14 Mart 2009 Cumartesi

iPod, Darwin ve dijital mümin

Önce şu gerçeğin altını kalın bir şekilde çizmek lazım; bilim ne derse desin, gelişmeler neyi gösterirse göstersin inançlı bir insan için evrendeki her şey gibi bilimi de yaratan tek ve mutlak bir yaratıcı vardır. Her şey onun kudreti ve ilmi dairesinde gerçekleşir.

Dolayısıyla bir Müslüman'ın herhangi bir bilimsel çalışmadan, gelişmeden rahatsız olması mümkün değildir. Ancak aynı Müslüman �bazılarının zannettiğinin aksine- saf ve cahil de olamaz. Bilimi inançsızlığa, teknolojiyi din ve dindar düşmanlığına karşı bir silah gibi kullanan sivrilerin de oyununa gelmez.

Söz konusu memleket Türkiye olunca bir kısım akademisyen kadrolular ve medya leşkerleri zannediyorlar ki; dinin ve dindarın bazı şeylerden ödü kopuyor ve bu nedenle 'sansür' denen -onların çok hoşlarına giden- kısıtlamayı dindarlar yapıyor.

Oysa gerçek bunun tam tersidir.

Daha açık ifade edeyim; bu memlekette kimse ne Darwin'den ne de onun artık tarihin çöp sepetine atılmış olan 'Türlerin Kökeni' adlı teorisinden çekinmektedir. Aksine bilimle uğraşan Müslümanlar için bir 'yitik' sayılanın peşine düşmek farzdır ve Darwin'in tüm teorilerini en dibine kadar araştırıp soruştururlar.

TÜBİTAK isimli kuruluşun kendi içindeki bir kapak mevzuunu sanki Müslüman -müminler- organize bir sansür girişiminde bulunmuş gibi lanse edip ortalığı ayağa kaldırmaya kalkanların bu gerçeği çok iyi bilmesi lazım. Yoksa bazılarının dediği gibi "İslam dini, ne evrenin altı günde yaratıldığı gibi özel detaylara iner ne de insanın diğer canlılardan daha üstün bir yaratık olarak dünyada bulunduğunun üstüne fazla basar." şeklinde cahilce çıkarsamalar da Kutsal Kitab'ını iyi bilen bir müminin dilinden ve kaleminden çıkmaz. İnsan "eşref-i mahlukat"tır.

Türkiye'deki sıkıntılarının birçoğunun temelinde bu 'inanç' meselesinin yattığını düşünmekteyim. Yıllardan beri toplumsal çatışma alanı olan 'türban-başörtüsü' geriliminin dahi temelinde bu mesele vardır. Yoksa ne örtünün siyasî simge oluşu ne de 'efendim türban ayrı, başörtüsü ayrı' geyikleri tartışmanın ana kaynağını işaret etmez.

İnanç meselesinin temeli de İslam dininin ve bilimin düşmanı olduğu cehaletten kaynaklanıyor ne yazık ki! Bugün dine ve dine dair her şeye karşı olan, alerji duyan kitlelerin temel problemi bilgisizliktir. Kendi din ve inançlarının temel kavramlarına hakim olamamaları ya da yalan, yanlış ve kulaktan dolma bilgilerle hareket etmeleridir.

Her fırsatta aile büyüklerinden birinin dindarlığından -genelde dedeleri müftü olur bu zümrenin!- dem vurarak kendilerinin dine karşı konumlandırılmasından duydukları rahatsızlığı ifade eden bazı kalem ve düşünürler zamanla kendi kendilerine tuhaf bir inanç sistematiği oluşturmuşlar. Ki bazı zamanlar bunu biz fanilerle paylaşırlar da... Misal şöyle yazabilirler: "Her akşam yatmadan önce kendi içimden dua eder, kalbimi temiz tutarım. Benim için inanç budur"...

Bilgisizlik dedik... Kendi halkını tanımayanların, kendi kültüründen habersiz yaşayanların öykündükleri toplum ve kültürlerin yanına konuşlanıp kendi toplumlarına dışarıdan bakmak gibi garip bir duruma düşmeleri bir yana, zaman zaman zevahiri kurtarmak adına içine girdikleri mizahî sahneler de aslında iç acıtan türdendir.

Hemen bir taze örnek ile meseleyi noktalayayım. Malum, bir süre önce öldürülen Çetin Emeç için her yıl mezarı başında anma töreni düzenlenir. Böyledir yani, her dinin, kültürün kendine has bir anma şekli ve geleneği vardır. Müslümanlar da ölülerinin mezarına gittiklerinde �hadi Yasin'i bilmiyorlar diyelim- en azından bir Fatiha okurlar. Zira Fatiha Sûresi merhuma ışık olur, ahirette azık olur. İş bu Çetin Emeç'i anan zümre, bir süre Fatiha okumak için imam gelmesini beklemiş.

Ne trajik bir durum değil mi? Bir Müslüman günde 17 kez (hadi vacip ve sünnetleri geçtik) kendisine okuması farz kılınan bir sureyi bilmiyor. Ve katılımcılardan biri cebinden bir iPod çıkarıp sûreyi oradan sesli olarak dinletiyor.

Ne kadar acı değil mi?

İnsanın ölüsüne okuyabileceği bir Allah kelamını dahi bilememesi... Kimse bana "İyi de nihayetinde Fatiha okunmuş, derdin nedir?" diye diklenmesin. Bu perişanlık devam ederse yakında namaz kılan, oruç tutan robot ile yepyeni bir dijital müminlik icat ederler onu da söyleyeyim!

M.Nedim Hazar

Zor günlerden geçiyor

Conrad Black'ın adını hatırlar mısınız? Bu sütunu sürekli izleyenlerdenseniz hatırlamanız lâzım. Bir değil (“Ne oldum dememeli...”, 19 Ocak 2007) tam iki (“Ne olacağım demeli...”, 20 Ocak 2007) Kulis yazmıştım kendisiyle ilgili...

Bu bir 'fikri takip' yazısı, bu yüzden de şimdi yazacağımı Türkiye ile ve güncel bir konuyla ilintilendirmeyiniz lütfen...

Conrad Black Kanadalı bir işadamıydı; gazete işine merak salıp 1970'li yıllarda Kanada ve ABD'de yüzlerce küçük yayın organını satın aldı. 1980 ve 1990'lar büyüme yılları oldu onun için; özellikle İngiltere'de etkili basın organlarını satın aldı ve kurduğu 'Hollinger Medya Grubu' ile dünya patronlar ligine girdi.

Kanada'da medyanın yüzde 60'ını elinde bulunduran Black, İngiltere'de Telegraph ve İsrail'de Jerusalem Post gazetelerini de portföyüne katarak, 2000'li yılların başında, 'dünyanın 3. büyük medya patronu' unvanını kazanmıştı bile...

İngiltere'yle ve Kraliyet Ailesi'yle arası o kadar yakındı ki, Kraliçe 2. Elizabeth, kendisini 'Lord Black of Crossharbour' adıyla Lordlar Kamarası'na üye olarak atadı; Conrad Black'ın bu unvanı kabul etmesi için Kanada vatandaşlığını bırakması gerekiyordu, o da bıraktı...

'Dünya seçkinler kulübü' sayılan bütün önemli kuruluşların içinde de yer alıyordu Conrad Black...

Hollinger'in yönetim kurulu bir ünlüler meşheriydi. Henry Kissinger, Margaret Thatcher, Richard Perle, büyükelçiler Richard Burt ve Robert Strauss... Herbiri ayda bir kez katılıp 25 bin doları cebe attıkları yönetim kurulunda Black'ın parlak fikirlerini dinlerlerdi. Fransa'nın eski cumhurbaşkanı Valéry Giscard d'Estaign, İsrail'in eski cumhurbaşkanı Chaim Herzog, NATO'nun eski genel sekreteri Lord Carrington, Fiat başkanı Gianni Angelli, Zbigniew Brzezinski, ünlü gazeteciler William Buckley ve George Will de...

Böylesine büyük bir medya baronu için düşünülemez sayılan âkıbet Conrad Black'ın başına geldi: Amerikan vergi yasalarına aykırı davrandığı için Hollinger Medya Grubu aleyhine açılan davalar sonucu hem sıfırı tüketti, hem de 6,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bir yıldır bir Florida Cezaevi'nde hapis yatıyor. Öğrenildiğine göre, bu bir yılı, diğer mahpusları eğiterek, okuyup yazarak ve her zaman içinde ukde kalmış piyano çalma arzusuna cevap vermek üzere müzik dersleri alarak değerlendiriyormuş...

Yanlış anlamamanız için buraya bir kez daha kaydedeyim: Olayı şimdi hatırlamamın sebebi hiçbir biçimde bizim ülkemizde meydana gelmekte olan gelişmeler değil; Conrad Black dün, yani 13 Mart 2009 günü, avukatlarının 'davanın yeniden görülmesi için' başvurduğu Yüksek Mahkeme'nin kararını bekliyordu.

Çoğuyla yolları geçmişte kesişmiş olmasına rağmen Yüksek Mahkeme yargıçlarının lehinde bir karara varması, hatta dilekçesini gündeme alması ihtimalini hayli zayıf görüyor davayı yakından takip edenler...

Hollinger hisse senetleri borsada işlem gören bir şirketti ve Black battığı zaman 6,1 milyar dolar da buharlaştı. Batışı getiren hisse senedi sahiplerinin şu basit sorusu oldu: “Hollinger'in değeri borsada dibe vururken Conrad Black'ın kendisi nasıl oluyor da daha zenginleşebiliyor?”

Kanada ve İngiltere'de sistem üzerine gitmekte yavaş davrandı, ancak bu tür suçlara karşı hassas ABD'de cezai takibat gecikmedi. Yargılayan mahkemenin jürisi Black'ı mahkum etmede tereddüt geçirmedi.

Bir hukukçu, “Black sonuna kadar 'Ben masumum' diye bağırıp çağıracağına, şirketlerinin kasasını kendi cebi görerek yaptığı usulsüzlükleri en baştan üstlense ve bedelini ödeyeceğini o zaman açıklasa bunların hiçbiri başına gelmeyebilirdi” görüşünde.

Eğer Yüksek Mahkeme beklendiği gibi bugün başvurusunu reddederse önünde başka bir seçenek yok Black'ın: 6,5 yıllık cezasının yüzde 85'ini cezaevinde geçirecek... Bu da 2013 yılına kadar içeride kalması demek...

Kocaman malikânelerinde ağırladığı dünya sosyetesi, ceplerine para koyduğu eski politikacı ve bürokratlar, 'seçkinler kulübü' sayılan örgütlerden dostları kendisini çoktan dışladılar; kimi yakın dostu “Onu şöyle böyle tanırdım zaten” diyerek araya mesafe koyuyor. Yanında çalışanların büyük bir bölümü batan şirketlerden alacaklarını kendisinden tahsil edebilmek için eski patronlarıyla davalı...

Kendisini sürekli “Dayan patron, kazanacağız” diye yanlışa sevkeden yönetici kademeden bazıları mahkemede aleyhine tanıklık etti.

“En sadık kişi, eşi Barbara Amiel çıktı; halbuki kendisini en çabuk terk edecek o görünüyordu” diyenler var. Barbara Amiel eşinin sahibi olduğu gazetelerde köşe yazıları yazıyor ve verdiği şaşaalı partileriyle tanınıyordu.

Bakalım kendisinden bir daha ne zaman bahsederim?

Taha Kıvanç (Fehmi Koru)

Kendi safsatasına Darwin bile inanmıyordu!

Bu yıl Darwin'in doğumunun 200. yıldönümü.
Demek ki Darvin'in teorisi hâlâ ispatlanamadı ki, hâlâ ona "Darvin Teorisi" diyoruz.

Darvin'in bir teori ortaya atmasında elbette bir sakınca yok, ama onun "Ateist versiyonu" bazı çevreler tarafından yaratılış aleyhine kullanılmaya devam ediyor. Darwin'in teorisi kullanılarak "Allah yok her şey kendi kendine olup bitiyor, evrimleşiyor vs." diyorlar.

Tanrıtanımazlar, 200 yıldır teori olarak duran, 200 yıldır bir türlü ispatlanamayan bir teoriyi kendi inançsızlıklarını ispat için kullanıyorlar.

Bunu da pozitif bilim adına yapıyorlar.

Bugün Biyoloji bilimi bu teori üzerine kuruludur.

Onları anlıyorum, eğer Darvin teorisi reddedilse mesela biyoloji bilimi de çökecek.

Bu yüzden ispatlanmamış bir teori ispatlanmış gibi kabul ediliyor. Sadece kabul edilmekle kalmayıp insanların ona adeta bir tür dini inançmış gibi iman etmeleri isteniyor.

Her bir varlık üzerindeki "birlik mührü"nü Darwinistler her şeyin birbirinden evrim yoluyla tekamül ettiğine yoruyorlar.

Biz, Allah'a inananlar gördüğümüz her bir varlıktaki benzerlikleri "hepsi bir sanatkarın sanatının eseridir" derken, onlar, ateist Darwinistler "hepsi birbirinden türemiştir" diyorlar.

İnsan dahil canlı cansız her varlığı kör bir tesadüfün eseri olarak görüyorlar. Ama tesadüfün nasıl olup da mükemmel sistemler kurduğunu izah edemiyorlar!

İşte bu noktada Darwin'in teorisine dört elle sarılıp, bütün pozitif bilimleri bu teori çerçevesinde dizayn etmeye, bunları okul kitaplarına sokup bir Allah'a inanan insanlar yerine kör tesadüflere inanan ateistler, tanrıtanımazlar yetiştirmeye çalışıyorlar.

Allah inancının karşısına Darwin Teorisi'nin çıkarılmasının tek amacı bu. Yoksa bilimsellik çabası vs. tamamen masal.

Gerçi bu tesadüfler teorisinin Allah inancının karşısında dayanacak ciddi hiçbir iddiası olamaz, yok da. Fakat tamamen propaganda gücüyle ayakta tutuluyor.

Bundan dolayı da bu teori zamanla bir "Evrimci ideoloji"ye dönüştü ve taraftarları ancak propaganda ile yeni taraftarlar kazanmaya çalışıyorlar.

Oysa bilimin propaganda ile işi olmaz.

Pozitif bilimlerde bir teorinin kabul edilebilmesi için önce ispatlanması gerekir. Bu anlamda Evrimci yaklaşımlar pozitif bilimlerden de aslında büyük darbeler almıştır.

Belki Darwin bile böyle bir teori ortaya atarken, bu işin bir ideolojiye dönüştürüleceğini, tanrıtanımazlar tarafından Allah'ın yokluğunu ispat için kullanılabileceğini düşünmüyordu.

Bu yüzden olacak yazdığı Türlerin Kökeni isimli kitapta şu itirafı yapıyor:

"Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız arageçiş formuna rastlamıyoruz. Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde. Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz. Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil. Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır."

Ben, insan varlığının meydana gelişinin Darwin'in teorisindeki gibi olduğu kabul edilse bile, evrimle ortaya çıkan ilk insan varlığının cinsiyetinin ne olduğunun, insanın ne zaman ve nasıl ve hangi saiklerle "Erkek" ve "Kadın" olarak ayrıldığının, dahası erkek ve kadının gerek biyolojik gerekse duygusal olarak birbirine ihtiyacının nasıl ne zaman hangi ortamlarda geliştiğinin, hatta erkek cinsel organının, dişi cinsel organı ile bıraksın duygusallığı, sadece ve sadece şekil olarak bile nasıl bir uyum içinde olduğunun açıklanabileceğini sanmıyorum. Hiçbir yerde de bu türlü bir açıklamaya rastlamadım. Bilen varsa açıklasın!

Şairin "Küfre yaklaştıkça imanım artıyor" dediği gibi, bu Darwincilik konusu açılıp ispatı mümkün olmayan safsatalar ortaya döküldükçe Allah'a imanım artıyor!

Nuh Gönültaş

Tahran’da büyük düşünmek

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün iki günlük Tahran gezisi’nin ardından Ortadoğu’da olsun Kafkaslar’da olsun yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzun sinyalleri giderek belirginleşiyor.

İRAN – Gül, Tahran dönüşü aralarında bizim de bulunduğumuz bir grup gazeteciyle yaptığı sohbet esnasında; İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve İran’ın ‘bir numarası’ olan dinî lider veya ‘Rehber’ Ayetullah Ali Hamaney ile yaptığı görüşmeler ile ilgili bilgiler aktardı. Gül, İran Devrimi’nin 30’uncu yılının dolduğu bugünlerde İran’ın artık Amerika’yla ve dolayısıyla uluslararası camiayla ilişkilerini normalleştirme yollarını sorguladığı intibaını edindiğini söyledi. Bunun en somut göstergesi, belki her iki liderin de Gül’ün telkinlerini uzunca ve dikkatlice dinlemeleri ve Amerika’ya karşı yıllarca kullanılan sert dilin yerine Obama yönetiminden bekledikleri bazı adımları dillendirmelerinde yatıyor. Bu beklentilerin ne olduğunu ne Gül ne de heyetteki diğer yetkililer bizlerle paylaştı ama şüphesiz Amerika’ya ileteceklerdir. Yani her ne kadar ‘arabulucu’ sıfatını benimsemese dahi Türkiye, en azından taraflara satır arasında yatan mesajları getirip götürüyor. Bunu yaparken de yapıcı önerilerde bulunuyor. Gül’ün ifade ettiği gibi özellikle İran cephesinde Türkiye’nin telkinleri ve işaret ettiği tehlikeler bazı üst düzey İranlı yetkililer tarafından paylaşılıyor olmasına karşın yüksek sesle dile getirilmiyor. Bu anlamda, bunların Gül tarafından İranlı liderlere telaffuz ediliyor olması onları da rahatlatıyor, cesaretlendiriyor. İran’ın çok başlı iktidar yapısında belki de Amerika’yla ilişkilerin hangi şekilde rayına oturtulabileceği konusunda, Türkiye’nin de görüşleri en azından bir zihin jimnastiğini tetikliyordur. Ancak İran’daki dengeler o kadar karmaşık ki tek başına ne Hamaney ne de Ahmedinejad Amerika konusunda karar alma gücüne sahip. Zaten haziran ayında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde İran’dan önemli bir adım atılmasını beklemek pek gerçekçi olmaz. Bu arada İran’ın Irak ve Afganistan’da üstleneceği yapıcı rol buzların erimesine yardımcı olabilir ama nükleer programından taviz vermediği sürece bu çabaları havada kalır. Nükleer bomba yapma kapasitesine adım adım ilerleyen İran bu kozundan vazgeçebilir mi? Bu sorunun cevabı olarak Gül, BM Güvenlik Konseyi’nin 1991’de aldığı 687 nolu kararında yer alan Ortadoğu’nun nükleer ve kitle imha silahlarından arındırılmış bölge olması hedefini hatırlatıyor. Eğer İsrail’in güvenlik kaygıları giderilirse İsrail’in de nükleer silahlarından vazgeçebileceğini ima ediyor. Hedefler büyük hatta hayalci bile denilebilir. Türk dış siyasetindeki temel ve en olumlu değişiklik; tam da hayal gücüne, büyük düşünme kabiliyetine, ve stratejik bir vizyona AKP iktidarı ile birlikte kavuşmuş olmasında yatıyor. Ve Türkiye’de en üst düzey yetkililerin ifade ettiği gibi bu vizyon Obama yönetiminin getirdiği yeni bakış sayesinde ABD’nin vizyonuyla ve hedefleriyle önemli ölçüde örtüşüyor. Dolayısıyla Gül’ün ifade ettiği gibi Obama’nın Türkiye’ye geliyor olması hiç de şaşırtıcı sayılmamalı.

ERMENİSTAN – Yine İran gezisinde edindiğimiz izlenim, Ermenistan ile yürütülen görüşmelerde kritik bir eşiğe gelindiği yönünde. Teknik düzeydeki pürüzler aşılmış, iş artık her iki taraftaki siyasi iradeye dayanıyor. ABD’nin anlaşmanın Obama’nın ziyareti öncesinde olması için bastırdığı anlaşılıyor. Gül’ün Tahran’da Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile yaptığı görüşmenin olumlu geçtiğini göz önünde tutarsak, oradan bir engel çıkmayacağa benziyor. Tahminler, Ankara ve Erivan arasında diplomatik ilişkilerin kurulacağı ve sınırın da ‘sınırlı’ biçimde açılacağı yönünde. Sınır’ın tamamıyla açılması Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki sorunların çözülmesine bir şekilde endekslenecek gibi. Bazı görüştüğümüz yetkililer, Ali Babacan’ın 16 nisanda KEİB zirvesine katılmak üzere muhtemelen Erivan’a yapacağı ziyaret sırasında Ermenistan ile el sıkışabileceğini dillendiriyorlar. Umarız öyle olur.

IRAK KÜRDİSTANI – Abdullah Gül’ün 21 martta yapacağı Irak gezisi, Bölgesel Kürt Yönetimi’yle yeni bir sayfanın açılmasına vesile olabilir. Eğer gezi Bağdat ile sınırlı kalmaz ise Gül muhtemelen Basra, Necef ve Kerkük’ün yanı sıra, Erbil’e de gidecektir. Hâkim görüş artık TSK’nın da Irak’a bakış açısında önemli bir revizyona gittiği yönünde. Amerika sonrası Irak’ta İran’ın daha da artacak olan nüfusunu dengelemek Türkiye’ye kalıyor. Defalarca bu sütunda vurguladığımız gibi bunun en sağlam yolu, Iraklı Kürtlerle stratejik ve ekonomik işbirliğinde yatıyor. Güvenilir kaynaklardan edindiğimiz bilgiler Bölgesel Kürt Yönetimi’nin PKK’yı lojistik anlamda gittikçe sıkıştırdığı yönünde. İçerdeki sabotörler Ergenekon davası sayesinde sıkışmışken Kürt sorununun çözümü için tarihî diyebileceğimiz bir konjonktür oluşmuş durumda. Kalıcı çözüm, tüm sıraladığımız konularda olduğu gibi, siyasi iradeye kalmış.

Amberin Zaman

Özgürlükten anladıklarımız!

Özgürlüğü üç ayrı katmanda düşünebiliriz:
1) Hz. Ömer'in meşhur "Annelerin hür doğurduğu insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz!" sözünde ima edilen beşeri tabii durum. Buna göre her çocuk, annesinin karnından hür doğar. İnsanın özgürlüğünü elinden alan yegane faktör savaş esiri olmasıdır.

2) Kişi dinî hayatını yaşamak isterken, önüne birtakım engellerin çıkması hali. Bu engellerin ortadan kaldırılması bir özgürlük mücadelesi vermeyi gerektirir. İslam bilginlerinin cihadı, "İslam ile insan arasında engellerin ortadan kaldırılması cehdi" olarak tarif etmeleri bununla ilgilidir. Cihad bir özgürlük mücadelesidir. "Cihad" fiili savaş hali olabildiği gibi, entelektüel bir "ceht" de olabilir; nefsin insanı Allah'ın yolundan alıkoyması ancak "mücahede" yoluyla aşılabilir. Kur'an'daki bir hükmü ortaya çıkarmak için gösterilen ceht ve bunun sonucunda yapılan içtihat da bu çerçevede bir çabadır. "Cehd, mücahede, cihad ve içtihad" aynı köktendir. Bu varlığın, epistemolojinin, ruhun ve hayatın birliğini gösterir.

3) Üçüncü özgürlük katı, ruhun bedendeki hapishanesinden kurtulmasıdır. Bu, daha çok sufilerin, ariflerin itibar edip üzerinde durdukları özgürlük çeşididir.

Birey olmaya karar veren bir Müslüman şu üç soruya cevap bulmalı: a) "Başıboş bırakıldığını mı sanıyor?" (75/Kıyame, 36) İnsan yaratılmış, hayat kendisine bağışlanmış ise nasıl Allah'tan müstağni olabilir, kendi hayatının norm ve kurallarını kendisi tayin etmeye kalkışabilir? b) "İnsana her arzu etti şey mi var?" İnsan bedenini, tabiatı, bilgiyi, iktidarı temellük ediyor; fakat bu alanların tümünde mutlak iktidar Allah'ındır. c) Hz. Peygamber'in dilinden bir dua, "Rabbim, beni tek başıma bırakma. (21/Enbiya, 89)" İnsan tek başına kalamaz, ikincisi şeytan olur.

Liberal felsefede bireysel özgürlük, özgürlüklerin bireye indirgenmesi demektir ki, bu bakış açısından herhangi türden bir tercihte bulunmak mümkündür. Sadece bu kadar da değil, neyin özgürlük olup olmadığına da kendisi karar veriyor. Liberallere göre bireysel özgürlük, bireyin herhangi türden tercihte bulunma özgürlüğünde bulunması değil, bunun yanında ve asıl olan 'neyin özgürlük olduğuna veya olmadığı'na yine kendisinin karar vermesi, tercihlerini kendi kararlarına göre yapmasıdır. İslam bakış açısından sen herhangi bir tercihte bulunabilirsin; Allah sana bu özgürlüğü veriyor. Hıristiyanlığı, Yahudiliği, ateizmi seç; bu senin özgürlüğünü kullanmandır. Yanlışı, yani batılı seçme özgürlüğün vardır, ama bu seçim hakkın değildir; özgürlüğün kullanımıdır. İslam, başlangıç noktasında dini seçme özgürlüğünü tanımış, din seçiminden sonra hükümleriyle insanı yükümlü kılmıştır. Diğer yandan liberal felsefe özgürlük tanımını tekelleştirir, A'yı seçtiğin zaman özgürlük olur, B'yi seçtiğin zaman özgürlük olmaz diyor. Çünkü özgürlüğün tanımını kendisi yapıyor, içini kendisi dolduruyor.

Liberal bakış açısından, bireyin din seçme ve seçtiği din içinden de seçmelerde bulunma özgürlüğü vardır. Bu tartışılamaz. Dinî hükümlerin bir kısmını benimser; bir kısmını reddeder; bir kısmını benimser, ama gereklerini yerine getirmek istemeyebilir, bu onun özgürlüğüdür. İslamiyet bu özgürlüğü ve serbestliği tanımıyor. İslamiyet'i seçen hükümlerini de kabul eder: Artık onun için alkollü içki, zina, kumar, şans oyunları, faiz, bedenin teşhiri haramdır. Zira "Allah ve Resulü bir işe hükmetti mi artık mümin erkek ve mümin kadınlara bunlara aykırı seçme hakkı kalmamıştır." (33/Ahzab, 36) İnsan günahı göze alarak, yani dünyevi ve uhrevi cezalara katlanarak bu yasakları ihlal edebilir ancak. "Ben hem içki içerim, hem başımı açarım, hem de plaja giderim; beni kimse eleştiremez" dersen; bu liberal özgürlük tanımı açısından mümkündür ama İslam açısından mümkün değildir. Yine İslam bakış açısından meşru çerçevede dilediğin kadar zengin olabilirsin, ama servetini dilediğin gibi harcayamazsın. Liberalizme göre nasıl istersen öyle harca. Kısaca Müslümanlar ve liberaller özgürlükten aynı şeyi anlamaz.

Ali Bulaç

İtiraf edeyim, benim "Meclis'te mutlaka bir grup olarak bulunmaları gerekir" diye düşündüğüm Saadet bu değildi.

Saadet'in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Bekaroğlu'nun politik çıkışlarını anlamakta zorlanıyorum.
AK Parti muhalefetinden öte gitmeyen bir politika... Saadet bu mudur?

İtiraf edeyim, benim "Meclis'te mutlaka bir grup olarak bulunmaları gerekir" diye düşündüğüm Saadet bu değildi.

"AK Parti'ye asıl Saadet muhalefet etmeli" dediğimde, yapılmasını gerekli gördüğüm muhalefet de bu değildi.

Doğrusu ben, mesela "Doğan Grubu'nun muhalefetine eklemlenmiş bir Saadet muhalefeti"ni, bir misyonun ifası olarak görmüyorum.

Bekaroğlu'nun en son hamle (!)si, Ergenekon davasının seçimler öncesinde siyasi araç haline gelebileceği iddiası.

Mesela, Taksim Meydanı'nda yaptığı basın açıklaması şöyle:

"Yerel seçimlerde sıkışan AKP, öyle tahmin ediyorum ki, seçime birkaç gün kala 28 Şubat döneminin kudretli bazı simalarını ve bazı ünlü gazetecileri göz altına aldırtacak, bu hareketiyle seçimleri kurtarmaya çalışacaktır. Seçimlerden sonra ise gözaltına alınanlar bir şekilde Koşuyolu Hastanesi üzerinden GATA Hastanesi'ne geçip normal hayatlarına devam edeceklerdir. Yani Ergenekon soruşturması yerel seçimlere araç edilecektir."

Ardından Uğur Dündar'ın artık tetikçi niteliği ayan beyan olan haber bültenine çıkış ve "AK Parti'yi vurmak ya da Ergenekon davası üzerine gölge düşürmek için" ikram edilen ortamda aynı iddiaları tekrarlayış...

Bu mudur Saadet'in misyonu?

Saadet'in Ergenekon davasına bakışı bu mudur?

-Seçime birkaç gün kala 28 Şubat döneminin kudretli bazı simalarını ve bazı ünlü gazetecileri göz altına aldırtacak, bu hareketiyle seçimleri kurtarmaya çalışacaktır.

İmza: Bekaroğlu.

Ne demek bu?

-Savcılar iktidarın emriyle hareket ediyor, demek.

-Bugüne kadar yapılan gözaltılar, iktidarın inisiyatifinde oldu, demek.

-Gerçekte ortada suç ve suçlu yok, demek.

-Ve, savcılar sakın böyle bir şey yapmasın, demek.

Böyle bir söylem, Saadet'in hangi "Milli görüş" politikalarına uygun düşüyor?

Hangi sistem değişimini ya da onarımını öngörüyor?

Böyle bir söylemin, 28 Şubat veya Ergenekon cuntalarını takipten kurtarma niyeti taşıdığı iddia edilirse ne denecek?

Ve böyle bir söylem, gidip, taa Çağlayan Mitinginde Doğu Perincek'le yan yana duruşu hatırlatırsa ne olacak?

Bence Saadet, kendisine çok daha sağlıklı bir misyon oluşturmalı.

Numan Kurtulmuş'un liderliğinin, bir yerel yönetim kampanyasında harcanmasına gönlüm razı olmuyor. Bekaroğlu'nun aydın karakterinin de bir başkan adaylığı sürecinde harcanmasına...

Ahmet Taşgetiren

Atatürk'ün pasaportu var mıydı?

Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmadığını hep biliriz... Bu, büyük bir erdem olarak pazarlanmıştır: Kendisi hiçbir yere gitmeden herkesi ayağına getirmiş!
Herkes dedikleri, İran şahı ve İsveç kralı gibi "kıyıdan köşeden" adamlar, bir de İngiliz kralı Edward tabii... Yanında da Mrs Simpson... Ama o da aşkı uğruna kısa bir süre sonra tacı tahtı bırakacağından, bu gezinin bir yararı olmamış.
Olamazdı da... İngiliz kralı ya da kraliçesi "hüküm sürer ama idare etmez" ... Meclise izinsiz giremediği, seçimlerde oy kullanamadığı gibi, dış politikaya da karışamaz!
Bunun dışında kim gelmiş Türkiye'ye? Hitler mi, Stalin mi, Mussolini mi, Roosevelt mi, Hirohito mu? Hiçbiri.
Keşke İspanyol başkanları Alcala Zamora ya da Manuel Azana gelselerdi de, "asi generallere" karşı İspanyol Cumhuriyeti'ne sahip çıkma onuruna kavuşsaydık yahu...
Ama niçin geleceklerdi? Türkiye önemli bir ülke değildi ki, kendi kabuğuna çekilmiş, yaralarını sarmaya ve Batılılaşma girişimini temele indirmeye çalışan, "dünya sahnesinin önünden çekilmiş" bir ülkeydi... Her türlü Osmanlı mirasını da reddettiği için (borçların bir kısmı hariç!), "beni kendi halime bırakın, karışmayın, bulaşmayın" der gibiydi dünyaya...
Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmamış olması niçin büyük bir başarı olarak değerlendirilmiştir?
"Kendi kabuğuna çekilmek, kendi yağıyla kavrulmak" erdem sayıldığı için!
Bu da memur zihniyeti değilse, memur zihniyeti başka nasıl olur acaba?
Ve de Atatürk'ün bazı Anadolu kasabalarını dolaşmış olması niçin büyük birer olay gibi pazarlanmıştır? Hele İstanbul'a her gelişi niçin "tarihi gün" sayılmıştır?
Yani tasavvur edebiliyor musunuz, Hitler'in Stuttgart'a gelişi bayramı, Mussolini'nin Venedik gezisi şenlikleri, Stalin'in Odessa'yı ziyaretinin bilmemkaçıncı yıldönümü kutlamaları... Var mı böyle bir yağcılık?
Toplum o kadar "donuk", ulaşım o kadar yetersiz durumdaydı ki, bir yerden bir yere gitmek başlıbaşına heyecan verici, serüven gibi bir şeydi o dönemde...
Keşke bu gibi çarçur gezilerle övüneceğimize, "Atatürk'ün uçağa binip Atina'ya gitmesi ve eski düşmanlarını kucaklaması, Atatürk'ün Cenevre'de yaptığı ünlü Milletler Cemiyeti konuşması, Atatürk'ün tarihi Beyaz Saray ziyareti, Atatürk'ün meşhur Moskova gezisi, Atatürk'ün unutulmaz Paris barış görüşmeleri" gibi hatıralar kalsaydı... Ayıp mı olurdu, günah mı?
Belki o zaman cumhurbaşkanlarımızın ya da başbakanlarımızın dış gezileri de memurlarımıza ve memur ruhlularımıza küfür gibi gelmezdi!...
Atatürk hiç yurt dışına çıkmadı dedik, bu hem doğrudur hem yanlış...
Atatürk yurt dışına çıkmadı ama, Mustafa Kemal çıktı!
Libya'ya gitti çarpışmaya ama orası yurt dışı sayılmıyordu... Bunun dışında Sofya'ya, Berlin'e ve batı cephesine de gitti görevli olarak, Viyana üzerinden Karlsbad'a da gitti (Karlovy Vary) sağlık nedenleriyle...
Ama o zamanlar bir "imparatorluk subayıydı" ...
Hani şu nefret kustukları Osmanlı İmparatorluğu vardı ya, onun ordusunda subaydı.
1919 yılında ordudan istifa edene kadar bir Osmanlı subayıydı.
Hadi kim hayır diyecekse desin de alnını karışlayayım!

Engin Ardıç

Balbay'ın tutuklanma sebebi fikirleri değil ki!

Karşı karşıya gelmişliğim yoktur. İyi bir insan olabilir ama yazılarından kötülük akar. Hüneri dil cambazlığıdır; üç beş klişe lafa takla attırmaktır.
Ama tüm terbiyesizliğine rağmen Başbakan'a karşı onu savunmuştum.
"Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım olmayacak" demişti.
Başbakan Erdoğan da kızmıştı: "Bunu diyenin önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkması lazım. Git nerede kimi istiyorsan seç."
Ben de, ' Bekir Coşkun bizimdir' başlıklı bir yazıyla Başbakan'a karşı çıkmıştım. Beğenmediğimiz her fikre 'çek, git' demenin sonu yok çünkü. ( 22 Ağustos 2007 )
Daha önce de, Cumhuriyet gazetesi çizeri Musa Kart'a ve mizah dergisi Penguen'e dava açtığı için Başbakan'ı eleştirmiştim.
Niye böyle davrandım?
Çünkü basın ve ifade özgürlüğüne inanıyorsak; ' haber yazdı, yorum yaptı' diye susturulmaya çalışılan meslektaşlarımızı savunmalı ve destek olmalıyız.
Ve elbette bu savunmayı ve desteği kişiler değil ilkeler düzeyinde vermeliyiz.
Gelelim Balbay vakasına.
Bildiğiniz gibi Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay, geçenlerde tutuklandı.
Perşembe günü çeşitli yayın organlarında çalışan gazeteciler, Cumhuriyet'in İstanbul'daki merkezine giderek Balbay'a destek verdiler.
Gerekçeleri şöyleydi:
* "İfade özgürlüğü mağdurlarını desteklemek için buradayız."
* "Düşüncelerinden dolayı insanların hapse girmemesi için geldim."
* "Tutuklama basın özgürlüğüne karşı müthiş bir darbe."
İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü: 40 yılı aşkın süredir gazetecilik yapanlar, Balbay'a işte bu gerekçelerle destek veriyor.
Olayı bilmeyen bir yabancı, bu sözleri duyduğunda, "Bravo, ne güzel bir demokrasi savunusu" der.
Peki, gerçek bu mu?
Mustafa Balbay yazdığı bir makaleden ya da TV'de yaptığı bir yorumdan, eleştiriden dolayı mı tutuklandı?
Yani Balbay, demokratik hakkını kullandığı ve mesleğinin gereklerini yerine getirdiği için mi yargılanıyor?
Hayır! Alakası yok.
Balbay, Ergenekon Davası kapsamında tutuklandı. Darbecilere yardım ve yataklık etmekle suçlanıyor.
Türk Ceza Kanunu'nun 309'uncu maddesi uyarınca, ' Anayasal düzeni silahla değiştirmeye teşebbüs' suçlamasıyla yargılanacak.
Yani ' demokrasi açısından yüz kızartıcı' bir suçlamayla karşı karşıya.
Evet, yüz kızartıcı bir durum bu.
Çünkü Balbay'ın pek sevdiği birtakım silahlı bürokratlar, eğer darbe yapabilselerdi, ortada basın ve ifade özgürlüğü filan kalmayacaktı.
12 Eylül 1980 döneminde Cumhuriyet gazetesi nasıl darbecilerin bir telefonuyla kapatıldıysa, aynı facia, günümüzün bazı yayın organlarının başına da gelecekti.
Bir kere daha altını çizelim:
Aksini söyleyene kanmayın: Mustafa Balbay yazı ve yorumları nedeniyle tutuklu değil!
Balbay, tam da ' gazetecilik dışı kimi faaliyetleri' (kısaca: Ergenekonculuk ) yüzünden suçlanıyor.
İnşallah beraat eder.
Benim asıl merak ettiğim şu:
Balbay ile ilgili olarak, basın ve ifade özgürlüğünden dem vuranlar, bu basit ayrımı kavrayamayacak insanlar değil.
Hakikati bal gibi bilmelerine rağmen acaba olayı niye çarpıtıyorlar?
Niye 'ifade ve basın özgürlüğünü savunuyoruz' kisvesi altında ' Ergenekon dostluğu' yapıyorlar?
Dün 28 Şubat (1997) darbesine direnmiş olanlar, bugün niye kendilerini Ergenekon darbecilerine yakın görebiliyor?
Nasıl oluyor da oluyor?

Emre Aköz

Asker ve siyaset

ESKİ TBMM Başkanı Bülent Arınç ile Genelkurmay arasında bir tartışma yaşandı ve sanıyorum devam etmeyecek, etmemeli de.
Ama konu önemli... AKP’li Arınç, Ergenekon soruşturmasında telefon konuşmaları ortaya çıkan bazı generalleri hatırlatarak şunları söylemişti:
“Allah’a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa girmemiş. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar.”
Buna karşılık Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, “Söz konusu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili görüşleri bellidir. Önyargılı ve saptırıcı bu sözlerin üzerinde durmaya bile gerek yok” diyerek tepki gösterdi.
Arınç’ın eleştirisinin özünü haklı ama üslubunu yanlış buluyorum. Siyasete karışan askerleri, böyle örnekler gündeme geldiğinde eleştirmeli ama üsluba dikkat etmeliyiz. Orduların asli özelliği olan savunma gücü hakkında tereddütler yaratabilecek üsluplardan sakınmalıyız.

Müdahale neye yarar?
Evvela şunu hepimiz görmeliyiz: Ordu ne zaman siyasete müdahale etmişse daima “vatanı, cumhuriyeti korumak, kollamak” duygusuyla davranmıştır ama daima zararlı sonuçlar ortaya çıkmıştır!
Çünkü belirleyici olan, sübjektif niyetler değil, yapılan ‘iş’in yanlışlığıdır.
Müdahaleler daima siyasi çalkantılara, istikrarsızlıklara, toplumda büyük gerilimlere sebep oldu. Orduda da sarsıntılar yarattı, cuntalara, “zinde kuvvetler, genç subaylar” türü kışkırtmalara, askeri disiplinin bozulmasına da yol açtı.
Ergenekon iddianamesine de nihayet giren ünlü “Darbe Günlükleri” müdahale fikrinin ordu içinde ne kadar gerilim yarattığının taze bir kanıtıdır.
Bugün yaşamakta olduğumuz gerilimli tartışmalar da 28 Şubat müdahalesinin yol açtığı sarsıntılar olarak görülmelidir.
Arınç’ın tepkisini çeken telefon konuşmalarında, zamanın generallerinin cumhurbaşkanlığı seçimine nasıl müdahale ettiklerini, liderlere küfürlü sözler söylediklerini görüyoruz! Elbette eleştirilmeli...
Bağımsız olması gereken mahkemelere talimat verildiğini, Meclis’e baskı yapıldığını, provokatif “andıçlar” düzenlendiğini de artık bilmeyen kalmadı!

Ordunun eğilimi
Derin bir gelenektir; 1876’daki Hüseyin Avni Paşa darbesinden İttihatçılara, Halaskâr Zabitan’a, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’a, “Darbe Günlükleri”ne uzanan bir gelenek.
Atatürkçü tarihçi Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı Tarihi adlı dev eserinden öğreniyoruz ki, 1912’de Balkan devletlerinin Türkiye’ye saldırmasında onları cesaretlendiren en önemli etkenlerden biri “Türk ordusunun siyasete dalmış” olduğunu bilmeleriydi! Ordudan gelme Sadrazam Mahmut Şevket Paşa bile siyasetin ordudaki sarsıntılarını gideremeyecek, Bulgarlar İstanbul kapılarına dayanacaktı!
“Koruma kollama” gibi bir niyetle de olsa siyasete karışmak orduların savunma, savaşma gücünü mahveder!
Sadece böyle tarihi tecrübeler değil... Yakında yaşadığımız “Ayışığı” ve “Sarıkız” gibi girişimlerin yarattığı sorunlar da müdahale fikrinin zararlarını gösteriyor. Bu derslerle, orduda siyasete karışmama fikri bilhassa Org. Hilmi Özkök’ten itibaren gittikçe güçleniyor. Bugün hukuki soruşturmaların önünü Genelkurmay açıyor.
Bunu teşvik etmek ve orduyu ‘kurumsal onur’u savunma refleksiyle siyasi konulu açıklamalar yapmaya itecek tavırlardan sakınmak gerekir.

Taha Akyol

13 Mart 2009 Cuma

Darbecilik yargılanıyor

Dün 12 Mart'ın yıldönümüydü...
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu geliyor gözümün önüne... 146'dan yatan tutuklu arkadaşlarımı hatırlıyorum.

18-20 yaşlarında, üflesen uçacak, kuş kadar genç kızlar; ne topları ne tüfekleri, ne emirlerinde adamları var... Anayasal rejimi şiddet kullanarak değiştirmeye kalkışmaktan idamla yargılanıyorlar.

Topları, tüfekleri ve tümen tümen adamları olanlar anayasal rejimi yıkıp iktidarı ele geçirmiş, kendi işlediği suçu da bu kuş kadar kız çocuklarının üstüne yıkmış; onları 146'dan yargılıyor...

Ek iddianamenin 12 Mart'ın yıldönümüne rastlaması kaderin bir cilvesi olsa gerek...

Ben bu iddianameyi mahkeme salonlarında yarım yüzyıldır süren bir yanlış konuşlanmanın telafisi olarak görüyorum. Yassıada'dan bu yana, sanık sandalyesine oturması gerekenler yargıç ve savcı koltuklarında oturdular; onların iktidardan indirdiği meşru iktidar sahipleri ise sanık sandalyesinde...

Şükürler olsun ki, yarım yüzyıllık bir gecikmeyle herkes yerini buldu.

Türkiye tarihinde ilk defa, darbe ile devrilenler değil, darbeciler yargılanıyor. İki emekli orgeneral Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni (ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini) cebir ve şiddet kullanarak ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmekten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle mahkemeye çıkıyor.

Bu iddianame bizim siyasi tarihimize unutulmayacak bir an, bir dönüm noktası olarak kaydedilecek. Mahkeme sonucu ne olursa olsun, kimler hüküm giyerse giysin, kimler beraat ederse etsin; böyle bir iddianamenin yazılabilmiş olması yarım yüzyıldır demokrasimizin başına bela olan darbeciliğin mahkum edilmesidir. Cemal Gürsel'leri, Faik Türün'leri, Evren'leri sanık sandalyesine oturtamayan bağımsız yargı bu defa Şenuygur'ları, Tolon'ları o sandalyeye oturtmayı başarmıştır.

Buna ne kadar sevinsek azdır.

Hurşit Tolon'un ses bandında dediklerini hatırlayın.

Genelkurmay'ın teğmenini, paşasını yargıya teslim etmesi, "düşmana teslim etmek"ti onun gözünde. "Teğmenini teslim eden ordu olmaz, bu ihanettir" diye isyan ediyordu. "Ahh, tekrar oturtun beni Selimiye'ye, beş dakikada çıkartmazsam paşalarımı dışarı, namerdim" diye iç geçiriyordu.

"Sen kimsin lan" diyordu Ergenekon savcılarına... Sen kimsin de beni yargılayacaksın...

İşte bu iddianameyle savcılar kim olduklarını gösterdiler Tolon gibilere... O çok güvendikleri "tarihi dokunulmazlıklarının" artık sökmediğini anlamalarını sağladılar. Darbeci paşalar bundan böyle bizim vergilerimizle alıp ülkeyi korusunlar diye ellerine verdiğimiz silahları bize doğrultamayacaklarını, o silahlarla şantaj yapıp yargının elindeki suçluları kurtaramayacaklarını gördüler.

Aslında bunu sadece Tolon, Şenuygur, Veli Küçük gibiler görmedi. Asıl, ordunun içindeki bütün o "rahatsız" genç subaylar, onların bel bağladıkları kalbi darbeler için çarpan kimi komutanlar da gördü.

Sarıkız ve Ayışığı planlamacılarının darbecilik suçlamasıyla yargı önüne çıkması, şu anda pusuya yattıkları yerde "kendi zamanlarının gelmesini bekleyen ve uman" potansiyel darbecilerin bütün umutlarını boşa çıkarttı.

Bu iddianame 27 Mayıs 1960'ta açılan bir parantezin kapanışının ilanıdır.

Ergenekon Savcıları bu iddianameyle tarih yazdılar, kendi adlarını da tarihe şerefle yazdırdılar.

Bize düşen bu cesur insanları yalnız bırakmamak, manevi desteğimizi daima arkalarında hissetmelerini sağlamaktır.

Gülay Göktürk

Darwin üzerinden savaş...

Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" üzerine ileri sürdüğü varsayımlar öteden beri tartışılır.
"Türlerin tek bir kökenden evrimleşerek türediği", buna bağlı olarak çok bilinen örnekle "Maymunla insan arasında derin bir akrabalık bulunduğu" varsayımı, "türlerin ayrı ayrı yaratılışı" inancıyla çelişik görülür, "insanın hayvana indirgenmesi" kaygısına yol açar ve dindar insanlar nezdinde tepki uyandırır.

Bir kesim de, "Din" ve "Yaratılış" ile hesaplaşmayı, Darwin üzerinden yapmayı tercih eder. Darwin, pozitif bilimin temsilciliği cephesine konur, karşıya da, bilimsel deneye dayanma kaygısı taşımayan "iman" yerleştirilir ve bilim imanı yener!!! Bu, pozitivist anlayışa heyecan verir.

Tartışma böyle sürüp gider.

Şimdi bu tartışma, Türkiye'de, TÜBİTAK tarafından çıkarılan Bilim Teknik dergisinin kapak dosyası sebebiyle bir kere daha yaşanıyor. Üstelik işin içine, "bilime karşı sansür" gibi yaman bir savaş aracı daha sokularak.

UNESCO, 2009'u, 200'üncü doğum yıldönümü sebebiyle "Darwin Yılı" ilan etmiş. Bu yıl, aynı zamanda Türlerin Kökeni kitabının da 150'inci yayın yılı imiş. Darwin bu vesile ile TÜBİTAK'ın Bilim ve Teknik dergisine kapak yapılmış, ancak dergi baskıya girmeden kapak değiştirilmiş. İşte bu "bilime sansür" diye niteleniyor ve buna sebep olduğu var sayılan kişiye (Prof. Dr. Ömer Cebeci) ve zaten topun ağzında bulundurulmakta olan TÜBİTAK yönetimine ver yansın ediliyor. Tabii bu arada müthiş bir "Darwin güzellemesi" de "Bağnazlık suçlaması"nın paralelinde devreye giriyor.

Önce işin "sansür hikayesi" boyutuna dair söylenecekler var:

-Öncelikle TÜBİTAK, bugüne kadar bir hayli Darwin yayını yapmış.

-İkincisi, söz konusu edilen derginin kapağı yayın kurulunda önce "küresel iklim değişikliği" olarak belirlenmesine rağmen, bir, hafta sonu darbesiyle Darwin'li hale dönüşmüş. Yani, yayın kurulundan kaçırılan bir kapak operasyonu var.

-Üçüncüsü de, TÜBİTAK dergisinin Darwin'li bir kapak yapması, bilimden yana olmanın - olmamanın bir kriteri değil.

Gelelim işin öteki yanlarına:

-Meselenin bir Din - İlim boyutu var. Birileri, kendilerine sağlam bir sığınak oluşturmak için dinle hesaplaşmayı bilim üzerinden yapmayı tercih ediyor. Ancak, özellikle İslam açısından söylemek gerekirse, İslam'la pozitif bilimlerin kavgası diye bir şeyden söz edilemez. Aksine, İslam, kainatta var olan her şeyin "Allah'ın ayleti" olarak anlaşılması telkininde bulunur. "Allah'ın ayetlerine bakın" dediğinde, Kur'an, sadece kendi ayetlerine değil, yerdeki ve gökteki her şeye bakılmasını ister. Bak, yani anla, öğren, derinliğine gir, demektir bu. 14 asırlık İslam çağlarında da bir çok bilim adamı, dini ilimler yanında pozitif ilimlerle de uğraşmıştır.

-Darwin'in türlerin kökenine ilişkin varsayımları elbet dikkatle incelenmeye değer. Bitki, insan, hayvan arasında bağlantılar varsa, bir takım benzerlikler bulunuyorsa ve bu benzerliklerden yola çıkarak, insan ve evren daha iyi anlaşılabilecekse, bu, insanın bazı sağlık sorunlarını çözmesine imkan sağlayacaksa, ya da sırf bilimsel bir merakla neden incelenmesin? İslam asla buna mani olmaz.

-İslam, iki şeyde ısrar eder:

Bir, Allah'ın varlığı ve kainatın Allah tarafından yaratıldığı bilgisinde...

İki, Allah'ın her türlü yaratmaya kadir olduğu bilgisinde... Yani türleri tek tek yaratmaya da, bir evrim süreci içinde halk etmeye de kadir bir Yaratıcı söz konusudur. ...

İnsan ve evren konusunda İslam'ın anlayışı şudur:

Allah Teala, insanı ayrı bir varlık olarak, özel bir misyonla yaratmıştır. İnsan, Yaratıcı nezdinde, özel ihtimam gören bir varlıktır. Her türlü hayvandan farklıdır. Bu, kainatın yaratılış gerekçesi ile de alakalı bir durumdur. Kainatın anlamı, en azından insan açısından anlamı, insanın özel yaratışıyla bağlantılır.

Darwin ve onun tezinin zaman zaman buluştuğu materyalist felsefe, yaratılıştan değil, kendi kendine varoluştan ve varoluşun evrimle bugüne geldiğinden bahseder.

İslam bunu kabul etmez.

Bunun bilimsel olduğu da iddia edilemez.

Kainatın varoluşu ile ilgili tüm tezler, varsayım niteliğindedir, bir. Çünkü insanın evrenin başlangıcını gözleme imkanı yoktur.

İnsanın bilinen tarihinde Darwin'in iddia ettiği gibi, tabii seleksiyon yoluyla bir "tür dönüşümü", sıçraması, ya da daha avami bir ifadeyle "Maymundan insana geçiş" söz konusu değildir, iki. Darwin, bu noktada sadece, kanıtlanmamış, tamamen faraziyeden ibaret bir teori ortaya koymaktadır.

-Ve üç: Evet, Allah'a iman ve yaratılış, bir iman işidir. Ama, Yaratılış ötesindeki yaklaşımların inançtan öte bir boyutu olduğunu kim söyleyebilir ki? Kim kainatın, kendi kendine var olduğuna dair bir kanıt üretebilir ki?

***

Son olarak, son gezimizde, Chicago'da yaptığımız, örneği bir çok yerde bulunan bir dev akvaryum ziyaretinden bahsetmek istiyorum.

Orada, bütün hacmi bir santimetrekareden ibaret olan balıklar yanında, dev deniz canlıları türlerini gördük. Her birine, özel özel renkler işlenmiş. Baktığınızda "Bu varlığa itina edilmiş", diyorsunuz. Bir tek hücre ihmal edilmemiş. Her şey, o kadar açık biçimde bir yüce kudreti işaret ediyor ki, bunu görmemek gözleri kapamak bile yetmez, kalpleri kapamak gerekir.

İnsana gelince, insanın daha özel bir niteliği bulunduğu nasıl görmezden gelinebilir ki?

Şayet Darwin, insanı hayvana indirgemişse, bundan daha büyük bir ilim fecaati olabilir mi?

Ahmet Taşgetiren

Kırmızı pabuçlar

Siz o resmi göremeyeceksiniz.
Halbuki olağanüstü güzel bir resimdi.
Çok basit ve sadeydi.
Mor çoraplar giymiş bir kadının bilekleriyle parlak kırmızı ayakkabıları gözüküyordu sadece.
O kadardı resim.
Bir çift kırmızı pabuçlu, mor çoraplı kadın ayağı.
İngiltere’deki bir at yarışının seyircileri arasında bulunan bir kadının ayaklarını çekmişti Reuters’in muhabiri.
Ben, “bunu sayfanın ortasına koyalım” dedim.
Yazıişlerindeki çocuklar hep birlikte benim yüzüme baktılar.
Ama ne anlamlı bakışlar.
“Siz deli misiniz”, “çıldırdınız mı”, “ne alakası var”, “bu resmin altına ne yazacağız”...
Bu sorulmamış soruların hepsi o bakışlarda saklıydı.
İşin kötüsü haklıydılar.
Öyle bir resim böyle bir gazetenin göbeğine kocaman konmazdı.
Ama ben de haklıydım.
Tam da böyle bir resim lazımdı bence böyle bir sayfaya.
Oraya öyle bir resim koyalım ki Türkiye’nin bu saçma sapan, insanı boğup bunaltan havasının dışında başka hayatlar, başka eğlenceler, başka dünyalar da olduğu anlaşılsın istiyordum.
Size güvenemediler.
İşin fenası ben de güvenemedim.
Böyle bir şakacılıktan, böyle bir oyunculuktan zevk alabileceğinizden emin olabilmek isterdim aslında.
Siz gerçekten arada sırada böyle şık saçmalıklardan hoşlanmaz mısınız?
Şu yaşadığınız ülkeye bir bakın.
Şu gazetenin birinci sayfasının tepesine bir bakın.
Trilyoner bir askerî savcı...
Genelkurmay Mahkemesi, en önemli davalardan biri olan “karargâh evleri” soruşturmasını bu savcıya vermiş.
Bu savcı, nereden geldiğini anlayamadığımız paralarıyla kırk küsur dönümlük bir arazi almış.
Bu arazinin üzerine doksan konut yapma hakkı varmış.
Savcı araziyi aldıktan sonra CHP’li Çankaya Belediyesi, bu araziye 420 konut yapma hakkı tanımış.
AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi de bu izni onaylamış.
Ne ilişkiler, ne tuhaf ilişkiler.
Ankara’nın şaşırtıcı labirentlerinde kimin kiminle dost, kimin kiminle müttefik olduğunu anlamaya imkân yok.
Savcının arazisine şimdi “villa yapacak” müşteri aranıyormuş.
Müteahhit savcıları olan bir ordumuz var.
Böyle savcıların, politikacıların, belediyelerin, ordunun olduğu bir ülkede arada bir kırmızı ayakkabılı bir resim görmek istemez
misiniz gerçekten?
Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde sanık olan paşalar ise yedi mi sekiz mi ayrı darbe planı yapmışlar.
Bir darbe planı tutmazsa, öbür darbe planını devreye sokacaklarmış.
Jandarma Komutanlığı’nda oturup ha babam de babam darbe planı hazırlıyorlarmış.
Kuvvet komutanlarının bu kadar çok “boş zamanı” oluyor demek ki...
Askerlik yapanlar bilir, erlerin boş kalmasını istemez komutanlar.
Boş kalan askerin aklına “fesat” düşer diye korkarlar.
Çukur kazdırıp, yeniden doldurturlar.
Anlaşılan paşaları da çok boş bırakmamak lazım.
Onların aklına da darbe düşüyor çünkü.
Böyle bir ülke işte burası.
Savcısı müteahhit, paşası darbeci.
Malatya’daki misyoner katliamıyla ilgili olarak da o sıralarda Malatya’da Jandarma alay komutanı olan emekli bir albay gözaltına
alınmış.
Anayasa Mahkemesi’nin “çok hareketli” üyelerinden birinin eşi de Ergenekon sanıkları arasındaymış.
Silopi’de kazılan kuyulardan kemikler ve elbise parçaları çıkıyormuş.
Onların JİTEM’in kurbanlarına ait olduğu sanılıyormuş.
Ordu, Güneydoğu’da dokuz bölgeye giriş çıkışı yasaklamış.
Tam barış görüşmeleri, Kürt konferansları düzenlenirken saldırı yapmaya hazırlanıyorlar herhalde.
Siz, bu ülkeden bunalmıyor musunuz bazen?
Böyle bir ülke olur mu?
Hiç bir şey mi düzgün gitmez?
Yıllar boyunca bizim ordu neredeyse hiç eleştirilmedi, denetlenmedi.
Şimdi gözler biraz da olsa orduya dönünce, ortaya çıkanlara bakın.
Arazi simsarı savcılar, darbeci paşalar, misyoner katliamına adı karışan albaylar, insanları enselerinden vurup kuyulara atan JİTEM’ciler.
Böyle ordusu olan devlet olur mu?
Peki, askerî savcının imar iznini CHP’li belediyecilerle AKP’li belediyecilerin ortaklaşa çıkarmalarına ne diyorsunuz?
Bütün bunları yazıyoruz bu gazeteye.
Bütün bunları yaşıyoruz.
Dünyada insanlar geziyor, eğleniyor, at yarışlarına gidiyor, kırmızı pabuçlar giyiyor.
Kırmızı pabuçların resmini koymak istiyorum gazetenin ortasına.
Sırf yeryüzünde bizimkinden farklı bir hayat olduğunu anlatmak için.
“Deli misin” der gibi bakıyorlar yüzüme.
Akıllıların yaptığı ülkeyi gördük, biraz da deli olsak ne olur?
Ama olamıyoruz işte canına yanayım.
Ahmet Altan

Baykal'ın yüzde 52'si

Siyasette belirleyici olmak, gündem oluşturmak, önemli bir başarı göstergesi. Siyasetçi, bu işi lâf üreterek yapar. Ortaya bir lâf atar.

Diğerleri bu lâfın peşine takılır. Seçim dediğimiz şey, bu kuru lâf kalabalığı olmadan geçmez. Mahallî seçim gündemleri hep AK Parti liderinin inisiyatifiyle yürüyor. Tayyip Erdoğan, bir lâf söylüyor. Baykal, bu lâfa lâf yetiştirmeye girişiyor. En son örneği, AK Parti liderinin Mahzunî'den okuduğu "Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana" mısrası etrafında büyüyen seçim polemiklerinde görüldü.

CHP seçime çok iddialı başladı. Bir tarafta "çarşaf açılımı" ile zirve yapan ideolojik dönüşüm trendine, kamuoyunu inandırdı. Öbür tarafta, belediyeler için dosya savaşları ile AK Parti'yi etkili bir muhalefetle yıpratmaya girişti. Bu strateji, doğru ve yerinde bir kurgu idi. Ta ki bir strateji olmadığı ortaya çıkana kadar. Geldiğimiz nokta, Baykal'ın AK Parti için koyduğu % 52 barajı ile, iflasını ilan etmesinden ibaret. Öyle ya siz rakibinize % 50'yi aşan bir çıta koyuyorsanız, kendi iddianızı peşinen kaybetmişsiniz demektir. Üstelik Baykal'ın hesabı matematiksel olarak yanlış. Faraza, genel seçimlerde % 96 oy almış bir parti, mahallî seçimlerde "artı 5"i nasıl elde edebilir? "% 96 oy mu olur?" sorusuna ise "% 52 oy mu olur?" sorusu ile karşılık verebilirsiniz. Son üç haftanın içinde iken seçim sonucu konusunda ortak bir kanaat kuvvetleniyor. Bu kanaat Baykal'ın "% 52" çıtasında somutlaşan bir AK Parti başarısı. Bu başarı ise CHP'nin başarısızlığı anlamına geliyor.

CHP'nin ikili stratejisi doğru idi. Dünya değişirken, üstelik artık darbe ihtimali de yok iken CHP'nin değişmesi kaçınılmazdı. CHP'nin bu işe başörtüsü gibi semboller üzerinden girişmesi de doğruydu. Kusursuz bir strateji, kötü bir komutana zafer getirmez. Baykal yalpalayarak, bazen aldığı tepkilerden keskin dönüşler yaparak bu stratejiyi çökertti. Her mahalleye "Kur'an kursu" açmaktan bahsederken, CHP'yi 1950'de sandığa gömen asıl gerekçe olan "Türkçe ezan ve namaz"ı telaffuz ederseniz, kendi kalenize gol atmış olursunuz. Kılıçdaroğlu'nu CHP'nin önde gelen politik figürü haline getiren dosya savaşları da aynı akıbete uğradı. Önce birkaç yanlış ile, inandırıcılık kayboldu. Sonra, CHP, mahallî yönetimler için bir vizyon geliştirmeyi beceremedi.

Baykal'ın yanında uzun yıllar bulunmuş bir politikacı, onun keskin çıkışlarının hiçbirinin bir hesaba ve kitaba dayanmadığını, anlık ve geçici olduğunu tek tek örnekler vererek anlatmıştı. Bu seçimler, parti mutfağının hazırladığı sağlam malzemenin bile Baykal tarafından anlık tüketildiğine dair örneklerle dolu. Baykal, özü ve içeriği kolaylıkla üslûba feda eden bir politikacı. CHP'nin bugünden belli olan seçim başarısızlığının arkasında, Baykal'ın sebatsızlığı ve salt retorikle politika gemisinin yürüyeceği inancı var. Belki bir inanç veya tercih değil, elinden gelen bundan ibaret.

CHP'nin asıl çöktüğü yer ise Ergenekon davası. Baykal, CHP'nin mevcut itibarını, oy desteğini Ergenekon'un arkasına yerleştirmeye kalktı. Tam tersine Ergenekon ile CHP arasında kalın hatlarıyla bir çizgi çekmeliydi. Vahşi ve acımasız bir terör örgütü ile CHP arasında yargıyı baskı altına alacak ölçüde kurulan bu duygusal yakınlık, CHP'yi kendi seçmeni nezdinde bile sevimsiz hale getirdi. İkinci olarak CHP'nin tek başına anayasa değişikliği önünde oluşturduğu engelin, dönüp seçmene anlatılabilecek tek bir gerekçesi bile yok. CHP'nin dahil olduğu bir yeni anayasa süreci, başta CHP seçmeni olmak üzere sayıca az olanların temel hak ve özgürlüklerinin sağlam bir şekilde garanti altına alındığı bir uzlaşmaya dönüşebilirdi. Eğer çoğunluğu temsil eden iktidarın otokratik yönetiminden şikâyet ediyorsanız, çare anayasal kurallar ihdas ederek bu hataları düzeltmektir. Anayasalar, azınlıkları korumak için yapılır. Seçime çok az bir zaman kaldı. CHP'nin başta lideri olmak üzere mevcut donanımı ve hareket kabiliyeti ile şans yakalaması zor. Hükümet, yoluna kaldığı yerden devam edecek. Türkiye'nin seçim sonrası için kapsamlı bir CHP kritiğine ihtiyacı var. Siyaset, muhalefet ayağı olmadan, ancak sekerek ilerleyebiliyor.

Mümtaz'er Türköne

Demirel'i nasıl bilirdiniz?

Bu saatten sonra Süleyman Demirel'in dedikleri pek kimsenin umurunda değil, biliyorum. Yine de son açıklamaları eski bir defteri kapatmak için uygun bir zemin.

28 Şubat için, 'Bunun neresi darbe?' demiş Demirel. Doğrudur, darbelerin işbirlikçileri darbe demezler; 27 Mayıs 'devrim', 12 Mart 'muhtıra', 12 Eylül 'müdahale'dir onlar için. Cumhurbaşkanı'nın bile 'emir-komuta zinciri' içinde Genelkurmay'dan gelen her şeye evet dediği bir rejime demokrasi diyebilmek için bir insanın siyasî mezhebinin oldukça geniş(lemiş) olması gerek. 28 Şubat'ın tepesindeki paşanın, 'Demirel ne dersem yapardı' sözüne, 'Varsayalım ki doğru, ne olmuş?' cevabını vermek tam da böyle bir 'genişlik' örneği.

Dolayısıyla bu kişiye 'tankın üstüne mi çıkardınız?' sorusu yöneltmek absürd, çünkü tankın üstünde, komuta noktasındadır zaten. Ve ilk defa tankın hedef noktasında değil de tepesinde olmaktan, bir darbeyi askerle birlikte yapmaktan ziyadesiyle de memnundur. Tankların Sincan'da yürüdüğünü haber alıp panikleyen Tansu Çiller'i de anlamaya çalışır; 'Tabii can pazarı bu', der Demirel. Evet, 'can pazarı'. Hukuk ve demokrasi iğfal edilince can pazara düşer.

Yıllar önce Neşe Düzel'e verdiği bir röportajda 'siyasetçilerin askerden korktuğunu' anlatıyordu. İnsan korkar, ama korkularının üzerine de gider. Vatanı savunması için eline silah verilenler, velinimeti olan milleti korkutmaya başlamışsa ve hatta millî siyaseti bu korku üzerine bina etmişse ortada patolojik bir durum vardır. Demirel'i hücrelerine kadar etkileyen, sindiren de bu. 'Sicili bozuk' paşalarla 'iş tutmak' bu patolojiyi daha da azdırmıştır kuşkusuz.

Rahmetli Turgut Özal, meydan okumuştu bunlara ve korkularına: 'Benim iki gömleğim var; biri bayramlık, biri idamlık'. Kısa şortlu bayramlığını nerede, ne yaparken giydiğini biliyoruz...

Bir de korkularına esir olup 'darbecilerin' taşeronluğunu yapan siyasetçiler var Demirel ve Cindoruk gibi. Bunlar mirasyedi; merkez sağ siyasetini tüketenler... Nasıl mı? Darbecilerin taşeronluğunu, olmadı sözcülüğünü yaparak. Sonra da 'Milli Görüş' geleneğinden gelen, ama terk edilen Demokrat Parti çizgisine sahip çıkıp 'millî irade' adına bir duruş sergileyen Tayyip Erdoğan'ın toplumsal desteğinin büyüklüğüne şaşırıyorlar. Demokrat Parti'ye 1950, 1954 ve 1957'de seçim kazandıran ve iktidar yapan sosyal taban, demokratik refleks ve misyon 2002 ve 2007'de de AK Parti'yi iktidar yaptı.

'Demokrat çizgi' geçinen Demirel ve Cindoruk ise bu yıllarda 'darbecilerle iş tutmakla' meşguldü. Miraslarına kondukları Menderes'i asanlarla işbirliği yaparken, Erdoğan 28 Şubat'a karşı dik durduğu için iktidar oldu, 27 Nisan bildirisine pabuç bırakmadığı için iktidarda kaldı. 'Milletten istediğim her şeyi millet bana verdi.' demişti Demirel. İstediği her şeyi aldıktan sonra da demokrasiye, millete, millî iradeye sırtını döndü. Siyaseten en güçlü olduğu dönemlerde bile 27 Mayıs'ı 'Hürriyet Bayramı' olarak kutlayanlardan ne beklenirdi ki? Merkez sağ tabana boyun eğmeyi, askerî vesayete razı olmayı 'öğretmek' için Demirel ve ekibinden daha iyi taşeronlar bulunamazdı.

Sonuçta, bir 'sözde demokrat'ın maskesinin düşmesi de kazançtır. O yüzden Allah iyi ki uzun ömür vermiş diyorum Demirel'e. Hem biz onu gördük, tanıdık; hem de Demirel, milletin gözlerinin içine bakamaz hale geldi. Neşe Düzel sormuştu Demirel'e, 2002'de yaptığı röportajında; 'Özal'ı kıskandınız mı?' Cevap; 'Niye kıskanayım ki. Ben Özal'ın nesini kıskanacağım?'

Bu saatten sonra Özal'ın nesini kıskanacağınızı ben söyleyeyim size: Cenazesinin ardından yürüyen milyonları... Sizin ardınızdan, 'Demokrat Demirel' yazılı pankartlarla milyonlar, hatta yüz binler ve hatta on binler yürümeyecek, ama iyi bir 'devlet töreni'ni kesin hak ettiniz.

İhsan Dağı

Ergenekon davasının “darbe”ye odaklanması üzerine zıt fikirler...(2.bölüm salıya)

Ergenekon davasının, mahkemeye gönderilen ikinci iddianameyle Türkiye’nin son 7-8 yılındaki darbe girişimlerine yönelmesi ve oraya odaklanması, Türkiye’nin darbecilikle hesaplaşması gerektiğini savunan kesimde belirgin bir memnuniyet yarattı. Fakat yeni iddianame, ilk bakışta size tuhaf gelecek ama, bu yönüyle, tarif ettiğim kesim içinde bir rahatsızlığa da yol açmış durumda.

Aslında, bu kesimde, ikinci iddianamenin “darbe”ye odaklanmasından memnun olmadığını açıkça belirten şimdilik sadece bir yazar var. Fakat “istisnalar kaideyi bozmaz” deyip geçebileceğimiz “bir” isim değil o. Bu yazar, kalemini şimdiye kadar hep düzgün, darbesiz bir demokrasiden yana kullanan ve hiç tökezlemeyen Kürşat Bumin...

Yanlış anlaşılmasın; biraz sonra uzun uzun aktaracağım görüşlerine referansla “bu defa tökezledi” imâsında bulunuyor değilim, fakat yanıldığını düşünüyorum ve kendisiyle tartışmak istiyorum.

Bumin, konuya ilişkin olarak iki yazı yazdı. İlk yazısını 17 şubatta, ikinci yazısını da ikinci iddianamenin mahkemeye gönderildiği günün ertesinde (11 mart) kaleme aldı.

Bugün sizlere bu iki yazıdan geniş aktarmalar yapacağım. Önümüzdeki salı günü de Bumin’in bu yaklaşımlarına cevap vereceğim...

“Önce cinayetler” diyorum (Yeni Şafak, 17 şubat)

“Ergenekon” davasının toplumu ikiye böldüğü muhakkak. Yarı yarıya değil herhalde, ama hiç değilse 1/3’lük bir bölünmüşlük var ortada.

(...)

“Konuya ilişkin benim düşüncem şöyle: Eğer bu davaya atfedilen önem, ondan beklenen işlev her şeyden önce ‘cinayetlerin aydınlatılması’ çerçevesine çekilebilirse, dava sürecinde bu çerçevede ortaya çıkacak ‘hakikatler’ yazının başında sözünü ettiğim bölünmüşlüğü hızla azaltacaktır.

(...)

“Buraya kadar okuduklarınızdan sonra şu düşüncelerin aklınızdan geçtiğini kuvvetle tahmin ediyorum: Cinayetlerin aydınlanması iyi de, ya işin ‘asker’i ilgilendiren ‘darbe teşebbüsleri’ faslını ne yapacağız? Şunu söylemek çok acı verici biliyorum ama bir hakikat: Bu fasla ilişkin şimdilik hiçbir şey yapamayız.

(...)

“Şu soru da aklınızdan geçiyor olabilir: İyi ama sıraladığınız şeyler zaten bir ‘bütün’ün parçası-tezahürü değil mi? Sıraladığınız her şey zaten birbirinin içinde değil mi? Bunları birbirinden niçin ayıralım? Ayırmak zorundayız, çünkü yol almamız gerekiyor. Yol almamız için de yazının başında söz ettiğim bölünmüşlükten kurtulmamız gerekiyor. Önce önümüzü görelim: Katiller ve destekçileri ayrılsın önce bu karışık-karmaşık tablodan. Sonra gerekiyorsa adım adım ilerleyebiliriz. Ama önce cinayetler.”

“İkinci iddianame” (Yeni Şafak, 11 mart)

(...)

“Bir demokraside adı ne olursa olsun ‘terör örgütleri’nin üzerine gidilmesini kim istemez?

(...)

Ama Başsavcılığın açıklamasında yer alan bilgilere yakından bakacak olursak, iddianamede sözü edilen ‘örgüt’ sanki bundan farklıymış gibi duruyor. Bu ‘şüphe’nin nedeni önümüzdeki metinde sıkça öne çıkan ‘cebir ve şiddet kullanarak TBMM’yi ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs’ suçlamasıdır. Bu suçlamanın benzerleri de eksik değil. Mesela, ‘Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı isyana tahrik’, mesela ‘devletin güvenliğine veya iç veya dışı siyasal yararlarına ilişkin belgelerini kullanmak’. Ya da –çok şaşırtıcı biçimde- mesela ‘askeri itaatsizliğe teşvik’(?)

“Biz şu çok önemli şeyi bugüne kadar anlayamadık: ‘Terör örgütü’, ‘terörizm’, ‘teröristler’, hangisini seçerseniz seçin, bunlar her şeyden ve herkesten önce ‘toplumun barışını’ tehdit ettikleri için demokrasilerde ilk elde saf dışı bırakılması gereken oluşumlardır. Oysa biz, ne zaman bu bahis açılsa aklımıza ilk gelen ‘yangında kurtarılacak eşya’ olarak her şeyden ve herkesten önce ‘devlet’i anlıyoruz.

“Kardeşimizi ensesinden vurmuşlar yerde yatıyor; boğazlanmış misyonerler yerde yatıyor; ‘faili meçhul’e gitmiş insanların kuyularda kemikleri aranıyor...

Ama biz hâlâ ‘Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı isyana tahrik’ araştırmasındayız. Bu da yetmezmiş gibi, ‘AK Parti hükümetinin Cumhuriyet mitingleri ile yasadışı düşürülmeye çalışıldığı’nın peşindeyiz. Benim Başsavcılığın açıklamasından hareketle iddianame hakkında edindiğim izlenim, bu iddianamenin asıl olarak bir ‘askeri darbe’nin izini sürmek arzusunda olduğudur.

(...)

“Radikal gazetesinin Başsavcılığın açıklamasına ilişkin haberinde şu bilgiye de yer verilmiş: ‘İkinci iddianamede emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon hükümeti yıkmaya çalışmakla ve örgüt yöneticiliğiyle suçlanıyor.’

“Yani döndük tekrar aralarında ‘cumhuriyet mitingleri’nin de yer aldığı bir takım organizasyonların da yardımıyla bir ‘askeri darbe’ yoluyla hükümetin yerinden edilmesi iddia ve suçlamasına.

“Şunu da önceden yazmıştım: Bu ülkede, yani Anayasasının geçici 15. Maddesi ile darbecilerin ‘kalıcı’ biçimde korunduğu, bu konuda olayın üzerinden neredeyse yarım asır geçmesine rağmen tek bir şeyin yapılamadığı bir ülkede bu büyük ‘kronik’ sorunun altından bir Ağır Ceza Mahkemesi’nin kalkabileceğini düşünmek ne derece gerçekçidir?

“O halde –bana göre- şu aşamada idare ve yargının yapması gereken iş ‘cumhuriyet mitingleri’ ile hükümetin yasa dışı yollardan düşürülmesi, cumhuriyete karşı halkı silahlı isyana tahrik vs. gibi fazla büyük işlerle uğraşmak yerine, toplumun önünde apaçık duran terör eylemlerini aydınlatmaktır.

“Hem söyler misiniz? ‘Cumhuriyet mitingleri’, içine ne kadar ‘kötü niyet’ karıştırılmış olursa olsun görev başındaki bir hükümeti yasa dışı yollardan nasıl alaşağı edebilir?

“Ama bakın, başlarına sıkılan kurşunlarla alaşağı edilenler orada yatıyor. Önce bu cinayet dosyalarının aydınlığa kavuşturulması gerekmez mi? Hem de nasıl. Merak etmeyin, halkın ‘silahlı isyana tahrik’ edilerek Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırması gibi bir ihtimal sıfırdır.”

--------------------------

6 Mart 1997, Karadayı’dan basına: “Çok büyük hizmet yapıyorsunuz...”

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi son sınıf öğrencisi Mücahit Eker, “Türkiye’de Askerî Müdahaleler ve Medya” başlıklı bitirme tezi için gazete sayfalarında yürüttüğü kazı çalışmasında tam manasıyla maden bulmuş. Belli ki sizler de mahrum kalmayın diye, bulduğu şeyi bana da göndermiş. Bu “şey”, Hürriyet gazetesinin 6 Mart 1997 tarihli nüshasının bir sayfası (yani 28 Şubat tarihli ünlü MGK toplantısından altı gün sonra). O sayfada yer alan bir haberin başlığı şöyle: “Türk basını ile iftihar ediyoruz...” Bu sözün sahibi, dönemin genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı... Başlığın açılımına geçmeden önce, Hürriyet’çilerin bu sözleri nasıl bir öforiyle karşıladığını anlamak için haberin girişinden birkaç cümle aktarayım:

“Son günlerde Başbakan Necmettin Erbakan’ın ‘geveze basın’ ve ‘yazdıklarının yüzde 90’ı yalan’ gibi ağır eleştirilere uğrayan Türk basını dün Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın ‘Basınımızla iftihar ediyoruz’ övgüsüyle karşılaştı.”

Haberde, Karadayı’nın, bir kokteylde sohbet ettiği gazetecilerin elini tek tek sıktığı belirtildikten sonra şöyle dediği kaydediliyor:

“Hepinizi tebrik ediyorum. Sizlerle iftihar ediyorum. Çok büyük bir hizmet yapıyorsunuz. Çok güzel şeyler yazıyorsunuz. Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Çok iyi gözlüyor ve çok iyi muhakeme ediyorsunuz. Gazeteleri daha ayrıntılı okuyabilmek için her sabah yarım saat erken kalkıyorum. Gazeteleri evde okuyorum. Her sabah bir saatimi basına ayırıyorum. Daha sonra makama gittiğimde de basın subayımızla yine gazetelerin üzerinden gidiyoruz. Çok istifade ediyorum.”

Hey yavrum hey! Ne basınmış ama!
Alper Görmüş

Güçlükonak Katliamı savcısını arıyor...

Suçun ağırlığını, muhteviyatı belirlemez sadece.

En ağır suç cezasız kalan suçtur.

Yerini bulmayan adalet, suçun mağdurlarını iki kat mağdur etmekle kalmaz; yeni suçların da yolunu döşer.

En korkunç cinayet faili meçhul cinayettir.

Adaletin yerini bulmaması, cinayet kurbanlarını, yakınlarının yüreğinde iki kere öldürmekle kalmaz; yeni canilerin, yeni kurbanların da yolunu açar.

Yerini bulmayan adalet, suçlu devletin temelidir.

* * *

Meryem Demir Siirt’te yaşıyor.

On üç yıl önce, Şırnak’ın Güçlükonak ilçesine bağlı Taşkonak ile Koçyurdu arasındaki yolda, yakılmış bir minibüste bulmuş babasının cesedini:

“Yanmış babamı iki dişinden ve saatinden tanıdım.”

O günden beri de adaleti arıyor:

“Artık Allahtan başka kimseden korkmuyorum, suçluların ortaya çıkması için her şeyi yapacağım. Yeni baştan yargılama
istiyorum.”

Bunları gazeteci Ümit Aslanbay’a söyledi Meryem Demir.

Anlattıklarını, 4 Mart tarihli Milliyet’in geniş haberindeki fotoğrafına, kenarı oyalı beyaz bir tülbentle çevrelediği çehresine, çıkık elmacık kemiklerine, kalın kaşlarına, öfkeli gözlerine bakarak okudum.

Arada nefes alabilmek için durup gözlerimi kapayarak okudum.

* * *

Meryem Demir’in babası Ali Nas, Çevrimli Köyü’nde yaşarken zorla korucu yapılınca, korucu olmaya zorlanan amca ve dayı çocuklarıyla birlikte firar etmiş.

Beş firari, Tori-Dargeçit’te başka korucular tarafından yakalanıp Koçyurdu Karakolu’na götürülmüşler.

Önce burada, ardından Güçlükonak Karakolu’nda bir hafta boyunca işkence görmüşler.

Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra, Ali Nas’ın evinin kapısına üç kişi dayanmış.

“İki askerle birlikte sivil bir adam” diye anlatıyor Meryem Demir, “babamı, kahvaltı yaparken evden alıp tekrar Koçyurdu Karakolu’na götürdü.”

Sonra katliam gününe getiriyor sözü:

“Annem karakola gitti. Babamın durumunu sordu. Dediler ki, ‘Sen git, gözaltındakiler köye gelecek...’ Onlar bunu derken, minibüste bulunanlar saldırıya uğradı. Helikopterlerle saldırmışlar. Bana dediler ki, ‘Bu işleri PKK’nın yaptığını kabul et, aileni maaşa bağlayacağız.’ Kabul etmedik. Anneme de uyarıda bulundum, sakın bir yere imza falan atma diye. Şimdi baştan yargılama olması için her şeyi yaparım. Suçlular ortaya çıksın istiyorum.”

* * *

Babası Ali Nas’ın yanmış cesedini, Meryem Demir’den önce gazeteciler gördü.

Tarih 15 Ocak 1996.

Genelkurmay, olay yerine helikopterlerle taşıdı gazetecileri ve “PKK, minibüsün yolunu kesmiş, içindeki 11 köylüyü önce kurşunlamış, sonra yakmış” açıklamasını yaptı.

Köylüler farklı konuşuyordu ama gazetecilerin onlara soru sormasına izin verilmedi.

Bir süre sonra bir güvenlik görevlisi, olayı yerinde soruşturan savcıya, cebinden çıkardığı kimlikleri uzattı.

PKK’nın kurşunlayıp yaktığı söylenen köylülerin kimlikleri güvenlik görevlisindeydi ve hiç hasar görmemişti.

Kimliklerin bu şekilde savcıya teslimi, ihbar sayılmadı; aksine, “Bu işin üzerine gitmeyin” tehdidi olarak algılandı.

Katliamın üstü örtüldü.

* * *

Geçen aya kadar...

Geçen ay, Güçlükonak Katliamı gerçekleştiğinde insan haklarından sorumlu devlet bakanı olan Adnan Ekmen ortaya çıktı.

Önce Aktüel’e, sonra Taraf’a katliamla ilgili yeni bilgiler verdi.

Genelkurmay açıklamasının “yalan” olduğunu ortaya koyan, Koçyurdu ve Çevrimli köylülerinin anlattıklarıyla örtüşen bilgiler...

Buna göre, askerî taburda gözaltına alınan altı kişi sorguda işkenceyle öldürüldü.

Ardından, olayı PKK’nın üzerine yıkmak için Koçyurdu Köyü arandı; gözaltındakileri teslim alması için bir minibüs göndermeleri istendi.

Kuşkulanan köylüler dört kişiyi, minibüs şoförüyle birlikte tabura yolladılar.

Taburda öldürülen altı köylünün cesetleri yeni gelen dört kişiyle birlikte başlarına çuval geçirilerek minibüse konup, koltuklara bağlandı.

Yanlarına üç jandarma eri verildi.

Yolda jandarmalar minibüsten inip, şoföre devam etmesini söylediler.

Kuşkulanan şoför yakındaki nehre doğru kaçmaya başladı ve vuruldu.

Daha sonra minibüs, bölgeye sevk edilen askerler tarafından silahla ve helikopterlerle tarandı.

Genelkurmay, “11 köylüyü PKK yaktı” açıklaması yaptı.

Oysa minibüste sadece 10 ceset vardı, şoför yolda vurulmuştu ve minibüsün tavanı, havadan ateş açıldığını gösteren mermi izleriyle doluydu.

* * *

Olaydaki garipliği fark eden ve köylülerin kimliklerinin güvenlik güçlerinde çıktığını bilen gazeteciler olayın peşini bırakmadı.

Suç duyurusunda bulundular.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “etkili soruşturulma yürütülmediği” için Türkiye’yi tazminata mahkûm etti.

Devlet yıllarca sessizliğini bozmadı.

Sonra Adnan Ekmen çıkıp “Katliamı PKK yapmadı, bunu biliyorduk ama çaresizdik, üzerine gidemedik. Dosya yeniden açılsın. Ben tanıklık ederim” dedi.

Taraf, Ekmen’in anlattıklarını ayrıntılarıyla yazdı.

Ercan Kanar, Münir Ceylan, Şanar Yurdatapan, Celal Başlangıç ve Hakan Tahmaz Güçlükonak Katliamı hakkında üçüncü kez suç duyurusunda bulundular.

Ve Milliyet, katliam kurbanlarından Ali Nas’ın kızı Meryem Demir’le konuştu.

Peki, ne oldu?

Niye hâlâ tek bir savcı çıkmadı Güçlükonak’la ilgilenecek?

* * *

Güçlükonak Katliamı “işlevsel” bir katliamdı.

Tıpkı, daha önceki Bingöl Katliamı gibi, PKK’nın tek taraflı ateşkes ilan ettiği döneme denk getirilmiş ve ateşi yeniden başlatmıştı.

Cizre Başsavcısı, Diyarbakır Başsavcısı bunu unuttular mı?

Harekete geçmek için hâlâ ne bekliyorlar?

Cezasız kalan katliamların, yeni katliamların yolunu açtığını görmüyorlar mı?

Katliamlar cezasız kaldıkça, bütün ateşkeslerin de yarım kalacağını bilmiyorlar mı?
Yasemin Çongar

Neden Kılıçdaroğlu’na oy vereceğim?

Oturuyoruz Bebek Camii’nin yanındaki kahvede.

Bilmem kaç yıllık arkadaşım...

Simit, kaşar peyniri, çay önümüzde.

Damdan düşer gibi lafa giriyor:

‘Ben Kılıçdaroğlu’na oy vereceğim bu seçimlerde!’

Simiti çayla savuşturup soruyorum:

‘Niye?’

Merak ediyorum. Belki benim anlamadığım, bilmediğim, gözümden kaçmış, kulağıma ulaşmamış bi şeyler vardır; anlatır. Belki, o zaman, ben de oyumu ona veririm..

‘Her şeyden önce dürüst adam.’

‘Peki... Başka?’

‘Namuslu adam!’

‘İyi. Sonra?..’

‘Deneyimli!’

‘Deneyimli?’

‘Evet.’

‘Daha önce belediye başkanlığı yapmış mı?’

‘Ne ilgisi var?’

‘Hayır, yani deneyimli dedin de... Ben de belki bi yerlerde belediye başkanlığı yapmıştır da benim haberim yoktur diye sordum.’

Durdu şöyle bi düşündü:

‘Sence yapmış mıdır?’

Hoppala! Bana soruyor..

‘Yapmıştır... Duyduğuma göre’ dedim.

‘Nerede?’

‘Hamburbeyli’de..’

‘Orası neresi?’

‘Sen de İstanbul’u hiç tanımıyorsun! Kağıt Deresi’nden çık. Kasım Efendi’ye in. Dönme Dolap’tan aşağı doğru; sağa sap. Orada...’

‘Nereden uyduruyorsun bunları?’

‘Oğlum... Kağıthane’ye Kağıtderesi diyen senin oy vereceğim dediğin Sayın Kılıçdaroğlu değil mi? Kasımpaşa’ya da Kasım Efendi, Dolapdere’ye de Dönme Dolap demesi doğal. Eğer işimiz İstanbul’da semtler, ilçeler icat etmekse bi tane de ben icat ettim sana. Hamburbeyli!’

‘Sen dalga geçmeye devam et... Adam dürüst, namuslu, süzüne inanılır, güvenilir...’

‘Sen namussuz, yalancı, ahlaksız mısın?’

‘Saçmalama! Değilim tabi!’

‘Yani sen de dürüst, namuslu ve sözüne inanılır bi adamsın... Üstelik güvenirim de sana.’

‘Eee?’

‘Ee’si oyumu sana vereyim... Sen de, sana ver.’

‘Ben belediyecilikten ne anlarım?’

‘Doğru. Sen, Hamburbeyli’de belediye başkanlığı yapmadın!’

Aziz Üstel

2009’a 1929’dan bakmak

Bülent Arınç benim báhusus sempati duyduğum politikacılardan biri değildir. Fakat evvelki gün ‘Ergenekon’ sanığı orgenerallere dáir söylediği bir söz üzerine içimden kendisine bir tebrik ve şükran telgrafı çekmek geçmedi desem yalan olur. Diyor ki Allahdan bu orgeneraller görevdeyken bir harbe marbe girmedik. Yoksa maazallah hapı yutduğumuzun resmiydi. Bunlar askerlikden başka herşeyle uğraşmışlar!

Doğru söze ne denir?

Neûzübillah, ne vartalar atlatmışız!

‘Güneş Kıral’ diye de anılan XIV. Louis’nin meşhur sözünü bilirsiniz: ‘Devlet ben’im!’. ‘L’Etat, c’est moi!’ yáhut 17. Yüzyıl’daki imlásıyla ‘L’Estat, c’est moi!’

Napoléon Bonaparte da ‘Je suis la patrie!’ demiş. ‘Vatan ben’im!’

Görüldüğü üzere hiç aşağı kurtarmıyor.

Bizimkilerin şiárı ise anlaşılan ‘Nous sommes aussi l’Etat aussi la patrie et aussi la nation!’ .

‘Bizler hem devlet hem vatan hem milletiz!’

Bu durumdan irkilti ve tiksinti duyan bütün subaylarımızı tenzîh ederim ama ‘hastalık’ sádece Silahlı Kuvvetler mensublarından bir kısmıyla kaaim değil. Hukukçular, politikacılar, bakanlık bürokratları, işadamları ve mas-medyacılar arasından da kendine bir dizi destekçi bulması bu ‘kanser hücreleri’nin hangi fecî ölçülerde ‘metastas’ yapdığını báriz şekilde ortaya koyuyor.

İşin esásında hep bázı meslek mensublarının kendi üzerlerine vazîfe olmayan işlerle uğraşmaları yatıyor. Bu arada meydana çıkan iğrenç akçalı düzenbazlıkların boyutları da baş döndürücü.

Bu kadar uzun bir girizgáhdan sonra asıl değinmek istediğim konuya geliyorum:

Öyle görülüyor ki kendilerini samîmî olarak ‘Kemalist’ yáhut ‘Atatürkçü’ olarak niteleyenlerin düşdüğü prensipiyel hatá, o bağlı bulundukları fikri bir ‘ideoloji’ sanmaları. Oysa Atatürkçülük/Kemalizm bir ‘dünyá görüşü’dür. ‘Akılcı/rasyonalist’ bir dünyá görüşü. Bunu bir ideoloji háline sokanlar, daha 11 Kasım 1938 tárihinden îtibáren Atatürk’ün vasiyetine ihánet edenlerdir. Yüce Önder ideolojilerin katı ve değişmez kalıplar olduğunu, bu yüzden de tekámüle engel olacağını biliyordu. Onun içindir ki hiçbir meselede ‘kesin’ çözümler dayatmamışdır. ‘Hayatda en hakıykıy mürşid ilimdir.’ diyen bir insandan başka türlüsünü beklemek záten abesdir. Atatürk bütün ömrü boyunca ‘zemîne ve zamana uygun çözümler’in adamı olmuşdur.

14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidára gelmesi ánından beri memleketin ‘satıldığı, batdığı, pádişahlığın, hiláfetin geri getirilmek istendiği’ teráneleriyle ortalığı velveleye verenler, 2009 Yılı problemlerini 1930’lar sahnesi üzerinde seyretme gafletinden kendilerini kurtarsalar Türkiye’nin hiç de öyle zannetdikleri kadar berbad durumda olmadığını kolayca görebilirler. Berbad durumda olan kendileri.

Unutmamalı ki bütün güvencelerin ölümü yeni hürriyetler doğurur ve dahî korkunun ecele faydası yokdur.

Yağmur Atsız

Liderlerin başarı çıtası nedir?

Gerçek bir demokraside partilerin, liderlerin başarı ölçülerinin ne olduğuna dair bir tartışma yaşanmaz.

Standartlar bellidir. Bir lider, partisini iktidara taşıdıktan sonra; istisnai durumlar hariç iktidar süresince; yani seçim kazanmaya devam ettikçe görevinde kalır. Seçimi kaybettiğinde; yani, partisinin iktidar olma şansını bitirdiğinde görevinden çekilir. Siyaseti de bırakır.

Böylesi bir durum Türkiye’de hiç yaşanmadı.

Demirel, merhum Ecevit, Çiller ve Yılmaz bunu yapamadılar. Erbakan’ın ise Başbakanlığı kaybettikten sonra siyasi yasaklı duruma düştüğü için ne yapacağını göremedik.

Merhum Özal’ın ‘Ben muhalefet olmam’ dediğini biliyoruz. Bu söz de onun iktidarı kaybettiğinde siyaseti bırakacağına yorumlandı. Ancak, Özal da bunu deneyemeden Cumhurbaşkanı oldu. İki genel seçimi farklı kazandıktan sonra ikinci yerel seçiminde ağır bir yenilgi almasına rağmen çekilmeyi düşünmedi.

Şimdi ilk kez bir lider açıkça ‘Kazanamazsam bırakırım’ diyor. Erdoğan’ın bu sözüyle kazanamamayı ikincilik olarak da tanımlıyor. Yani, partisi ikinci duruma düşerse kendisini siyaseti bırakma sözüyle bağlamış oluyor.

Doğrusu da budur. Bir lider önce birinci olmuş ve ardından ikinciliğe düşmüşse bu artık onun toplum tarafından tercih edilmeme sürecine girdiğini gösterir. Herkesin bunu anlaması lazımdır.

Bir zamanlar yüzde 40’lı oylarla iktidara gelen Demirel ve Ecevit’in sonraki dönemlerdeki hırs ve ısrarları kendilerini yüzde 20-30 arası oylarla yeniden başbakanlığa taşımıştır ama ülkeye kaybettirmiştir. Israr etmemiş olsalar muhtemelen yüzde 40’lı başarılar elde edecek yeni liderler ortaya çıkacaktı.

Özetle, bir kez kaybedenin bir daha ‘aynı güç ve güvenle’ geri gelme şansı yoktur. Bu şansı zorlamak da ülkeye kaybettirmektedir.

Batılı demokrasilerde çok başarılı liderlerin ilk seçim yenilgisinde; hatta yenilgi olmaksızın radikal gerilemelerde ve hatta arda arda başarılarda bile siyasetten çekildiklerini görüyoruz. Yakın dönemde Kohl, Schröder, Teatcher ve Blair gibi isimlerin çekilişleri buna örnektir. İskandinav demokrasilerinde daha çok örnek bulabiliriz.

Dahası... Almanya, İngiltere, Fransa gibi demokrasilerde birçok muhalefet lideri daha ilk seçimlerinde başarısız olduklarında ‘bir gün mutlaka başbakan olmalıyım’ takıntısına esir olmadan görevlerini başka isimlere terk ediyor. Sayısız değerli politikacı, genel başkanlıkları güçlü rakip başbakanlar dönemine denk geldiği için seçim kaybetmiş ve siyasetten çekilmiştir.

Demokrasi başarısız siyasetçiye prim vermiyor. Yeri doldurulmaz veya vazgeçilmez olmak gibi kendinden menkul sıfatları tanımıyor. Demokratik toplumlar ülkeyi yönetebilecek çok sayıda başbakan olabileceği varsayımına dayanıyor.

İşte bu demokratik standardın yerleşmesi açısından Erdoğan’ın koyduğu çıta önemlidir. Partisinin bu seçimde birinci olacağı çok yüksek bir ihtimal olması bu taahhüdü önemsizleştirmez. İktidar olamayacağı bir seçim yenilgisi aldığında partisinin başından ayrılmalıdır.

29 Mart’ta 40 veya 50 puan almasının başarı-başarısızlık ölçüsü açısından ‘temelde’ önemi yoktur. Ana gövdeyi koruduğu müddetçe AK Parti’nin birkaç puan artırması veya azaltması üzerinden konuşmanın lüzumu yoktur. İktidar partisinin iktidar gücünü sorgulamak ancak CHP (veya MHP) 30’ları aşarsa konuşulabilir. Veya bütün partiler oylarını 5-10 puan artırır ve AK Parti 3 Kasım 2002’de aldığı yüzde 34’ün altına inerse erken seçim tartışılır. Bunun dışındaki oy oranları muhalefet için çözümsüzlüktür zira AK Parti 35’ler civarında kalsa bile ‘tek başına iktidar’ pozisyonu geçerliliğini sürdürecektir. AK Parti üzerinde başarısızlık tartışması, ancak bu parti içinde olmaksızın koalisyon kurulduğunda mümkün olabilir.

Gelelim Baykal’a...

Baykal örneği Batı’da olmadığı gibi, Türk demokrasisinde de yoktur. Türkiye’de seçim kaybeden kitle partisi liderlerinin genel başkanlık görevinde kaldıkları çok görülmüştür ama siyasi kariyerleri boyunca en az bir kez kazanmışlardır. Baykal, hiç seçim kazanamadan koltuğunda oturmaktadır. Böylesine problemli bir durumda CHP lideri için başarı/başarısızlık çıtası koymak imkansızdır. Kendisinin de bir rakam verememesi bundandır.

Baykal, geçen seçimlerin altında kalsa da ya da sözgelimi 25’lere ulaşsa da anlamlı bir siyasi durum ortaya çıkmış olmayacaktır.

Baykal için bir ölçüden söz edebilecek olsak ikinci sıradaki partinin demokratik siyasetin tabiatı gereği birinci olmakla bağlı olduğunu söylemek gerekir. Ve, yine siyasetin tabiatı gereği, bunu başaramayan liderin gitmesi gerekir...

Kabul edelim ki böyle bir standardı Baykal gibi bir lidere hatırlatmak da anlamsızdır

Mustafa Karaalioğlu

Türkiye günahlarından arınıyor mu?

JİTEM’in Güneydoğu’daki ‘ölüm kuyuları’...

Tüm melanetlerin anası gibi duran Ergenekon Davası’nın ikinci iddianamesi...

Abdullah Gül’ün de altını çizdiği gibi Kürt Sorunu’nda ‘sınır içi’ radikal bir çözüm umudu...

24 Nisan öncesi Ermenistan Meselesi’nin bir çözüme bağlanacağına ait beyanlar...

Son günlerin bu gelişmelerine topluca bakınca insan kendi kendine sormadan edemiyor:

‘Acaba Türkiye günahlarından arınıyor mu?’

* * *

Ayağımızdaki prangaları parçalayarak daha hızlı koşabileceğimiz bir noktaya doğru mu gidiyoruz?

Bu umudu doğuran ne?

Sadece dünkü gelişmeler bile umutlanmaya yetiyor...

Türkiye’nin yakın tarihindeki her türlü kanlı çalkantının altından çıkmaya aday Ergenekon’un ürpertici ikinci iddianamesi yanında, Malatya İl Jandarma eski Alay Komutanı’nın ‘Zirve Kitabevi Katliamı’nın azmettiricisi olarak gözaltına alınması, olup bitenin vahametini kendiliğinden anlatmakta...

* * *

Sadece bu mu?

Zirve Kitabevi’ndeki hepimizin yüzünü kızartan o korkunç katliamın bir diğer parçası da Güneydoğu’daki ‘ölüm kuyuları’ olarak ortaya çıkıyor...

Pazartesi günü BOTAŞ yakınındaki askeri karakolun bahçesinde yapılan ilk kazıda iki kemik parçası ile bazı kumaş kalıntıları bulunmuştu.

Daha sonra ise ilçeye 15 kilometre uzaklıktaki restoranın bahçesindeki bir kuyuda bir kemik parçası, saç teli, tüy, eldiven ve bereye rastlandı...

Bu eski restoranın bahçesindeki kuyularda kazı dün de devam ediyordu...

* * *

Gayri Nizami Harp’i ‘ölüm kuyuları’ olarak algılayan yaklaşım Türkiye’nin son çeyrek yüzyılını katletti...

Susurluk, Ergenekon, o kan içici Frankeştayn’ın evlatları olarak doğdu...

Şimdi ise TRT-Şeş’e...

Ajda Pekkan’ın Kürtçe şarkı söylemesi noktasına gelindi...

Taleplere daha demokratik açılımlarla cevap verilseydi de onca acı çekilmese ve onca gözyaşı dökülmese olmaz mıydı?

Yirmi beş yıllık bir öngörüsü bile olmayan sığ bir şaşılığın adı ‘devlet etme zihniyeti’ olabilir mi?

* * *

Peki ya bundan sonrası?

Bundan sonrası ise Kürt vatandaşlarımızın bu topraklarda ‘Kürt gibi yaşayıp yaşayamayacağına’ bağlı...

Türkiye Kürtlerin de devleti olacak mı, olmayacak mı?

Bu açıdan Abdullah Gül’ün İran gezisi sırasında söyledikleri, özellikle de ‘bu meseleyi sadece sınır dışına yüklemek yanlış olur’ demesi çok önemli...

Çünkü içerdeki insanları kapsamadan bu sorunu çözmek mümkün olmadığı gibi, mevcut yaklaşımların da en zayıf halkası burası...

* * *

Türkiye’deki Ergenekon nereden beslenir?

Ayışığı ve Sarıkız darbe girişimlerinin de belgelediği gibi Kıbrıs’tan...

Kürt Sorunu’ndan...

Hrant Dink cinayetinin de ortaya koyduğu gibi Ermeni Meselesi’nden...

Dün, Ankara-Erivan hattında normalleşme için tarihi adımın çok yakın olduğuna dair haberler okudum...

İki ülke arasındaki anlaşmanın Nisan ayında imzalanabileceği belirtiliyordu...

Umarım bu da dün yeşeren umudun büyük bir parçası olur...

* * *

Korkularından...

Tarihsel esaretlerinden...

Vatandaşlarıyla itişip-kakışmaktan kurtulmuş bir Türkiye, hem daha hızlıca AB’ye üye olacağı gibi, hem de demokrat Obama’nın arzuladığı şekilde ‘demokrat-Müslüman’ kimliğiyle dünyaya bir örnek haline gelebilir...

Yeter ki bunları yaparken, siyasal İslamcılıktan mülhem, garip yasakçılığa tevessül etmek gibi bir büyük hata işlenmesin... Belediye işletmelerinden Darwin’e kadar amaç özgürlükleri daha da genişletmek olsun...

Mehmet Altan

12 Mart 2009 Perşembe

İşte iddianame de geldi

-Obama, Ankara'yı aramadı bile, denmişti. Belki de soykırımdan söz eder, denmişti. Bizimkiler itibarımız arttı diye efeleniyorlar ama, işte Washington nezdindeki itibarları, denmişti.

Temel olsa sorardı:

-N'oldi?

Önce Obama'nın Ortadoğu temsilcisi Mitchell, ardından Dışişleri Bakanı Hillary geldi, ve ardından bir ay içinde Obama Türkiye'ye geliyor.



***

-Kimi general, kimi medya mensubu koca koca adamlar birer birer gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Aylar geçti, hâlâ ortada iddianame yok. Kim ne ile suçlandığını bilmiyor, denmişti.

Temel olsa sorardı:

-N'oldi?

İşte 1909 sayfalık iddianame geldi. Üstelik darbe hazırlığı suçlaması ile... Üstelik 2'si general, 12 kişi, silahlı isyana teşvik için örgüt kurmaktan yargılanacak.

Bir çevrenin kurduğu tüm propaganda kuleleri teker teker devriliyor. Üstelik yatsıya varmadan.



***

Tabii ki yargılamanın sonucunu şimdiden bilmek mümkün değil. Kimin suçu sabit görülecek, kimse bilmiyor.

Ama...

İkinci iddianame, Türkiye'nin önüne, Sabancı suikastı gibi, Sivas olayları gibi, Gazi olayları gibi, ETÖ'ye izafe edilen öyle davaları koyuyor ki, işi ciddiye almamanız mümkün değil.

İddianame bir şeyi daha öne sürüyor:

Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ), Hizbullah'la, PKK ile, El Kaide ile, DHKP - C ile yani, sağlı sollu birbiriyle vuruşan örgütlerle ilişki içinde olmuş.

Bunlar korkunç iddialar.

Bunların hangisinin araştırılmadan üstünün örtülmesine razı olabilirsiniz?

Kendi kendimize soralım:

Sabancı suikastı çözüldü mü?

Ya Sivas olayları?

Ya Gazi olayları?

Maraş, Çorum olayları çözüldü mü?

Bu sıralamayı uzatabilirsiniz:

Taa Abdi İpekçi cinayetine, Aksoy, Kışlalı, Hablemitoğlu, Üçok, Danıştay, Gün Sazak, Fendoğlu vs...

1977 Taksim olayları vs.

"Vs." diye ifade edilen bu iki harflik sözcük Türkiye'de nasıl bir karanlık ve kanlı süreci anlatıyor, ürpermemek mümkün değil.

İddianame, tüm karanlık ve kanlı sürece bir anlam getirmeye çalışıyor.

-Bu iş planlı, diyor. Bu işi planlayanlar var, diyor. Şüpheliler, sanıklar şunlar, diyor.

Gelin de, önemsemeyin.

Aslında, devlet, bugüne kadar bin kere bu karanlık ve kanlı süreci ortaya çıkarmaya çalışmış ve çıkarmış olmalıydı.

Devletin istihbarat kurumları, MİT'i, şusu busu, ne güne duruyor?

Birileri, diyelim, zararlı gördükleri bir siyasi kadroyu tasfiye etmek için tüm bunları meşru görmüş olabilir. Ama işte, bir gün geliyor, hukukun duvarına tosluyorsunuz. İş öyle gitmez. Erken kalkan kumpas kurup, memleketi bir yerlere alıp götüremez. Buna hiçbir ülkede izin verilmez.

-En doğruyu biz biliyoruz. memleket bizden sorulur.

Buna inanmış olsanız bile, meşruiyyet sınırları içinde ülkeye hizmet etmek için halktan yetki almanız gerekir.

-Ben darbe yaparım, ben korurum ve kollarım, buna keyfimce karar veririm, bunun için adam öldürürüm. Gerekirse Başbakan asarım. Lüks haline gelmişse Meclis'i kapatırım, Hükümeti deviririm.

Bunu diyemezsiniz.

Düne kadar deyip gelmiş, borunuzu öttürmüş olabilirsiniz. Başbakan ve bakan asmış olabilirsiniz.

Ama Türkiye, o dönemi aşıyor ve hukuk devleti olmaya doğru gidiyor.

Bu dava nasıl sonuçlanır, şu anda bilmek mümkün değil.

Ama bir şeyi bilmek mümkün:

Artık herkes, öyle, meşruiyyetleri kendilerinden menkul hukuk dışı arayışlara girdiklerinde ellerinin yanacağını bilecek.

Türkiye, asıl bu Ergenekon davası ile, daha bir hukuk devleti olmaya ve demokrasisini pekiştirmeye yöneliyor.

Artık kimse "Genç Subaylar rahatsız" diye, millet iradesi karşısında bir gayrı meşru güç odağı çıkaramayacak.

Ergenekon, bir demokratik terbiye süreci. Hukuk devleti içinde ve demokratik kurallar çerçevesinde herkese haddini bildiren bir süreç.

Elhasıl iyi bir süreç.

Avukat bey, boğazını yırtarcasına bir sesle hoşlanmadığını açıklasa da!

Ahmet Taşgetiren

ABD İnsan Hakları raporunun gizlenen yüzü

Başbakan Tayyip Erdoğan, Ankara'ya gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'a, bakanlığının yayımladığı "2008 Türkiye İnsan Hakları Raporu"nda hükümetin basına baskı yaptığı şeklindeki ifadeyi sormuş: "Ağır olmadı mı?" Clinton da cevaben, "ABD'nin düşünce, basın ve ifade özgürlüğüne ne denli önem verdiğini" anlatmış.

Erdoğan'ın sorusunu mucip olan, raporun Doğan Medya Grubu (DMG) gazetelerinde önemle altı çizilen bölümü şu: "Kanunlar ifade ve basın özgürlüğüne yer veriyor, ancak hükümet bazı durumlarda bu özgürlükleri kısıtlamayı sürdürdü. Bazı yüksek dereceli hükümet yetkilileri, yıl boyunca basını sert bir şekilde eleştiren beyanlarda bulundular."

Nedense (!) DMG'ye ait ve öteki gazetelerde raporun şu bölümüne dikkat çeken olmadı: "Medyanın çoğu, pek çok medya dışı alanda çıkarları olan büyük, özel holding şirketlerinin mülkiyetinde. Medyada mülkiyetin belirli ellerde toplanması haberlerin içeriğini etkilediği gibi, tartışmaların kapsamını da kısıtlamakta. Gözlemcilere göre büyük medya şirketleri ellerindeki medyayı giderek artan ölçüde hükümet politikaları üzerinde baskı oluşturmak amacıyla araç olarak kullanıyor." Ne diyeyim? Anlaşılan Türkiye'de kimse medyayla ilgili esas sorunu, sorun olarak görmüyor.

Geçen hafta, Emin Çölaşan'ın "Bir medya belgeseli" altbaşlıklı kitabı (bkz 30.10.2007 tarihli yazım) kadar olmasa da, medya üzerine çok öğretici bir katkı, Taraf gazetesinden geldi. Amberin Zaman'ın DMG patronu Aydın Doğan'la yaptığı uzun mülakatı yayımlandı (5 Mart). Bu mülakatta Başbakan'la aralarında geçen bir konuşmayı aktaran Doğan, büyük medya sahipleriyle hükümet arasındaki ilişkilerin nasıl yürüdüğü hakkında iyi bir fikir veriyor: "Ceyhan'da rafineri kurmak istiyorum... Bana müsaade verin... / Samsun'da kursan olmaz mı, orayı bizim (Ahmet) Çalık'a (Sabah�ATV patronu) söz verdim... / Efendim, Çalık da yapsın, ben de yapayım... / Putin var o işin içinde. İtalyanların en iyi şirketi var. Berlusconi var. Ocak ayını bekleyelim... Ondan sonra bir şey yaparız... / Ben petrolcüyüm, Çalık petrolcü değil ki, o müteahhit... Ceyhan�Samsun arası boru hattını yapıyor. / Yok, rafineriyi de söz verdim..."

Doğan'ın kimi sorulara verdiği cevaplar da bu açıdan çok aydınlatıcı: "Sonuçta rafineriyi Başbakan'dan istediniz... / Kimden isteyecektim... / Ama ihaleye çıkılıyor... / Hayır ihale değil. İhale olsa kabulüm, ruhsat istiyorum... / Birisi Angela Merkel'e gidip bana ruhsat ver diyebilir mi? / Angela Merkel'e demez, çünkü Merkel bu işle uğraşmaz... / O zaman başından sona bir terslik var... / Tabii var. Bakın Tayyip Bey kendi döndü orada, Hilton'u ne yapıyorsun, dedi... / Hilton bu haliyle demode. Mutlaka yeniden yapılması lazım. Ama yanına da bir takım ilaveler lazım... Eğer Türkiye'de ABD'deki gibi vergi idaresi bağımsız olsa, siyasi iktidar değişti diye vergi mükellefi korkar mı... İş adamlarının hepsi konuşmaktan korkuyor. Çünkü bağımlı. Siyasetçinin iki dudağı arasında. Mahvedin şu adamı, gidin üzerine, bitti..." En rahat kiminle çalıştığına dair bir soruya Doğan'ın yanıtı şöyle: "Turgut Bey'le de kavgalarım oldu. Süleyman Bey'le rahat çalıştım. Mesut Bey rahat göründü ama çok şeyler yaptı bana..."

Aydın Doğan, kendisini sahibi olduğu gazete ve televizyonların en tepedeki genel yayın müdürü olarak gördüğünü saklamıyor. Erdoğan hakkında diyor ki, "Eleştirdiğimiz de oldu, iyi şeyler yazdığımız da..." Seçimden sonra Başbakanla aranızdaki sorunlar düzelebilir mi, şeklindeki soruya şu cevabı veriyor: "Temenni ederim. Dikkat ederseniz, benim televizyonlarım başbakanın mitinglerini öbürlerinden daha az göstermiyor. Özellikle bunu söylüyorum. Dikkat etmelerini söylüyorum... Her toplantıda genel yayın müdürü arkadaşlarıma aynı şeyi söylüyorum..."

Doğan'ın okurda üzüntü hatta acıma hissi uyandıran sözleriyse şöyle: "Hiç bir işimi siyasi şeyle almadım. Tersine, yayıncı olduğum için bütün işlerimde baskı altında kaldım. Yani zarar gördüm..."

Şahin Alpay

Kur hareketleri ve Türkiye'nin "Aydın Doğan" sorunu

Geçen hafta Amerika'da bankacı City Grup, arabacı General Motors ve sigortacı AIG 200 milyarı aşan dev zararlar açıkladılar.

İngiltere korkunç zararlar açıklayan dev bankalarına el koymaya devam ediyor. IMF'yi vasi olarak ensesinde bulan Doğu Avrupa ise adeta toptan iflasın ve temerrüdün eşiğindeyken AB toplandı ve kısaca "ne halin varsa gör" dedi. Dahası, Türkiye'de ortağı olan birçok yabancı banka Türk ortaklarından yardım istiyor. Evet, duyun ve şaşırın. Devlet bu durumu dikkatle takip etmeli. 2008'de tam 13,3 milyar TL kâr açıklayan bizim bankalar ise Ocak 2009'da da net kârını tam % 23 artırdı, 1,6 milyar TL kârı cebine indirdi.

Yani dünya uçurumdan aşağı düşmüş. Bütün gayretlere rağmen bilhassa Doğan Medyası, zor dönemde freni patlamış kamyon gibi, sureti haktan gözüküp rampadan aşağı toplumun üzerine geliyor. Adeta gaz bidonunu eline almış toplumun üzerine döküyorlar. Her zaman olduğu gibi "nasıl olsa bir kibrit çakan çıkar" der gibi bir halleri var. İğneyle kuyu kazarcasına "bir kötü haber daha" diye adeta "afet sergisi" açıyorlar.

Tahmin edeceğiniz gibi, seçimden önce "AK Parti'ye vurulabilecek son darbeyi de indirelim de gerekirse kaos çıksın." şeklinde bir pozisyon almışlar. Derdim elbette AKP değil, hakikat ve ülkemin geleceği. "AKP gitsin, 28 Şubat düzeni dönsün" arayışı devam ediyor. Akıl bunun neresinde? Gemiyi batırma kararlılığında adeta yine, yeniden, bilmem kaçıncı kez "akıl tutulmasına" maruz kalmışlar. En aklı başında yazar Taha Akyol bile önceki gün "ekonomi yazmaya" karar vermiş. Koroya katılmış yani. Çok yazık.

Açıkçası Doğan Grubu tam bir Rus Ruleti oynuyor. Aydın Doğan, Erdoğan ile kavga ediyor da, Tansu Çiller ile yaka paça olmamış mıydı? "Altın tepsi içinde sunulan iktidar koltuğunun" bedelini almak üzere Mesut Yılmaz'ı evinin bahçesinde Dalton pijamaları ile karşılayan kimdi? İstediğini aldı da doydu mu? Gazetesinin manşetleri karargahlardan ısmarlanırken "emrin olur" diyenler şimdi sahte basın özgürlüğü havarisi kesildi. Hukuktan anladıkları ise "biz çalalım, vuralım, devlet sırlarımızı dinlemesin, deşifre etmesin" düzeyinde. Suça mahremiyet istiyorlar. Açıkçası olay artık partiler üstü hale gelmiştir. Türkiye'nin bir "Aydın Doğan" sorunu vardır.

Bu bağlamda geçen hafta dünya sarsılınca bizde para piyasalarında faiz ve borsa müthiş bir direniş sergiledi. Ancak kurda bir sıçrama oldu. Doğan Grubu, borçları döviz cinsinden olmasına rağmen adeta yangına körükle giti. Halkı tedirgin edip döviz büfelerinin önünde kuyruğa sokmak istedi. Geçen cuma dolar 1,79 TL bandını görünce ben bu oyunu fark ettim. Hiç adetim olmadığı halde gün ortasında Samanyolu Haber'e canlı yayına çıktım. "Dolar pazartesi 1,80'i de, 1,90'ı da aşabilir, ancak sakın halkımız bu düzeyden dolar almasın, oyuna gelmesin, zarar etmesin, tam tersine satış fırsatı olarak kullansın, zira Merkez Bankası'nın "müdahale ederim" demesi bile yetecek. Hele hafta başında zaten 50-100 milyon dolarlık "minik" bir müdahale bile dövizi yerine döndürecek." dedim. Öyle de oldu.

Bunu derken gerekçem de şu: ABD ve AB'nin sorunu ile Türkiye'ninki aynı değil. Bizim finans sistemimiz çok sağlam. Döviz piyasalarımızda derinlik fazla. Satış ve alım yönündeki ihtiyaçlar birbirini dengeliyor. Halkımız sakin. "Sürü halinde" alım yönünde bir psikoloji yok. Bu da sisteme olan güveni gösteriyor. Bizim dünyadan ayrıcalığımız da ilk defa bu "güven."

Keza Merkez Bankası'nın döviz rezervi 68, bankacılığın ise 50 milyar doların üzerinde. Ayrıca Türkiye'de aşırı bir döviz talebi yok. Zira cari açık gerileme sürecini bitirip tersine fazlaya geçti bile. Keza varlık barışından beklentilerin üzerinde 13,5 milyar TL'lik bir kaynak girişi oldu. Dalga geçenler bile şimdi pişkin pişkin "süreyi uzatın" diyorlar. Kısaca döviz için içeride talep cephesinde bir sıkıntı olmadığı gibi arz cephesinde de bir sıkışma yok.

Sorun şu ki, yerli büyükler ve borçlandıkları yabancı ortakları döviz istiyor. Bu durumda seslerini kesip sükuneti temin etmeleri gerekirken, yukarıda dediğim nedenle ilgili çevreler öldürücü bir romantizm içinde, "namluyu şakağına dayamış" vaziyette, halkı sokağa çekip, sosyal patlamaya davetiye çıkarmaya çalışıyor. Dünya krizini, "1000 yıl sürdürmek istedikleri" cunta düzenine eklemlemek istiyorlar.

Soruyorum, bunların çığırtkanlığı nedeniyle 1,82 düzeyinden döviz alan halkımızın kayıplarını kimler ödeyecek?

İbrahim Öztürk

Obama gelmeden ikinci iddianame geldi

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın bir günlük hafta sonu ziyareti, sürpriz bir haberle noktalandı. Başkan Obama, 6-7 Nisan'da Türkiye'de olacak. Bu ziyaretin anlamı, verdiği mesajlar tabii ki çok önemli. Ben iki konuya dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi, bu ülkede, kendi değerlerimiz üzerinde yükselerek güçlenmemizden, rahatsız olanlar var. İnanınız, bağımsızlıktan yana görünen bu çevreler, Türkiye, kendisi kalarak küresel bir aktör olacağına, ABD uydusu olsa, daha çok sevinecekler. Sakın ağır bir ifade kullandığımı sanmayınız.

Başbakan Erdoğan, Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı'nı protesto ederek kalkıp gidince, bu sözünü ettiğim çevre, bir felaket habercisi koro gibi ses verdi. İçlerinde siyasetçiler, eski dışişleri bakanları, diplomatlar, akademisyenler, köşe yazarları ve 9. Cumhurbaşkanı Demirel de var. Neler demediler, neler yazmadılar. İsrail öyle kafa tutulacak bir ülke değilmiş. Türkiye'ye, önüne ne zaman konacağı belli olmayan faturalar çıkartılırmış. Türkiye'nin prestiji sarsılmışmış. Türkiye artık arabulucu falan olamazmış. Amerika'daki Türklerin, sokağa çıkacak yüzü kalmamışmış. Yahudi lobisinin kontrolündeki Amerika, artık Türkiye'nin burnunu sürtecekmiş. Ermeni tasarısını getirince, Hanya'yı, Konya'yı görürmüşüz. Daha neler neler...

Hâlbuki ABD'yi iyi tanıyan, oturup kalktığı için Yahudi lobisinin adamlarından etkilenenler gibi düşünmeyenler, başta Cengiz Çandar, "bunlar asla doğru değil" diye yazıp durdular. Evet, ABD'den tepkiler vardı, ama bunlar, İsrail menfaatlerine hizmet etme dışında gayesi olmayan, Cumhuriyetçilerin neo-con takımının servis ettiği tepkilerdi. Gerçek ABD politikasını yansıtmıyorlardı. Onların tepkileri ABD tepkisi gibi Türkiye'ye servis ediliyor ve felaket tellallığına malzeme yapılıyordu.

Bunlar kendi ülkelerine hiç güvenmediler. İnanınız, çoğunun ömrü, Türkiye'yi dışarıya jurnallemekle geçti. "Sakın aldanmayın, Türkiye batıyor, Türkiye'den adam olmaz" dediler. "AK Parti, halkı kandırdı, sizi de kandırmasın, sonra Türkiye'yi kaybedersiniz bak..." dediler. Clinton, geçen geldiğinde de alenen televizyonlarda, "geldiniz iyi de, bu ülkede laiklik elden gidiyor, kadınlar eziliyor, bunları da bilin, sakın Cumhurbaşkanı'nın, Başbakan'ın, Dışişleri Bakanı'nın anlattıklarına kanmayın, asıl bize kulak verin" dediler...

Pes doğrusu. İnsaf doğrusu. Şimdi o koro, Obama'nın gelip İslam dünyasına Türkiye'den mesaj verecek olmasından dolayı şaşkın vaziyetteler. Türkiye'nin, Müslüman kimliği ile demokratik laiklikten yana bir büyük ülke olarak, giderek parladığının, ABD Başkanı'nın ağzından bütün dünyaya anlatılmasından son derece rahatsızdırlar. Zira onlar ne demişti, bak şimdi ne oldu...

İkinci konu şu: Başlıkta neden, Obama gelmeden ikinci iddianame geldi, dedim? Ergenekon terör örgütü davasının; binlerce faili meçhul cinayete, terör örgütlerinin başta PKK olmak üzere devlet içindeki kanunsuzlar tarafından kurulup kullanıldığına dair bilgilere, belgelere rağmen örtbas edilmesini isteyenler var. Yargıda, bürokraside direnenler var. CHP, bu davanın avukatlığında ısrar ediyor. Savcılar, hâkimler tehdit ediliyorlar.

İşte ikinci iddianame, bu koronun, bütün çabalarının boş olduğunu anlatıyor. Türkiye eğer ABD için, AB için çok değerliyse, dünya barışı, medeniyetler ittifakı için vazgeçilmez ise, bu Türkiye, artık darbelerin yapıldığı, bürokratik vesayetle yönetilen bir ülke olmayacaktır, olamayacaktır.

Yani bu koronun gözleri, artık dışarılara doğru boş boş bakıyor. ABD Başkanı Obama, kendinden öncekiler gibi, "yabancı değiller, bizim çocuklar" diye bu koroya asla destek vermeyecektir.

Obama'nın gelişi, Ergenekoncular için kötü bir haberden çok, ağır bir darbedir. Gelin, kendi insanınıza değer verin. Gelin kendi ülkenize güvenin. Gelin laiklik dayatmasından vazgeçip, demokratik laikliği isteyin. Gelin, "demokrasilerde, millet iradesinden başka irade yok" deyin...

Sizin bozuk çimentonuz, paslanmış demirleriniz, çağdışı harcınız bitti. İnşaata paydos. Obama'nın gelişinden de mi anlamıyorsunuz?

Hüseyin Gülerce