11 Mart 2009 Çarşamba

Sevişelim, öldürelim, yeter ki sıkılmayalım

Bizden önceki kuşaklardan, ailelerimizden, çevremizden öğrendiğimiz, sorgulamadan doğru, geçerli saydığımız, bizden sonrakilere aktardığımız değer ve davranışlar, toplum hayatımızın karakterini belirliyor ve bunun sürekliliğini sağlıyor. Farklı kuşaklar bunları ne kadar çok paylaşıyorsa birbirlerini o kadar iyi anlayabiliyor. Aynı şey, farklı toplum kesimleri için de geçerli. Değerler, davranışlar ne kadar ortaksa, çıkarları çelişse bile farklı zümrelerin birbirini en azından anlaması mümkün oluyor (işçiyle patron, ateistle Müslüman “cenaze evi” dendiğinde çok da farklı şeyler anlamaz).

Ama giderek yok olan istisnalar dışında kimse bu dünyada tecrit edilmiş bir hayat sürmediği için, doğrudan kendisiyle ilgili olmasa da her türlü değişimden etkileniyor. Eski kuşağın “değişim” dediği, yeni kuşağın içinde doğup şekillendiği koşullar. Zaten yaş farkı yüzünden her an kışkırtılmaya hazır bekleyen kuşak çatışması böylece körükleniyor.

Buraya kadarı normal. Değişimin pek yavaş gerçekleştiği dönemlerde bile insanlık genç-yaşlı çatışmaları yaşıyordu. Bugünkü gibi, neyin ne olacağı konusunda ipin ucu tamamen kaçmışken, bu çatışmalar daha kaçınılmaz.

Lâkin 1980’lerden bu yana gelişmiş toplumlardan başlayarak, bireyin bütün toplumsal ilişkilerine damgasını vuran yeni bir değerler paketi dünyayı egemenliği altına aldı. Son ekonomik krizle birlikte nihayet ilk defa dünya çapında bir sorun sayılan yeni değerler âleminin ekseninde, hoyrat ve küstah bir bireycilik yatıyor. (“Çağımızın hastalığı” AIDS değil CEO’dur.) Bunun yarattığı sonuçlar arasında, umursamazlık, dünyayı kendi etrafında döndürme, hayatı “keyif” denen tehlikeli maddeyi olabildiğince tüketebilmekten ibaret sayma başı çekiyor. Bu yüzden, meselâ, bugünün hali vakti yerinde büyükşehir gençliğinin duyduğunda en fazla dehşete kapıldığı kavram, “sıkıntı”dır. “Sıkıldım!” dendiğinde o âna kadarki hayat tüketilmiş demektir. Yenisi bulunmalıdır.

Herkes her şeye kendini eksen kılıp yaklaştığı, her şeyi sadece kişisel keyif ve tatmin amacıyla yaşadığı için, bırakın farklı kuşakları ya da kesimleri, yanıbaşındakileri anlaması bile giderek imkânsızlaştı. 1980’lerin meşhur “yükselen değer”leriyle büyümüş kuşaklar ardarda geldikçe, her türlü iyi niyeti gösterse bile yanıbaşındakini anlamaktan aciz insanlar yetiştirir olduk. Üstelik artık bu insanların çocukları var; onlar da yetişiyor. Böylece hoyrat bireycilik, doğası gereği bulunamayacağı bir yeri işgal ediyor, bir “ortak değer” oluyor. Herkes buna sahip olduğunda toplumun yerini bireylerin zoraki yanyanalığı alacak.

“Ötekine” yönelik umursamazlık, vurdumduymazlık, ona ancak sana keyif veriyorsa, çıkar sağlıyorsa yaklaşmak, herkesi ve her şeyi sana verebildiğiyle, sana dokunduğunda ne yapabildiğiyle ölçme, bir değer olarak, olağan aktarım mekanizmasıyla insandan insana, kuşaktan kuşağa geçiyor. Böylelikle, her birey için, başkalarının davranışları hesaplanamaz, öngörülemez oluyor. Korunma güdüleri ayaklanıyor, duvarlar yükseltiliyor, mesafeler artıyor.

Sonunda, bir bakıyorsunuz, halim selim komşunuz çocuklarını ateşte yakmış, yan sitede oturan hanımefendinin kızı kendini damdan aşağı atmış, hali vakti yerinde bir ailenin oğlu sevgilisinin başını kesmiş. Hayret!

Biz, üçüncü sayfa haberlerine alışkın bir toplumuz. Trafik anlaşmazlığından doğan cinayet de çok gördük, namus cinayeti de, cinnet geçiren adamın karısını, öfkeden gözü dönen kadının kocasını baltayla doğramasını da. Fakat bir gün geldi, ilk bakışta hiç de önemli dertleri yokmuş gibi görünen gençler ardarda intihar etmeye başladı (her şeyi “Satanistlere” bağladık, unuttuk). Sonra, işin magazinine kapılıp anlamına dair tek laf duymak istemediğimiz gariplikler (sevgilinin çıplak görüntülerini internete koyma vs.) çıktı karşımıza. Ve inanamadığımız cinayetler, gaddarlıklar birbirini izlemeye başladı.

(Tabiî şu kalan yere sığmayacak bir başka büyük mesele daha var. “Ortalık yerde alkol içilsin mi içilmesin mi” diye birbirini yiyen bir toplumda, büyükşehir gençleri, üç kuruşa, ne idüğü belirsiz birtakım hapları avuç avuç edinebiliyor. Bunların çoğunun ne olduğu, kullanana ne yaptığı, yaptırdığı belli değil.)

Kapitalizmin evrensel egemenliği boyunca yarattığı bireycilik kültürü 1980’lerde çılgınca zafer sarhoşluğu içerisinde o büyük sıçramayı yaptığında, bunun mikro düzeydeki sonuçlarının tüketim hastalığıyla filan sınırlı olacağı sanıldı galiba. Halbuki yenilenmiş vahşi kapitalizm, özellikle de başkaları bundan yoksunken tadılabilecek sınırsız bir keyif ve tatmin duygusunu hayatın merkezine koyarak, insanları birbirinin tatmin aracı yaptı. Keyifsiz anların boşluğunu ölümcül hale getirdi. O boşluk dolmalı! Ama sevişerek ama baş keserek... Yeter ki kimse sıkılmasın.

Ümit Kıvanç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder