21 Mart 2009 Cumartesi

Sanılanın aksine ordu yeteri kadar 'profesyonel' değil

Ergenekon şebekesi delik deşik oldu. Darbeci zihniyet umudunu giderek yitiriyor. Genelkurmay Başkanlığı emir komuta zincirini ve hiyerarşiyi bozan çürük elmaları kurumdan temizlemeye çalışıyor. Bu arada darbecilerle ilişkiye giren gazeteci ve işadamı gibi siviller de deşifre oluyor.
İşte böyle bir ortamda, şu soruyla sık sık karşılaşıyorum: Türkiye'de yeniden darbe olur mu?
Cevabım şudur: Kısa vadede böyle bir ihtimal göremiyorum. Ancak orta/uzun vadede tetikte olmak zorundayız. En az bir atımlık barutları daha var.
Demek istediğim şu:
Dünyada ordular, iki biçimde sivillerin denetimi altında olmuştur:
1) Siviller orduyu doğrudan denetlemiştir.
Bu örneklere Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya'sında rastladık. Her iki rejimde de, iktidar partisi orduyu komiserleri, müfettişleri, iç ajanları aracılığıyla bire bir denetlemiştir.
' Kızıl Ekim' adlı filmi izleyenler hatırlayacaktır: Batı'ya sığınmak isteyen Sovyet denizaltı mürettebatı, komutanları ( Sean Connery ) öncülüğünde, ilk olarak gemideki KGB subayını/komiserini öldürüyordu.
KGB'nin gemide ne işi vardı? Çünkü önemli bütün askeri birimler, istihbarat tarafından denetleniyordu.
2) Askerler mesleki profesyonellik gereği, bilerek, isteyerek sivillerin denetiminde olmuştur.
Profesyonellik, bir görevi harfiyen yerine getirmeyi ve başka işlere, özellikle de mesleği zaafa uğratacak işlere bulaşmamayı gerektirir.
ABD ordusu İkinci Dünya Savaşı'ndan beri kürenin en güçlü ordusudur. İngiliz ordusu da hiç fena değildir.
Ancak bu iki orduda da, hiçbir ciddi darbe hamlesine şahit olunmamıştır.
Çünkü bunlar, profesyonellik seviyeleri yüksek ordulardır. Subaylar, yasal kanallar haricinde siyasete bulaşmaz. Hele hele, "Biz bu ülkeyi sivillerden daha iyi yönetiriz" vehmine hiç kapılmazlar.
Bu açıdan bakıldığında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin genel profesyonellik seviyesi düşüktür.
Çünkü profesyonellik, sadece kendi işini iyi yapmayı değil, başkasının işine de karışmamayı gerektirir.
Başa dönersek:
Maalesef TSK bünyesinde, tarihten gelen bir kurum kültürünün sonucu olarak, tam profesyonel olmayan subaylar var.
Bu subaylar, yaklaşık on yılda bir, çeşitli bahanelerle vatandaşın oyuyla seçilmiş hükümeti devirmeye ve iktidara el koymaya kalkışıyorlar.
Ancak bu gruptaki subay sayısının azaldığını tahmin ediyoruz. Demokrasiye, hukukun üstünlüğü ilkesine ve Avrupa Birliği hedefine bağlı, çağdaş subay sayısı giderek artıyor.
Ancak olay bundan ibaret değil.
Yani profesyonelleşen subay sayısının artması ve darbecilerin peşine düşülmesi yetmiyor.
Toplumda, beğenmediği hükümetin, askeri müdahaleyle düşürülmesini arzulayan bir kesim var.
Orta ve üst sınıftan olan, kentli, beyaz yakalı, eğitimli kişilerden oluşan bu kesim; işadamları, bürokratlar ve medyacılar aracılığıyla, TSK mensupları üzerinde provokatif bir rol oynayabiliyor.
( Örneğin: Genelkurmay'ın kapısını aşındırarak, "Daha ne bekliyorsunuz, hadi müdahale edin" diye bastırmalar, "Ordu göreve" diye pankartlar açmalar, "Komutanım, bir duruş sergilemeyecek misiniz" diye kışkırtmalar, vb.)
Evet, bu kesimin nüfusu (sayısı) ve nüfuzu (etkisi) giderek azalıyor. Ancak Türkiye, AB yolunda hızla ilerlemezse, bu kesim, önümüzdeki yıllarda bir hamle daha yapabilir.

Emre Aköz

Nevruz ve Yunus

BUGÜN nevruz; inşallah kavgasız, gürültüsüz geçer. Halbuki tahrikler, kaygılar var. Nevruz Kürt meselesinin simgesi adeta... Eskiden hayatımızda bu kadar önemli değildi ama artık çok önemli. Eskiden Kürt meselesi de yoktu(!) ama artık Türkiye’nin en önemli sorunu!
Eskiden nevruz hakkında pek yayın da yoktu. Biraz Fuat Köprülü ve Pertev Naili Boratav gibi bilginler araştırmıştı.
Artık bu konuda yayından geçilmiyor. Bir tarafta “Türk Ergenekon Bayramı Nevruz” gibi yayınlar bunun ‘özbeöz Türk bayramı’ olduğunu yazıyor... Öbür tarafta, “Kürt Kawa Destanı, Newroz” yayınları etnik milliyetçi kavga tahriki yapıyor.
Ama artık biliyoruz ki, İran kökenli nevruz 21 Mart’ta baharla birlikte girilen “yeni gün”dür ve bütün bölge kültürlerinde mevcuttur.
Nevruzu böyle kültürler arası ortak bir folklor olarak görmekle onu “Türk Ergenekon bayramı” veya “Kürt Kawa Destanı” diye çatıştırmak aynı şey mi?!

Ortak değerler
Farsça “yeni gün” demek olan “nev-ruz” Sibirya’daki Yakutlara kadar Türklerde vardır, Farslarda ve elbette Kürtlerde de vardır. Demek ki ortak bir folklordur.
Komşu ve hele de iç içe geçmiş kültürlerde böyle ortak folklorik ve destani unsurlar çok zengindir.
Hz. Ali için ilahiler yazan Bektaşi tarikatına mensup Ermeni ‘aşuğ’ (âşık) edebiyatı gibi!
Türk ve Kürt kültürlerindeki ortak folklorik ve tarihi mirasın araştırılması bilhassa önemlidir. “Beraber yaşamak” için gereken ortak değerler ve duyarlıkları geliştirmenin bir yoludur bu.
TRT Şeş’te mevlit gecesini izlerken gördüm ki, Yunus Emre böyle ortak değerlerin, ortak duyarlıkların bir örneğidir. Diyarbakır Ulucami’deki Kürtçe ilahide Yunus Emre vardı:
Aşiq Yunus dibê her dem amanim
Ew cemal bidîta bi çeşmê alim
Toza binê linga bi rû û bimalim
Welatê Yemenê Weysel Qeranî
Yani:
Yunus eydür gelin biz de varalım
Ayağın tozuna yüzler sürelim
Hak nasip eylesin komşu olalım
Yemen illerinde Veysel Karani

Bütün baharlar
Ardından aynı ilahiyi Saraybosna’daki Gazi Hüsrev Camii’nde nur yüzlü Boşnak kızlarından dinledim. Yunus’un ruhaniyetini hissettim, gözlerim yaşardı, Yahya Kemal’i hatırladım:
Ta Budin’den, Irak’a Mısr’a kadar
Fethedilmiş uzak diyarlardan
Vatan üstünde hürr esen rüzgâr
Ses götürmüş bütün baharlardan
Madem Nevruz ya da Newroz yahut Özbek telaffuzuyla novruz baharın yarattığı ferahlık ve yaşama sevincinin ifadesi olarak ortak bir kültürel değerdir... Tahrik vesilesi yapmak onu dejenere etmek değil midir?
Nevruzun kavga vesilesi yapılması, “bütün baharlardan” zenginlikler taşıyan tarihi mirasın etnik milliyetçilikler yolunda nasıl dejenere edildiğinin bir örneğidir.
TRT Şeş’te Yunus’u dinlerken TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’i açık yazıyla kutlamayı düşünmüştüm, nasip bugüneymiş.
Üniversitelerimize de seslenmek isterim: Artık “bütün baharlar”ımızı araştırmanın, ortak değerlerimizi ortaya çıkarmanın vakti gelmedi mi?

Taha Akyol

20 Mart 2009 Cuma

Hakikatin diriliş halleri...

Bahar geliyor. Erikler çiçek açmış. Bahçelerde, yol kenarlarında, işyerimin tam karşısında erikler çiçek açmış. Bu ne azamet Ya Rabbi! Bu ne nezaket Ya Rabbi! Bu ne ihtişam! Diğer ağaçlar tomurcuklarını patlattı patlatacak. Çiçeklerin yanında da minicik minicik yapraklar uç veriyor. Hayat işte. Alemi devran. Tabiat yeniden; bir daha canlanıyor. Toprak harekete geçmiş, bir yeniden yapılanma çabası daha başlamış vaziyette. Bir canlılık, bir canlılık ki insanın içi kıpır kıpır oluyor. Kuşlar, çiçekler, ağaçlar. Masmavi bir deniz, berrak bir gökyüzü...

Her şey ne kadar da doğal...

Her şey ne kadar sade ve sevimli...

Kuşların ötüşü bile araba gürültüleri arasında duyulmakta.

Kuşlar bile gürültüye, havayı istila eden egzoz gazına direniyorlar.

Hayat bir ucundan alıp götürüyor. Bir ucundan mübarek kılınmak için gayret ediyor. Bir ucundan da eyvah! Bir ucundan acı, bir ucunda elem, bir ucunda vahamet saçılıyor ortalığa.

Hayatı güzelleştiren küçük şeylerin önemini idrak ise bir hâlin tasavvuru olsa gerek... Hayatı güzelleştiren şeyler. Çiçekler, güller, ağaçlar ve çocuklardan oluşan bir armağan buketi. Hele çocuklar. Hayatın şartı olan çocuklar. İnsan neslinin devamı... Bizi hayata bağlayan çocuklar. O küçük, o minik, o evlerimizin saadet kaynakları. O, an an büyüyen ve nasıl büyüdüklerini dahi zaman içinde unuttuğumuz ve birden; birer genç kız, birer delikanlı olduklarının farkına vardığımız çocuklar...

Onların terbiyeleri,

Onların eğitimleri,

Onların hayatları.

Bir başlangıç.

Hayata bir başlangıç...

Erikler çiçek açmış.

Sokaklar cıvıl cıvıl...

Eriklerin çiçek açtığı zamanda, tabiatın harlanıp canlandığı günlerde, insan onurunu zedeleyen, hor gören, aşağılayan haddini aşmış zihniyete ne demeli. Güzel günleri beklerken ne demeli güzellikleri yağmalayan kaba kuvvet özlemcilerine. Taze fidanların, nazenin bedenlerin ruhlarında boy atmaya başlayan masumiyetin şeytani bir şekilde yok edilmesi ne kadar acı. Hâlbuki bir erik çiçeği gibi hayata gülümsemek ne kadar anlamlı...

Ne kadar güzel, güzel olanı özlemek... Hep ümitler içinde olmak. Yeniden bir diriliş ümidi:

Şatilla'nın çocukları büyümeye

hazırlanırken

Ölümün secdesini gördüler

yıllar önce

Şükürler olsun Tanrım dediler

bu dünya

Bir tarladır bizim için

Annemizin kucağı gibidir aslında

Orada ısınır yüreğimiz

Orada açılır gözlerimiz hakikate.

Şeyh Sadi-i Şirazi demiş ki: "Zalim öldükten sonra daima lânetle yâd edilir. Senin gaddarlığından dolayı mazlumların gözüne uyku girmiyor. Sen nasıl uyuyabilirsin? Hayret edilecek şey doğrusu. (Bustan, Sf: 63)

Nurettin Durman

Geçmişi bırak, geleceğe bak!

Medya genelde geçmiş problemlerin getirdiği eski endişeleri gıdıklar, gıdıklamayı da sürdürür. Bir hatırlayın lütfen, son beş yılda ne kadar çok yüksek faiz düşük kur 'tıraşı', cari denge, kamu dış borcu, özel sektör dış borcu ve döviz bitmesi, dış finansmanın kuruması konulu analiz, haber ve yorum okudunuz ve dinlediniz. Siyasiler, meslek kuruluşları ve her tür medya farklı nedenlerle bu konuları kaşıdılar, bir hatırlayın.
Sonunda geldiğimiz yerde birkaç gerçek var.
Bu ülke, Kanada ile beraber ekonomisi büyük olan ama bankası batmayan iki ekonomiden biri. Bunu da 2001 krizinden bu yana alınan tedbirlere, gelen resmi ve özel dış finansman desteğine borçluyuz.
Bir diğer gerçek ise, geçmişte bu ülke döviz bitmesi ve döviz çıkışından batmasına rağmen, bugün hem de sade bizde olan değil, global bir krizde bulunmamıza rağmen, yüksek döviz rezervi, azalmış dış borcu ve yanlış nedenle de olsa daralan cari denge açığı ve henüz anlayamadığımız dalgalı kur sisteminde bulunmanın getirdiği avantajla, geçmişe benzer bir 'döviz bitmesi kökenli kriz' yaşama durumunda değil.

Bu iki nokta çok önemli!
Tabii ülkemizde yanlış bir çok şey var. İçeride yaptığımız siyaset kökenli kavgaların ekonomiye etki etmediğini düşünüyorsak yanılıyoruz. Peş peşe gelen seçimlerin ekonomiyi boğduğunu ve disiplini ortadan kaldırdığını anlamıyorsak saçmalıyoruz.
Ama gene de geçmişe dönük endişeleri taşıdığımız için ilk piyasa kıpırdanmasında derhal dövize saldırıyoruz. Vatandaşla konuştuğumuzda yıllardır hep iki adet 'önemli' sorusu vardır. Birincisi 'Dolar ne olacak', ikincisi 'Fenerbahçe'nin durumu ne olacak!' Bizim ise, tek bir klişe cevabımız var: 'Bilmem ama, ben TL tutarım, takım da tutmam!'
Bu ülke eğer kendi ayağının üstüne basacaksa şu Osmanlı'dan beri devam eden döviz ve kur, endişe ve merakımızı, spekülasyon aşkımızı bir kere ortadan kaldıralım. Yabancı 3 kuruşluk kağıt ve mürekkep harcayarak bir kağıt parçası üretiyor, üstüne 100 dolar yazıyor ve biz de saçma sapan şekilde elimizdeki avucumuzdakini, tüm üretimimizi vererek bu kağıt parçalarını saklıyor, tutuyor ve her şeyi döviz cinsinden fiyatlandırıyoruz.

Yeter!
Fakat çözmemiz gereken bir şey daha var. Bu ülkenin sağ ve soldaki ideologları ve inanç pazarlayıcılarının tümü de medya benzeridir ve geçmişten gelen sorunları şişirip dururlar. Daha da ilginç olanı bugün tüm dünya medyası da bu şekilde davranıyor.
Tabii ki biz dahil tüm dünya 2008 son çeyreği ve 2009 ilk çeyreğinde müthiş bir daralma ve işsizlik yaşayacak. Ama Mart 2009 sonuna geldik ve bu tarihler artık 'geçmiş gün' oldu. Biz geleceğe bakalım.
İki gündür ABD konusundaki ufak ama ümit veren düzelmeleri aktarıyoruz. Dün de birkaç uluslararası iyimserlik verecek veri ilan edildi.
Bu sütunda daha evvel referans verdiğimiz ZEW endeksi Almanya'nın geleceğe dönük ekonomik beklentilerini aktarır. Bu kurum Almanya'daki iki büyük ekonomik araştırma kurumundan biri. Almanya da, ABD gibi 2009 ilk çeyreğinde önemli sorun yaşamakta ve daralıyor. Ama geleceğe bakan ZEW endeksi de iyileşiyor. Dün açıklanan verilerde ZEW endeksi şubat ayında iyileşerek eksi 3.5 değerine geldi. Piyasa eksi 7 bekliyordu. Endeks sıfırı geçtiği ve pozitif değerlere geldiğinde, pozitif büyüme alanına girmiş olacak. Almanya da olumluya doğru değişme sinyali veriyor ve Alman ekonomisine ne kadar endeksli olduğumuzu da unutmayalım.
Gene ABD'de, dün açıklanan tüketici fiyat endekslerinden olumlu bir yoruma olanak veren sonuçlar çıktı. Tüketici fiyat endeksi şubat ayında 0.4 arttı. Bugünün şartlarında fiyatların biraz artmasını istiyoruz. Endeks geçen yıla göre de 0.2 artmış bulunuyor. Gıda ve enerji fiyatları da düştükten sonra bile çekirdek fiyatlarda şubat ayında 0.2 artış var.
Özetle; ikinci aydır ABD'de hem üretici (toptan eşya) hem de tüketici fiyatları artmakta! Bu da deflasyon tehlikesinin ortadan kalktığını, paranın dönüş hızının arttığını ve talebin canlanmaya başladığını gösteriyor.
Bu arada ABD cari dengesi 2008 dördüncü çeyreğinde de, aynen Türkiye'de olduğu gibi 49 milyar dolara yakın daraldı, GSYİH oranı olarak yüzde 3.7 değerine indi. Bu 2001 yılından bu yana en düşük ABD cari denge açığı. Azalma aynen bizde olduğu gibi ithalat daralmasından kaynaklanıyor.

Sonuç: Geçmişte ve geçmişin korkuları ile yaşamayı bırakın, geleceğe bakın!

Deniz GÖKÇE :)

Ah Bizans

Beni ürperten bu insanların gizli toplantılarla “cepheler” oluşturmaları, darbe planlamaları değil.

Asıl ülkenin zirvelerinde dolaşan bu insanların “entelektüel” düzeyi beni dehşete düşürüyor.

Bu nasıl bir sığlık?

Politikayı “o onu dedi, bu bunu dedi” çiğliğinde bir dedikodu sanmaları beni ürperten.

Mustafa Balbay’ın günlüklerinin önemli bir kısmını daha önce okudunuz.

Onlarda da aynı sığlık vardı.

Bugün okuyacaklarınızda da aynı sığlığı göreceksiniz.

Bugünkü bölümlerde konuşanlardan biri bu ülkenin eski cumhurbaşkanı.

Biz kimi cumhurbaşkanı yapmışız?

Türkiye’nin Kürt meselesi var, Kıbrıs meselesi var, hukuk sistemi çökmüş, Avrupa üyeliği yolunda büyük engeller duruyor, yoksulluk tam bir çözüme kavuşamamış.

Cumhurbaşkanı, darbe olsun diye kıvranan iki gazeteciyle “mutad” görüşmelerini yapıyor.

İlhan Selçuk yanına Mustafa Balbay’ı da alıp sık sık Çankaya’ya çıkıyor.

Ahmet Necdet Sezer’le konuşuyor.

Şimdi hakkaniyetten sapmamak için Sezer’in hakkını verelim, “darbe fikrine” sıcak bakmıyor.

“Seçimler yapılsın” diyor.

Orduyu kastederek “onlara çok güvenmeyin” diyor.

Darbeyi çok istediği anlaşılan İlhan Selçuk bu noktalarda cumhurbaşkanından açık destek bulamıyor.

Ama bunun dışındaki konuşmaları gerçekten felaket.

Sezer, bir askerî darbeyi desteklemiyor ama “darbe isteyenleri” destekliyor.

İlhan Selçuk şöyle diyor:

“Turgay Ciner, Karamehmet kendilerini savunmak için bu sektöre girdiler. Başarı kazanacaklar. Biz de onlarla aynı cephede olduk.”

Sonra Karamehmet’in işleriyle ilgili açıklamalar yapıyor.

“Burada Sabah’ın yaşaması için, Karamehmet için önemli olan BDDK’nın çalışma biçimi. Eğer, ver paramı diye boğarsa, bu iş tutmaz, kötü olur. Orada çalışanlar da. Eğer öyle yapmaz da şans tanırsa, o zaman iş değişir.”

Yani, banka soygunlarıyla ilgili bir kurum olan BDDK, Karamehmet’ten bankalarında batırdığı paraları istemezse iyi olurmuş.

Çok garip ama herkes Karamehmet’in paralarını kurtarmak istiyor.

Enis Berberoğlu’nun geçenlerde yazdığı yazıda da anlattığı gibi Jandarma tarafından korunan Karamehmet’in paralarını kurtarmak için iki kişi BDDK’ya baskın yapıp, kuruluşun başkanını korkutuyor.

Ve, çok “dürüst” olan Necdet Sezer’in tavrı da bunlardan çok farklı değil, Selçuk Karamehmet’in kurtarılması gerektiğini söylediğinde şöyle cevap veriyor.

“Benim yapabileceğim bir şey varsa, söyleyin.”

Necdet Sezer de hazır anlayacağınız “kurtarma” faaliyetlerine katılmaya.

Ama İlhan Selçuk, “gerek yok” diyor.

O sırada zaten Jandarma Komutanlığı gerekli her şeyi yapıyor.

Sonra başlıyorlar “yüksek siyasetten” konuşmaya.

Yüksek siyaset de “Recep’le Yaşar’ın” ilişkileri...

Hilmi’nin cumhurbaşkanı olup olmayacağı...

Recep Yaşar’la ne konuşmuş, Hilmi niye öyle dememiş...

Her şey insanların isimleri etrafında dönüp duruyor.

Sanırsınız ki Hilmi değil de Şener olsa, Recep gidip Deniz gelse her şey düzelecek.

Meselelerin sosyal derinliğini, tarihî köklerini, niye bu hale geldiğini hiç merak etmiyorlar.

Toplum sanki yok.

Toplumun tepesindeki adamlar önemli olan.

“Halkın varlığını” böylesine yok sayan insanlar ülkenin sorunlarına çare bulacaklar.

İlhan Selçuk’a göre çare, daha önce yayınlanan günlüklerdeki konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla “darbe.”

Sezer ise “o gitsin, bu gelsin” anlayışıyla çözüm peşinde.

İnsan ister istemez Bizans’ı hatırlıyor.

Bizans’ın entrikalarını...

Birbirlerini yemek için yaptıkları küçük hesapları...

Saray oyunlarını.

Belli ki bu insanlar da bütün ülkeyi bir “saraydan” ibaret sanıyorlar.

Sarayın içinde tahta kimin oturacağı kavgası, onların en önem verdiği kavga.

O sıralarda iktidarda olan AKP’yi ve Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırmak en büyük amaçları.

Onları dinlerseniz AKP giderse sorunlar çözülecek.

Peki, AKP’den önce niye bu sorunlar vardı?

Daha önceki partiler zamanında niye bu sorunlar vardı?

İsmet Paşa zamanında niye bu sorunlar vardı?

Atatürk zamanında niye bu sorunlar vardı?

Bu ülkede Kürt sorunu, dindarlık sorunu, yoksulluk sorunu hep vardı.

Halkının isteklerine hiç aldırmayan bir “saray siyaseti” yürütüldüğü sürece de bu sorunlar devam edecek.

Sorunları çözebilmek için bu ülkede yaşayan herkesin eşit olacağı, inanç ve fikir özgürlüğünü kullanabileceği, hukukun sağlam olacağı bir sistem kurmak gerekiyor.

Ama bu adamlar “sistemin” çöktüğünün farkında bile değiller.

“O gider de bu gelirse” işleri çözeceklerini sanıyorlar.

Tabii, “o gidip de öbürü gelince” sorunlar çözülmeyecek ama bu adamlar iktidarlarını sağlamlaştıracaklar.

Bu insanlar az daha ülkenin kaderine el koyacaklardı.

Sanırım Türkiye, “dünyanın değişimi” sayesinde paçasını kurtardı.

Darbecilerin zihinsel sığlığı, bu değişimi algılamalarını engellemiş anlaşılan.

Zaten o kadar sığ olmasalar bu çağda hâlâ Bizans oyunları oynarlar mıydı?

Ahmet Altan

Kötü Niyet

Balbay’ın günlükleri, Türkiye’deki ‘cumhuriyet’ rejimini anlamak açısından muhtemelen Özden Örnek’in günlüklerinden daha açıklayıcı olacak. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın yazdıklarını okuduğunuzda yazara ister istemez bir sempati de duyuyordunuz. Sonuçta farklı bir komuta heyetinin içinde olduğu takdirde bu işlere hiç bulaşmama ihtimali olan biri vardı karşımızda. Çoğu zaman saf, meraklı bir bakışı yansıtan ve nerdeyse bütününde samimi bir metin kaleme alınmıştı. Balbay ise bir yandan mesafeli gözlemler yaparken, öte yandan içten içe kendi ruhunu da nasıl muhtemel bir darbenin cazibesine teslim etmiş olduğunu ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Balbay’ın tuttuğu notlar çok daha siyasi ve hedefe yönelik. Örnek’in günlüğünde yazarın bazen ne denli sıkıldığını, yaşadıklarının bir bölümünü külfet gibi algıladığını hissediyordunuz. Oysa Balbay’ın katıldığı davetlerden ne denli haz aldığı ve ‘işini’ de ne denli önemsediği görülüyor. Mobilyaların, heykellerin, hatta merdivenlerin tasvirinde sadece gazetecilik değil, bir büyük projenin parçası olmaktan gelen gurur var sanki.

Söz konusu proje ise ‘cumhuriyet’ adına demokrasinin tırpanlanması, seçilmiş hükümetin indirilmesi. Diğer bir deyişle ‘cumhuriyetin’ bir askerî vesayet rejimi olarak tescilinin yeniden sağlanması... Oysa bu Anayasal bir suç... Ancak bunun hiçbir önemi yok, çünkü Anayasa denen şey de Türkiye’de darbelerden sonra ve darbecilerin istediği gibi yazılan bir metin. Dahası hukukçular da bundan gocunmamak bir yana, sanki darbe olmadan Anayasa yazılamazmış gibi davranıyorlar. Dolayısıyla darbecilerin nasıl bu kadar müdanasız olabildiklerini anlıyoruz. Kısaca ifade edersek onlar zaten hukukun üzerindeler...

Bugün Ergenekon davası, hukuku evrensel düzlemine çekmeye ve hukukun üzerinde olanları da içermeye çalışıyor. Kişiler esas görevlerini yanlış yapmaları nedeniyle değil, yapmamaları gereken bir işe soyunmaları nedeniyle suçlanıyorlar. Diğer bir deyişle meslekleri ne olursa olsun bazı vatandaşların demokratik düzeni yıkmak üzere darbe girişimi içinde olmaları ‘suç’ sayılıyor. Bu açıdan bakıldığında Eruygur, Tolon ve Balbay’ın asker veya gazeteci olmaları ile, örneğin kaportacı ya da aşçı olmaları arasında bir fark yok. Ancak bürokrasi ve medyanın demokratik düzen açısından kritik olan rollerini dikkate alırsak, bu kişilerin açıkça bir ‘kamusal suistimal’ eylemi içinde olduklarını, yani ellerindeki kamusal gücü ‘bilinçli olarak kötü niyetle’ kullandıklarını da gözardı etmemek gerekiyor.

Oysa günlüklere baktığınızda bilinçliliği açıkça görmek mümkünse de, ‘kötü niyeti’ belirgin bir biçimde tespit etmek zor. Çünkü insanlar halisane duygularla konuşur gözüküyor, samimi endişelerini dile getiriyorlar. Hiçbirinde soyundukları işin yanlışlığına dair bir kuşku yok. Aksine görevin aciliyeti altında çaresiz kalan insanlara benziyorlar. Bunun anlamı, Türkiye’de ordu ve medyanın bir bölümünün demokratik kültür ve tasavvurdan nasibini almadığıdır. Darbe yapmak onlar için ‘doğal’ bir eylem... Yapmamaları gereken bir iş değil, aksine sanki fırsat yaratıp gerçekleştirmeleri gereken bir görev.

Bu anlayışın altında yatan ideolojik algılamayı Balbay’ın notlarında buluyoruz. Aytaç Yalman 2002 seçimleri sonrasında şöyle diyor: “ Bu seçim sonuçlarına millet iradesi diyemiyorum. Bu ümmet iradesi... Demek ki biz daha ulus olamadık. Bu onun yansıması. Üniter devleti kurup halkı uluslaştırmak o kadar kolay değil. Aydınlanma hareketini tam olarak tamamlayamadık.” Bu veciz sözlerden anlıyoruz ki ‘millet’, ancak halkın askerin istediği gibi olması ve davranması halinde oluşmaktadır. Aydınlanma ise halkın askerin beklentisine uygun şekilde milletleşmesidir... Entelektüel düzeyle ilgili laf etmeye hiç gerek yok. Ama bunun sadece bir tür ‘cehalet’ olmadığını vurgulamakta yarar var. Bu bir zihniyet... Otoriter zihniyet içinden dünyaya bakıyorsanız zaten buna benzer bir kanaat geliştirir ve kafanızdaki doğruyu da güç kullanarak hayata geçirmeye eğilimli olursunuz.

Bu durumda acaba söz konusu darbe girişimini hevesli bir grubun otoriter zihniyete sahip olmasıyla açıklayıp, onları biraz mazur görebilir miyiz? Meseleyi kişilerin yetişme tarzlarına ve kemalizme olan bağlılıklarına bağlayıp, ‘sistem sorunu’ diyebilir miyiz? Kısacası acaba ‘burada belirli bir zihniyet var ama kötü niyet yok’ tespiti yapılabilir mi?

Belki bu mümkün olabilirdi ama Balbay’ın kıymetli notları bize söz konusu zihniyetin arka planını da veriyor. Mehmet İlhan’la 2003 yılında yapılmış bir sohbetle ilişkili olarak şu alıntıyı okuyoruz: “Kemalizmi bir ideoloji olarak gösteremediğimizi biliyorlar... Bunu söylüyorlar bize.” Bu basit tespit askerin kemalizmin zaaflarının farkında olduğunu, kemalizmin bir ideoloji olarak işlevsiz kaldığını bildiğini; ama ona rağmen kemalizmi bir araç olarak kullandığını ima ediyor. Yani amacın kemalist rejim için fedakârlıktan ziyade, kendi çıkarları uğruna kemalizmin kullanılması olduğunu anlıyoruz. Karşımızda yetişme tarzları nedeniyle ‘yanlışa’ inanan bir grup değil, bilerek ‘yanlışı’ sürdüren bir grup var.

Demokratik düzen açısından bakıldığında ‘kötü niyetin’ sisteme yedirildiği bir rejim içinde yaşıyoruz. Askerî vesayet denen şey, aynı zamanda bu ‘kötü niyetin’ keyfiliğini de yansıtıyor. Biz ise bu kendine özgü rejime ‘cumhuriyet’ demeyi sürdürüyoruz...

Etyen Mahçupyan

Eczacıbaşı söyledi Amerika yaptı

Amerikan Merkez Bankası ekonomiyi durgunluktan çıkarmak için Amerikan Hazinesi’nden bono ve tahvil satın almaya karar verdi. Bu hamleyi daha basit olarak anlatırsak, Amerikan Merkez Bankası karşılıksız dolar basmaya karar verdi.

Zira bir merkez bankası hazineden bono ve tahvil satın almaya başlarsa, bu, para basmak anlamına gelir. Bu basılan parayla da devlet daha fazla kamu harcaması yapma imkânına kavuşur.

Merkez bankalarının para basarak kamu harcamalarını arttırmaları istenen bir durum değildir. Çünkü böyle para basınca enflasyon artar.

Ama Amerikan Merkez Bankası bu tabuyu kırdı ve Hazine’yi doğrudan fonlamaya başladı.

Amerikan Merkez Bankası, önceki gün aldığı karara göre, 1,2 trilyon dolarlık hazine bonosu ve tahvil satın alacak. Söz konusu tahviller, konut kredisi şirketleri olan Fannie Mae ve Freddie Mac’in garantisindeki tahviller olacak. Böylece uzun vadeli faizler düşecek, konut sektörü ve diğer yatırım alanları kârlı hale geldiği için yeni yatırımlar başlayacak. Alınan bu karar doların değerini de düşüreceği için Amerikan malları ucuzlayacak, düşük değerli dolar ABD’nin ihracatının artmasına destek verecek.

Gelelim Türkiye’ye... İşadamı Bülent Eczacıbaşı 16 martta basına yaptığı açıklamada, “tabuları kıralım, para arzını genişletelim” diyerek, Amerikan Merkez Bankası’nın kararından üç gün önce bizim Merkez Bankası’na çağrıda bulundu.

Eczacıbaşı’nın çağrısının bizim Merkez Bankası tarafından anlaşılıp anlaşılmadığı meçhul olsa da, Eczacıbaşı’nın mesajının içeriği şöyleydi…

“Talep düşüklüğü her krizin nedenidir. Krizin temelinde talep düşüklüğü var. Bu talep düşüklüğü bazen çok ciddi sonuçlara yol açıyor. Bundan nasıl çıkılacağı konusu çok önemli. Türkiye’nin yıllarını ziyan edecek, ülkeyi resesyona sokacak, içinden çıkılması çok zor bir ekonomik durgunluk içinde bırakacak bir durum söz konusuysa, bunun nasıl ortadan kaldırılabileceği konusunda fikir oluşturulmalı ve ekonomiyi yönetenler toplanmalı. Merkez Bankası ile nasıl bir işbirliği sağlanabilir tartışılmalı.

Bu çözümler bizim ezberimizin dışına çıkan çözümler olabilecektir. Bu konuda esnek olunmalı. İnandırıcı gerekçeler ortaya konursa, iş dünyası bu çözümleri tabii ki destekler. Enflasyon sorun olmaktan çıkıyor. Parasal genişleme tabu olmasın. Bu tabudan biraz uzaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Ben tabuların tartışılması gerektiğini düşünüyorum” dedi.

Bülent Eczacıbaşı’nın bu önerisi, gerçekten bir tabunun kırılmasıdır. Büyük sorunları tabuları kırmadan çözmek zaten mümkün değildir.

Bizim Merkez Bankası da ‘karşılıksız para basmak enflasyonu arttırır’ tabusunu kırıp Amerikan Merkez Bankası gibi Hazine’yi doğrudan fonlamaya başlayabilir. Böylece Hazine piyasadan borçlanmayıp Merkez Bankası’ndan fonlanacağı için piyasada faizler hızla düşer. Ellerindeki parayı devlete satamayan bankalar, kredi faizlerini hemen düşürüp reel kesime kredi kullandırmaya başlarlar. Diğer kurumsal yatırımcılar da ‘nakitte kalmanın’ zararlı olduğu görüp, varlık ve emtia alımına girişirler. Ayrıca ucuzlayan Türk lirası da ihracatı da destekler.

Kriz dönemlerinde ezberlerin bozulması ve tabuların kırılması şart. Aksi takdirde arkasında üç kuşaklık bir tecrübe taşıyan işadamı Bülent Eczacıbaşı’nın dediği olur ve Türkiye, içinden çıkılması çok zor olacak bir ekonomik durgunluğa girilebilir.

Bu yüzden Amerikan Merkez Bankası’nın yaptığını bizim Merkez Bankası’nın da yapmasında büyük fayda var. İş dünyası da bu fikre sıcak baktığına göre, ekonomi yönetiminin konuyu hiç vakit kaybetmeden değerlendirmesi gerekiyor.

Süleyman Yaşar

Af barışın anahtarıdır

Celal Talabani işi resmileştirdi.

Irak Cumhurbaşkanı, gerek Nur Batur’a verdiği geniş mülakatta, gerekse Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’le görüşmesi ardından yaptığı açıklamalarda, Erbil’de nisan sonunda toplanması hedeflenen Kürt Konferansı’na resmiyet kazandırdı.

Talabani ayrıca, dün Cengiz Çandar’ın da vurguladığı gibi, o “iflah olmaz” iyimserliğiyle, konferansa başarı şansı verdiğini de ortaya koydu.

Irak Cumhurbaşkanı’nın sözleriyle, “Dünyanın dört bir yanından Kürt partilerinin katılacağı konferansta, PKK’ya şiddetten vazgeçmesi, silahlı mücadeleye son vermesi çağrısında bulunulacak...”

“Çünkü” diyor Talabani, “bu hareket, Kürtlerin ve Türklerin çıkarına değildir. Dönem, artık gerilla savaşı dönemi değildir. Konferansın başlıca amacı, PKK’yı silahlı eylemlerden vazgeçirmek... Onlar barıştan yana, barışçıl bir grup haline geldiklerinde Türkiye’deki kardeşlerimizle bu sorunu nasıl ele alacağımızı konuşuruz. Ben silahlı eylemleri sona erdirmeleri, şiddeti bırakmaları konusunda ümitliyim.”

* * *

Bir “Kürt Silahsızlanma Manifestosu” yayımlaması hedeflenen konferansla ilgili ilk haberleri Taraf yapmıştı.

O haberlerde de vurguladığımız gibi, konferans Ankara’nın zımnen “yeşil ışık” yaktığı, büyük ölçüde Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin inisiyatifinde, ABD ve Avrupa Birliği’nin bilgisi dahilinde olgunlaşan bir girişim.

Bölgeden bize ulaşan son havadis, konferans için bir yandan fikirsel altyapı hazırlıklarının devam ettiği ama bir yandan da, “bazı koşullar eğer gerçekleşmezse” Barzani’nin konferansı erteleme yoluna gidebileceği yönünde.

Yani ortada bir dizi “Barzani şartı” var.

Bu şartları, “Avrupa Birliği’nin konferansa olan desteğini daha açık biçimde ortaya koyması,” “Türkiye’nin konferansa olumlu baktığını, kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde ifade etmesi” ve “ABD, AB ve konuya ilgi gösteren Norveç, Kanada gibi ülkelerin konferansa katılımı” olarak sıralayabiliriz.

Velhasıl Barzani, konferansın başarı şansını artırmak için uluslararası destek bekliyor.

Uluslararası desteğin açıkça ortaya konması, konferansın ciddiyetini ve etkisini artırır; ona kuşku yok.

Ancak konferansın hedefine ulaşması, yani PKK’nın dağdan inip silahlarını teslim etmeye ikna edilmesi için gerekli “altın” koşullar başka.

Bu koşulların ilki, başta DTP olmak üzere Türkiye’deki Kürt partilerinin ve kanaat önderlerinin konferansı ciddiye alıp katılmasıdır.

İkincisi, PKK’nın konferansı peşinen reddeden bir tavır almamasıdır.

Üçüncüsü de, Türkiye’nin konferansta yapılacak “silahsızlanma” çağrısının PKK tarafından kabulünü kolaylaştıracak adımları atmaya hazır olması; bu adımları atabileceğinin işaretlerini vermesidir.

* * *

Bu koşulların ilkinde büyük bir sorun yok.

Zira Türkiye’deki Kürt oluşumlarının ve aydınlarının ekseriyeti bazı çekincelerine rağmen konferans fikrine olumlu yaklaşıyor.

DTP ise konferansın fikir babalarından biri ve konferansın “işlevli” olabilmesi için PKK’nın dışlanmaması gerektiğini vurguluyor ki bu da zaten, ikinci altın koşulun yerine gelmesi demek.

PKK lideri Abdullah Öcalan, konferansa karşı çıkmamakla önemli bir iş yaptı; hem örgütün konferansı ciddiye almasına, hem de daha mühimi, belirli koşulların yerine gelmesi halinde silah bırakma fikrine kapıyı açık bıraktı.

Gerçi PKK’nın dağ kadrosu, Apo’nun avukatlarıyla yaptığı son görüşmeden basına yansıyan görüşlerine kıyasla, konferans fikrine çok daha mesafeli ama yine de, örneğin Duran Kalkan’ın açıklamalarında görüyoruz ki örgüt bu aşamada kategorik bir “ret“ çizgisinde değil.

PKK, daha ziyade, konferansa katılımının pazarlığını yapmaya çalışan ve bu vesileyle hem Erbil’deki Barzani yönetimi hem de uluslararası aktörler tarafından muhatap alınmanın yolunu arayan bir görünümde.

Konferansın yapacağı “silahsızlanma” çağrısının başarıya ulaşması için gerekli diğer koşulun yerine gelip gelmeyeceği ise meçhul ve DTP de, PKK da, Barzani de esas olarak bu konunun netleşmesini bekliyor.

Ankara, “af” kelimesinden korkuyor.

Yetkililer, “Eve dönüşü kolaylaştırmak için ne yapacaksınız” sorusuna, “Zaten mevcut bir düzenleme var; onu işleteceğiz” demenin ötesinde cevap veremiyorlar.

Oysa Kürt halkı kadar bütün dünya da biliyor ki, bu yeterli değil.

PKK’nın dağdan inip silahlarını teslim etme noktasına gelmesi için, öncelikle, 150-160 kişilik lider kadro dışındaki örgüt mensuplarının kovuşturmaya uğramaksızın ve sivil hayata bütünüyle katılmalarının önünde hiçbir “sicil” engeli kalmaksızın eve dönebileceklerini bilmeleri gerekiyor.

Açıkçası, dağdaki militanın silahını teslim ettikten sonra, isterse “mücadelesini” Türkiye’de yasal siyasi zeminde sürdürebileceğini ve bunun tek şartının “şiddet kullanmamak, kullanımını da reddetmek” olduğunu bilmesi gerekiyor.

Buna paralel olarak, “örgüt üyeliği” suçundan halen cezaevinde olanların affı da şart.

Ve nihayet, lider kadronun silahlarını teslim ederek Irak’ta ya da Norveç gibi bir üçüncü ülkede ikamet edebilmesi için özel düzenleme yapılmasına Ankara “yeşil ışık” yakmalı.

* * *

Şunu çok iyi biliyorum; yukarıda yazdığım türden bir “af” düzenlemesi başka adlar altında da olsa Ankara’nın siyasi erkânı ve sivil-asker bürokrasisinin gündemine daha önce geldi.

Dahası, “PKK’nın muhatap alınması” meselesi, hiçbir zaman “resmen” kabullenilmedi ve edilmeyecektir ama aslında çoktan gerçekleşti.

Son birkaç yıldır, PKK’yı silahsızlandırma hedefine ulaşmanın olası yöntemleri Türk devletinin de bilgisi ve dolaylı katılımıyla, çeşitli ortamlarda PKK’nın dikkatine getirildi; Kuzey Irak’ta ve Avrupa’da PKK temsilcileriyle bu kapsamda temaslar yapıldı.

Kısacası, bu yazdıklarım bazı okurlara “aşırı” gelse bile, aslında uzunca bir süredir devletin içinde tartılan ve bazı somut girişimlere kaynaklık etmiş düşünceler.

Şimdi sıra, barış için kararlı adımlar atabilmekte.

PKK’nın silahlı mücadeleden medet ummaması ve dağdan inmeyi göze alabilmesi için, “af” uygulamasını hem bir bütün olarak devletin hem de toplumun içine sindirebilmesi gerek.

Çeyrek yüzyıldır akan kanın durması için bunu yapabilmeliyiz.

Affın barışın anahtarı olduğunu görmeliyiz...

Adına ne dersek diyelim.

Yasemin Çongar

Dink cinayeti şemaları…

Sizi 6 Şubat 2009 tarihli yazıma geri götürmek istiyorum. “Ergenekon ve Dink cinayeti” başlıklı bu yazıda iki şemadan söz etmiş, şöyle demiştim:

“Şubat 2007'de Başbakan Tayyip Erdoğan'ın önüne iki şema konmuştu. Dink cinayetiyle ilgili Emniyet'in yaptığı ilk çalışmalardı bunlar. O dönem bu şemalar yazılmamak kaydıyla birçok gazetecinin eline ulaşmıştı.

İlk şema Ogün Samast ve Yasin Hayal'in merkezde olduğu telefon görüşmeleri trafiğiydi. Onlarla yoğun temasta olan kişilerin diğer temasları ve aralarındaki bağlantılar ele alınıyor ve böylece oluşan “daire”nin resmi çekiliyordu.

İkinci şema ise kurumlar ve yapılarla ilgiliydi. Bunlar arasında çeşitli dernekler, televizyon kanalları, internet siteleri, mafya grupları bulunuyordu.

Bu grupların ilk şemayla keşistiği noktalar da vardı. Bu bağlantılar ve isimlerin üzerine nedense gidilmedi, gidilemedi…

Aradan iki yıl geçti.

Bu şemalarda yer alan yapılarla Ergenekon soruşturmasında takibata uğrayan yapılar, şemalarda yer alan isimlerle Ergenekon sanıkları arasında çarpıcı bir örtüşme bulunuyor.

Hrant Dink Ocak 2007'de öldürüldü.

Bu şemalar Başbakan'ın önüne Şubat 2007'de konuldu.

Ergenekon soruşturması Ocak 2008'de başladı.

Arada 1 yıllık fark var…

Dink cinayetinin içinde ve çevresinde olabileceği varsayılan ya da telefon irtibatlarıyla şüphe uyandıran kişiler bugün Ergenekon davasında tek tek takibata uğruyor, üstelik kimisinin tutuklanma tarihi pek yeni…

Ne anlama geliyor bu?”

Milliyet Gazetesi dün beni buna ilişkin bir haberin merkezi ve kaynağı yaparak, kamuoyuna bu şemaları ilk kez benim duyurduğumu söyleyen bir manşet atmıştı.

İçişleri Bakanlığı'nın bu şemaları doğrulamadığını söylüyordu. Ve soruyordu gazete “o zaman kim hazırladı, bu şemaları?”

Gazeteyi görünce Sedat Ergin'i aradım, ulaşamadım…

Yazmak kaçınılmaz oldu.

Benim bilgilerimin, haber kaynaklarımın ve vicdanımın işaret ettiği gerçek açıktır: O şemalar Emniyet Teşkilatı tarafından hazırlanmıştır.

Bu şemalar resmî evraka dönüşmediği, “ham bilgi” olduğu için doğal olarak resmî dolaşıma girmemiş, sadece Başbakan'a aktarılmış ve yine doğal olarak İçişleri Bakanlığı tarafından teyit edilmemiştir.

Gazete ve gazetecinin yapması gereken, resmî bir açıklamayı veri almak kadar gerçeğe, çıplak bilgiye, bilginin özüne ulaşmak için asgari çaba göstermektir.

Bırakın bu çabayı, Milliyet muhabirleri ve yazarları Sedat Ergin'in talimatı üzerine Orhan Dink'i, aile avukatlarını aradılar, ama nedense benim bilgime bile başvurmadılar. Merak bile etmediler. Şemaların doğru olamayacağı imasını benim ismim üzerinden yapmayı tercih ettiler. Daha önce Ergenekon'un bir efsane olduğu iddiasını ileri sürerken yaptıkları gibi, Balbay günlükleri karşısında yapmaya gayret ettikleri gibi…

Ergin telefonuma çıksaydı, ona bunları söylecektim…

Ve şunu özellikle ekleyecektim:

Bu şemaları yüksek sesle dillendiren ilk kişi ben değilim. Tersine ben şemada adı geçen insanları töhmet altında bırakmamak için bu konuda yazı yazmadım, ama gereğini yaparak incelenmesi için Dink ailesine ve avukatlarına verdim.

Şemaları kamuoyuna açıklayan Milliyet gazetesinin muhabiri Nedim Şener'dir.

Şener, “İstihbarat Yalanları” başlıklı kitabında yayınlamayacağını söyleyerek incelemek için benden aldığı bu şemaları hiçbir ismi gizleme çabasına girmeden yayınlamıştır. Bunun üzerine ben de, onun da katıldığı ve kitabının masada durduğu bir televizyon programında, TV Net'te, 20 Ocak 2009 tarihinde, işin aslını ve şemaları tüm açıklığıyla anlattım.

Milliyet yöneticilerinin şunu unutmaması gerekir:

Hedef göstermek tehlikeli iştir, hedef isabet alırsa, eğer varsa, vicdan vebal altında kalır.

Bu şemalar Ergenekon derinliğine işaret etmektedir…

Ve bu bir gün kanıtlanacaktır…

Kimi meslektaşlar gazetecilik yapmak istiyorlarsa, alsınlar o şemaları önlerine, tek tek araştırmaya, bağ kurmaya başlasınlar, basının Dink hadisesindeki vicdani sorumluluğunu belki bir ölçüde hafifletirler…

Not: Geç saatte Sedat Ergin aradı. Yazdıklarımı kendisine aktardım. Ancak yazımı değiştirmiyor, bir bölümünü Milliyet gazetesine tekzip olarak gönderiyorum.
Ali Bayramoğlu

Neden başarılı olamıyorlar?

Sonradan yayınına ara vermiş 'Nokta' dergisi tarafından yayımlanan bir komutana ait günlükler ile gündeme yeni düşen bir gazetecinin notları birbirini teyiden aynı gerçeğe işaret ediyor: 2002 sonrasında ülkemiz birkaç kez 'askeri darbe' tehlikesi atlatmış... Önce hiyerarşik bir müdahale düşünülmüş, en tepe komutan aşılamamış; sonra da maceracıların çeşitli girişim niyetleri bir bir akamete uğramış...

Yukarıdaki kilit ifade en sondaki fiil: Akamete uğramak... Yani onu denemişler, bunu denemişler olmamış, olamamış... Darbe heveslilerinin hevesleri kursaklarında kalmış... Zamanı geldiğinde emekli olmuşlar... Şimdilerde isimlerini medyada görüp-işittikçe yüreklerinin ağızlarına geldiğine eminim...

Burada durup sorulması gereken şu: Yakın tarihimizde sonuca ulaşmış dört/beş darbe yaşandığını biliyoruz; son yıllarda ise ciddi ciddi düşünüldüğü ve ittifakları da oluşturulduğu halde, mutasavver müdahaleler neden akim kaldı, akamete uğradı?

Günlükler ve notlarda bu soruya cevap teşkil edebilecek hayli ipucu var.

Darbe heveslileri her dönemde çıkabilir, ancak şu yakınlarda yeni bir gelişme kendini belli ediyor: O hevesi paylaşmayan, darbelerden hoşlanmayan, konu kendisine açılamayan, açıldığında tepki veren komutanların varlığı... Sadece en tepe komutanlar arasından değil, katılımları önemli başka rütbe sahiplerinden de, niyet yoklaması için gelenlere, “Siz bu işten vazgeçin” cevabını verenler çıkmış...

Sivillerin tavrı da dikkat çekici. Birilerinin 'darbe' hazırlığı sürdürdüğü sırada, iktidarı elinde tutanların Avrupa Birliği (AB) ile ciddi bir yakınlaşma içerisine girmeleri ve ilişkide mesafe almaları heves kaçırmada önemli bir unsur. “Amerika güdümündeki bir siyasi kadro” diye takdim edebilecekleri bir durum da yok; çünkü 1 Mart tezkeresi bunu söylemelerine engel. Hepsinden daha önemlisi, 'e-muhtıra' ile başlatılmak istenen süreç, hemen ertesi gün, hükümetten -bayağı sert- cevabını alabildi.

Hükümetin kararlı davranabilmesinin ardında ise halkın desteği yatıyor. Meclis'e üçte ikilik sandalye sayısı olarak yansıyan 3 Kasım 2002 seçimi sonucunun darbe heveslileri arasında yarattığı şaşkınlık her iki metinde kendini belli ediyor. Halk desteği her iki kişiden birinin oyunu iktidar partisine vermesi düzeyine eriştiğinde (22 Temmuz 2007 seçimi) ise, bu, hevesleri büsbütün kaçırdı. Darbe için gerekli 'psikolojik unsurlar' olan 'devlet içinde yuvalanmış çeteler' üzerine böyle bir zeminde gidilebiliyor... 'Ergenekon' ile darbelerin gazı kaçtı.

Unutulmaması gereken en önemli unsuru da kaydedeyim: Dünyanın içinden geçtiği süreç de Türkiye'nin demokrasi limanına palamarla bağlı tutulmasını gerekli kılıyor. Bu muhataralı bölgede halkı gerçekten temsil eden bir iktidara ihtiyaç var. Sorumluluğunu müdrik iktidarın birikmiş sorunların üzerine çözüm gayesiyle ve cesaretle gitmesi gerekiyor. Demokrasiden uzaklaşmış, beğenileri halkla ters bir iktidara sahip hale gelirse, Türkiye, dünya için bir 'sorun' teşkil edecektir; oysa Türkiye'nin esas değeri, varolan global sorunların çözümünde oynayabileceği rollerden kaynaklanıyor.

Ne kadar heveslenirlerse heveslensinler, sivil işbirlikçilerin tahrikleri ne denli artarsa artsın, 'gazeteci' kılıklı üçüncü dünya artıkları ayranlarını ister kabartsın ister kabartmasın, darbeyi yapabilecek kadrolar, kendilerini dizginlenmiş hissediyorlar. O niyetle yakın-uzak etraflarına baktıklarında, niyetlerini hayata geçirebilmek için aradıkları 'izin kartı' ortalıkta görünmüyor.

İki-üç kişinin canı öyle istedi diye darbeler yapılabilen bir ülke olmaktan uzaklaştı Türkiye; maceracıların heveslerini kursaklarında bırakan da bu...

Bundan daha önemli ne olabilir?
Fehmi Koru

Eskiden galipler sakin, yenilenler hırçın olurdu...

Genel olarak bir mücadelenin taraflarından hangisi galip gelirse o sakin görüntü verir, yenilen taraf ise hırçınlaşır.
Türk siyasetinin son yarım yüzyılını değerlendirdiğiniz zaman, sivil demokrasiden yana olanların ve halk iradesinin üstünlüğünü kabul edenlerin galip geldiklerini görmemek imkânsızdır.
"Devlet" ve "Rejim" adına kendilerini halk iradesinin üzerinde bir yere konumlandırmış olan oligarşi, neticede çoğulcu demokrasinin sonuçlarına katlanmak noktasına gelmiştir.
Dahası var mı?
Eşlerinin başı örtülü olan milletvekilleri, iki yıl önce Çankaya'ya eşsiz davet edilirlerdi.
Oysa şimdi Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Tayyip Erdoğan Başbakandır.
Bunun da ötesinde yakın geçmişte devletin sahibi olduklarını zannederek yasaların dışına çıkabileceklerini sanan asker ve sivil kadroların hem eylemleri hem de darbe girişimleri bir yandan teşhir edilmekte, aynı zamanda yargı önünde kovuşturulmakta.
Daha da önemli bir durum var.
Başbakan Erdoğan tarafından belirlenen dış politika çizgisi dünya konjonktürü ile izdüşümüne girmiştir. Türkiye şu anda Amerika'nın ve genel olarak Batı'nın yükselen değeridir.
Yeni ABD Başkanı Obama'nın ilk ziyaret edeceği ülkeler arasındadır Türkiye.

Gündem yoğun
Bu arada kronik bir kriz konusu olan Güneydoğu Sorunu ve Kürt Realitesi alanında, eskiden hayal bile edilemeyen olumlu adımlar atılmaktadır.
Sivil ve demokratik siyasetin girdiği alanlar genişledikçe, bölücü terörün alanı daralır.
Kısacası Türkiye'de sivil ve çoğunlukçu demokrasiyi savunanlar şu anda galip durumdalar.
Bundan sonra gündemde yapısal hukuki ve siyasi reformların gerçekleştirilmesi, hukukun üstünlüğünün kalıcı bir sistem haline getirilmesi, idarenin şeffaflaştırılması bulunmalıdır. Ayrıca global ekonomik krizin Türkiye'ye yansımalarını asgari düzeyde tutmak gibi zor bir gündem maddesi daha var önümüzde.
Siyasi mantığın ve aklın gereği budur.
Ama görünürdeki tablo böyle değildir.
Galiplerin ağırbaşlı sükûneti içinde bulunması gereken kesimler, müthiş bir hırçınlık içindedirler.
Siyasal sükûnet ve istikrar ortamına en fazla ihtiyaç duyması gereken iktidar, hemen yakın gelecekteki bir genel yerel seçim dolayısıyla zaten gergin ve kamplaşmış bir zemine sürüklenmiştir.

Kamplaşma alışkanlığı
Ama seçimle ve aktif siyasetle ilgisi olmayan kesimlerden bir bölümü de öylesine öfkeli bir telaş içinde "Ergenekon" diye bilinen davaya yaklaşmaktadırlar ki, kendilerini sivil ve demokrat olarak gören ve darbecilerin cezalandırılmasını bekleyen insanlardan bazıları da, bu davada hukukun ve adaletin gerçekleşmesinden ziyade bir kampın diğer kampı ezmesinin beklendiği izlenimine kapılmaktadırlar.
Nasıl geçmişte Anayasa Mahkemesi'nin tarafsız görüntüsü zedelendiyse, şimdi aynı tehlike darbe girişimlerini kovuşturan mahkemeleri de beklemekte.
Kimlik ve kişiliklerini ancak bir kampın veya bir sürünün içinde bulabileceklerini zanneden yeni yetme demokratlar da kendilerini ona buna "Sen demokratsın, sen değilsin" fetvaları vermeye ehil görmeye başlamışlardır.
Oysa demokrasiyi rejimin tehdidi olarak gören kesim de "Sen laiksin, sen değilsin" diyerek önce kamplaşmanın sonra da cuntacılığın altyapısını oluşturmuşlardır.
Aklın ve siyasi mantığın gereği, hukuka ve sivil demokrasiye inananları ortak heyecanlarda birleştirmek, kamplaşmalardan kaçınmak ve hukuka saygının anayasal demokrasinin ön şartı olduğunu vurgulamaktır.
Dilerim 29 Mart ertesinde önce aktif siyasetin gündemi yumuşar sonra da gerginlikte ve kamplaşmada varlık sebeplerini arayanlar bu tutumlarını değiştirirler.

Mehmet Barlas

Ben özür diliyorum ya devlet?

Sadece Türkiye'de değil dünyanın birçok yerinde devlet tarihte yaşanmış olaylar nedeniyle özür diliyor. Aralarında tarihe geçmiş bazı örnekler var. Alman sosyal demokrat lider Willy Brandt'ın Yahudilerden özür dilemesi bunların başında gelir. Fransa'nın iki yüzyıl sonra kafasını kestiği Kral'dan bir anlamda özür dilemesi gene öyledir. Moskova davalarında mahkûm edilenlerin iade-i itibarları bu cümledendir. Anlaşılıyor ki, siyasal tartışma ve kavga bir yana siyasal mahkûmiyet hele siyaseten ceza vermek ve öldürmek belli bir dönem için doğru görünse bile tarih içinde daima geri dönüp atanı vuran bir bumerangdır.

Ve Türkiye...
Geçen günlerde gazetelerde yer alan ve yakın tarihimizi doğrudan doğruya ilgilendiren iki olayı izleyince Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi vatandaşlarından ne zaman özür dileyeceğini sordum kendi kendime. Böyle bir yargıda ilk kez bulunmuyorum kendi payıma. Öteden beri Türkiye'de devletin toplumu ve yurttaşı hiç akıl almayacak ölçülerde hırpaladığını düşünmüşümdür. Kökleri bizim kerim olduğu söylenen ama aslında ceberut olan devlet geleneğimizde bulunan hukuku hiçe saymış bu eylemler yakın tarihimizin yüz karasıdır. Neler mi?..
* Bu ülkede devlet kontrolünde Çorum ve Maraş katliamları yaşandı.
* Yeterince araştırılmadığı için 12 Eylül öncesinde 5000 kişinin ölmesine devlet örgüt ve kuvvetlerinin göz yumduğu bizzat dönemin başbakanı tarafından (Süleyman Demirel) çok ilginç bir biçimde dile getirildi.
* Kanlı Pazar yaşandı.
* 1 Mayıs katliamına göz yumuldu.
* Nihayet 12 Eylül cunta dönemi ve faili meçhul cinayetler.

12 Eylül ve cunta
Dünyada faillerini daha sonra demokratik döneme geçildiğinde yargılamayan askeri darbeler ülkesi sadece Türkiye'dir. Yargılamak ne kelime? 12 Eylül'ün koltuğundan ettiği ve kendi tabiriyle yedi sene dört duvar arasında oturmaya mahkûm kıldığı dönemin Başbakanı Demirel daha sonra Cumhurbaşkanı olduğunda Kenan Evren'i makam uçağıyla aldırıp Köşk'te ağırlamıştır. O 12 Eylül ki, 18 yaşını doldurmamış çocukları idam etti. Yüz binlerce insanı fişledi. On binlerce insana sistematik olarak işkence etti. Binlerce insanı zindanlarda yıllarca tuttu.
Son örnek Ramazan Yukarıgöz . İdamından birkaç dakika önce yazdığı mektup annesinin eline 26 yıl sonra geçti. O satırlardaki naiflik, annesine hitabındaki çocuksuluk, son anında bile onurla direnirken yaşadığı insani hassasiyet ve nihayet "Seni canından çok seven oğlun" deyişindeki...
Bu çocuklar devleti yıkacaklardı, o nedenle "öldürülmeleri" gerekiyordu; devlet onlardan öldürerek kurtulmasaydı parçalanacaktı, öyle mi?.. Yukarıgöz'ün annesi belki de siyasetin insanlık kısmına ait tarihsel cevabı verdi ve "Bugüne kadar bekledim, yargılanmalarını görene kadar da ölmeyeceğim." Ama o resimlerdeki anne suratının ifadesine bakın. Onun yaşadığı çileyi ve onulmaz acıyı görmemek mümkün mü?
Bizim görmemiz ne ifade eder, asıl görmesi gerekenler onu fark etmiyorken?

Kuyular, faili meçhuller ve devlet
Ve nihayet kuyular açılıyor, içlerinden insan kemikleri, yanmış elbise parçaları çıkıyor.
Bu mudur devlet olmak, büyük devlet geleneğine sahip olmak? Yakın tarihimizdeki Kürt-Türk savaşının gerçeği nedir, diye sorduğumuzda bugün cevap veremiyoruz. Hele bu olaylara bakınca işler daha da karışıyor. Hele bir ülkede 19.000 faili meçhul cinayet işlendiği düşünülürse durumun vahameti daha da belirginleşiyor.
Popüler tarih bilgisiyle bilimsel tarih bilgisi arasındaki ilişki şudur: popüler tarih bilimsel tarihin saptadığı bilgiye sahiptir ama onu görmezden gelir. İşte faili meçhuller budur. Herkes onları biliyordu, gerçekleştirenler ortadaydı ama herkes o konularda susmayı tercih etti.
Belki bundan sonra bazı karanlık noktalar aydınlanacak. Umarız öyle olur. Umarız bu devlet de kendi vatandaşından ve yakın tarihinden özür dilemenin erdemini yaşar.
Yoksa Yukarıgöz'ün hiç kapanmamış gözleri tarihin, hukukun ve vicdanımızın üstünde olacaktır.

Hasan Bülent Kahraman

PKK ne olacak?

Kürt Sorunu’nu çözmek için...

ABD-Türkiye ve Irak’taki Bölgesel Kürdistan Yönetimi ekseninde epeydir hummalı bir faaliyet var...

Ama sorun sınır ötesinde değil, sınırın berisinde...

Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ne katılmak için Tahran’a giderken, Kürt Sorunu’yla ilgili yakında çok iyi şeylerin olacağını belirterek; ‘bu sorunu sadece yurtdışına yüklemek yanlış olur’ demişti...

Hoş...

Milli Güvenlik Kurulu’nda mutabık kalınan bazı adımlar da birbiri ardına hayata geçirilmekte...

TRT üzerinden Kürtçe yayına başlanması, Kürtçe Kur’an meali çıkarılması, Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki tutukluluk koşullarının iyileştirilmesi buna örnek gösterilebilir...

Ama çok daha radikal beklentilerin fitilini ise Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani yaktı...

Talabani, Nisan ayı başında Erbil’de toplanacak olan Kürt Konferansı’nın başlıca amacının, ‘PKK’yı silahlı eylemlerden vazgeçirmek olduğunu’ söyledi...

* * *

Dünya Su Forumu için geldiği Türkiye’de televizyonlara yaptığı açıklama bu noktada da kalmadı, Talabani şöyle devam etti:

‘Genel af’ konusunda bir şey söyleyemem. Geri dönüşler konusunda ne dediğimi de açıklamalıyım. Eğer Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın dağdakilerin inmesi için bir talebi olsaydı, ben sadece ona şunu sorabilirdim, ‘dağdan inenler eve mi yoksa hapse mi gidecekler?’ Benim söylediğim sadece bu.’

Ne var ki Ankara’nın gündeminde PKK’yı silah bıraktırmaya özendirecek genel affı içeren kapsamlı bir plan bulunmuyor. Ceza kanununda etkin pişmanlığı düzenleyen maddenin yeterli olduğu düşünülüyor.

Nitekim son haftalarda teslim olan PKK’lılardan sadece biri hakkında yasal işlem yapıldı, diğerleri serbest bırakıldı.

Konuya ait farklılıklar sırf bundan ibaret olsa, neyse...

* * *

Erbil’deki konferansa Türkiye’den kimlerin katılacağı konusunda ise herhangi bir bilgi bulunmuyor; DTP’nin durumu belirsizliğini koruyor, PKK içinde farklı sesler var...

PKK, konferansın silah bırakma çağrısına dönüşmesinden rahatsız ve Erbil’deki konferansa katılmayacak.

Örgüt, konferansı bir tasfiye planı olarak görüyor ancak örgüt içerisinde katılım konusunda görüş ayrılıkları da bulunuyor.

Öcalan’ın ise PKK’nın konferansa katılımına sıcak baktığı belirtiliyor.

* * *

Kuzey Irak’taki Kürt liderler Mesut Barzani ve Celal Talabani arasında da konferansa katılım konusunda görüş ayrılığı var.

Barzani, Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin gereksiz bir iyimserlik havası yaydığı görüşünü savunurken, PKK’nın doğrudan konferansta temsiline de karşı çıkıyor.

Talabani’nin açıklamalarının gereksiz yere ‘bir erken doğuma’ neden olacağı, diğer çevrelerce de paylaşılmakta...

* * *

ABD ise Iraklı Kürt gruplarla Türkiye’nin ilişkilerine büyük önem vermekle kalmıyor, ilişkilerin normalleşmesinin önündeki en büyük engel olarak görülen ‘PKK Sorunu’nun da çözümünü arzuluyor...

ABD Erbil’de toplanacak konferansa bu yüzden çok olumlu bakıyor...

Ama konu içeride ne yapılacağında düğümlenmekte...

* * *

Yakın tarihte yaşanan büyük ve derin acılar sürecinde başroldeki PKK bir neden değil, bir sonuçtu...

Sorunu çözmek için Ankara iki sorunun cevabını çok net vermek durumunda:

Türkiyeli Kürtler kendilerini ‘Kürt olarak’ hissedebilecek mi?

Türkiye Cumhuriyet Devleti, Kürtlerin de devleti olacak mı?

Buna net, olumlu ve radikal bir cevap verilmez de sorunun çözümüne çok elverişli mevcut hava yeniden güme giderse...

Bundan sonrası için cidden ürkerim...

Çünkü...

Olağanüstü fırsatları böylesine cömertçe harcayan bir devlet ve topluma hayat fatura ödettirebilir...

* * *

Öcalan’ın teslimi ertesinde dünya Ankara’dan çözüm bekleyip durdu ama hiçbir gelişme olmadı...

Umarım bu kez statükocuların tuzağına düşmeden biran önce radikal çözüm adımları hızlıca birbiri ardına atılır...

Hızlıca diyorum çünkü zaman çoktan geçti gitti bile...

Hiç olmaz ise işi uzatmalarda çözelim...

Mehmet Altan

19 Mart 2009 Perşembe

Mustafa Balbay günlükleri, Hasan Cemal günlükleri! (sonuna kadar okuyun!)

Önce bir noktayı belirtmekte yarar var. Tempo24.com.tr’de yayımlanan Mustafa Balbay günlükleri, Ergenekon olayında dönüm noktalarından biri olabilir.
Şu nedenle:
Günlüklerin içeriği bu haliyle, Ergenekon davasında kapıyı ister istemez asker içindeki ‘2003-2004 darbe tertipleri’ne de açacak.
Bundan kaçınmak artık zor...
Bu tertiplerin ya da ‘darbeye teşebbüs girişimleri’nin ayrıntılı biçimde yer aldığı, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı, emekli Oramiral Özden Örnek günlükleri ile Mustafa Balbay’ınki birlikte okunduğu zaman birçok taş daha da yerli yerine oturuyor.
Bu nokta çok önemli.
Hatta Ergenekon olayının özünü oluşturan bir nokta olduğu da söylenebilir.
Bugün yazı konum bu değil.
Farklı bir şey yazmak istiyorum. Mustafa Balbay günlüklerinin gündeme oturmuş olması gayet normal. Her kafadan bir ses çıkması da şaşırtıcı değil.
Konuyla ilgili bazı televizyon programlarında, basın açıklamalarında benim adım da geçti, “Hasan Cemal’in de günlükleri vardı” diye...
Evet vardı.
Ama Hasan Cemal günlükleri, 1980 yılı sonbaharında 12 Eylül askeri yönetimiyle başlar, bazılarının sandığı gibi 12 Mart’ta değil.
Hasan Cemal 1960’ların sonlarına doğru, 12 Mart ve öncesinde günlük tutmadı. Hatta o dönemde yaşadığı bazı şeyleri yıllarca kendi kendine bile tekrarlamadı, unutmayı tercih etti.
Nedeni açıktı.
Bir parçası olduğu cuntasal hareket, Türkiye’yi darbeye götürmek için çalışıyordu. Bunun için Türkiye’de darbe ortamı yaratmaya dönük eylemlerin odağı gibiydi.
Hasan Cemal’in de yazı işleri müdürlerinden biri olduğu ve Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği, İlhan Selçuk’un yazarlığını yaptığı Devrim dergisinde yazıyla, çiziyle asker kışkırtılıyordu.
Devrimci gençler ses getirici eylemler için kaşınıyor, seferber ediliyor, bu arada sağa sola da bomba attırılıyordu.
Darbe tarihi de belirlenmişti:
9 Mart! (1971)
Bu tarihte asker darbe yapacak, parlamentonun kapısına kilit vuracak, siyasal partiler kapatılacak, yani o zamanki deyişle ‘cici demokrasi’ sona erecek ve Türkiye ‘demir yumruklu bir dikta’yla ‘aydınlanma ve devrim yolunda’ ilerlemeye başlayacaktı.
Ama olmadı, yapamadık.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler son anda karşı tarafa geçince, bizim 9 Mart darbesi yattı.
Yerine 12 Mart darbesi geldi.
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hiyerarşi içinde iktidara el koydular. Hem bizi, yani ‘Madanoğlu cuntası’sı temizlediler, hem Başbakan Demirel’i devirdiler.
Demokrasi ve insan haklarının da canına okudu 12 Mart. Daha acısı, Deniz Gezmiş’ler için idam sehpaları kurdu askeri yönetim...
Özellikle bu acıyla kafam duvara çarptı. 1960’larda tutmuş olduğum yanlış yolu, Türkiye’nin daha iyiye gitmesi için askeri darbelerden medet uman tavrımı Deniz Gezmiş’lerin idamıyla gözden geçirmeye, kendi kendimi eleştirmeye ve ‘demokrasi kültürü’ edinmeye başladım.
O günlerde günlük tutmadım.
Tutamadım.
12 Mart öncesi yaşadıklarım uzun yıllar kendi içimde kaldı. Yaralar iyileşirken, acılar da küllendi.
Aradan ancak 28 yıl geçtikten sonra içimi artık dökebileceğimi anladım. 1999’da ‘Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım’ adını taşıyan kitabım böyle doğdu.
Mustafa Balbay’ın günlüklerini okurken bir çok şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti gitti.
Bu arada günlüklerin iki yeri, İlhan Abi’yi tanıdığım için bana biraz eğlenceli geldi.
İlhan Selçuk, zamanın Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’la bir görüşme yapar. Sonra, otuz küsur yıl önceki 9 Mart-12 Mart tecrübesiyle komutanlar hakkında Balbay’a der ki:
“Ürktüm... Değişik bir şey var. Bunlar kendi içlerinde farklı düşüncelere sahipler. Böyle olur. Geçmişte Faruk Gürler, Muhsin Batur... Gürler birden öbür tarafa geçti... Bunlar böyle olur. Aman dikkat!”
Yine İlhan Selçuk, aynı uyarıyı Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’a yaparken, aralarından şöyle bir konuşma geçer:
“İS: Tabii biz sizinleyiz. Ama sizi bölünmüş göstermek isteyenler var. Bu çok önemli.
ŞE: Ne dediğinizi çok iyi anlıyorum. Ona dikkat ediyoruz.
İS: Ben çok şey yaşadım. 9-11 yaşadık, (9 Mart’la 12 Mart’ı kastederken, 1971’de KKK Komutanı Gürler’in son anda öbür tarafa geçip 9 Mart’ı yatırmasını anlatıyor, HC)Yani öyle bir şey olmasın isterim. Bir kez daha biz yenilen taraf olursak, hiç istemiyorum. Bundan korkuyorum.
ŞE: Korkunuzu anlıyorum, endişeniz olmasın. Ona dikkat ediyoruz.”
İşte böyle.
İlhan Abi hiç değişmedi.
Ben değiştim.
Dileğim, Cumhuriyet’te yıllarca birlikte çalıştığım Mustafa Balbay’ın da özgürlüğüne en kısa sürede kavuşması ve değişmesi...

Hasan Cemal

Daha çok harcama, daha çok para isteyenlere iki soru

Ortalık toz duman. 4. paket kesmedi. Daha çok harcama, daha düşük faiz, daha çok para istiyorlar. "Bunca durgunluk ve işsizlik varken enflasyonda birkaç puanlık artışın ne önemi var?" diyorlar. Bütçede oluşmakta olan delik daha hızlı büyütülürse TCMB, "miktar kolaylığı" adı altında bono satın alarak piyasaya likidite şırınga ederse, kimi işadamlarımız ve iktisatçılarımız talebin canlanacağına, buna karşılık da biraz enflasyon olacağına inanıyorlar. Bence saçmalıyorlar.
Bütçe açığı büyüdükçe ve para basılarak finanse edildikçe sorun; enflasyon değil, orta vadeli perspektiften yoksun aşırı gevşek maliye ve para politikalarının ters tepme sorunudur. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma sorunudur. Bu anlayışın gündeme getirdiği büyük risk, talebi canlandırmak isterken ekstra depresif etki yaratarak bunalımı derinleştirme riskidir. Maliye ve para politikalarının iyice gevşetilmesini savunanlar, ekonomik davranışlarda beklentilerin ne kadar önemli olduğunu unutmuşa benziyorlar.
En kritik halkadan, bütçe açığından yola çıkarak ekonomik etki-tepki süreçlerini gözden geçirelim. Bu yıl büyük bütçe açığı verileceğini artık hükümet de kabul ediyor. Resmi revizyon gelene kadar tahminler üzerinden tartışmak zorundayız. 2009'da yüzde 5 küçülme tahmini ile bütçe açığının mevcut harcama planları çerçevesinde 58 milyara çıkacağını öngörüyorum. 4. paketin net etkisi sıfıra yakın olacak. Milletin zaten otomobil, buzdolabı falan aldığı yoktu. 58 milyar açık da yine tahminen gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 5'ini geçecek.
Normal zamanlarda kıyamet koparacak bu büyüklükteki bir açık, durgunlukta az mıdır çok mudur? Bu sorunun kestirme yanıtı yok. Dolaylı yanıtı ise farklı iki soruya verilecek yanıtlara bağlı. Bütçe açığı nasıl finanse edilecek? Bütçe açığının finansman yönteminin ekonomik etkileri neler olacak?
Eğer IMF ile anlaşma yapılırsa açığın bir bölümünü doğrudan IMF kredisiyle finanse edebilirsiniz. Bir diğer bölümünü de IMF anlaşmasının vereceği güvenle gelecek sıcak parayla. Bu koşullarda açığın finansmanı tahvil faizleri üzerinde fazla baskı yaratmaz. Kur ve enflasyon beklentileri kontrol altında olacağından TCMB politika faizini düşürmeye ve piyasa faizi üzerinde etkili olmaya devam edebilir. Bununla birlikte, IMF anlaşması 2009'da büyük bir bütçe açığını içerse bile sonraki yıllarda sıkı maliye politikalarını garanti eden güvenceler içerecektir.
Oysa anladığım kadarıyla daha gevşek maliye ve para politikalarını savunanlar böyle bir perspektif istemiyorlar. Dolayısıyla IMF'yi de istemiyorlar. Rakam vermedikleri için kesin bir şey söylemek zor ama herhalde bütçe açığının 70-80 milyara çıkmasını istiyorlar. IMF parası ve dış tasarruf olmayacağına göre salt iç kaynaklarla finanse edilecek bu devasa bütçe açığının piyasa faizlerini çıldırtacağını bilmeleri gerekiyor. Çare TCMB'nin faizleri düşürünceye kadar piyasadan bono alarak ekonomiyi paraya boğmasıdır. Bu konuda tutarlılar.
Bir yandan Hazine tahvil basarak piyasaya satacak, diğer yandan TCMB bu tahvilleri piyasadan toplayacak. Arada arbitraj kazançlarını cebe indiren aracı kurumların ve yatırımcıların TCMB'nin paralarını bir gişeden alıp diğer gişeden döviz kuyruğuna girmeyecekleri ne malum? Böyle yapmamaları enayilik olur çünkü hesapsız kitapsız, orta vadeli perspektifsiz gevşetilen maliye ve para politikaları kur ve enflasyon beklentilerinin canına okuyacaktır.

Sonuçta kısa dönemde kur, orta vadede enflasyon patlar, nominal faizler çıldırır, özel talep geçici olarak canlanır, sonra geberir, özel yatırımlar ise tam anlamıyla çöker. Durgunluk daha da derinleşir, krizden çıkış daha uzun sürer, çıkışın maliyeti de artar. Daha çok harcama yapılmasını, bol para basılmasını savunanlara iki basit soru sorun. Bütçe açığı hedefiniz nedir? Nasıl finanse edilmesini öneriyorsunuz?

Seyfettin Gürsel

Amerikalılar da paralarını yurtdışına kaçırmış

Türk vatandaşlarının yurtdışındaki bankalarda 150 milyar dolarının bulunduğu tahmin ediliyor. Bu paranın yarısının yani 75 milyar dolarının, şirket patronlarının kendi şirketlerine yurtdışından açtıkları krediler olduğu düşünülüyor. Bu kredilere “back to back” kredi adı veriliyor.

Türk özel sektörünün dış borçlarıyla ilgili rakamları önce şöyle bir sıralayalım ve sonra bu borçların geri ödenmesinde tehlikeli bir durum olup olmadığına bakalım.

Türk şirketlerinin yurtdışından aldığı kredilerin toplamı 196 milyar dolar. Başta da altını çizdiğimiz gibi bu kredilerin 75 milyar dolarlık kısmı şirketlerin kendi patronları tarafından verilmiş olan dış borçlar. Ayrıca Türk şirketlerinin 196 milyar dolarlık toplam dış borçlarının sadece 45 milyar doları kısa vadeli borçlar.

Bu borç yapısı ortaya çıktığından beri Türkiye’nin dış borçlarıyla ilgili felaket senaryoları yazanların sesi de epey kısıldı zaten. Çünkü özel şirketlerin borç geri ödemelerinde bir sorun çıkmayacağı iyice anlaşıldı. Üstelik Türk şirketlerinin bankalarda 60 milyar dolar tutarında da döviz mevduat hesabı olduğu da düşünülürse, kısa vadede geri ödenecek 45 milyar dolarlık dış borcu karşılayacak olan para, bu şirketlerin patronlarında fazlasıyla var.

Türkiye’nin borç ödemesine ilişkin kuşkuları ortadan kaldıran yurtdışı hesap hareketlerine benzer bir gelişme son olarak ABD’de de ortaya çıkarıldı. Amerikan Hazinesi’nin tahminine göre, Amerikalıların kendi ülkeleri dışındaki bankalarda ve vergi cennetlerinde 11,5 trilyon doları var.

Neredeyse Amerikan ulusal gelirine yaklaşan bu yurtdışı tasarruflar, İsviçre, Andorra, Singapur, Lihtenştayn ve Hong Kong gibi ülkelerde gizli hesaplarda tutuluyor.

Bu hesaplar dikkate alındığında, ABD’nin dünya krizinde artan iç ve dış borçlarını bu paralarla finanse ettiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Çünkü, bütçe açığı sürekli yükselen ve tasarruf eğilimi düşük olan ABD’nin her ay 45-50 milyar dolar tutarında yabancı sermaye girişi sağlaması başka türlü açıklanamaz.

Amerikalıların ülkeleri dışında tuttukları paralar hesaba katıldığında, Türkiye gibi ABD’nin de yaşanan bu küresel krizi kolayca finans ederek atlatacağını düşünmek gerçekçi bir yaklaşım olabilir. İşte yeni ortaya çıkan bütün bu rakamlar sonucunda krizin öyle bazılarının beklediği gibi çok uzun sürmeyeceğini söyleyebiliriz. Kaldı ki dün açıklanan ABD konut verileri yeni konut yapımının beklenmedik bir biçimde arttığını da gösteriyor.

Konut sektöründeki bu olumlu gelişme ABD ekonomisinin iyiye gidişinde bir başlangıç olabilir. Dünya ekonomisinin dörtte birini oluşturan ABD ekonomisindeki olumlu gelişmeler küresel ekonomiyi de destekleyecektir. İşte bu nedenle Türkiye ekonomisi için de olumlu düşünmekte fayda var.

Süleyman Yaşar

‘Ordudaki çatlak!’

CUMHURİYET gazetesinde 23 Mayıs 2003 günü yayımlanan “Genç subaylar tedirgin” manşetinin ‘anlam ve önemi’ gittikçe daha bir netleşiyor.
Evvela o manşet, müdahale yanlısı generallerle çeşitli tarihlerdeki görüşmelerden sonra atılmış. Şener Eruygur Paşa da telefon açarak manşeti şu sözlerle kutlamış:
“Görevinizi yaptınız. Rahatsızız. Şunu sorun: Siz rahatsız değil misiniz? Köpek... Bunlar korkak! Kasımpaşa kabadayısı!”
Fakat aynı manşet başka generalleri çok tedirgin etmiş. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, basın açıklamasıyla bu amaçlı manşeti ağır bir dille yalanlamıştı zaten.
Org. Yaşar Büyükanıt da tepkisini Fikret Bila’ya şöyle anlatıyor:
“Bu haber çıkınca Sayın Balbay’ı çağırdım. Bu haberin çok tehlikeli bir yaklaşım olduğunu söyledim. TSK’ya zarar verdiğini söyledim. Yanlış olduğunu söyledim.”
Dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un da Mustafa Balbay ve İlhan Selçuk’a söylediği şu:
“İnanın bu haberle TSK içindeki çatlak derinleşti. Zarar verdi...”

Bu nasıl yurtseverlik?
Bu nasıl yurtseverliktir ki, ülkenin ordusuna “zarar” vermiş, ordudaki “çatlağı derinleştirmiş” ve “tehlikeli” olmuş?!
Elbette o manşeti atanların, darbeleri yapanların, planlayanların yurdumuzu sevdiklerinden şüphe edilemez. Buradaki sorun, yurt sevgisiyle ilgili değil, neyin yurdun yararına ya da zararına sonuçlar vereceği konusundaki düşünceyle, öngörüyle ilgilidir.
Çok büyük bir sorundur bu.
Ülke batıyor, rejim elden gidiyor, haydi kurtaralım arkadaşlar!
“Günlükler”de adı geçen generallerin sözlerine bakın:
“Ülke batıyor... Cumhuriyet gözümüzün önünde mum gibi eriyor!”
Bu ifadelerin neredeyse aynısını 18 Temmuz 1912 tarihli “Halaskâr Zabitan” (Kurtarıcı Subaylar)bildirisinde, Yarbay Enver’in Babıâli baskınında, cumhuriyet devrindeki bütün darbe ve müdahalelerin bildirilerinde de görürsünüz!
Yüz yıllık ideoloji, yüz yıllık devamlılık!
Ama her defasında zararlı sonuçlar veriyor!

Kurtarmak, ama nasıl?
“Günlükler”de bir general diyor ki:
“Bu millet iradesi değil, bu ümmet iradesidir!.. Şu anda Türkiye’nin durumu 1920’dir, Atatürk o dönemde ne yaptıysa bizim de onu yapmamız lazım!”
Böyle düşünen bir kimse siyaset bilimi, seçmen davranışı, demokratik meşruiyet gibi konuları hiç anlamamıştır! Atatürk’ün 1920’de İslam, Kürt, milli irade, Meclis gibi konularda nasıl konuştuğunu bilmiyordur! Daha vahimi, geçmişte yaşıyor, çağımızı yanlış algılıyor!
Bu kafayla mı kurtaracaktı ülkeyi?!
Yine “Günlükler”den bir laf:
“Enflasyon ve ekonomi de güvenlik kavramının içindedir!”
Ne diyeyim? Dehşet verici!
‘Bilgi’den daha önemlisi zihniyet sorunudur: Askerlik ile siyasi ve toplumsal konular çok farklı alanlardır; birinin zihniyetiyle öbürüne yön verilemez. Komutanların siyasi konulara heveslenmesi de bazı sivillerin orduyu ‘kurtarıcılığa’ tahrik etmesi de hem ülke hem ordu için son derece zararlıdır.
“Genç subaylar tedirgin” manşetini ben de “Hem ülkenin siyasi istikrarına hem ordunun hiyerarşi ve disiplinine zarar veriyor” diyerek eleştirmiştim. (Milliyet, 27 Mayıs 2003)
Türkiye belalı bir coğrafyadadır. Siyasi istikrar için liberal demokrasi, savunma ve güvenlik için siyasetten arınmış, ‘çatlak’sız’, cuntasız, hiyerarşik disiplini güçlü ordu zorunludur.
Taha Akyol

Fatih dönemi gençliği neden telefon kontörü peşinde değildi?

Hayat böyle işte... Herkesin kendine göre doğrusu vardır.
"Laiklik tehlikede" diyerek AK Parti iktidarını devirmek amacıyla askeri ya da yargısal darbe yapmak için cunta kuranlar şimdi kamuoyu önünde ses bantları ve günlükleri ile teşhir edilmekte.
Ama bir de "Din elden gidiyor" diyerek AK Parti'ye karşı olanlar var.
DHA'nın haberini belki okumuşsunuzdur.
Saadet Partisi Çorum Kadın Kolları tarafından düzenlenen konferansa katılan Necmettin Erbakan'ın kızı Elif Erbakan Altınörs, "Gençlerin dinden uzaklaştırılması için büyük bir çaba sarf ediliyor" demiş.
Elif Erbakan Altınörs şöyle konuşmuş:
- Yaşanan sıkıntılar sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki sıkıntılardır. Gazetelerin üçüncü sayfalarını açtığımızda Osmanlı torunlarına yakışmayacak haberlerle karşı karşıya kalıyoruz. Büyük ölçüde bir ahlak çöküntüsü ile karşı karşıya kalıyoruz. AK Parti iktidarı, gençlerin din dersi öğrenmemesi için destek veriyor.
- Milli Eğitim Bakanlığı onaylı din dersi kitaplarında dua eden çocuk resimleri elleri kapalı olarak değiştirildi. AB uyum süreci çerçevesinde çıkartılan kanunlarla ders kitaplarından Fatiha Suresi'ndeki bazı ayetler bile bunlar uygun değil diyerek çıkartıldı. Gençlerin dinden uzaklaştırılması için büyük bir çaba sarf ediliyor...

Doğrular görecelidir
Başta da söylediğim gibi herkesin kendine göre doğrusu vardır.
Örneğin önce Jön Türkler sonra da İttihatçılar tarafından " Gericilik " simgesi olarak sunulan Padişah 2'nci Abdülhamit de "Lügat-i Remzi" nin müellifi Remzi Bey'i gerici olduğu için sürgüne göndermemiş midir?
Bu hep böyle olmuştur.
Bazıları da "Bakın biz ne kadar demokrat ve siviliz" diyerek, medyatik linçlerin hem infazcısı hem de sunucusu olmuyorlar mı?
Elif Erbakan Altınörs de cep telefonlarına takılmış ve "Yapılan araştırmalarda gençlerin ilk önceliğinin telefon kontörü olduğu belirlenmiş. Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaşta olan bu gençlerimizin önceliği ne vatan, ne millet, ne ahlak bunlar değil. Onların önceliği telefon kontörüymüş. Ne kadar acı" diye konuşmuş Çorum'da.
İşin garibi konuşmasının sonunda "Ulusalcı" da olmuş.

Vatan toprakları
Bakın söylediklerine:
- AK Parti iktidarı döneminde Kıbrıs gündeme geldi, verelim gitsin denildi. Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri için de sıkıntısı varsa verelim denildi. Çünkü maneviyatın, vatan ve millet sevgisinden uzak bir toplumla karşı karşıyayız.
- Vatan topraklarına artık sahip çıkılmıyor. Kuşadası'nda bile tamamıyla yabancılar toprak sahibi oldu ve bu yabancılar aldıkları toprakların çevresine duvar örerek Türkler giremez diyorlar. Yabancılar bu ülkede duvarla çevirip buraya Türkler giremez diyecek kadar güçlendi. Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde topraklar parayla satılmıyor, bedava veriliyor.
- Büyük Ortadoğu projesini gerçekleştiren üç kişiden biri Başbakan... Başbakan Erdoğan'a gel senin topraklarını alacağız demişler o da kabul etmiş.
Görüldüğü gibi 28 Şubat'ın devirip yasakladığı ve partisini kapattığı Necmettin Erbakan'ın evlatları da, "Post 28 Şubatçılar" ın karşı oldukları kadar AK Parti iktidarına karşılar.
Bütün bunlardan ne çıkar.
Açıkçası hiçbir şey çıkmaz.
Neticede Elif Erbakan Altınörs emekli bir paşa değil ki.
İstediği gibi konuşabilir.
MEHMET BARLAS

18 Mart 2009 Çarşamba

Günlükler (MUTLAKA OKUYUN)

Mustafa Balbay’ın günlüklerini okuyunca içim acıdı.

Bu tür olaylarla her karşılaştığımda aklıma takılan o basit soru gene canlandı zihnimde.

Niye yetmiyor?

Balbay, genç bir gazeteci, Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara temsilcisi, sütunu, okuyucuları, hayranları var, televizyon programları yapıyor.

Onun yaşındaki bir gazeteci başka ne ister?

Mesleğinde yükselmiş, başarılı olmuş.

Fikirlerini her gün, her mecrada söyleme imkânına sahip.

Niye gidip darbecilerle işbirliği yapar, toplantılar düzenler, fikirler verir?

Düşüncenin sınırları içinde kalmasına engel ne?

Aynı soru İlhan Selçuk için de geçerli.

Yılların İlhan Bey’i.

Cumhuriyet gazetesinin ve okuyucularının nerdeyse tapındığı efsane.

Neden yetmiyor?

Niye başka şeyler istiyor?

Bu soruyu medya patronları için de sorabilirsiniz.

Onca gazete, televizyon, dergi sahibi insanlar neden hayatları boyunca harcayamayacakları paraları kazanabilmek için başka alanlara geçip, oralarda başarılı olabilmek için karışık ilişkiler kurarlar?

Bu tür insanlar, hayatın kendilerine armağan ettikleriyle yetinemiyorlar bir türlü.

Daha fazlasını istiyorlar.

Ve, istediklerini gerçekleştirebilmek için “gizli” ilişkilere bulaşıyorlar.

Gizli toplantılar yapıyorlar.

Gizlilik tehlikelidir.

Bana göre gizliliğin mubah ve kutsal olduğu tek bir yer vardır, o da insanın özel hayatı.

Kendi özel hayatının dışına adım attığın andan itibaren her türlü gizlilik ilerde başına bela olabilecek bir tehlike demektir.

Bu insanlar bu tehlikeyi kabulleniyorlar.

Ne için?

Ülkeleri için mi?

Kendi halkına karşı çıkarak, kendi halkından gizli işler yaparak ülkeye nasıl hizmet edilebilir?

Hizmet edilemez.

Halkına ihanet ederek ülkeye yararlı olamazsın.

Bir ülkenin “menfaatlerini” o ülkenin halkının “menfaatleri” belirler.

“Bu halk aptal, ben bu aptalları kendilerine rağmen kurtaracağım” dedin mi faşizmin karasularına girersin.

Ondan sonrası zulüm ve felakettir.

Eğer Atatürk, “halka rağmen bu ülkeyi kurtardı” derseniz, “bu ülkeye hizmetlerini halka rağmen gerçekleştirdi” derseniz, size tek bir soru sorarım.

“Neden Atatürk’ü koruma kanunu var?”

Ülkesine o kadar faydalı olduğuna inandığınız birini “halkın” eleştirilerinden korumak için kanuna ihtiyaç duyulması biraz tuhaf değil mi?

Halkı tarafından o kadar çok sevildiğine inandığınız birini daha fazla sevdirmek için niye her yana onun adını veriyor, niye her yana onun resimlerini asıyorsunuz?

Siz, diktatörlük olmayan herhangi bir ülkede, bir lidere ait o kadar çok resim, heykel gördünüz mü?

Bir halkın, tarihî liderini zorlamasız ve yasasız sevemeyeceğini düşünüyorsanız, zaten bir sorun olduğunu kabul ediyorsunuz demektir.

Zaten de sorun var.

Atatürk yaptıklarını “halka rağmen” yapmasaydı bugün Kürt meselesi de, din meselesi de olmazdı bu ülkede.

O meseleleri hallederek ilerlerdik.

Belki Atatürk iktidarda o kadar uzun kalmazdı o zaman ama burası daha doğal ve daha mutlu bir toplum olabilirdi.

Bugün Atatürk’ü “örnek” aldıklarını söyleyen bu darbecilere baktığınızda hep Atatürk adıyla birlikte bir “gizlilik” ve “halka rağmen” davranma eğilimi görüyorsunuz.

Halkın önünde, halkla birlikte ulaştıkları yerler, mevkiler, başarılar onlara yetmiyor.

Daha fazlasını istiyorlar.

Bunu isteyenlerin açgözlü oldukları, kolayından doymadıkları doğru...

Ama sanırım bir başka gerçek daha var:

O da, bu toplumun Osmanlı’dan bu yana ve Cumhuriyet tarihi boyunca sadece “silahlı bir iktidara” mutlak saygı göstermesi.

Saygı ancak korkuyla beslendiğinde ortaya çıkıyor galiba burada.

Bu ülkenin geleneği, göreneği, eğitimi sadece “devlet gücünü” yükseltiyor, burada kimse “koskoca yazar”,”koskoca şair,” koskoca ressam” olamıyor, burada sadece “koskoca” generaller, valiler, kaymakamlar var.

Bu gazeteciler, patronlar, işadamları da o “içi korkuyla doldurulmuş” şişkin saygıyı elde etmek istiyorlar.

Sadece saygı görmek değil, korkutacak güce de sahip olmak istiyorlar.

Emirler verebilmek, tayinler yapabilmek istiyorlar.

Artık hiçbir çağdaş ülkede bulunmayan bir “korkutuculuğun” parçası haline gelebilmek istiyorlar.

Bütün bu gizli işler, toplantılar sanırım bunun için.

Kendi halkını “korkutarak” bir yere varamaz insan.

Varsa da orada fazla kalamaz.

Bir yere varılacaksa, oraya ancak halkınızla, insanlarınızla, içinde korkuya hiç yer olmayan bir saygınlıkla varabilirsiniz.

Buna inanmadınız mı her şeyi, elinizdeki o hak edilmiş saygınlığı da kaybedersiniz.

Ahmet Altan

Liberallik ve demokratlık

Liberallik ile demokratlığın niye temelden farklı olduğunu anlamak için bilgi kuramına müracaat etmek gerekiyor. Ancak bu farklılık sadece kuramsal boyutla sınırlı değil. Diğer bir deyişle karşımızda bazı entelektüellerin anlamlı bulduğu bir tartışmadan ziyade, doğrudan siyasa oluşturmada etkili olan bir ayrışma var.

Bunu somut olarak görebilmek üzere Sezin Öney’in bu gazetede dikkatimize sunmuş olduğu bir olaydan hareket edelim... Kasım 2007’de İtalya’da yüksek rütbeli bir askerin karısının tecavüz edilip öldürülmesi üzerine Çingeneler aleyhine bir kampanya başlamış. Oysa cinayet Çingenelikle ilişkisi olmayan bir Romanyalının işiymiş... Ancak gene de medyada Romanya’dan göçen Çingeneleri hedef alan bir dizi sansasyonel yayın başlamış. Bazı politikacıların da durumu suistimal etmeleri tüm Çingeneleri hedef alan bir nefret ortamı üretmiş ve sol siyasetin “yıldız ismi Veltroni” bile İtalya’da işlenmekte olan suçların yüzde 75’inin Romanyalılar tarafından gerçekleştirildiğini söyleyebilmiş.

Kısacası Öney bizlere İtalya’daki sanki hazırda bekleyen ırkçılığı gösteriyor ve bir tehlikeye işaret ediyor. Konumuz açısından kritik katkı söz konusu yazının bu noktasında söylenen şu cümlede gizli: “Oysa Avrupa genelinde etnik köken temel alınarak devletlerin istatistik veri toplamasının önünde ciddi engeller var.” Bu tür engeller ‘ileri’ düzey bir demokrasinin de önkoşulu sayılmakta. Çünkü devletleri vatandaş karşısında eşit mesafede tutuyor ve ayrımcılığı önlüyor. Diğer bir deyişle eğer devleti bu tür kurallarla engellemezsek, yetkilerin kötüye kullanılacağını ve toplum içindeki bazı grupların haksız yere ezileceklerini tahmin ediyoruz. Tabii ki bu boş bir tahmin değil... Avrupa tarihi bu tahminin gerçekçiliğini gösteren olaylarla dolu. Devlet eliyle yönlendirilen ırkçılığın geçmişi epeyce eski olmakla birlikte modern dünyadaki hortlamasına razı gelmek durumunda değiliz.

Dolayısıyla Öney’in sözünü ettiği ilkesel engellerin işlevini ve meşruiyetini anlıyoruz. Ancak bunun altında bir korkunun yattığının ve bunun bizzat kendinden korkma olduğunu görmekte yarar var. Modernlik sadece bir tür eşitlik ve özgürlük değil, aynı zamanda yine bir tür ayrımcılık ve ırkçılık da getirdi. Modern ideolojiler içinde şekillenmiş olan devletler halen ellerine fırsat geçtiğinde linç kültürünü beslemekten çekinmiyorlar. Diğer bir deyişle liberalizm aslında otoriter zihniyeti hiçbir zaman yenemedi ve onunla birlikte yaşamaya, bu koalisyona razı oldu. Hatta liberal ideologların ve siyasetçilerin savunduklarına ve yaptıklarına bakarsanız, bizzat liberalizmin de ne denli otoriterliğe meyilli olduğunu görebilirsiniz.

Böylece ortaya kendi ‘ruhundan’ korkan, her an belirmesi beklenen Mr. Hyde’ın tedirginliği içinde yaşayan bir Dr. Jekyll çıktı. Modernlik aslında Jekyll/Hyde dikotomisinde çok iyi resmedilmiştir. O hikâye sadece modern bireyin değil, bizzat modernliğin çelişkisini gösterir...

Günümüzün liberalizmi bu nedenle sürekli savunmada. Doğruyu yapmak yerine yanlışı engellemek peşinde... Dolayısıyla devletlerin etnik köken temelinde istatistik toplaması istenmiyor. Ama bu durum devletlerin o etnik kökenlileri ‘görmemeleri’ de demek. Eğer kimlikleri nedeniyle yaşadıkları bir sorunları varsa, bunu ‘duymamaları’ demek. Liberaller korkuyor, çünkü kurdukları sistem demokratik değil. Liberal devletin ‘ne mal’ olduğunu gayet iyi biliyorlar ama o devleti nasıl demokrat kılacaklarını bilmiyorlar. Dolayısıyla da ‘küçük’ devlet, ‘garson’ devlet istiyorlar... Ama bu durum daha demokrat bir rejimden ziyade, soğuk bir hukuk nizamını ifade ediyor.

Buna karşılık demokrat bir sistem demokratlığı içselleştiren bir karar mekanizmasını ima eder. Burada devletin toplumu tanıması, bu bilgiyi karar ağına aktarması toplumsal yaşamın asgari zeminidir. Demokratlar toplumun bütün yönleriyle şeffaf bir biçimde tanınmasını ve sahiplenilmesini isterler. Bu nedenle de bilgiyi engellemektense çoğaltmayı, karar hiyerarşisini ise yaymayı hedeflerler.

Liberallik ile demokratlığın farkını görmek açısından bazı popüler söylemleri de örnek vermek mümkün. Örneğin ‘sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma’ mealinde bir söz var. Bu önermenin altında o başkalarının da sana benzediği gerçeği vurgulanıyor. Ama ya benzemiyorlarsa? Ya o başkaları hiç de senin sandığın gibi değilse ve senin hoşlanmadığın şeylerden hoşlanıyorlarsa? Doğru davranış böyle bir varsayımsal önerme yapmaktansa, doğrudan söz konusu kişilere ne istediklerini sormak değil mi?

Oysa bu önerme sormayı değil, muhtemel yanlışı yapmamayı tavsiye ediyor... Bu liberal bir önerme... Arkasında korku var. Duygularımıza kapılacağımızı, bencilce davranacağımızı, başkalarını ezeceğimizi varsayıyor. Aslında bu liberalin kendisinden ve yarattığı düzenden korkmasından başka bir şey değil.

Empati kavramını da aynı bağlamda ele alabiliriz. Kendimizi başkalarının yerine koymak, koymamaya kıyasla tabii ki olumlu bir haslet. Ama konuşmak varken niye empati ile yetinelim? Ötekinin isteklerini doğru bir biçimde öğrenmek için sadece sormak yeterliyken, niçin mesafeli bir ‘duyarlılık’ duruşuna sığınalım?

Anlaşılan liberallik ilişkiden tedirgin olan bir ruh haline tekabül ediyor. Başkalarına yaklaşamamak bir yana, otorite sahibinin ona yaklaşmasından da rahatsız oluyor. Demokratlık ise ilişki kurmak, konuşmak ve iktidarı bu konuşmanın içine yedirmektir. Demokratlar bilginin önündeki engelleri açmak, başkalarına ulaşmak, onlara dokunmak isterler. Demokrat siyaset ve ahlak da buradan türer ve tahmin edileceği üzere liberallikle pek ilişkisi de yoktur.

Etyen Mahçupyan

Balbay ve yardakçıları, buyursun açıklasın!

Mustafa Balbay üzerinden “Basın özgürlüğü kısıtlanıyor” propagandası yapanlar, bakalım şimdi ne diyecekler?
Ülkenin polisi, savcının emri ile bir gazeteciyi gözaltına almış. Savcı tutuklanmasını istemiş. Mahkeme hakimi, son dakikada tutuksuz yargılanmak üzere tahliye kararı vermiş.
Akabinde, gözaltı sırasında elkonulan bilgisayarlar uzun bir incelemeye tabi tutulmuş, deliller ele geçirilmiş. Kişi tekrar gözaltına alınmış. Savcı yine tutuklanmasını istemiş. Hakim de son deliller ışığında, tutuklama kararı vermiş!
Yardakçıların sergiledikleri tavırlar, tutuklama kararına itirazın reddedilmesinden önce olduğu için, üç hakimin de, sonradan bu tutuklama kararına itirazı reddetmesi ile ilgili yorumda bulunmuyorum.
Şimdi Mustafa Balbay üzerinden basın özgürlüğü edebiyatı yapanlar, kitap kampanyalarına katılıp imza atanlar, mesai saati içinde görevi terkedip, gazetesine destek ziyaretinde bulunanlar, hep birlikte buyursunlar..
Evet buyrun beyler bayanlar.. Buyrun söyleyin, şu notlarda bahsi geçen konuşmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Örneğin; “GATAkulli” ile tahliye edilen bir emekli generalin şu cümlesini nasıl yorumluyorsunuz: “Gücümüzü birleştirmediğimiz için bir sonuç alamıyoruz. Öte yandan da bu iktidar, yapacağı her şeyi yapıyor..”
Bir komutan.. Ve anayasal usule göre göreve gelmiş iktidar.. Komutan, anayasal usule göre göreve gelmiş iktidara karşı, “güçleri birleştirmek”ten bahsediyor! Ve karşısındaki kişi de, basın özgürlüğü diye sahip çıkılan Mustafa Balbay!
Bu cümleye karşı, Balbay ne diyor?
Onunki daha ilginç: “Bu kuruluşları, kişileri bizlerin bir araya getirmesiyle alınacak bir sonuç göremiyoruz biz. Bir de bu iş gazete anlamında yazarlardan çok, gazete yönetimlerinin işi... Sonuç alınabilmesi için; gazetenin bir yayın anlayışı olarak buna sahip çıkması lazım. O zaman çoğalır bu iş. Geçmişte de böyle olmuştu. 28 Şubat döneminde mesela.”
Haydi buyrun, basın özgürlüğü diyerek hop oturup, hop kalkanlar.. Buyrun bir izah getirin, Balbay’ın bu cümlesine..
“Bir tane yazarı kafakola almakla, bir muhabirden destek almakla vakit harcamaya gerek yok” diyor Balbay..
Onun çözüm teklifi, toplu bir harekât. Gazetelerin yönetimlerini komple kafakola almak.. ‘Gazete yönetimini ele geçirince, yazarları zaten ele geçirirsin’ demek istiyor Balbay..
Haydi buyrun, basın özgürlüğünden yana olanlar, ne dersiniz bu işe?
İmza attığınız kitaplarda ne yazıyor eminim bakmıyorsunuz bile.. Bari şu ifadeye bakın.. Bakın da iki satır bir açıklama getirin; “Ne amaçla söylenmiş ‘Yazarlardan çok, gazete yönetimlerinin işi’ cümlesi?”
Bu konuda çok mu zorlanıyorsunuz?
Size daha kolay gibi görünen sorularımız da var.. Mesela, Balbay beyefendi şöyle demiş Jandarma Genel Komutanı’na: “Sizin bir numara (dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök) ile sizin kafanızdakileri yapmak çok zor.”
Acaba Balbay ne demek istemektedir? Komutanın kafasındaki nedir? Nedir ki, onun kafasındakini, ‘bir numara’ başta iken yapmak çok zordur?
Ve “bir numara başta iken istenilenin yapılamayacağı” belli olduğuna göre, “bir numara için ne düşünülmekte”dir?
Ve tüm bunlar, sizce legal işlerden midir?
Bu sorular, ilk partideki sorulardan daha zor oldu değil mi?
Öyle ise, bunları da geçelim..
Balbay’ın konuşmalarından bir bölüm daha aktaralım:
“Siz tamam, bütün kuvvet komutanları tamam, bloksunuz.. Ama üstünüz olmayınca olmuyor!”
Buyrun; basın özgürlüğünden dem vuran, “Bir gazetecinin tutuklanması, hiç doğru olmadı” diyen kartel yazarlarından Balbay’a destek çıkanlar.. Gazetelerinin birinci sayfasında beyaz bölümler bırakarak, tutuklamayı protesto eden İbrahim Yıldız’lar.. “Biz de darbeye karşıyız. Bundan önceki darbelerde ilk içeri alınanlar arasında ben de vardım” diyen Ali Sirmen’ler.. Buyrun açıklayın; “Kuvvet komutanları blok halinde tamam. Ama üstteki olmayınca olmuyor!” ne demek?
Ne yapacaktı Balbay ve komutanlar, Antalya’da tatile çıkmayı düşünüyorlardı da, “Üstteki gelmeyince tatilin tadı çıkmaz” diye mi hayıflanıyorlardı?
Anlıyorum, sorular kolaylaşacağına, gittikçe zorlaşıyor..
Ama kusura bakmayın, bir soru daha yönelteceğim..
O gazeteci diyerek destek verdiğiniz Balbay, kendi notlarına şöyle bir anı not etmiş.. Jandarma Genel Komutanı’na demiş ki kendileri: “İşte Kara, Genelkurmay olur, siz Kara’ya geçersiniz, İzmir’deki Jandarma olur, İstanbul’dakini de artık ne yaparsanız.”
Komutan da, akıllıca bir soru yöneltmiş kendisine: “Ya o, siz gidin derse?”
Balbay’ın cevabı da ondan ilginç: “Diyemez. Tümünüzü karşısına nasıl alır?”
Burada bahsedilenler ne acaba?
Balbay ile Jandarma Genel Komutanı değil de, birisinin torunu ile diğerinin küçük çocuğu, askercilik mi oynuyorlardı acaba? Deniz kenarında, kumdan kaleler yapıp, savaş taktikleri mi geliştiriyorlardı?
Efendim, duyamadım “basın özgürlüğü savunucuları”? Ne diyeceksiniz bu muhabbete?

Ali Karahasanoğlu

Krizin başlangıcı

Bu köşeyi takip edenler, modernliğin derin bir krizden geçtiğini defaatle söylediğimizi hatırlayacaklardır. Esasında daha 1990'larda iki kutuplu dünya dağılırken, paradigmanın kendisi de sarsıntı geçirmişti.

Bir süre, Batı'nın liberal felsefesinin bundan sonra ebediyyen hükümferma olacağı masalıyla insanlar oyalandı. Komünizmin yenilmesi, liberal kapitalizmin zaferi olarak takdim edildi; biz o gün de kaldırılan cenazenin içinde sadece komünizm değil, tabut içinde tabut iki cenazenin kaldırılmakta olduğunu yazmıştık. Şimdi liberal kapitalizm masalına, anlatıcısı Fukuyama da ne inanıyor ne savunuyor. Fukuyama, zaferini ilan eden liberalizmin, buna katılmayanları global rezervasyonlarda tutabileceğini, dolayısıyla çatışmalara ve savaşlara gerek olmadığını söylüyordu. Oysa hakikatte ortada bir zafer filan yoktu, derin bir bunalım vardı ve bu ancak küresel boyutlarda bir çatışma ve askerî müdahale ile bir süre daha ertelenebilirdi.

11 Eylül, liberalizmin krizine can simidi gibi yetişti. İktidara gelen neo-conlar, gelişme dinamiklerini tüketmiş bulunan bütün büyük güçlerin ve imparatorlukların yaptığı gibi, başını ABD'nin çektiği Batı'nın iç derin çelişkilerini dışarıya ihraç etmek �belki de kusmak- amacıyla iki İslam ülkesini (Afganistan ve Irak) işgal ettiler. Bernard Lewis'ten mülhem Samuel Huntington'ın geliştirdiği "medeniyetler çatışması" tezi bunun 'meşruiyet çerçevesi'ni çiziyordu. Kriz tek bir faktörle atlatılabilirdi, "ötekileştirilmiş bir düşman"a karşı başlatılacak küresel saldırı ile.

Günün birinde bunun daha detaylı bir analizini yapma fırsatımız olabilir. Şu kadarını söyleyelim ki, 21. yüzyılın ilk yıllarında dünya genelinde gözlenen likidite fazlalığı geçici bir refah dönemi sağladı. Hz. Yusuf'un tam yetkiyle maliye bakanı olduğu eski Mısır'da olan, küresel ölçekte dünyada da oldu. Şimdi 7 yıllık refahın arkasından 7 yıllık büyük kıtlık dönemi başlamış durumda. Fakat bu, sadece ekonominin krizine değil, politik ve epistemolojik krize işaret eden bambaşka bir şeydir.

Tabiatta birtakım yasalar geçerli olduğu gibi tarihte ve gündelik hayatta da birtakım yasalar vardır. Bunlar, sosyal bilimlerin araştırma alanına giren cinsten yasalar değildirler. Çok başka varlık mertebelerinden bizim hayatımızda etkilerini gösterirler. Afganistan ve Irak'ın işgaliyle 1,5 milyon Müslüman'ın hayatını kaybetmesi, bu yasaların işlemesini sağlayan önemli amildir. Bugün başlayan ekonomik krizin manevi ve maddi sebeplerinden biri Amerika, İngiltere ve diğer koalisyon ortağı ülkelerin iki İslam ülkesine çektirdiği acıdır. 2006'da maddi olarak Amerika ve İngiltere'nin, Iraklıların 2 trilyon dolardan fazla petrollerini çaldıkları, esasında savaşın maliyetinin de bu civarda olacağı hesaplanıyordu. Bugün rakamlar artmış olsa da, çalınan petrol ile savaşın maliyeti birbirine yakındır. Denilecek ki, Amerika'nın kazancı ne oldu?

Bu sorunun cevabı, işgale kimlerin zaviyesinden baktığınızla ilgilidir. Eğer petrol ve silah şirketleri ile Yahudi lobilerin zaviyesinden bakarsanız, çalınan petrol geliri bunların cebine inmiştir. Amerikan halkı, yani vergi mükellefleri açısından bakarsanız, hakikatte trilyon dolarlar Amerikan halkının cebinden çıkmıştır. Bir ülkeyi çökerten şey, halkın genelinden paranın çıkıp küçücük bir azınlığın cebine inmesidir. Bu, merkez üssü Amerika'da olan büyük ekonomik krizin ilk başlangıcı hakkında bize bir fikir verebilir.

Kısaca, Amerika ve Batı'nın iki İslam ülkesine karşı işlediği ağır cürümün manevi faturası, ekonomik kriz olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bizde Şubat 2001'de patlak veren krizin en önemli sebebi 28 Şubat ortamında bir avuç muhterisin bankaları boşaltması, halkın önüne 50 milyar dolar fatura çıkarmasıydı. Amerika'daki kriz de neo-conların gezegen ölçeğinde İslam'a ve Müslümanlara karşı ilan ettikleri 28 Şubat sürecinde, Afganistan ve Irak'ı işgal etmeleri ve bu işgalin Amerikan halkına trilyonlarca dolarla ifade edilen muazzam bir faturaya yol açmasıdır.

Ali Bulaç

Evrim’i Tartışmak

Bilim ile inanç ilişkisinden hareketle birçok tartışma konusu çıkartmak her zaman için mümkündür ama anlamlı mıdır? Doğrusu her zaman için anlamlıdır, demek, bir açıdan anlamsızlığa anlam yüklemeye çalışmakla eşdeğerdir.

Kuşkusuz inanç, insanın varoluşunda ve benlik kazanmasında en güçlü kaynaktır ve bu kaynak temelini bizzat insanda bulur. Denebilir ki insan, inanç varlığı ve aynı zamanda öznesidir. İnsanın doğasında, özünde ya da fıtratında kendiliğinden (self, en soi, bizatihi) olan bir olgudur, bir güçtür, bir yetenektir vb. inancın bir ideal ve amaç doğrultusunda sistemli, ilkeli, kurallı ve yöntemli bir şekilde konu haline dönüşmesi ya da dönüştürülmesini, anlaşılması için, din olarak nitelendirdiğimizde, aslında insandaki inanç olgusunu ifade etmiş de oluruz. Ama buradaki inanç artık özel, özgül bir inançtır. Özü, etkisi, gücü, belirleyiciliği burada da aynıyla sürer. Diyebiliriz ki inanç duygusu, insanın duyguları arasında en güçlü ve belirleyici duygudur ya da insanın başat niteliğidir. Bir açıdan düşünme, bilgi (merak) elde etme yeteneğimiz de inanç duygusu kapsamındadır en azından sıkı ilişki içindedirler, denebilir. Elbette bilgiyle bilim farklılığını hatırda tutmamız yerinde olur.

Çünkü inanç ile bilim ilişkisinin tarihi süreç içinde kimi zaman gerilimli bir şekilde ortaya çıkması, genel olarak bu farklılığın yerli yerince gözetilmemesinde veya değerlendirilmemesinden kaynaklanmıştır, denebilir.

Basit anlatımıyla inanç "din" bağlamında elbette kendine özgü bilgileri içerir. Kimi zaman da belli bir bilimin temelini, doğuşunu hazırlar, en azından ilham kaynağı olur, olabilir. Sümer'de "astroloji"den "astronomi"ye gidişin hazırlanması gibi. Ancak inanç "bilim" olarak tanımlanamaz, böyle bir yaklaşım bile kaçınılmaz güçlüklere, karşıtlıklara, gerilim ve çatışmalara yol açar.

Evrim varsayımının XIX.yy. Darwin (1809-1882)'in ortaya koyduğu incelemeler bağlamında "kuram" olarak önerilmesiyle benzer bir çatışma örneği de ortaya konulmuş oldu. Çatışmayı ateşleyen Darwin değil, onun varsayımını benimseyenler (mesela Th. H. Huxley gibi) ile bu varsayıma karşı çıkışına inanç gücünü de takviye edenler (mesela Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce gibi) oldular. O günden bugüne, genellikle algılama düzeyinde kalınarak tartışma ya da çatışma canlı tutuldu.

Varsayım olarak "evrim" düşüncesinin tarihi oldukça gerilere uzanır. Anaximandros (M.Ö. 610-545) bilinen en önemli isimdir. Ama görüşü, kalan birkaç fragmente dayanır. Bilim bağlamından ziyade mistik inanç ve bilgiye dayanır. Yeniçağlarda Lamarck, Maupertius vb. farklı yaklaşımlar ile biraz bulanık bir "evrim" düşüncesine yakın durmuşlardır. En güçlü ve bilimsel olma iddiasına en yakın görüşü jeoloji alanında Cuvier, Sedgwick gibi araştırmacılar ile birlikte Lyell ifade etmişlerdi. Darwin'in yaptığı gözlemleri açıklamasında Lyell'in görüşü ilham verici olmuştur. Klasik iktisatçılardan Malthus'u da anmak gerekir. Sonuç'ta Darwin bir simgeye dönüşecektir. Bu biraz da XVIII ve XIX. yy.ların zihniyetiyle bağlantılıdır.

Ne var ki, bu çatışmada inancın "din" bağlamında taraf haline getirilmesi, temelde Hıristiyanlığın, dolayısıyla İncil ve Tevrat'ın anlatımlarından kaynaklanan algılamaların belirleyici olduğunu söylemek yerinde olur. Özellikle "Genesis-Yaratılış"a getirilen yorum bilgiyle bilimin olgusallıklarını birbirine karıştırmış gözüküyor.Bu noktada din bağlamında İslâm'ın ortaya koyduğu önermelerin, yukardaki iki inanç (cult) ile aynilik taşıdığını söyleyebilmek oldukça sıkıntılı gözüküyor. Dolayısıyla varlığın birden yaratılmış olmasıyla, yaratılmış olan da dahil "evrim" olarak nitelenecek bir sürece tabi olabileceği şeklindeki açıklama ve yorumlar başlı başına birer karşıt ilke olarak ele alınabilirler mi? Doğrusu böyle bir çıkarımın fazla anlamlı olmadığı söylenmelidir. Şu basit gerçeği hiç akıldan çıkarmamız şarttır: Bilim, aynı zamanda felsefe, kendi gerçeklikleri bağlamında bir inanç önermezler. Ancak bunların inanç biçimine dönüştürülmesi daima mümkündür ama anlamlı değildir. Çünkü bilim de, felsefe de inanç biçimine dönüştürüldüklerinde kendi doğal gelişim süreçlerini tıkarlar, handiyse yokederler.

Yeri gelmişken, sehven dile getirdiğini sandığım, Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk'ün bir televizyon konuşmasındaki görüşe katkıda bulunmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. İbn Miskeveyh'in görüşünü anlatırken varlığın üç aşamalı bir "evrim" sürecinde olduğu nakledildi. Miskeveyh'in sözkonusu görüşü Aristoteles'in ruh olgusunu açıklama ve tasnifiyle ilgilidir. Burada Aristoteles'in tartıştığı ruh sorunudur. Tasnifi de bitkisel (nebati), hayvansal (hayvanî) ve insanî ruh şeklindedir. Ruhun canlılığını açıklamak için bir başka ilkeyi de işaret etmiştir: Entelekia. Ama bu nihayet felsefi bir speculation'dur, etkisi oldukça derin ve yoğun olsa bile!


İsmail Kıllıoğlu

"Biz yaralı bir kuşuz"

Şu günlük tutma, belge bırakma işi suçluların psikolojik bir ihtiyacı galiba. Egoları güvenlik endişelerinin önüne geçiyor ve mutlaka yaptıklarının izlerini bir yerlerde bırakıyorlar.
Mustafa Balbay da bu günlükleri, hayal ettiği darbe gerçekleşirse kendi katkılarını belgelemek için tuttu herhalde.

Düşünsenize, bir darbenin ertesinde, "Darbenin karargahındaydım" başlıklı bir kitap ne güzel giderdi...

Her neyse, benim Balbay'ın günlüklerini okurken dikkatimi çeken birkaç şey oldu.

Birincisi, Mustafa Balbay'ı hafife almışım doğrusu.

Onun, tipik bir "karargah gazetecisi" olduğunu, darbeci paşaların dizi dibinden ayrılmadığını, onların ağzının içine baktığını, onlar leb demeden leblebiyi anlayıp istek ve ihtiyaçları doğrultusunda haber yapmayı misyon edindiğini herkes gibi ben de biliyordum elbette.

Ama misyonu bundan ibaret değilmiş.

Günlüklerini okuyunca gördüm ki Balbay'ı basit bir "kalem eri" sanmak hataymış!

Evet, haber üretme babında bir dediklerini iki etmemiş ama sık sık bunun ötesine geçmiş. Darbeci generallere akıllar vermiş, yeri gelmiş eleştirmiş, yeri gelmiş teşvik etmiş, hatta kışkırtmış...

Şenuygur ve ekibini Hilmi Özkök'e karşı kışkırtmak baş görevlerinden biri olmuş mesela... Her fırsatta, "sizin bir numara ile sizin kafanızdakileri yapmak çok zor" "Siz tamam, bütün kuvvet komutanları tamam, bloksunuz, ama üstünüz olmayınca olmuyor, önce orada bir şey yapmak lazım" deyip durmuş.

Hatta bir keresinde, Hilmi Özkök'ü ekarte etmek için kafasında şekillendirdiği planı da sunmuş: "Olur, olmaz ayrı konu, şöyle bir senaryo düşünüyorum... Şimdi siz de söylediniz kuvvet komutanları blok, 4 kişi... Altında ordu komutanları, orgeneraller, korgeneraller blok, onun altında tümler, tuğlar blok, hepsi bir araya gelse ve dese ki; sizinle olmuyor..."

Sonra da bir güzel görev dağıtımı yapmış: Kara Kuvvetleri Komutanı Genelkurmay Başkanı olacakmış. Şenuygur Kara Kuvvetleri Komutanlığına, İzmir'deki Jandarma Komutanlığı'na geçecekmiş. İstanbul'dakini de artık ne yaparlarsa...

Neyse ki plan Şenuygur'un kafasına pek yatmamış.

X x x

Günlüklerde dikkatimi çeken ikinci nokta darbecilerin umutsuzluğu ve hüznüydü. En kararlı göründükleri anlarda bile aslında imkansızı istediklerinin farkındalar. Bütün konuşmalar dönüp dolaşıp medyanın kontrol altına alınması ve tek merkezden yönetilmesi konusuna geliyor. "Bu iş asıl medyayla olacak. Bazan ben medyayı da anlayamıyorum... Neler oluyor?" diyor içlerinden biri. Köprünün altından çok sular aktığını, eski darbe dönemlerinin tek merkezden yönetilen basının geride kaldığını, artık Türkiye'nin de çok sesli, çok parçalı bir basına sahip olduğunu kabul edemiyorlar bir türlü. Karşılarındaki çok seslilik karşısında nasıl da acz içinde kalıyorlar.

Bir de tabii, "gaflet içindeki halk" var... Eskisi gibi kolay dolduruşa gelmeyen, provokasyonları şıp diye anlayan ve her seçimde ağır bir şamar atan halk... Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının, kendi zamanlarının geçtiğinin, tecrit edilmiş bir azınlık olarak kaldıklarının, zamanın sürekli aleyhlerine işlediğinin farkındalar; biraz da kumar oynar gibi, umutsuzca da olsa şanslarını son bir kez denemek istiyorlar.

Bu umutsuzluk, bu hüzün, 2002 seçimi ertesinde şöyle yansımış Balbay'ın notlarına:

"- Biz artık yaralı bir kuşuz

- Bir şey denedik, olmadı. Belki hayal gördük

- Toplum bizim düşündüğümüz noktada değil

- Yine de yapılabilir, ona bakmak gerekir

- İnsan çok üzülüyor, bunca çaba harcadık bir şey yapamadık."

Evet, hiçbir şey yapamadılar. Bundan sonra da yapamayacaklar.

Muhtemelen şu anda hep birlikte cezaevi koğuşunda Nazım'ın şiirini okuyorlar: "Sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..."

Türkiye'yi ilelebet karanlıkta tutmaya çalışanların diline ne de yakışıyor ama...

Gülay Göktürk