28 Mart 2009 Cumartesi

"Ne doğan güne hükmüm geçer", ne de propaganda yapabilirim

Yarın genel yerel seçimlerde oy kullanmak için sandık başına gideceğiz.
Yoğun bir kampanya dönemini yaşadık.
19 Mart'tan bugüne kadar geçen sürede, "Propaganda yasakları" vardı.
Aday veya partili olmayan büyük çoğunluğun üyeleri olan bizler bu yasakların pek farkında değildik.
Oysa mesel a ilçe seçim kurullarınca gösterilenler dışında açık ve kapalı yerlerde toplu olarak propaganda yapılması da, cep telefonlarıyla belli bir merkezden yönlendirilmek suretiyle seçim propagandası yapılması da yasaktı.
Ayrıca radyo ve televizyon kuruluşlarının tek yönlü, taraf tutan yayınlar yapmaları yasak olduğu gibi bunlar siyasi partiler arasında fırsat eşitliğini sağlamak zorundaydılar.

Seçim yasakları
Propaganda yasakları bitti... Ayrıca propagandalar da bitti.
Şimdi sırada "Seçim yasakları" var.
Buna göre oy verme gününden önceki 24 saat içinde, haber ve röportaj yanında programlar veya reklamlar yoluyla kamuoyu araştırmaları, anketler, tahminler yapıp yayınlamak yasak.
Telefonlar aracılığı ile mini referandum gibi adlarla siyasi bir partinin veya adayın lehinde veya aleyhinde veya vatandaşın oyunu etkileyecek yayınlarda bulunulması da yasak.
İnternete dönük seçim yasakları da var.
Bunu Anadolu Ajansı'nın haberinden aynen verelim... Bu yasağın içeriğini anlayan internetçiler de buna uysunlar.
- Herhangi bir yayının banttan internet ortamında web yayını olarak halka izlettirilmesi durumunda ise mevcut yayının internet ortamında Türkiye'nin, hatta dünyanın her tarafından bu siteye internet aracılığı ile girilerek izlenmesi mümkün olabileceğinden, yayının verici aracılığı ile propaganda yasaklarına aykırı hareket edilerek halka izlettirilmesi halinde, yayını denetleme ve gerektiğinde yasaklama yetkisi ilçe seçim kurullarına ait olacak.
Seçim yasakları dolayısıyla, nabız yoklama anketlerinin sonuçlarını yayınlamak da yasak ya...
Aslında yasaklar başlamadan önce de bu anketlere ilişkin yasaklar ve uyulması zorunlu kurallar vardı.
Buna göre kamuoyu araştırmaları, anketler ve tahminler ancak tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk ilkelerine uyulmak koşuluyla, radyo ve televizyonlarda yayınlanabilecekti.
Kamuoyu araştırmaları ve anketler yayınlanmadan önce de, araştırmanın hangi kuruluş tarafından yapıldığı, denek sayısı, araştırmanın kim tarafından finanse edildiği açıklanacaktı.
Bilemiyorum...
Düne kadar okuduğumuz anketlerden kaçı bu kurallara uygundu acaba? Bu anketlerden çoğunun sonuçlarına bakarken, hep Nasrettin Hoca'yı hatırladım.

Hoca'nın çanağı
Bir gün bir konuğu "Hoca bugün ayın kaçı" diye sorar endişesi ile, Nasrettin Hoca ayın ilk gününden başlayarak dolabındaki çanağa bir tane çakıl taşı atarmış her gece.
Karısı bunu görünce "Hoca'ya yardım edeyim" diye düşünmüş ve Hoca uyuduktan sonra her gece o da çanağa bir avuç çakıl taşı atmaya başlamış.
Bir gün bir konuğu Nasrettin Hoca'ya "Hoca bugün ayın kaçı" diye sormuş gerçekten.
Hoca dolabın bulunduğu odaya gitmiş. Kısa süre sonra dönmüş ve konuğuna "Bugün ayın 95'i" demiş.
Konuk şaşkın "Hoca ayın 95'i olur mu hiç" diye itiraz edince sinirlenip bağırmış:
- Be adam, çanağa bakarsan bugün ayın 295'i ama ben bunda indirim yapıp söyledim sana!
Seçim yasağı öncesinde yayınlanan bazı anketler de "Herhalde bunlarda Hoca'nın karısının katkısı var" diye düşündürüyordu beni.
MEHMET BARLAS

Eğer bir şey olursa...

Mario Puzo, büyük bir yazar olmak istiyordu, Tolstoy gibi klasik bir yazar.

O tür derinlikli romanlar yazmaya uğraşırken bir de para kazanmak için Baba diye bir mafya romanı “karalamış”, bunu da tam düzeltmeden bir editör arkadaşına “şuna bir baksana” diye verip Roma’ya tatile gitmişti.

Editör arkadaşı kitabı okur okumaz çok sevmiş, Puzo henüz tatildeyken kitabı ona haber vermeden basmıştı.

Puzo önce “ne yaptın” diye çok öfkelenmişti.

Ama kitap, edebiyat tarihinin en çok okunan kitaplarından biri oldu.

Bugün Puzo’nun neredeyse diğer bütün kitapları unutuldu ama Baba, Coppola’nın çektiği harika filmin de yardımıyla bir “klasiğe” dönüştü.

O kitabı ve kitabın filmini bu kadar unutulmaz kılan sanırım bir mafya macerası anlatırken, hayatta karşılaşabileceğimiz birçok olayda tekrarlanabilecek sahneler ve sözler içermesiydi.

Hatta hayatı sadece “Baba” romanından yaptığı alıntılarla açıklayan “roman ve film kahramanları” da yaratıldı daha sonra.

Kitabı bana, daha Türkçeye çevrilmeden önce, Yaşar Kemal’in o zamanki eşi Tilda vermişti.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeydim o sıralarda.

Ankara’ya gitmek için bindiğim gece treninde kitabı başımı kaldırmadan okumuştum.

İnanılmaz derecede sürükleyiciydi ve gerçekten unutulmaz diyaloglarla ve sahnelerle doluydu.

O sahnelerden çoğunu hâlâ hatırlarım.

Hele bir tanesi var ki bugün hissettiklerime, duyduğum endişelere çok uygun.

“Baba” Corleone, rakip aileler tarafından vurulur, rakip ailelere yardım eden bir de “satılmış” polis vardır.

Baba Corleone çok ağır yaralanır.

Aile “intikam” için harekete geçer.

Baba’nın bu işlere hiç bulaşmayan kolejli oğlu Michael, “ben babamı vurduranı ve polisi vururum” der, başka birinin de bunu yapması mümkün değildir zaten.

Michael, polisi ve babasını vurduran gangsteri öldürür.

Sicilya’ya kaçar.

Baba, hâlâ yaralı yatarken, karşı taraf da bu sefer onun büyük oğlu Sony’yi tuzağa düşürüp makinelilerle tarar.

Baba, yaralı olarak yattığı yatakta durumu öğrenir.

Bütün mafya aileleriyle bir “toplantı” yapılmasını ister.

O toplantıya katılır.

Ve hatırladığım kadarıyla şöyle der:

“Benim bir oğlum vuruldu, sizin de çocuklarınız öldü. Ben oğlumun ölümünün intikamını almayacağım, oğlumu kimin vurdurduğunu araştırmayacağım, herkesle barış yapacağım ama bir şartım var. Sicilya’daki küçük oğlum Amerika’ya dönecek. Eğer o Amerika’ya dönerken başına bir şey gelirse, gemi batarsa, üstüne yıldırım düşerse bunu buradaki insanlardan bilirim.”

Bu konuşmanın özellikle son bölümü hep aklımda şu sıralarda.

Türkiye, bir yandan darbecilerini yargılıyor, bir yandan Kürt meselesini çözebilmek için adımlar atıyor.

Belli ki bir şeyler değişti ve değişiyor.

Türkiye yeni bir döneme giriyor.

Şartlar herkesi, her anlamda tatmin etmese de “barış ihtimali” gözüktü.

Dağlardaki ve kışlalardaki çocuklarımızın hayatı kurtulacak.

Birbirlerini öldürmeyecekler, ölmeyecekler.

Hiçbir çocuğun savaşta ölmeyeceği bir Türkiye, bizim için mutluluğun başlangıcı.

Biz daha önce de bir iki sefer böyle bir ihtimale yaklaşmıştık ve o ihtimalleri ortadan kaldıran “korkunç” olaylar gerçekleşmişti.

O yüzden, tam da bu umutlu noktada baba Corleone’nin konuşması tekrarlanıyor zihnimde:

“Eğer bu ülkede Ergenekon çetesinin ortaya çıkması için çabalayan bir gazeteci ya da bir yazar zehirli bir hastalığa tutulursa, trafik kazası geçirirse, arabası havaya uçurulursa, vurulursa ya da Dağlıca ve Aktütün benzeri bir baskın gerçekleşirse, 33 asker olayında olduğu gibi genç askerler topluca katledilirse, Güçlükonak’ta olduğu gibi bir minibüsteki insanlar makinelilerle taranıp yakılırsa, bunu Ergenekon’un devlet kurumlarının içindeki uzantılarından bilirim.”

Benim bilmem bir mana ifade etmez elbette.

Bunu herkes böyle bilsin ve söylediklerim bir “manaya” kavuşsun diye yazıyorum zaten bunları.

Biz artık bütün faili meçhul cinayetlerin devlet görevlileri tarafından işlendiğini, Dağlıca ve Aktütün baskınlarının soru işaretleriyle dolu olduğunu, 33 askerin, o askerleri korumasız bir otobüsle yola çıkaranlar tarafından bile bile ölüme gönderildiğini, Güçlükonak’ta bir minibüste cayır cayır yanan insanların kimliklerinin sapasağlam bir halde bir çavuşun cebinden çıktığını biliyoruz.

Ne zaman barışa yaklaşsak, ne zaman bir özgürlük ve demokrasi umudu doğsa, devletin içinden uzanan bir el insanları öldürüp o umudu boğuyor.

Bunları o kadar çok yaşadık ki artık faillerin kimler olduğunu anladık.

Ardı ardına ortaya konan dosyalar bize gerçekleri gösterdi.

Susurluk devletin içinden çıktı.

Ergenekon devletin içinden çıktı.

Bizim haberlerimizde de göreceğiniz gibi bütün bu “vatansever” çetelerin ve darbecilerin ardında olağanüstü büyük paralar, servetler var.

Sahibi belirsiz milyonlarca dolar dolaşıyor bu çetecilerle darbecilerin elinde.

Bu paraları kaybetmek istemiyorlar.

Onun için barışı engelleyebilmek için ellerinden ne gelirse yapıyorlar.

Barışa çok yaklaştık, dikkatli olun ve bence şu cümleyi tekrarlayın:

“Eğer bir şey olursa bunu devletin içindeki birilerinden bilirim.”

Ahmet Altan

Muhsin Yazıcıoğlu

Bu satırları yazdığım sırada "Artık ümit kalmadı" deniliyordu; Muhsin Yazıcıoğlu helikopter kazasında hayatını kaybetmişti. Kimdi o? Çok tarifler yapılabilir. Bence gerçekten iyi bir Türkiye'liydi. Onda politikacı ahlâkı değil, İslâm ahlâkı vardı. Doğruydu dürüsttü, faziletliydi, şeffaf ve temiz bir siyasetçiydi. O zaten siyasete benlik, şöhret, ikbal ve servet için girmemişti. İnançları ve ideallerine hizmet için giymişti o ateşten gömleği.

Ahlâklı, faziletli, değerli bir kimseydi ama büyük bir kusuru vardı: Parasızdı. Siyaset çarkının parayla döndüğü bir ülkede bu ne demektir bilir misiniz? Sadece siyaset değirmeni mi parayla dönüyor?.. Para her şeyin muharrik gücü...

İnançlı ve doğru bir Müslümandı, ibadet vazifelerini yerine getirirdi. Bunlardan bir rant elde etmeyi aklının köşesinden geçirmezdi.

Ahlâklı ve faziletli yaşadı ve öyle öldü.

Garik-i deryâ-yı rahmet olsun.

Neş'enizi Kaçıracak Bir Haber

Yine neş'enizi kaçıracak bir konuya temas edeceğim: Beklenen deprem. Bir uzman birkaç hafta önce uyardı: Marmara'daki su çekilmeleri gel git hareketi değilmiş... Karada, denizde çok alâmetler belirmiş...

Artık kanıksadık, bu gibi haberler bizi pek ilgilendirmiyor.

Başka konular var: Seçimler...Yolsuzluklar...Çekişmeler... Rezaletler ve cinayetler...Başı testereyle kesilen kız hadisesi varken şimdi deprem konuşulur mu?

Altı ay kadar önce, Japonya'dan resmî davetle gelen bir deprem uzmanı ne demişti: İstanbul'daki binaların yüzde 65'i yıkılacak. Hattâ, yeni yapılan sözde dayanıklı binaların bir kısmı da...

Kaç defa yazdım, tekrar edeyim. İstanbulFatih'teki meşhur Akdeniz Caddesi'ndeki bütün binalar teker teker muayene edildi ve neticede, o koskoca caddedeki üç bina dışında gerisinin 7 küsur şiddetindeki bir depremde yıkılacakları ortaya çıktı. Çıktı da ne oldu? Tedbir falan alındığı yok. Hayat devam ediyor, eski hamam eski tas.

Karıncalar bile depremden önce yuvalarından kütle halinde çıkıyormuş. Başta sorumlular olmak üzere bizde karınca kadar akıl kalmamış.

Deprem Dede ne demişti: Deprem beklentisi ve tehdidiyle birlikte yaşamaya alışmalıyız...

Artık iyice alıştık.

İnşaallah olmaz. Olursa, sağ kalan rantçılara büyük fırsatlar doğacak.

Ya yağmacılar?..

20'nci asrın başlarındaki büyük San Fransisco zelzelesinden sonra yağmacılar harekete geçmiş. Devlet karar almış, yağma yaparken yakalananlar, hemen ayak üstü bir mahkemede yargılanıp ilk elektrik direğine asılmış.

Sanatını Yitirmiş Toplum

Liselerde mutlaka iyi okutulması ve öğretilmesi gereken bir bilgi dalı vardır. Estetik... Bizde mantık okutulmadığı gibi, estetik de okutulmuyor. Yeni nesillere doğru dürüst estetik okutulmuş olsaydı, Türkiye bu kadar çirkinleşmezdi.

Medeniyetin üç temel boyutundan biri güzellik, sanat, insana haz ve zevk veren şeylerdir.

Beyoğlu'na bakıyorum, üslubunu beğenseniz de beğenmeseniz de Sultan Abdülhamid devrinden kalan binalar daha güzel, daha haysiyetli. Yeni binalar çirkin.

Osmanlı'nın son yıllarında yapılmış olan Sultanahmet hapishanesine (DersaadetCinayet Tevkifhanesi) bakınız; ne kadar güzel, ne kadar sanatlı. Hiçbir kurul, bu binanın yıkılmasına rapor veremez.

Sağmalcılar'da modern bir cezaevi vardı. Tahliye edildi ve geçenlerde yıktılar. Niçin? Hiçbir mimarî ve sanat değeri yoktu.

İyi, vasıflı, güçlü bir toplumun aynı zamanda doğru/dürüst ve güzel olması gerekir.

Mimarlıkla ilgili eserler, binalar, evler, resmî yapılar güzel olacak.

Şehirler güzel olacak.

Yollar güzel olacak.

Kılık kıyafet güzel olacak.

Bahçeler, parklar güzel olacak.

Deniz kenarları güzel olacak.

Kaldırımlar güzel olacak.

Velhasıl her şey güzel olacak.

İstanbul'da dev gökdelenler yapılıyor. Bunların hiçbiri korunma altına alınmıyor. Gerekirse yıkılır ve yerine yenisi yapılır. Niçin korunmuyor bu binalar? Çünkü güzel değiller, sanatlı değiller.

Okullarda sosyoloji okutuluyor da (doğru dürüst okutulsa bari...) niçin mimarlık okutulmuyor? Sosyoloji henüz oturmamış bir bilgi dalı. Mimarlık ise insanlık kadar eski ve köklü.

Güzel giyinmek, güzel görünmek için bilhassa kadınlar avuç avuç para harcıyor, çırpınıyor. Acaba gerçekten güzel olabiliyor, güzel görünebiliyorlar mı?

İstanbul'da oldukça büyük tarihî bir camiye gidiyorum. Mihrabın sağında ve solunda iki saat asılı. Tahtakale'de 15-20, bilemediniz 25 liraya satılan iğrenç, çirkin, zevksiz, sanatsız işporta saatleri. Pilli saatler. Zevk-i selim sahibi bir Müslüman bu berbat, ucuz saatleri affedersiniz helâsına bile asmaz. Kim asıyor bunları camilerin kıble duvarlarına?Üstelik de bir tane değil, iki tane.. Simetrik olsun!

Kim ne derse desin, Türkiye sanatını, estetiğini, güzelliğini yitirdi. O canım sahillerimizi ne hale getirdik. Gürcistan'a kadar uzanan o Karadeniz sahil yolu ne iğrenç bir yoldur. Daha yukarıdan yapılsaydı da, denizin mavisi ile karanın yeşili arasına o iğrenç katranlar dökülmeseydi olmaz mıydı?

Dilimiz de estetiğini yitirdi.

Ucuz hacı seccadeleri niçin bu kadar zevksiz? Makinede dokunurken biraz zevk, sanat katılsa; Selçuklu, Beylikler, Osmanlı motiflerinden ilham alınarak üretilse...

Ürettiğimiz otomobiller, dizayn bakımından sanatlı mı?

Latin yazısını (Türk yazısı değildir) ne kadar çirkin yazıyoruz. Şu koskoca İstanbul'da Latin harfleriyle sadece 20-30 güzel kitabe vardır ancak. Onlar da Hattat Hamid'in, Profesör Emin Barın'ın, Savaş Çevik ve birkaç sanatkârımızın yazılarıdır.

Güzel olmayan şeyler iyi değildir.

Bugatti ne demiş? "Güzel olmayan bir otomobil iyi bir otomobil değildir."

Mimarlığın babası Vitruvius şöyle diyor: "Bir yapıda üç şey lazımdır. Sağlam olacak, kullanışlı olacak, güzel olacak."

İstanbul'da, Bizans'tan ve Osmanlı'dan kalan binalar olmasa, şehir bir beton çöplüğüne dönüşür.

Maziye sövüp sayanlar niçin Ayasofya, Süleymaniye, Sultanahmet gibi anıtlar dikemediler?

Küfür etmek kolaydır ama güzel eser vermek zordur.

Küfürbazların modern sarayları, Devlet-i Aliye'nin Sultanahmet Hapishanesinin ayaklarına su dökemez.

Kültürümüzü yitirdik.

Ahlâkımızı yitirdik.

Sanatımızı yitirdik.

Bunları yeniden kazanmak için neler yapıyoruz?

M. Şevket Eygi

İpini kıran sandık başına * * *

-Yav abi, tamam vatandaşlık numaralı yeni kimlik belgesi ibraz edilmesi filan şartını getirdik fakat bu bidon kafalıları sandıktan uzak tutmaya yeter mi bilmiyorum.

-Daha ne olsun canım-ciğerim; partili sandık üyelerine başörtüsü yasağı da koyduk güüm diye. Şimdi bu cahil halk bu karardan nasıl tırsacak göreceksin; zannedecekler ki başörtüsü ile sandık başına gelmek yasaklandı; evlerinde oturacaklar akşama kadar, kıh, kıh...

-Bu kamusal alan kavramını hangi büyüğümüz icat ettiyse heykelini dikmek lazım arkadaş! Çengelli iğneden sonra yapılan en şâhâne buluş budur bence. Müthiş!

-Aah ah; rahmetli dedem bir anlatırdı 1946 seçimlerini!.. Sandıkların başına dikiyorsun polisi jandarmayı. Güvenilir memurları görevli tayin ediyorsun. Oyu zarfa koymak filan yok ha! Oy pusulası açık; o kadar adamın önünde bassın bakalım yüreği elveriyorsa şunun-bunun partisine...

-Ben hep söylerim abi; zarf kullanmak israf, ne lüzum var? Bak, hesab ettim; açık oy sisteminde zarf kullanılmadığı zaman ne kadar tasarruf ediliyor biliyor musun?

-Sözümü kesme mîrim; şurda iki satır nostalji yapıyoruz kendimizce. Diyelim ki bidon kafalı kerata, herşeye rağmen bastı mührü bu alçaklara; istediği kadar oy verdim zannetsin herif! Akşam olunca kapılar kapanıyor, sandıklar dökülüyor; aslında dökmeye bile lüzum yok. Açık oy gizli tasnif. Yaz mazbataya aklına geleni, yekûn tutsun kâfi! Gerici muhaliflerin oy pusulalarıyla sobayı tutuşturup üstüne kestaneleri sıralıyorsun, beri tarafta sıcacık çay...

-Ay canım nasıl çekti; ne güzelmiş değil mi; ama biz de elimizden geleni yaptık eğer takdir eden olursa. Vasî tayin etmiş engellileri de sandığa kadar yormuyoruz meselâ; kıymetini bilene müthiş bir hizmet.

-En güzeli güvenlik görevlilerinin kayıtlı olduğu yerde oy kullanması oldu bence. Ne yapar Türkiye çapında? Yüzde 1 eder mi; yarım olsun hadi. İki satırlık kararımıza bakıyor neticede. Adamlar 1 puanlık oy sıçraması için milyonlarca dolar harcayıp propaganda yapadursun. Tak, bir karar...

-Bir de şeyapsak diyordum biliyor musun; meselâ iyihal kağıdı göstersin seçmenler. Ne bileyim sağlık raporu istenilse, katılım oranı sekiz-on puan düşmez miydi azizim?

-Benim de aklıma geldi ama, biraz çekiniyor insan ne de olsa. Meselâ AB ülkelerinin vize için koyduğu şartlar var ya; hani ehliyet, banka cüzdanı, tapu, maaş bordrosu filan istiyorlar. Onlardan isteyeceksin; bak bakalım sandığın yüz metre civarından geçebiliyor mu bu karnını kaşıyanlar?..

-İyi de azizim, bak biz burda riske girip elimizden geleni yaparak ülkemize hizmet etmeye çalışıyoruz ki, cahil-cühelâ takımı mis gibi Cumhuriyeti ele geçirmesin diye; peki bu bizimkiler ne yapıyor Allah aşkına. Bir yığın beceriksizlik. O videoyu seyrettin değil mi?

-Hangi video; şu içinde p... lâfı geçen video mu?

-O işte, televizyoncu mudur nedir, üfürüyor hava atmak bizimkine. Bizimki de evet evet diye tasdik ediyor adamı. Yok azizim, patlak çuval bu kadar yama tutar işte. Sen burada yetkilerini zorluyorsun, oy kullanmaya bir şey getirmeye çalışıyorsun, adam orada bir lâf ediyor övünmek için. Gümm! Bak göreceksin yine perişanlıktır halleri... Pazartesi sabah belli olur.

-Abi şu 46 seçimlerinden bahsetsen yine; ne güzel seçimmiş o seçim be abi?

-Yahu güzel kardeşim; aslına bakarsan, ondan önceki seçimlerde meselâ halkın şunun-bunun haddine mi düşmüş sandığa gitmek, rey vermeye kalkışmak? Mümkün değil! Sadece vatandaşlar!.. Sinekkaydı tıraş olunuyor, kravat, beyaz gömlek... Kadınlar tayyör, şık şapkalar iskarpinler. Böyle Beyoğlu'na çıkar gibi gidilirmiş sandığa. Üstelik seçilecekler de önceden belli olduğu halde... Şimdi ipini kıran sandık başında alıyor soluğu birader... Sonra da mollalar devleti ele geçiriyor bunların yüzünden. Şeytan diyor, bin zaman makinesine, bas git 1946'ya, bir daha da gelme!..

-Aman abi? Ne diyorsun; bakalım ülke buna hazır mı?

A. Turan Alkan

Kamutalizm

Son ayların en popüler tartışma konuları arasında, kapitalist ekonomik sürecin geleceği var. Ülkeler, yüzyılın ekonomik sistem galibi kapitalizm ile yola devam edecek mi, etmeyecek mi? Kamu müdahaleleri ve en hafif yansıması regülasyonların devreye girmesiyle, yaralanmış ve değişime uğramış sistemi, aynı isimle adlandırabilir miyiz, adlandıramaz mıyız? Bunlara cevap arandı ve aranmaya da devam edecek.

Kapitalist sistemin kendi içinde eksik yanları olabilir, ancak sistemi tek başına suçlamak da ne kadar doğru olur? Nihayetinde sistemi kullanan insanların, gerek işveren olarak, gerekse yönetici olarak, ahlaki zayıflıkları ve zaaflarının da yaşanan çöküşte ve sonrasında etkili olduğu açıkça görülüyor.

Üst düzey yöneticiler, aldıkları yanlış kararlar ve öngörüsüzlükleri ile şirketlerini zarara uğrattılar, faturasını çalışanlarına keserek, işten çıkarttılar, ortaklarını ve paydaşlarını hayal kırıklığına uğrattılar. Hatalarının tamamını ekonomik sisteme mal ederek, kamu desteği almak için tüm baskı unsurlarını da kullandılar. Sonuç olarak, devlet tarafından, üretim için, istihdamın devamı için şirketlerine aktarılan kamu desteği likiditesinden, öncelikle primlerini alma zafiyeti gösterdiler.

Bu yöneticilerin ahlaki erozyonu kamuoyunda ciddi tepkiler oluşmasına yol açtı. Belki dikkatleri çekmiyor olabilir, ancak gün geçtikçe kamu yönetimi, özel teşebbüsün karar alanına girecek kadar, ileri derecede kararlar alıyor, almak zorunda kalıyor.

Küresel krizin başlangıcında aktarılan kaynaklar karşılığında, kısmen kamulaştırılan çok büyük reel sektör ve finans sektörü şirketleri oldu. Kamu, özel sektörün imdat çığlıklarına kayıtsız kalmadan tarihin en büyük para aktarma operasyonlarına, dünyanın tüm gelişmiş ekonomilerinde karşılık verdi. Bazı şirketler ikinci kez mali destek alma zorunda kaldılar.

Bu noktada, sistemin verdiği serbestliğin kullanımı konusunda, bireylerin ahlaki boyutu ne kadar suistimal ettiğini gösteren uygulamaları ortaya çıktı. Milyarlarca dolar zarar eden şirketlerin yöneticileri ABD ve Avrupa da kendilerine prim almaktan kaçınmadılar. Aktarılan kaynaklara rağmen kurtulma emaresi göstermeyen şirketlerin yöneticilerinin bu davranışı, hükümetleri harekete geçirdi.

Başta ABD ve Fransa olmak üzere, gerek primlere ve ücretlere sınır koyarak, gerekse primlerin vergi limitini arttırarak yöneticilerin bu konudaki aşırılıklarını törpüleme yoluna gittiler. Dolayısıyla bundan sonra kamu desteği alan şirketlerin üst düzey yöneticilerinin maaşlarını ve primlerini de devletin aldığı kararlar çerçevesinde belirlenecek. Müdahaleler sınırları zorlamaya başladı ve bunun tek suçlusu özel sektördeki yönetim kadroları.

Denetim mekanizmalarının devreye girmesi, özel teşebbüste artan kamu payları, sistemin işleyişi ve normalleşmesi için yeterli olmadı. Yeni bir dönemin başlangıcındayız, bu dönemde uygulanan sisteme artık rahatlıkla kapitalizm diyemeyiz, belki Kamutalizm ismi daha uygun olur.

Kapitalist sistemin işleyişinde olan ve olması muhtemel aksaklıkları, sistemin kendi içinde düzeltileceğine dair oluşan mantığa artık veda edilmiş oldu. Ve bunun suçluları arasında en fazla pay sahibi olanlar, sistemin en büyük menfaattarları ve çıkar sahipleri oldu. Onlara söylenecek tek şey Kamutalizm çağına hoş geldiniz.

Önümüzdeki dönem ekonomik aktivitelerde canlanma olabilir, ülkeler büyümeye başlayabilir, ancak kamunun, ekonomideki aktif yaklaşımdan çekilme süreci, görünür vadede zor görünüyor.

Mehmet Ziya Gökalp

Dolardan kaçış çabaları

Nisan başında Londra'da yapılacak olan G–20 zirvesi öncesinde ülkeler eteklerindeki taşları bir bir döküyorlar. Bizim de dahil olduğumuz bazı ülkeler, ekonomilerinde krizin etkilerini minimize etmek için paket üstüne paket açıklarken, dünya ekonomisinde “at başı” giden ülkeler ise daha farklı hesaplar içerisindeler.

Yıllardır kendisini “rezerv para” dolarla dünyaya finanse ettiren ABD'ye karşı bir tepki oluşmuş durumda. Rezerv paraya tepki hareketinin başını Çin ve Rusya çekiyor ve de kendilerine yandaş arıyorlar. İlk etapta yeni bir dünya parası fikrine destek veren ülkelerin başında ise Brezilya, Güney Kore, Hindistan ve Güney Afrika geliyor.

Tepkinin bu iki ülkeden yükselme nedeni ise, ABD merkezli global krizin en çok Çin ve Rusya'da maddi erozyona sebep olması. Her iki ülke de, önümüzdeki dönem dolarda yaşanabilecek olumsuz gelişmelerden oldukça rahatsız. Tabii ki olayın bir de siyasi tarafı bulunmakta. Hazır, ABD ekonomisi bu kadar zayıflamışken ve doların istikrarına ilişkin kaygılar zirve yapmışken yeni bir uluslararası para sistemini gündeme getirmenin tam sırası diye düşünüyorlar...

Çin, yıllardır dış ticaret yoluyla yaptığı devasa kazanımları “mecburen rezerv para” olan dolar cinsi varlıklara yatırıyor. Dünya toplam rezervi olan 7 trilyon doların, 2 trilyon doları Çin'e ait. Ayrıca 740 milyar dolarlık ABD hazine bonoları da piyasa tabiri ile eline yapışmış durumda...

Rusya'da ise, yeni yetme Rus oligarkların kriz nedeni ile petrol, emtia ve borsada ne kadar kayba uğradığına dair çeşitli spekülasyonlar yapılsa da ortalama 300 – 400 milyar dolar civarında bir kayba kesin gözü ile bakabiliriz. Rusya, aslında 2002 yılından bu yana Ruble'yi konvertibl olarak bölgesel bir para birimine dönüştürmek istiyor. Ayrıca son yıllarda sürekli olarak doların alternatifsiz tek rezerv para birimi olmasını her fırsatta eleştirerek dolar rezervlerini de kademeli olarak azaltmış durumda.

Yılların birikimleri olan varlıklarını “mecburen” dolar olarak tutanlar, doların güvenilirliğine olan inanç azaldıkça doğal olarak endişe duymaktalar. ABD sıkıştıkça dolar basmaya devam ediyor. ABD'de ortaya konan tüm kurtarma paketleri aslında karşılıksız para basmaktan başka bir şey değildir. (Sanki düne kadarki doların bir karşılığı varmış gibi) ABD dolar bastıkça, ellerinde yüklü dolar varlıkları olan ülkeler, varlıklarının değerinin ileride eriyeceğini düşündükleri için uykuları kaçıyor. Artık kimse ABD'yi fonlamak istemiyor.

Dünya dolardan kaçmaya çalışıyor. Bu kaçışı da yumuşak bir zeminde yapmak için IMF'nin kontrolünde yeni paranın oluşturulması gerektiği dillendiriliyor. Ancak dolara alternatif bulmak kısa vadede halen son derece zor. Ama bir kere ok yaydan çıktı…

Çin ve Rusya'nın hiçbir ülkeye bağlantısı olmayan yeni bir global para oluşturulması fikrine ABD'nin “doğal olarak” sert çıktığını görüyoruz. Ayrıca, ABD karşı atak olarak, Çin'in elindeki 2 trilyon doların bir bölümünü kaynak arayan IMF'ye kullandırmasını istiyor. Önümüzdeki günlerde karşılıklı hamleler atılmaya devam edilecek.

ABD Başkanı Obama; doların halen güçlü olduğunu(!) ve yeni bir para birimine ihtiyaç olmadığını dünyanın gözünün içine baka baka rahatlıkla söyleyebiliyor. Obama'ya göre; doların şu andaki gücü, yatırımcıların ABD'yi dünyanın en istikrarlı siyasi sistemi ve en güçlü ekonomisi! olarak görmelerinden kaynaklanıyor-muş.

Obama'ya kim inanır bilemem, ama ben inanmıyorum.

Doların hükmünün bitmesi demek zayıflayan ABD hegemonyasının sonu demektir. Bu durumda da ABD artık kendini dünyaya fonlatamayacaktır. Bu nedenle de ABD pes etmeyecektir.

Dünyanın her yerinde farklı siyasi entrikalar içerisinde olan ABD'nin doların değerini ayarlamak için ekonomik verilerle oynayabilme ihtimalinin unutulmaması gerekir…

Bu ihtimalleri ve kaygıları şu anda en yoğun hesaplayan Çin ve Rusya'nın işbirliği ile dolardan kaçış çabaları “dolar savaşı”nı başlatmıştır.

Fevzi Öztürk

Suikast olabilir mi?

En yakınlarından BBP Genel Başkan Yardımcısı Remzi Çayır, helikopterle seyahat konusu ilk açıldığında, Muhsin Yazıcıoğlu'ndan aldıkları tepkiyi şöyle aktarmış: "Bırakın bu helikopter işlerini, hava koşulları kötü olunca uçamayız. Tehlikeli bir şeyler olur. Beni öldürecek misiniz?"

Kırmızı helikopteri TV'de ne zaman görsem bu tepkiyi hatırlıyorum. Siyaset böyle bir şey, siz istemeseniz -hatta itiraz etseniz- de sizi o helikoptere bindirirler...

Son zamanlarda devlet adamlarının yediği-içtiğine dikkat ediliyor; cumhurbaşkanı ve başbakanın yanında gözleri yediklerinde olan insanlar var. Bugün en kolay suikast türü 'gıda zehirlenmesi' çünkü... Yakın geçmişin muhataralı günlerinde, Org. Hilmi Özkök de, bir süre sefertasıyla ev yemeği taşımıştı Genelkurmay Başkanlığı'na...

Benzer bir tedbir binilen araçlar için de düşünülmeli, düşünülmüşse daha dikkatli olunmalı; özellikle de tekerlekleri yerden kesilen araçlar için... Org. Eşref Bitlis'i kendisine en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda garip bir uçak kazasında kaybetmiştik (17 Şubat 1993). Pakistan lideri Ziya-ül Hak olağanüstü dikkatliydi; dikkatinin dağılması için Amerikan Büyükelçisi Arnold Raphel ile birlikte seyahat etmesi gerekmişti... Herkesin 'tuhaf' dediği bir uçak kazasında (17 Ağustos 1988) birlikte öldüler...

Siyasetçiler son zamanlarda daha fazla uçakla ve helikopterle seyahat ediyorlar, onların bindiği araçlar normalin üzerinde kaza geçiriyor. Amerikalı politikacıların maruz kaldığı uçak/helikopter kazalarına şöyle bir göz attım, ortaya çıkan tablo beni ürküttü: Çoğu Temsilciler Meclisi üyesi, birkaçı ise senatör ve vali konumundaki politikacıların son 30 yılda uğradığı uçak kazası sayısı 20'ye yaklaşıyor...

Reagan döneminin 'İran/Kontra Skandalı'nı araştıran 'Tower Komisyonu' başkanı Senatör John Tower bunlardan biri (5 Nisan 1991).

Bir diğeri de Başkan John Kennedy'nin uğradığı suikastı soruşturan 'Warren Komisyonu' üyesi Hale Boggs... Komisyon Kennedy'yi öldüren Lee Harvey Oswald'ın tek başına hareket ettiği kanaatini raporlaştırmıştı; Boggs ise suikastın çete işi olduğuna inanıyordu. O yolda açıklamalar yapmaya başlamasından kısa süre sonra uçağı düştü (16 Ekim 1972).

İçinde iki önemli politikacı bulunan Boggs'un uçağının enkazı o gün bugündür bulunamadı.

John Kennedy'nin kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunun hayatı da bir uçak kazasında sona erdi (16 Temmuz 1999). Karizmatik bir kişiliği vardı yakışıklı Kennedy Jr'un; politikaya da yakın duruyordu.

Genel kanaati 'bizim ülkemizde uçak veya helikopter kazası cinsinden ince suikastlar sahneye konulamayacağı' olan, ama yine de böyle alengirli konularda akıl danıştığım bir dostum, “Ben olsam, bu olayda iki konu üzerinde yoğunlaşırdım” dedi bana: “İlki şu: Neden ilk gelen haberler aramayı geciktirecek türdendi? 'Muhsin Bey iyi durumda, şu anda hastanede dinleniyor' bilgisini kim pompaladı?”

Gerçekten önemli bir nokta bu. Yeni Şafak Ankara Bürosu ne zaman '155' ile temas kursa, bilgi veren görevli, “Henüz helikoptere ulaşılamadı” diyordu; ama aynı saatlerde birileri ısrarla farklı bilgi sundu kamuoyuna...

Dostumun ikinci yoğunlaşma alanı da helikopterin uyduruk oluşuydu. “Havanın iyi olduğu bir gün İstanbul üzerinde turistik geziler için tercih edilebilecek uyduruk bir araç, nasıl olur da, hâlâ kış şartlarından kurtulamamış bir dağlık bölgede uçuş için kiralanabilir?”

Siyasi romanlar da yazan BBP Genel Başkan Yardımcısı Remzi Çayır'ın aktardığı Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopterle taşınmaya gösterdiği tepki bu bakımdan önemli. Onun helikopterinin düştüğü gün arama faaliyeti yapması beklenen askeri Skorsky helikopterleri 'hava uçuşa elverişli değil' diye kalkamıyordu.

İnsanın aklı bu tür noktalar üzerinde yoğunlaştıkça çaresizliğini daha da anlıyor...

Biraz önce Senatör Boggs'un Alaska üzerinde düşen uçağının enkazının bugüne kadar bulunamadığına işaret etmiştim. Amerika'da oluyor bu.

Görüştüğüm dostum siyasi suikastlar tarihinde benzer vak'alara fazlaca rastlandığı görüşünde. “Siyasi suikastlarda hedef bazen suikasta uğrayan kişidir, bazen de onu sevenlerin vereceği tepkilerle doğması beklenen infiali elde etmektir” dedi. Ona göre, Çetin Emeç şahsen hedefmiş, Necip Hablemitoğlu da öyle; buna karşılık Bahriye Üçok ile kitlesel infial amaçlanmış... “Uğur Mumcu ise hem şahsen hedefti, hem de suikastıyla kitlelerin sokaklara dökülmesi planlanmıştı” dedi.

“Suikast mı?” sorusuna cevap olarak, Muhsin Yazıcıoğlu'nun kayınbiraderi de olan Ak Partili TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil, “Belki pilotaj hatası olabilir, ama suikast olacağını sanmıyorum” demiş...

Taha Kıvanç

Namaz kılmak keramettir

Biz Müslümanlar günde beş vakit namaz kılarız. Bu beş vakit namaz sünnetleriyle beraber 40 rekat eder. İlaveten Peygamberimiz'in kıldığı kuşluk, evvabin ve teheccüd namazlarını da buna ilave edecek olursak bu namazların rekatı toplam 58 eder. Her rekatta Fâtiha Sûresi okunur. Fatiha Suresi namazlardan sonra yemek dualarından sonra, Kur'ân-ı Kerim okunduktan sonra, mezarlıklardaki mevtalara üç ihlâs bir Fatiha okunduktan sonra, geçmişlerimizin ruhuna okunduktan sonra ve çeşitli vesilelerden sonra Fâtiha Sûresi okunur. Günde birMüslüman yüzden fazla miktarda Fâtiha Sûresi'ni okur/ hepimiz okuyoruz.

Hayatımız boyunca Allah (c.c.) bize bu Sûreyi okutuyor.

Niçin okutuyor?

Hesabımızı doğru dürüst ve aksatmadan yapalım... Ahireti unutmayalım. Ebedi âlem için hazırlık yapalım diye okutuyor.

Fâtiha Sûresi Kur'ân-ı Kerim'in özetidir. Açıklaması yıllarca sürecek kadar geniştir.

Hanımlara özel günlerinde Kur'ân-ı Kerim okumak yasak olduğu hâlde duâ niyetiyle bu Sûre'yi okumalarına cevaz verilmiştir. İşte bunun nedenini iyi kavramak lazım.

Sûre'de: Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Sen'den yardım dileriz" diye hâlimizi Rabbimize arz ettikten sonra dileklerimizi sıralayarak taleplerimizi Mevlâ'mızdan dileriz. Arzederiz ki Rabbımıza:

"İhdinassırata'l Müstagîm" (Ya Râbbi!) Bizi doğrudan doğruya cennete ulaşan yola sevket...

O yol nedir?

"Sırata'l-lezine En'amte Aleyhim" kendilerine nimet verdiğin ne kadar insan varsa onların yoluna...

• Peygamberlik vermişsin o yolda.

• Şehidlik vermişsin o yolda.

• Nübüvvet vermişsin o yolda.

• Sıddık vermişsin o yolda.

• Sâlih vermişsin o yolda.

• Veliyyullah vermişsin o yolda.

• Nimet vermişsin o yolda.

• Kimisini Veli yapmışsın.

• Kimisini Nebi yapmışsın.

• Kimisini Sâlih yapmışsın.

• Kimisini Sıddık yapmışsın.

• Kimisini Şehid yapmışsın.

İşte bunların yoluna günde en az yüz defa talip oluyoruz.

Hayatımız boyunca Allah (c.c.) bu mübarek Sûre'yi sürekli okutuyor.

Hesabımızı unutmayalım, yaparken de şaşırmayalım, şeytan askıntılık yaparsa ona da aldanmayalım diye Rabbimiz bizlere bu Sûre'yi okutuyor.

Şaşarsak, hesaptan kaçarsak hesaplaşmadan kaçamıyacağımızı bilelim diye bize Fâtiha'yı okutuyor.

Herkes biliyor ki, hayatın akışı akıp gidiyor. Kimse onu durduramıyor.

Kabir kapısı kilitlenemiyor.

Ölüm öldürülemiyor.

Öyle ise tedbirsizlik, gaflet niye?

Adama soruyorsun:

- Namaz kılıyor musun?

- Kılmıyorum, diyor.

- Niçin? diyorsun.

- Allah kerim, diyor.

Doğru! Söylediği söz doğrudur. Ancak Allah (c.c.)Kerim. Ama o Kerim olan Allah (c.c.) Sana bazı emirler vermiş. Şunları yap bunları yapma demiş. Beş vakit namaz kıl demiş.

Niçin namaz kıl, demiş?

Allah (c.c.), Kerim olduğu için namaz kıl, demiş.

Müslümana "Namaz kıl" emrinin verilmesi O'nun kerim olmasından dolayıdır.

Anlaşılıyor ki, namaz kılmak keramettir, Allah'ın kuluna bir lütfudur. Bu lütuftan kendimizi mahrum etmeyelim.

Mevlüt ÖZcan

İman enerjimizdir

İman ettiği Allah'a dayanan ve gücünü O'ndan alan bir insan güçlüdür. Onun güç kaynağı sınırsızdır. Faniler arasından bir faniye, sınırlı güçlerden bir güce dayanmakla, her şeyi var eden ve her şeye bir ecel yazana dayanmak arasında ölçülemeyecek kadar büyük fark vardır. Allah'a iman etmek aynı zamanda sadece O'ndan beklemek, gayrisine minnet etmemektir. Engellere takılmamak, kederler arasında boğulmamaktır. Tek kalmayı göze alabilecek cesaretin kaynağı da bu imandır.

Allah'a iman sayesinde hayatta olmanın anlamı ortaya çıkacağı gibi, ölüm ve ötesinin anlamını idrak etmek de imanla mümkün olmaktadır. Çalışıp ayakta kalmak için, insan olarak onurlu yaşayabilmek için, mevsimlere takılmadan hayatın bütününü görebilen bir göz sahibi olmak için iman ehli olmak lazımdır.

Korkulardan korkmayan, geçmişe ve geleceğe bağlanmayan umut dolu insan da iman ehli insandır.

İnsan, iman ettikten sonra gerçek kimliğini idrak eder. Yeryüzünde Allah Teâlâ'nın halifesi olarak bulunduğunu anlar. Sadece kendisi için yaşayan biri olmayı aşar; insanlığı hatta bütün mahlûkatı kuşatan bir bakış sahibi olur. Günü birlik düşünceler onu ezmez. Var olmasındaki sırları düşünür. Haber izlemez, habere değer işlere imza atar.

İman sahibi biri, üzerinde bulunduğu bir işte yorulunca başka bir iş üzerinden dinlenir.

Hastalığa karşı direnebilen, sıkıntılar anında eriyip gitmeyen insan, iman takviyesi ile hayatta duran insandır.

İman ehli insan kendini yalnız hissetmez hiçbir zaman. Allah ile beraber olduğunu her an hisseder. Sadece günahlarla karşılaştığı zaman değildir onun Allah'ı hatırlaması. Her nefes alışında Allah'ı hatırlar; nefes alıp vermesini ona göre ayarlar. Kendini asla yalnız hissetmez. İlk insandan beri milyarlarca kardeşinin bulunduğunu bilir. Enbiyayı beraberinde hisseder. Salihlerle, şehitlerle, sıddıklarla beraber bilir kendini. Meleklerle yan yana olduğunu, onların beraberliğini asla unutmaz. Onların murakabesini hisseder. Cephesi bellidir onun. Hakkı tutar kaldırır. Batılın neden var olduğunu müdriktir aynı zamanda.

İman ehli insan yeryüzü nimetlerinin sahibi olmayı ister; ama nimetleri nimet olarak kullanır, onlara tapınmaz. Bir dilim ekmeğe muhtaç olacak olsa o, imanıyla ayakta kalır. Fırınlara sahip olduğunda da yine aynı ciddiyetiyle imanı onu ayakta tutar. Onu nimetlerin varlığı veya yokluğu değil imanı yönlendirir. Şımarmaz şükreder. Feryat etmez sabreder.

İman örnekleri

İmanın tarihteki en mükemmel örneği şüphesiz nebilerdir. Bir gün nebi olanı da on asra yakın bir zaman nebi olanı da aynı imanı yaşadılar. Onların imanları Rableri tarafından beğenildi, bize örnek gösterildi. İnsanlar arasında bir insan oldukları halde, insanüstü denebilecek gayretler gösterdiler. İmanlarının hakkını vermek için çalıştılar. Bütün insanlığı bağırlarına bastılar. Bir kişi için bin yıl çalışmaya razı oldular. Gece ile gündüzü ayırmadılar.

İmanın en güzel örneklerinden birinin sahibi de Ashabı Kehf'tir. Kalpleri taşlaşmış ve gözü dönmüş bir güruhun ortasında Allah'a imanı haykırdılar. Ölüm korkusu onları yıldırmadı. Kur'an, onların samimiyetlerine binaen yaptıkları işi ebedileştirdi. Ayet ayet okunan ve örnek verilen mücahitler olarak bize tanıtıldılar. Delikanlıca tavırları bütün nesillere örnek oldu. Yaptıkları iş Kur'an'a sure ismi olarak geçti. Onların üzerinden mucizelerin en büyüklerinden biri insanoğluna gösterildi. Onların ortaya koyduğu, imanlarından başka bir şeyleri de yoktu. Saf ve güçlü bir imanları vardı sadece. O imanla yola çıktılar. Yolları cennete uzandı.

İmanın en muhteşem örneklerinden biri de Âsiye'nin imanıdır. Âsiye, insanlık tarihinin en azgın tağutlarından biri Firavun'un eşi idi. Eşi ilah olduğunu iddia ederken o, Allah'a imanını saklı tutuyordu. Vakti gelince de sarayının bahçesine çivilenerek öldürülme pahasına da olsa imanını ilan etti. Ölüm tehdidinden yılmadı. Elinden kaçacak saraya ve dünya nimetlerine hiç aldırış etmedi. Evirip çevirmedi, özür dilemedi. Şartları kollamak gibi bir esneklik göstermedi. İmanını öyle haykırdı ki, çok geçmeden Firavun'un sarayı o haykırışla çöktü.

İmanın en büyük örneklerinden biri da İsa aleyhisselamın annesi Meryem'in imanıdır. İnsanoğlunun yaratılmasındaki en büyük mucizelerden birinin üzerinde tahakkuk ettiği bu büyük kadın, Kur'an'ın şahitliği ile en kuvvetli imanlardan birine sahipti. Yahudilerin fitnelerine karşı gevşemedi. Başına gelenlerden yılmadı. İnsanlığın en önemli örneklerinden biri olarak kaldı. Meryem ve onu dinine adayan annesi, imanın en tatlı örneklerinden biri olarak Kur'an ayetleri arasında yerini aldı.

İmanın pek çok örneğinden biri şüphesiz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabının imanıdır. Allah onlardan razı olsun. İmanları uğruna ölümle yarıştılar. Mallarını, evlerini terk ettiler. İmanları için kaldıramayacakları bir yük göremediler. Uzaktaki cennete imanları, gözleri önündeki dünyaya imanlarından daha güçlü oldu. O cennet için bir hurma salkımını yiyecek kadar beklemeye bile tahammül edemediler. Onlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: 'Anam babam sana feda olsun!' derken ciddi idiler. Fedakârlıkları sözde kalmadı hiç. Analarını babalarını feda ettiler. Söz dinlediler, gönül verdiler.

İmanın Türkçesi

İman, Allah'a teslim olmaktır. İman, fıtratın bozulmasını önlemektir. Mü'min, âdem aleyhisselamdan beri gelen insan çekirdeğini en temiz şekilde saklayan insandır. Bu sayede kalbi hakka açık olduğu için tefekkür edebilir, nasihat dinleyebilir, merhametli, nazik ve aynı zamanda yürekli insandır. Mü'minlik, rızık endişesi taşımadan yaşamaktır. Allah ile pazarlık etmeden, O'na her işte teslim olmak, O'nun kaderinin hükümran olduğuna inanmaktır. Bir ağaç yaprağının bile O'nun izni olmadan dalından düşmeyeceğini, toprağa atılan bir danenin bile O'nun izni ile başak olabileceğini bilmektir. Kitabında vaat ettiklerinden hiçbir şekilde tereddüt etmemek, peygamberinin sözlerini kesin doğrular bilmektir. Üzerine düşen gayreti gösterdikten sonra endişelenmeden: 'Yaratan benim için gerekeni yazmıştır.' diyerek yaşamaktır.

İman, Allah'a bağlanan bağın içinde olmak, mahlûkatın en büyük hedefi ve en büyük kazancı olan Allah'ın rızasına aday olmaktır. Hayat boyu yapılacak bütün amellerin kabul edilebilir olabileceği teminat da iman teminatıdır. İman etmeden yapılan hiçbir iş, iyi iş olarak sahibine yazılmaz.

İman kardeşliktir

Allah'a iman etmenin, O'na iman edenlerle kardeş olmayı gerektirdiğini bilir mü'min. Kardeşlerini kendisi gibi görür. Onlarla paylaştığı nimetler ona daha çok haz verir. Kardeş sayısının çoğalması için gayret eder. Gücünün onlarla beraber bulunması halinde tam güç olabileceğini bilir. Onları sevmesinin bir bedeli olacağını anlayarak bağışlar, yardım eder beraber olmaya çalışır. Mü'minlerin cemaati ile bulunmadıkça rahmete eremeyeceğini bilerek kararlar verir.

İman bir lütuftur

Kul, iman etti ise bu onun başarılı bir tercihinden çok Rabbinin ona bir lütfu olarak bilinmelidir. Gerek imana giden süreç ve gerekse imandan sonraki imanı koruma süreci Allah'ın yardımını gerektiren bir meseledir. Kalpleri imana müsait hale getirmesi Allah'ın kuluna en büyük ihsanlarındandır. Daha sonra da ayakları sabit tutması aynı şekilde büyük bir ihsandır. İnsanın bu büyük ihsanlara karşı Rabbine şükreder olması gerekir. Zira kalpler Allah'ın elindedir; dilediğini dilediği yöne çevirir.

Allah Teâlâ, kuluna iman nimetini ihsan ettikten sonra kulunu muhakkak deneyecektir. Verdiği nimetin külfetlerine katlanıp katlanamayacağı, iman nimetini ibadetle canlı tutup tutamayacağı imtihan konusudur. İmtihanın peşini getirememek büyük bir kayıptır.

İmanın yansımaları

Önceki nesiller üzerinden izlenerek elde edilecek bir sonuçta imanın hayata yansıyan şekli şu şekilde ortaya çıkmaktadır:

1- İman sahibi bir insan ihlaslıdır; insanların ne diyeceğine aldırış etmez. Allah'ın razı olup olmayacağına bakarak yaşar. En büyük hedefi amaçladığı için de basit gündemlere takılıp kalmaz. Büyük düşünür, büyük konuşur. Yaptığı da büyük olur.

2- Allah'ın rızasını kazanmak için yaptığı ibadetlerde sabırlıdır. Aylar, yıllar onun için bıktırıcı olmaz. En büyük amaç olan Allah'ın rızası uğruna ömrünün son anına kadar sabretmeye hazırdır. Usanmaz, bıkıp terk etmez.

3- İmanı gereği bulunduğu hak cephesinin vefalı bir eridir. Batılın saldırılarına karşı yüreksizlik etmez. Cephede ona takdir edilen görevin hakkını verir. Malından, canından ve sevdiklerinden feragat etmesi gerektiğinde tereddüt etmez. Gücü yettiği kadarıyla hazırlıklı olur.

Temel siyasetini takva oluşturur. İmanından taviz vermeden yaşamaya özen gösterir. Dili sürekli zikir halindedir. Ölümü düşünür ona hazırlanır. Fitnelere karşı uyanık bulunur.

4- Allah'a ve Resûlüne itaat esasıyla yaşar. Onların önüne geçme anlamındaki hiçbir işe rızası olmaz.

5- Allah yolunda infak eder. Malının kölesi olmaz.

5- Allah'ı, Resûlünü ve mü'minleri sever. Onların sevgisini yaşam tarzı olarak belirler. Mü'minleri sevmesinin gereğini yapmaya hazır olur. Mü'min cemaate aktif katkıda bulunmaya gayret eder.

İman etmek başkadır

Mü'min kelimesinin tam karşılığı 'inanan' değildir. İnanmakla iman etmek aynı heyecanı veren iki kelime değildir. Mü'min iman edendir. Tuttuğu takiminin galip geleceğine inananla Allah'a iman eden aynı işi yapmıyorlar ki, mü'mine inanan densin. Mü'min sadece mü'mindir.

Muhteşem örnekler

Mızrağı sırtından yediği zaman: 'Ah, vuruldum, yandım!' diyeceği yerde; 'Kâ'abe'nin rabbine yemin olsun, kazandım!' diye bağıran sahabi, imanın en muhteşem örneklerinden birini vermişti. Şehitliğin edebiyatını yapmadığını, onun sevdalısı olduğunu ispat etti.

Muhammed'in ayağına bir diken batması karşılığında bile idam edilmekten kurtulmaya razı olmayacağını söyleyen sahabi de imanın ne demek olduğunu bize göstermiştir.

Zengin bir anne babanın servetini yok sayarak iman edenlerin saflarına katılan ve netice de kefenlenebileceği kadar bir kumaşı bile olmadan bu dünyadan ayrılan Musablar da imanın ölümsüz örnekleridirler. İmanlarına Kur'an şahit oldu.

İmanları uğruna çöllere düşüp hicret edenler, kazılı hendeklerin kenarında peygamberlerini yalnız bırakmayanlar, çoluk çocuğuna Allah'ı ve Resûlünü bırakıp, bütün malını infak edenler tam bir iman örneğidirler.

Ömrünü Kur'an'a adayarak yaşayan ve yürüyen Kur'an haline gelenler imanın büyük örnekleridirler.

Sesi çıkanın sehpada sallandırıldığı bir dönemde, başkalarının basit bir simge olarak gördüğü bir sarığı savunan, savunduğu şey için ölümle tehdit edildiği zaman aynı dirayeti göstererek bir şapka uğruna asılıp şehit edilenler de iman örnekleridirler.

İman gerçeğinin en canlı örnekleri, davası için 'kim?' dendiğinde 'ben!' demeye tereddüdü olmayanlardır.

Nureddin Yıldız

Kayıp yüzyılın sonu

İran'a bir prova niteliğinde İsrail hedefteki Sudan'a saldırmış ve bir konvoyunu hedef almış. Bu gösterse gösterse çılgınlığında vardığı boyutları gösterir. Bu çılgınlık İsrail'i nereye götürür? Ona ne kazandırır? İsrail emperyalizmin ileri karakolu olmuştur. Teomon Duralı'nın ifadesiyle, İngiliz (Amerikan)-Yahudi medeniyetinin bir uzantısıdır. Dolayısıyla Batı medeniyeti içine çekildikçe İsrail de eriyecektir. Batı medeniyetinin yavaş yavaş çekilmekte olduğu ortaya çıkıyor. Bunun tali göstergelerinden ve türevlerinden birisi de İngiltere ile ABD arasındaki makas açılımıdır. Yine Teoman Duralı bugünkü Batı medeniyetinin Ortaçağ'daki Hıristiyan medeniyeti olmadığını, 200 yıldan beri bambaşka bir medeniyet haline geldiğini ifade ediyor. Gerçekten de Bernard Lewis gibilerin de dediği gibi bu Hıristiyanlık medeniyeti değil Batı medeniyetidir. Muharref Hıristiyanlığa bile bağlı değildir aksine kaynağını felsefeden ve beşeri düşünceden almaktadır. İsrail de gerçekte bir İsrail devleti olmayıp çakma İsrail'dir. Müslümanların kayıp yüzyılında boşluğu doldurmuştur. Efsanevi tarihçi Arnold Tonybee, Medeniyet yargılanıyor gibi eserlerinde Osmanlı medeniyetinin durdurulduğunu (arrested) söylemiştir. Peki, bu durdurulan Osmanlı-İslam medeniyetinin yerini kimler almıştır? Elbette ki, Yahudi yüzyılı. Yahudi yüzyılı bir vakıadır. Tonybee'nin söylediğini Müslümanlar 'fetret' olarak algılarlar. İslam'ın 14 yüzyıllık tarihi geçmişinde 2'şer yüzyıllık iki fetret dönemi vardır. Bu fetret dönemlerinden ikincisi Fransız Devrimi ve onun yol açtığı dalgaların II'inci Mahmut döneminde Osmanlı sınırlarını dövmeye başladığı süreçtir. Fetretin birinci yüzyılı Osmanlı içinde yaşanmış ve ikinci yüzyılı da II'inci Abdulhamid Han'ın hal'iyle birlikte Osmanlı sonrasını kapsamıştır.

Tonybee'nin Osmanlı'nın durdurulduğunu söylediği noktada devreye Yahudi yüzyılı (The Jewish Century) girmiştir. Rus asıllı Yahudilerden Yuri Slezkine (Princeton University Press) The Jewish Century adlı eserinde 20'inci yüzyılın Yahudi yüzyılı olduğunu söyler ( The modern age is the Jewish age, and the 20th century, in particular, is the Jewish century).. Evet bu yüzyıl da perdelerini indirmek üzeredir. Nereden biliyoruz? Yunus (Yusuf) Estel gibiler 'barekne havlehu' ayeti ışığında mukaddes beldelerin yüz yıldan yani bir asırdan ziyade gayri Müslim toplulukların elinde kalmayacağını öngörüyorlar. Potansiyel olarak Yahudi yüzyılı Basel Konferansı ve 1897 ile başlamakla birlikte 1909'da II'inci Abdulhamid'in hal'iyle önemli bir dönemeç geçirmiştir. İngiliz-Yahudi medeniyeti ve Yahudi yüzyılı itibarıyla Kudüs'ün 1917 yılında İngilizlerce işgalini Filistin'de başlayan Yahudi yüzyılının başlangıcı olarak baz alırsak bu yüzyıl fiili olarak 2017'de sona ermiş olacaktır. Şeyh Ahmet Yasin gibiler de bunu söylüyorlardı. Lakin muhaddis Gumari'nin ifadesiyle, İngiliz-Amerikan ve Yahudi medeniyeti çerçevesinde İsrail'in çöküşü hamilerinin çöküşü veya geri çekilişiyle mümkündür. Bu noktada 2008 ve 2009'da Gazze saldırıları sırasında küresel kapitalizmin de çatırdamaya başlaması İsrail'le birlikte Batı medeniyetinin de çöküşe doğru yuvarlandığını göstermektedir. Bediüzzaman da, İslam medeniyetinin mevcut (batı) medeniyetinin ortadan kalkmasıyla (inkişaa), zuhur edeceğini söylemiştir. Bu anlamda, Yahudi yüzyılının da ortadan kalkmasıyla birlikte durdurulmuş medeniyet geri dönecektir.

24 Mart (2009) günü Altunizade Kültür Merkezi'nde yaptığım konuşmada çok detaylı bir biçimde izah ettiğim gibi iki nedenden dolayı İsrail kalıcı olamaz. Bekası mümkün değildir. Temel neden pozisyonunu ve statükoyu muhafaza ederek Araplarla kalıcı barış yapamayacak olmasıdır. Bunun da iki nedeni vardır. İsrail, Obama idaresinin seçenek olarak takdim ettiği gibi iki devletli bir yapıya ve formüle razı olamaz. Bunun nedeni strateji ve toprak meselesidir. Konya kadar bir toprak parçasını ikinci bir devletle paylaşamaz. Zira bu durumda savunma pozisyonu zayıflar. Aksi takdirde, stratejik olarak muhtemel büyük riskleri göz önüne alması gerekecektir. İkinci olarak, İsrail nüfus ve demoğrafik nedenlerden dolayı Güney Afrika gibi tek devletli bir yapıyı da göze alamaz. Bu evrim yoluyla yok olması demektir. Zira, 1948 ve 1967 topraklarında yaşayan Filistinli nüfusu neredeyse İsrail nüfusuna yakındır. Bunların üreme ve çoğalması da Yahudilerden ziyadedir. Dolayısıyla bir müddet sonra Filistinli nüfusu ağır basacak ve bu seçimlerde de etkisi gösterecektir. Dolayısıyla Kaddafi'nin takdim ettiği, 'İsratin devleti' de çözüm olarak gözükmemektedir. Bunu kabullenmek İsrail'in normalleşmesidir. Normalleşince de biter. Birincisi, toprak meselesi yüzünden çift devlet formülünü kaldıramaz. İkincisi, nüfus meselesi yüzünden de tek devleti kabul edemez. Bu durumda Araplarla barış yapması hayaldir. Bu nedenle İsrail sürekli vakit kazanmaya ve oldu bittilerle Filistinlilerin topraklarını yutmaya çalışıyor. Bu da Araplarla kalıcı barışa imkan vermez. Kalıcı barış yapamayınca da er geç bölgede bir zamanlar devlet kuran haçlıların akıbetine uğrar. Bu çıkmazlar yüzünden İsrail yüzyılı sona ermek üzere...

Mustafa Özcan

Emaneti ehline ver

Millet olarak emaneti ehline vermeliyiz. Bu, ilahi bir emir olduğu gibi, aynı zamanda insani bir vecibedir. Yani, siyasi taassup içinde oylarımızı hırsıza, arsıza, soysuza değil, maddi ve manevi anlamda düzgün olan insana vermeliyiz. Menfi puan alanlardan, babalarımızın oğlu dahi olsa uzak durmalıyız.

Zira, naehil kişileri, sadece partidaş, karındaş olduğu için desteklersek, hak ölçüsünü bir tarafa koyarak hareket edersek, insan olma haysiyetinden uzaklaşmış oluruz. Emanete hıyanet etme temayülünde bulunanları denemeye kalkışırsak, necat bulmamıza imkan olmaz.

Yanlışta ısrar, sadece felaketlere uğrama sebebidir, neslin zararınadır, geleceğimizin kararmasına vesiledir. Onun için, nesli ve istikbali düşünenler, emaneti ehline teslim etmek için oyunu kullanmalıdır. Zaten emaneti ehline vermek bir talimattır. Buna riayet, imani sadakattir. Milli ve manevi bir vecibedir. Emaneti ehline vermek ruhsat değil, bir mecburiyettir. Naehil kişilere emanetin tevdi edilmesi, kıyamet alametidir.

Nitekim, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)'e "Kıyamet ne zaman kopacaktır" diye sorulduğunda, "Emanet ehline verilmediğinde" diye buyurmuşlardır.

Hiçbir şey sebepsiz değildir. Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik, siyasal ve sosyal çıkmazlar, kendi eserimizdir. Zamanında emaneti tevdi ettiklerimizi, iyice analiz etmediğimizdendir. Çabuk inanıp, esen rüzgara uymamızdandır. Naehil insanları ehil görmemizdendir. Alışverişte gösterdiğimiz itinayı, seçtiklerimiz için göstermemiş olmamız, sıkıntılarımızın nedenidir.

Seçimler, ülkenin geleceği açısından çok önemlidir. Tercihler iyi yapılırsa, ülkemizin önü açılır. Şehirleşme gelişir, ülkenin itibarı artar. Turizmin kapıları açılır, dünya ile kucaklaşma şansı yakalanır. Ama yanlış tercihler, ülkeyi fakirleştirir, seçmenin yüzünün gülmesini zorlaştırır. Ülkenin kapıları paslanır, ekonomik gelişme tıkanır.

Onun için, oy kullanırken çok temkinli davranmak gerekir. Zira bir oy ülkeyi savaşa sürüklediği gibi, savaştan da kurtarabilir. Bir oy iktidar yaptığı gibi, muhalefete de düşürebilir. Bir oy hayırlı hizmete vesile olduğu gibi, şerre de sebebiyet verebilir.

Uzun zamandan beri, demokratik oyunlar sonucu, siyasi irade tam temsil edilememekte, seçim sisteminin azizliğine uğramakta, temsilden mahrum kalmaktadır. Bütün bunlar kullanılacak oyun sonucudur. Oy, müspete kullanıldığı zaman rahmete vesile olurken, menfiye kullanıldığında da sefalete vesile olur.

Onun için, bu sefer, 29 Mart 2009 tarihinde, oyunu Allah aşkına dikkatli kullan. Allah aşkına siyasi taassup içinde oy kullanma. Allah aşkına ülkeyi selamete ve saadete ulaştıracak projeleri olanlardan yana oyunu kullan.

Siyasi ihtiras içinde oy kullanmaktan uzak duralım. Allah aşkına hatıra, gönle göre değil, hayırlı hizmet için yola çıkanlar lehine oy kullanalım.

İsmail Müftüoğlu

27 Mart 2009 Cuma

Güler Sabancı'nın cesareti ve TÜSİAD'ın açmazı

İş dünyasının sorunlarını dile getirmede, üst platform olarak kabul edeceğimiz patronlar kulübü TÜSİAD, üyelerinden farklılaşmaya başladı. Geçen Hafta TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ ile yaptığımız görüşmeyi aktarmıştım.

TÜSİAD Başkanı'na Vergi Denetim İdaresi'nin bağımsızlaştırılması noktasında sorularım olmuştu. Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın belirttiği gibi vergi denetimleri siyasi kararlar ile şekillenebiliyorsa, o zaman geçmişte yol verilen zenginler veya yolu kesilenleri de sorgulamak gerekmiyor muydu?

Toplantıda sorumun cevabında ilginç bir noktaya daha değineceğim. Aslında cevap beklediğim Arzuhan Hanım olmasına rağmen, uzman görüşlü gruba bağlı medya mensubu da katılmıştı. Yani medyasal katılımlı cevaplar almıştım. TUSİAD sorusuna cevap, medya üyesinden gelmişti.

Toplantıda bir başka nokta daha dikkatimi çekmişti: İşsizlik. İşsizlik konusunda yaklaşımımı defalarca yazdım. Yapısal sorun artık öyle bir tıkanıklık noktaya vardı ki, bir an önce çözülmezse Türkiye'nin geleceği çok karanlık olabilir.

Lâkin bu konuda da TÜSİAD Başkanı'nın fikri daha farklıydı. TÜSİAD, işsizlik sorununun çözümünde asıl problemin ekonomik olduğunu başkanın ağzından (cevap yine medya karışımlıydı) ifade etti. Yani işsizlikle mücadelede ekonomik önlemler yeterli görülüyor TÜSİAD Başkanı'nın gözünden.

Dün Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı'nın konuşmasından aktarıyorum: Türkiye'nin işsizlik konusunun yapısal bir sorun olduğunu belirten Güler Sabancı “yapısal bir sorunumuz var, Türkiye en başarılı büyüdüğü yıllarda yüzde 7 – 7,5 büyüdüğümüz yıllarda dahi işsizliği yüzde 9'un altına indiremedik. Demek ki yapısal bir sorunumuz var. Yani olay sadece kriz falan değil” dedi.

Bu kadar cesur tespite ancak şapka çıkartılır. Gerçekten çok önemli bir tespit yapmış Güler Hanım. Hatta devamı daha önemli: “Bu konu çok boyutlu ve çok katılımcı çözülmesi gereken, bir değil birkaç seri reform gerektiren bir konu.”

Türkiye, yapısal sorunları “ergenekonik” gelişmelerle artırmış bir ülke. Bu ülke, “vatan millet” adına batışa sürüklenebilmiştir. Türkiye eğitim sistemini baştan aşağı yeniden reform etmelidir. Ama ülkemizde öyle bir örgütlenme var ki “aç kalın ama karşı çıkın” anlayışında.

Bugün acilen genç insanlarımıza iş-meslek öğretmeliyiz. Üniversite kapısına yığılmış düz lise mezunlarından kurtulmalıyız. O kapıya gerçekten hak edenler gitmelidir. Gerisi meslek liselerine, akademilere veya meslek kurslarına katılmalıdır. Bizim krizden önce de işsizlik problemimiz hiç bitmemişti ki.

Güler Sabancı'nın bu kadar cesur açıklamaları karşısında acaba TÜSİAD ne yapacak? Yine kendi medya grubunun uğradığı vergi kaçakçılığı konusuna mı odaklanacaklar, yoksa Türk halkının çözüm beklediği konularda toplumsal barış ve uzlaşmanın yolunu mu tercih edecekler? Yoksa Ergenekon iddianamesinde yer aldığı gibi ekonomik durumla ilgili görüntü ihtiyacına yönelik açıklamalar mı yapılacak?

Türkiye “erken emeklilik” ile çökmüştür, batırılmıştır. Fatura 500 milyar doları aştığı gibi gelecek fatura da hayli kabarıktır. Yani geleceği de ipotek altına alınmıştır bir bakıma. Kamu bankaları, özel bankaları geçmişte soyulmuştur ve faturası 40 milyar doları aşmıştır. Ama hiçbir şey bu ülke insanının mesleksiz ve eğitimsiz bırakılarak açlığa mahkûm edilmesi kadar feci değildir.

Vasıfsız insanlar dünyada 50-100 dolara çalışıyor. Artık işgücünün vasıfsız bir şekilde küresel ekonomik düzende rekabet etmesinin imkânı yok. Ya o paraya razı olacak ya da vasfı ile far yaratarak yüksek ücret alacak. Sorun çok net. Ama TÜSİAD Güler Sabancı'ya rağmen görüşünü netleştiremiyor.

İbrahim Kahveci

Seçim izlenimleri ve bir duâ

Sevgili okuyucular, seçimin son haftalarını Güney’de ve Güneydoğu’da geçiriyorum. Çeşitli vilâyetleri gezdim; konferanslar verdim; özellikle halkla yoğun temaslarım oldu. Seçim üzerindeki müşahadelerimi özetle sizinle paylaşmak istiyorum.
Evvelâ, hemen belirtmem gerekir ki, bu mahallî seçimler tamamen AK Parti’nin hâkimiyeti altında geçiyor. Belirli istisnalar dışında Türkiye’nin hemen her yerinde bu gerçeği farkediyorsunuz. Yalnız Diyarbakır’da, İzmir’de, Mersin’de ve Eskişehir’de seçim ortada gözüküyor ve büyük bir çekişme yaşanıyor.
***
Muhalefetin AK Parti’ye karşı kullandığı en büyük koz küresel ekonomik kriz... Özellikle piyasadaki durgunluk, daralma ve işsizlik hakkındaki tenkitler geniş halk kitleleri üzerinde etkili olabiliyor.
Lâkin, seçmenin büyük çoğunluğu, küresel ekonomik krizin Türkiye’ye mahsus olmadığını ve AK Parti Hükûmeti’nin gerekli tedbirleri aldığını düşünüyor. Hattâ bir kısım seçmenler, ekonomik krizden sorumlu olarak, 2007’de Cumhurbaşkanı seçiminde ve 2008’de AK Parti’nin kapatılması dâvasında, CHP’lileri ve onların güdümündeki siyasallaştırılmış yargıyı görüyor.
Ancak, gene de ekonomik kriz yüzünden AK Parti’nin yüzde 50’nin üzerinde tahmin ettiğim oy oranının birkaç puan kadar düşmesi mümkün görünüyor.
***
Seçmenin AK Parti’ye rağbet etmesinin çeşitli sebepleri var. Şöyle ki;
- Bir defa Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması ve performansı başlıbaşına çok etkili bir unsur.
- AK Parti İktidarı’nın 6,5 yıllık icraat dönemindeki hizmetleri de seçmen tarafından takdir ediliyor. Özellikle sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, enflâsyon, büyüme, duble yollar gibi birçok konuda seçmen, memnuniyetini dile getiriyor.
- 2004’te seçilen AK Partili belediyelerin hizmetleri de önemli oluyor. Gezdiğim birçok ilde belediyecilik bakımından büyük mesafeler katedildiğini bizzat müşahede ettim.
- AK Parti’ye yapılan ‘kapatma dayatması’, 22 Temmuz Genel Seçimleri’ndeki kadar değilse de, seçmenin demokratik tepkisine sebep oluyor.
- Ergenekon Soruşturması ve darbecilerin kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi, seçmende AK Parti’ye karşı güven uyandırırken, kendisini ‘Ergenekon’un Avukatı’ olarak ilân eden Baykal’a ve CHP’ye tepki doğuruyor.
- Erdoğan’ın Davos’taki dik duruşu, halkın çok büyük çoğunluğu tarafından müspet karşılanıyor ve AK Parti’nin oy oranını arttırıyor.
- Seçmende, küresel ekonomik krizden ancak kuvvetli ve istikrarlı bir hükûmetle çıkılabileceği kanaati bulunuyor.
***
Meydanlardaki partili seçmenlerin hoşuna gitse de, halkımız bu seçimlerde seviyenin düştüğü görüşünde. Meselâ ‘eşek muhabbeti’nden hazzetmiyor. Özellikle Baykal’ın hakaretâmiz konuşmaları ve Bahçeli’nin kendisine hiç yakışmayan huşûneti tepki çekiyor. Erdoğan’ın esprileri ise, öncesinden beri devam eden halka yakın tavrıyla örtüşüyor.
Bu arada, CHP’nin, belediyelerin öğrencilere verdiği bursu idarî mahkemelere giderek kestirmesi, halkın büyük tepkisine sebep oluyor.
Ayrıca, internet sitelerinde yayınlanan ses kayıtlarında görülen CHP-Darbeci ilişkisi de tepki çeken diğer bir husus...
***
AK Parti ile CHP arasında yaşanan kutuplaşma, üçüncü parti MHP’yi güç durumda bırakıyor. Ancak bazı illerde ise bu kutuplaşma AK Parti ile MHP arasında cereyan ediyor. Meselâ, Adana, Kilis, Osmaniye gibi illeri hemen saymak mümkün.
***
AK Parti’nin DTP ile Diyarbakır iddialaşması, diğer Güneydoğu illerinde, hattâ Gaziantep gibi DTP’nin etkili olmadığı yerlerde bile, DTP seçmeninin bileylenmesine ve saflarını sıklaştırmasına yol açmış. Bu arada terör örgütünün tehditleri de hâlâ tesirli olmaya devam ediyor.
***
Saadet Partisi, yeni Genel Başkanı Prof. Numan Kurtulmuş’la moral bulmuş ve hareketlenmiş görünüyor. Bu durumda oylarını bir miktar arttırması sürpriz olmayacak.
***
Bence değerli araştırmacı Tarhan Erdem’in tahminleri son derece isabetli. Son olarak benim seçim tahminimde şöyle:
AK Parti yüzde 48,5; CHP yüzde 22,5; MHP yüzde 14,5; DTP yüzde 4,5; SP yüzde 4; BBP yüzde1,5; DP yüzde 1,5; DSP yüzde 1,4; diğer yüzde 1,6.
29 Mart 2009 Mahallî Seçimleri’nin Türkiye için hayırlı olmasını diliyorum.

DUÂ
Sevgili dostum Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının uğradığı helikopter kazası beni derinden yaraladı. Kazadan sağ kurtulabilmesi için Yüce Allah’a bütün kalbimizle duâ ediyor; sevenlerinden ve imanlı, vatansever herkesten O’nun için duâ bekliyoruz.

Hasan Celal Güzel

Kimi sürgüne göndersek?

İki gün sonra, sandık başına gidiyoruz.
Sadece birileri için değil...
Birilerine de karşı oy kullanacağız.
Siyasi tercihinde herkes, hür olduğuna göre...
Kime oy vereceğiniz, size kalsın.
Asıl kime vermeyeceksiniz?
Bana, onu söyleyin!
***
Taraftarlık, güçlü bir motivasyondur.
Ama karşıtlık çok daha güçlü.
Hatta kime taraftar olduğunuz...
Çoğu zaman kime karşı olduğunuza bağlıdır.
Lehte oylar, esasen aleyhte oylardır.
Birinin lehine olan, diğerinin aleyhine...
Birine muhalif olmak, diğerinin yanına iter, bizi.
Seçmen davranışlarını, son kararda aleyhte tavır belirler.
En kötüsüne karşı, daha az kötüsüne razı oluruz.
Bazan en iyi seçeneğimizi bu uğurda feda ettiğimiz bile olur.
Yeter ki ‘en kötüsü’ kazanmasın, deriz.
Şansı yüksek görünen rakibine atarız, oyumuzu.
Biz seçmenler, işte böyleyiz.
Kendimizi yakından tanıyalım istedim ki...
Kime karşı oy kullanacağımızı iyi düşünüp...
Öyle gidelim, sandıklara...
***
Hatırla ey seçmen!
En az kimin kazanacağı kadar...
Kimin kaybedeceğine de sen karar vereceksin.
Madem ki öyle...
Gel, Atina demokrasisi gibi düşünelim.
Bu kez kaybedene oynayalım.
Kimin sürgüne gitmesini istiyorsak...
En güçlü rakibine verelim, oyumuzu.
Siyaset sahasında mıntıka temizliği olsun...
***
Bundan çok evvel Atina’da...
Milattan da evvel...
İşler böyleydi.
Kalacakları değil, gidecekleri seçmek için oylama yapılırdı.
Sürgün demokrasisi, diyorum.
Kime en çok oy çıkarsa...
O kazanmaz, tersine kaybetmiş olurdu.
Toplanıp çıkardı, sürgüne...
Atinalılar, kimi sürgüne göndereceklerine karar verirdi.
Kimin kaybedeceğine!...
***
Kazanmasını istediklerimiz, çok farklı olabilir.
Orada uzlaşmamız zor, belki.
Ama gitmesini istediklerimize karşı...
Neden oylarımızı birleştirmeyelim ki?
Kimin, oyun dışına atılacağıysa mesele...
Kimin, asla kazanmaması gerektiğiyse...
Eminim büyük çoğunluk, aynı hedefte buluşuruz.
Çünkü karşıtlık, taraftarlıktan daha iyi birleştirir, bizi.
Hem böylece...
Oylarımız, en iyi seçeneklerimiz arasında bölünmez de...
Çoğunluk için en kötüsü olan, aradan sıyrılamaz...
Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmayız, biz de.
***
Ben, sürgüne gönderelim demiyorum.
Burada kalsınlar.
Sadece önümüzü tıkayanlara yol vermeyelim.
Üst üste faul yapanlara kırmızı kart gösterin, yeter.
Şimdi elinize geliyor.
Bu fırsatı iyi kullanın.
Yoksa, yazık olur.
Boşa gidecek olan, ömür bizimdir.
Türkiye’yi ağırlıklarından...
Demokrasimizi, ayak bağlarından...
Çözümü, sorun odaklı siyasetçilerden...
İsterseniz, siz kurtarabilirsiniz.
***
Oylarınıza müracaat vakti geliyor.
Kim kaybederse kaybetsin.
Kazanan, siz olun.
Kazanan, demokrasi olsun.
Kazanan, Türkiye olsun.
***
Siyaset, halka hizmet yarışıdır...
Bu yarıştan siz, bir şey kazanmıyorsanız...
Yanlış giden şeyler var, demektir.
İlk iş, hemen oyunculara bakın!
Biliniz ki, sadece doğru rekabet, doğru sonuçlar verir.
Hakem sizsiniz.
Yarışta kimlerin kalacağına da ancak siz, karar verebilirsiniz.
Ki siz, kimin pozitif rekabet yaptığını...
Kimin negatif rekabetten medet umduğunu, çok iyi bilirsiniz.
Bazı sorunları ancak siz, çözebilirsiniz.
Bu yetki, münhasıran size aittir.
Karar sizin.
***
Siyasetin kalitesini düşürenlere;
millet iradesini bloke edenlere;
değişime direnenlere;
siyasete sorun çözdürmeyenlere;
demokratik rekabetin dışına çıkanlara;
‘fair play’ istemeyenlere;
rakibine kaybettirmek için, millete kaybettirenlere;
terör ve şiddetten beslenenlere;
devletle milleti kavga ettirmeye çalışanlara;
yapmak yerine bozmayı seçenlere;
rejim üzerinden siyaset yapanlara;
tahrikçilere, tehditçilere;
illa kavga, gürültü olsun; çatışma, gerilim çıksın diyenlere;
kendileri kazanmayacaksa milletin kazanmasını istemeyenlere;
isterseniz siz, ‘dur!’ diyebilirsiniz.
Onlara unutulmaz bir ders verebilirsiniz.
İşte, fırsat geldi.
Seçim, sizin.
Oy pusulasını alın, önünüze.
Atinalılar gibi...
Kimi istediğinizi, koyun bir kenara.
Kimi istemediğinize, karar verin.
Gözünüz kapalı, karşısındakine basın mührü.
Gelin Türkiye’nin önünü, siyasetin önünü, demokrasinin önünü açmak için oy kullanın.
Haydi sandık başına!

Siyasetin iyisi de, kötüsü de...
Siyasetçimizde sınıf bilinci yok, demiştim ya .
Size hem iyi, hem kötü haberlerim var.
Kötüsü şu:
İkinci Ergenekon iddianamesine bakılırsa...
Cunta, sadece hükümeti, sadece Meclis’i devirmeye teşebbüs etmemiş.
Ordunum emir komutasına da...
Siyasi partilerin liderlerine de darbe planlamış.
AK Parti, CHP, MHP ayırt etmemişler.
Hepsinde iç darbeler hazırlanmış.
Erdoğan’ı da, Baykal’ı da, Bahçeli’yi de devirmek istemişler.
Peki ya liderler... ya siyasi partiler...
Onlar, darbecilere karşı ortak bir duruşa sahip mi, hiç?
Sınıf bilinciyle de olsa, dayanışmaya giriyorlar mı?
Baksanıza, Baykal’ın söylediklerine?
Hâlâ bindiği dalı kesmeye çalışıyor.
***
Ve iyi haberim:
BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun talihsiz kazasından sonra...
Sınıf arkadaşlarının hatırasına saygıda birleşti, liderler.
Miting programlarını iptal ettiler.
Acıyı, hüznü paylaştılar.
Yasta da olsa dayanışmayı bildiler.
Az şey değildir.
Demek ki, oluyormuş!
***
Yekününe bakınca, hem iyimserim, hem de kötümser.
İkisi için de nedenlerim var.
Haksız mıyım?

Akif Beki

26 Mart 2009 Perşembe

Günah işleme yetkimiz yok

İçinde yaşadığımız toplumda "Ben Müslüman değilim" diyenlerin miktarı resmî istatistiklere göre yüzde on'dur. Yüzde doksan, şartlar ne olursa olsun "BenMüslümanım" diyor. Yüzde doksanının Müslüman olduğu toplum (istisnalar hariç) günahkâr bir toplum. Akıllara hayret verecek derecede günahların icra edildiği/işlendiği bir toplum.

Allah (CC) hiçbir ferde günah işleme yetkisi vermemiştir. Kimsenin böyle bir hakkı yok. Peki Müslümanlar işledikeri akıl almaz bunca günahları işleme yetkisini nereden alıyorlar? Şeytanlarından mı dersiniz. Evet, şeytan kendisine uyanları sapıklaştırır. Günah işleme yetkisi verir. Allah'a isyan bayrağı açtırır. Kimileri bu isyan bayrağını yetki belgesi zanneder. Sonra da helâke gidişini farkedemez.

Kur'ân-ı Kerîm'de Allah (CC):

"Ey iman edenler! Nefislerinizi günah işlemekten koruyunuz..." (Maide S. A.:105) buyurmaktadır.

Tefsirlerde bu ayete mânâ verirken 'Günah işlemeyiniz" buyurulmaktadır diye kaydediliyor. (Kurtubi Tefsiri)

Toplumu meydana getiren Müslümanlar Müslümanca yaşamıyorlarsa o toplum günahkâr bir toplum olur. Günahkâr toplumda hiç kimse günahlardan kurtulamaz. Kimse günahlardan ve isyanlardan nefsini ve neslini koruyamaz.

Kur'ân-ı Kerîm'in etrafında toplanamayan toplum günahkâr bir toplumdur. Günahlardan paçamızı kurtarabilmemiz için kimsenin günah işleme yetkisinin olmadığı inancını ve anlayışını topluma inandırma ve anlama firasetini yerliştirmeye çalışmamız gerekir. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'i ön planda tutmakla mümkündür.Kur'ân'ın dikkate alındığı bir toplum oluşturmak. Hiç olmazsa bunun hasretini çekiniz. "Ah Kur'ân-ı Kerîm'e göre kurulan bir cemiyette yaşasam" diye özlem duyunuz.

Adam yaşadığı toplumu İslâm toplumu zannediyor. Böyle insanları islah etmek çok zor.

Günahta ısrar eden bir Müslüman o günahı işlerken Allah'ın rahmetinden mahrumdur. Günah işleyen Müslümana günah işlediği esnada selâm verilmez. Kumar oynayanlara o oyunu oynarken selâm verilmez.Onları seyredenlere de selam verilmez. Onlar da o oyunu oynayanlar gibi günahkârdırlar.

Nereden çıkarıyoruz bunu?

Delilimiz Nisa Suresi 140'ıncı ayetidir.

Nerede Allah'a ve Rasulü'ne muhalif hareket ediliyorsa "Allah'a isyan edenlerin yanında ve yakınında oturmayın..." Kumar oynanan kahvehanelere girmeyin, orada çay içmeyin.

"Ne olur?" demeyiniz. "Siz de onlar gibi isyankâr olmuş olursunuz" buyuruyor Allah (CC)

İçki satılan yerde bulunanlara selâm verilmez. Âsiler, günahkârlar selâma ehil değildir.

Allah (CC): "Nefsinizi koruyunuz" (Maide: 105) Nefis, İslâm ile, Kur'ân ile muhafaza olunur. Her Müslüman avret sayılan yerlerini örtmekle mükelleftir. Buralarını açan Müslümana açık olduğu esnada selâm verilmez. Çünkü bu esnada o kişi (erkek-kadın) isyan halindedir. Masiyetler (günahlar) iyi amelleri bitirir. Buna fırsat vermeyiniz.

Unutmayın her günahta küfre giden bir yol vardır. Bu yolu tevbe ederek ve uzaklaşarak kapamak lazım.

Şu hususu da harkes bilsin: Allah'ın hidayet verdiği kişiler yeryüzünde işlenen bütün suçların mesulüdürler.Ellerinden gelen çalışmayı yapmakla bu suçlardan arınmış olurlar. Bakara sûresinin son ayetinde bu husus çok net ifade edilir.

Mevlüt Özcan

İki gözümüzü de açalım

Kafamızdaki iki gözümüzle görebilmemiz için gözlerimizin sıhhatli olması yetmez.

Gözün görebilmesi için yeterli ışığa da ihtiyaç vardır.

Güneş, ay, yıldızlar gözümüzün görmesi gerekli olanlardır.

Gönül gözümüz de vardır bizim.

Gönül gözümüzün görebilmesi için de ışığa ihtiyaç vardır.

O ihtiyacı gidermek için Rabbimiz, Peygamberleri aracılığıyla kitaplarını ve sahifelerini indirmiş ve onlara Basiret ve onun çoğulu olan Besair kelimesini kullanmış.

İsra suresi ayet 102 ile Kasas suresi ayet 43'de Rabbimiz Tevrat'ın bir isminin de Besair olduğunu, En'am suresi ayet 104'de, A'raf suresi ayet 203'de, Casiye suresi ayet 20'de Kur'an-ı Kerim için Besair kelimesini kullanmış.

En sağlam göze sahip insanların gece karanlığında göremediği gibi en zeki insanların da en karanlık işler yapması, akıl almaz derecede yalanlar söyleyip talanlar yapması hep basiret bağlanmasındandır.

Gözümüze bir bez bağlasalar (Benim çocukluğumda hiç sevmediğim ve oynamadığım bir oyundur) körebe oyunu için biraz zevkli olur ama gönül gözümüze makam, para, servet, şöhret bezleri bağlarlarsa açması çok zor olum ama imkansız değildir.

Basiret: Hak ile batılı iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayırt etme özelliğidir.

Basîret: Çekirdekteki çiçeği görmek o çiçeğin koku ve renginden karamsar gözlerin kara perdelerini dağıtacak göz ve gönül ilacı yapmaktır.

Bülbülün minnacık göğsünden coşup çağıldayan sesleri görmek, bülbül deyince bir çiğnemelik et hatırlayanların kulaklarının ve gönüllerinin pasını bülbül sesiyle temizlemektir basîret.

Birçok köşeyi döndükten sonra masonluğun altıncı köşesini de dönerken başı dönenlerin herkesi dönek görmesini önlemek için kendisi durmayıp, başı dönenleri durdurmak, yanan yüreğin ateşiyle kaynatılmış alın teriyle başını serinleterek ayrılmaktır basiret.

Şairin:

"Saf eyle gönül çeşmesini ta durulunca

Öyle bak gönlüne kim ta gönlün göz olunca"

Dediği gibi gönül çeşmelerini duruluncaya kadar akıtıp pislikten arındırdıktan sonra gönlün göz olmasıdır basîret.

Herkeste gönül gözü vardır. O kafamızdaki iki gözümüzden fazla görür. Kafamızdaki gözümüzle iki senede gördüğümüzü rüyada birkaç saniyede görebiliyoruz. Gönül gözümüzün dışa açılan kapıları olan göz, kulak, el, burun ve dilden oraya nur veya kir girer.

Kişinin gönlüne kir girerse zamanla kalın bir perde oluşturur. Ayet-i kerimede (A'raf 179) de bildirildiği gibi kişi gönül kapısını Hakka kapayınca hayvandan daha aşağı olur ve seksenine gelmiş felçli annesini, üretimi olmayan tüketici veya canlı gübre makinası olarak görmeye başlar.

Gönlüne nur girerse gözü ve gönlü eşyayı aydınlatır ve her şeyi aydınlık görür. Felçli annesi onun gözünde solmaya başlayan boynu bükük sümbül gibidir. Solarken daha güzel koku verir diye ona daha çok yaklaşır ve oradan cennetin solmayan çiçeklerini koklar.

Nur veya kir dolu gönül gözünde bir tek şey ayrı ayrı görünür. Nil nehrinin Kıptiye kan, Müslüman'a su göründüğü gibi .(Bak, A'raf 133'üncü ayetin tefsiri için "Şifa tefsiri" 3/240)

Ağzı hastalara Çamlıbel'in çoban çeşmesinin suyunun acı geldiği, sıhhatli kişilere de Kevser ırmağını hatırlattığı gibi.

Göz ağaçtaki çekirdeği görür. Gönül güzü ise çekirdekteki ağacı görür ve ona talip olur.

Uluslararası ilişkilerde göz diğer devletlerin elindekini görür ve onu ister. Nur ile aydınlanan gönül ise sermayeyi tutan bileği değil, bileği yönlendiren yüreği görür. Onu kazanmak için kalpleri evirip çeviren Allah'a yönelir ve onun kelimeleri ile gönül fethine çıkar. Yürek fethedilince bilek ve bilekteki sermayede diğer gönüllerin fethi için sermaye olur.

İslam alemini yakıp yıkan, taş üstünde taş bırakmayan Cengiz'in orduları Müslüman toplumun içinde eriyip gitmişler. Elleriyle tahrip eden insanların gönüllerine İslâm'ın nuru girince tahrip ettiklerini yine aynı ellerle tamir etmişler. Tahripçi değil, tamirci olalım.

Mahmut Toptaş

Bunalım çağına "İslâm aşısı"

Haksız küreselleşme ve arkasındaki ideoloji demokrasi için bir tehdit oluşturmaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra gelen birinci büyük küreselleşme dalgası varlığını demokrasi dışı rejimlere ve örgütsüzlüklere borçlu idi. Sebep olduğu dengesizlik ve haksızlıkları yükleyeceği toplumsal kesimler ve ülkeler bulduğu sürece yoluna devam etti. Bu mümkün olmayınca sömürgeci blok kendi arasında kapıştı, süreç Birinci Dünya Savaşı ile bitti.

II. Küreselleşme dalgası ise bu sefer, II. Dünya Savaşı ile başladı. "Yeni şişede eski sirke." Yani aslında değişen bir şey yoktu. Doğrudan işgallerin yerini dolaylı yeni sömürgecilik aldı. Öyle anlaşılıyor ki, şimdi bir kez daha yolun sonundayız. "Anlaşmalı Soğuk Savaş döneminin" misyonu da mukavelesi de böylece bitti. Dünya iktisadi ve siyasi birliktelik için yeni bir barış, üretim ve bölüşüm mimarisi arıyor.

Bu yönde kaleme alınan son yazımızdaki birinci madde ekonominin yeniden tanımlanmasıyla ilgiliydi. O yazıda bunun arkasındaki felsefi duruş açıklandı. Son bir yazı ile devam edelim.

İki, bencil insan mülkün ve rızkın sahibine kulak verip, aşırı kısa vadecilik çukurundan çıkıp, İslam'ın emrettiği zekatı acilen içine sindirmeli. Bu, rızkın artarak devam etmesi için büyük bir çarpan, toplam talep daralması için bir bereket kalkanıdır. Sözde "sosyal devlet" adına bu yükü mekanikleştirerek, insan yüreğini ve merhametini toplumsal dokudan silip atarak, devlete ihale eden Avrupa da çöküyor. Oysa, ne kadar çalışsak da, hak ettiğimizi düşünsek de, felsefi olarak bakıldığında bunları başkalarının elde edememesi, mahrum kalmaları pahasına elimizde bulundurduğumuzu kabul etmeliyiz. Sahip olduğumuz her şeyde insan, nebatat ve hayvanatın bir hakkı vardır.

Üç, aynı noktadan hareketle, çevreyi babalarımızdan miras almadık, emanetin hukukuna riayet ederek evlatlarımıza aktarmak üzere Allah bize sadece kullanım hakkını verdi. İnsanı yeryüzünde talancı bir ideolojiye emanet edip, çevreyi "vergi" ile kurtaramadığımız görülüyor. Zira vergi, "öde ve yık" anlamına geliyor. Emanet ahlakı için zamanlararası (intertemporal) bir bakış gerekir. Bunun anlamı, ahiret inancı ve hesap verme bilincidir.

Dört, faiz, parayı üretimden kopartıp "finans kapitalin" üzerimize çökmesine neden olmuştur. Bu, bir-iki defa değil, onlarca defa tekrarlanmıştır. Mesele, "paranın fırsat maliyetinin etkin ve adil bir şekilde" hesaplanmasıdır. Faiz bu ölçüm yöntemlerinden sadece birisi ve bana göre en haksız olanıdır. Para üretimin emrine verilmelidir. Gelir ve risk -sadece birisi değil- üretim sürecine giren emek, toprak, sermaye ve girişimci arasında anlaşılan oranda paylaşılmalıdır.

Bunu bize faizsiz bankacılık temin etmektedir. Daha şimdiden İngiliz HSBC Amanah Bankası'nın 2007 yılı itibarıyla İslami fonlarının aktif büyüklüğü, Türkiye'deki tüm katılım bankalarının toplam aktif büyüklüğüne ulaştı. Ancak bu alanın geliştirilmeye, projelendirilmeye ihtiyacı vardır. Şimdi bunu düşünmenin tam zamanıdır.

Beş, insanlara "bugünkü riskinizi yok etmek istiyorsanız gelecekte ticaret yapın" dediler. "Features ve options" piyasaları buradan çıktı. Gelmeyen bir zamanda, olmayan bir maldan, gerçekten belli olmayan bir fiyattan "sanal bir ekonomi" kurdular. Önce para üretimden kopartıldı, ardından da pazar zaman ve mekandan kopartıldı. Dünyanın en zeki matematikçi ve bilgisayarcı çocuklarına, sözde bilim adına karikatürize modellerin altına imza attırdılar. Ekonomik faaliyet; gerçek mal ve fiyat, yani gerçek zamanlı olarak yapılmalıdır.

Semanın altında yeni bir şey yok. Yaşadığımız bir asırlık krizi, beş asırlık çözüm önerileri ile aşmak için böyle kökleri mazide olan denenmiş tecrübelere ihtiyaç var. Bu topraklar barışın felsefesi, birlikte yaşamanın iksiri, uygulanmış ekonomik hayatı ile alternatif bir duruşa, bir özgül ağırlığa sahip.

Yanlış anlaşılmasın, ben bu yazı dizisinde Batılılara sesleniyorum. Yerli aydın üstüne alınmasın. Öyle gözüküyor ki, kıyamet alameti olarak bir gün güneş Batı'dan doğacak!
İBRAHİM ÖZTÜRK

Kürdistan

Küçük düşünmeye alışık olanların, çevrelerine hep endişe ile bakanların kelimelerden korkmaları normal. İlkel toplumlara has bir korku: Eğer tehlikeli bir varlığın adını ağzınıza alırsanız kendisini de çağırmış olursunuz.

Ne denir? "Ağzından yel alsın." "Kürdistan" adını ağzınıza alırsanız Kürdistan devleti kurulur. Paranoyaların yönettiği bu akıldışı dünyadan çıkmadıkça dev gibi sorunlarla baş edebilmemiz zor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dikkatli. Hem bu korkularla yaşayanları ürkütmemek için korkulan kelimeyi ağzına almıyor hem de gerçeklerin dünyasına bir kapı aralamaya çalışıyor. Birleşmiş Milletler'de bizim de kefil olduğumuz Irak Anayasası'na göre, Kuzey Irak'ta hüküm süren yönetimin adı "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" (Kurdistan Regional Government). "Kürdistan", bir coğrafî bölgenin adı. İran'da Goranî Kürtlerinin yoğun olarak yaşadığı bölgenin adı "Kürdistan" vilâyeti. Osmanlı devleti yüzyıllar boyu bu coğrafî bölgeyi "Kürdistan", bu bölgedeki şehirleri de "Bilad-ı Ekrad" (Kürtlerin beldeleri) olarak isimlendirdi. "Kürdistan" kelimesi "Kürtlerin yaşadığı bölge" anlamına geliyor. Van Gölü'nün aşağısından güneye doğru uzanan ve aradaki vadileri ve platoları ile tek parça görünen dağlık bir bölge, bu coğrafya. Cumhuriyet döneminde yer isimleri ulusun bir parçası haline getirilince "Kürdistan" da resmî olarak tedavülden kalktı.

Sonuç ne oldu? Bugün sorun bu isim değil, bu ismin tartışılıyor olması. Erbil'de, Osmanlı'dan kalma bir Kürdistan haritasının tıpkıbasımı, birçok yerde duvarları süslüyor. Kürt ulusalcılarının "Büyük Kürdistan" hayali ve Pan-Kürdizm akımı önemli bir siyasî damar. Ama gerçek dışı. Mesele Kürdistan ile Kürtlerin bir türlü örtüşememesi. Dünyanın en büyük Kürt şehrinin İstanbul olduğunu hatırlatmak, bu Pan-Kürdist balonu patlatmak için yeterli. "Büyük Kürdistan"ın önündeki engel bizim "Kürdistan" kelimesini yasaklamamız değil; yalın ve somut gerçekler. Kürdistan kelimesinden korkanlar ile Kürdistan hayalleri kuranlar aynı şizofrenik dünyanın içinde birbirlerini besleyip duruyorlar.

Türkiye'nin kendi Kürtleri ile barışması, birlikte güvenli bir gelecek inşa etmesi gerekiyor. Barışın tesisi, Cumhuriyet'in "Vatandaş Türkçe konuş" zulmünden uzaklaşmak ve Kürtlerin başta dil olmak üzere sahip oldukları kültürel değerlere saygı duymakla mümkün. Şunu hep birlikte itiraf etmeliyiz: Kürt sorununu Kürtler değil, devlet yarattı. Uzun bir tarihin arasına bir bıçak gibi giren bu dönemi artık kapatmalı, daha gerilere dayanarak yeni bir geleceğe doğru yol almalıyız.

Etnik kökene dayalı ayırımı önemseyenler için hatırlatalım: Bu topraklarda Türklerin ve Kürtlerin saadeti, tarih boyunca aralarındaki uyuma bağlı kalmıştır. Bitlis News'te Yaşar Abdulselamoğlu'nun hatırlattığı gibi, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'dan Ortadoğu'ya inmesi Kürtlerle ittifakından sonradır. Çaldıran Savaşı'nda Osmanlı zaferini getiren bu ittifak, Yavuz Selim'in nezdinde o kadar değer bulmuştur ki, sonucu sınırsız bir güven olmuştur. Bu güvenin sembolü, Yavuz Sultan Selim'in Kürtlerin temsilcisi olan İdris-i Bitlisî'ye, altında kendi mührü bulunan boş kâğıtlar göndermesidir. Kürtlere güvenmemiz lâzım. Daha ötesi Kürtlere güveni, kendi özgüvenimizin bir parçası olarak idrak etmemiz lâzım. Evet, Kürdistan adında bir coğrafî bölge var. Bu bölge benim vatanım. Tıpkı İstanbul'un, İzmir'in, Ankara'nın da oradaki Kürtlerin vatanı olması gibi. Bu söylediklerim Erbil ve Süleymaniye için de geçerli. Beşerî coğrafyaya sınır koymak zor.

"Kürdistan" lafından ürkenlere, korkuyla sımsıkı kapattıkları gözlerini açarak önce yakın çevrelerine, daha sonra da içinde yer aldığımız bölgeye dikkatle bakmalarını samimiyetle önermekten başka çare yok.
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

Paketler tamam da reformlar ne olacak?

Hükümet ekonominin çarklarını açmaya yönelik süreli stoklara yönelik önlem paketlerini bir bir devreye alıyor. İlk paketler (paket oldukları sonradan anlaşıldı) genel ekonomik gidişatı açıcı ve uzun süreli idi. Şimdi daha kısa süreli önlemler göze çarpıyor.

Paket açıklamamakla övündüğümüz bir dönemden şimdi sıralı paketlerle övünüyoruz. Elbette gelişmiş Batı ekonomilerinin önlemlerine benzemiyor ama biz de ekonomiye paketsel önlemleri artık zaruri görmüş gibiyiz.

GAP-KOP veya DOP gibi baş harflerle anılan büyük kamu yatırımları aslında bizim bu krizdeki gerçek paketlerimiz. Bugün sıralanan tedbirleri ben biraz önlem olarak yorumluyorum.

Son önlemleri tüketimi artırıcı, stok eritici ve vergi gelirlerinden feragat edici özellikleri nedeniyle fakirleştirici olarak görüyorum. Bu tür önlemler değer yaratıcı, istihdamı artırıcı olmaktan uzak olduğundan ekonomik genişlemeyi sürdürülebilir kılamaz.

Bugün kısa süreli önlemler yanında yukarda zikrettiğim gibi gerçek paket olarak gördüğüm büyük kamu yatırımlarının da devamı gerekmektedir. Üretimi artırıcı, istihdam yaratıcı ve katma değer yaratıcı yeni paketler gerekmektedir.

Ama asıl önemli sorunları da görmemiz gerekiyor. Ekonomik sorunlarımızı temelden çözecek sorunlara da yeniden el atma vakti çoktan gelip geçiyor. Nedir bunlar?

Türkiye, kamu personel reformuna henüz el atmadı. Milli eğitim sistemimiz 28 Şubat eksenli mesleksiz insan yetiştirmeye odaklı devam ediyor. Nitelik yönünden yaşanan kopukluk işgücünü ekonominin en canlı olduğu yıllarda bile işsiz bırakıyor.

Bir noktayı açıklamakta fayda var. Türkiye'de özel nitelik eksikliği yok denebilir. Sayısız mühendisi, mimar veya uzman işsiz ordusundan bahsedilebilir. Zaten ülkemizin sorunu da buradadır. Türkiye'de ara eleman sıkıntısı nedeniyle üretim faktörlerinde uzman istihdamı da yetersiz kalmaktadır.

İşgücü piyasasını kriz döneminde yeniden eğitecek seferberliği de başlatabiliriz. Örneğin işsizlik ödeneklerini kurslara zorunlu bağlayabiliriz. Veya İşkur'un şu anki uygulamalarını genişletebiliriz.

Ama gerçek sorun için acilen reform sürecini başlatmamız gerekiyor. Türkiye 92'deki erken emeklilik düzenlemesi ile bir kuşağı 10 yıl içinde yaşadığı 3 büyük krizle adeta yerlere serdi. Ardından meslek eğitimlerini bitirerek yeni bir kuşağı ekonominin dışına itiverdi. Her iki uygulama da açıklandığı yıllarda değil etkilerini yıllar sonra artırarak göstermektedir.

Nitekim sosyal güvenlik açığımız erken emekli sayısının inanılmaz artışı ile yıllık 40 milyar liraya ulaşmıştır. Türkiye aynı yaş ortalamalarında 7 çalışan bir emekliyi bakarken bugün 2 çalışan bir emekliye bakıyor. Hatta oran daha da aşağıya düşmüştür.

İkinci uygulama ile ise ara eleman sıkıntısı her geçen yıl artarak devam ediyor. Örneğin genç işsizlik oranımız inanılmaz yüksek. Diplomalı işsizlerimiz inanılmaz yüksek.

Ekonomik sıkıntıların aşılmasında önlemler, paketler devreye alınıyor. Ama benim gerçek beklentim reformların yeniden devreye alınmasıdır. Elbette hâlâ bu reformlara karşı direnç sergileyecek “vatan severler” ortaya çıkabilir. Elbette bu reformları siyasi olarak değil de ekonomik olmanın dışında değerlendirenler çıkabilir.

Ama Türkiye işgücü piyasası ölüyor. Türk insanı işsizlikle ekonomik olmanın ötesinde karşı karşıyadır.

İşsizlik reformunun ne kadar gerekli olduğunu artık anlamamızın vakti gelmedi mi?

İbrahim Kahveci

25 Mart 2009 Çarşamba

CHP'nin üç alandaki ikilemi

Sandığa birkaç gün kala CHP, hâlâ, üç alanda inandırıcılık sorunu yaşıyor.
1.Yolsuzluk alanı.

2. Gelir dağılımı alanı

3. İnanç alanı.

Bu üç alan, CHP'nin, yer yer klasik çizgisinden farklılaştığı ve 29 Mart seçimlerinde propagandayı üzerine inşa ettiği alan. Belli bir performans da yakalanmış durumda, ama hâlâ inandırıcılık sorunu ortadan kalkmış değil.

Yolsuzluk konusu, özellikle de Kılıçdaroğlu motifi ile, sıcak tutuluyor. Ancak, CHP'nin bu konudaki söylemi, halen CHP kontrolünde bulunan belediyelerdeki yolsuzluk iddiaları dikkate alındığında, "Yani sizin yönetiminizde yolsuzluk olmayacak mı?" sorusunu gündemde tutuyor.

Çankaya'da aday gösterilmeyen CHP'li Başkan Prof. Dr. Muzaffer Eryılmaz'ın, "Belediye Meclisinde yamyamlar var, onları doyuramıyorum" sözü hatırlarda. Şimdi Muzaffer Eryılmaz yok, ama acaba "yamyamlık"la suçlanan meclis üyeleri de yok mu? Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi ve çalışanlarının önemli bir kısmı yolsuzluktan yargılanıyor. Geçmişte de, İSKİ yolsuzluğu, CHP'li Başkan Nurettin Sözen döneminde gerçekleşmişti. Yani, yolsuzluk, Türkiye siyasetinin kangrenleşmiş alanı ve maalesef, büyük şehirlerin ürettiği rant karşısında ahlaki duyarlılık direnemiyor. Bireysel dürüstlük iddiası ise insanlara inandırıcı gelmiyor.

CHP'nin asıl ikilemi, gelir dağılımı ve inanç alanında gözleniyor.

Malum bütün kamuoyu yoklamalarında, CHP'nin, özellikle büyük şehirlerde varlıklı kesimlerden (TÜSİAD camiası gibi) oy aldığı ortaya çıkıyor.

İstanbul söz kosunu olduğunda, Kadıköy, Etiler, Şişli'nin varlıklı kesimleri, Bakırköy, Bahçeşehir vs'den... CHP'ye oy geliyor. Buna karşılık, varoşlar, AK Partili veya Saadet'li... CHP, klasik oy alanını genişletmek için varoşlara açılmak istiyor. Sorun şu: CHP, varoşlara, varlıklı kesimlerden oy alırken kullandığı motiflerle mi açılacak?

İnanç alanında da benzeri bir ikilem var:

CHP'nin oy deposu olarak bilinen varlıklı alanlar, aynı zamanda, ideolojik - kültürel tercih de yapıyorlar. Laiklik vurgusu, bu ideolojik - kültürel tercihin omurgası. Bu kesimler, bu yönleriyle öteden beri muhafazakar, demokrat siyasi kadrolara karşı mesafeli durmuşlar. Bugün CHP'yi desteklerken, belki de daha çok "AK Parti karşıtlığı" ile motive oluyorlar ve bunda da, AK Parti'nin;

1-Ülkedeki gelir akışını, Cumhuriyet döneminde yükünü tutmuş varlıklı kesimler yerine bir ölçüde Anadolu'ya doğru kaydırmasının... Yani bir ölçüde gelir transferinin...

2-Değerler planında, yine bir ölçüde, muhafazakar yönelişler içine girmesinin etkisi var.

Bu çevrelere göre, "Ülke elden gidiyor!"

CHP'nin bu seçimlerde de, bu çevreler tarafından aynı duygularla des teklendiği açık.

İstanbul'da, "varoşa açılım" projesi daha etkin biçimde devreye sokulduğu için "Laiklik" vurgusu az yapılsa da, İzmir'de, daha emin sularda bulunulduğu farzedilerek, Baykal'ın mitinginde seslendirilen baş slogan, yine "Türkiye laiktir laik kalacak!" sloganı oldu.

CHP, İstanbul'da, eski il başkanı Gürsel Tekin'in de yönlendirmesi ile, "Çarşaf açılımı" yaptı. Bu, varoşa ulaşma hesabına bağlı bir açılımdı.

CHP'nin bu açılımı, kendisini ideolojik ve kültürel sebeplerle destekleyen laikçi muhitlere anlatması lazımdı.

Sanırım şöyle anlattı ya da onlar, biraz oportünizm adına şöyle anladılar:

-CHP güçlenmeli. Bunun için, daha geniş çevrelerden oy almalı. Geniş çevre deyince, muhafazakar alana ulaşmak gerekiyor. Bunun için de, bir ölçüde açılım yaparak o çevre ile buluşmak lazım. Eğer oy getirecekse, küçük, birkaç jestin ne mahzuru olabilir?

Bu söylem, o muhitlerde bir kesimi ikna etti. Bir kesim sessiz kaldı, bir kesim tepki gösterdi.

Peki, varlıklı ve laikçi muhitlerde gelişen bu oportünist söylem, varoşlarda nasıl karşılandı?

Varoşlar bu söylemin oportünist bir yorumunu yapabildiler mi?

Evet, belki bir iki yerde, bu oportünist söylemin oportünist karşılığı oluştu.

Şöyle ki: CHP'ye gelmek karşılığında bir yakınımıza belediye başkanlığı verirseniz, çarşafımıza altı oklu rozet taktırırız, diyenler oldu.

Al gülüm ver gülüm.

Böyle bir çıkar sözleşmesinin söz konusu olmadığı yerlerde, hem muhafazakar değerlere bağlı, hem ekonomik zorluklar yaşayan kesimlerin, hem laikçi hem varlıklı kesimlerle aynı siyasi potaya, yani CHP potasına düşmesi kolay gözükmüyor.

CHP'nin zorluğu şu:

Hem varlıklı hem yoksul kesime yönelip, "Elimde sizin her ikinizi mutlu edecek bir gelir dağılımı formülüm var", demesi lazım.

Ayın şekilde hem laikçiye, hem muhafazakar ve dindara yönelip, "Elimde birinizin inanç özgürlüğünü, diğerinin inanç alanını kontrol etme dayatmacılığını birlikte tatmin edecek bir formül var", demesi lazım.

CHP'nin elinde böyle sihirli bir formül var mı?

Ben bunu göremiyorum.

CHP'nin bir misyonu, bir de seçim manevrası var.

Ben, misyonun olduğu yerde durduğunu, seçim manevrasının ise, sadece oy toplamak için safdiller aradığını düşünüyorum.

Varoşlar, onların beklediği şekilde saf dillerden mi oluşuyor, 29 Mart'ta göreceğiz?
Ahmet TAŞGETİREN

Kapitalist ekonomi bankaların esiri mi?

Global kriz açıkça gösterdi ki, kapitalist rejimin merkezinde bankalar yer alıyor. Finans kavramı da bankacılığın farklı uygulamalarından başka bir şey değil. Mesela, kısa vadeli alacakların iskonto edilmesi olan faktöring bir kredi işlemidir, saf bir bankacılık ürünüdür.
Genişleyen piyasanın meydana getirdiği uzmanlaşma sonucu ortaya sadece bu işi yapan faktöring şirketleri çıkmıştır. Bir orta-uzun vadeli yatırım finansman yöntemi olan, leasing (bizdeki adıyla finansal kiralama) son dönemlere kadar bankalarca yapılırken, bankaların kâr hırsıyla sadece kısa vadeli işlere yönelmesi sonucu leasing şirketlerinin işi haline geldi. Forfaiting, ihracat alacağının iskontosuna dayanan, orta vadeli bir ihracat finansman tekniğidir. Görünüşte işlemi forfaiting şirketi (forfaiter) yapar. Ama, forfaiter istisnalar hariç, ancak bankanın poliçe veya bono üzerine koyduğu kefalet (aval), vadeli bir akreditif, yahut ithalatçı lehine onun bankasının düzenleyeceği garanti mektubunu teminat altına almak koşuluyla işlemi yapmayı kabul eder. Yani forfaiting, riskini bankanın yüklendiği bir kredi işlemidir, forfaiterin fonksiyonu talidir, önemsizdir. Sigorta şirketleriyle bankalar tabiri caizse yakın kan akrabasıdır, kardeştir. Batı'da, sigorta şirketleri bankaların kurucusudur, hissedarıdır, Türkiye'de ise bankalar sigorta şirketlerinin sermayedarıdır. İki halde de, bankayla sigorta şirketi ayni nesebi paylaşır. Bir yandan banka kredileri sigortacılığın önemli bir alanı olurken, diğer yandan, büyük bankalar müşterilerine mutlaka sigortacılık ürünleri de sunar. Artık daha da ileri gidilerek, bankalar ve sigorta şirketleri birleşiyor, "banksurance co. (bank+assurance co.)" denilen kuruluşlar oluşturuluyor. Bankaların mortgage kredileri, bu kredilere kefil olan ve bankalara müşteri bulan finans şirketleri doğuruyor.

Son krizin aktörlerinden birisi olan kredi temerrüt swapları, bankaların açtıkları kredilerin, satın aldıkları tahvillerin nemasını kendilerine, riskini başkalarına yükleme kurnazlığının eseridir. Borsa, bankasız düşünülemez. Çünkü, her borsada banka hisseleri en gözde kağıtlardandır; hisse senedi alım bedellerinin karşılandığı, satım bedellerinin yatırıldığı yer banka hesaplarıdır.

İster tüccar olsun, ister sanayici, hiç kimse bankaya bir şekilde başvurmadan, işini yürütemez. Bankasız ihaleye girilemez, akreditif açılamaz, para transfer edilemez, iç ticaret yapılamaz, dış ticaret zaten olanaksızdır. Devletin vergisi bankaya yatar, maaşlar, kiralar banka hesabına girer. Hisse senedi veya tahvil çıkarmak isteyen şirket, bunu en ufak ayrıntısına kadar bankaya yaptırtmak zorundadır. Birleşme ve satın almaların (mergers & acquisitions) gerçekleşmesi için banka aracılığı şarttır. Bankalar kurdukları yan şirketlerle ticaret ve sanayinin fiilen içindedir. Bu sistemde kanunsuzluk yapmak için bile banka lazımdır. Kara paranın aklanması, paranın bir kez olsun, bankaya yatırılıp çekilmesine bağlıdır.

Bankalar geniş halk kitlelerinden kopuk, servetin gayri adilane dağılımına yol açan, sadece kendisine çalışan, teorideki amaçlarından tamamen sapmış kuruluşlar. Bankalar, ABD'yi öyle hale getirmişler ki, Başkan Obama, FED başkanı ve hazine bakanı ağız ve fikir birliği içerisinde devletin milletin trilyonlarca dolarını krizin tek müsebbibi olan bankaları düze çıkarmak için harcamaktan hiç kaçınmıyorlar. Vicdan sahibi senatörlerin bu müthiş haksızlığa karşı isyan etmesi umurlarında olmuyor. Ülkemizde, bankaların kredi kartı konusunda halkın feryadını, kamu görevlilerini, hatta yasaları ne kadar dinledikleri malum.

Kısaca, kapitalist ekonomi kendini bankalara esir etmiş, bankalar tarafından esir alınmıştır.

Sami USlu

İnsanlar layık olduklarını seçerler başlarına

Nasıl bir yönetime layıksınız? Bunu anlamak hiç zor değildir. Nasıl bir hal ve hayat içindeyseniz ona uygun yöneticiyi seçersiniz başınıza. Ayetlerin işaretiyle, Allah iyi hal ve davranış içinde olanlara kötü yöneticiyi musallat etmez. Kötü hal ve davranış içinde olanlara da iyi yöneticiyi layık görmez.
Demek ki herkes kime layıksa onu seçer başına. Konuya ait çarpıcı bir olay arz etmek istiyorum takdirlerinize. Ümit ederim siz de benim gibi ibretle okuyacak, takdirle tefekkür edeceksiniz bu tarihî olayı.

Halife Hazreti Ömer, âdeti olduğu üzere yürüdüğü yoldaki taşları ayağıyla vurup kenara atarken bir adamla karşılaştı. Hemen cebinden bir miktar para çıkarıp, 'Buyur bunu harçlık yap.' dedi. Heyecanlanan adam, 'Harçlığım var.' deyince 'Buna rağmen kabul etmeni istiyorum.' diyen Halife, şöyle izah etti durumu: 'Geçenlerde bu yolda yine taşları ayıklarken, ayağımla vurduğum bir taş, yuvarlanıp senin ayağına çarpmış, ben de yönettiğim halkımdan birinin ayağını incittiğim için üzüntüye kapılmıştım. Bunu alır da hakkını helal edersen, beni o günden beri duyduğum üzüntüden kurtarmış olursun.'

Bu olay, o günkü yöneticiden bir misal. Bir de o günkü halktan misal arz edeyim. Hazreti Ebu Zer, komşusunun karnı açken Müslüman'ın kendi evinde tok olarak uyuyamayacağını iddia ediyor, elinde parası olanın aç komşusuna vermeden paralı evde uyumasının caiz olmadığını ileri sürüyordu. Onun bu iddiasında ne kadar samimi olduğunu anlamak için, bir akşam kendisine bir kese dolusu para getiren bir köle bu parayı kabul etmesini istedi.

Ebu Zer, bu parayı kendisinden daha fakir olanlara vermek gerektiğini söyleyince, köle, "Bunu sana kabul ettirebilirsem hürriyetime kavuşacağım sözü verildi bana." diyerek parayı kabul ettirdi. Ancak o gecenin sabahında köle erkenden gelerek, "Size akşam getirdiğim parayı yanlış adrese getirmişim. Başkasına vermem gerekiyormuş; parayı gönderenler geri istiyorlar." deyince Ebu Zer'in cevabı şöyle oldu:

— 'Ben komşularımın ihtiyaç içinde inledikleri sırada evimde bol para ile uyumamın caiz olmayacağına inandığım için, verdiğin parayı eve götürmeden hemen yoksul komşularıma dağıttım, ondan sonra gelip evimde uyudum. Şu anda sana iade edecek tek dirhemim yoktur!' Bu da o günkü halktan bir misal! Şimdi biraz daha beriye, hicretin yetmişinci senelerine doğru geliyor, Emevi-Abbasi çekişmeleri sırasında halkın bölünüp parçalanarak kendi içlerinde birbiriyle uğraşmaya başladığı günlere bakıyoruz. Zulmüyle şöhret yapmış Haccac-ı Zalim olanca acımasızlığıyla halka zulmünü sürdürüyor. İşte bu sıralarda halktan kendisine şöyle teklifler geliyor: 'Sen Hazreti Ömer'in halkına karşı gösterdiği şefkatli tavrını biliyorsun. O, halkının kazara ayağına bir taş dokundurmasından bile teessüre kapılıyor; hemen helallik diliyordu! Sen de bize öyle adaletli davran. Senden bize böyle davranmanı istiyoruz.'

İşte Haccac'ın bu isteğe tarihî cevabı:

— Ömer'in zamanında Ebu Zer gibi de halk vardı. Siz Ebu Zer gibi birbirini düşünen halk olun, ben de Ömer gibi sizi düşünen yönetici olayım. Siz Ebu Zer gibi halk olmuyorsunuz, ama benden Ömer gibi yöneticilik yapmamı istiyorsunuz. Böyle bir örnek yoktur. Allah halini düzeltmeyen halka iyi yönetici göndermez, düzelten halka da kötü yönetici musallat etmez. Size beni musallat ettiğine göre siz bana layık haldesiniz. Bunu böyle bilin. Kendinizi iyi yöneticiye layık hale getirmeye bakın!

Ne dersiniz, kendimizi (tam olmasa da) bir ölçüde iyi yöneticiye layık hale getiriyor muyuz acaba? Yoksa kimler kimlere layık olduklarını mı gösterecekler bu seçim sonunda da?

Ahmed Şahin

Dünyanın merkezî şehirleri

Modernite ile beraber modernlik de sonun başlangıcına girdi. Postmodernizm bunun ilk işaretiydi. Ve bu sürecin, bir öncekinin yerini alamayacağı belliydi. Belli olmayan, mevcut belirsizliği neyin devam ettireceği konusudur.
Varlıkta hiçlik, yokluk ve mutlak tesadüf olmadığına göre, bize "belirsiz" gibi görünen şeylerin arkasında bir belirleyen vardır. Yeni süreci "kişiler"in yönlendiremediği açık, nasıl olsun ki, birey projesinin kendisi göçmüş durumda. Kahramanlar çağını geride bıraktık. Tarihin genel akışında belirleyici rol oynayan şahsiyet örnekleri peygamberlerdir; onları takip eden sahabeleri, ensarı (yardımcılar) dahi ortak ahlaki amaçları belli bir rasyonalite çerçevesinde tahakkuk ettirdikleri oranda gelişmeleri etkileyebilmişlerdir. Bireyden söz edemiyorsak, insanın kendini ifade ettiği yeni formların ne olduğuna bakmamız lazım.

Modern zümreler gizli oligarşiler kurmuşlar. Ana dürtüleri sömürü ve tahakküm kurmak olan oligarşileri lobiler, şirketler, çıkar ve baskı grupları oluşturmaktadır. Bunlar geniş alanlarda faaliyet gösteriyorlar. Ama karşılıklı bağımlılık bütün yapılar için söz konusuysa, oligarşilerin irade ve icraatları da mutlak değildir, onların da önüne dikilen birtakım saydam engeller vardır.

Marxist anlamda yaygın ve derinlemesine işleyen bir sömürünün varlığı inkâr edilemez, ama ortada klasik sınıflar yok. Dışlanan, sömürülen ve her gün biraz daha alta itilen kitlelerin farklı kimlik talepleri vardır; bunlar ne proletaryadır ne proletarya bilincini taşırlar.

Pekiyi, söz sahibi olan devletler mi? Bu, akla gelebilecek son ihtimaldir. Çünkü modernliğin sonunu getiren temeldeki gelişme, pozitivizmin çökmesidir. Her şeyin göreceleştirildiği, ana sloganın "ne olsa gider!" olduğu bir dünyada "toplum" çözülüp alt gruplara ve gruplar daha alt kimliklere bölünürken, ulus kavramı da kucaklayıcı anlamını kaybetti. Pozitivizm her şeyi izah edemiyorsa, ulusal kimlik de bütün grupları ve alt kimlikleri kucaklayamıyor. Ulus zaten sentetik bir icattı, ancak otoriter politikalar ve totaliter enstrümanlarla hapishanenin duvarlarını ayakta tutabiliyordu; duvarlar yıkıldı, içerdekiler dışarı fırladı. Herkes kendine yeni bir melce' arıyor; herkesi içine alan geniş ve kuşatıcı bir gökkubbenin farkına varması için biraz zaman gerekecek.

İnsan kendini anlamlandırmadan yaşayamaz. Modernliğin gelip saplandığı sekülarizasyon, Habermas'ın da Berger'in de altını çizdiği gibi derin bir nihilizme yol açtı. Bu aşamadan sonra, birey, kendi şahsiyeti üzerinde düşünmek zorunda. "Kişilik" yetersiz bir kelime; "şahsiyet", insanın kendini varlık âleminde teşhis etmesi, kendine bir teşhis/tanı koyması çabasıdır. Bunu ma'rifetle yaptığı zaman doğru istikameti bulur. Ma'rifetünnefs, ma'rifetülhalk ve marifetullah. En azından "insanın hüsranda olduğu (bu asr) da, istisnalar"ın yönelimi bu olacaktır.

Kimse yalnız yaşayamaz. Aidiyet tabiidir, bir ihtiyaçtır. Şahsiyet sahibi insan bir aileye, bir gruba/cemaate mensup olur. Bu yüzden önümüzdeki sürecin aktif özneleri STK'lar ve cemaatler olacaktır. Ve çözülen toplumun yerini alacak olan ise "şehir"lerdir. "Geleneksel şehir"den "modern kentler"e geçiş, farklı bir süreç izleyerek, modern kentleri daha müteal, daha yaşanabilir ve daha insani formlara kalbedecektir. Bu açıdan bakıldığında geleceğin dünyasını merkezî şehirlerin belirleyeceğini söyleyebiliriz. Bu şehirlerin her biri bir güneş gibi, orta havzanın etrafındaki beşeri sahaları domine edecek, yeni sürece katacak ve hem maddi hem manevi olarak (sanat, edebiyat, felsefe, siyaset vs.) besleyecektir. Soru şu: İslam, bu yeni sürece kaç merkezî şehirle ve hangi formasyonlarla dahil olacaktır? İnsanın tarihi iyi ve kötünün kavgası hikâyesidir. Mevcut haliyle uluslararası düzen, yabancılaşmayı, çatışmayı ve sömürüyü, bireyin zihinsel algılarından devasa yapılara kadar her alanda içselleştirmiş, kurumsallaştırmış ve küreselleştirmiş bulunuyor. İçine girdiğimiz kriz, bunun böyle devam etmeyeceğini gösteriyor. Kahırdan lütuf doğar.

Ali Bulaç