2 Mayıs 2009 Cumartesi

İşçi bayramı : Son heyecan

Küresel kriz ortamında 1 Mayıs kutlamak!
Türkiye ölçeğinde heyecan üretmenin son derece zor olduğu bir iklim.

Bir yanda üç kişiden birinin işsizliği.

İşçilerin iş üretme noktasındaki üstünlüğünün kaybedildiği bir zemin.

Kapitale bağımlılığı ve bu yönüyle moral zaafı... Hatta kapitalin bile derin krizi... Hatta emeğin, kapitalin krizden çıkması için duaya durduğu...

Ve DİSK'in, KESK'in işçi sorunlarından azade bir misyon yüklendiği....

İşçiler bahar bayramını bile kutlama takatini kaybedip, işçi yerine ikame edilmiş militan grupların boy gösterdiği...

Sol diye bir siyasi partinin kalmadığı...

Mevcut sol birikime sahip olabilmek için en iyi yumruk sallama gösterisinin yapıldığı...

CHP'nin soldan uzaklaşıp, ulusalcı bir devlet partisi haline geldiği...

Sosyalizmin, Marksizm'in, komünizmin, arkaik değerler planına düştüğü...

Proletarya diktatörlüğünün dünyadan izinin silindiği...

Böyle bir zeminde emek adına hangi heyecanı üreteceksiniz?

Dün Taksim'e götürülen insanlarda "emekçi heyecanı" mı vardı?

Sıkılan yumruklar emeğin yumrukları mı idi?

İşini kaybeden insan, emeği idealize edip, kapitalden hesap sorup yumruk mu sıkıyor, yoksa, öğretmen tayinleri için yapılan kur'a çekimlerinde Iğdır'ın bilmem hangi köyündeki ilköğretim okuluna tayin edildiği için sevinç çığlıkları mı atıyor?

Ya da üniversite mezunu olup, bulduğu asgari ücret altı bir maaşla çalışmaya can mı atıyor?

-Patron devlet mi olsun, herhangi bir işadamı mı?

-Patron olsun da kim olursa olsun mu diyor?

DİSK Başkanı hangi patronla masaya yumruk vurarak konuşuyor?

Böyle bir ortamda 1 Mayıs'ı yumruk sallayarak sıkmanın bir anlamı var mı?

Haaa, marjinal örgütler yumruk sıksınlar.

Yüzlerini kapatsınlar, ellerine tutuşturulan molotof kokteyllerini polisin üzerine atsınlar...

Atarlar! Her zaman kullanılmaya hazır insan malzemesi bulunur. Kullanacak çıkar odakları da bulunur.

Onlar, bulanık suda balık avlamaya bayılırlar.

Ama DİSK, işçi çıkarlarını korumak için kurulmuş bir konfederasyon olarak, Taksim kutsamasına fit olacak kadar işi bıraktı mı?

Türkiye'nin yaşadığı kriz ortamında DİSK, işçilerin işini kaybetmemesi için ya da işsizler ordusuna nefes aldırmak için ne yaptı?

Taksim'de bayrak göster ve DİSK olarak misyonunu tamamla.

Ne beleş bir misyon bu!

Ve DİSK'e bağlı işçiler başkanlarımız milyar milyar maaş alıp Taksim'de yumruk sıkarak bizim haklarımızı savundu, desinler.

İşçi bu kadar saf mı görülüyor?

Denir ki, aşkta vuslat değil, hasret heyecan verir. Vuslat gerçekleşir, heyecan biter. Onun için gerçek aşıklar, hasretle yaşamayı isterler.

Taksim vuslatı tamam oldu.

Zaten emek mücadelesi bir kenara bırakılmıştı.

Gelecek sene nasıl bir heyecan üretecekler, doğrusu merak ediyorum.

Heyecan üretmekte zorlanan sendika yöneticilerinin, nasıl bir gerilim oluşturacaklarını merak ediyorum.

Bu 1 Mayıs'ın ardından, DİSK ve onunla birlikte hareket edenlerin, oturup, bir durum değerlendirmesi yapacaklarını düşünüyorum.

Dün, ekranlara yansıyan tüm çatışma görüntülerinin DİSK'in eylemine monte olmaya çalışan militan gruplar tarafından çıkarıldığı gözlenmiştir.

Türk- İş'in Kadıköy'deki kutlama programında böyle bir olay yaşanmamıştır.

Bu fark, DİSK'in bağlantılı gruplarla ilişkisini, ciddi bir sorun olarak ortaya çıkarıyor.

Ve DİSK'in önüne, bu yer altı gruplarıyla farkını ortaya koyma zaruretini getiriyor.

Ahmet Taşgetiren

Bana geleceğinize, kendinize gelin!..

Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: "Ölmeden evvel ölünüz." Bu hadis-i şerifi nasıl anlayacağız?

İnsanlar nefs-i emmareyle (emreden nefis) hayata başlar. Yani insan, canının her istediğini yapmak ister. Fakat her olay karşısında insan, ya hevaya uyacak, ya Hüda'ya... İşte bu noktada "ölmeden evvel ölünüz" emri gündeme gelir. Yani haramlarda ölün, helallerde dirilin. Nefsinize tâbi olmayın, Allah'a tabi olun. Zamana uymayın, zamanı kendinize uydurun. Asr-ı Saadet'te, sahabeler her yerde, camideki gibiydi. Camide başka, sokakta başka değildi. Şimdiki Müslümanlar ülserli hasta gibi. Doktora gidip reçete alıyor, okuyup okuyup yatıyor. Gidip reçetede yazılı ilaçları alsa iyileşecek. Müslüman'ın hali bu. Kur'an'ı okuyup okuyup yatıyor.

Peygamber Efendimiz'in hayatını okuyalım. Okuyunca yaşadığımız hayatı beğenmeyeceğiz. O zaman diyeceğiz ki, "mademki hayatım deforme olmuş, öyleyse şahsî hayatımda reform yapacağım, hayatımın her noktasını yenileyeceğim."

Bir âlim efendiye gitmiştik. Dedi ki: "Hep bana geliyorsunuz; bir gün de kendinize gelsenize!.. Günahlarınızı, dinî yönden noksanlarınızı tespit etsenize... Dinde ileri gidip, iktisadî yönden geridekilere bakıp halinize şükretsenize... "

1954 senesinde ilk defa Erzurum'a gitmiştim. Daha 22 yaşımdaydım. "Alvarlı Hoca namıyla maruf, Hacı Mehmed Efendi isminde bir şeyh var, ziyaret edelim." dediler, vardık.

Yüzü kıbleye dönük, oldukça yaşlı ve önünde bir rahle, rahlenin üzerinde minder... Tahminime göre, yorulduğunda başını bu mindere koyuyor. Bazılarının iddiasına göre, onun gecesi gündüzü, bu rahlenin başında geçermiş; yani yatak yüzü görmezmiş...

Elini öptük, dua ettiler. Gelen elini öpüyor ve herkese dua... Biraz sonra oda doldu, şimdiye kadar Mehmed Efendi, duadan başka tek kelime söylemedi. Sonradan öğrendim ki, hepsi hafiyen (dili oynatmadan, gizlice) zikrederlermiş, ben de bekliyorum ki iki kelam etsin...

Nihayet konuşmaya başladı.

"Bir merek (samanlık) düşünün, buraya bir öküz girmiş, yiyip gübresini bırakıyor, yiyip tersliyor. Düşünmüyor ki, arkamda biri daha var, ben karnımı doyurdum, çekileyim, biraz da arkamdaki yesin. Düşünmez. Çünkü hayvan..."

Ve sustu... Uzun bir süre geçti başka konuşmadı. Artık gelen Efe'nin elini öpüp duasını alıyor, giden Efe'nin duasını alıp gidiyor. Başka bir şey yok. Fakat onun bu kısa konuşması beni manen doyurmuştu. Sükûtunu mübarek buldum, sözünün tesiri arttı.

Alvarlı Mehmed Efendi şeyhti fakat ona "Efem" derlerdi. Niçin böyle dendiğini bilmem amma o zamanlar İslamiyet'le meşgul olmak, sokaklarda sel gibi akan günahlardan çekilip, evde oturabilmek gerçekten EFELİKTİ...

Ahir zamanda, günahların reklam edildiği bir devirde, haram işleyene mevki makam verildiği bir zamandayız. Plajlar, müstehcen gazeteler, dergiler, meyhaneler, kahvehaneler, televizyon hep dine hücum ediyor. İnsan neyi severse gece gündüz onun hizmetine koşar. Bir anneyi düşünün, gece gündüz çocuğunun hizmetindedir. Çocuğunu çok sevdiği için gece tatlı uykusunu bölüp, kaç defa onun için kalkar, bundan şikâyet etmez. Müslüman da Allah'ı öyle sevmeli ki, gece gündüz Allah için çalışsın. Şu anda İstanbul'da binlerce otel salonu var. Bu salonlarda ne konuşuluyor? Kiminde defile, kiminde siyaset, kiminde rezalet... Kötüler her türlü rezaleti yapmak için bir araya gelirken, biz haramlarda ölüp helallerde dirilmeyelim; olur mu? Necip Fazıl ile bitirelim.

"Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

Bakamam, aynada, aynada vicdan.

Beni beklemeyin, o bir hevesti

Gelemem, aynalar yolumu kesti..."

Hekimoğlu İsmail

Varoşlardan merkeze

Artık neredeyse her 1 Mayıs veya Nevruz'da arbede çıkar. Bu olayların anlamı nedir? Olayları İbn Haldun'un iki anahtar terimi "Bedevilik" ve "Haderilik"le açıklayabilir miyiz? Bedeviler, çöl veya kırsal kesimlerde, badiyede yaşar.

İçinde yaşadıkları tabiat şartları hem mizaçları hem sosyal davranışları üzerinde derin bir etkiye sahip. Haderiler ise yerleşik. Sahip oldukları zenginlik sayesinde duyguları hayli incelmiş. 18. yüzyılda Batı sözlüklerine giren "medeniyet"ten de ilk anlaşılan zarafet ve insan ilişkilerinin incelmesiydi. Zanaat, sanat ve kurumsal ilişkiler haderilerin bariz özellikleri sayılır. Ancak hem servet hem yerleşik olma özellikleri sayesinde biraz da duyarsız. İbn Haldun'a göre devrevi bir süreç içinde zamanı gelince bedeviler, yerleşik hayat süren haderilere saldırır. Bedevilerin enerjileri ve motivasyonları var. Adına "iç enerji" diyebileceğimiz asabiyet. Bu, mahrumiyetin ve umudun biriktirdiği bir enerjidir, çoğu zaman yıkıcıdır. Haderiler ise, refah ve servetle iç içe yaşamanın sonucunda iç enerjileri tükenmiş bir kesim. Zaman içinde refah onları rehavete sürüklemiş. Derken zamanın bir kesitinde kopması mukadder olan büyük bir arbede kopar; bunun sonucunda bedeviler, haderileri yener; mallarına, mülklerine sahip olur ve yerlerini alırlar. Zaman içinde dünün bedevileri haderi olur ve bunları da ortadan kaldıracak yeni bedeviler zuhur eder.

İbn Haldun'un haderi kategorisi ile modern kentin zengin sınıfları arasında bazı benzerlikler var. "Tok olanın açtan haberi yok" demişlerdir. Bir şekilde devlet destekli kalkınmanın nimetlerinden istifade eden, maddi ve mali kaynak tasarrufunu kontrol altında tutan zenginlerin yaşadığı muhitlerle modern bedevilerin yaşadığı gecekondu muhitleri/varoşlar arasındaki mesafe uçurumlarla dahi ifade edilebilir. Esenyurt ile Etiler iki ayrı galaksi sanki. Büyük kentlerde, mesela İstanbul'da üç ayrı beşeri dünya bir mekânda yaşıyor. Arnavutköy üçüncü dünya, Fatih ikinci dünya, Maslak küreselleşmiş dünya. Merkezde yaşayan zengin sınıfların dünya ne kadar umurlarında! Bunu bilmiyoruz. Ama her akşam televizyonlarının başında eğlence programlarını izleyen varoşların insanları, sanki bencil duygularından ve refahlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen başka galaksinin insanlarını seyrediyor hissine kapılıyorlar. Bu imtiyazlı zümreler aslında yanı başlarında bulunuyor. Verdikleri görüntü şu: Bu zümrelerin idrakleri gibi sağduyuları ve vicdanları da nasır tutmuş. Aynı ülkede yaşadıkları insanların dünya görüşleri, gelenekleri, âdetleri, inançları ile bir müşterekleri kalmamış gibi. Sıradan halka, onları emekleriyle semirten yığınlara sorumsuz yaratıklarmış gibi bakıyorlar. Felsefi, siyasi ve ideolojik görüşleri bu adaletsizliğin sürmesini temin eden bir paravana; yüksek sesle itiraz etme cesaretini gösteren herkesin kafası üzerinde inmeye hazır bir sopa. 1 Mayıs'ta veya Nevruz'da toplumun kaynadığını, patlamaya hazır bir barut fıçısı haline geldiğini somut olarak görüyoruz. Bu olayların suçlusunu, aktif öznelerini "yasadışı örgütler, şer odakları" deyip geçiştirmek mümkün, ama içinde bulunduğumuz toplumsal süreci açıklamaz. Ya da suçu polisin üzerine atmak da yanlış. Mülki amirlerin ve kolluk kuvvetlerinin bu saatten sonra fazla yapabileceği şey yok. Olan şu ki, üçüncü büyük beşeri yürüyüş, şiddet ve nefret yüklü olarak varoşlardan merkeze doğru başlamış bulunuyor.

Kentlerin merkezleri ile kenarları birbirinden kopuyor. Beşeri göç göçebelikten yerleşikliğe, köylerden kente değil, varoşlardan merkeze doğru sürüyor. Gelir bölüşümündeki adaletsizlik, anlamdan ve amaçtan yoksun nihilist bir kültür ve geleceğe ilişkin büyük belirsizlik, dünya nüfusunun yarısının toplandığı kentleri çatışma mekânları haline getiriyor.

Ali Bulaç

Fırça!

Sahneyi hatırlıyorsunuz: Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ'un basın toplantısında M. Ali Birand, lâf arasında "nereyi kazsanız silah fışkırıyor" deyince Başbuğ eni konu kızmıştı. Ertesi gün bu durum bazı gazetelerde "Fırça yedi" şeklinde aksedince Birand şaşırmış; diyor ki:

"Doğrusu o konuşmayı ben hiç fırçalama diye üzerime alınmadım. Ayrıca şimdiye kadar hiç fırçalanmamış, kim tarafından olursa olsun fırçalanmaktan hoşlanmayan ve fırçalandığı yerde de kalmayan bir insanımdır."

Sayın Birand kesinlikle emin olmalıdır ki, "ayrıca" diye başlayan son cümlesi, onur sahibi herkesin paylaşacağı duyguları seslendiriyor; hiç kimse nâ hak yere fırça yemekten, azarlanırken tavana bakmaktan, cevap yerine "hık mık" diye gevelenmekten hoşlanmaz.

Açık konuşacağız; biz yıllardan beri TSK üst yöneticilerinin hemen hemen her konuşmasında, doğrudan veya dolaylı olarak muntazaman fırçalanan bir topluluğun mensuplarıyız. "Kaç kişisiniz" diye sual olunursa, nüfusun neredeyse yarısından çoğuz, burası kesindir; ne var ki bizim fırça yememiz, Birand'ın muhatap olduğu üzere yüz yüze bakış mesafesinde ve şahsî nitelik taşımıyor; biz bir "cemm-i gafîr" hâlinde, cümleten fırça yiyor ama "gırtlak dokuz boğum" dercesine yutunup sağa-sola bakıyor, "bizi kastetmedi herhalde" diye işi pişkinliğe vuruyoruz. Hatırlarsınız, her tehdit değerlendirmesinde baş sıradaydık. Aramızda hangi nüansların mevcut olduğu hesaba getirilmeden o itinasız ve genel ifadelerle Cumhuriyet'e, devlete, sisteme, kanunlara düşman unsurlar arasında tâdad ediliyorduk, ediliyoruz. "Hayat tarzımız" her defasında, hiç de hoş olmayan ifadelerle eleştiriliyor, eleştiri ile yetinilmeyerek bizim gibilere hayat hakkı tanınmayacağı yolunda azarlara muhatap oluyorduk ki bu gibi zamanlarda bağlı olduğunuz yayın grubuna bağlı gazete ve televizyonlar, bu gibi demeçleri, "Genelkurmay sert çaktı", "asker fena bindirdi", "ordu gözdağı verdi" gibi başlıklarla duyururken, bâriz bir "oh olsun şunlara" havasındaydı; hâlâ öyledir.

Acındırmak, "vah vah neler çekmiş bunlar meğerse" dedirtmek değil maksadım; ordunun alışageldik retoriği ile ilgili bir hissiyatın tenkidi. Birand yazının devamında, ertesi gün başka bir konuyu görüşmek için Genelkurmay'a davet edildiğini, Org. Başbuğ'un yazılanları okuyunca, "Aman söz konusu değil, eğer siz de öyle algıladıysanız [yani "fırça"] üzülürüm" dediğini de ilave ediyor. Doğrusu Birand hesabına zarif bir tavzihtir. Keşke aynı hassasiyet, aynı gönül yapıcı incelik, askerlerin her basın açıklamasında yumruk torbası muamelesi gören insalardan da esirgenmemiş olabilseydi!

Sayın Birand, müsterih olmalıdır; fırça yememiş! Ben şahsen hiç de müsterih değilim. Vergileriyle TSK da dahil olmak üzere bütün kamu kuruluşlarını finanse eden, orduya asker veren, canı çok yandığında bile orduyu incitmemek için dikkatli bir dil kullanmaya çalıştığı halde yine de örtülü veya açık tarzda zılgıt yemekten kurtulamayan insanlar namına bedbin ve kırgınım. Mesele akreditasyon filan değil, Genelkurmay salonlarına kabul edilmek, davetle çağrılmak hiçbirimizin başını göğe erdirmez (Bkz. Bu defa çağrılanlar!) fakat kamu hizmeti verilen alanlarda göz göre göre ayrımcılık yapılması da sineye çekilmez. Kaldı ki bu uygulamada en büyük kusur Genelkurmay'ın değil, akreditasyon uygulamasına rağmen her davete iştiyakle seğirten "makbul" basın kuruluşlarındadır. "Biz, meslektaşlarımız burada temsil edilinceye kadar, faaliyetlerinizi izlememe kararı aldık" denilebilmiş olsa şu gülünç uygulama ânında sona erer miydi, ermez miydi; cevap isterim. Meseleyi şahsileştirmiyorum; ordu üst yöneticileri, şu âna dek itinasızca fırçalayıp durduğu milyonlara da, "Aman söz konusu değil; öyle algılandıysa üzülürüm" diye bir gönül alıcı açıklama yapacak mıdır, onu merak ediyorum.

A. TURAN ALKAN

'Kirli gazetecilik' demişlerdi, hatırlıyorsunuzdur...

Bedrettin Dalan'ın “Sivillere kapalı, beni bile içeriye almıyorlar” dediği arazi için Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, “Hiç de öyle değil; Türklere kapalı değil” açıklamasını yaptı.

Dün bu konuyu “Başbuğ'dan Dalan'a yalanlama” başlığıyla işledim.

Bir dostum arayıp “Dalan'ın yönettiği okullar ve üniversiteye el konulabilir” uyarısında bulundu. Yönettiği üniversitenin bünyesinde Balkanlar ve Ortadoğu'nun en modern diş hekimliği fakültesini kurmakla övünen Dalan, şimdilerde ABD'de... “Orada ne yapıyorsun?” diye soranlara dişlerini tedavi ettirdiğini söylüyor...

Acaba o da devletin kurduğu okullar ve üniversiteye el konabileceğini düşünüyor mu?

Org. Başbuğ uzun konuşmasında bir şeyi daha açıkladı; araziden çıkartılan silâh ve mühimmatın menşeine ışık tuttu. Bugüne kadar bulunan 45 silâhın hiçbiri TSK'ya ait değilmiş; içinde 'LAW' denilen tek sıkımlık atış-aracının da yer aldığı mühimmatın ise TSK'ya ait olmama ihtimali varmış... 12 LAW gömülü olduğu toprak altından çıkartılmış...

Bu son açıklamadan şunu öğrenmiş olduk: Toprağa gömülü LAW'lar TSK'ya da, MKE'ye benzer silâhlar yaptıran başka devlet kurumlarına da ait olabilirmiş... “Yargı ortaya çıkartsın” dedi Org. Başbuğ...

LAW gibi sonuçta yalnızca zırhlı araçlara karşı kullanılmak üzere imal edilen silâh-mühimmatı TSK'nın kime karşı kullanabileceğini anlamakta hiç zorlanmam; savaş halinde karşısında zırhlı birlikler olacaktır TSK'nın ve LAW'a da ihtiyaç duyulacaktır. Peki de, polisin LAW'a neden ihtiyacı olabilir ki? Polis bunları kime karşı ve nerede kullanacaktır?

Yargının gerçeğe ulaşmak üzere çaba göstermesini ben de önemsiyorum, ama akıl ve mantık da en az âdil yargı kadar sonuca varmada kullanılabilecek bir araçtır; akıl ve mantığım 'LAW' denilen silâh-mühimmatın polis tarafından kullanılamayacağını söylüyor bana. “Bulunan mühimmat TSK'nın mıdır, değilse hangi devlet biriminindir?” sorusuna böyle yaklaşılsa iyi olacağına inanıyorum.

Kişisel bir yönü de var bu konunun...

Hatırlayacaksınız, Poyrazköy'deki Dalan'ın İSTEK Vakfı'na ait arazide silâh ve mühimmat çıkınca derhal avukatlık cüppesi kuşanan kalemler olmuştu. Hürriyet'in başyazarı, arazide bulunan silâh ve mühimmat ile Dalan arasında ilişki kuran gazeteleri 'kirli yayıncılık' yapmakla suçlamıştı.

'Ergenekon-fobi' etkisi altında bulunan aynı gazetenin yayın yönetmeni de, benzer bir tavır benimseyerek, Dalan'ı suçlayan manşetlere müthiş bir tepki vermişti. Başka yazarlarını da benzer bir tavır almaya zorlayarak...

İlker Başbuğ'un “Dalan doğru söylemiyor” anlamına gelecek açıklamasından sonra ne düşünüyorlar acaba? Hürriyet'in yönetmeni, başyazarı, diğer yazarları? 'Kirli yayıncılık' gibi iddialı bir tavrın özür getirmesi beklenirdi çünkü... Tıpkı yıllar önce kendilerine tuzak kurulan meslektaşları hakkında yazdığı 'Alçakları tanıyalım' başlıklı yazıdan ötürü, gerçek ortaya çıktığında özür dilemesi gerektiği gibi...

Dostumun beklentisi istikametinde gelişirse olaylar; iş okullara ve üniversiteye devletin el koymasına kadar varırsa, herhalde bunu bir dönüm noktası sayar ve beklediğim özürü yüksek sesle dile getirirler... Sadece başyazar değil, diğerleri de...

Eğitim ve öğretim kurumlarına, üniversitelere devlet nasıl el koyar?

“28 Şubat sürecinde” dedi o dostum, “Dönemin YÖK yönetimi bir vakıf üniversitesine el koymak üzere kapsamlı bir süreç başlatmıştı. Parti kapatmak gibi bir şey bu, sadece daha basit... YÖK yasallığın ortadan kalktığına inanırsa aldığı bir kararla vakıf statüsündeki üniversiteyi devlet üniversitelerinden birine devredebiliyor...”

Dalan'ın yönetimindeki üniversite için böyle bir süreç başladı mı, bilmiyorum; dostuma göre Marmara Üniversitesi böyle bir gelişmeye hazırlıklı yakalanmak için tedbirler almaya başlamış... “Hangi fakülte hangisiyle birleştirilebilir?” hazırlığıymış bu...

İlköğretim ve lise düzeyindeki okullar için de benzer bir tedbir kararı Milli Eğitim Bakanlığı tarafından alınabilirmiş... “O kadar beklemesi bile gerekmez bakanlığın” dedi dostum, “Dalan'ın ülkeye geri gelmemesi okulları olumsuz etkilediği için, bakanlık vakit kaybetmeden bir şeyler yapmayı düşünebilir...”

Serinkanlı biridir dostum, intikamcı hisleri de yoktur, öyle hisleri olsaydı da Dalan'a yönelik bir rahatsızlık duyması için bir sebep bulamıyorum.

Üniversiteye ve okullara devletçe el konulabileceği konusunun yaygın biçimde konuşulmaya başlanması Dalan düğümünü çözebilir gibime geliyor. Bedrettin Bey diş tedavisini yarıda kesmeyi de göze alarak âcilen ülkeye dönebilir.
Taha Kıvanç

Ateşkesin bir ay öne alınmasının bedeli mi?

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Diyarbakır-Lice yakınlarında meydana gelen mayın patlaması sonucunda 9 askerin hayatını kaybetmesi dolayısıyla yayınladığı mesajda üzüntüsünü belirttikten sonra devam ediyor: "Bu ülkenin sorunlarının bedeli gençlerimize ve çocuklarımıza ödetilmemelidir."

Yakınlarda kendisinden "KCK operasyonları" olarak söz edilen ve birçok DTP'linin tutuklanması ile sonuçlanan gelişmeler sırasında PKK tarafından yapılan açıklamayı hatırlıyorsunuzdur.

1 Haziran'a kadar tek taraflı ateşkes ilan etmiş olan PKK, DTP'ye yönelik 14 Nisan'da başlayan gözaltılardan sonra (hem de Karayılan'ın ağzından) ateşkesi bozacağını açıklamamış mıydı?

Peki, medyanın büyük yer verdiği bu "KCK operasyonları" ne kazandırdı?

USAK Başkanı Sedat Laçiner: "Operasyonla, PKK'nın şehir terör örgütü haline dönüşmesi en azından bugün için önemli oranda engellenmiştir."

Laçiner, KCK operasyonun –itiraf etmeseler de- birçok DTP'li milletvekili ve belediye başkanını "içten içe" memnun ettiğini de söylüyor. Böylece, PKK'nın DTP üzerindeki baskısı azalmıştır. "Operasyonlarla artık DTP'nin belediye başkanları daha özgürdür."

Görüyorsunuz; bu analiz gerçeği yansıtıyorsa, "KCK operasyonu"ndan PKK dışında kalan bütün çevrelerin memnun olması gerekiyor.

Ne diyelim, durum inşallah USAK Başkanı'nın anlattığı gibidir.

Söz konusu operasyonunun beraberinde söylenen yararları getirip getirmeyeceğini yakın gelecekte göreceğiz. Ama bu operasyonunun neyi götürmüş olduğunu yarını bile beklemeden bugünden söyleyebiliriz. Bu operasyon, PKK'nın ateşkesi bozması sonucunu doğurmuş ve bu örgütün ve düzenlediği iki eylemde bir günde 10 asker ölmüştür.

Bana sorarsınız bu 10 gencin kaybı, "operasyon" hakkında ileri sürülen muhtemel getirilerle kıyaslanmayacak derecede önemlidir, derim.

Yazıya Ahmet Türk'ün "Bu ülkenin sorunlarının bedeli gençlerimize, çocuklarımıza ödetilmemelidir" açıklamasıyla başlamamın nedeni de bu. Eğer ortada "1 Haziran"a kadar süreceği ilan edilmiş bir ateşkes kararı var ise, akıl ya da hiç değilse sağduyu, göreli olsa da bu "sulh" döneminin bitiş tarihinin ne yapılırsa daha ileriye atılabileceğinin yolu ve yordamının araştırılmasını emretmez mi?

"1 Haziran"a kadar ise hiç değilse o güne kadar; "bir hafta" süreyle ise bir hafta; hatta "bir gün" süreyle ise bir gün… Çünkü ateşkes ile geçen her saat muhtemel bir şiddet eylemenin dondurulmasıdır.

"Silahlara veda" söz konusu olmasa da, silahların bu geçici donduruluşun muhtemel bir ya da birkaç canın kurtulması anlamına geldiğini de unutmuyoruz.

Demek ki ülkede yıllardır süren bu kanlı çatışmada hesabımızı tek bir canın bile nasıl kurtulabileceği ya da feda edilemeyeceği üzerine yapmamız gerekiyor.

Oysa yapılan ne? Yapılan, muhtemel "getirisi" son derece şüpheli bir "operasyon"a girişerek (hiç değilse) "1 Haziran"a kadar süreceği ilan edilmiş bir ateşkesin 29 Nisan'a geri çekilmesine neden olarak, bir günde kaybedilen 10 gencin kısacık ömürlerinin -bir kere daha- "Türk medyası"nın vurucu manşet arayan samimiyetsiz editörlerine -göz göre göre- teslim edilmesi değil midir?

Oysa bu 10 gencin önünde, belki de içlerinden bazılarının terhisine imkan sağlayacak 1 ay 1 gün, tamı tamına 32 günlük bir ateşkes süresi vardı. Sonuç olarak, bir iktidarın ilan edilmiş bir ateşkes süresini kendi eliyle 32 gün önceye alması açıklanabilir bir seçim değildir.

Baktım geçen gün gazetelerde yer alan son "şehit haberleri"ne.

Editörler malum klişeleri sıralamıştı yine. Ama nedense, gördüklerim içinde hiçbiri PKK'nın "1 Haziran"a kadar sürdüreceğini açıkladığı ateşkesin sözünü ettiğimiz "operasyon" sonucu bozulması ile yine aynı dokunaklı başlıklarla "uğurlanan" 10 genç arasında kurulabilecek bir bağdan söz etmiyordu. Sadece haber sütunları değil, köşelerde de benzer bir analız yoktu. Mustafa Erdoğan'ın (Star) "Fırat'ın doğusu'nda ne oluyor?" başlıklı farklı yazısına da rastlamasam, söz konusu nedensellik ilişkisinin tamamen benim eserim olan bir yanılsamadan ibaret olduğuna karar verecektim az kalsın. Erdoğan, "10 şehit" öncesi kaleme alınan bu yazısına şöyle başlıyordu:

"Bir-iki haftadır kolluk kuvvetlerince 'PKK'nın şehir örgütlenmesi'ni tasfiye etmek bahanesiyle Demokratik Toplum Partisi'ne karşı yürütülmekte olan baskın ve tutuklama operasyonları kafa karıştırıyor."
Kürşat Bumin

Krizle mücadele kabinesi

Geçenlerde bir bakanın yakın çalışma arkadaşlarını toplayıp, ‘Hakkımda söylentiler var, inanmayın, ben gitmiyorum’ dediğini aktarmıştım. O bakan artık koltuğunda oturmuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan 29 Mart yerel seçimleri üzerinden bir ay geçtikten sonra yaptığı kabine değişiklikleriyle pek çok kişinin tahminlerinin ötesine geçti.
Gerek sayı, gerekse içerik yönünden değişiklikler köklü.
Kabinedeki en önemli değişiklik Bülent Arınç’ın Başbakan Yardımcısı olarak Bakanlar Kurulu’na dahil olması. Bunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün telkini olmuş mudur? Şu anda bilemiyoruz. Ancak Bakanlar Kurulu, artık 22 Temmmuz 2007 seçimleri ardından kurulduğu şekliyle ‘dikensiz gül bahçesi’ değil. Arınç doğru bildiğini söylemekten sakınmayan bir siyasetçi. Bu yönüyle yalnızca Bakanlar Kurulu toplantıları değil, Milli Güvenlik Kurulu toplantıları da daha renkli, tartışmalı geçebilir. Arınç’ın Meclis Başkanlığı sırasında askerlerle gerilimli ilişkileri hafızlarda. Saadet’in yükselişe geçişi karşısında bir parti içi ağırlık olduğu da unutulmamalı.
İkinci önemli değişiklik Ali Babacan’ın ekonominin patronu olarak Dışişleri’nden Başbakan Yardımcılığı’na kaydırılması. Hazine Bakanı olarak eleştirilere maruz kalan Mehmet Şimşek’in sağlık durumu ve üzerindeki tartışmalar nedeniyle dışarı alınan Kemal Unakıtan yerine Maliye Bakanı yapılmasında yine Babacan’ın (ya da dolayımıyla Gül’ün) telkinini var saymak yanlış olmaz.
Üçüncü değişiklik Dışişlerine Meclis dışından Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesi. Erdoğan’ın Meclis dışından atadığı ilk bakan Davutoğlu. Ama atanmasını herhalde AK Parti’de bu makamı kenidisine layık gören birkaç kişi dışında kimse yadırgamış değil. Davutoğlu’nun fiilen AK parti dış politikasının mimarı olduğunu yalnız yurtiçinde değil, yurtdışında da sağır sultan duymuştu. Çocuk zaten doğmuştu, adı koyulmuş oldu.
Dördüncü büyük değişiklik, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in kabine dışı kalması oldu. Askerleri Çelik’in görevden alınması mı daha memnun etmiştir, yoksa ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyası açarcasına Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun kız öğrencilere rol model gibi onun yerine getirilmesi mi? Şu anda kestirmek güç. Çubukçu’nun yerine Selma Aliye Kavaf’ı getirerek kabinedeki kadın sayısını artırması bakımından Erdoğan’ı takdir etmek gerekiyor; yetmez ama bir artması da iyidir.
Mehmet Ali Şahin’in dışarıda kalmasını yalnızca Deniz Feneri davası ve Antalya’da seçim kaybına bağlamak yanlış olabilir. Şahin, Erdoğan’a en yakın isimlerden biri ve siyasi ve ekonomik yasa ve belki Anayasa değişikliklerinin gündeme geleceği önümüzdeki dönemde Meclis’te önemli bir işlev üstlenebilir.
Aslında Erdoğan’ın neredeyse baştan kurduğu bu kabineyi bir krizle mücadele kabinesi olarak adlandırmak yanlış olmaz. Çiçek, Arınç ve Babacan, siyaset/güvenlik, hukuk/yasal değişimler ve ekonomi konularında iddialı adımlar atabilecek güçlü bir kurmay heyeti oluşturuyor. Hem Erdoğan, hem Gül için...

Murat Yetkin

1 Mayıs 2009 Cuma

Bedrettin Dalan kimlerle dalmış?

Ergenekon Firarisi Dalan, Poyrazköy'deki arazisinin askeri bölge olduğunu söyleyip kendisinin o arazi üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmasının mümkün olmadığını iddia ediyordu:

Bu numarayla "cephanelik hadisesinden sıyırmaya" çabalıyordu…

ABD'den basına demeç verip "Oraya izinsiz giren sağ çıkamaz" gibi laflarla illüzyon yapıyordu.

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, medya ile "İletişim Toplantısı"nda "O arazinin statüsü ikinci derecede askeri bölgedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes girer, bina da yapar" diyerek Bedrettin Bey'i yalanlamış oldu.

***

Dalan, Ergenekon soruşturmasının onuncu dalgasında gözaltına alınacağından haberdar olup ABD'ye kaçmıştı.

Hâlâ firarda…

Bir gün "Kalbim tekledi" diyor; başka bir gün "Dişim çok ağrıyor" numarasına yatıyor…

Olmadı, "Yine tansiyonum fırladı" çalışıyor.

Dönüşünü sürekli erteliyor.

Geçen hafta Bedrettin Dalan'la ilgili olarak şunu sormuştum:

"-Eski siyasetçi ve eğitimci şapkaları Dalan gerçeğini izah etmeye yetiyor mu, yoksa perdenin arkasında bambaşka bir Dalan portresi mi var?"

Sorunun cevabı, Yeni Şafak'ın dünkü manşetindeydi:

-İSTEK Vakfı Başkanı Dalan'ın Ergenekon'da '3 Numara' olduğu ortaya çıktı. İkinci İddianamenin ek klasörlerinde yer alan kayıtlara göre 28 Şubat'ın görünmeyen mimarı da Dalan…

***

Bedrettin Bey, o dönemde Genelkurmay İkinci Başkanı olan Çevik Bir'e 28 Şubat öncesinde dört saat brifing vermiş…

Çevik Paşa da üzerinde "çok gizli" damgasını taşıyan raporu karargahtaki generallere dağıtmış…

Bu durum, "siyasetçi ve eğitimci" Bedrettin Dalan'ın "çok gizli bir konumunun bulunduğunu" göstermiyor mu?

Bir başka deyişle, "rütbe"sinin Çevik Bir'den de yüksek olduğu anlamına gelmiyor mu?

***

Bedrettin Dalan, 28 Şubat sürecinde Çevik Bir'e brifing verdiğini günümüzün Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'e 2004'te anlatmış…

Ersöz, Şener Eruygur'un Jandarma Genel Komutanı olduğu dönemde İstihbarat Daire Başkanı idi.

O konuşmada, Ersöz'ün "Dalan'ın Ergenekon örgütü içindeki konumunu ele veren" ifadeleri dikkat çekiyor…

Ersöz, Dalan'a "Başkanım siz üçüncü sıradasınız, ama gelin birinci sıraya şunları çıkıp tekrar bir bağırsanız ya…" diyor!

Bedrettin Bey, mevcut şartlardan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor ve "TSK'dan umudunu kestiğini" söylüyor.

Dalan'ın bu sözleri sarf ettiği sürecin -Eruygur'un peş peşe darbe girişimlerinde bulunduğu ve başarısız kaldığı- "Darbe Günlükleri" dönemi olduğunu söylemeye gerek var mı?

***

Bedrettin Dalan, Ersöz'e "TSK'dan umudunu kestiğini" anlatırken bakın tam o esnada ne demiş:

"-Bütün bunlardan sonra Silahlı Kuvvetler'den umudumu kestim. Tek başına ABD ile Yahudi lobileriyle kaç aydır dalmalara başladım. Ta Şanghay'a gittim, orada Paul Wolfowitz'in bir akrabası var. İki defa gittim…"

Demek ki neymiş?

Dalan kimlerle dalıyormuş, "darbe olsun" diye…

'Ergenekon Firarisi' Dalan, ABD-İsrail Hattı'nda ne yapıyormuş?

Washington, Ergenekon'un neresindeymiş?

***

"Laikliğe bağlı olduğu için üzerine gelindiğini" iddia ederek kamuoyunu yanıltabileceğini sanan Bedrettin Dalan:

Uzun yıllar bütün kurumların üzerinde "paralel devlet" işlevi gören ABD'ye bağlı/bağımlı "Gizli İktidar" konseyinin "operasyonel örgütü" olan Ergenekon'un kaç numarasıymış?
Tamer Korkmaz

Demokrasiyi koklayın yeter…

27 Nisan muhtırasının ikinci yılı geride kaldı. Günün sıcaklığı içinde az yazıldı muhtıra üzerine, az tartışıldı. Oysa günün sıcaklığı bizzat bu muhtırayla ilgiliydi, bu muhtırayı kuşatan siyasi gelişmelerin tartışılması üzerine oturuyordu.

Muhtıra geriye dönüp baktığınız zaman iki diğer gelişmeyle iç içe giriyor.

Bunlardan birincisi Org. Hilmi Özkök'ün emekliye ayrılması ve yerini Org. Yaşar Büyükanıt'a bırakmasıdır.

Arada belki 6 ayı geçen bir zaman farkı bulunur, ancak açıktır ki Büyükanıt'ın karargâhın başına gelmesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri hükümete yönelik açık ve kontrollü bir gerilim politikası başlatmıştır.

Şemdinli hadisesi sonrası Büyükanıt'a yönelik ulusalcı, darbeci, müdahaleci beklentiler iyice yükselmiş, yeni Genelkurmay Başkanı bu beklentileri tam olarak tatmin etmese bile uzağında durmamıştır.

İkinci gelişme cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle ordu dışındaki darbeci takımın eylemleriyle ordunun siyasi itirazlarının üst üste oturmasıdır.

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın sokağı harekete davet ettiği günler ile Şener Eruygur, Veli Küçük, Hurşit Tolon, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan gibi isimlerin cumhuriyet mitingleri vasıtasıyla sokağı harekete geçirdiği günler aynı günlerdir.

Sokağın sadece kutuplaşması için değil karışması için de adımlar atılmıştır o dönemde.

Danıştay saldırısı, Cumhuriyet Gazetesi'ne bomba atılması, bu olaylara Özkökgiller'in “kumpanya”nın içinde yer aldıklarını ilan edercesine “Türkiye'nin 11 Eylül”ü adını vermeleri aynı dönemin işidir.

Hrant Dink'in öldürülmesi, Malatya vahşeti de aynı resimdedir.

27 Nisan Muhtırası işte bu farklı parçalardan oluşan sürecin tam ortasında yer alır, bir tutkal vazifesi görür…

Bugün tartıştığımız hâlâ aynı hadiselerdir.

Bu hadiselerin ters yüz edilmiş şekilleridir.

Ters yüz eden nedir peki?

Kabaca “demokrasi talebi”dir diyebiliriz…

Evet, siyasi iklimi ters yüz eden asli gelişme 27 Temmuz 2007 Genel Seçimleri olmuştur…

Askeri desteksiz bırakan, büyük krizlerin aracı olarak kullanılan cumhurbaşkanlığı sorununu çözen, Ergenekon soruşturmasını iklim olarak mümkün kılan 27 Temmuz 2007 seçimlerinin gücü ve önemi şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.

AK Parti'ye yönelik kapatma davası seçim sonuçlarını bir miktar dengelemiş, ama darbeci meşruiyet önemli ölçüde sekteye uğramıştır. Ergenekon soruşturması sekteye uğramasına rağmen darbecilerin ortalık karıştırmaya yönelik son hamlelerine baskın yaparak açılmıştır.

Orhan Pamuk'tan Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'e uzanan bir dizi tanınmış isme suikast hazırlığı sırasında ele geçirilmişlerdir, bazıları…

Bugün yapılan tartışmalar, Ergenekon'u kimi cemaatler ile asker arasında bir güç mücadelesi olarak yansıtmak ya da bir iktidar operasyonu olarak görmek, Saylan meselesinin çıkardığı gürültüye bakarak bir baskı davası ilan etmek “ana ve asıl” gerçeğe uzaktan bile değmiyor.

Gerçek dün Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un yaptığı konuşmanın üslubunda gizlidir.

Gerçek kışlasında kalmak baskısı yaşayan, siyasi çıkışları itibariyle meşruiyet sorunu taşıyan ve kendisine yönelik tutuklamalar ve sorgulamalarda bile geride duran bir asker görüntüsüdür…

Gerçek emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün Ergenekon savcılarına verdiği darbe girişimlerine yönelik 8 saatlik ifadedir.

Gerçek Hrant Dink'in öldürülmesi gerektiğini Veli Küçük'ün ağzından duyduğunu iddia eden emekli askerlerin tanık olarak ortaya çıkmasıdır.

Şaşırmaya, şaşırtmaya gerek yok…

Tarihin içinde kalmak istiyorsanız darbeci mantığı meşrulaştıracak işlere alet olmayın yeter…

Demokrasiyi koklayın yeter…
Ali Bayramoğlu

Azan terörü doğru okumak

Terörün biteceği, hiç değilse hızını keseceği yönündeki beklentiler arttıkça, sanki ona paralel olarak, terör eylemleri de artıyor. Hem de biçim değiştirerek...

Evini müstahkem mevkiye dönüştürmüş şehir gerillası dönemi çoktan kapandı sanılırken, İstanbul/Bostancı'da 'Bonny ve Clyde' filminin final sahnesi yaşanıyor gözler önünde; Çanakkale/Bayramiçli teröristin evden PKK adına kustuğu şiddet İstanbul'u mesken tutmuş Diyarbakırlı bir ailenin çocuğunun canını alıyor...

“Üç canlı bomba şehirlerde fink atıyor” haberinin gazetelere yansıdığı gün kendini patlatmaya hazır iki canlı bomba suçüstü yakalanıyor; biri büyük bir üniversitenin anfisine kadar sızmış, eski bir adalet bakanı olan hocayı kendisiyle birlikte öldürmek üzereyken...

Güneydoğu'da bir mayın patlıyor, dokuz er şehit oluyor; başka bir uğursuz eylemde uzaktan kumandalı bombanın hedef aldığı askerler yaralanıyor...

Bugünün 1 Mayıs olmasından istifadeyle sokakları kan gölüne çevirmeye çabalayanlar da çıkacak mıdır? Yarın-öbürgün önemli kişi veya kişilere yönelik suikastlarla da karşılaşır mıyız? Daha önemli soru şu: Türkiye yeniden terörün sokaklara hakim olduğu günlere mi dönüyor?

En başta söylenebilecek olanı söyleyelim: Son günlerde azan terörü başlatan parmağın arzu ettiği sokaklara hâlâ hakim olduğu görüntüsünü vermektir. Bunu elinin uzanabildiği bütün unsurları devreye sokarak yapıyor. Bir yandan etnik görüntülü terör azıyor, diğer taraftan ideolojik/sol görüntülü terör... 'İslâm' ile bir biçimde irtibatlanacak cinsten şiddetin uç vermesi de an meselesi gibi...

Dün, Başbakan Tayyip Erdoğan, terörle mücadele kararlılığından söz ederken dikkatten kaçmayacak ilginçlikte ifadelerde de bulundu: “Neyin nelerle ilintili olduğu, bağlantılı olduğu hepsi gün be gün, gün yüzüne çıkıyor; inanıyorum ki, yapılan bu çalışmalarla bunlar gün yüzüne çıkmaya devam edecek.”

Başbakan Erdoğan'ın elindeki istihbari bilgiler sebebiyle böyle konuştuğunu varsayabiliriz.

Farklı düşünmeye sevk edebilecek olaylarla zaman zaman karşılaşılsa bile, hiç kuşku duyulmaması gereken gerçeği bir daha kayda geçirelim: Türkiye temsil ettiği değerler ve sahip olduğu siyaset yapısı ve siyasi iktidarla önemli bir ülkedir bugün; önemini azaltan iki noktada (nispeten zayıf ekonomisi ve terörün varlığı) Türkiye'nin hayrına gelişmeler mutlaka yaşanacaktır...

Terörün tasfiyesiyle sonuçlanacak sürecin sancılarını çekiyoruz bugün; tasfiye edilmek istenenler ile kendilerini ancak terörle ifade edebilenler, elele, başlarına gelene/geleceğe karşı direnmeye çalışıyorlar...

Nafile bir çaba bu.

Eskiden olsa, terörün istediği zaman başını kaldırıp istediği eylemi rahatlıkla sahneye koyabildiği dönemlerde, at izi it izine karışır ve ipin ucunun kimin elinde olduğu hiç bir biçimde anlaşılmazdı. Şimdiyse, hangi cins teröre el atarsanız, iplerin ucunun aynı adrese çıktığını çok geçmeden fark ediyorsunuz.

Adres şaşırtmak, sağ gösterip sol vurmak giderek daha da zorlaşıyor; tasfiye eylemi ve destekçilerin kendilerini çekmesi yüzünden... İzleri yok edebilecek güçte olanların kimisi güçsüzleşti, kimisi ise parmaklıklar gerisinde zaten...

Doğası gereği, terör, bitişine yüz tutan dönemde de azar; son zamanlarda karşılaştığımız öyle bir artış işte... Çaresizlik içerisinde düğmeye basan el kendisini de ele vermiş oluyor...

Türkiye bu günleri de geride bırakacak, terörsüz bir dönem fazla uzakta değil.
Fehmi Koru

Başbuğ ne yapmaya çalışıyor?

Sorunun cevabı net: Son on yılda iktidar alanı daralan, iktidar araçları yıpranan ve meşruiyeti sarsılan 'askerî vesayet' rejimini yeniden kurmaya çalışıyor; iktidar için yeni araçlar deniyor.12 Mart, 12 Eylül ve de 28 Şubat ve 27 Nisan modeli müdahalelerin başarısızlıklarını anlayan, fakat iktidar talebinden vazgeçmeyen asker şimdi, siyasal ve toplumsal alanları denetleyici ve düzenleyici başka yollar arıyor; doğrudan olmayan ama daha incelikli, sofistike ve profesyonelce bir strateji izliyor.

Medyaya baktığımızda bu stratejisinin başarılı olduğunu görüyoruz. Neredeyse tüm yazarlar ve yorumcular Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un demokrasi vurgusundan ve 'darbeciler aramızda barınamaz' sözünden memnun. Ama asıl mesele, 'nasıl bir demokrasi?' sorusuna verilecek cevapta düğümleniyor. Askerin, seçilmiş sivillerin denetiminde olduğu modern bir demokrasi mi, yoksa 1961 modeli 'vesayet demokrasisi' mi?

Yani mesele darbe değil, o geçti. 2003-2004 döneminde bunu denediler ve başaramadılar. Bundan sonra da zor. Bu çağda bu ülkede fiili darbe düşünenler akıllarını kaçırmış olmalı. Türkiye dünya ekonomisiyle entegre bir ülke. Darbe olsun, darbeciler askerlerinin maaşını ödeyemez hale gelir üç ay içinde, memleketi iflas ettirirler. Ordunun bile fiili bir darbenin ardından tek bir parça olarak kalma ihtimali yok.

Bununla da kalmaz, askerî bir darbe Türkiye'yi böler. Darbenin yarattığı terör ortamında artık kimse Türkiye Kürtlerini tutamaz. Kimse de Kürtlere 'nereye gidiyorsunuz?' diyemez. Bölgeden de dünyadan da destek bulurlar, hem kamuoyu nezdinde hem de hükümetler düzeyinde. Bugün AK Parti gitsin de nasıl giderse gitsin diyen 'beyaz Türkler' de üç ay sonra, hâlâ ellerinde mal mülk kalmışsa soluğu yurtdışında alırlar.

Dünya sistemi, darbeye imkân ve izin vermez zaten bu saatten sonra. Başbuğ yönetimi de 'dünya sitemi' ile uyumlu olduğunu ABD Başkanı Obama'nın Meclis'te yaptığı konuşmada hazır bulunarak göstermişti. İstenilen ve de mümkün olan, 'askerî bir yönetim' değil artık, 1961 Anayasası'yla sisteme sokulan 'vesayet rejimi'nin devamı. Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik dönüşümü, AB üyelik süreci ve yenilikçi siyasal aktörlerin girişimleriyle son on yılda bu eski düzen 'vesayet'i fena halde delindi. Şimdi hedef, bunu tamir etmek.

Başbuğ'un 'darbecileri ba-rın-dır-ma-yız' ifadesini bu çerçevede anlamak lazım. Başbuğ son derece stratejik düşünen bir 'kurmay'. Neyin mümkün olup neyin mümkün olmadığını gayet iyi biliyor.

Tabii ki darbecilere kapalı. Akıllı hiçbir kurmay, mevcut dünya ve de Türkiye koşullarında darbeyi aklından bile geçirmez. Ama mesele darbe değil; Başbuğ'un anlayışında darbe yok, ama siyaset üzerindeki 'asker vesayeti'ni kaldırmak niyeti de yok. Karşımızda duran, 'neo-militarist' bir yaklaşım; bir tür 'insani yüzlü' ve 'kadife eldivenli militarizm,' yoksa Kemalizm mi demeliydim?

28 Şubat'ın ve 27 Nisan tarzı müdahalelerin geri teptiğini, ordunun iktidar alanını daralttığını ve toplumsal saygınlığına zarar verdiğini gayet iyi anlayan Başbuğ, ordunun siyasal gücü ve toplumsal meşruiyeti için yeni bir alan, yol açmaya çalışıyor. Yürütülen iletişim stratejisi 'vesayet rejimi'ni yeniden üretecek, sürekli kılacak 'açılımlar' yapmaya dönük. Kimse yanlış anlamasın; 'açılım', Kürt meselesi veya demokrasi konularında değil. Asker, siyaseti ve toplumu denetleyecek yeni bir dil, yeni ve profesyonel bir iletişim üretiyor.

Yalnız, siyaset kurumları ve toplum buna razı mı? Demokrasinin geleceği asıl bu unsurların tutumuna bağlı.

İhsan Dağı

'Kan gölü'ne götüren yol işaretleri...

Lice’de dokuz şehit. Şemdinli’de 1. Tunceli kırsalında silahlı çatışma ve Kuzey Irak’a epey bir aradan sonra yoğun hava bombardımanı. PKK üslerinin vurulduğu açıklaması.
Son 48 saatin bu tür haber akışı, Türkiye’yi yıllardır iki büklüm eden en önemli sorununun çözüm rotasına girdiğimizi gösteriyor mu?
Bundan birkaç ay önce sorunun ‘şiddet boyutundan arındırılacağına’ ilişkin canlanan umutların devam ettiğinden söz edebilir miyiz?
Son 48 saat, özellikle 1993-1999 arası duyduklarımıza, işittiklerimize, okuduklarımıza,
bize bildirilenlere benziyor.
Devletin şu anda kilitlendiği görünen hedef, PKK’nın yok edilmesi. Bunun bir yolu askeri operasyonlar -ki, 1984’den bu yana PKK’yı yok etmek için kesin sonuç sağlamak bakımından etkili olduğu kuşkulu yol- bir diğeri ise ‘askeri yöntem dışı’ araçları da harekete geçirmek.
‘PKK’nın dağdan indirilmesi’ ya da ‘PKK’nın silahsızlandırılması’ndan kastedilen de bu zaten.
İki yol genellikle birbirine paralel olarak yürütülür. Yani, ‘havuç’ ile ‘sopa’nın eş zamanlı muhataba uzatıldığı, bu tür mücadelelerde dünyanın her yanında görülen ve başvurulan
bir yöntem.
Ancak, bugün geldiğimiz noktada bu araçların isabetli kullanıldığı konusu hayli ‘sorunlu’. PKK’nın 1 Haziran’a dek ‘tek yanlı ateşkes’ ilan ettiği bir zaman diliminde, ‘PKK’nın DTP’lileşmesi’nin teşvik edilmesi gereken bir siyasi iklimde, DTP’yi tümüyle anlamsız kılacak uygulamalara giriyorsanız, bunun anlamı ‘kılıçları çektik; gelin hesaplaşalım’ demektir.
Yani, ‘sopa’ tercihi ortada gözüküyor ama ‘havuç’ piyasada pek yok.
***
Bunun böyle olduğunu Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un önceki günkü açıklamalarından fark etmek mümkün. Başbuğ ‘PKK’yı dağdan indirme’ ve af tartışmaları için şöyle bir değerlendirme yaptı:
“TCK’nın 221. Maddesi’nin 2. Fıkrası iyi uygulanırsa dağdaki çözülmede etkili olacağına inanıyorum. Maddeyi değiştirelim demiyoruz; bu madde nasıl daha iyi işleyebilir diye çalışma yapıyoruz. Aileler aracılığıyla yansıtmamız lazım. İlave tedbir düşünülebilir. Bunlardan biri de teslim olmayı daha cazip kılmamız lazım. Psikolojik olarak güven hissi vermemiz lazım. Bu yasa kapsamında alınması gereken tedbirlerden biri de topluma kazandırma merkezleri kurmamız lazım. Yasa aslında iyi yasa, önemli olan bu yasanın etkin bir şekilde kullanılabilmesidir.”
Orgeneral Başbuğ’un bu değerlendirmesini DTP konusunda söyledikleriyle birlikte okumak ve ele almakta yarar var. O konuda da şöyle diyor:
“Siyasi parti olarak görülen
grup terör örgütüne bakışını değiştirmeden bir arada olmamız mümkün değil. Onların da terör örgütü ile ilgili konuşmaları ortada... Bu parti hale terör örgütüyle mesafe koyamıyor...”
Genelkurmay Başkanı’nın gönderme yaptığı Madde 221,
Türk Ceza Kanunu’nun ‘Etkin Pişmanlık’ başlığı altındaki maddesi. Altını çizdiği
2.Fıkrası şöyle diyor:
“Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.”
Ortada zaten bir de ‘Eve Dönüş Yasası’ diye bilinen ‘PKK’lılar için pişmanlık yasası’ diye nitelendirilebilecek metin de var. Kâğıt üzerinde bütün bunlar iyi duruyor. Ancak, bugüne dek uygulanamadı.
Uygulanamamasının temel nedeni, sorunun özü itibarıyla ‘siyasi’ olması. Özü itibarıyla ‘siyasi’ olan bir soruna ‘yasa yolu’yla yaklaşırsanız, hele İlker Başbuğ’un seçtiği sözcüklere bakarsak ‘teslim olma’yı ‘daha cazip hale getirme’ye takılırsanız, ‘psikolojik olarak güven hisse vermek’ gerekliliğine vurgu yaparsanız, korkarım, bugüne dek yıllardır olduğu gibi bir ‘nafile çaba’nın peşinden koşuyor olursunuz.
Bunun sonucu, ne yazık ki, yeni şehitler, şiddet ortamının devamı demektir.
Bir yandan ‘teslim davetiyesi’ çıkartırken, diğer yandan ABD Başkanı Obama’nın görüştüğü TBMM’nin seçilmiş üyeleriyle görüşmeyi reddederseniz, hangi ‘psikolojik güven hissi’ verebileceğinizi düşünebilirsiniz ki?
‘Ovada siyaset yapanlar’a el uzatılmadığı, hatta kimilerinin içe atıldığı bir siyasi ortamda, ‘dağdan inip’ niçin teslim olsunlar? Dağa gitme gerekçeleri ortadan kalkmayanların, ‘teslim şartlarında iyileştirme’ durumunda teslim olabileceklerini düşünmek ne kadar gerçekçidir?
Bugünkü söylemin 1990’lardaki söylemden bir temel farkı var mıdır?
Şayet yoksa, böyle bir politikadan sonuç alınması mümkün mü?
Kontürleri çizilen politika, ‘şiddet ortamı’nın PKK’yı bertaraf edecek yeni unsurlarla devamını öngörüyor. Böyle bir durum, ‘dağdaki çözülme’de -muhtemelen böyle bir eğilim mevcuttur- tam tersine bir ‘yapıştırıcı’ rol oynar.
Bu politikayla istediğiniz sonucu yakın bir vadede alamadığınız takdirde, Irak’taki Kürt yönetimini suçlamaktan başka yolunuz da kalmaz.
Peki, 1993’ten beri izlenen çizgi, esas itibarıyla, bu değil mi?
Ne sonuç alındı?
***
Gelinen noktada en can sıkıcı görüntü, hükümetin ortada gözükmemesidir. Bu konu enine boyuna Genelkurmay Başkanı’nın dosyası gibi gözüküyorsa, bu konudaki açıklamaları Genelkurmay Başkanı yapıyorsa, ‘Kürt sorunu’ tıpkı 1990’larda Tansu Çiller’in yaptığı gibi askere tevdi edilmiş, ‘ne biliyorsan onu yap’ haline sokulmuş demektir.
Hükümetin siyasi sorumluluktan kaçtığı oranda, Kürt sorununun nasıl kangren haline geldiğini yaşıyarak gördük.
Tayyip Erdoğan, elini Ahmet Türk’e uzatmadıkça, Diyarbakır halkının iradesine saygı gösterdiğini Osman Baydemir’e davranışıyla ortaya koymadıkça, mevcut gidişat iyi sinyaller vermiyor.
‘Yol işaretleri’ bildik yol işaretleri. 1990’larda o işaretleri izleyerek ‘kan gölü’ne vardık. Tüm ülkenin psikolojisi bozuldu. Güneydoğu coğrafyasını, ülke sınırları içinde tuttuk; ‘ruhi kopuş’un önüne geçemedik.
Aynı filmi bir daha seyrettirmeyin bize.
Görmekten sıkıldık...

Cengiz Çandar

Seçmenin 'akıllı tasarımı'

Siyasi partilerin çıkardıkları derslere bakıyorum da...
AK Parti için hazırlanan analiz raporu ve tepkiler, mesela!
Seçim sonuçlarını yine efsanelere yıkıp geçmişiz.
Seçmen yanılmaz!
İşte size, en büyük efsanemiz.
Öyleyse seçim sonuçları, ‘akıllı bir tasarım’dır.
Seçmen, makro siyasi dengeleri tanzim etmiş.
Acaba öyle mi?
***
Bence bu teori, doğru olamaz.
Olsa olsa ‘faydacı bir tasarım’ diyebiliriz.
Seçmen aklı, faydanın peşinden gider, çünkü.
Ama makro faydacılık değil, kendi dar menfaatleridir, o.
İnanmayanlara bir önerim var.
Son seçimleri, bir de Boleyn Kızı’nın gözünden okusunlar.
O zaman görecekler ki;
Ne, seçmenin akıllı tasarımı...
Ne de, oyların mükemmel
terkibi...
Varsa yoksa, mikro menfaatler.
Dünya işte, bunların etrafında dönüyor.
***
Koca Anglikan Kilisesi, bir kralın şehvet tutkusundan doğduysa...
Tudor Hanedanı ile Katolik Kilisesi’nin yollarını, bir kadın ayırdıysa, eğer...
Gerisini konuşmaya değmez.
Kimse oyların dağılımına bakıp, ‘ince ayar çekilmiş’ demesin.
Hassas terazide ölçülüp tartılmış da sonra atılmış sandıklara, diye düşünmesin..
Akıllı tasarımcılara söylediğim
şudur:
Fena halde yanılıyorsunuz. VIII. Henry namlı İngiliz Kralı var ya!...
İşte o bile, bir kadında kaybolmuş.
Bir öpücükle mübadele etmiş, kilisesini.
Her şeyden geçmiş de...
Roma Kilisesi’nden...
Tanrı kelamının yeryüzündeki mümessilinden...
İsa Mesih’in vekili Papa Hazretleri’nden bile...
Ama diğer Boleyn Kızı’nın fettanlığından geçememiş.
Katolik nikahından kurtulmak için boşanmış, Papa’dan.
Sırf, yeni evliliğine fetva çıkartmak için...
Majestelerinin ‘boşanma icazeti’ olarak kurdurmuş, Anglikan Kilisesi’ni.
Bir Hıristiyan mezhebinin sebeb-i vücudu, işte budur.
Kadındır o; bir kadına duyulan karşı konmaz şehvet.
Ne teolojik ayrılıklar, ne mezhepsel doktrin farklılıkları...
Hepsi sonradan gelmiş.
Önce bağlar kopmuş, kadın ihtilafı yüzünden.
İsterseniz, ‘kadın fitnesi’ de diyebilirsiniz.
Ki, o kadın, aklın faydacılığını gösteren çarpıcı bir semboldür.
Akıl, kimi zaman sufli yanlarımızı örten bir maske.
Faydacılığımıza bahaneler, mazeretler üretmektir, işi.
Büyük laflar, eşsiz bir örtüdür.
Kaldırdığınız anda göreceksiniz ki, hepimiz biriz aslında, hepimiz
aynı.
Aşık Veysel’in diliyle:
“Bizi yakar, bizim ataş.
Söndürmektir, tek çaresi.”
***
Hatırlayın, siyasi liderlerin ilk seçmen yorumlarını.
Başbakan’a göre, “Kendinizi gözden geçirip, yola devam!” dedi.
Baykal’ın aldığı mesaj, “Eskisi gibi kalamayız, kendimizi yenileyeceğiz” idi.
Zeki Sezer, Süleyman Soylu koltuklarını boşalttı.
Devlet Bahçeli, başarının ödülü olarak ‘bir dönem daha’, der gibiydi.
Necmettin Erbakan, SP’nin en tepesine geri döndü ve İran’a uçtu.
Bunlar, seçmen mesajının okunuşlarına sadece birkaç örnek.
Ve belki de, en sade ve doğru okunuşları.
Bir de mesela, şöyle ‘tasarımcı’ okumalar var:
Sahil kuşağı, ‘laiklik’ dedi.
Güneydoğu bölgesi, ‘özerklik’...
Geri kalanı da ‘irtica’ demiş oldu.
Bazı yerlerde, bira ve kadın özgürlüğü, mesela...
Bazı yerlerde, yaşam biçimi tercihlerinin ağır bastığı da söyleniyor.
***
‘Tasarım’cılar, idraki pek geniş medya muhitlerimizde de az sayılmaz.
En azından, parmak hesabına sığmazlar.
Abaküsün boncukları bile yetmeyebilir, saymaya.
Bu zevata göre seçmen, yerel düşünmedi.
Makro siyasete ayar çekmek için ince hesap yaptı.
Bu fikrin yandaşları, daha ziyade seçmeni ‘bidon kafalı’ ya da ‘göbek kaşırken’ düşünenler.
Şimdi, ‘göbek kaşırken aslında siyaseti nasıl dizayn edeceğini düşünüyormuş’ demeye getiriyorlar.
İman tazelemiş gibiler.
Ben mi, nasıl okudum?
Boleyn Kızı’nın gözüyle.
Siz de deneyin.

DTP’nin başsağlığı mesajı
Diyarbakır’da dokuz şehit verdiğimiz terör eyleminden sonra, Ahmet Türk’ü gene dinledim.
Mesajı, “...Gencecik kardeşlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı” dileyerek başlıyordu.
“İnsan hayatını hedef alan hiçbir şiddet eylemini bugüne kadar tasvip etmedik, tasvip etmeyeceğiz” taahhüdüyle devam ediyordu.
Ve, diyordu ki:
“Her zamankinden daha fazla demokratik siyaseti öne çıkarma ve siyasete fırsat tanıma sorumluluğu ile karşı karşıyayız.”
‘Diyalog’ çabalarının süreceğine de bilhassa vurgu yapıyordu.
Sonra Başbakan’a kulak verdim.
O da, şehitlere Allah’tan rahmet, kalanlara başsağlığı diliyordu.
Ve, devamında...
Terörle mücadelede kararlılık vurgusu...
Hemen ardından da bir imada bulunuyordu:
“Neyin nelerle ilintili olduğu gün be gün ortaya çıkıyor.”
Bence de öyle!...
DTP adına Ahmet Türk, inisiyatif alıyor; silaha karşı ‘diyalog’ çağrısı yapıyor.
Başbakan’dan da randevu istiyor.
Demokrasi, ‘barış’, ‘ortak akıl’ diyor.
Ertesi gün, hazirana kadar güya duracak olan terör saldırıları geliyor.
Belli ki dağda, inisiyatifi DTP’nin sivil siyasetçilerine kaptırmak istemeyenler var.
Hemen ‘biz burdayız!’ diyorlar.
Onlar, ‘siyasete fırsat tanımayacak’ olanlar...
Bu sefer de başarırlarsa,
çok yazık!
DTP, dağdakilerin ‘rol çalması’na izin vermemeli,
bu kez.
Siyaset, diyalog fırsatını bu kez kaçırmamalı.
DTP’nin başsağlığı mesajını, umut verici buldum.

Akif Beki

Al PKK’yı vur Ergenekon’a

Çarşamba sabahı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetlisi olarak Prag’a uçarken Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ medyanın karşısındaydı. Prag programı nedeniyle o toplantıya katılamadım.

Uçağa bindiğimizde Gül çok keyifsizdi. Doğu’dan gelen şehit haberleri karşısında sanki dokunsanız ağlayacak durumdaydı. Üzüntüsü sohbete de yansıdı. Kürt meselesinin çözümüne ilişkin mesajlarına frenleme ihtiyacı duydu.

Terörle mücadelenin sadece silahla değil çok boyutlu olarak ele alındığını, devletin tüm kurumlarının bu konuda ittifak içinde olduğunu ve çok yönlü çalışmalar yapıldığını anlatırken daha fazla devam etmek istemedi.

Mesajını DTP’ye uyarıyla sınırlı tutmayı yeğledi.

Gözyaşının sel olup aktığı ortamda böyle bir konuşmanın yersiz olacağını düşünüyordu sanırım. Haksız da sayılmaz.

Hep söylüyoruz, yazıyoruz; silahlar, demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerdendir. Şiddet ve ağır tahrikler, demokratik açılımları zaafa uğratır.

Gördüğünüz gibi, kısa süre önce İran’a giderken ‘İyi şeyler olacak’ diyen Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan susmayı, ‘Türkiye halkı’ açılımıyla tabuları yıkan Başbuğ geri adım atmayı tercih etti.

Normalleşme süreci ve barış ortamından rahatsızlık duyan, kandan beslenen PKK için gelinen bu nokta, varlığını sürdürme açısından ‘zafer’ gibi görülebilir.

oysa böyle bir algı, sadece yanılsamadır.

Ne hazindir ki, kimi sorumsuz DTP’liler de tahrik edici ve kışkırtıcı açıklamalarla PKK’nın yelkenlerini şişirmektedir.

Ergenekon uzantılarının bölgede döktüğü kanın hesabını sorarken, siyasetin asker vesayetinden kurtulmasını isterken, PKK’nın kanlı eylemleri ve vesayetine itiraz etmemeleri ise DTP açısından ironi olsa gerek.

İmralı veya PKK’nın onayı olmadan belediyelerde hademenin yerini bile değiştiremeyen DTP’nin prangalı siyasetiyle demokratikleşme nutukları atması, maalesef, gıcırdatılan dişlerle barış türküsü söylemekten öte anlam taşımıyor.

Eğer DTP, barış ortamının tesisinden yanaysa omuzlarındaki yükün ağırlığına göre hareket etmesini bilmelidir. PKK’nın kanlı eylemlerini Kürtlerin idealleri için yaptığını düşünüp meşru görüyorsa, ‘her şey vatan için’ narasıyla kan döken Ergenekon uzantılarından hiç farkları yok demektir.

Çünkü, Ergenekon da PKK da kandan beslenir.

Daha önce ‘Biz Ergenekon’a inanmadık, siz de PKK’ya inanmayın’ demiştim. Aynı noktadayım.

Akıtılan kan, etnik kökene göre meşruiyet kazanmaz.

Kim terörist derdi

Cumhurbaşkanı Gül’le sohbetimizdeki konu başlıklarından biri, saatler süren Bostancı’daki baskındı. Çatışmada öldürülen Devrimci Karargah örgütü yöneticilerinden Orhan Yılmazkaya’nın iyi eğitimli biri olduğunu hatırlatan Gül, ‘Eğer suçüstü durumu olmasaydı bu şahsın terörist olduğuna kim inanır, kim şahadet ederdi’ dedi.

Tam bu esnada devreye girdim. Dedim ki; ‘Ergenekon soruşturma sürecinde kimi şüpheliler için ‘saygın biridir, suç işlemez’ dediler. Demek saygın insanlar da suç işleyebiliyorlar.’

Gül, Ergenekon mevzuuna girmek niyetinde değildi, top ayağına gelince, bir iki laf etmek zorunda kaldı: ‘Haklısınız, yargı süreci sonuçlanıncaya kadar suçlu demek de suçsuz demek de doğru olmaz. Bırakalım yargı gereğini yapsın.’

Ergenekon’la ilgili başka sorular da oldu Gül, bu mevzuu teğet geçmeyi yeğledi.

Taşlar yerinden oynadı

Cumhurbaşkanı Gül’ün üzerinde en fazla durduğu konu ise Ermenistan’la başlatılan yeni diyalog süreciydi. Artık çözümsüzlüğün çözüm olarak görülemeyeceğini anlatırken tabloyu şöyle özetledi: ‘Kafkasya’da taşlar yerinden oynatılıyor.’

Ancak bu yeni açılımın hem içeride hem dışarıda yeterince araştırılmadan tartışılmaya açılmasından çok rahatsız. ‘Türkiye’ye ayıp ediliyor’ diyor.

Bu süreç iyi yönetilirse; başta Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan olmak üzere tüm bölge ülkelerinin kazançlı çıkacağını, herkesin hayrına sonuçlanacağını düşünüyor. Bir nevi ‘kazan kazan’ modeli...

Herkesin öncelikle şu soruya cevap araması gerektiğini düşünüyor: Mevcut durum böyle devam ederse veya değişirse bu üç ülke ne kazanır ne kaybeder? Bu soruya verilecek mantıki cevabın yeni süreci olumlu etkileyeceği kanaatinde.

Ancak doğru adım kadar zamanlamanın da çok önemli olduğuna inanıyor. 2009 yılında çözüme yaklaşılmazsa doğan fırsatı bir daha yakalamanın çok güç olacağını varsayıyor. Öyle ki, bir ayda üç kez bir araya gelecek olan hem Sarkisyan hem Aliyev’e açıkça söylemiş: ‘2009 yılında bu fırsatı kaçırmayın.’

Gül, Ermenistan’la diyalog süreci kesintiye uğramazsa hem ABD’nin hem diasporanın bölgeye yönelik olumsuz yaklaşımlarının eskisi kadar etkili olamayacağını söylüyor. Onun için ‘cesaretli adımlar atmamız gerekir’ diyor.

Ama şu önemli ayrıntının altını çiziyor: Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ilişkilere paralel olarak gelişme gösterecektir. Sözgelimi, Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi gibi...

Bu sohbette dikkatimi çeken başka bir ayrıntı ise, terörle mücadele, Kürt meselesinin çözümü ve Ermenistan’la yeni diyalog sürecine dair politikaların ‘devlet projesi’ olarak mutabakatla yürütüldüğü ifadesi oldu.

Geniş kapsamlı istişarelerden sonra varılan mutabakata dair Gül’ün şu ifadesi her şeyi özetliyor aslında: ‘Birinin yaptığını diğeri bozmuyor.’

Umarım böyle devam eder.

Şamil Tayyar

Taksim neyin sembolüdür?

1 Mayıs Mitingi'nin Taksim'de yapılıp yapılmamasının neden bu kadar mesele yapıldığını anlamak zor gerçekten...

Hem "Taksim'de yapamazsınız" diyen açısından; hem de "İlle de Taksim" diye tutturanlar açısından zor...

"Taksim'de kutlamak yasak" diye diretenlere, o yasağın da kendileri gibi birileri tarafından konmuş olduğunu; yani pekala konduğu gibi kaldırılabileceğini hatırlatmamız mı gerekiyor?

Bir yasak, "çünkü yasak" diye savunulamaz. Neden yasak olduğunu ve bu yasağın neden devam etmesi gerektiğini ikna edici şekilde açıklayabilmeniz gerekir. Şu ana kadar getirilen gerekçelerin hiçbiri de ikna değil. Eğer provokatör ortalığı karıştırmayı kafasına koyduysa, Çağlayan'da da yapar yapacağını; Kadıköy'de de... Ve eğer güvenlik kuvvetleri, işlerini doğru dürüst yapabiliyorsa, Taksim'i de güvenli bir meydan haline getirebilir, Kadıköy Meydanı'nı da...

Öyleyse, bu saçma yasakta diretmek niye?

X x x

Madalyonun öbür tarafında ise, "İlle de Taksim" diye tutturanlar var ki, bence onların durumu daha anlaşılmaz...

Ben onların yerinde olsam, Taksim diye ısrar etmek bir yana, o meydanın lafını anmaz, 1 Mayıs 77'yi çağrıştırmamak için elimden geleni yapardım.

Evet, Taksim "işçi sınıfı mücadelesi" açısından bir simgedir gerçekten de... Ama bugün orada kutlama yapmaya çalışanların sandıklarının aksine, o mücadelenin düşüşe geçmesinin simgesidir. İşçi kitlelerinin, onları kurtarmaya soyunan "profesyonel devrimciler"le bir arada bulunmanın tekin olmadığını en açık şekilde anladıkları ve kopuşun inkar edilmez bir biçimde netleştiği tarihtir.

Taksim'deki kanlı 1 Mayıs hep tek yönüyle anlatıldı şimdiye kadar; Kontrgerilla'nın kanlı provokasyonuyla özdeşleşti. Evet, esası buydu elbette; ama meselenin pek hatırlanmayan bir başka yönü daha vardı:

O gün ben de o meydanda, ezilme tehlikesi geçiren kalabalığın arasındaydım.

O gün o meydanda kontrgerillanın ya da bir başka provokasyon örgütünün dilediği gibi at oynatması için bütün şartlar günler önceden hazırlanmıştı... Hem de bizzat "işçi sınıfı önderleri" tarafından. Çünkü o gün o meydanda birlik ve beraberlik değil; düşmanlık ve rekabet vardı.

Provokasyon günler önceden "geliyorum" diye bağırıyordu; işçiler bölük bölük edilmiş, her bir bölük bir sol fraksiyonun eline geçmişti. Fraksiyon şefleri gözü dönmüş bir hırsla, o meydanı kendi gövde gösterilerini yapacakları bir alan haline getirmek üzere hazırlanıyordu. Bütün pankartların sopaları meydandaki -revizyonist, oportünist ya da goşist, her neyse- "düşman grupların" kafasına inmek üzere günler önceden hazırlanmış, silahlar kuşanılmış, yumruklar sıkılmıştı. Herkes, tek bir silah sesinin gerginliğin ve düşmanlığın had safhada olduğu o meydanı kıyamete çevireceğinin farkındaydı. Günler öncesinden yapılan "gruplar arası görüşmeler, itidal çağrıları" hiçbir işe yaramadı.

O silah patladı ve kıyam başladı.

Bence 1 Mayıs 1977 bu yönüyle, kendine işçi sınıfı devrimcisi diyen, solcu diyen, sosyalist aydın diyen kesimin işçilerden kopuşunun tarihidir.

Zaten o tarihten sonra 1 Mayıs İşçi Bayramı "bayram"dan başka her şeye benzer oldu. Her yıl 1 Mayıs yaklaşırken çeşitli sol gruplar arasında gerginlik, bir atışma, bir yarışma yaşanır; her bir fraksiyon 1 Mayıs alanını ele geçirmek için planlar kurar, bu gerginlikle birlikte provokasyon korkusu ortalığı sarardı. Normal vatandaşlar o gün kimselere randevu vermez, anneler çocuklarını dışarı göndermez oldu. Her 1 Mayıs'ta meydanlardaki nefret ve korku daha da büyüdü. Korku ve nefret büyüdükçe işçiler hepten çekildi. Meydan sadece eli sopalı, cepleri taş dolu küçük, hırçın bir azınlığa kaldı.

İşte bu yüzden de, şimdi işçi sendikalarının yöneticileri bu sabıkalı günü yeniden bir bayrama çevirmek istiyorlarsa eğer; 1 Mayıs işçilerin -ama gerçek işçilerin- taleplerini haykıracakları bir hak arama günü olacaksa, Taksim'den uzak durmalarında yarar var derim ben.

1977 1 Mayıs'ı üzerine nostalji yapılamayacak kadar kötü bir anıdır zira...

(Bu yazı 2008 yılı 1 Mayıs'ında yine bu köşede yayınlanmıştı. Bu yıl iki tarafın da aynı inadı aynı argümanlarla tekrarlaması - eğer son dakikada Gül'ün temaslarından bir sonuç çıkmazsa- yazının geçerliliğini aynen koruduğunu gösteriyor)

Gülay Göktürk

30 Nisan 2009 Perşembe

Haramlar toplumu yakar

Merhum ve mağfur Semiha Ayverdi Hanımefendi'nin "Küplüce'deki Köşk" adlı kitabını ilk defa lise yıllarımda Rahmetli Edebiyat öğretmenimin verdiği ödev gereği okumuştum. O zamanlarda da çok dikkatimi çekmişti bu kitap. Okuyucularıma tavsiye ediyorum: Bu kitabı mutlaka okusunlar.

Bir müddet önce "Küplüce'deki Köşk"ü yeniden okudum. İlk defa okuduğumda altını çizdiğim bir bölümü buradan nakletmek istiyorum. 192'nci sahifede deniyor ki:

"... Gayr-i meşru (haram) yollardan temin edilmiş bir refah, vatanın ve cemiyetin olduğu gibi, onu toplayan bedbaht (bahtı kara) zenginin de yüzünü güldürmeyecektir. Zehr-i katil (öldürücü zehir) gibi, onu toplayan kimseleri de birgün beklenmediği yerinden zehirleyeceğine hiç şüphe edilmez..."

Benim çocukluk yıllarımda, çok iyi hatırlıyorum, helal-haram sözleri çok kullanılırdı. Ekseriyet, kazançlarının helâl yoldan olmasına dikkat ederdi. Şimdi öyle mi? Bugün topluma, kazanç olsun da nasıl olursa olsun zihniyeti hâkim oldu. Helâl-haram hudutlarına riâyet edenler neredeyse yok denecek kadar azaldı.

Haram yollardan elde edilen herşey ateştir. Sâdece elde edenleri değil bütün topluma, millete, devlete belâ üzerine belâ getirir.

Haram, asla bereket bırakmaz. Felâketler zincir halkaları gibi peşipeşine gelir. Öyle ki, zelzele, su baskını, toprak kayması, yangın, hastalık, yıldırım çarpması gibi afetlerin ardı arkası kesilmez.

Toplumumuz gırtlağına kadar harama batmıştır. Onun için kimse iflah olmuyor. Zelzeleler, tufanlar, su baskınları durup dururken oluyor değil. Deprem olacak, tufan gelecek diye kimse döşeğinde rahat ederek yatamıyor. Ölçü tanımadan yapılan binalar, içine doldurulan eşyalar sahiplerine diken oluyor. Kimilerimizin mülkleri, evlerindeki eşyaları katilleri oldu. Elbette bunlar durup dururken oluyor değil. Toplumumuzu haramlar yakıyor ve yıkıyor.

Ülkemizde resmi ve gayr-i resmi kadın ticareti almış yürümüştür. Hem de en büyük ticaret sektörü olmuştur. Bu yoldan elde edilen zenginlikler lânetlidir. Bunların bu devlete, bu millete, bu vatana hayrı olmaz. Nitekim olmuyor da.

Bu memlekette inkarcılar gibi Müslüman kesim de helâl-haram hudutlarını çiğniyorlar. İslâm'ın ölçülerini hiçe sayıyorlar.

Müslümanlar size sesleniyorum.

Helâl-haram tanımamak şeytani bir mantıktır. Bu mantıkla kazandığınız paralar fitil fitil burnunuzdan gelir. Kızınız fâhişe, oğlunuz bilmem ne olur. Onulmaz hastalıklar yakanıza yapışır. Depremler helâk eder. Trafik kazaları sizi paramparça eder. İlaç ve doktor paraları kesenizi deler.

Hâsılı, haram; belânın ta kendisidir. Bu belâdan hep birlikte korunalım...

Mevlüt Özcan

Dokuz şehit, bir Genelkurmay Başkanı, onlarca gazeteci...

Türkiye dün güne yine Güneydoğu'dan gelen şehit haberleri ile uyandı.
Bir defada tam 9 şehit!

Hem de zırhlı personel taşıyıcının içindeki askerlerimiz şehit edildi.

Kim vurdu?

Yine kim vurduya gitti yiğitlerimiz.

PKK deniliyor!

Yola mayın döşemişler, ya da el yapımı bir bombaymış. Uzaktan kumandayla patlatılma ihtimali varmış!

Yine bazı ocaklara ateş düştü ve tabii ki ateş yine düştüğü yeri yaktı.

Anaların yüreğini, babaların ciğerini dağladı ateş.

Bu şehit haberleri de nereden çıktı şimdi.

Biz dün, güne Genelkurmay Başkanı'nın yapacağı konuşma ile başlayacaktık. Haftalardır medyamız bu konuşmaya hazırlanıyor.

Ne oldu, nereden çıktı bu saldırı şimdi, makul bir açıklaması var mı?

"Ortada dokuz şehit varken kim dinler Genelkurmay Başkanı'nı?"

Kim dinler?

Akrediteler dinler.

Hem de bu konuda herhangi bir soru sorma gereği bile duymadan dinler.

Bakın, onlarca gazeteci, bir Genelkurmay Başkanı ve dokuz şehit var sahnede...

Ve fakat hiçbir akredite gazeteci Genelkurmay Başkanı'na "Nasıl oluyor bu işler" diye sormuyor, soramıyor!

Sorarsa ne olur, akreditasyonu mu kaldırılır?

Sanmıyorum, "Genelkurmay akreditasyon olayını bazı medya mensuplarına ve medya kuruluşlarına karşı bir silah olarak kullanmıyormuş çünkü!"

Öyle diyor Genelkurmay Başkanı!

Doğrusunu isterseniz ben dün konuşan Genelkurmay Başkanı'nın bir an için oraya topladığı onlarca gazeteciden daha fazla topluma karşı sorumluluk hissettiğini düşündüm.

Hiçbir gazeteci dağ başında helikoptere alınmayan ve donmaya terk edilen Cihan Haber Ajansı muhabiri olayını sormadı!

Genelkurmay Başkanı kendisi bu konuya girdi hem de "soracağınızı tahmin ettim ama sormadınız" diye.

Bu konuda kendisine verilen bilgiyi kamuoyu ile paylaştı. Ve bir kapı açtı? "Varsa başka bir bilgi eğer ulaştırırsanız gereğini yaparım, biz gerektiğinde teröristleri, yaralı teröristleri bile helikoptere alıyoruz" dedi.

Öyle ki sorulması gereken soruları Genelkurmay Başkanı kendisi sordu.

Dost ve kardeş ülke Pakistan'da çok önemli gelişmeler oluyor, bu konuyla pek ilgilenmiyorsunuz...

Amerikan Genelkurmay Başkanı ve Obama'nın Güvenlik Başdanışmanı ile görüştüm. İlgilenmiyorsunuz...

Kim akıl verdiyse Genelkurmay Başkanı'na law silahı ile gazetecilere poz vermeyi, iyi bir çalışma olmuş!

Bugün bütün gazetelerde 9 şehit haberleri ile birlikte elinde law silahlı genelkurmay başkanı fotoğraflarını birinci sayfadan göreceksiniz!

Nuh Gönültaş

Fazıl’ı dinleme... Kaybedersin!

Kaçtır ihmal ediyorum... Kazurat takımıyla uğraşmaktan sıra da gelmiyor ki. Karar aldım: Bugün itibariyle nadasa bırakıyorum onları; azıcık dinlensinler, gelişsinler, serpilsinler, kıvam bulsunlar, öyle...

Ben diyorum ki, ‘çıkarsa, soldan çıkacaktır.’

Bunu Fazıl Say da söylüyor.

Fazıl’la aramızdaki fark şu:

Fazıl, bir tür çakma Glenn Gould olarak dünyada yaygın bir üne kavuştu, en iyi Bach yorumcuları arasına girdi, ‘Bachlamalar’ıyla hassas gönüllerde taht kurdu; dolayısıyla her söylediğinde ‘keramet’ vehmediliyor.

Ben tembel ve asosyal bir gazeteciyim; Ankara’ya, Orgeneral İlker Başbuğ’dan fırça yemeye gitmeye bile üşeniyorum. Oturduğum yerden ahkam kesiyorum... Arada Fazıl gibilere ayar vermeye kalkıyorum... Kazurat takımına sataşıyorum filan... Yaygın bir üne sahip olmadığım için de, söylediklerim para etmiyor.

Olsun...

Ben söyleyeceğimi söyleyip denize atayım da, balık bilmezse Halik nasılsa bilecektir.

Bu uzun girizgahtan sonra sözü Deniz Baykal’a getirmek istediğim anlaşılmıştır.

Niyetim, esasında, Fazıl Say’ın mektuplarından çıkan ‘sol’ tanımı üzerinde durmaktı ama, mevzu ‘sol’dan açılınca, söz kendiliğinden Baykal’a gidiyor.

Bu arada Fazıl’ın ‘mektuplarını’ okuyor musunuz?

Ben okuyorum ve çok mutlu oluyorum.

Sen, ‘iyi’ sınıflandırmasına giren yazarlardan Ahmet Say’ın oğlu ol, çok iyi bir eğitim al, en iyi Bach yorumcuları arasına gir, Türk şiiri ve Nazım Hikmet konusunda ahkam kes, ama ‘dahi’ anlamına gelen ‘de’leri ve ‘da’ları ayırama... Bu ‘dil’ kavrayışınla da kalk, ‘sol’ konusunda Baykal’a akıl ver...

Neyse, ikimiz de aynı şeyi söylüyoruz; ‘çıkacaksa, soldan çıkacaktır’ diyoruz.

Bütün dünyada böyle olmuş...

Evet, güzel yurdumuzda ‘sağ’, statüko karşısındaki (istenmeyen) konumu nedeniyle sürekli ‘ilerici’ ve ‘demokrat’ bir görüntü vermiştir. Dolayısıyla, bir yığın reforma imza atmıştır. Batıdaki benzerlerinden de farklıdır. İlerlemecidir, kalkınmacıdır, dönüştürücüdür, şudur budur ama, mütekamil bir ‘özgürlükler ortamı’ solun katkısı ve lokomotif görevi olmadan asla mümkün değildir.

Fakat sorun, ‘sol’ denilen yapıda değil; ‘solcu’ olduğunu öne süren ve Fazıl Say gibilerin akıl vermelerine muhtaç hale gelen siyasetçilerde... Yani, Deniz Baykal’da...

Baykal, bir ara ‘sağa açılarak solu bulmak’tan sözediyordu. Sonra, çarşaf ve Kur’an Kursu açılımları yaptı, ‘halka yakın olmalıyız’ filan gibi laflar etmeye başladı... Fazıl’dan da zılgıtı yedi tabi; Ne demek halka yakın olmak? Solcu adam, bilakis, halkla arasına mesafe koymalıymış...

Ben de diyorum ki, ‘sağa açılarak solu bulmak’ ve hiçbir inandırıcılığı olmayan açılımlar yapmak yerine, bütün dünyanın yaptığı gibi, bilinen ‘sol’ tanımından yola çıkarak ‘solu bulmak’ daha kolay, daha kestirme bir yöntem değil mi?

Bizde solculuk, ne yazık ki, köprüye, baraja, tüp geçite, piyasa ekonomisine, inanç özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, demokratik anayasaya, Özal’a, Menderes’e, Amerika’ya, Avrupa’ya, Asya’ya, hatta tüm Afrika kıtasına karşı olmak, darbeleri desteklemek, muhtıralardan medet ummak, ‘statüko’ adına ne varsa sahiplenmek anlamına geliyor...

Baykal’ın solculuğu da, Türkiye’deki cari solculuklardan farklı değil maalesef.

Bizde ‘sol’ zannedilen şey, teokratik laisizmle Kemalizmin (Atatürkçülük değil, dikkat!), müntehib-i sani demokrasisiyle (!) totalitarizmin izdivacından doğmuş bir tuhaf ideoloji...

Bu ideolojiyle ödeşmeden ‘solcu’ olunmuyor.

Fazıl Say olunabilir, ama solcu olunmuyor.

Ben, ‘çıkarsa, soldan çıkacaktır’ görüşümü muhafaza ediyorum. AK Parti’yi başarılı kılan ve (bence) sola yaklaştıran da, o tuhaf ideolojiyle arasına mesafe koymuş olması...

Ahmet Kekeç

Zincirli gölgeler

Her şeyin gölgesi birbiri üstüne düşüyor. Hiçbir mesele bir başka meselenin gölgesinden sıyrılamıyor; zincirlerinden kurtulamıyor.
Birbirine bağlı pranga mahkûmları gibi, ya biri bir diğerini esir tuta tuta, taş kırmaya devam edilecek...
Ya hep birlikte birbirine dolanmış zincirleri çaresizce sürükleyerek yol alınıyor sanılacak...
Ya da her meseleyi bir diğerinin rehini, tutsağı, pranga mahkûmu kılan zincirleri kırmanın bir yolu bulunacak.

Bir gün
Genelkurmay Başkanı'nın basın toplantısı üstüne, "kahpe mayın"ın parçaladığı askerlerin, binlerce şehide, ölüye uçan gencecik gölgeleri de düşüverdi.
Basın toplantısının gölgesinin İstanbul'daki "bir başka terör" davası üstünde dolaşması gibi.
"Hayata dönüş operasyonları"nın "zaman aşımı"na giren gölgesinin, "daha başka bir terör"ün canlı bombası olarak, hem de bir üniversite içinde, eski Adalet Bakanı'nı havaya uçurabilecek kadar yakınlaşması da aynı güne sığıverdi.

Zafiyet
Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasını televizyondan izledim.
Bir önceki toplantı gibi her sözünü değerlendirme girişiminde bulunmayacağım.
Parmak sallamayan, ardı ardına düşmanlar sıralayıp gürlemeyen sakin üslubunu yine yerinde buldum.
Sağ olsunlar, kimi meslektaşın ısrarlı "siyaset ve diplomasi soruları" nın, gazeteciliğin "asgari askeri" problemi olduğu yine ortaya çıktı.
Nazik de olsa azıcık "fırça" karşısında hemen geri adım atışların ise zarafet değil, "bir üst" karşısında gazeteci kimliğinin zafiyeti olduğu da.

Bedel
Benim açımdan simgesel olay, çokça üstünde durulduğu gibi, "Ergenekon davası" üstüne değildi.
Israrla, demokrasiye, Anayasa'ya, hukuka, yargı bağımsızlığına saygılı olduklarını söyleyen bir Genelkurmay Başkanı'nın dahi...
Orduyu tabii ki yakından, hatta içinden çok ilgilendiren bir dava üstüne kuşkuları ve gölgeleri de değildi.
Simgesel şey şu oldu:
Bir MHP Milletvekili, yani "Kayıtsız şartsız millet egemenliğinin tecelli ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bir üyesi", bir kanun için adım atmıştı.
Bunun teklif, tasarı olacağı; kanunlaşacağı veya reddedileceği yer Türkiye Büyük Millet Meclisi.
Başka bir yer değil!
Elbette konu "bedelli askerlik" olduğu için Genelkurmay Başkanı'nı çok ilgilendirir.
Elbette, bu kanundan yana binlerce insan ve genç olduğu gibi, Genelkurmay Başkanı ile aynı fikirde olanlar da bulunabilir.
Mesela, ben Genelkurmay Başkanı'nın "terör varken, ordunun personel ihtiyacı çokken" gerekçesini, kendi açımdan haklı bulmayanlardanım. Çünkü binlerce askerin yeterince verimli ve etkin kullanılmadığına dair, belki yanlış, fikirlerim var.
Ama yine Genelkurmay Başkanı'nın şu gerekçesiyle de yüzde yüz mutabıkım:
Bedelli askerlik, eşitlik ilkesine aykırıdır. Para ile az veya sıfır askerlik yapabilenlerin karşısında, bir tas çorbaya şükrederek ölüme gidebilenlerin hakkı, hukuku, vatandaşlığına hakaret gibidir.
Lakin memleketin ve askeriyenin tek eşitlik ve eşitsizlik meselesi bundan ibaret değil.
Yoksa binlerce ana "Neden hep yoksullar ölüyor?" sorusunu sormazdı!
Binlerce asker "eşitsiz, haksız, kötü ve ayrımcı muamele"den usanmazdı!
Eşitliğin ille de 15 ay gibi uzun sürede, binlerce askere askerlikten ziyade angarya işler yaptırılarak sağlandığı zannı da yanılgı.
Kısa sürede daha ciddi bir askerlik görevi de mümkün olabilir.
Lakin esas mesele şu:
Genelkurmay Başkanı, başında bulunduğu kurumun meselesi olsa da, adı üstünde kanun olan bir konuda görüş beyanıyla kalmadı; bunun asla olamayacağını ilan etti.
Yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi iradesinin, millet egemenliği tecellisinin üstünde bir irade ve ifade belirtti.
Belki içten bir duyguyla, ama Meclis iradesini ezen, buyurgan bir vurguyla!

Bir şey
Bütün meselelerin birbirinin ayağındaki pranga halinde dolandığı ve dolaştığı memlekette benim için basın toplantısının özü buydu:
Demokrasiye, hukuka, yargı bağımsızlığına bağlı olduğunuzu ne kadar beyan ederseniz edin; bir şey var işte, kendini tutamıyor, yerinde duramıyor; orada söz ve mana bitiyor!
UMUR TALU

Vizyon birliği

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un dün düzenlediği "İletişim Toplantısı"ndaki bazı tespitleri, kaçınılmaz olarak iç sayfalarda ve de satır aralarında kalacak.
Neden? Çünkü Poyrazköy silahları, "Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeyi amaçladığı iddia olunan Ergenekon terör örgütü" (Not: Hukuki tanım böyle) soruşturmasındaki gelişmeler gibi gündemin el yakan maddeleri doğal olarak öne çıkacak.
Başbuğ'un örneğin ABD Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen ve Başkan Barack Obama'nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General James Jones ile yaptığı görüşmelerde Türkiye'den herhangi bir talepte bulunulup bulunulmadığı sorusuna verdiği yanıt da iç sayfalara sıkıştırılacak. Şöyle dedi Org. Başbuğ:
"Türkiye'de bir şey var. İlla, 'Birisi Türkiye'ye geldiği zaman Türkiye'den bir şey ister.' Niçin böyle görüyoruz? Türkiye illa bir şey istenecek bir ülke midir? Bunu silelim artık. Türkiye gerçekten büyük bir ülke. Büyüklüğümüzün biz farkında değiliz. Türkiye sadece bir şey istemek için gelinen bir ülke değil. Çeşitli konularda 'Türkiye ne düşünür, olayları nasıl değerlendiriyor, ayrıca Türkiye bu konulara ne gibi katkılarda bulunabilir...' Bunların arandığı bir ülke Türkiye."
Başbuğ'un bu sözleri bizde sivil otoritenin çeşitli tarihlerdeki çıkışlarını çağrıştırdı. Örneğin Cumhurbaşkanı Gül'ün hemen her konuşmasına sıkıştırdığı vurguları:
* "Hiçbir karşılık beklemeden aç insanlara, dünyanın en zor şartlarında yaşayan insanlara yardım yapan bir ülkeyiz. Bunu ancak büyük ülkeler yapabilir."
* "Türkiye büyük bir ülke. Türkiye'nin büyüklüğünü herkesin bilmesi, tanıması gerekir."

Özgüvene sahip olmak
Başbakan Erdoğan'dan da aynı konuda birkaç örnek hatırlatalım:
* "Türkiye'nin sorunlarının pek çoğu özgüven eksikliğinden kaynaklanıyordu. Türkiye iç ve dış sorunlarını çözmede artık o psikolojik etkiyi aştı."
* "Tüm dünya bilmelidir ki, Türkiye sıradan bir ülke değildir. Türkiye özgüveni yüksek, saygınlığı yüksek bir ülkedir."
* "Türkiye, 'Başkaları ne der' diye düşünen değil, 'Türkiye ne der' sorusunu tüm dünyanın zihninde var eden bir ülkedir."
* "Türkiye büyük bir ülkedir, güçlü bir ülkedir. Muhteşem bir mazisi, muhteşem bir birikimi ve iyi bir kültürel donanımı vardır."
Ve dört gün önceki konuşması:
* "Özgüven bu ülkenin, bu milletin en önemli meselesidir. Özgüveni yaralı toplumlar tarihin akışına tabi olurlar ve tarihi roller alamazlar. İster harici nedenler olsun, ister kendi kendine yaptığı kötülükler yüzünden olsun, özgüveni yaralanmış olan toplumlar içlerine kapanırlar. Oysa özgüven, özümüze güvenmemizdir. Yüreğimize, kalbimize, insanımıza, yönetme kabiliyetimize güvenmemizdir."
Ve AK Parti'nin son yerel seçimlerdeki sloganı: "Sen Türkiye'sin, büyük düşün."
Org. Başbuğ'un "Türkiye gerçekten büyük bir ülke. Türkiye sadece bir şey istemek için gelinen bir ülke değil. 'Türkiye ne düşünür, olayları nasıl değerlendiriyor, ayrıca Türkiye bu konulara ne gibi katkılarda bulunabilir...' Bunların arandığı bir ülke Türkiye" saptamasını işte bu zeminde değerlendirmek ve yerli yerine oturtmak gerekiyor.
Türkiye-Suriye ortak tatbikatına İsrail'in tepkisiyle ilgili soruya verdiği yanıtı da: "Bizi ilgilendirmez!"
Alt alta sıraladığımız tüm bu örneklerin tek anlam taşıyor: Devletin zirvesinde "Vizyon birliği" var. Çankaya, Hükümet ve Genelkurmay, tüm platformlarda, tüm yabancı muhataplarına karşı Türkiye'nin gücünü hissettiriyorlar.
Zaten önce bölgesel, sonra da küresel oyuncu olmak hedefine giden yol da büyük düşünmekten, gücünü bilmekten ve kabul ettirmekten geçiyor.
ERDAL ŞAFAK

Başbuğ’a çoktan seçmeli sorular

Akredite olamayan bir gazetede yazdığım için Başbuğ’un basın toplantısına davet edilmedim. Halbuki okurlarımın pek çok merak ettiği konu vardı. Ben de kendi kendime gelin güvey oluyor, sorularımı buradan, kolaylık olsun diye de çoktan seçmeli cevap seçenekleriyle birlikte sunuyorum. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.

SORULAR

1. ve 2. soruyu aşağıdaki paragrafa göre cevaplayınız.

Ben vatani görevimizi yapan bir askerim. Geçen gün silahlık nöbeti tutan bir arkadaşımız sayımda hücum yeleği eksik çıktığı için mahkemeye verilip hapis cezası almıştı. Yine başka bir arkadaşımız kule nöbetinde tüfeğini düşürmüş, şarjör çıkınca bir mermi kaybetmiş. O da mahkemeye verilip hapis cezası almıştı. Bir mermi ve bir yelek için bu kadar sıkı çalışan askerî hukuk sistemi yeraltından çıkan cephanelikler için neden bu kadar gevşek davranıyor?

Soru 1: Yukarda dile getirilen askerlik muhabbetinden aşağıdaki sonuçlardan hangisine ulaşılamaz?

a) Yelekler, el bombalarından ve LAW silahlarından daha değerlidir.

b) Askerî mahkemeler daha çok er ve erbaşların disiplinsizlikleri ile meşguldür.

c) Vatan toprağı kutsaldır, içinden çıkan cephaneler de kaderine terk edilemeyeceğinin mucizevi bir göstergesidir.

d) Ağaç yaş iken, asker er iken eğilir.

Soru 2: Toprak altından çıkan cephaneliklerin TSK ile ilgili olmadığı söyleniyor. O halde bu cephaneliklerin toprak altında olmasının en mantıklı açıklaması aşağıdakilerden hangisidir?

a) Bu silahlar tarihî eserdir. Topraklarımızda binlerce yıl önce yaşamış ileri medeniyetlerden (uzaylılar da olabilir) kalmıştırlar. Bu nedenle kazılar polis tarafından değil arkeologlar tarafından yapılmalıdır.

b) Gömüler yeni zirai kalkınma planı çerçevesinde uygulanan ileri teknoloji ve gizli bir gübreleme deneyidir.

c) Erke dönergeci tasarımcıları tarafından yapılan bir deneyidir. Silah harcamalarının azalması için mühimmatın toprakta yetiştirilmesine çalışılmaktadır.

d) Hepsi

***

3, 4 ve 5. soruları aşağıdaki paragrafa göre cevaplayınız.

“Türkiye’de, 21. yüzyılın 10. senesinde bir 27 Nisan gecesi saat 23.30’da Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde hükümete muhtıra verildi ve seçilmiş hükümet askerî darbe ile tehdit edildi.”

Soru 3: Bu tür muhtıralara, Türkiye’nin dışında aşağıdaki hangi ülkelerde rastlanması muhtemeldir?

a) Pakistan

b) Fiji

c) Mynmar

d) Sudan

e) Hepsi

Soru 4: Muhtıranın 21. yüzyılda verilmiş olması nedeniyle, bu yapılanın hangi yönü yüzyılın gerekleriyle birebir örtüşmektedir?

a) Geceyarısı verilmiş olması

b) Son yüzyılın icadı İnternetin kullanılmış olması

c) Muhtıra için nisanın seçilmiş olması

d) Muhtıra verilmiş olması

e) Türkiye’de olması

Soru 5: Aynı tarihlerde, Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı sitesinden de benzer bir muhtıra verilmiş olsaydı, muhtırayı verenler
bugün hangi konumda olurdu?

a) Emekliliği gelen emekli olur, atanması gereken atanır, genelkurmay başkanı olurdu.

b) Hiç bir şey olmamış gibi ortalıkta dolaşırlardı.

c) Hükümet kendine çeki düzen verirdi.

d) Erken seçime gidilirdi.

e) Emri veren kumandandan bilgisayarın ‘enter’ tuşuna basan askere kadar bu emir komuta zincirinde bulunan herkes hapishanede duruşma günlerinin gelmesini bekliyor olurdu.

Sivilay Genç

Orgeneral Başbuğ Taraf’a akreditedir

Bizim askerlerin garip huyları var.

Komşuya kızar gibi kızıp gazetecilere “biz sizinle görüşmüyoruz, bize gelmeyin” diyorlar.

“Gelmeyin” dedikleri yer Türkiye Cumhuriyeti Devleti Genelkurmay Başkanlığı.

Adına bakılırsa “kamu alanı” ama bizim generallere bakılırsa “özel” arazi.

Bir basın toplantısına “küstükleri” gazetecileri çağırmama hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar.

Bizim ordunun “aristokrat” bir geleneği yok, anladığım kadarıyla akademilerinde de öyle edebiyat klasikleri falan okumuyorlar.

O yüzden de böyle mahallevari davranışlar çıkıyor ortaya.

Şunu açıkça söyleyeyim, Taraf Gazetesi davet edilse bile böyle bir basın toplantısına “genel yayın müdürü” düzeyinde katılmaz.

Böyle toplantılara “savunma muhabirleri” gider, fazla fazla Ankara temsilcileri belki.

Genel yayın müdürlerinin orada işi ne?

Ama şunu da söyleyeyim, Orgeneral Başbuğ Taraf’a gelmek isterse biz kapımızı ona kapamayız, vakti varsa İbo’nun harika yemeklerinden ikram ederiz, vakti yoksa Perihan’ın ya da Nuri’nin lezzetli çaylarından içer, İstanbul’un harikulade siluetini seyreder.

Kendisinin “akreditasyonunu” iptal etmedik yani.

Üstelik bizimkisi gerçekten “özel” arazi olduğu halde.

Orgeneral Başbuğ’un basın toplantısını televizyondan izledik.

Katılanlardan bazılarını azarladı.

Sorulan sorulardan bazılarına cevap vermedi, bazı da sorulmayan sorulara cevap verdi.

Biraz garip bir basın toplantısıydı.

Böyle kalabalık toplantılarda bazen sertleşerek, bazen şakalaşarak konuları gözden kaçırmayı başarıyorlar.

Örneğin “karşı taraf” gibi tuhaf bir laf söylediğinde Genelkurmay Başkanı, “karşı taraf kim” sorusunu bir şakayla geçiştirebiliyor.

Halbuki önemli bir laf bu.

Genelkurmay, bu ülkenin insanlarından bazılarını “karşı taraf” olarak görüyor.

Dünyanın bütün genelkurmayları için bir tek “karşı taraf” vardır, o da “düşmandır”, onun dışında “karşı taraf” olmaz.

Zaten bizim ülkeyi şirazesinden çıkaran nedenlerden biri Genelkurmay’ın aklındaki bu “karşı taraf” fikri.

Dikkatini dışardan ziyade içeriye çeviriyor bu yüzden.

Böyle bir hata ise ordunun “askerî” yeteneklerini azaltır, politik yeteneklerini keskinleştirir.

Ordu politize oldukça askerliği eksilir.

Tehlikeli bir iştir.

1971’de darbe yapan ordunun 1974’teki Kıbrıs savaşında gösterdiği performansı ciddi biçimde inceleyen biri, bu “tehlikeyi” bütün çıplaklığıyla görür.

Darbede başarılıydılar ama savaşta başarılı olamadılar, kendi gemisini yedi saat boyunca bombalayan belki de yeryüzündeki tek ordu olarak geçtiler savaş tarihine.

Bu nedenle, “içerdeki” karşı tarafla değil dışardaki “karşı tarafla” ilgilenmeleri meslekleri açısından gereklidir.

Benim gördüğüm kadarıyla Orgeneral Başbuğ bu kurala gene uymadı.

Ergenekon çetesiyle ilgili davada, “gizli tanıklardan ve itirafçılardan” yakındı.

Üstelik de “hukuk devletiyiz, yargıya karışamayız” diyerek yaptı bunu.

Ergenekon iddianamesini çürütmeye çalıştı.

Darbeyle ilgili sorulardan kıvrak manevralarla sıyrıldı.

Toprak altından çıkan cephaneliklerle ilgili “topraktan silah fışkırıyor” diyen Mehmet Ali Birand’a ise “fışkırma” kelimesinin yanlış olduğunu söyledi, “fışkırıyor” diyebilmek için topraktan daha ne kadar cephane çıkarılması gerektiğini doğrusu ben anlayamadım.

Her gül fidanının dibine bir Kalaşnikof ekilmesini mi bekleyeceğiz “fışkırıyor” demek için?

Bulunan “silahların” orduya ait olmadığını söyleyip, ele geçirilen “mühimmatın” polise de ait olabileceğini ima etti.

Mühimmatın üzerinde “kafile numarası” varmış, nerelere gönderildikleri bu numaralardan anlaşılırmış, peki, Poyrazköy’de bulunan “mühimmatın” kafile numarası onların nereye gönderilmiş olduğunu gösteriyor?

Daha önce bulunan mühimmatlar hangi birliklerin envanterinde kayıtlı?

Bunları açıklamadı.

“Orduya ait hiçbir silah yoktur” dedi ama evinde bir cephanelik ele geçirildikten sonra askerî mahkeme tarafından “karargâhtan silah çıkarmaktan” suçlu bulunan subayın durumuna da değinmedi.

Silahlar ve mühimmat orduya ait değilse o subay niye mahkûm oldu?

Söyledikleri arasında benim görebildiğim en somut söz, Bedrettin Dalan’a verdiği cevaptı.

Dalan, kendi arazisinde cephanelik bulununca, “oraya siviller giremez, oraya giren sivil ölü çıkar, biz de giremiyoruz” demişti.

Orgeneral Başbuğ, “oraya siviller girebilir, isterlerse oraya bina bile yapabilirler” dedi.

Dalan’ın yalan söylediğini açıkça ortaya koydu.

Sadece Dalan’ı değil, Dalan’ı savunmak için parçalanan medyayı da iyice zorladı.

Ben genelkurmay başkanlarının bu kadar “askerî” toplantılar yapmasının pek demokrasiyle ve hukukla uyuşmadığını düşünüyorum doğrusu.

Bizim ordu biraz normalleşse artık, sakinleşse, politikayla, hukukla uğraşmayı bırakıp askerlikle uğraşsa, herkes için daha iyi sonuç verecek.

İyi bir ordumuz...

İyi de bir demokrasimiz olacak.

Doğrusu bu ya, ikisine de ihtiyacımız var.

Ahmet Altan

Türkiye'nin “öteki”ne ve “düşman”a ihtiyacı yoktur!

Varlığını ve meşruiyetini bir "düşman"a, "öteki"ne ve "karşıtlar"ına dayandırmış olanların sürekli başkalarının davranış ve emellerine göre kendilerini konumlandırmaya yönelmiş oldukları dikkatten kaçmıyor. Bu durum hem birey düzeyinde, hem toplumsal düzeyde, hem de millet ve devlet düzeyinde kendisini ele veriyor. Hatta bunun boyutu zaman zaman öyle bir aşamaya varıyor ki "öteki" algılaması ve buna karşı konumlanma bir tür paranoyaya dönüşüyor.

Mesela İsrail'in ta kurulduğu tarihten bu yana bölgede yürüttüğü politikalara bakıldığında Filistinlilere karşı takındığı tutumun açıkça "öteki"ne veya "düşman"a karşı izlenen siyasaların paranoya halinin bir ürünü olduğunu görmek zor değil. Süreklilik kazanan bu ilişki ve bakışta İsrail'in "düşmansız" varolması mümkün mü sorusu öne çıkıyor. Gerçekten de olağanüstülüklerin normalleşmesi, daha doğrusu olağan hale gelmesi ile "düş man"a karşı konumlanma halinin normal bir durummuş gibi algılanmaya başlanması hali "düşman" veya "öteki" olmaksızın var olunamayacağı, bu çerçevede oluşturulmuş her türlü yapı ve zihniyetin anlamsız hale geleceği şeklinde ciddi bir realite belirmektedir.

Bu durumun en somut olarak ortaya çıktığı ortamlardan biri de Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte bu dönemdeki organizasyonların ve buna göre oluşmuş zihniyetlerin meşruiyet zeminini kaybetmeleriyle yaşanmıştır. Hatırlayalım Soğuk Savaş'ın en önemli özelliği Batı dünyası için Sovyetler Birliği'nin, Sovyet dünyası için de Batı dünyasının "düşman", "öteki" ve "karşıt" olarak algılanması ve bunlardan gelecek her türlü tehdit ve saldırılara karşı her düzeyde tedbirlerin alınmasıydı. Bunca silahlanma, nükleer silah üretimi, akıl almaz projeler, teknolojik yarış ve benzeri durumların temelinde "düşman" veya "karşıtlar"la ilgili algı yatmaktaydı. NATO ittifakı içindeki ülkelerde sürekli olarak Sovyetler'den gelecek saldırı ihtimali tekrarlanıp dururken karşıt tarafta da Batı/Kapitalist dünyadan gelecek tehditlere karşı tedbirler alınmaktaydı.

Bunun en çarpıcı örneklerinden bir diğerini Arnavutluk uygulamasında görmek mümkün. Arnavutluk'ta "düşman" algısı öylesine abartılmıştı ki Enver Hoca döneminde ülkenin her yerinde beton korungalar inşa edilmiş, sürekli bir düşman korkusu yaratılarak ülkenin dış dünya ile ilişkileri minimize edilmiş ve komşuların ülkeyi işgal etmek için çalıştıkları paranoyası canlı tutulmuştur.

Bu politikanın sağlıklı bir gelişmeye hizmet etmediği ve bir arada barış içinde yaşamayı imkansızlaştıran bir nitelik kazandığı açıktır.

Soğuk Savaş döneminin "düşman" ve "öteki"ne dayalı bu irrasyonel politikasının Türkiye'yi de yakından etkilemiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. O yıllarda sürekli komünist saldırısı beklenir ve temel politikalar buna göre oluşturularak "düşman" algısı sürekli canlı tutulmaya gayret edilirdi. Bunun bir sonucu olarak da Türkiye nerede ise bütün komşularıyla sorunlu bir ortamda bulunuyordu. O günün şartlarında bunu haklılaştıracak argümanlar bulmak veya üretmek de zor değildi. Çünkü Doğu ve Batı blokların buluşma noktasında yer alan Türkiye için Sovyet tehlikesi diğer Batı ülkelerinden daha fazla idi. Komşulardan iyi ilişki içinde bulunduğumuz ülke nerede ise yok gibiydi. CENTO ve arkasından RCD bünyesinde belli ilişkiler geliştirmiş olduğumuz ülkelerle ilişkiler de süreklilik kazanmamıştır. Mesela İran ile RCD çerçevesindeki iyi ilişkiler Şahlık rejiminin sona ermesiyle ortadan kalkmış ve gerginleşmiştir.

Neticede Soğuk Savaş sonrasında yeni şartlar çerçevesinde ilişkileri tesis etmek, eski "düşman"lıkları bir kenara itip dostluk temelinde ilişkiler geliştirmek kolay olmamıştır. Zira olağanlaşan gerginlik ve "düşman" tahayyülüne dayalı ilişkilerin ötesine geçmek öncelikle bir zihniyet değişimini gerektirmiştir.

Bugün Türkiye geçmişteki bu "irrasyonel" ve olağanüstü şartların ürünü ilişkileri bir noktaya kadar sona erdirmiş ve yeni dönemin şartlarına uygun yeni ilişkiler tesis etme yolunda önemli adımlar atmıştır. Şu anda "düşman" temelinde ilişkilerin sürdüğü komşularımız, Ermenistan dışında, kalmamıştır. Ermenistan ile ilişkilerimizin, diğer komşularımızla olduğu gibi dostluk temelinde inşa edilmesine yönelik olarak ciddi çabaların gündemde olduğu şu sıralarda ilginç tartışmalara şahit olmaktayız. Ermenistan ile ilişkilerin "düşman" tahayyülü temelinde sürmesi gerektiğini savunanların tezlerine bakıldığında insan ister istemez Soğuk Savaş yıllarının şartlarına ve zihin dünyasına geri gidiyor. Bu ilişkilerin normalleşmesi ve rasyonel bir temelde yeniden inşa edilmesi Türkiye'nin yeni dönemdeki misyonu ve bölgesel etkinliği açısından da zorunlu bir durumdur. Türkiye kendi varoluşunu hiçbir biçimde bir "düşman"ın varlığıyla izah edemez. Buna ne ihtiyacı var ne de böyle bir şeyi meşruiyeti için kullanması söz konusudur. Varoluşunu "düşman"a veya "öteki"ne dayandırmaya çalışanlar kendi varlığını anlamlandırmada ve meşrulaştırmada zorlananlardır.

Davut Dursun

“Dünkü Fotoğraf”a dair…

Önce Diyarbakır-Bingöl karayolunda “mayın faciası” yaşandı; teröristler zırhlı aracın geçişi esnasında uzaktan kumanda ettikleri mayınları patlattılar, ikisi uzman çavuş yedisi er dokuz askerimiz şehit oldu.

Ardından Bilkent Üniversitesi'nde derse girmek üzere olan eski bakanlardan Hikmet Sami Türk'e -kendisini öğrenci gibi gösteren- bir eylemci üzerindeki bombalı düzeneği patlatmak isteyerek saldırı girişiminde bulundu.

Türk kurtuldu; saldırgan etkisiz hale getirildi.

Peşinden, Bilkent Üniversitesi'nde bir “canlı bomba” daha ele geçti.

Şemdinli'de ise operasyondan dönen askeri birliğe teröristlerin ateş açması sonucu bir erimiz şehit düştü.

*

Dün birbiri peşine gelen bu “alacakaranlık kuşağı” eylemleri bizlere acı dolu saatler yaşattı.

“Son dönemde iyice köşeye sıkışanlar cephesi” terör örgütü eliyle 29 Nisan'da bir “Kara Çarşamba” fotoğrafı çekmek istedi.

Bütün bu eylemlerin zamanlaması dikkat çekiciydi…

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un basın mensuplarıyla “iletişim toplantısı” düzenlediği gün…

Peş peşe kanlı saldırılar ve Türkiye'ye kabus yaşatmak isteyen bir “suikast girişimi” gerçekleştirildi.

*

Dünkü fotoğrafa son iki haftayı hatırlayarak bakalım.

En başta Ergenekon Soruşturması; her geçen gün biraz daha boyutlanıyor.

On ikinci şok dalga, Ergenekon'da önemli bir aşama idi.

Ardından, Bedrettin Dalan'a ait vakfın arazisinden cephanelik çıkmış olması hayli kritik bir gelişmeydi.

Poyrazköy'deki araziden çıkarılan cephaneliğin “Ergenekon savcılarına yönelik saldırıda kullanılmak üzere toprağa gömüldüğü” anlaşıldı.

*

Başka ne oldu?

PKK'nın şehir eylemlerini yürüten organizasyonu tasfiye etmek üzere seri operasyonlar düzenlendi.

Terör örgütünün tasfiye sürecinde büyük şehirlerdeki bu operasyonlar hayati önem arz ediyor.

Hafta başında İstanbul'da PKK antetli “Devrimci Karargah” örgütüne yönelik olarak 60 noktada operasyon yapıldı.

Örgütün Bostancı'daki evinde öldürülen Orhan Yılmazkaya'nın Kuzey Irak'taki PKK kamplarında çekilmiş fotoğrafları dünkü gazetelerin ilk sayfalarında yer aldı.

PKK'nın taşeron örgütü olan Devrimci Karargah yapılanmasının Başbakan Erdoğan'a, Genelkurmay Başkanı

Başbuğ'a, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya'ya ve eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'e suikast planladığına dair bir haber vardı, dünkü Sabah'ta…

Ayrıca, Emniyet Genel Müdürlüğü “PKK'lı üç canlı bombanın büyük şehirlere yollandığından” söz ediyordu.

Neticede dünkü hadiseler yaşandı.

*

Devrimci Karargah örgütünün “yazar” kamuflajlı liderinin öldürüldüğü operasyonun asıl mahiyeti neredeyse es geçildi.

Bu taşeron terör örgütünün Ergenekon ahtapotunun kollarından biri olarak istihdam edildiği gerçeğini görmek istemeyenler “dünün fotoğrafı”na çok dikkatlice bir daha bakmak bakmalılar…

PKK'nın “Ergenekon yapılanmasının en kanlı kolu” olduğu hususunu görmezden gelerek, yok sayarak, inkar ederek son günlerdeki gelişmeleri algılayabilmek mümkün değildir.

*

Son eylemler, PKK'nın tasfiye sürecinde son aşamaya gelinmiş olmasına ve Ergenekon soruşturmasının giderek boyutlanmasına karşılık “çaresizlik içindeki bir mukavemeti” ifade ediyor.

Son eylemlerle “Biz hala ayaktayız” mesajı verip “tükeniş” resimlerini gizlemeye çabalıyorlar.

Bu çırpınışların “tasfiye” sürecini geriletmesi mümkün değildir…

Ergenekon Ahtapotu'nun farklı adlar altında faaliyet gösteren ve kanlı eylemlerden/provokasyonlardan fal tutan bütün terör kolları için çember iyice daralıyor.

Tamer Durmaz

29 Nisan 2009 Çarşamba

"Helalleşmek"

"Helalleşmek" İslam kültürünün bir kavramı. Ahiret inancı, orada verilecek hesap kaygısı, buradan oraya, bir "kul hakkı" yüküyle gitmemeyi öğütler insanlara. Bir karıncayı incitmişseniz, bir hayvanı dövmüşseniz, ağır yük yüklemişseniz bile, bunun İslam inancına göre bir hesabı olduğunu bilmelisiniz. Bir insanın ayağına basmak, canını incitmek de öyle. Bu noktada, Müslüman - Gayrimüslim ayrımı da yok.

Acaba bu kavramı, Türk - Ermeni ilişkisinde kullanabilir miyiz?

Markar Esayan, Taraf'taki yazısında Hrant Dink'in "Soykırım iddiaları bırakın ABD'yi, Mars'ta bile kabul görse, Ermeni ve Türkler'in birbiriyle helalleşmeden iyileşmeleri imkansız" dediğini yazıyor. Ve Hrant Dink'i "hayatını iki halkın kardeşliğine adamış ve bu yolda atılan tüm olumlu adımların zeminini hayatı pahasına döşemiş olan büyük insan" diye tanıtıyor. (Taraf, 27 nisan 2009)

Dink'i, daha önceki bir yazımda, Türkler'in duygularını anlama noktasında ve çözüm arayışında bir çok Türk'ten daha insaflı bulduğumu yazdım. Hatta düşünüyorum ki, onun öldüğü günlerde "Hepimiz Hrant'ız" pankartı taşıyanların büyük kısmı bu duyarlılığı taşıyan Hrant Dink'ten çok uzaklardaydı.

"Helalleşmek" iki taraflı bir eylem. İki taraf da, birbirinin hukukunu çiğnemiş olduğunu var sayar ve, bu hukuk yüküyle ebedi aleme göç etmek istemez.

Türk - Ermeni ilişkisinde böyle bir kritik durum var. Ermeniler, büyük acı (hadi onların ifadeleriyle söyleyelim, büyük felaket) yaşadıklarını söylüyorlar. El hak doğru, yaşanan büyük acı var.

Ama, Türkler ve Müslümanlar da, aynı süreçte büyük acı, hatta büyük felaket yaşadıklarına inanıyorlar. Tarihe baktığınızda bunu da görüyorsunuz.

Acılar arasında doz farkı var, acıya sebep olan güç farkı var, şu var bu var. Ama gerçek şu ki, iki acı var.

Peki sıkıntı nerede?

Ermenilerin acısına, dünyanın büyük güçlerinin sahip çıkmasında, ve bunu Türkiye'ye karşı kullanmalarında.

Bir şey daha:

Üç aşağı beş yukarı aynı dünya güçlerinin, tam da acıların yaşandığı dönemde, Ermenileri Türklere, - Müslümanlara karşı kullanmış olmaları.

Ve bir şey daha:

Bu "acı sayımı"nda, dünya ölçeğinde Türklerin - Müslümanların acısının yok sayılmasında...

Markar Esayan, Yeni Asya'dan H. Hüseyin Kemal'e verdiği 26. 12 2008 tarihli mülakatında "Düşünün, acımız ve kaybımız yok sayılıyor. Bu yüzden Ermeniler acıları yaşayamıyor, ölülerini gömemiyor. 93 yıldır Ermeniler konuşamıyor." dedikten sonra bir başka boyuta geçiyor ve şunları söylüyor:

"Ortada büyük bir acı var, bununla yüzleşemiyor, helâlleşemiyoruz. Topluca bütün acılarımız için bunu yapmalıyız. Hepimizin acıları değerli. ASALA'nın öldürdüğü insanlar, 1918'de Ruslarla gelip Ermeniler tarafından öldürülen Müslümanlar için üzülmeliyiz. Bunları topluca konuşabilmeliyiz yoksa geçmişin hayaletlerinden kurtulamayız."

Şunları da söylüyor Esayan: "Tarihteki acı olaylara bakıp kimse Türk halkına soykırımcı halk diyemez. Önemli olan Türk halkının Ermeni halkının acılarını paylaşması..."

Acı paylaşımı, evet.

Helalleşmek, evet.

Buna kimse itiraz edemez.

Dünya platformlarında yapılan bu değil.

Dünya platformlarında yapılan, sanki, Osmanlı'ya karşı, önce gayrimüslim, sonra Müslüman tebaa üzerinden yürütülen yok etme - sömürgeleştirme harekatının devamı...

Bu toprağın insanları, böyle bir yok etme operasyonunun acı hatıraları ile dolu...

Kendi acılarının görülmediği, aksine, "Osmanlı'yı yok etme"nin meşrulaştırıldığı bir tarih içinden geliyorlar...

Günümüzde Kıbrıs'ta Avrupa'nın Rumlar hesabına kol büktüğüne, Karabağ'da işlenen cinayetlerin göz ardı edildiğine, Filistin'de, İsrail'in vahşete denk silah kullanımının meşrulaştırıldığına tanık oluyorlar.

"Ermeni meselesi", bir acının idraki değil, böyle bir politikanın uzantısı olarak algılanıyor.

İçerdeki kimi aydınlarımızın tavrı, tam da bu kuşatmaya monte oluyor.

O yüzden Hrant Dink'in dilini bizimkilerden çok daha samimi bulduğumu önce de ifade ettim, şimdi de belirtmeyi gerekli görüyorum.

Bu işi, Amerika'nın, Avrupa'nın marifetleriyle kol bükerek değil, iki halkın tarihi dostluğunu, birlikte, yan yana, iç içe yaşama zaruretini dikkate alarak gündemde tutmak ve çözmek lazım.

"En kolay dövülen ülke Türkiye" deyip, içerden dışardan Türkiye'ye vurarak değil.

Ahmet Taşgetiren