11 Mart 2009 Çarşamba

Bir kriz analizi…

Nereye gidiyoruz? Nasıl gidiyoruz? Sorular bunlar… Yanıtlar çeşitli, muğlak ve sübjektif…

Siyasi bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Böyle bir değerlendirme için 2002-2005 arasını referans almak hiç de yanlış olmaz.

2002 Kasım'ında Türkiye yeni iktidarla, AK Parti'yle tanışmıştı, hemen akabinde hızlı reform politikalarıyla kuşatıldı. AB hattında Kopenhag kriterlerini hayata geçirme hamleleri bir yanda, Annan Planı etrafında ilk kez çözüm ışığını gören Kıbrıs sorunu öte yanda, değişim, refah ve demokrasi beklentisinin iç içe girerek tüm toplumu kuşatması önemli gelişmelerdi.

İlk iki yıl içinde “umut” yükseldi ve reform politikalarıyla iç içe girdi. Toplumsal seferberlik başladı ve iç dinamikler ülkenin tarihinde ilk kez bu kadar etkin olarak devreye girdi.

Şöyle de denebilir: Türkiye kendisini reformlarla tanımlıyor ve reformları siyasi iktidarın taşıyıcılığında, ancak toplumsal, ekonomik, medyatik merkezlerin aktif desteğinde gerçekleştiriyordu.

Bu, aslında destek ötesinde bir durumdu.

Örneğin emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, bu değişim sürecinde, 2003 baharında yaşanan, ordu içindeki ayrışmaları hızlandıran ve yeni arayışları tahrik eden Süleymaniye krizine rağmen gemisini akıllı bir şekilde limana sokmayı becermişti. Karargâh Türkiye'nin AB politikalarına destek vermiş, ordu içindeki AB karşıtı ve siyasi iktidarı hedef alan “kalkışma”yı dindirmeyi bilmişti.

“Genç Subaylar Rahatsız” manşetlerinin atıldığı o günlerde, Kıbrıs'a endeksli muhtıra hazırlıklarının, Sarıkız ve Ayışığı darbe planlarının önünü alan sadece Hilmi Özkök değildi.

Darbeciler dışarıda da yeteri desteği bulamamış, niyetlerine uygun bir zemin oluşturamamışlardı. Batı'ya kapı açan muhafazakâr dünyanın, değişim talebi asker kaygısını geride bırakan ekonomik güçlerin talebi baskın çıkmıştı. TÜSİAD'ı yanlarına çekmek bir yana, karşılarına almışlardı. Büyük basın grupları böyle bir zeminin oluşmasına imkân vermemişlerdi. Hatta kendilerine yapılan telkin ve önerileri geri çevirmişlerdi.

O günlerde değişime direnç gösterenler sadece ordu içindeki şahin grup, 28 Şubat artığı kimi aktörler ve CHP'ydi…

Sonra, kısa sürede çok şey değişti…

Reform projesi etrafındaki ittifak çözüldü. Değişim cephesi kan kaybetti. Direnç cephesi ise güç kazandı.

Çözülmedeki kritik nokta 2007 cumhurbaşkanlığı seçimidir.

TÜSİAD, Doğan Medya Grubu ve diğerleri o kritik andan itibaren yer değiştirmeye başlamışladır. Gül'ün adaylığına karşı çıkmışlar, başörtüsü sorununu yeniden bir mesele haline getirmişler, 27 Nisan Muhtırası'nı desteklemişler, AK Parti'nin seçimleri kaybetmesi için uğraşmışlar, sivil anayasa girişimini rejim krizi havasına sokmuşlar, kapatılma davasına destek vermişler, en önemlisi derin devletten darbecilere, silahlı ve örgütlü direnç yapılarına yönelik Ergenekon soruşturmasını sıradanlaştırmaya, hafifletmeye yönelmişlerdir.

Neden?

İlk neden Genelkurmay karargâhında yaşanan değişiklik, Büyükanıt'ın başlattığı “gerginlik politikaları”, daha doğrusu yeniden baş gösteren kurumsal nitelikli asker-sivil gerginliğidir.

İkinci neden ise AK Parti ve “diğerleri”, yani ekonomik merkez arasında yaşanan “alan ve imkân kontrolü kavgası”, uzlaşmayan siyasi iktidarın aşırı güçlenmesine yönelik tepkidir.

Bu dönemde hükümetin daha çok “bağımlı değişken” olduğunu söylemek yanlış olmaz…

Üçüncü aşama ise hükümetin “bağımsız değişken” haline gelmesidir.

Bu, kapatma davasının sona ermesinden sonra olmuştur.

Hükümet Ergenekon soruşturmasıyla orduyu kışlasına itmiş, varlığına kasteden merkez medyaya, Doğan Grubu'na cepheden yüklenmeye başlamıştır. Ergenekon 11. dalga tutuklamaları sırasında askerle yaptığı ara uzlaşma Başbakan'ın elini rahatlatınca son büyük hamle yapılmış ve Doğan Grubu iyice sıkıştırılmıştır.

Şimdi bir toz bulutunun tam ortasındayız…

Güçlü ama yalnız bir hükümet, suskunluğa itilmiş ama beklemede bir ordu, sesi çıkan ama yaşam alanı daraltılmış egemen medya grubu ile onu dikkatle izleyen ekonomik merkez üçlüsü var…

Kavga elbet bir değişim kavgası, ama kavga içinde kavga var, alan kavgası, güç kavgası…

Gerekçesi ne olursa olsun, haklı ya da haksız olsun kavga yaralıyor; değişime, reformlara uygun olmayan bir zemin oluşuyor

Oysa seçim sonrası Obama'lı bir dünyayı daha çok hissedeceğiz, Kürt sorununda daha atak ve cesur bir karar mekanizmasına ihtiyacımız olacak, Emasya'dan Yüksek Askeri İdare Mahkemesi'nin varlığına kadar uzanacak AB reformları ve Kıbrıs meselesi önümüze gelecek…

Türkiye'nin bu meseleleri aşması gerçekten çıta atması demektir…

Ama aşamayıp sakatlanma ihtimali de var. Zira iç dinamikler tarafından sarmalanmazlarsa, dış dinamikler ters akıntılar yaratabilirler…

Açık toplum fikri etrafında uzlaşma, 2003-2004 ortamına ihtiyaç var…

Herkes şapkayı önüne koyup düşünmelidir…
Ali Bayramoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder