayan Cafer Barlas oldu. İngiliz işgalinden sonra kargaşaya son vermek için Filistin'de ortaya bir tez atılır. Araplarla Yahudilerden müteşekkil müstakil bir Filistin Kraliyeti kurmak. Bu işe Emir Şerif Abdullah Bin El Hüseyin taliptir. Baş namzed Hânedan-ı Âl-i Osman'dan Şehzade Mahmud Şevket Efendi idi. O sıralarda Kahire'de ikâmet eden bu genç şehzade, hârice çıkan Hanedan azası arasında en zekisi ve en hareketlisi idi. Bu teklife de bu kere Büyük Müftü rıza göstermedi. Bu hususla alakalı olarak Kadir Mısıroğlu Tarih ve Düşünce Dergisinde vesair yerlerde mustakil bir makale yazdı ve meseleyi analiz etti.

Amerikalıların Irak'tan çekilmesine benzer bir biçimde İngilizler 1948 yılında Filistin'den çekilmeyi planlamaktadırlar. Bunun için ön hazırlıklar yaparlar ve kendilerinden sonraki idareyi hazırlamak isterler. Bunun için birçok siyasi eskiz ve fizibilite çalışmaları yaparlar. Buna göre Araplarla Yahudiler arasında bir federasyon düşünülmektedir. Bu federasyonun üçte ikisini Araplar üçte birini de Yahudiler teşkil edecektir. İşte bu federasyonu bir baş gereklidir. Baş arama çalışmaları sırasında çekişmeleri giderme babından Osmanlı hanedanlığı üyeleri de gündeme gelir lakin bu fırsat teğet geçer. Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edileceklerdi. Devlet reisinin Arap olmasını Yahudiler, azınlık olan Yahudiler'den bir devlet reisi seçilmesini ise Araplar kabûl etmezdi. Çâreyi İngilizler'le Yahudiler müştereken şöyle buldular: Federal Arap-Yahudi Filistin devletinin, devlet reisi bir Osmanlı şehzâdesi olmalıdır. Bunu Yahudiler uygun gördüler. Araplar'ın da uygun bulacağı düşünüldü. Mısır'da olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi üzerinde karar kılındı. Şevket Efendi, Sultan Aziz'in oğlu Seyfeddin Efendi'nin mahdûmu idi. Hânedân, ülkeden tard edildikten sonra Mısır'a yerleşmişti. İyi yetişmiş, siyâsî ahvâli kavramakta ve tahlil etmekte mâhir ve faal bir insandı. Bu vasfı sebebiyledir ki, daha sonra Nâsır ondan endişe edecek ve kendisini Mısır'dan kovacaktı. Şevket Efendi, Mısır'dan çıkarıldıktan sonra Fransa'nın bir kasabasında ikamet etmeye başladı. İngilizler ve Yahudiler bu teklifi önce Mısır Hidiv hanedanlığından Prens Abbas Halim'e götürürler lakin kabul görmeyince teklif adres değiştirir. Hidiv hanedanlığı ve Abbas Halim de bu teklife soğuktur. Bunun üzerine teklif Mahmut Şevket Efendi'ye vaki olur. Lakin onu da Yahudiler kabul ettiği halde Müftü El Hac Emin el Hüseyin ve çevresi kabul etmez. Proje bu noktada tıkanır.

Bu kaçırılmış bir fırsat mıdır yoksa Filistinlilerin basiretsizliği midir? Bunun bugün için cevabı yoktur. Lakin o dönemde Araplar Yahudileri bir varlık olarak kabul etmezken şimdi de Yahudiler ve İsrail, Filistinlileri müstakil bir varlık olarak tanımak istememektedir. Tablo tersine dönmüştür. Bundan dolayı Araplar 2002 yılında İsrail'in daha önce hayal etmeyeceği bir teklifle uluslararası kamuoyunun karşısına çıkmışlardır. Bu da topyekün İsrail'in kabulü karşılığında Filistinlilerin 1967 sınırlarında bir devlet kurma imkanlarıdır. İsrail hala buna cevap vermemiştir. Bunun nedeni, Filistinlileri vekaletle yönetme arzusudur. Veya daha yalın bir ifadesiyle bir Filistin devletine razı olmayışlarıdır. Mahmut Şevket Paşa üzerinde gerçekleşmeyen planı bugün Yahudiler bir şekilde Ürdün Kraliyeti üzerinden yürütme ve gerçekleştirme arzusundadır. Al-Mushahid Assiyasi dergisine göre ( sayı : 695) Arapların bu hayal edilmez sahi teklifine mukabil Netenyahu Batı Şeria'yı İsrail'e bağlamak ve ilhak etmek arzusundadır ve buna ilaveten Ürdün'le de stratejik işbirliği tesis etmek istemektedir. Durduk yerde Netanyahu Hükümeti'nin Dışişleri Bakanı Lieberman'ın Mahmut Abbas'ın meşruiyetini gündeme getirmesinin ve sorgulamasının başka bir anlamı ve alemi olabilir mi?

UMUR TALU

Başka başka Bask

Hep karşılaştırılır ya...
Hatta bir zamanlar, lafı ağzına tıkılıp kesif Susurluk militanı kılınan "Başbakan" Çiller bile "Bask modeli" diye telaffuz etmişti ya...
İşte oralardan, hani Nihat Kahveci'nin delikanlı takımı Real Sociedad (nedense Necati Ateş öyle anılmadı) ile sadece İspanya ve Fransa Bask bölgelerinden oyuncu oynatan Atletic Bilbao'nun yöresinden bir son durum.
Fransız Le Nouvel Observateur dergisinden aktararak.
***

Hep karşılaştırılır ya...
"Bask sorunu... Kürt sorunu" denerekten.
İşte İspanya'nın "Kürt sorunu"nun son tablosu: Bask, Basklılar ve dilleri Euskara.
Bask bölgesinin toplam nüfusu 2 milyon 150 bin.
Kişi başına yıllık ortalama geliri 32 bin 133 Euro.
Bunu isterseniz kendi ülkenizle, isterseniz kendi yörenizle filan bir karşılaştırın.
Ama daha çarpıcısı şu: İspanya'nın tümünde kişi başına yıllık ortalama gelir 24 bin 20 Euro.
Bask gelirinin bu ortalamanın da üstünde olduğuna şaşırın ve sonra bunu da istediğinizle karşılaştırın!..
Aklınıza, İspanya yoksul faşist bir ülke iken, yine yoksul ama "büyüyen" Türkiye'nin demokrasi çabası, İspanya kırk yıllık faşizmden çıkarken Türkiye'nin darbecileri, İspanya bugünkü adıyla AB'ye girip sıçrarken Türkiye'nin kaplumbağaları da gelebilir.
Bask bölgesindeki başlıca sınai, ekonomik faaliyetler: Uçak yapım sanayisi, elektronik, otomotiv, beyaz eşya... Diyarbakır'dan bir karşılaştırın!
***

Sonra iki şey:
ETA'nın "terör yolu"na hâlâ başvurabilmesine karşın... 1979'dan beri özerk bölge. Ya da bu ifadeyi tersten kuralım: 1979'dan beri özerk bölge olmasına rağmen, ETA'nın "terör"ü terk etmediği bölge.
Ve bütün dünyanın ciddi şiddet, terör ile birlikte andığı "Bask sorunu"nda, "terör kurbanı" sayısı:
40 yılda 825 ölü!
Karşılaştırın.
25 yılda (toplam) 40 bin ölü ile bir karşılaştırın!
***

İşte bu Bask'ın bir de "Hükümet başkanı" var. İsterseniz, "Başbakan" da deyin. İsterseniz sadece "Özerk yönetim başkanı". Bask dilinde "Lendakari".
49 yaşındaki rock müzik tutkunu Patxi Lopez, ETA'ya karşı bayrak açmış durumda.
Bence bunu da karşılaştırın:
Artık ne tarafından alırsanız.
İster "özerk bölge, hükümet başkanı" olmasına filan takılın...
İster "terör"e savaş açmasına...
İster...
***

Diyor ki, daha doğrusu, 4 Mayıs'ta kendisine bombalı bir suikast girişimi önlendikten sonra daha ısrarla diyor ki, "ETA'yı açıkça uyarıyorum: Bu iş bitecek. Hukuk devletinin tüm gücünü göstereceğiz.
Onlar bize acının yolunu öğretti: Biz de onlara cezaevinin yolunu öğreteceğiz."
Karşılaştırın...
Karşılaştırırken konumları karıştırmayın. Karıştırmasanız da yine karşılaştırın.
"Bask halkı" yerine "Bask vatandaşları" demesi "tarihi bir viraj"mış, karşılaştırın.
ETA haziranda Basklı bir polisi öldürdüğünde, cenazesine 80 bin "Bask vatandaşı" toplayışını karşılaştırın.
Öldürülen polisin, bir zamanlar faşist Franco rejimine karşı mücadele eden Basklılara dendiği gibi, daha sonra ETA'nın kendi militanlarına da verdiği sıfatla, adeta onların elinden alarak, "gudari" diye adlandırılmasını da.
"Bask milliyetçileri"ne karşı tavır almış bu liderin "sosyalist" olmasını da.
Kitapları Türkiye'de de çevrilen düşünür, yazar Fernando Savater "Lopez, içine sıkıştığımız, alıştığımız halleri tamamen altüst ediyor" diyor ya, belki de sıkışmak kilit kelimedir, karşılaştırın.
***

Tabii ki, ne orayı anlamak için bunlar yeterli...
Ne oradaki her şey doğru...
Ne de oralardan buraları anlamak mümkün.
Ama en çarpıcı gelen şu:
Koskoca Bask "terörü": 40 yılda 825 ölü...
Bir de 25 yılda 40 bin ölü.
Şu apayrı tabii:
"Ayrılıkçı terörle mücadele" eden Basklı sosyalist adam, aynı zamanda bir "özerk yönetim başkanı"!
Karşılaştırın demek kolay da...
Karşılaştırmak çok zor.

ERDAL ŞAFAK

İlginç konuklar (1)

İşimiz, görevimiz, konumumuz gereği gelenimiz-gidenimiz çok. Günlük çalışma programımız nefes bile aldırmayacak kadar yoğun olduğu için, konuklarımıza ya sabah 09-10 ya da yazı işleriyle ilk ve ikinci gündem toplantıları arasındaki 12.00- 13.30 saat dilimlerinde randevu verebiliyoruz. Her konuğun bu köşedeki yazımızı hazırlama süresinden çalmasını göze alarak...
Üç gün önce ağırladığımız konuklardan biri size anlatacak kadar ilginçti: ABD'nin yeni İstanbul Başkonsolosu Sharon Anderholm Wiener. 29 yıllık diplomat. Biyografisinde Türkçe, Fransızca, Arapça, Rusça ve İspanyolca bildiği yazıyor. Türkçe'yi Dışişleri'ne katılmadan önce Maryland Üniversitesi Yurtdışı Bölümü görevlisi olarak Adana ve Ankara'da ders verdiği 1975-1978 döneminde öğrenmiş.
Bayan Başkonsolos'la sohbetin konusu malum: Türkiye-ABD ilişkileri, Türk halkının ABD'ye bakışı, duyguları, öfkesi, karşıtlığı, yeni Başkan Barack Obama faktörünün kamuoyu yargısını değiştirme gücü...
Gözlemlerimize ve bilgilerimize dayanarak yanıtladık. "Evet, Türkiye'de ABD karşıtlığı var. Ancak bu, büyük ölçüde George Bush'un 8 yıllık yönetimi boyunca izlediği politikalardan kaynaklandı. Bir başka deyişle, Bush'a duyulan öfke ABD karşıtlığına dönüştü. Şimdi Obama'ya duyulan sempati, hiç kuşkusuz ABD ile ilgili yargıları da değiştirecek. Ama bunun epey zaman alacağını kabul etmelisiniz. Yani hem sabırlı olmalı, hem de yeni hatalardan kaçınmalısınız..."
Konuğu uğurladık. Nedense sohbetimiz bize Berlin'e son ziyaretimizi çağrıştırdı.

Duvar'ın ötesinden...
1970'lerin başında ilk yurtdışı gezimizi Berlin'e yaptığımız için Almanya başkentinin bizde özel bir yeri ve önemi var. Ve de anısı. O ilk gezimizde Berlin'in doğusuna da geçmiştik. Check Point Charlie'den. ABD denetimindeki Batı-Doğu Berlin geçiş noktasından. (Not: Batı'daki Kreuzberg ile Doğu'daki Mitte mahalleleri arasında yer alıyordu.)
Son ziyaretimizde "Nostalji"nin etkisiyle 20 yıl önce birleşmiş Berlin'de turistik bir objeye dönüştürülmüş olan Check Point Charlie'ye uğradık. Soğuk Savaş simgelerinin - taklit- hatıralık eşyalarından aldık: Berlin Duvarı'ndan bir parça (Kesin yeni üretim; tıpkı bizdeki sözde antik Yunan vazoları ve heykelcikleri gibi), bir saat, çakmak, 1970'lerin Doğu Berlin fotoğrafları. Ve bir Kızıl Bayrak. Evet; Berlin Duvarı gibi, Doğu Almanya gibi tarihe karışmış olan Sovyetler Birliği'nin orak-çekiçli bayrağı.

On üç on dört on beş...
Sonra düşündük: Bu Kızıl Bayrak'la İstanbul sokaklarında dolaşmaya kalksak, insanlar nasıl bir tepki gösterir? "Herhalde gülüp geçerlerdi" sonucuna vardık.
Bir adım daha attık: Peki, elimizde ABD bayrağıyla sokağa çıksak, nasıl bir tepkiyle karşılaşırız? Uluslararası araştırma kuruluşlarının anketleri ışığında yanıt bulmaya çalıştık: En iyimser tahminle her iki kişiden biri yuhalardı.
Maksat beyin cimnastiği değil mi; devam ettik: 25-30 yıl önce Sovyetler Birliği bayrağıyla dolaşsak, ne olurdu? Dayak yerdik. Polisin "Komünizm propagandası yapmak"tan apar-topar derdest edip gözaltına alması da cabası.
Haydi bir adım daha: 25-30 yıl önce ABD bayrağıyla sokağa çıksak, nasıl bir tepki alırdık? Hiç kuşkusuz, alkışlanırdık.
(Çocukluğumuzda okulda bize şöyle bir tekerleme ezberletilmişti: "Bir iki üçler yaşasın Türkler /Dört beş altı Polonya battı /Yedi sekiz dokuz Rusya domuz /On on bir on iki İngiltere tilki / On üç on dört on beş Amerika kardeş!")
30 yıldaki değişime bakın... Güven ve kardeşliğin simgesi olan ABD şimdi karşıtlığın adresi. Sovyetler Birliği'ne duyulan nefret ise, onun vârisi olan ve Vladimir Putin'in simgelediği Rusya döneminde yerini -hiç değilse kamuoyunun bir bölümü için- sempatiye bıraktı.

Tüh... Keşke Başkonsolos Wiener'e bunları da anlatsaydık...

ENGİN ARDIÇ

"Gardrob Atatürkçüsü" derlerdi

Gençler ancak kitaplardan bilirler, bir zamanlar Cevdet Sunay diye bir cumhurbaşkanımız vardı...
Genelkurmaybaşkanlığından cumhurbaşkanlığına "doğrudan geçiş" yapılan dönemlerin eski Türkiye'si...
Halk arasında kendisine takılan ismi yazmayalım da mahkemelik olmayalım.
Bu Cevdet Sunay'ın, daha başka birçok marifeti arasında, "Akdeniz Oyunları'nı açıyorum" şeklindeki kısa, öz ve anlamlı konuşması çok ünlüydü örneğin, 1971 yılında... Açılış konuşmasını elindeki kâğıttan okumuştu.
Dedim ya, gençler nereden bilecekler?
Gene o sıralar, beni dehşete düşüren bir iş daha yaptı.
Hayır, hepimizi dehşete düşüren 12 Mart darbesindeki tutumunu kastetmiyorum.
Bir manevra vardı, ordu manevrası, ya da "tatbikat", yıl 1970 ya da 1971... Olur ya... Kırmızı kuvvetler, mavi kuvvetleri ister istemez yenecekler...
Sunay, bu manevrayı hem ordunun "fiili" eski komutanı, hem de yeni "teorik" komutanı sıfatıyla izliyor, izleyecek elbette...
Cumhurbaşkanımız bu manevraya "sivilleri" giymiş olarak geldi, sivil sayılıyor ya...
Fakat üzerindeki sivil kıyafet, otuzlu yılların Atatürk kıyafeti! Kafada kasket, sırtında dıştan cepli, beli kuşaklı "avcı ceket", ayağında da "golf pantolon"... Hani paçaları çorabın içine sokuluyor...
Elini de, Atatürk'ün bu kılıkta katıldığı bir manevra fotoğrafında gördüğü şekilde, göğsüne sokuyor.
Ufuklara, piyade talimnamesinde belirtildiği şekilde "sert ve fakat mütebessim" bakıyor...
Daha beterleri henüz karşımıza çıkmamıştı. Daha kötü günler görmemiştik. Henüz, birileri hakkında "yeniden evlenmek istiyorum ama Latife adında bir hanım arıyorum" gırgırları yapılmıyordu... Henüz, "doktor, öleceksem raporuma 'siroz' yaz" diye dalga geçilmiyordu bu tür adamlarla... Konya'ya gidip "ben de imam çocuğuyum", Rize'ye gidip "ben de balıkçı çocuğuyum", Adapazarı'na gidip "ben de köfteci çocuğuyum" diyenlere, "aman, sakın Soğukoluk'a gitme" denilmiyordu...
En fazla, bir "çivit" markası hatırlanıyordu...
Gençler anlamazlar ama ben de yaşlılar hatırlayıp acı acı gülsünler diye yazdım. Nicedir yazmak istiyordum nitekim, nasip kısmet bugüneymiş.
Yıllar sonra bir kere daha dehşete kapıldım.
"Triko kralı" Hayrettin Karaca, "Atatürk kazağı" üretmiş, doksan dokuz liraya satıyordu. Otuzlu yılların modası tabii, kolsuz, baklava desenli... Hani "Küçük Ülkü'yle" oynarken falan giydiği...
Eski belgesel filmler siyah-beyaz oldukları, kazağın gerçek renkleri bilinemediği için de, siyah-beyaz!
Bu kazaktan birçok kişi aldı. Kimisi resim çektirip gazetede yayınladı. Giyince Atatürkçü oluyorlardı.
Banka reklamında da kullandılar, bir çocuk, bu kazağı giymiş olan Atatürk'e "aaa, senin de bizim gibi eline diken batar mı" diye soruyordu...
Mücadelemiz, bazı şerefsizlerin ileri sürdükleri gibi Atatürk'le değildir, asla...
Kimlerle, hangi kafayla, hangi zihniyetle olduğunu gördünüz.
Bunlara "gardrob Atatürkçüsü" derlerdi eskiden. Halk arasında "gardolap" da denir.
Anlamak istemeyenlerin bile anlayabilmeleri için daha kaç kere yazmam gerekiyor?

16 Temmuz 2009 Perşembe

İBRAHİM KARAGÜL

Afganistan şoku!

Türkiye Afganistan'da şok edici bir kayıp yaşadı. Afganistan Görev Gücü Komutanı Kurmay Albay Faruk Sungur; Uzman Çavuş Mevlüt Baydur ile birlikte, bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Türkiye'nin katıldığı uluslararası operasyonların en önemlisi Afganistan. Bir çok ülkede olduğu gibi, Afganistan'da da, operasyonun mimarlarından çok daha fazla etkinliğe sahip Türkiye. Diğer ülkeler işgalci görülürken, düşman görülürken, saldırılara maruz kalırken, Türk birliğinin Afgan halkının gözünde saygın bir yeri var. Bu bakışın kökeni bugün üstlendiğimiz rol değil. Bu bakış; Afganistan'daki birliklerin önemli işler yapmasıyla sınırlı da değil. Türkiye'nin son yıllarda yakın çevresinde, Müslüman toplulukların bulunduğu ülkelerde güç kazanmasının nedeni ne ise Afganistan'daki bu bakışın kökeninde de o var. Türkiye için askeri güçten de siyasi ve ekonomik güçten de etkili olan şey, işte bu kültürel miras. Sahip olduğu siyasi tarih.

Albay Sungur'la ilgili haberlerde, ABD ve NATO birliklerinin tersine halkla iç içe olduğu, hiçbir güvenlik önlemi almadan yaya gezebildiği, bayramlarda camileri ziyaret ettiği, insanların sorunlarıyla birebir ilgilendiği, fakir ailelerin evlerini ziyaret ettiği gibi güzel örnekler var. Bölgedeki yabancı güçlerin güvenlik için Türk askerlerinin rozetlerini kullandıklarını biliyoruz. Ama hepsi bu kadar değil.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'nın Afganistan'daki çalışmalarını hatırlıyoruz. İngilizlere karşı verilen mücadeleyi. Osmanlı siyasal otoritesinin Çin'e, Japonya'ya kadar uzanan etkisini. Bunu sadece biz bilmiyoruz. Türkiye'nin Afganistan'da bulunmasında ısrarcı olan ABD de, NATO müttefikleri de biliyor. Hem Ortadoğu'da hem Güney Asya'da, Türkiye'nin bu etkili nüfuzundan faydalanmayı çok önemsiyorlar. Faydalanıyorlar da. Bu ülkenin benzer uluslararası operasyonlarda rol üstlenmesini her zaman önemsiyoruz. Ama, barış adına olursa, Türkiye adına olursa.

NATO'nun, ABD'nin, İngiltere'nin Afganistan-Pakistan topraklarında yürüttüğü kirli savaşı asla meşru görmüyoruz. Hiçbir zaman da görmeyeceğiz. Türkiye etkisinin bu kirli savaş üzerinden heba edilmesine de razı olmayacağız. Çünkü bu savaşın arkasında ne hesaplar olduğunu biliyoruz. Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede neyin savaşı yapılmışsa bugün de o yapılıyor. Değişen çok şey yok. 2001 yılından bu yana, terör gerekçesiyle Afganistan'da savaşanların gizli gündemine destek olmayı reddediyoruz. Bir yandan Taliban'la savaşırken diğer yandan aynı güçle pazarlık yapanların, bir yandan afyon operasyonu yaparken diğer yanda uyuşturucu trafiğini yönetenlerin, bir yanda terörle savaşırken diğer yanda terör üretenlerin bize nasıl zarar verebileceğini az çok tahmin ediyoruz.

Türkiye bölgede "muharip asker" bulundurmuyor. Afgan halkıyla karşı karşıya gelmek istemiyor. Gelmiyor da... ABD ve NATO'nun baskılarına rağmen "muharip asker" talebine hep hayır cevabı verildi. Sekiz yıldır, ağır bir çatışmanın içinde olan ülkede görev yapan askerlerimizin bölge halkıyla yakınlığına zarar verecek bir gelişmenin olmasını elbette istemiyoruz. Açık söyleyeyim; belli ortaklıklarda bulunma şeklimiz sorgulanabilir ama Türk askerinin Afganistan'da bir ABD, İngiliz askeri ile aynı yere koymamamız gerektiğinin bilincindeyiz.

Ancak endişeliyiz. Albay Faruk Dursun bir kaza sonucu hayatını kaybetti. Bölgede operasyonlar yoğunlaşırken, muharip askere hayır politikası devam ederken, bir süre sonra çatışmalarda şehit asker haberleri gelirse Türkiye kamuoyu neye inanacak? O zaman "biz kimin savaşını veriyoruz" sorusunun cevabı ne olacak? Londra ve Washington gibi, "Afganistan halkını terörden kurtarmak, özgürleştirmek için" savaş verdiğimizi mi söyleyeceğiz? Kimi inandıracağız?

20 Ağustos'ta bir seçim yapılacak. Hamid Karzai'nin yeniden seçilmesini sağlamak için büyük askeri operasyonlar yapılıyor. Bu operasyonlar beklenen yeni Afgan savaşı değil. Yine de çok yoğun çatışmalar yaşanıyor. Son günlerde Batılı ülkelerin kayıplarına bakınca olayın şiddeti kendini gösteriyor. İngiltere'ye bir anda sekiz askerin tabutu gidiyor, ABD on iki asker birden kaybediyor, helikopterler düşürülüyor, NATO askerleri ölüyor, bu arada insansız hava araçlarında yapılan füze saldırılarıyla yüzlerce sivil hayatını kaybediyor. Barack Obama'nın beklenen Afganistan/Pakistan savaşı başladığında ne olacak? NATO bölgede köşeye sıkıştığında, ateş bütün Güney Asya'yı sardığında Türkiye ne yapacak? Orada bulunması kendi ayağına kurşun sıkmak olmayacak mı?

Orada, İngiliz emperyal stratejisi çerçevesinde bir proje uygulanıyor. Stratejinin mimarları şimdi de Pakistan'ı istikrarsızlaştırıp iç savaşa sürüklemeye çalışıyor. Tek gerçek bu… Ama kazanılması neredeyse imkansız bir savaş bu.

ABD yönetimi, "Pakistan halkını, insansız uçaklarla yapılan saldırılar konusunda ikna etmek için" yeni bir PR operasyonu başlatacakmış. Irak işgalinden sonra Türkiye dahil bir çok ülkede kaç kez böyle çalışmalar yaptılar. Kimi ikna edebildiler? Bu insanlar nasıl bu kadar cahil olabiliyor? Yol açtıkları yıkımın onlarca PR çalışmasıyla telafi edilemeyeceğini bilmemeleri kabul edilebilir bir şey değil.

Afganistan'daki kayıplarımız, önümüzdeki dönemde dünyanın en büyük kriz merkezi olacak olan bölgedeki savaşı ve Türkiye'nin rolünü sorgulamamıza engel olmamalı. ABD askerleri bile "Bu bizim savaşımız değil, kazanabileceğimiz bir savaş değil, kazanmamız da gerekmiyor" derken Türkiye, en büyük sermayesi olan imajı konusunda son derece hassas, son derece cimri davranmalı. Çünkü beş yüz bin asker de yığsalar, Afganistan'ı ve Pakistan'ı içine alacak bir savaşı kazanmak mümkün olmayacak!

HAYRETTİN KARAMAN

İslam Dünyası

Eğer "İslam Dünyası" derken Müslümanların yaşadığı ülkeleri kast ediyorsak elbette elliden fazla böyle ülke ve bu ülkelerin toplamı manasında bir İslam Dünyası vardır.

"İslam ümmeti" kavramının çağdaş temsili manasında bir bütünlük kast ediliyorsa henüz böyle bir İslam Dünyası yoktur.

Müminler kardeş olmalıdır; halbuki birçok mümin-Müslüman grup diğerine düşman, aralarında savaşıyor, kan döküyor, birbirinin kuyusunu kazıyor ve bazen ortak düşmanlarıyla, kardeşlerine karşı işbirliği yapıyorlar.

Kur'an-ı Kerim, kardeşler arasında anlaşmazlık çıkarsa hakemlere başvurulmasını, hakemler anlaşmazlığı çözemezler ve taraflar çatışırsa, savaşırsa, diğer müminlerin, haksız olanın karşısında ve haklı olanın yanında yer almalarını, haksız olanları, hakkı kabul etmeye mecbur bırakmalarını istiyor. Halbuki ümmeti temsil eden bir hakem heyeti yok, çatışan mümin grupların böyle bir heyet olsa da ona başvurmaya, teklif dilen çözüme rıza göstermeye niyet ve kabiliyetleri de yok.

İslam ülkelerinin imkanlarına baktığınızda –hepsi birinde toplanmış olmamakla beraber- beyin gücü, yetişmiş insan, enerji, para, yer altı ve yerüstü servetleri, stratejik önem… fazlasıyla mevcut; ama bunlar dağınık olduğu, helvayı yapacak şekilde bir araya gelmediği, bir helvacının eline verilmediği için -biraz abartılı olsa da söyleyelim- hiçbir işe yaramıyor.

Çağın şartları göz önüne alındığında bütün İslam ülkelerinin bir bayrak altında birleşmeleri, İslam Dünyası'nın bir tek devlet olarak ortaya çıkması imkansız gibidir. Ama ekonomi, ticaret, eğitim öğretim, savunma… gibi alanlarda birlikler ve ya işbirlikleri kurmak hem mümkün hem de nispeten kolaydır. İslam ülkelerinin birçok alanda ortak projeler üretmeleri ve bunları gerçekleştirmeleri de mümkündür. İşe bir veya daha fazla yerden başlamak zaruret halini almıştır; mevcut ortak projeler ve birlikler yetersiz ve cansızdır, bunların hem canlandırılması hem de çoğaltılması gerekmektedir. Küresel oyuncuların güdümüne girmiş bazı yöneticiler bu konularda istekli olmayabilirler, hatta engelleyici de olabilirler, ama ülkelerimizin okumuş yazmış, dava sahibi, şuurlu ve gayretli insanları önderlik ederlerse zaman içinde halk peşlerine düşer ve despot yönetimleri bile sıkıştırmanın, yola getirmenin veya değiştirmenin yolları bulunabilir.

Günümüz dünyasında Müslümanların da söz ve etki sahibi olmalarının ilk ve vazgeçilemez şartı birlik veya ona doğru giden çeşitli işbirlikleridir ve bunun peşinde koşmak mümin-müslüman olmanın gereklerinden biridir.

Önemli not:

Doğu Türkistan'daki Müslümanlara zulmeden Çin'in mallarını boykot etmek dayanışmaya ve birliğe giden yolda örnek bir adım olacaktır; devletlerin farklı politikaları olabilir, ama Müslüman halkın bu etkili tedbire başvurmalarının önünde hiçbir engel yoktur.

FEHMİ KORU

Çakma siyaha ve çakma türbanlıya dair

“Gazetecinin tebdil-i kıyafet ederek mesleğini icra etmesi doğru mu?” sorusunun 'Evet' veya 'Hayır' cinsinden keskin bir cevabı yok. Gazetecinin görüş aldığı veya gözlem yaptığı kişiyi mesleki kimliği hakkında önceden uyarması beklenir ilkesel olarak; buna karşılık tahmin edilebilir durum ve ortamlarda bu temel ilkeye 'aykırı' davranması da hoş görülür.

Bu sebeple, normal halinde başı açık bir gazetecinin tesettüre girerek yaptığı görüşme ve gözlemleri okurlarıyla paylaşması, mesleki açıdan, öyle hemen 'yanlış' diye yaftalanacak bir tarz değildir. 'İyi niyetli' ve 'anlamaya yönelik' çabalar desteklenir bile.

Tarzın büyük zihniyet devrimine yol açmış bir örneği de var: Amerikalı gazeteci John Howard Griffin'in 'Black Like Me' ('Benim Gibi Siyah') adıyla kitaplaştırdığı röportaj ve gözlemleri...

Griffin, 1960 yılında, yani 'siyah-beyaz' ayrımına yasalarla son verildiği dönemde, Amerika'nın güneyinde, siyahların uğradığı ayrımcılığı sergileyebilmek için renk değiştirmiştir. Bir gün önce 'beyaz' yüzüyle karşılaştığı insanların ertesi gün kendisini 'siyah' hale dönüştürdüğünde yaptıkları fena muameleyi, tahkir edici bakışlarını, bazılarının da nefret kusmasını anlatır kitabında.

Yapay biçimde siyahlaşmakla sadece beyazların tepkilerini ölçmemiştir Griffin, görüntüsünü farklılaştırması, siyahların beyaz muhataplarına açmaktan kaçındığı gerçek hisleri öğrenmesine de yaramıştır. Griffin'i renk değiştirmeye iten de konunun bu yönüydü zaten: Amerika'nın güneyinde genç zenciler arasında intihar eğilimi artmakta, ama siyahlar beyazlara içlerini açmadığı için sorunun kökenine inilememekteydi.

'Beyaz adam' Griffin o görevi de üstlenir. Siyah yüzüyle çıktığı altı haftalık yolculukta başına gelenleri 'Sapia' adlı pek bilinmeyen bir dergide dizi halinde yayımlar. Siyah okurları “Bizim bu ülkede 400 yıldır neler çektiğimizi, karşılaştığımız sorunları, uğradığımız ayrımcılığı, nasıl hakir görüldüğümüzü 66 gün kendisini bize benzeterek yaşamış, ama tam yansıtamamış” tepkisini verirler; buna karşılık, beyaz okurları, Griffin'in beyaz yüzüyle aynaya bakarken bütün anlayışlı tavrına karşılık kendisinde bile varlığını hissettiği 'ırkçı' yönden müthiş etkilenir.

Griffin, yarım yüzyıl boyunca hep baskıda kalıp on milyondan fazla satan kitabıyla, 'beyaz Amerikalı'nın içindeki 'gizli ırkçı' ile yüzleşmesini sağlamış oldu.

'Siyah' olmak ile 'siyah' görünmek arasında önemli bir fark var; bunu daha ilk gün bir otobüs garajında hareket saatlerini sorduğunda yaşamış Amerikalı 'siyah/beyaz' yazar... Görevli kız kendisine öyle bir yüz ifadesi ve hakaret sözcükleriyle mukabele etmiş ki, herhangi bir siyahı yerin dibine batıracak bu muameleyi Griffin'in içindeki 'beyaz' müthiş gülünç bulmuş...

Amerikan zihniyet dünyasında yaptığı 'devrim' çapında etki sebebiyle, 'Black Like Me' kitabının 50. yıldönümü iki yıl sonra değişik etkinliklerle kutlanacak.

Hürriyet'ten Ayşe Arman'ın yaptığı böyle bir çalışma mı? Aralarına karıştığı insanları anlamaya mı çalışmış, yoksa kendisinin (ve tabii mahallesinin de) önyargılarının doğruluğunu ispata mı? Kendisini 'siyah' ('türbanlı/başörtülü') hale mi dönüştürmüş gerçekten, yoksa kıyafetine büründüğü kişilerin karikatürüne mi? Arman'ın çalışmasından Griffin'in ABD'de gerçekleştiği türden bir 'devrim' mi çıkacak, yoksa evlerde ve kafelerde dalga geçilecek malzeme mi? Griffin yüzünü boyamak için aynaya baktığında içindeki 'ırkçı'yı keşfetmişti; Arman aynaya baktığında ne görüyor?

Soruların cevaplarını dizisi okurları biliyor zaten, ama ben Ayşe Arman da bu soruları kendisine sorsun istedim.

ERDAL ŞAFAK

Bir zirve

Çok değil, bundan 30 yıl kadar önce, yani Soğuk Savaş döneminde biri kalkıp da Türkiye'nin bir gün Bağlantısızlar Hareketi zirvesine katılacağını söylese, herhalde aklından kuşku duyulurdu.
Öyle ya; Türkiye, NATO üyesi değil miydi? Varşova Paktı'na karşı Batı'nın "Doğu kalesi" olarak tanımlanmıyor muydu? Ve de Bağlantısızlar Hareketi "Ne NATO, ne Varşova Paktı" diyen ülkeler, yani Soğuk Savaş terazisinin hiçbir kefesinde yer almak istemeyenler tarafından kurulmamış mıydı?
Öyle ya; 19 Temmuz 1956'da Adriyatik'teki Brijuni adasında bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketi'nin kuruluş bildirgesini imzalayan Jawaharlal Nehru (Hindistan), Kwame Nkrumah (Gana), Cemal Abdülnasır (Mısır) Josip Broz Tito (Yugoslavya) ve Sukarno (Endonezya), NATO, özellikle de ABD tarafından "Potansiyel düşmanlar" olarak damgalanmamış mıydı?
Öyle ya; bu beşliye daha sonra Fidel Castro (Küba), Mao Zedung (Çin) gibi ABD'nin "Açık ve fiili düşmanları" katılmamış mıydı? (Türkiye'nin kara listesindeki Başpiskopos Makarios da.)
Ama 30 yıl kadar önce düşünülmesi bile imkânsız olan bugün gerçekleşti: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mısır'ın turizm merkezi Şarm El-Şeyh'te yapılan Bağlantısızlar Hareketi 15'inci Zirvesi'nde "Özel konuk" statüsüyle yer aldı. Bugüne kadar bu oluşuma katılan ilk Türk Cumhurbaşkanı olarak da tarihe geçti.
Dünya mı değişti, Türkiye mi? Herhalde ikisi de. Daha doğrusu Türkiye, değişen dünyanın koşullarının gereği olarak dış politikasına yeni boyutlar getirdi. Çok boyutlu bir strateji izlemeye başladı. Özellikle AK Parti iktidarıyla birlikte.
Cumhurbaşkanı Gül'ün Mısır'daki Bağlantısızlar Zirvesi'ne katılması, işte bu politikaların doğal sonucundan başka bir şey değil.
Türkiye geleneksel ittifaklarının dışında sadece Bağlantısızlar Hareketi toplantılarına katılmıyor. Örneğin Şanghay İşbirliği Örgütü toplantılarını da önemsiyor. Afrika Birliği Örgütü, Arap Birliği, Körfez İşbirliği Konseyi gibi kurumlarda ya da oluşumlarda da "Gözlemci" statüsüyle yer alıyor.

Dünyanın üçte ikisi
Evet, dünya değişti. Türkiye de. Ama Bağlantısızlar Hareketi de. Örneğin beş kurucudan biri olan Tito'nun Yugoslavya'sı artık yok. Çin de oluşumla arasına mesafe koydu. Kıbrıs (Rum yönetimi) ve Malta, 2004'te AB'ye girdikten sonra Bağlantısızlar Hareketi'nden ayrıldılar.
Bununla birlikte BM'de temsil edilen ülkelerin üçte ikisini, dünya nüfusunun da yüzde 55'ini bünyesinde barındıran 118 üyeli (Not:17 gözlemci üyesi de var) Bağlantısızlar Hareketi, 50 küsur yıl önce kurulurken belirlenen ilkelerine sıkı sıkıya bağlılığını koruyor. Sayalım: "Bağımsızlık, egemenlik, toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliğe saygı", "Emperyalizm, sömürgecilik, yeni sömürgecilik, ayrımcılık, ırkçılık, siyonizm ve her türlü dış saldırıyla, iç işlere müdahaleyle, işgalle, tahakkümle mücadele", "Büyük güçlerin ve siyasal blokların dayatmalarına direniş", "Üçüncü Dünya halklarıyla dayanışma..."
Bu ilkelerin gereği olarak Bağlantısızlar Hareketi örneğin Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nün ortaklaşa hazırladığı ve zora düşen ekonomilere yardım reçetesi olan "Washington Uzlaşması"nı reddetti. Üyelerinin çıkarlarıyla bağdaşmadığı gerekçesiyle. (Not: "Washington Uzlaşması" reçetesinde uluslararası kuruluşların kredi desteğine karşılık şu talepler sıralanıyor: Bütçe disiplini, dolayısıyla kamu harcamalarının kısılması, ihracata dayalı büyüme modeline geçilmesi ve dış ticaretin serbestleştirilmesi.)
Gelelim bugün sona erecek zirvede Türkiye'nin hanesine yazılabilecek kazançlara: Öncelikle Gül, Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine destek veren bağlantısızlara teşekkür etme fırsatı buldu. Ayrıca Afrika, Latin Amerika ve Karayipler'in birçok ülkesinin liderleriyle ikili temaslar yapmış oldu.
En önemlisi Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki "One Minute" çıkışının Bağlantısızlar Hareketi'nde yarattığı olağanüstü yankının hem keyfini çıkardı, hem de hasadını topladı.

ENGİN ARDIÇ

Soyadı alınacaaak... Al!

Bir Süryani vatandaş... İsviçre'de oturuyormuş, aynı zamanda İsviçre vatandaşlığı da var...
(Biz "çifte vatandaşlık" almaya kalksaydık başımıza neler gelirdi acaba? Türk basını tozumuzu atardı vallahi, her bir kemiğimiz bir dağda kalırdı...)
Bu Süryani vatandaş, İsviçre'de "Bartuma", fakat Türkiye'de "Ay" soyadını kullanıyor. "Şizoid" bir durum.
Çünkü, bizim yasamıza göre "yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz"...
Yani, "Ahmet İngiliz" diye bir isim olamaz örneğin... Büyük Türk kahramanı "İngiliz Kemal" olur da, merhum Kemal Bey'in o lakabı soyadı olarak alması yasak. O da "Tomruk" soyadını almış. Asıl adı da Kemal değil, Ahmet Esat zaten, olmuş Ahmet Esat Tomruk... (Koskoca bir Teşkilat- ı Mahsusa ajanına yakışıyor mu odun, kereste, kütük, mahrukat türünden bir soyadı?)
Süryani vatandaş mahkemeye başvurmuş. Kendisine konulan soyadı yasağının anayasamızın "eşitlik" ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüş.
Mahkeme de onu haklı bulmuş, fakat işi kökünden çözmek için konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmüş. Süreç bugün başlıyor, inceleme yapılacak.
Kanuna göre yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak alınamıyor...
Fakat adamın asıl soyadı "Zenci" falan değil ki, alt tarafı "Bartuma".
Bu bir ırk ismi değil, bir millet ismi değil.
Haaa, demek ki kanun zorlanmış, çekiştirilmiş, "yabancı ırk ve millet ismi" kavramı "yabancı ırklardan ve milletlerden isimler" şeklinde yorumlanmış! Türk vatandaşı gayrımüslimler de çaktırmadan yabancı kabul ediliyorlar.
Kanunun tarihi kaç? 1934...
Cumhuriyet Halk Partisi'nin en parlak devri... Hani İsmet Paşa'nın faşist İtalya'yı gezip de pek beğenmesinden hemen sonra... ("Hakiykaten iyi tesir etti" de demiş midir dönünce?)
Emirle soyadı dağıtılıyor. Aristokrat geçinenler zaten kendi aile isimlerini tescil ettiriyorlar, "Bilmemnezade" yumuşatılıyor, "Bilmemneoğlu" yapılıyor.
Köylü daha ziyade "doğada bulunan" isimleri tercih ediyor, Yıldız, Çiçek, Mercimek, Tarhana, falan.
Hamaset meraklıları mutlaka "Türklü" bir soyadı alıyorlar, Öztürk, Tamtürk, Türkyılmaz, Yılmaztürk...
Bizim gibi sıradan insanlara da keyfe keder ve "ilgisiz" soyadları kalıyor... Ardıç... Ne işi var benim dedemin, babamın ardıçla, bülbülle, güvercinle, saksağanla? Geçmişimizle, ailemizle en ufak bir alakası olmayan "haybeden" bir soyadı... Hani dedem bahçıvan ya da orman bekçisi olsa anlayacağım da, alt tarafı tornacı... (Tornacının oğlu cumhurbaşkanı, bir başka tornacının torunu köşe yazarı... Bu ne rezalettir canım? Biz bu memleketi bunlara kalsın diye mi kurtardık?)
Peki, şu yasada geçen "yabancı ırk" tanımı ne halt etmek oluyor? İsmet'in Roma ve Berlin hayranlığının etkisi mi, yoksa daha köklü bir devlet politikası mı?
Peki Yahudi, Ermeni ve Rum soyadları nasıl olabilmişler? Nasıl kalabilmişler?
Onlar zaten var... Kanunla gökten inmemişler, ortaçağdan beri kullanılıyorlar... Onlara İsmet bile dokunamamış. Değiştirmeye kalksa kıyamet kopacak. Daha ince yollardan baskı yapmak en iyisi!
Onlar olabiliyorsa, Süryani'nin suçu nedir? Kürt'ün suçu nedir? Lausanne Antlaşması tarafından korunmamış olmaları mı?
Tepem atıyor ha... Kendime Halil Şevki dedirteceğim. Rahmetli pederin adı Mustafa Şevki, Halil de benim göbek adım, yani Halil Şevki de benim "bir o kadar geçerli" ismim.
Belki Türkiye'de Engin Ardıç, Avrupa'da Halil Şevki adını kullanırım, ülkemin çarpıklıklarını protesto amacıyla!
Ya da düşmanlarıma büsbütün uyuzluk olsun diye.

AHMET TAŞGETİREN

Andıçın suç niteliği neydi?

Olayın güncel boyutu "Akın Birdal'ın Çevik bir için yaptığı suç duyurusu" haberinde yer alıyor.
Yani suikasta maruz kalan Birdal, buna azmettirdiğini düşündüğü bir general hakkında dava açıyor. Güncel haberi okuyalım:
"Askere sivil yargı yolu açan yasanın ardından bir suç duyurusu da eski Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir hakkında yapıldı. DTP'li Birdal, Çevik Bir'i kendisine suikast düzenlemeye azmettirmekle suçladı.

Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt hakkında yapılan başvurudan sonra ikinci önemli suç duyurusu eski Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir hakkında yapıldı. İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı olduğu dönemde Genelkurmay'da hazırlanan andıçtaki ifadeler yüzünden suikasta uğradığını iddia eden DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal ile İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, Çevik Bir hakkında suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusunda eski generalin, "suç işlemek amacıyla yasa dışı silahlı örgüt kurma, insan öldürmeye azmettirme, suç işlemek için tahrik etme, hakaret ve iftira" suçlarından cezalandırılması istendi.

Suç duyurusunda, Sakık yakalandıktan sonra 24-25 Nisan 1998 tarihli gazetelerde Sakık'a ait olduğu iddia edilen ifadelere atfen "Akın Birdal'ın PKK ile ilişki içinde olduğu Apo ile defalarca telefonda görüştüğü, Apo'nun kendisine para gönderdiği ve 'O benim Türkiye'deki tabancamdır' dediği" haberlerinin çıktığı belirtildi. Bu haberlerden yaklaşık iki hafta sonra Birdal'ın suikasta uğradığı ve yaralı olarak kurtulduğu hatırlatılan dilekçede, daha sonra gazetelerde yayınlanan ifadelerin Sakık'a ait olmadığının ortaya çıktığı belirtildi. Suç duyurusunda sahte ifadelerin "Andıç" başlıklı "Güçlü Eylem Planı" isimli belgede yer aldığı ve altında Çevik Bir'in imzasının yer aldığı bu belgenin basına sızdırılarak haber yapılmasının sağlandığı kaydedildi. Suç duyurusunda belgedeki planların icraya konulduğu belirtilerek, "Bu belge ile Çevik Bir'in, Akın Birdal'a yönelik silahlı saldırıdaki rolü açığa çıkarılmalı ve azmettirmeden dolayı yargılaması yapılmalıdır" denildi.

Birdal, adliyede yaptığı açıklamada, 1998'de PKK'lı Şemdin Sakık'a ait olduğu ileri sürülen ifadelerin bazı gazetelerde yayımlandığını hatırlatarak, "Bu ifadelerde muhalif kurum ve kuruluşlar ile kişiler hedef gösterilmişti. Daha sonra ifadelerin, Sakık'a ait olmadığı, Genelkurmay Karargahı'nca hazırlanmış bir andıç belgesi olduğu açığa çıktı. Bu belgenin altında Çevik Bir'in imzası bulunduğunu ve dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak tarafından gazetelere servis yapıldığını öğrendik. O hedef göstermeden sonra uğradığımız hayatımıza yönelik bir olay oldu. 30 Kasım 2000'de, Bir hakkında suç duyurusunda bulunmuştuk. Fakat olumlu ya da olumsuz bir bildirim yapılmadı" dedi.

Suç duyurusu Ankara Başsavcılığı'nın yanı sıra İstanbul özel yetkili Cumhuriyet Savcılığı'na da gönderildi. İHD Başkanı Türkdoğan, suç duyurusunun Ergenekon soruşturması çerçevesinde dikkate alınmasını talep ettiklerini söyledi.

Böyle bir haberi okuduğunuzda, sivil ve adli yargı düzenlemesi ile ilgili tartışmalarda nasıl bir noktaya geliyorsunuz?

Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada "Karargah içi bir çalışma olduğu" ve uygulamaya konulmadığı savunulan "Andıç", birçok gazetecinin başını yiyor, bu arada hedef gösterilen İHD Başkanı Akın Birdal da suikasta maruz kalıyor.

Andıç'ın altında da Çevik Bir'in imzası var.

Ne yapılmalı bu durum karşısında?

Malum, 30 Kasım 2000'de suç duyurusunda bulunulmuş ama olumlu-olumsuz bir bildirim yapılmamış.

Yani Çevik Bir'in güçlü günlerinde olay hasıraltı edilmiş.

Şimdi hangi suç askeri suç sayılsın hangisi adli yargı konusu olsun, meselesi tartışılıyor.

Ne yapalım bu Andıç'ı? Bir kere "suç" sayılsın mı?

Bakın o günlerde "suç"lama üzerine herkes kulağının üstüne yatmış.

Askeri bir suç sayılıp da soruşturma açılmamış. "Genelkurmay içi bir çalışma" denip kapatılmış.

Demek ki, "Asker içinde hazırlanan andıç" yüzünden sivillerin gördüğü zarar, askeri yargı nezdinde dikkate alınmamış.

Şimdi aynı mesele, adli yargı alanında ele alınacak.

Aradan 10 yıl geçmiş.

Akın Birdal, "Ben canımdan oluyordum. Bunun bir sorumlusu olmalı" diyor.

Belki o dönemde ihanetle suçlanan ve işlerinden kovulan tanınmış gazeteciler de yargılama isteyecekler.

Belki, ifadesine müdahale edilen Şemdin Sakık da dava açacak. Cezaevindeki bir sanığın ifadesine girdiler yapma hakkını hangi asker kişiye veriyor bizim hukukumuz?

Bu da mı yargılanmasın?

Çevik Bir gibi birileri daha, andıçlar hazırlayıp, kimi sanıkların ifadelerine ilaveler yaparak provokatif bir kampanya yürütebilsin mi?

Rütbesi general olunca her şey mubah mı olsun?

-Ya generallere dava açılırsa...

Çok yadırgamamızın beklendiği bu ihtimalin karşıtı yine bir sorudur:

-Ya generallerin yaptıkları yüzünden insanlar can derdine düşüyorsa...

Anlaşılıyor ki, asker içinde, general seviyesinde bile, çok yanlış işler yapılmış... Bu, yapanın kesesine de kalmış.

Şimdi yeni yargı düzeni bunu önleyecek. Önlemeli.

AHMET KEKEÇ

Ne oluyor bu yargıçlara?

Sadece yargıçlar mı? Yüksek makamları işgal eden birbirinden değerli savcılarımız için de geçerli bu ‘ne oluyor?’ yakınması...

Konuşmayı çok seviyorlar...

Her fırsatta, her vesileyle, mutlaka siyasal sonuçları olabilecek açıklamalar yapıyorlar.

Mustafa Bumin mesela...

İki önceki Anayasa Mahkemesi Başkanı kıymetli Bumin, laiklikten eğitime, yerel yönetim sorunlarından kamu yönetimine, neredeyse her konuda konuşuyor, yorumlar yapıyor, siyasal ve toplumsal değerlendirmelerde bulunuyordu.

Daha az konuşkan bir görüntü veren bir önceki başkan Tülay Tuğcu ha keza...

Tülay Hanım’ın da neredeyse her konu için bir cümlesi var.

Katsayı meselesi mi tartışılıyor?

Hemen bir yüksek yargıç açıklaması sökün ediveriyor.

Eğitim meseleleri mi ele alınıyor, YÖK’e yeni bir statü mü tayin edilmeye çalışılıyor?

Hemen bir yüksek yargıç açıklaması sökün ediveriyor.

Kısmi anayasa değişikliği mi gündeme geliyor?

Hemen bir yüksek yargıç açıklaması sökün ediveriyor.

Meclis’te uyum yasaları mı görüşülüyor? MGK, DGM gibi sair kurumlarla ilgili yeni düzenlemeler mi yapılıyor?

Hemen bir yüksek yargıç açıklaması sökün ediveriyor.

Konuşkan yargıç ve savcılarımız arasında ilginç ve çoğu zaman ‘itiraf’ değeri taşıyan açıklamalara imza atanlar da vardı.

Biri (eski Yargıtay Başkanı Mehmet Uygun’du yanlış hatırlamıyorsam), özlük haklarını gündeme getirdiği konuşmasında, ‘hakim ve savcılarımızın vicdanlarıyla cüzdanları arasında kaldığını’ açıklamıştı da, kıyamet kopmadıysa da, ramak kalmıştı.

En renklileri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları arasından çıkıyordu.

FP ve RP’yi kapattıran sanatsever Vural Savaş, ‘Niçin kapatma davası gerektiren bir suç işlediği halde DSP hakkında işlem başlatmadınız?’ sorusuna, ‘şık olmazdı’ yanıtını vermişti.

Biraz tuhaf bir Başsavcıydı.

Dilinin de ayarı yoktu.

Mesela, haklarında siyaset yasağı istediği FP’li milletvekilleri ‘habis ur’ ve ‘kandan beslenen vampirler’ diye aşağılamıştı. Siirtlileri ‘düşman işbirlikçisi’ ilan etmiş, liberal aydınları da ‘artist olacağım diye evden kaçan ve kötü yola düşen genç kızlara’ benzetmişti.

Sabih Kanadoğlu, durup durup yeni icatlar artıyordu ortaya.

Nuri Ok, ‘aydınlanma’ya takmıştı... ‘Yargının en önemli görevlerinden biri de aydınlanmayı sağlamaktır... Devlet, toplum ve birey olarak bizlere düşen görev, bu süreçten ödün vermemektir...’ diyordu.

İyi güzel de, artık anakronik bile sayılmayacak bu ‘aydınlanma’ düşüncesi de nereden çıkmıştı? Devlet, toplum ve birey olarak bizlere düşen görevin ne olduğunu artık ‘yargı’ mı belirleyecekti? Yargının bir de bilmediğimiz ‘taşıyıcılık’ (aydınlanma düşüncesi taşıyıcılığı) görevi mi vardı?

Böyleydi işte...

Dün, konuşanlar kervanına Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker de katıldı.

Hasan Bey, askere sivil yargı yolunu açan yasayı ‘biçimsel olarak anayasaya aykırı’ buluyor.

Soru şu (Devlet Bakanı Cemil Çiçek’ten tornistan edilmiştir):

Bir demokratik ülkede, yüksek yargı mensupları, siyasetçiler gibi her mikrofon uzatıldığında açıklama yapmalı, doğrudan ‘yargılama sürecine’ müdahale etmeli midir?

Daha da önemli soru şu:

Bir yasanın anayasaya aykırılığının tespit edileceği yer Yargıtay mıdır?

15 Temmuz 2009 Çarşamba

YILDIRAY OĞUR

Cehalet okyanusları aşarsa

Öfkeyle kalkan zararla oturur biliyoruz. Peki, öfkeyle okuyan ve sonra da oturup öfkeyle yazan?

Hem de öfkelenecek öyle ortada pek bir şey de yokken. Öfkenizin nedeni ne ideolojik, ne de sınıfsal bir dertken. Tek ideolojiniz “Ay bunlara çok gıcık oluyorumizm” iken...

O da herhalde dünkü Hürriyet’te çıkan bir köşe yazısı gibi bir şey oluyor.

Büyük kafa avcısı Hürriyet, bir süre önce içindeki demokrat düşmanlığını ve Ergenekon-septik cevheri keşfedip onu kiralık olarak renklerine bağlamıştı.

Ortadoğu ve Kafkasların en mert anti-emperyalist yazarı ile Ortadoğu ve Balkanların en neo-con başlıklarını atmış gazetesini Türkiye’deki vahşi siyasi kutuplaşmadan başka hangi güç biraraya getirebilirdi ki zaten?

Eh savaşın böyle yapıldığı yerde ele geçen her New York Times gazetesi de hiç okunmadan karşı tarafa fırlatılacak taş hükmündedir. Taş atan gelen taşlarla da ağlamaz.

“Temiz Eller Savcısı’nın İbretlik Gazete İlanı” başlıklı söz konusu yazı, egosuna ve hafızasına fazla güvenen her köşe kadısı için ibretlik bir vesika olarak kesilip saklanacak cinsten.

Ama mesele bu da değil. Keşke bu kadarcık bir miyopluk olarak kalsaydı. Kalmamış. Zincirleme maddi hatalar reaksiyona girip siyaseten körlüğe yol açmış.

Ergenekon’a gıcık olup, çakma sporunun en unutulmaz ve en az doğru kullanılarak yazılmış şaheserlerinden biriyle karşı karşıyayız.

Yazı İtalya’daki Temiz Eller operasyonunun savcılığını yapmış, şimdilerde muhalif bir partinin genel başkanlığını yapan Di Pietro’nun New York Times’a bir ilan verip Berlusconi’yi “diktatörlüğe yürüyor” diye Batı’ya şikâyet etmesi üzerine.

Tabii oradan daha buralara gelinip, “geri zekâlıca” bir sivilleşme saplantısıyla malul demokratlarımız ve kimsede huzur diye bir şey bırakmayan “şu lanet olası” Ergenekon operasyonu dövülecek.

Her zamanki gibi “Bakın,” diyor yazar, “gelinen son noktada güya koskoca ‘İtalyan derin devletiyle’ mücadele vermiş olan ‘kahraman’ DiPietro’nun elinden bir şey gelmiyor. Çareyi gazeteye ilan verip, ‘uluslararası camiaya’ İtalya’ya baskı yapmaya çağırıyor.” (Bütün tırnaklar ona ait.)

Bu meselden saftirik demokratların çıkaracağı kıssadan hisse ise şu: “Sadece askerî vesayetle mücadele etmekle olmaz, demokrasileri tehdit eden sadece darbe ihtimali değildir.”

Ama “o kadar dil dökmesine” rağmen “Büyük Türk liberal ve demokratlarının çoğunun sivil otoriteryanizm tehlikesi konusunda titizlenmeye hiç niyeti yokmuş” hâlâ.

Yazıda üzerinde ‘titizlenilmiş’ tek doğru da bu “Berlusconi’nin diktatörlük hikâyesi” zaten.

Gerçekten de bin türlü kirli işi nedeniyle yargılanması gündemde olan Berlusconi bunu engellemek için Anayasa Mahkemesi’nden bir karar çıkarmaya çalışıyor: Ne tesadüf ki geçenlerde o mahkemenin iki yargıcıyla yemek yediği ortaya çıktı.

Bir nevi İtalyan usulü bir Başbuğ-Paksüt görüşmesi skandalı bu.

Ama yazarımız çubuğu oradan bükmediği için Türkiye’de bunun muadili olarak ancak Berlusconi’nin yakın dostu “Tayyip Erdoğan diktatörlüğünü” görüyor. Hani Anayasa Mahkemesi üyeleriyle yemek yemeyi bırakın, onlar tarafından az kalsın siyasetten yasaklanacak Başbakan’ı.

Hürriyet havası işte bu, çarpıyor.

Gelin, biz kafamız daha fazla karışmadan, bildiklerimizi de unutmadan bu bilgi çöplüğünü temizlemeye başlayalım.

En başta yazar Di Pietro’nun Temiz Eller Operasyonu’nu hâlâ İtalya’daki Gladio operasyonu zannediyor.(Yarı İtalyan bir Cumhuriyet yazarı sırf Ergenekon’dan bir şey çıkmaz demek için bu yanlışın yazı dizisini bile yaptıktan sonra...)

O kadar zannediyor ki, Ergenekon soruşturması bu ‘Temiz Eller’e benzetilince “O operasyondan sonra İtalya’da işler iyi gitmedi” diye bizleri uyarmış bile. Ergenekon’a bir de ad takmış: Ergenekon eller.

Ama asıl gülünecek yer burası değil. Yazar bu Di Pietro’yu pek sevmiş ki onu Ergenekon vesilesiyle yakın zamanda Türkiye’ye bile getirmiş.

Siyasi körlüğün yerini bu kez kimsenin görmediği gören gözler alıyor:

“Hatırlayalım: Bizim “Ergenekon Eller” heyecanıyla DiPietro Türkiye’ye davet edilmiş, kendisiyle konuşmalar, röportajlar yapılmıştı. Şimdi bu arkadaşları kahramanları DiPietro’ya yeniden kulak vermeye davet ediyorum.”

Söz dinleyip hatırlayalım. Evet, bir zamanlar Di Pietro da Türkiye’ye gelmişti. Ama o günlerde Ergenekon’un bir portakal çiçeğinde vitamin olma ihtimali bile tahayyül dışıydı.

Sakın “Ergenekon heyecanıyla” Türkiye getirilen İtalyan savcının adı Felice Casson, İtalya’daki o derin devlet operasyonu da Temiz Eller değil de, Gladio olmasın?

Hadi biraz ipucu; birincisi mafyaya yönelik bir operasyonken ikincisi büyük sivil katliamların da aydınlatıldığı İtalyan derin devletini çökerten bir operasyondu.

Yani yazıda demokratlara parmak sallamaların, tüm “yazıklar olsun”ların üzerine oturduğu iki temel bilgi de yanlış. Yani yazarımızın New York Times üzerinden Ergenekon’u ve demokratları bitirme planı hükümsüz.

Centilmenlik hatta mertlik yapıp, son sözü kendisini savunması için Hürriyet yazarına bırakalım:

“Ne acıklı, ne hüzünlü ama en önemlisi ne ‘düşündürücü’ değil mi? Meselemiz gerçekten demokratikleşme ise, işin düşündürücü yanını görelim, bu acıklı, hüzünlü hale düşmeyelim.”

ŞAMİL TAYYAR

HSYK’da Ergenekon şoku

Biliyorsunuz, Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), her yıl rutin olarak haziran ayı sonunda açıkladığı yaz kararnamesini, bu yıl geciktirdi.

Bu gecikmeyle ilgili Başkent kulislerinde dile getirilen iddialardan biri, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar ve davanın görüldüğü mahkeme heyeti üyelerinin görev yerlerinin değiştirilmesi girişimiydi.

Bu gelişmeyi, yargı muhabirimiz Lütfü Kaplan’ın imzasıyla 6 Temmuz günü ‘İnanılması güç bir söylenti’ manşetiyle okuyucularımıza aktardık.

Haber, özü itibariyle doğruydu. Ancak HSYK ile Adalet Bakanlığı arasında henüz masaya yatırılmamıştı.

O nedenle gazete yönetimi ironik başlık kullanmayı tercih etti.

Ne var ki, algılama güçlüğü çeken kimi yazarlar, ironik başlık üzerinden Star’a sataşmayı yeğlediler, zeka pırıltısı taşımayan ifadelerle suçladılar. Bunların başında Hürriyet Yazarı Mehmet Yakup Yılmaz geliyordu.

Maalesef, o söylenti gerçekleşti.

HSYK’da Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı ve mahkeme heyetini değiştirme girişimi, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’den döndü. Görüş ayrılıkları giderilemeyince 2 binin üzerinde hakim ve savcının beklediği atama kararnamesi gecikti.

Ergenekon davasına müdahale

HSYK’daki kararname görüşmesinde bir üye, radikal önerilerde bulundu:

1-Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların görev yerlerini değiştirelim.

2-Ergenekon davasının görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Köksal Şengün ve bir hakim üyeyi başka mahkemeye atayalım.

3-KCK operasyonlarını yürüten savcıları Diyarbakır’dan alalım.

4-Faili meçhul cinayetlerle suçlanan Jandarma Albay Cemal Temizöz’le ilgili soruşturmayı yürüten Diyarbakır’daki savcıları başka yere alalım.

Bu ifadeler bire bir böyle değil aslında. Öneride, KCK ve Ergenekon gibi isimler geçmiyor.

Ancak Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel, Ercan Şafak, Murat Yönder, Fikret Seçen ve Nihat Taşkın’ın görev yerlerini değiştiren teklif sunulunca, bakıyorsunuz hepsi Ergenekon soruşturmasında görevli savcılar.

Niyet anlaşılıyor.

Aynı şekilde, görev yerleri değiştirilmek istenen savcıların yürüttüğü soruşturmalara ve hakimlerin dava konularına bakınca KCK operasyonu, faili meçhul soruşturması ve Ergenekon davasını anlamak güç olmuyor.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Müsteşar Ahmet Kahraman, bu önerilere tepki gösterdi. Kararnamedeki gecikmenin en önemli nedenlerinden biri, budur.

Tutuklama kararına başkası baksın

HSYK üyesinin başka önerileri de oldu. Mesela, Ergenekon soruşturmasında verilen tutuklama kararlarına özel bir mahkeme heyetinin bakmasını, nöbetçi mahkeme uygulamasının kaldırılmasını istedi.

Bu öneriye bakan ve müsteşarın yanı sıra 2 üye de karşı çıkınca, maksat hasıl olmadı. Öneri, 3’e karşı 4 oyla reddedildi.

Aynı üyenin diğer ilginç önerisi ‘operasyon ve tutuklama kararlarını ilgili illerdeki özel yetkili mahkemelerin vermesi’ yönünde oldu.

Sözgelimi, Ergenekon soruşturması kapsamında bir isim Ankara’da gözaltına alınacaksa, bu kararı Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin vermesi gibi...

Bu öneri de HSYK’da kabul görmedi.

HSYK’nın rotası neden değişti?

12 Haziran 2007 tarihindeki Ümraniye baskınıyla başlayan Ergenekon soruşturma sürecinde savcılara yönelik baskının hesabı yoktur. Defalarca görevden alınmaları istendi. Ama HSYK, bu taleplere, iddia o ki, kamuoyu baskısı yüzünden pek yanaşmadı.

Şimdi birden bire, hem de kapsamı genişleterek son dönemin en derin operasyonlarına imza atmış savcıları ve hakimleri görevden alma niyetinin bu şekilde ifade edilmesinin çok özel anlamı vardır diye düşünüyorum.

Daha doğrusu, HSYK’da bazı üyeleri bu kadar cesaretlendiren ne oldu? Bu soruya verilecek cevap çok önemli. Biliyorum, ilk aklınıza gelen, ‘CHP’yi cesaretlendiren neyse, HSYK’yı cesaretlendiren de odur’ cevabıdır.

Doğruysa, çok vahimdir. Böyle bir durumda; askere sivil yargı yolunu açan yasaya tepkili TSK’nın 28 Şubat sürecindeki gibi tüm güç odaklarını harekete geçirmek istediği algısı oluşur ki, buna inanmak istemem.

İlk manşetimizdeki gibi, ‘inanılması güç bir söylenti’ demeyi yeğlerim.

Ama aksi olursa, yani söylenti doğrulanırsa, hükümet, Ağustos Şurası’nda büyük bir operasyona ihtiyaç duyabilir. Bazı komutanlara emeklilik yolu gözükebilir.

Şimdi ne olacak?

Adalet Bakanlığı, HSYK Başkanvekilinin önerilerine şiddetle karşı. Böyle bir kararnameye imza atmak niyetinde değil. Çünkü, böyle bir karar, Ergenekon ve diğer davaları Susurluk’a, Şemdinli’ye dönüştürür.

Bakan ve müsteşar dışında 5 üye, istediği kararı çıkarma çoğunluğuna sahip. Ancak, HSYK, bakanlığın temsil edilmediği toplantıda karar alamıyor. Bakanlık, çoğunluğa tesir edemese de bu ‘altın’ oyu sayesinde sürece yön verebiliyor.

Uzlaşma olursa, kararname bugün yarın yayınlanabilir. Aksi halde, 2 binin üzerinde hakim ve savcının dört gözle beklediği kararname, tümden riske girebilir.

Bir bakarsınız, bu yıl kararname hiç çıkmaz.

İki ayrı açıklama

BİRAND’IN AÇIKLAMASI

Mehmet Ali Birand aradı. Kaliteli gazeteci, yayıncıdır. Mesleğe yeni başlamış muhabir heyecanıyla sürdürür işini. Dedi ki; ‘Metin Uca ile üç aylık bir sözleşme yaptık, sözleşmesi bitince program da bitti. Öbür işi bilmem, bizimle hiçbir alakası yoktur.’

‘Öbür iş’ dediği, sürpriz bir kararla istifa eden Tümamiral Baha Eren’le irtibatıdır. Ben de ‘Ağabey boş verin bilmeseniz daha iyi olur’ dedim. O da ısrar etmedi, defteri orada kapattık.

ARIBOĞAN’IN AÇIKLAMASI

Kanaltürk’e para aktaran kuruluşlardan biri Bahçeşehir Üniversitesiydi. Rektör Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan aradı.

Şöyle dedi: ‘Yaptığınız mücadeleye saygım var ama üniversitemizin Ergenekon’la ilişkilendirilmesi bizi rahatsız etti. Kanaltürk’e ödenen paralar, Süheyl Batum’un rektörlüğü döneminde imzalanan sözleşme gereği kira bedelidir. Kanaltürk’e ait binanın bir kısmını üniversitemiz kullanıyor.’

Deniz Hanım’ın iyi niyetinden hiç şüphem yok. Süheyl Batum adını duyunca, sonra Kanaltürk’e ait binanın zaten kira olduğunu hatırlayınca, daha fazla söze hacet olmadığını düşündüm.

Çünkü, kiradan kira yaratmak maharet ister.

MEHMET BARLAS

Bilmediğimiz ve anlamadığımız her şeyi polise ihbar etmeli miyiz?

Bu haberi belki sizler de okudunuz.
Marmaris'te Uzunyalı Plajı'ndan denize giren iki İngiliz turist suda da çalışan bir metal detektörü ile yüzenlerin denize düşürdükleri bozuk paraları aramaya başlamışlar.
Bu iki İngiliz bir saat içinde 30 liralık bozuk para bulmuşlar.
Plajda kıyıdan bu turistleri izleyenler hemen polise haber vermişler.
Polis bunları alıp karakola götürmüş ve kendilerine detektöre izinsiz arama yapmanın yasak olduğu tebliğ edilmiş.
Tam "İşte biz böyleyiz" dedirtecek türde bir haber değil mi bu?
Bu İngilizler aynı aygıtla İngiltere'de ve mesela Brighton plajlarından birinde deniz dibindeki bozuk paraları arasalardı ne olurdu, tahmin edebiliriz.
Plajdakilerden bazıları onların yanına gidip suda da çalışan bu detektörü nereden, kaça satın aldıklarını sorarlardı.
Bir bölüm izleyici de bunları gülerek izler ve bozuk para bulmak için bu kadar çaba harcamaya gerek olup olmadığını tartışırlardı.
Ama kimsenin aklına polise gidip bunları ihbar etmek gelmezdi.
Biri gitse bile polis bu muhbiri azarlar ve "Siz kendi işinize baksanıza" derdi.

Astronotun çaresizliği
Yıllar önce Doğubayazıt'ta kaymakamlık yapan bir arkadaşım anlatmıştı.
Bir Amerikalı astronot uzaydan bakınca dünyada en fazla dikkatini çeken doğa görüntüsünün Ağrı Dağı olduğunu söylemiş ve bir helikopterle Doğubayazıt'a gelmiş.
Burada kısa bir süre kalıp, helikopterle Ağrı Dağı'nın zirvesine yaklaşmayı planlıyormuş.
Kaymakam durumu vilayete bildirmiş... Valilik de İçişleri Bakanlığı'na rapor etmiş durumu.
Sonunda kaymakama "Bu uçuşu engelleyin, engelleyemezseniz astronotun yanına bir kamu görevlisi katın" talimatı gelmiş Ankara'dan.
Bu talimatın gerekçesinin ne olacağını kaymakamlık görevlileri aralarında tahmin etmeye çalışmışlar.
Sonunda "Bu astronot herhalde Ağrı Dağı'ndaki maden yataklarını saptamaya çalışacak ve bizden gizleyecek" ihtimali ağır basmış.
Zavallı astronota her gün bir engel çıkartmışlar. Sonunda bir kamu görevlisini de helikoptere bindirip, havalanmasına izin vermişler. Ama helikopter yerden birkaç yüz metre yükselince bizim görevli "Üşüyorum" diye sızlanmaya başlamış ve helikopter yere inmiş.
Neticede Ağrı Dağı'nı uzaydan gören astronot, bunu yerden göremeden ayrılmış Doğubayazıt'tan.

Zor kararlar
Buna benzer örnekler sonsuza kadar uzatılabilir.
Geçenlerde Bekir Coşkun'un birlikte yaptığımız Urfa gezisinde anlattığı olayı yazmıştım.
Unutanlara veya gözden kaçıranlara hatırlatayım.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir Alman turist, kutsal balıkların bulunduğu gölün (Halil- ür Rahman Gölü) başına paletini kurup, gece gündüz balıkların resimlerini yapmaya başlamış.
Urfalılar bu turistin Hitler'in ajanı olduğunu ve balıkların model alınarak Alman denizaltılarının yapılacağını falan söylemeye başlamışlar.
Bir gece sessizce adamı izlemeye başlamışlar.
Ne görsünler dersiniz?
Alman, havuzdaki balıkları tutup yaktığı mangalda pişiriyor ve şarabına katık yapıp yiyormuş.
Neticede biz böyleyiz...
1960'lı yıllarda bir Mavi Yolculuk sırasında bir Gökova koyunun açığında demirlemiştik. Sahilde bir yaşlı adam eğilip eğilip kumlardan bir şeyler alıyordu.
Atladım, yüzerek kıyıya gittim.
Adam yaşlı bir Amerikalı mimarmış.
Ne yaptığını sordum.
- Sigara izmaritlerinin filtrelerini topluyorum. Bunlar sonsuza kadar yok olmazlar ve doğayı kirletirler ama siz Türkler pek önem vermiyorsunuz böyle şeylere, dedi.
Şimdi düşünüyorum.
Bu Amerikalıyı polise ihbar etmem gerekir miydi acaba?

İBRAHİM KARAGÜL

Çin'i İslam'la durdurmak!

Avrasya fay hattı üzerindeki krizlerin Doğu'ya kaydığını, birilerinin İran ve doğusunda yeni gerilim senaryoları hazırladığını ısrarla vurgulamak istiyorum. Sadece Pakistan/Afganistan odaklı değil, Çin ve Hindistan'ı dize getirmek amacıyla bu iki ülkeyi zora sokacak, Rusya ile birlikte Asya'nın üç ülkesi arasındaki muhtemel yakınlaşmaları sabote edecek, bu üç ülkeyle İslam dünyası arasında geleceğe dönük muhtemel dayanışmayı şimdiden bitirecek geleneksel zaaf alanları harekete geçiriliyor. Türkiye'nin dikkatini bu bölgeye çekmek istiyorum. Bölgeye; sıradan, ikili ve sadece ekonomik alana hasredilmiş ilişkiler çerçevesinde değil, geleceğin dünyasını şekillendirecek güçler mücadelesini okumak için bakmayı öneriyorum. Daha net anlatalım:

Öncelikle Doğu Türkistan meselesi, bizim en hassas olduğumuz konulardan biri. Onlarca yıldır Pekin yönetiminin Uygurlara yönelik baskıları, katliamları, soykırımı, acımasızlığı ortada. Bu konuda duyarlılıklarımızı diri tutmak boynumuzun borcu. Ortada haklı bir dava, yeryüzünün en dramatik özgürlük mücadelelerinden biri var. Ancak Urumçi'de yaşanan son acımasızlığı sadece bu kadar mı anlayacağız? Hayır. Başka şeyler de var ve bunu tartışmak zorundayız.

Zaaflar üzerinden politika belirlemek, zaaflar üzerinden bir bölgeyi denetim altına almak bugüne kadar Müslümanların yaşadığı bölgelerde hep işe yaradı. Bu güçler, gerektiğinde her türlü hassasiyeti bu amaçla kullandı. İslamcılığı bile.. Aynı politika şimdi Müslümanların azınlıkta bulunduğu ülkelere karşı kullanılıyor. Kim bunlar? Çin, Hindistan ve belki Rusya. Ne acıdır ki, Müslüman topluluklar, emperyal projelere sığınarak, onlardan medet umarak, belki sadece haklı davalarına odaklanıp ötesini göremedikleri için hem kendi ülkelerini harabolmasında malzeme oldular hem de azınlıkta bulundukları ülkelerin istikrarsızlaştırılmasına yönelik projelerde bilmeden roller üstlendiler.

Biraz daha açık yazalım:

Doğu Türkistan'da olanları izlerken, Türkiye ve Müslüman ülkelerdeki duyarlılığı takip ederken, El Kaide adına bir açıklama yapıldı: "Sincan Uygur bölgesinde katledilen Müslümanların intikamını almak için Kuzey Afrika'daki Çinliler'e saldırma tehdidi" içeren açıklama ilk bakışta tipik bir El Kaide tehdidi gibi duruyor. Hong Kong'da yayınlanan South China Post gazetesinde yer alan haberin kaynağı bir İngiliz istihbarat şirketi! Çin'e yönelik ilk El Kaide tehdidiyle karşılaşıyoruz. Kaynağın İngiliz olmasına özellikle dikkat çekiyorum. Peki El Kaide nerede Çinlileri vuracak? Ortadoğu ve Afrika'da. Çin'in ekonomik olarak, yatırım olarak en güçlü olduğu yerlerde. Sadece Cezayir'de elli bin Çinli var. Peki Sudan neden bu kadar tartışmalı bugün, Darfur sorunu neden bir anda ortaya çıktı? Bölgede yeni keşfedilen petrol kaynaklarını Batılı şirketler değil Çinli şirketler işlettiği için. Şimdi El kaide'nin hedefi Afrika'daki Çinli şirketler oluyor. Üstelik Doğu Türkistan gerekçesiyle.

Çok tuhaf değil mi?

7 Temmuz'da "Doğu İslam Çatışması" başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu konuyu önemsiyorum. Bölgedeki haklı davalar üzerinden bir oyun oynanıyor. Batılı ülkeler, Çin'i ve Hindistan'ı dengelemek için zaaflarını harekete geçiriyor. Kanaatimiz doğruysa yakında Hindistan'da çok önemli gelişmeler olacaktır. Bir Hindu-Müslüman çatışması çıkabilir. Bu yükselen ülkeler; hem azınlık sorunlarıyla istikrarsızlaştırma hem de Müslümanlara yaptıkları nedeniyle İslam dünyasıyla aralarının bozulması tehdidiyle yüzleştiriliyor. İslam dünyasıyla Asyalı güçler arasında gelecekte oluşabilecek dayanışma da şimdiden kırılmış oluyor. Rusya'nın, Çin'in ve Hindistan'ın İslam Konferansı Teşkilatı üzerinden ya da ikili ilişkiler yoluyla Müslüman ülkelerle ilişkileri konusunda ne kadar hassas olduğunu biliyoruz. Aynı yazıda muhtemel bir El Kaide saldırısının Batılı ülkelere değil, Doğu'da bazı ülkelere yönelebileceğine vurgu yapmıştım. Nitekim İngiliz kaynaklı El Kaide açıklaması bu yönde geldi.

Bence yeni bir Avrasya stratejisi uygulanıyor. Bir İngiliz emperyal stratejisi bu. Batı, İslam'ı kendi düşmanlarına karşı silah olarak kullanıyor. Asya'da Müslümanların haklı davaları üzerinden bir fırtına ekiliyor. Bir yandan haklı dava iğfal edilirken diğer yanda hedef ülkelere ağır zayiat veriliyor. Çin'in, Hindistan'ın yükselişi terörle, şiddetle durdurulacak belki. Doğu Türkistan duyarlılığımızı diri tutacağız ama aynı zamanda bu tabloyu okuyarak akıllı hareket edeceğiz.

Dikkatle izleyelim. Rusya'da, Çin'de, Hindistan'da olacakları iyi okuyalım. İran ve ötesinin nasıl gerilimlerle yüzleşeceğini göreceğiz. Afganistan/Pakistan savaşıyla birlikte fırtına daha da şiddetlenecek. Belki Tacikistan, Kırgızistan gibi ülkeler bile karışacak. İngiliz emperyal geleneği, Asya'daki hücreleri harekete geçiriyor. Bu ülkeler sadece Müslüman azınlıklar üzerinden değil, terörle de terbiye edilecek.

Türk dış politikasının karar vericileri bu endişeyi ciddiye almalı bence. Bölge ile ilişkilerimiz bu gerçek üzerinden şekillendirilmeli. Türkiye hiçbir gücün Truva atı olmamalı, Müslümanların olmasına da izin vermemeli. Asya'daki bu büyük oyun çok şeye gebe. Bu yüzden "Çin'i İslam'la durdurmak" başlığını kullandım.