11 Nisan 2009 Cumartesi

Farklı yaşam felsefesi

Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne getirilmesi ve Türkiye'nin bu konudaki tutumu, yoğun tartışmalara neden oldu ve yoğun tartışmalar, süreceğe benziyor.
Zira, muhalefet partilerimize bakarsak, bu durum; iktidarın, "yumuşak karnı". Buna karşılık; AKP kurmayları, bu gelişmelerden, kendi yararlarına bir şeyler çıkartmanın umudu içinde. Hangisinin kazançlı çıkacağını; zaman içinde, daha net bir biçimde göreceğiz.
Anımsatmak için, kısaca özetlersek; gazetelerde okuduğumuz kadarıyla, Türkiye, Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ni veto etmemesi karşılığında, 5 ödün aldı. Bunları sıralarsak;
1)NATO'nun, genel sekretere vekalet etme yetkisine sahip olacak olan genel sekreter yardımcılığına, bir Türk'ün atanması,
2) Rasmussen'in, karikatür krizi nedeniyle, Müslüman dünyadan özür dilemesi,
3) NATO'nun, silahsızlanmadan sorumlu sekreter yardımcısına, bir Türk'ün vekalet etmesi,
4) NATO'nun Afganistan özel temsilcisinin, bir Türk olması, ve nihayet;
5) Danimarka'dan yayın yapan, PKK yayın organı Roj TV'nin, kapatılması.
***
ABD Başkanı Obama'nın, bu ödünlerin sağlanmasının, "takipçisi" olacağını belirtmesi;
Türkiye'nin, Rasmussen'in NATO genel sekreterliğini veto etmemesinin, önemli bir nedeni olduğu anlaşılıyor.
Rasmussen'in, genel sekreterliği konusunda; Avrupa Birliği üyeleri arasında, bir mutabakat vardı ve sanki başka bir diplomat kalmamışçasına, bu isim etrafında kenetlenmişlerdi. Ve Türkiye, bu ismin resmiyet kazanmasından çok önce, bu konudaki muhalefet ve rahatsızlığını dile getirmişti. Fakat bu krizdeki tutumumuz, maalesef tutarsız oldu ve bu krizi iyi yönetemedik.
Her şeyden önce; sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımız arasında, bir "üslub farkı" görüldü. Sayın Erdoğan, bu adaylığa karşı çıkma konusunda daha kararlı görünürken; Sayın Gül, rıza gösterebileceğimiz gibi, bir fotoğraf verdi. Ve her türlü zaafımız ve açığımızı, kullanma konusunda uzmanlaşmış olan muarızlarımız, bu farklılığı fark ederek; Rasmussen adını, bir "emrivaki" ile ortaya attılar.
Aslında bu işin, çok acelesi de yoktu. NATO Genel Sekreteri'nin göreve başlamasına, daha aylar var. Fakat karşımızdaki insanlar; "dayattıklarını", kabul ettirmenin mutluluğunu yaşadılar.
***
Acaba, söz verilen bu ödünlerin, bir "kıymet-i harbiyesi" var mı ve ne derece yaşama geçirebilirler? Zira, son gelişmeler; özellikle, Rasmussen'in, bizim anladığımız manada özür dilemeyeceğini, (ya da dilemediğini), gösterdiği gibi; Roj TV'nin kapatılması konusunda da, kelimenin tam anlamıyla, "ipe un seriliyor". Diğer ödünler konusunda bir şeyler söylemek için, vakit erken fakat unutmamak gerekir ki; NATO'nun Afganistan özel temsilciliğini, uzun yıllar Sayın Hikmet Çetin başarıyla sürdürmüştü.
Burada; bir anlamda, "kandırıldığımızı" düşünüyorum. Fakat, kesin bir hükme varmadan önce; karşı tarafın, mantığıyla ve yaşam felsefesiyle düşünmek istiyorum.
"Avrupalı" dediğimiz insanla, bizim aramızda, çok ciddi farklar var.
Ahlak anlayışımız da farklı, namus anlayışımız da farklı, yaşam tarz ve felsefemiz de farklı. Bu farklılıkları doğru değerlendirmeden ve bir tür "empati" yapmadan, "Avrupalı"yı değerlendirmemiz ve eleştirmemiz yanlış olur.
***
Bence, son haftanın gelişmeleri konusunda, Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne seçileceğinin açıklanmasından çok daha önemli bir husus; ABD Başkanı Obama'nın, Türkiye'nin AB'ye alınması gerektiği konusundaki sözlerine, sert tepki gösteren, Sarkozy ve Merkel'in tutumları idi. Aynı biçimde, O. Rehn'in "münasebetsiz" çıkışı da; daha sonra, "kıvırtsa bile" çok önemliydi.
Avrupa siyasetine yön veren bu siyasetçiler, kimdir? Yakından bakarsak, çok ilginç yapılarla karşılaşırız. Örneğin; Sarkozy'yi düşünelim. Eşi, bir aktris. Ama, çırılçıplak poz vermekten çekinmeyen ve bu pozları, elden ele dolaşan, hoş bir kadın. Bizim havsalamızın alamayacağı bu durum, Sarkozy'yi hiç rahatsız etmiyor. Halinden ve hanımından, pek memnun görünüyor...
Aynı biçimde, Sarkozy'nin önemli bir bakanı, babasını açıklayamadığı bir biçimde hamile ve Sarkozy de, partisi de, Fransa da, bundan hiç rahatsızlık duymuyor.
Bu adamlar, bizim anlayışımıza göre, "ahlaksız" mı? Belki, bize göre evet. Fakat onlara göre, elbette "hayır". Adamların ahlak ve namus anlayışları farklı .
Rasmussen, söz konusu ödünleri verirken, yalan mı söylüyor? Sanmıyorum. İstanbul'da yaptığı konuşmayı; bir tür, "özür" olarak gördüğüne eminim. Fakat bize doyurucu gelmedi. Aynı şekilde, Roj TV konusundaki görüşleri de, hukuk anlayışının sonucu idi.Peki ABD, tüm Müslüman dünyada tepki uyandıracak böyle bir ismin, NATO Genel Sekreterliği'ne gelmesine, neden önayak oldu acaba? Bu, çok önemli bir sorudur ve yanıtı çok zordur. Fakat şimdilik; "tepkinin yönünü değiştirmek arzusu", demekle yetiniyorum...

Toktamış ATEŞ

Peygamberimizi sevmek (1)

Peygamberimizi sevmenin en güzel örneğini onun ashabı verdi.
Onlar “Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha önceliklidir” ayetinin ilk muhatabıydılar. Onlar, “De ki: Sizden bu çabam karşılığında bir ücret istemiyorum; istediğim tek şey içinde yakınlık olan bir sevgidir” ayetinin ilk muhatabıydılar.
Ayetin anahtarı, “içinde yakınlık olan” diye çevirdiğim “fi�l-kurbâ” ibaresidir. Bu anlaşılmadan, ayet anlaşılamaz. Ne yazık ki, bu ayet söz konusu olduğunda en az anlaşılan veya anlaşılmayan da budur. İçinde yakınlık bulunan bir sevgiyi anlatmadan önce, içinde yakınlık bulunmayan bir sevgiyi tasvir etmek lazım.
İçinde yakınlık bulunmayan bir sevgi, uzak bir sevgidir. Bunun daha açık ifadesi, “uzaktan sevmek”tir. Bir başka ifadeyle, sevginin bedelini ödememek için sevilene uzak durmak, bile isteye onun yanında, yöresinde, hizasında, arkasında yer almamak, onun mücadelesine katılmamaktır. Özetle, bedava sevmektir. Yerel deyimle “Kuru kuru kadan alam/takır takır kurban olam” ucuzculuğudur. “Böyle işi nenen de yapar” derler ya, işte öyle.
Sevgi hayatın en soylu, en mübarek tohumudur. Bire sonsuz verir. Fakat onu doğru zamanda, doğru yere, doğru biçimde ekmek gerekir. Ektikten sonra çekip gitmek yerine, ona bakmak, beslemek, otunu ayıklamak, dibini görmek, sulamak, beslemek, büyütmek gerekir. Yani emek vermek gerekir. İşte bu sevgi, ayette Hz. Peygamber�in müminlerinden istemesi caiz olan, hatta anasının ak sütü gibi helal olan, hatta hakkı olan sevgi böyle bir sevgidir.
Peygamberler, Allah yoluna davet karşılığında bir ücret almaktan men edilmişlerdir. Kur�an birçok peygamberin dilinden “Benim ücretimi sadece Allah belirler” sözünü nakleder. Fakat bu, onların, imanlarına vesile oldukları insanlardan sevgi istemelerine mani değildir. Aksine bu onların hakkıdır. Allah, Elçisinin “içinde yakınlık olan” bir sevgi istemesini emretmiştir.
Böylesine bedeli ödenmiş bir sevgi, seveni sevilenin yakınları arasına katar. Değil mi ki içinde “yakınlık” bulunan bir sevgi, seveni sevilene yakın yapar! Seven sevilene yakın olunca, “ehl-i beyt”ten olur. Tıpkı, Allah Rasulü�nü daha görmeden seven, sevgisinin bedelini hayatıyla ödeyen İranlı Hz. Selman gibi. Hz. Peygamber ona “Selman bizdendir, ehl-i beytimizdendir” demişti. Oysa ki Selman ne Haşimoğullarındandı, ne Kureyştendi, ne de Araptı. O sadece sevdi ve sevgisinin bedelini ödedi.
Kendisini Rasulullah�ın yaşadığı topraklara götürmesi karşılığında, ömürlük tasarrufunu bir kervana vermişti. Sırasıyla zamanının ilim ve irfan merkezleri olan Nusaybin, Harran, Şam, Ammuriye (Afyon yakınlarında) ve Tarsus�ta en yetkin üstadlara şakirt olmuştu. Sonunda o, çağının hatırı sayılır bir hakîmi/filozofu olmuştu. Son üstadı, kendisini göndereceği kimsenin kalmadığını söyleyerek, gelmesi beklenen peygamberin kitaplarda tarif edilen topraklarına gitmesini tavsiye etmişti. Kervan yolda baskına uğrayınca, oradaki herkesle birlikte o da esir edilmişti. İran�da hatırlı ve nüfuzlu bir yerel yöneticinin varlıklı çocuğu olarak doğup büyüyen Selman, Hicaz�da köle olarak bir Yahudi�ye satılmıştı. Ve ilahi yardım onu sürükleye sürükleye Medine�ye getirmiş, orasını görünce, “İşte sevgilinin göçüp konacağı iki kayalık arasındaki verimli vadi” demişti. Allah Rasulü�nün Kuba�ya ulaştığını duyunca, ona ilk kavuşanlar arasında o da vardı. Efendisinden zar zor yarım günlük izin alarak gelmiş, sevdiğine kavuşmuştu.
Rasulullah bu seven ve sevgisinin bedelini ödeyen bilge adamı çok sevdi. Onu en yakınlarının bulunduğu iç halkadan saydı. “Ehl-i beytim” diyerek onun derdini paylaştı. Eline geçen ilk savaş gelirinden pay ayırdığı ilk kimseler arasında Hz. Selman da vardı. Yumurta büyüklüğünde bir külçe vererek, özgürlüğünü satın alma sürecini başlatmasını emretti. O, Ruhani özgürlük uğruna cismani esarete katlanmış bir bilgeydi. Şimdi, iki özgürlüğü birleştirecekti.
İşte, Peygamberimizi sevmek budur. Sevmek ve bedelini ödemek budur. Emin olun ki, Rasulullah�ın “sahabe” tarifine uyan her sahabinin buna benzer sevgi hikayeleri vardır. Eğer sahabe yol gösteren yıldızlar gibiyse, onu sevme iddiası güden her mümine bu yıldızlar yol gösteriyor.
Tıpkı, hicret gecesi suikast düzenleneceğini bile bile Rasulullah�ın yatağında yatmayı, yani göz göre göre ölüme gitmeyi kabullenen Hz. Ali gibi.
Tıpkı, Allah yolunda infak emri gelince tüm varını yoğunu infak edip, Allah Rasulü kendisine “Çoluk çocuğuna ne bıraktın?” diye sorunca, “Allah ve Rasulü onlara yeter” diyen Hz. Ebubekir gibi.
Tıpkı, “Artık seni nefsimden de çok seviyorum” diyen ve bunu haybeden söylemeyip ta yüreğine sindiren, bu sayede Nebi�nin “Kardeşcik, bana da dua et e mi?” diye dua istediği biri olan Hz. Ömer gibi…
Ve tabi ki daha 20�sinde, ömrünün baharında darağacını boylayan Hz. Hubeyb gibi ve arkadaşı Hz. Zeyd b. Desinne gibi…
Devam edelim.

Mustafa İslamoğlu

10 Nisan 2009 Cuma

Oyuna gelmek!

İttihatçıları Ermenilere karşı kışkırtanla, Ermenileri Osmanlıya karşı kışkırtanlar aynı çevrelerdi.
Ya da Arap düşmanı Türk Milliyetçiliğini örgütleyenler, destekleyenlerle, Türk düşmanı Arap Milliyetçiliğini örgütleyen ve destekleyenler aynı çevrelerdi..
Osmanlıyı yıkmak için oynanan “ulusalcı” oyun sanki bugün yeniden oynanıyor gibi.
Bakın! Doğduğumuz ana babayı, doğduğumuz zamanı ve mekanı biz seçmedik..
Bir kavme/ topluluğa olan düşmanlığımızın da bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmemesi gerek..
Bize düşen görev, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalimlere karşı olmaktır..
Başkaları bizim hakkımızı korumasa bile biz insanların, hatta bizim haklarımıza karşı tehditler savuranların bile 5 temel emniyetini, hak ve hukukunu korumaya söz verdik.
Herkes inandığı gibi yaşayacak ve düşündüğünü özgürce ifade edecek.. Herkes dilini, kültürünü, kimliğini, başkalarına yönelik bir tehdit oluşturmaksızın kendi adına, tek başına ve topluca yaşama ve açıklama hakkına sahiptir..
Biz bu topraklarda bin yıldır, Şeytana, ruha, ateşe, aya, yıldıza tapanlarla bile barış içinde yaşayan bir halkız..
Kaldı ki, Süryani Patrikliğini kuran Hz. Ömer’dir. Ermeni Patrikliğini kuran Fatih Sultan Mehmed’dir Fatih aynı zamanda, İmparator olarak Doğu Roma Bizans’ın ve Rum Ortodoks kilisesinin/Patrikliğinin başıdır.
Her din karakteri icabı ekümeniktir / evrenseldir.. Ve her dini topluluk, kendi çocuklarına dinlerini öğretme hakkına sahiptir..
Haklar pazarlık konusu yapılamaz..
Bulgaristan’daki, Yunanistan’daki, Almanya’daki Müslümanlar / Türkler için ne istiyorsanız, o zaman siz de burada ötekilere, onu tartışmasız ve pazarlıksız şekilde verin..
Temel haklarda mütekabiliyet aranmaz.. Suçun şahsiliği esastır..
Bu bizim medeniyetimizin insanlığa öğrettiği bir şeydir.. Vahiy geleneği, İbrahimi gelenek bunu gerektirir.
Yahudiler hakimken Kudüs’e Hıristiyanları sokmadı. Hıristiyanlar hakim oldu Yahudileri sokmadılar.. Müslümanlar geldi, herkes inandığı gibi yaşadı.. Haçlılar geldi, Müslümanlara da Kudüs’ü yasakladılar. Selahaddin geldi yeniden kapılar açıldı.. Müslümanlar gayrimüslimler kendilerini baskı altında hissetmesinler diye tedbirler düşünüldü.. Fütüvvetname, Emannameler düzenlendi.. Biz Kudüs’ün hakimi değil, hadimi olduk!
Obama’dan nasihat almaya muhtaç duruma düşürülecek bir ülke miyiz biz!..
Ben, Ermenilerin, Rumların “hakkı”ndan söz ediyorum, öte yandan, bugün CHP’lilerin ve Ulusalcı-Ergenekoncu-Laikçilerin bize reva gördüklerini, biz şeytana tapanlara reva görmedik..
Bu hallere nasıl düştük?
Dindarımız bile Ermeni, Rum, Kürt, Heybeliada, Ekümenizm filan deyince nerede ise, ayağa kalkıyor. Ulusalcı-Ergenekoncuların dolduruşuna gelip, onların yazılarını dağıtıyor internette..
İç güç-dış güç derken damarlarımızdaki derin gücü, şeytanı görmüyoruz.. Çevremizin hep düşmanlarla sarıldığı ve onların çok güçlü oldukları ve Masonlar, komünistler ve Yahudiler yüzünden bu hallere düştüğümüz yalanını yayıyorlar.. Onlar yok mu? Var! Ama asıl sorun onların varlığı ve planları değil. Asıl sorun bizim cahillik, fakirlik ve içine düştüğümüz tefrika, tembellik ve korkaklık. Bu da şeytanın hileleri. Unutmayalım ki, Allah kadiri mutlaktır, şeytan ve onun askerleri Allah’ın muttaki kullarına hiçbir zarar veremez. Kaldı ki, Allah (cc) bizim ellerimizle, zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek ister. Onların bir planı varsa, Allah’ın (cc) da bir planı vardır ve Allah (cc) bizi yeryüzünün varisi kılmak istemektedir.
Boşuna her rekatta, “iyya kenağbudu ve iyya kenestaiyn” demiyoruz.. Allah (cc) bize, “Hak geldi, batıl zail oldu de” diyor. Biz ise, “Batıl (Masonlar komünistler, Yahudiler vd) geldi, biz zail olduk” diyoruz. Bu Allah’ın ayeti değil.
Unutmayalım ki, karanlık aydınlığın yokluğudur. Aydınlık gelince karanlık yok olur, zaten o yok olmaya mahkûmdur..
Şeytan ve onun askerlerinin bir hileleri, tuzakları varsa, bizim de onların oyun, plan, hile ve tuzaklarını bozacak, kadere, rızga ve ecele hükmeden, Kadiri mutlak, rezzak olan, mutlak iktidar sahibi, hüküm sahibi bir Allahımız var.. Ve O, bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek istemektedir. Mekerallah! Planı ve hesabı galib gelecek olan yalnız O’dur, O!
Bizim ders almamız değil, yüzümüzü vahye, tarihe (Sahih gelenekle sınırlı olarak) ve geleceğe döndüğümüzde, geçmişin bilgi birikimi ve geleceğin umudu ile insanlığa ders vermemiz gerekir..
Korku ile uygarlık kurulmaz.. Umutla kurulur.
Rumların Anadolu’yu işgal edeceğini düşünenleri ben; fındık faresinden korkan file benzetiyorum.. Siz nasıl Osmanlı’nın torunusunuz öyle.. “Fikri kavmiyyeti tel’in eden bir Peygamber”in ümmeti nasıl Osmanlıyı can evinden vuran Ergenekoncu / ulusalcılarla aynı çizgiye sürüklenir?!. Osmanlı sultanlarının haremine bakın, Anadolu halkları kadar zengindir.. Eksiği yok, fazlası vardır!
Beynimiz, yüreğimiz, midemiz işgal altındayken, şimdi bir kurtuluş müjdesi gerek bize.
Biz Alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamber’in ümmetiyiz.. Tekrar hatırlatıyorum; Allah (cc) bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek istemektedir..
Unutmayın, çaresiz değilsiniz, çare “SİZ”siniz! Unutmayın, Allah (cc) sizi yeryüzünün varisi kılmak istemektedir..
Selâm ve dua ile.

Abdurrahman Dilipak

İnsanlık Ömeri arıyor.

İki büklüm ihtiyar kadın önüne geçti. Dur dedi. O da duraksadı.

Yılların yorduğu ihtiyar kadının vücudu yere paraleldi. Habire konuşan kadın, sesini uzun boylu adam duyurmak istiyordu. Kadının durdurduğu Hz. Ömer yere doğru eğildi. Dizlerinin üstüne çöktü ve ihtiyar kadının sesini duymaya gayret etti.

Kadının sözleri, Hz. Ömer’in kulağında yankılanıyordu. "Sen düne kadar Ukaz panayırında güreşen bizim bildiğimiz Ömer’din. Büyüdün, serpildin ve şimdi halife oldun, şimdi dinle beni." Uzun uzun dinledi. O gün biçare kadını dinlediği için de bugün dinleniyor. Kıyamete kadar dinlenmeye, dillendirilmeye gayret edilecek.

* * *

Medine sokağından geçiyor. Sokak kapısının önünde bir kadın oturuyor. İçeriden diğer kadının sesi duyulur: Anne içeri gir, müminlerin emiri geçiyor. İhtiyar kadın duruşunu bozmaz, içeriye seslenir. "Daha düne kadar Ömer’di. Ne oldu yani, bugün halife olmuşsa. O bizim bildiğimiz Ömer!" Hz. Ömer bir an duraksar. Kadına doğru döner ve şöyle der: "Doğrudur nine. Ben işte senin dediğin gibi o adamım. Senin dediğin o adam."

Ertesi gün yine aynı sokaktan geçer. O ihtiyar kadın yine kapının önünde. Hz. Ömer kadına doğru yürür. Nine der, "Ben dünkü Ömer’im. Halife Ömer. Çöpün var mı, dökecek kimsen yok herhalde, ben döksem olur mu?" Ağustos ayının kavuran bir günü. Bir siyasi hamal yük taşıyor. Yorgun, sırılsıklam, iki büklüm. Kimse yükünü paylaşmak istemiyor. Herkes bakarken Hz. Ömer birden hızlanır. Yükün altına girip omuz verir. Sessizce seslenir kulağına arkadan: "Hadi beraber taşıyalım. Senin yükün benim yükümdür."

Hz. Peygamber’le olduğu yıllar. Bir bayram sabahı. Mescitten dışarı çıkarlar. Hz. Peygamber yürürken Medine’nin çocukları Peygamberimizi çembere alırlar. Bayramlık bir şeyler istiyorlar. Hz. Peygamber, dostu Ömer’e döner ve "Ömer! Bu çocuklardan beni satın al, baksana bana el koydular. Sen onlara bir şeyler getir" buyurur. Hz. Ömer gider ve biraz sonra biraz hurma, et ve meyveyle döner. Bu yiyecekleri çocuklara dağıtır. Yiyecekleri alan çocuklar evlerinin yolunu tutarlar.

Peygamberimiz evine doğru yürürken için için gülümsemektedir. Hz. Ömer’in dikkatinden kaçmaz bu hal. Efendim der, neden gülümsüyorsunuz. Peygamberimiz gülümseyen bir çehreyle cevap verir: "Ömer, beni Yusuf’tan daha ucuza aldın. Malik bin Zar bile Hz. Yusuf’u almak için daha çok para vermişti." Hz. Ömer şöyle cevap verir: "Öyle olsa da siz Yusuf’tan daha kıymetlisiniz."

Hz. Ömer’in elçisi Rum beldelerine gider. Elçi giderken Hz. Ömer’in hanımı şişelerin içine güzel kokular doldurtur ve bunu da hediye olarak kayserin hanımına gönderir. Rum imparatorunun hanımı bu kokuları çok beğenir ve karşılığında aynı şişelere inci doldurtup mütekabiliyet -karşılıklı nezaket- gereği Hz. Ömer’in eşine gönderir.

Hediyeler Hz. Ömer’in önünde açılır. İncileri gören Hz. Ömer, incilerin hazineye devredilmesini ister. Oradakiler, ama sizin eşinize özel olarak gönderilen hediyelerdir bunlar deyince Hz. Ömer şu cevabı verir: "Halifeye ve eşine gelen hediyeler şahsi değildir. Halkın tümünedir. Bu hediyeler halka dağıtılmak üzere hazineye kaldırılacaktır." Öylede olur. Ne Hz. Ömer’in eşi ne de başkası itiraz edecektir.

Bir akrabası yanına gelir. Hz. Ömer’den yardım istemek niyetindedir. Adam, Hz. Ömer’e, "Bana hazineden para verip yardım eder misin" der. Hz. Ömer ayağa kalkıp adamı kovar. Hem de kovalarcasına arkasından da bağırır: "Sen benden ne istediğinin farkında mısın? Sen benim hain bir idareci olmamı mı istiyorsun?" Aradan zaman geçer. Hz. Ömer bu yakınını buldurur. Sonra kendi imkánlarıyla ona yardım eder. Ama devletin parasını bu işlerde kullanmaz ve kullandırmaz (Tarihul İslam, Zehebi, /271)

* * *

Ülkesi, coğrafyası, dini, dili, mezhebi, meşrebi, ırkı, rengi, mevkii, makamı ne olursa olsun bütün insanlar birer Ömer arıyorlar. Bendendir, sendendir demeden, başkalaştırmadan, dışlamadan, adaletten kıl payı ayrılmayacak birer Ömer arıyor.

Aynanın karşısına geçip "Dün bir hiçtin, bugün bir şeysin, yarın bir hiç olacaksın" diyecek adam arıyoruz. Bugün gözlerimi rahatça kapatabilirim, emanetin dağıtıldığı yerde bir emin var dedirtecek bir Ömer arıyoruz.

Kültüründe ve geçmişinde insanlığa Ömer’ler bağışlamış olanlar, eğer bugün birer Ömer arıyorsa, toplumun herhangi bireyi Ömer kadar hassas olmadıkça görevlerini yapmış olamazlar.

Nihat Hatipoglu

9 Nisan 2009 Perşembe

Obama Kemalist mi, liberal mi?

MEHMET Altan Star gazetesinde “Obama 2. Cumhuriyetçi mi?” diye yazıyor. Obama’nın demokrasi ve özgürlüklere ilişkin sözlerinden alıntılar yaparak, şu sonuca varıyor:
“Obama da tüm İkinci Cumhuriyetçiler gibi ihtiyacımız olan köklü reformları yaparak ‘Cumhuriyeti demokratikleştirmemiz gereğini’ vurguluyor.”
Sabah’ta Salih Memecan’ın karikatürü de ilginçti; Obama konuşurken birileri “Liboş!” diyordu.
Vatan gazetesinde Hikmet Bila ise yazısına “Bu Obama Kemalist midir ne!?” başlığını koymuş. Obama’nın Atatürk’ü öven, laik demokrasiden bahseden sözlerini alıntılıyor, böyle bir Obama’yı liberallerin de övmesini yadırgıyor. Bila yine de Obama hakkında ihtiyatlı, “Gözümüz Obama’nın üzerinde olacak. Bakalım sözlerini tutacak mı?” diyor.
Cumhuriyet gazetesi de Obama’yı çok sevdi.

Hangi Obama?!
Unutmamak gerekir ki, Bush’un da Atatürk’ten, onun vizyonundan övgüyle bahseden, laiklik ve demokrasi vurgusu yapan konuşmaları vardı. Türkiye’ye geldiğinde böyle konuştuğu gibi, Atatürk’ün doğumunun 125. yıldönümü için gönderdiği mesaj da böyle idi.
Atatürk 20. yüzyılın büyük liderlerinden biridir. Tercihi Batı dünyasıdır, hatta “ABD’nin ideali, bizim idealimizdir” gibi beyanları da vardır. Yabancı bir devlet adamının Atatürk’ten övgüyle bahsetmesi, diplomatik nezaketin ötesinde, bir hakkın teslimidir. Onların politik görüşleriyle ilgisi yoktur.
Obama’nın Atatürk hakkındaki sözlerinin manşetlere geçip, Bush’un sözlerinin hafızalarda iz bırakmamış olmasının sebebi, Bush’un “çirkin Amerika”lı imajıdır. Bush saldırgan politikalarıyla ve karışık, bulanık terminolojisiyle haklı olarak büyük tepkiler çekti. Kemalistler Bush’ta laiklik karşıtı bir “Ilımlı İslam” tertipçisini, İslamcılar ise bir “İslam düşmanı”nı gördüler.
Obama ise, Bush’tan kalan kötü imajı düzeltmek, kuşkuları gidermek isteyen bir ‘devlet başkanı’ olarak konuştu. Onun için konuşmasında Atatürkçüler de liberaller de, İslami çevreler de ‘iyi’ şeyler buldular!
Bunu “mavi boncuk politikası” diye küçümsemek yanlıştır. Üslup farkı, yaklaşım farkını da yansıttığı için son derece önemlidir.

Ilımlı İslam!
Obama’nın laiklik ve demokrasi vurgusu elbette çok isabetlidir ama bu kavramlara verdiği anlamlar ‘liberal’ içerikli olduğu gibi, İslama saygısını vurgulamak, gençlerle konuşmasını “ezan vakti”ne göre ayarlamak gibi mesajlar vermeye özen gösterdiği de açıktır.
Bush’un da Türkiye’yi laiklikten uzaklaştırıp “şeriatı ılımlı uygulayan bir rejim”e yöneltme projesi, hatta niyeti bile yoktu. “Ilımlı İslam” terimi İslam ülkeleri için laik hukuk sistemiyle birlikte aşırılığa karşı ılımlı bir dindarlık öngörüyor, Türkiye’yi de buna örnek gösteriyordu.
İyi işlenmemiş dikkatsiz kavramlar Bush’un “çirkin Amerikalı” imajıyla birleşince, Kemalistler laikliğe karşı bir komplo, İslamcılar ise bir “haçlı seferi” olarak algıladı.
“Ilımlı İslam” Türkiye’de bir komplo efsanesine dönüştü.
Obama’nın bu “Ilımlı İslam” efsanesini yıkması çok iyi oldu. Umarım artık zihnimizdeki kurgulardan, efsanelerden çok, hayattaki olgularla düşünmemiz biraz kolaylaşacaktır.
Süper devletin başkanı Obama’nın ihtiyaç duyduğu “yumuşak yaklaşım”ı biz kendi ülkemizde birbirimize niye göstermeyelim?
Taha Akyol

Türkiye nereye koşuyor?

Son bir aya bakın. G-20 zirvesi, Su zirvesi, NATO zirvesi, Medeniyetler İttifakı; Türkiye her yerde. İlki hariç son üçünün ev sahibi. Dünya meseleleri günlerce Türkiye'de konuşuldu.

Acaba bu süreçlerden Türkiye ekonomisi için nasıl bir gelecek öngörüsü yapabiliriz? Yurtdışında hayıflanırdım, "benim ülkem sadece terör, cinayet, cunta-darbe, trafik kazası" gibi yüz kızartıcı haberleriyle mi dünya medyasına konu olacak" diye. Galiba sessiz bir devrimin ortasındayız.

Önce madalyonun iki yüzündeki "büyük resme" bakalım, sonra buradan ekonomiye nasıl bir yol çıkar, görelim.

Son yıllarda takip edilen yapıcı, öncü, gerçekçi siyasetler sonucunda Türkiye artık sözü dinlenen bir "merkez ülke", bir "barış gücü" konumuna geliyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin geçici üyeliği ilk büyük işaret. Türkiye artık ekonomide ve siyasette dünya dengelerinde büyük değişimlerin arifesinde iken "üç maymunları" oynamıyor. Sarkozy'nin endişesi, her gittiği yerde karşısına çıkan bu Türkiye'dir işte. Yoksa denklemde "etkisiz eleman" olan bir ülke bu kadar ağzına yapışıp kalmazdı.

Madalyonun diğer yüzünde ise Medeniyetler İttifakı toplantısında Azerbaycan çatlağı, NATO zirvesinde Rasmussen krizi ve Obama'nın ziyaretinden ise zaman içinde başımızı ağrıtabilecek türden devirdiği çamlar var. Bütün bunlara, "biraz sabırlı olursak nasıl olsa arkasından güzel haberler gelecek" temennisi ile "katlanıyoruz". Eğer geçen zaman içinde bu haberler gelirse, Türkiye'nin ve hükümetin itibarı birkaç katına çıkacak. Yok eğer yabancı olmadığımız bir şekilde bir kez daha "kandırılırsak", o zaman "tarihinizle yüzleşin" nezaketsizlikleri ve "karikatür densizliği" gibi hususlar hükümetin boğazında düğümlenecek türden konular.

Kaldığımız yerden devam edelim. Önemli küresel toplantılara, benim bildiğim bir yenisi daha ilave oluyor. 6-7 Ekim tarihlerinde IMF-Dünya Bankası toplantısı İstanbul'da yapılacak. Bu toplantı Türkiye'de ilk ve son kez 1955 yılında yapılmıştı. Bu, son derece büyük ve önemli bir toplantı. Üç senede bir ABD dışında bir ülkede yapılıyor. Ülkeler bu toplantıyı alabilmek için çok uğraşıyorlar. Üyeler tartışıyor ve oyluyor. Bu seferkini Türkiye istemiş ve kabul ettirmiş.

Büyük bir başarı. Zira on binlerce üst düzey kişi, basın mensubu, lider, şirket geliyor. Şehir doluyor. Dünyanın geleceği Türkiye'de konuşuluyor. Ülkemiz dünyanın gündemine oturuyor. Bu toplantının mutfak çalışmaları başladı bile. İlk toplantılar dizisinde ben de fikirlerimi söyleme şansı buldum. Bu toplantının şu sıralar IMF ile yapmak istediğimiz anlaşma ile ilgisi yok. Değişen dünyada IMF ve Dünya Bankası nasıl değişsin, neler yapsın ve dünyadaki temel meselelere nasıl çözümler üretilebilir gibi üst düzey konular ele alınıyor. Türkiye hükümetine ise yaklaşık bir günlük bir "boşluk" verilmiş. Ev sahibi olmanın ayrıcalığı ile kendisi ve bölgesi adına o boşluğu istediği gibi dolduracak, dünyanın gündemine taşıyacak. İyi çalışılmalı.

Ayak sesleri uluslararası toplumun dikkatini çeken Türkiye'nin bu büyük ivmesi hızla imajına, markalarına ve ekonomisine yansıyacak. Ülke marka olmadan şirketler ve ürünler de olmuyor. Fasonculuk da kaderiniz oluyor. Toplumsal birlik beraberlik sağlandıkça, iktisadi istikrar ve büyümesi devam ettikçe, yaptığı reform ve başardığı değişim dalgasıyla bölgede ve dünyada yıldızı parlayacak Türkiye ile ABD bile "ekonomi" konuşmak zorunda kalacak.

Enerji hatları ile İstanbul'un finans merkezi olması projesi Türkiye'nin yeni çağdaki en büyük iki projesi. Üzerinde azimle çalışılan Bilişim Vadisi projesi de unutulmasın. Bunun yanına özgürlükçü sivil anayasa, AB reformları ve teşekküllü bir eğitim reformu da konulmalı.

Kendi halkına, bölgeye ve dünyaya sinerji veren, güven telkin eden Türkiye'nin karşısında yaşlı Avrupa divan duracak. Merkel de, Sarkozy de tortudur. Kalıcı olan gerçeklerdir.

En önemli kazanım ise şu; bu ülkenin "kök değerlerinde" fazlasıyla bulunan ruh, bütün bunları başarmaya muktedir olarak kasaba kasaba harekete geçmiş durumdadır. Kendimizi keşfettik bir kere.

İbrahim Öztürk

Sandığın dili ve partilerin özeleştirileri

Sandığın dilinin, çok sağlam bir muhakemesi ve matematiği vardır. Dirhem şaşmaz. "Halk hata etti" veya "halk yanlış düşünüyor" hükmünü seçim analizlerine dahil edenlere sorulacak tek soru vardır: "Öyleyse demokrasiyle ne işiniz var?" "Halk bizi yanlış anladı" veya "Halka kendimizi doğru anlatamadık" mazeretlerinin de, öncekilerden farkı yok.

48 milyon insanın birlikte, bir şeyi yanlış anlamasına imkân ve ihtimal yoktur. Bırakın anlatamadıklarınızı, anlatmayı aklınızdan bile geçirmediklerinizi anlamışlardır. Demokrasi "halk için, halka göre, halk tarafından" olduğuna göre tek ölçü halkın verdiği karardır. Demokrasi bir ideal ise; bu inancın tek rüknü vardır: "Halk hata yapmaz."

Beklenen: Siyasî partilerin halkın mesajını anlamalarıdır. Partiler oturup bu mesajı kalın bir kitabı, satır aralarına kadar okur gibi didik didik edecekler ve sadece "doğru anlıyor muyum?" diye çapraz analizlere girişeceklerdir. Analizlerini test edecekleri tek doğru ölçü yine sandık sonuçları olacaktır. Hiçbir seçimin mutlak galibi yoktur. Seçimi kazanan partinin diğerlerine göre; oyunu artıran partinin ise bir önceki seçime göre mukayeseli üstünlükleri vardır. Oyunu azaltan partinin (hâlâ çoğunluğu sağlasa bile) bir önceki seçime göre, diğerlerinin de öbür partilere göre mukayeseli zaafları var demektir. % 40 oy alan parti, kendisini % 22 oy alan parti ile mukayese edemez.

AK Parti "neden oyum azaldı" diye kendini bir muhasebe süzgecinden geçirirken; CHP ve MHP'nin "neden birinci parti olamadım" özeleştirisine girmesi gerekir. Demokrasi siyasî partiler eliyle işletilir. Partilerin sınavdan geçtikleri her seçim sonrası girişecekleri özeleştiriler, daha sağlam ve etkili bir cihaza dönüşmelerini sağlar. Partiler mükemmelleşmeye çalıştıkça parti rekabetinin kalitesi yükselir. Kalitesi artan bir parti rekabeti, daha iyi işleyen bir siyasal sistem demektir. Bu açıdan malın ve hizmetin kalitesini artıran serbest piyasa rekabeti ile demokratik parti rekabeti arasında mantık olarak hiçbir fark yoktur.

AK Parti seçimden yara alarak çıktı. AK Parti kurmayları, söz birliği etmişçesine hatayı AK Parti sınırları dışında arıyor. Biraz üzerine gidince de kendi sorumluluk alanı dışında hükümler veriyor. Kimse özeleştiri yapmaya yanaşmıyor. Özeleştiriye yanaşmamak, seçim öncesi yapılan hatalardan daha büyüklerine yol açabilir. AK Parti % 47'ye dayanmış bir kitle partisi. Kitle partilerinin genel bir çerçevesi olur -muhafazakâr demokrasi- gibi; ama doktriner tercihleri olmaz.

MHP seçimin görece başarılı partilerinden biri. Ama önemli bir yapısal sorunu var: Hemhudut iki ilden birinde seçim kazanan, diğerinde hiç varlık gösteremeyen bir MHP, taşra inisiyatifine teslim olmuş görünüyor. Taşra örgütünün dinamizmine göre sonuç alan bir parti, adeta merkezi olmayan konfederal bir yapıya dönüşme eğilimi taşır. MHP'nin ontolojik iddiaları, bu yapıya bütünüyle ters.

CHP, kendisiyle yarışan bir parti olarak iddialı. Ama bu seçimden de bir iktidar alternatifi olarak çıkamadı. CHP açısından bu seçim sadece mümkün olursa, iktidar adayı bir parti omurgası oluşturmanın yolunu açmak gibi bugün için mütevazı ama gelecek için iddialı sonuçlar doğurabilir.

AK Parti kârdan zarar etti. Siyasetin önemli bir kısmı �konjonktür gibi- siyasetçinin kontrolü dışındadır. Esen rüzgâr, yağan yağmur bazen mahsulü zenginleştirir. Bazen de tersi olur. Ama bu yetmez. AK Parti, genel politikada parti rekabetinde önemli taktik hatalar yaptı. Beklenti düzeyini yükseltmek ve yıpratıcı polemiklere girmek gibi. Bunlar düzelir. Ama, örgütsel zaafların yapısal nitelik kazanma riski oldukça yüksek olduğu için düzeltilmesi çok daha zordur.

Önceki gün MHP liderinin grup konuşmasında vurguladığı gibi, siyasî aktörlerin eğilimi "çatışma ve zıtlaşmalar yerine asgari müştereklerde buluşulması" ve "siyasî gerginliklerin yumuşatılması" istikametinde. Türkiye'de bugün "hegemonik tek parti sistemi" işliyor. Çok partili demokrasi tarihimizde sadece 1954 seçimlerinde iktidardaki tek parti oylarını artırarak seçimden çıkmıştı. Benzer sonuç alınan 2007 seçimleri, kitle partisi mantığı içinde büyük hatalar yapmadığı takdirde AK Parti'yi sonraki seçimlerin de favorisi haline getiriyor.

Ortak payda aynı: AK Parti'nin avantajını sürdürmesi; CHP ve MHP'nin iddialı hale geçmesi güçlü bir özeleştiri ile mümkün.

Mümtazer Türköne

Obama'nın yabancı olduğuna şükretmesi gerekir...

Obama yine de az hasarla atlattı Türkiye ziyaretini. Her kelimesinden ve her cümlesinden alıntılar yapıp Obama'nın Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığını yorumlayanları dinlerken, ister istemez "Tam zamanında gitmiş bu Obama" diye düşünüyorsunuz.
Ama bir başka gerçek daha var.
Yine de Obama'ya konuk muamelesi yapılıyor...
Bizim kendi aramızdaki karşılıklı aşağılamaları, hakaretleri falan hatırlarsanız, Obama'nın Türkiye'den gerçekten az hasarla ayrıldığını kabul edersiniz.
Bilinen hikâyedir...
Bir kasabada iki günlüğüne bulunan yerli turist, sakal tıraşı olmak için berbere gitmiş.
Berber adamı koltuğa oturttuktan sonra tıraş fırçasına tükürüp, sabunla köpürtmeye başlamış.
Adam şaşkın, sormuş berbere:
- Neden böyle yaptın?.. Yani neden tıraş fırçasına tükürdün?..
Berber özür diler gibi açıklamış davranışının nedenini:
- Efendim siz yabancı olduğunuz için fırçaya tükürüp köpürttüm. Biz sadece yerli müşterilerimiz geldiği zaman fırça yerine müşterinin yüzüne tükürerek başlarız tıraşa...

Yabancı olmak
Neticede Obama da yabancıydı burada.
Eğer bir yerli siyasetçi "Kendi tarihimizle yüzleşmeliyiz" deseydi hem vatan haini ilan edilirdi hem de "Aslını inkâr eden haramzadedir" benzeri özdeyişlerle, niteliği belirlenmek istenirdi.
Obama'nın çeşitli üniversitelerden gelen 99 gencimizle birlikteliğini başlatırken söylediklerini mesela Başbakan Erdoğan benzer bir toplantıda söyleseydi, ne şeriatçılığı ne de rejim düşmanlığı kalırdı söylenmedik.
Hatırlayın... Bu toplantıda Obama sorular için öğrencilere söz vermeden önce saatine bakarak, "Ezandan önce programı bitirmeyi umut ediyorum. Yarım saatimiz var" demişti.
Hele şu sözlerini hatırlarsanız Obama'nın, ne demek istediğimi daha açık anlarsınız:
- Türkiye'deki Kürt azınlığının bu toplumda ilerlemesi, özgür bırakılması ve eşit fırsatlara erişebilmeleri de önemli. Dini azınlıklar olsun, etnik azınlıklar olsun, bir bütünün parçası olmalarının sağlanması gerektiğini ve bunun önemli olduğunu düşünüyorum.

Kriz stokçuluğu
İşin şaka yanını bir kenara itelim ve ABD Başkanı'nın ziyaretiyle bir kez daha karşı karşıya kaldığımız gerçekleri görmeye çalışalım.
Amerika gibi bir süper güç bile sorunlarının kronik kriz konuları haline gelmesine dayanamıyor... "Değişim" öylesine radikal biçimde gerçekleştiriliyor ki, Beyaz Saray'a siyah Başkan bile seçiliyor. Ülkenin dış siyaseti yön değiştiriyor, Irak'tan çekilmek için tarih belirleniyor, Guantanamo toplama kampı kapatılıyor.
Ama Türkiye "Kriz stoku" yapmayı siyasetin gereği olarak görüyor.
Kıbrıs'ı 35 yıl sıcak anlaşmazlık ortamında tutmak ve Avrupa Birliği ile 1963'te antlaşma imzalayıp 2009'da hâlâ "İleride uyum için gerekli reformları yapacağız" söylemini seslendirmek sadece iki örnektir.
Düşünün ki Tayyip Erdoğan 6.5 yıldır Başbakan...
Bu kriz stoku onun döneminde de hafifletilmedi ki...
Neticede Obama DTP Başkanı Türk'le görüşüyor ama Erdoğan DTP'lileri yok saymakta.
MEHMET BARLAS

Yabancı sermaye imtiyazlı mı?

Türkiye doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında büyük sıkıntı yaşıyordu. Yıllık 1 milyar dolarlık girişler son dört yılda 70 milyar doları aştı. Hatta Hazineden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, Akson (Anadolu İş Adamaları Derneği) toplantısında önemli bir detay belirtti. Geçen yıl dünyada yarı yarıya gerileyen yabancı sermaye akışı, Türkiye'de sadece yüzde 20 geriledi.

Türkiye neden bu kadar cazip?

İlk bakışta Türkiye'nin avantajlarından bahsediyoruz. Ama artık bilmek zorunda olduğumuz bazı gerçekleri görmemiz gerekiyor. Mesela yabancı sermaye, istekleri noktasında ne kadar ayrıcalıklı?

Şimdi bazı gelişmelere bakalım. Mesela Türkiye perakende yasasını henüz kanunlaştıramadı. Gündeme gelen kanun Türkiye'ye büyük yatırımlar yapan yabancı sermayeyi boğmayı hedefliyordu. Metro Grup Başkanı'nın direkt Başbakan ile yapmış olduğu görüşme bu anti yabancı sermaye kanununun yasallaşmamasında etkili bulundu.

Burada belirtelim ki bizim yerli perakende zincirlerinin davranışları da çok önemli. Hatta toplumun bir kesim hassasiyetlerine duyarlı gibi görülen perakende zincirinden ciddi şikâyetler geliyor. Ama hiçbir şey perakende yasasının yeniden düzenlenerek yasalaşmasının önünde engel olmamalıdır.

Bir diğer yabancı sermaye sorunumuza yönelelim. Mesela yakın zamanda sıkça tartışılan konu Petkim'in korunmasıydı. Pektim kamu tarafından yabancı ortaklı sermayeye satılan bir şirketimiz. Ama Pektim Türkiye'nin ihtiyacı olan hammaddenin yüzde 20-30'unu üretebiliyor. Yani Petkim'i korumak demek yüzde 70-80'i cezalandırmak demek oluyor.

Yabancı sermaye açısından Türkiye'nin geçmiş sicili oldukça bozuktu. Özellikle sermayeyi renge ayırmak gibi inanılmaz bir inancımız vardı. Oysa bakınız İran'da Fransız Peugeot önemli bir noktada. Hatta Alman Metro Grup İran'a açılıyor.

Bizim yabancı sermaye noktasında yaklaşımımız eşit rekabetin sürdürülmesidir. Bu rekabet bilgi akışında da çok önemlidir. Yerlinin bilmediği konu veya bilgi neden önce yabancıya açıklanıyor?

Bir yabancı kuruluş Türk Telekom ile ilgili yatırımcılarına rapor hazırlıyor. Raporda çok önemli bilgiler var. JP Morgan Analisti Malin Hedman 31 Mart tarihli raporunda şu notlara yer veriyor:

Türk Telekom CEO'su Paul Doany ile ABD'de yapılan görüşmeye göre şirket 2009 yılında büyümesini en az yüzde 8-10 aralığında sürdürecek. Paul Doany görüşmesine dayanılarak yazılan rapora göre iki önemli nokta öne çıkıyor.

1-Şirket kârlılığında önemli unsur olan insan kaynaklarında yeniden yapılanmaya gidecek. Bu çerçevede A-yeni işe alımlarda gençler ve dolayısı ile daha düşük ücretliler işe alınacak. B-İşe alımlar ile sendikalı sayısı azaltılarak personel giderleri düşürülecek.

2-Çağrı sonlandırma ücretleri çok önemli. Bu noktada bu ücretleri belirleyen devlet tarafından indirim bekleniyor.

Türk Telekom'un insan kaynakları yönetimi bizi ilgilendirmez. Ama bu yönetim eğer sadece kâr odaklı olarak yabancılara övünç kaynağı gibi anlatılıyorsa işte bu nokta bizi çok ilgilendirir. İnsan kaynaklarına verim arttırıcı önlemler yerine ücret düşürücü düşünce hakim ise, şirketin özel sorunu ama, bunu sadece yabancı değil Türkler de bilmeli.

Hatta çağrı sonlandırma ücreti açısından bildiğim kadarı ile ortada henüz alınmış bir karar yok. Ama yabancı raporunda sanki gerçekleştirilmesi kesin gibi ifade yer alıyor. İşte bu nokta yabancının imtiyazını akla getiriyor.

Biz yabancı sermaye noktasında ciddi sıkıntılar yaşamış bir ülkeyiz. Yerlilere layık görülmeyen birçok bilgi ve işlem yabancılara maalesef hak görülebiliyordu. Biraz arşiv taraması ile sayısız örnekler çıkarabiliriz.

Yabancı sermaye ayrımcılığında ne zaman dengeye geleceğiz, açıkçası bilmiyorum. Ya taşlıyoruz ya da el üstüne alıyoruz. Ne zaman yanımıza alırsak o zaman “tamam” diyeceğiz.

İbrahim Kahveci

Peygambere uzak olan

BEREKET, İNSANLARA, imkânlara, ortamlara bakışımı belirleyen anahtar kelimelerden biri. Rabbimizin Kevser sûresiyle bize hediye ettiği kevser-ebter denklemini de zihnimde tutarak, bu kelimeyle değerlendirmeye gayret ediyorum kişileri, ortamları, olayları...

Meselâ, bir kişiyle olan teşrik-i mesai benim ibadetime, tefekkürüme, tezekkürüme olumlu bir tesir ediyorsa; onun hatırası namazımı daha dikkatle kılmama, zihnimi daha hayırlı işlerle meşgul etmeme, ahlâkımı daha güzel eyleme çabası içine girmeme, zikrullahta daha dikkatli olmama vesile oluyorsa, diyorum ki, bir ‘bereket’le karşı karşıyasın, karşında hayırlı bir insan var.

Aynı şekilde, bir ortam bana maneviyat noktasında kuvvet veriyor, kalbimi, aklımı, ruhumu hayır ve hak üzere ihtizaza getiriyorsa, diyorum ki, bereketli bir ortamdasın.

Meselâ davet edildiğim bir toplantıda, bir konuşmada sadece ‘veren’ değil aynı zamanda alan, yalnızca ‘öğreten’ değil aynı zamanda öğrenen durumunda oluyorsam (ki ‘alma’nın ve ‘öğrenme’nin yegâne yolu zihinden ve dimağdan geçmiyor), bunu, ilgili ortamda ve bu ortamda bulunan insanlarda bir bereket halinin varlığına yoruyorum.

Aynısı bir kitap, bir haber, bir olay, bir yazı.. için de geçerli.

‘Bereket’i bu nazarla ölçünce, insan bereketsiz kişi, ortam ve olayların da çetelesini zorlanmadan çıkarabiliyor. Nasıl bizi O’na yaklaştıran kişi ve ortamlar bir ‘bereket’in habercisi ise, bizi O’ndan uzaklaştıran kişi ve ortamlar da manevî havada bir kuraklığın, manevî zeminde bir çoraklığın habercisi...

Durum bu olunca, kuralını kendisini iman dairesinde tanımlıyor olsa dahi mü’minâne bir hayatın uzağında yaşayan insanların koyduğu, şartlarını onların belirlediği sosyal ortamlardan kalbim uzak durmayı yeğliyor. Çünkü böylesi ortamlarda nefsimizin dünyaya nazır pencereleri açılırken, ruhumuzun ahirete nazır pencerelerine kalın perdeler iniyor nedense. Böylesi ortamlara, velev ki ‘tebliğ’ kasdıyla olsun, ziyadesiyle dahil olmuş mü’minlere baktığımda, dile, hale, hareketlere, düşüncelere yansıyan bir gevşeme tablosu çıkıyor karşımıza. ‘Selamün aleyküm’den ‘merhaba’ya, ‘hayırlı günler’den ‘iyi günler’e geçiş, bunun en aşikâr misallerinden biri... Bir iç derinlikten yoksun ‘seküler’ kelimelerin havalarda uçuştuğu, Batı dillerinden ithal kelimelerin özel iltifat gördüğü bu ortamlarda, ‘mübarek’lerimiz ‘kutlu,’ ‘mukaddes’lerimiz ‘kutsal’ hale geliyorsa, varın kıyas edin gerisini... Dilimize bile gem vuran; Kur’ân’dan, hadisten dilimize taşınmış en mübarek kelimeleri bile içimize hapseden bir bereketsizlik...

Bugün sözümona siyasette, ekonomide ve akademyada hatırı sayılır bir güce eriştiği halde ehl-i dini bu derece edilgen, zayıf ve kırılgan halde tutan da, bu bereketsiz ortamlara râm oluşu, o ortamlara kendi rengini ikram edecek yerde o ortamların rengiyle ruhunu boyaması olsa gerek. Kimliğinden feragat ederek, bir mü’min olarak kişiliğinin ‘olmazsa olmaz’larını örtüp gizleyerek bir ‘birarada yaşama’ bereketsizliği.

Dün karşıma çıkan bir hadis, böylesi ortamlara dair kalbî çekincelerimin teyidi niteliğindeydi benim için. Peygamber aleyhissalâtu vesselam, Ebu Davud ve Tirmizî’de geçen ve Cerîr b. Abdullah’ın rivayet ettiği hadisinde, “Ben müşriklerle iç içe yaşayan bir müslümandan uzağım” diye buyurmuştu sahabilerine.

Kalbimin ‘bereket’ bulamadığı ‘seküler’ ortamların da, bu ‘uzak’lığın kapsama alanı içinde düşünüyorum. Çünkü, kudsî nebînin sünnet-i seniyyesi bizim için bir yol haritası ise eğer, vâkıa o ki, bu ortamlarda değil sünnet, farzlardan bile uzaklaşma riski taşıyor insan. “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz” diyen düşünürün dikkat çektiği üzere, dilimiz, üslubumuz, halimiz, şekil ve şemailimiz ve hatta düşüncemiz değişiyor.

Hz. Peygamberin bu ‘uzak’lık uyarısının kapsama alanında olmak istemeyen, bir manevî bereketin hasıl olmadığı kişi ve ortamlarda, en fazla, ‘zarurete binaen’ ve ‘zaruret miktarınca’ bulunmalı. Ümmetin ifsada uğradığı bir zamanda sığınağımız, böylesi bir zamanda ona yapışana ‘yüz şehit sevabı’nın verildiği sünnet-i nebeviye olmalı...

Metin Karabaşoğlu

Mesih'in dönüşü gibi! Biraz abartmadık mı?

Onu Mesih'in dönüşüne benzetenler oldu. Mehdi beklentisiyle örtüştürenler oldu. Bir ışıktı, kurtarıcıydı bazılarının gözünde. İnsanlık tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birini yaşadığı zamanlarda, ekonomik krizin öncelikle Batı ülkelerini çöküşün eşiğine getirdiği bir dönemde o gelecek, Amerika'yı değiştirecek, dünyayı değiştirecek, çatışmalara son verecek, ayrışmaları sona erdirecek, bütün insanlığa kurtuluşa giden bir kapı aralayacaktı. O, “emperyalist karanlığın içinde bir ışık”tı. Batıda yükselen bir doğulu, bir güneyli, bir Müslüman, bir kurtarıcı! Bazılarının beklentileri böyleydi, böyle hala.

Bazılarına göre insanlığın kurtarıcısı Mehdi'nin gelişini işaret ediyorsa, bazılarına göre Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşünü hazırlıyorsa, bazılarına göre de Armageddon Savaşı'nın habercisi olmasın! Hani o, neoconların dünyayı hazırladıkları Kıyamet Savaşı'nın habercisi. Nasıl olsa babası Müslüman. Nasıl olsa ilk adı Hüseyin. Nasıl olsa adı Burak. Nasıl olsa Müslüman bir ülkede doğdu. Nasıl olsa siyah kölelerin neslinden. Nasıl olsa horlanan bir kişi. Nasıl olsa dünyanın en büyük ülkesinin başına geçti.

Zenciydi, beyazdı, melezdi, Afrikalıydı, Amerikalıydı, fakirdi, zengindi, ötekiler arasında büyümüştü, harikulade eğitim almıştı, hem en alt sınıftan hem de imtiyazlı sınıftandı, Müslüman'dı, Hristiyan'dı, bazı rivayetlere göre Yahudi geçmişi vardı. Altmış yıl aynı tuvalete bile giremediği insanlara lider olmuştu. Dahası dünyayı yöneten bir ülkenin başına geçmişti. Yeryüzünün her köşesinde hemen herkesin sevebileceği bütün özelliklere sahipti. Kim bu kadar özelliği kişiliğinde toplayabilirdi! Bütün bunlar zaten mucizenin kendisiydi.

Mucizeler çağı isteniyor. Hiçbir şey yapılmadan, yorulmadan, mücadele etmeden, zorluklarla boğuşmadan bir el gelip her şeyi düzeltsin isteniyor. Bizlere de miskinler gibi beklemek düşüyor. Bu düşünce biçimi Müslümanların yüzyıllarını yok etti. Bugünkü acınası hale zemin hazırladı. O, ya dünyanın gördüğü en büyük devrimci olacaktı, ya ABD'yi yeniden kuran bir siyah lider olacaktı, ya bu ülkeyi çözen Gorbaçov olacaktı ya da tarihin gördüğü en büyük hayal kırıklığı…

ABD'nin dünya genelindeki yerlerde sürünen imajını düzelteceği, ekonomiyi çöküşten kurtarıp eski günlerine döndüreceği, siyasi nüfuzunu güçlendireceği, adaletsizlikleri gidereceği, işgallere ve savaşlara son ereceği, talan zihniyetinden vazgeçeceği, yeryüzünün kaynaklarına el koyma açgözlülüğünü son erdireceği gibi beklentilerle avunanlar onu tek umut olarak sunarken “uzun boylu, siyah bir adam' Batı'da iktidarı ele geçirecek. Dünyanın en büyük ordusunu yönetecek” hezeyanlarına kapılanlar bile oldu.

Ne acınası hal. Bu toprakların yüzlerce yıldır böylesine berbat halde kalmasının belki de tek sebebi bu hastalıklı zihin olduğunu hala anlamadık mı? Anlamamışız ki, birkaç süslü cümleyle her şeyi unuttuk, hayallere kapıldık...

Türkiye'de iki gün içinde sarfettiği süslü birkaç cümleyle bütün sorunları çözdü. Doğu-Batı gerilimini yok etti, Batı-İslam bunalımını çözdü. İslam dünyasının, Arap dünyasının gönlünü fethetti. Dün Amerika öfkesiyle dolup taşan Arap sokakları birkaç sözle Obama, Amerika hayranlığına kapıldı. Dün ABD'nin yakın çevresindeki her türlü adaletsizliğini sorgulayan Türkiye, iki günde ikna oldu. Her şey bu kadar kolaysa, basitse, bugüne kadar verilen mücadele neydi? İtirazlar ne içindi? Sorgulamalar, karşı çıkışlar boşa mıydı?

Hiçbir sorun birkaç günde çözülmez. Hiçbir sorun süslü cümlelerle sona ermez. Bu toprakların geçmişine bakalım, çok değil bir yüz yılına bakalım. İbret alacaksak oradan alalım. Bir zamanlar Afgan halkı Alman imparatorunu Müslüman sanıyordu. İngiltere İslam'ın koruyucusuydu. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlıya karşı savaşanlar böyle büyülenmişti.

Sempati bütün günahları siler mi? Irak'ta öldürülen bir milyondan fazla insanı ne çabuk unuttuk? Afganistan'daki kıyımı ne çabuk unuttuk? Yeryüzünün en tenha köşelerinde kurulan işkencehanelerini, esir kamplarını, karakol gemilerini Amerika yapmadı mı? Bütün bunlar hala devam etmiyor mu? Etmeyecek mi? “Bir seçim, bir devrim” ve her şeyi sıfırdan başlatmak.. Mümkün mü? İnsanlığın ortak hafızası bu kadar zayıf mı? Bembeyaz bir sayfa. Yepyeni bir imaj. Bütün çirkinlikleri örter nasılsa, değil mi?

Beyaz Amerika'nın, ırkçı Anglo Amerikan zihnin bile kurtuluşu geçmişi Müslüman bir zenciyi iktidara getirmekte görmesi başlı başına büyük bir dönüşüm. Doğru. Ama aynı zamandan çaresizliğin göstergesi. İyi şeyler de var, doğru. İyi şeyleri desteklemek gerekiyor, doğru… Acaba Amerika Obama yönetiminde kurtulacak mı? Bankalar, emlak sektörü, finans sistemi, sosyal güvenlik sistemi ayağa kalkabilecek mi? ABD'nin istilacı, açgözlü, yağmacı tavrı son bulacak mı?

Amerika kurtulacak. Ekonomi kurtulacak. Dünya kurtulacak. Bütün bu krizlerin sebebi zaten Bush yönetimiydi, bu yönetim devrildi şimdi işler yoluna girecek…. Ne büyük hayal! ABD'nin zaafları aynen kalacağı gibi, ihtirasları da sönmeyecek. Ama birkaç süslü sözle avunanların tarih yapma, kendilerini kurtarma, kendi yollarını çizme ehliyetleri yoktur!

Sempatiyi biraz abartmadık mı?

İbrahim Karagül

Süper savcı

"Terör, adaletin gecikmeksizin, en sert ve en kararlı şekilde yerine getirilmesidir. Bu da onu erdemin ta kendisi yapar."
Fransız İhtilali'nin liderlerinden, hukukçu Maximilien de Robespierre, yargının hem siyasallaşmasını, hem de sindirme aracı olarak kullanılmasını böyle savunuyordu. Ama yarattığı terör ortamı, sonunda kendisini de yuttu; 28 Temmuz 1794'te Paris'te Devrim Meydanı'na kurulan giyotinde hayatı noktalandı.
Oysa Atina demokrasisinin babası, büyük devlet adamı Solon, 2500 yıl önce uyarmıştı: "Bir toplum, yurttaşlar adalet dağıtanlara, adalet dağıtanlar da yasalara itaat ederlerse, iyi yönetilebilir."
Robespierre ile Solon'un özellikle hukukçuların hiç unutmamaları gereken bu sözlerini bize İzmir'deki Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Murat Gök çağrıştırdı.
Son iki yılda düzenlediği operasyonlarla İzmir'in altını üstüne getiren (Not: 2500'ü aşkın kişiyi gözaltına aldırdı), o nedenle de kamuoyunda "Süper Savcı" lakabıyla ünlenen Gök, dün yetkileri elinden alınınca meslektaşlarımıza şu açıklamayı yaptı:
"Görev değişikliğinin, özellikle büyük operasyonlara başlayacağım sırada yapılması manidardır. Yaptığım işler bazı kişilerin hoşuna gitmedi. Arı kovanlarına çomak soktum. İşleri ve düzenleri bozuldu. Yetkilerim alınmasaydı, asıl bundan sonra olanlar olacaktı."
Hızını alamamış olacak ki, Yeni Asır Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Şebnem Bursalı'ya, 2 bin kişiyi daha gözaltına almaya hazırlanırken görevinin değiştirildiğini söyledi, "Şimdi belediyelerde ve adliyede zil takıp oynuyorlardır" dedi.

Hukuk öfke kaldırmaz
Biz bu ifadelerin Gök'ün mesleğiyle, konumuyla ve göreviyle bağdaşmadığı düşüncesindeyiz.
Çünkü bu sözler her şeyden önce halefini, yani yetkilerini devralan savcıyı zor durumda bırakıyor : Gök'ün kasırgasını estirmeye devam etse, onun düğmesine basmak üzere olduğunu söylediği operasyonu yapsa bile, kamuoyunda hep bir kuşku payı kalacak. Şeytanın avukatlığına soyunanlar, "Acaba operasyonun kapsamı daraltıldı mı?", "Gözaltına alınması gerekenlerin bazıları listeden çıkarıldı mı?" gibi sorularla suyu bulandırmaya kalkışacaklar. Bu da kaçınılmaz olarak hukuka, adalete gölge düşürecek.
İkincisi, hukuk ne kayırır, ne sindirir; sadece adaleti sağlar. Gök'ün yukarıda belirttiğimiz ifadelerinin hukukun asli amacıyla bağdaştığını kabul etmek o kadar kolay değil.
Üçüncüsü, bu ifadelerin "Yargının siyasallaşması" şeklinde algılanması olasılığı bulunuyor.
Ve nihayet yine aynı ifadeler, vatandaşın adalete bakışını etkilemesi, korkuyu güvenin önüne geçirmesi gibi ciddi bir tehlikeyi de içeriyor.
Bizce sorun Gök'ten değil, "Özel yetkiler"den ve "Süper savcı" tablosundan kaynaklanıyor.
"Süper savcılık" ilk kez İtalya'da "Temiz Eller Operasyonu" ile doğdu veya kamuoyunca tanındı. O operasyonun süper savcısı Antonio Di Pietro o kadar ölçüyü kaçırdı ki, sonunda yarardan çok zarar vermeye başladı. Ama bu hava değişikliğini göremedi, tam tersine siyasilerin kendisini kösteklediklerini iddia etti, görevi bırakıp siyasete atıldı, parti kurdu. Seçimlerde yüzde 1-2 oy alınca silinip gitti.
Bir başka "Vur deyince öldüren" süper savcı örneği de İspanya'da: 1998'de Şili eski diktatörü Augusto Pinochet hakkında çıkarttığı uluslararası tutuklama kararıyla bir anda küresel üne kavuşan Baltasar Garzon, zafer sarhoşluğuyla görev alanına girip girmediğine bakmadan her konuya el attı: İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi'nin AB liderler zirvesinden atılmasını istedi, Irak savaşı ve Guantanamo kampı nedeniyle ABD Başkanı George Bush'un Kongre tarafından düşürülüp yargılanması çağrısı yaptı, İspanya'nın birçok önemli ismini yolsuzluk iddiasıyla gözaltına aldı. Sonunda İspanya Diktatörü Franco'yu ölümünden 30 yıl sonra yargılamaya, iç savaş kurbanlarının mezarlarını açtırmaya kalkınca ortalık karıştı; geri çekilmek zorunda kaldı.
Diyeceğimiz o ki; süper savcılığın yetkilerinin manevi ağırlığını her omuz kaldıramayabiliyor.
ERDAL ŞAFAK

Lütfen hayata ve ölüme biraz daha saygı!

Modern insanın hayata olan saygısının azaldığı bir gerçek. Bunun birçok sebebi olabilir. Ama bizce bunun en büyük sebebi, ölüme olan saygısını yitirmiş olması. Paradoks gibi gelecek, ama ölüme saygı hayata saygının olmazsa olmazıdır. Tek dünyalı modernizm, hayatın “öteki” kanadını kırdığı için, geriye kalan tek kanada yatırım yaparak insanı mutlu etmeye (!) çalışıyor. En hayati ilim dallarını da kendi çirkin emellerine alet ediyor.

Tıp ilmi, bunların başında geliyor. İnsana şifa versin diye İslam medeniyetince icad edilen “şifahane”nin, birer hastalık üretim merkezine dönüşen “hastaneye” inkılâp etmesindeki garabete değinecek değilim. Dahası insanı kâinatın gözbebeği olarak görmeyen bir tıbbın, ruhsuz bir disiplin haline geleceği gerçeğini de geçiyorum biyol. Ama ruhsuz bırakılan tıp gibi bir disiplinin eline insanın nasıl güvenileceği sorununu geçemiyorum.

Bir hekim değilim. Ama “Beyin ölümü” ile ilgili çevremde yaşananlar beni öteden beri hep irkiltmiştir. Genelleme yaparak haksızlık etmek istemem. Fakat 80 yaşındaki bir zengini yaşatmak için 8 yaşındaki “beyin ölümü” ile öldü ilan edilmiş bir yavruya “sakatat görmüş kediler” gibi yaklaşmanın neresi masum? Üstelik 2238 sayılı yasanın 5. maddesine rağmen.

Nasıl ki “bilgiden önce bilgi ahlakı” diye dertlendimse, “tıptan önce tıp ahlakı” diyorum.

Sağlık Bakanlığının beyin ölümü raporu verilen hastaların yaşam destek ünitesinden çıkarılması kararını aile onayına bırakan yasada değişiklik yapma hazırlığından haberdardım. Hazırlanan taslağa göre beyin ölümü raporu 4 yerine 2 uzmanın onayı yeterli görülecekmiş. Daha da kötüsü, yeni yasada aile onayına yer verilmiyormuş.

Süreci takip edemedim. Ama böylesine “hayati” bir konunun istismara daha da açık hale gelmesi beni rahatsız etti. Zira ağır bulunan mevcut yasanın dahi açgözlüler tarafından nasıl istismar edildiğinin tipik örneklerini biliyorum.

Modern tıp “egonun tanrılaşması” sorununu sorun olarak dahi görmemektedir ki, çözümü için hekimi eğitsin. Hekim farkında değil, yaptığı işle istediğine hayat verdiğine basbayağı inanmış. “Şu kadar kişiye hayat verdim” diyor. Tabi bunu neyin karşılığında yaptığını ve dahi neye mal olduğunu hatırlamadan. Böyle eforik bir halet-i ruhiye sahibinin eline insanı teslim etmek ne kadar ürkütücü?

Peki, gerçekten “Beyin ölümü” İslam'a göre “ölüm” müdür? Bu suali, ünlü bir bürokratın “fişinin çekilmesi” tartışmasında Ebubekr Muhammed el-Bakillânî'nin (ö. 403 h.) üçlü tasnifiyle cevaplamıştım:

“Ruh, kalp, beyin ve ciğerde olmak üzere üç kuvvettir. Kalptekine kuvve-i hayvaniyye, beyindekine kuvve-i nefsaniyye, ciğerdekine kuvve-i nebatiyye denir.” Bu tasnifte de bilinç beyne atfediliyor. Beyin ölümü, irade, akıl ve bilinç gibi melekelerin kaynağı olan kuvvetin son bulmasıdır. Geriye iki kuvvet daha kalmaktadır. Kan dolaşımı ve solunum sisteminin çalışmasıyla varolduğu anlaşılan “hayvani” ve “nebati” kuvvetler. Şer'î ölüm tam olarak bu iki organın da işlevsiz kalmasıyla gerçekleşir.

“Tek başına beyin ölümü, insanı bilinçsiz ve iradesiz bir canlı konumuna indirger. Bu noktadan sonra bu canlıya bakışınızı, varlık tasavvurunuz belirleyecektir. Eğer o canlıyı diğer canlılarla eşit görüyorsanız hükmünüz ona göre şekillenecek, yok o canlıyı henüz irade, bilinç ve akletme yeteneği gelişmemiş bir yenidoğan gibi görüyorsanız ona göre şekillenecektir. Hele ki tasavvurumuzu inşa edecek bir vahye sahibiz. İnsanı köpekler tarif etseydi, halimiz nice olurdu sonra?”

Doç. Dr. Şahin Aksoy işin uzmanı. Medimagazin adlı internet sitesinde “Yüzyılın en büyük yanılgısı” dediği Beyin Ölümü hakkında yazdıklarından işte sadece birkaç satır:

“Beyin ölümü kavramı 1968 yılında başarılı kalp nakli ameliyatlarının yapılmasından sonra Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından ortaya atılmış ve bugün tıp çevreleri ve hükümetler tarafından hüsnükabul görmüş, 20. yüzyılın en büyük yanılgısından birisidir. … Literatürde beyin ölümü teşhisi konulan hamile kadının aylarca bu durumda kaldığı ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirdiği ile beyin ölümü gerçekleşen bir çocuğun 'yaşam destek makinesi'ne bağlı olarak ve gerekli beslenmesi yapılarak 14 yıla kadar hayatta kaldığı rapor edilmiştir. … Beyin ölümü kavramının organ nakillerine 'malzeme' sağlama ile yoğun bakımdaki belli hastaları 'sessiz gemi'ye vakitsizce bindirme dışında hiçbir pratik faydası bulunmamaktadır.”

“Beyin ölümü” ile öldü ilan edilen gerçekten ölmüş müdür? Bu soruya İngiliz Anesteziyolog Dr. Phillip Keep cevap versin: “Beyin ölümü gerçekleşmiş kişinin organlarını alırken bıçağı vurduğunuzda nabız ve kan basıncı fırlar. Eğer hastaya anestezi vermezseniz hasta kımıldamaya başlar, kıvranır ve ameliyat etmek imkânsız bir hal alır.”

Organı için, “beyin ölümü” teşhisiyle kaç yarı canlının hayatına son verilmiştir acaba?

Son sözü yine Dr. Aksoy'a bırakalım: “Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında halâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır.”

Sahi, “vicdan ölümü” gerçekleşen sağlık sektörünün fişini kim çekti?

Mustafa İslamoğlu

8 Nisan 2009 Çarşamba

“Laik tefsir” mi, o da ne?

ABD yine şeytanlığa soyunmuş. Guantanamo laboratuarında elde ettiği sonuçlardan yola çıkarak, Kur’an’ın Müslüman’ın şahsiyeti üzerinde ne denli temel bir kurucu unsur olduğunu keşfetmiş olmalı. Esirlere, yarı çıplak kadın sorgucu göndermek suretiyle onları taciz etmeyi düşünecek kadar cin fikirli ABD, sonunda “seküler/laik tefsir” yazdırmaya karar vermiş.

ABD bunun için 20 ülkenin istihbarat uzmanlarını bir araya getiriyor. 4-7 Mart 2007 tarihinde Florida’nın Sen Petersburg Hilton Oteli’nde toplanıyorlar. İstihbaratçı uzmanlar yalnız değil. Onlarla beraber kendilerine “laik Müslümanlar” adını veren bir gurup “beyaz casus” da var. Aynı gün aynı yerde toplanan bu güruhun içerisinde, Hollanda’yı birbirine katan ve İslam’a yapmadığı iftirayı bırakmayan Afrika asıllı devşirme Ayan Hirsi Ali de var.

ABD’liler niçin zahmet etmişler. Ne lüzum vardı ki bu kadar zahmete. Bizimkilerden “İslam’ı laikleştirme projesi” talep etseler, bizimkiler sevabına gönderirlerdi. Hatta belki üstüne para bile verirlerdi.

Doğrusu “laik tefsir” bizim militan laiklerin bile düşünemediği bir şey. Bir zihin jimnastiği yapayım dedim, işin içinden çıkamadım. Farzı muhal laik tefsir diye nevzuhur bir şey olacak olsa nasıl olur? Epey kafa yordum, bir kaba kurtaramadım. Beyaz casusların işi hayli zor göründü bana.

Mesela “kafir-mümin” ayrımını nasıl halledecekler? “Ey iman edenler!” hitabını, söz gelimi parantez açıp “Ey (laikliğe) iman edenler!” diye değiştirmeyi düşünürler mi? Mesela “Kafirler ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol!” ayetini nasıl hallederler? Dahası “O gökte de ilah olandır yerde de ilah olandır” ayeti, laikliği kökünden söküp mahkum ediyor. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen” kimselerin kâfirliğinden, zalimliğinden ve fasıklığından söz eden Maide 44, 45 ve 47 ayetleri ne ederler acep?

Mesela, tüm laik söylemleri mahkum eden şu ayet: “Kulle yevmin huve fi şe’n: O her an hayata müdahildir”. Bunu Kur’an’dan silmeyi mi düşünüyorlar?

Tamam, tefsir yorumdur. Onlar metne dokunmayı düşünmüyorlar, amaçlarına yorumla ulaşmayı deneyecekler.

Bence bu “iyi haber” olarak bile değerlendirilebilir. Neden derseniz, Kur’an’ın metnini tahrif edemeyeceklerini akılları kesmiş olmalı da, ondan. Zira aynı ülke geçtiğimiz yıllarda “Gerçek Furkan” diye piyasaya kendi adamlarına yazdırdığı bir sahte Kur’an sürdü. Demek ki o proje tutmadı. Bu yeni proje bunun göstergesi.

Ve bu da yeni oryantalizmin son numarası oluyor. Eski oryantalizm eski sömürgeciliğin keşif koluydu, yeni oryantalizm de yeni sömürgeciliğin keşif kolu. Yeni sömürgecimiz Amerikan imparatorluğu, sömürüsüne karşı direnenlerin güçlerini nereden aldığına dair sondaj yapmış olmalı. Eminim ki her seferinde gele gele iş Kur’an’a gelip dayanmaktadır.

Doğrudur. Kur’an antiemperyalisttir. Zira Kur’an adaleti emreder, emperyalizm ise sömürü ve zulmü emreder. Kur’an’a göre servet emanettir. Kur’an’ın öngördüğü servet ahlakı, paylaşma ahlakıdır. Emperyalizm vahşi kapitalizmin sütkardeşidir. Vahşi kapitalizm ise servete tapınır.

Bana sorarsanız Amerikalıların hiç şansı yok. Onların şimdilerde düşündüğünü, emperyalist selefleri olan İngilizler Hindistan’da bundan yüz-yüz elli yıl önce düşünmüşlerdi. Bunun için okullar kurdular, âlimler devşirdiler. Hatta Kadiyanilik gibi sahte din icat ettiler. Kadıyanilik’in kurucusu Kur’an’daki cihad ayetlerinin hükmünün kalktığını, yani “mensuh” olduğunu ilan etti. Kendisine, klasik nesh teorisinden destek de buldu. Değil mi ki tarihimizde, bir tek “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla güzellikle mücadele et” ayetinin kendisinden önce nazil olmuş 100’ü aşkın cihad ayetini neshettiğini söyleyen alimlerimiz çıkabilmişti. Ahmet Kadıyani’ye ne diyeceksin?

Aynı şeyi yine İngilizler İran’da denediler. Taşeron olarak kullandıkları Bahailer’e destek verdiler. Bahailer ortaya çıktığında ilk işleri cihad ayetlerinin “neshedilmiş” olduğunu söylemek oldu. İkinci işleri de tesettürün neshedildiği söylemek. Kurratu’l-Ayn lakaplı bir Bahai kadın, sahnede törenle tesettürünü çıkardı. Bu İslam dünyasında ilk defa yaşanan bir hadise oldu.

Fransız edebiyatçının Abdullah Cevdet’e dediği lafı hatırlamanın tam sırası: “Kur’an’ı kapa, kadınları aç.”

Bizde bir asra yakın zamandır olan bitenin özeti Fransız gâvurunun söylediği bu sözden başkası değildi. Kur’an’ı kapatacak, kadınları açacaktık. Bunun için neler yapıldığını söylemeye gerek yok. Sonuç mu? Bence bu kadar bedel ödeyen ve ödetenler açısından bu proje fiyaskoyla neticenmiş sayılmalıdır.

Şimdi çıkmış birileri “Kur’an’ı kapatamadık, bari yorumunu laikleştirelim” diyorlar. Bunun anlamı şu: metnini tahrif edemedik, bari manasını tahrif edelim.

İyi de, tahrif edilmiş manayı kime satacaklar? “Bitli baklanın kör alıcısı olur” diyeceksiniz. İyi de, o tipler yeni çıkmadı ki, başından beri var. Kur’an onları zaten faş etmiş: “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: dönemezler” diyor. Samimi mümin, Allah’ın nuruyla bakar. Allah’ın nuruyla bakan yoruma değil, hayata, yani yaşantıya bakar. Hayatında Kur’an yoksa, ağzıyla kuş tutsa sözünü dinletemez. Elbet, her cinsten olduğu gibi bu cinsten de bir avuç çıkar. Klavuzu karga olana söylenecek bellidir.

Sizin anlayacağınız “laik tefsir”, boş iş.

Mustafa İslamoğlu

Karikatür Krizi ve Rasmussen meselesine devam

Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne atanmasını sağlayan “inat”, üzerinde düşünülmesi gereken bir husus.

Konuya ilişkin iki yazı önemli değerlendirmeler içeriyordu.

Gazetemizden İbrahim Karagül, Obama'nın dünkü gazetelerin birçoğunun birinci sayfaya çıkardığı “İslam'la savaşmayız” açıklamasından hareketle şu haklı yorumu yapıyordu:

“Obama bu süreci tersine çevirebilir mi? Buna gücü yeter mi? Bu öyle birkaç konuşmayla önlenebilir mi? (…) Çünkü bugüne kadar güvenlik stratejilerini bu tehdide göre belirleyenler aynı tutumlarında ısrarlı görünüyor. Mesela NATO Genel Sekreterliği tartışması… Bu coğrafyanın öfkesi ABD üzerinden alınıp NATO'ya yöneltiliyor sanki. NATO bugün ve bundan sonra bütün operasyonlarını Müslümanların yaşadığı bölgelerde, bu bölgelerin çevresinde, Avrasya hattında yapıyor, yapacak. (…) Hal böyle iken; NATO'nun pozisyonu belliyken, Rasmussen'in kimliği belliyken Avrupa'nın özellikle bu kişiyi aday göstermesi rastlantı değil.”

Yazarımız haklı görünüyor; gerçekten de, hal böyle iken Rasmussen üzerindeki ısrarın rastlantı olduğuna inanmak zor.

Zaman'dan Şahin Alpay'ın konuya ilişkin yazısı da önemli tespitler içeriyor. Merkel ve Sarkozy'nin “ısrarı”ndan bahisle “Bu ikilinin, Rasmussen'in İslam ülkelerinde olumsuz karşılanacak birinin aday olmasını ve Türkiye'nin itirazlarını hiç hesaba katmadıkları açıkça görüldü” diyen Alpay, tartışmaya ilişkin şu hoş yorumu da aktarıyor:

“Rasmussen'in NATO'nun başına getirilmesini Alman meslektaşım, Die Zeit'ın İstanbul temsilcisi Michael Thumann'ın deyişiyle 'Geoge W. Bush'un intikamı' olarak görmek de mümkün. Zira Rasmussen, Bush'un o zamanki Britanya Başbakanı Tony Blair'den sonra gelen, iki numaralı yardakçısı idi.”

Çok yerinde değerlendirmeler bunlar. NATO'nun varlık nedenini bundan böyle “Müslümanların yaşadığı bölgelerle, bu bölgelerin çevresinde” gerçekleştirilecek operasyonlarla kanıtlayacağı apaçık iken, Rasmussen'i bu örgütün başına yerleştiren aklın sorgulanmaya kuvvetle ihtiyacı olduğu da apaçık. NATO üyesi ülkelerde bu göreve getirilecek başka kimse kalmadı mı?

Bu çerçevede Rasmussen'in atanmasında Türkiye'nin veto tehdidini kaldıran şartlar içinde yer alan “özür dileme” meselesini ciddiye almamak gerekir. Bu kadar zamandır “karikatür krizi”ne ilişkin aklı başında bir açıklama yapmamış bir başbakan dersini bu dar zamanda mı çalışıp gönül alacak? Oysa hatırlıyorsunuzdur, olay henüz tazeyken diğer Avrupa ülkelerinin devlet adamları ve siyasetçileri (Chirac örneğinde olduğu gibi) “Bu bir provokasyondur” şeklinde açıklamalar yapmaktan geri durmamışlardır. Benzer açıklamaların yapıldığı İngiltere'yi dışarıda bırakacak olursak, söz konusu karikatürlerin Avrupa ülkelerinin hemen tamamında yayımlanmış olması başka bir mesele. Bu ülkelerde karikatürleri yayımladıkları için ceza alan bir yayın kuruluşuyla da karşılaşmadık. Ama bu da başka bir mesele. Çünkü burada önemli olan, toplumun bir kesimi söz konusu karikatürlerde olduğu gibi “ifade özgürlüğünü” edepsizlik derecesinde kullanmayı tercih etmiş olsa da, devlet ve siyaset adamlarının –hiç değilse ülkelerinde yaşayan yüzbinlerce-milyonlarca göçmenin hakkını-hukukunu hatırlayarak- söz konusu özgürlüğü ve onun bu ürünlerini daha farklı bir açıdan değerlendirmeleri gerekmez mi?

Ama gördük ki, Rasmussen'in konuya ilişkin ezberi bozulmamış. Hâlâ “ifade özgürlüğü”nün ne derece önemli olduğundan söz ediyor. Oysa biz kendisinden, hiç değilse, “ifade özgürlüğü çerçevesinde çizilip-yayımlanmış bu karikatürler milyonlarca insanı yaraladığı gibi, Danimarka'da yükseliş halinde olan aşırı sağcı oluşumların da ekmeğine yağ sürmüştür. İfade özgürlüğünün önemli olması bu karikatürlerin her cihetten süflî şeyler olmasına mani teşkil etmiyor” demesini beklerdik.

Dünkü yazımda duyurmuştum ama sıra gelmedi. “Karikatür krizi”ne ilişkin –zamanında- yayımladığım yazılardan bölümler aktaracaktım bugün de. Yerimiz son derece daraldı ama hiç değilse –yine zamanında- bir Fransız TV kanalında “karikatürler”in “ifade özgürlüğü” açısından tartışıldığı bir programda Kanadalı bir gazetecinin getirdiği yorum üzerine yayımladığım yazıdan bir bölümü aktaracağım:

“…bir başka tartışma da yine -'ifade özgürlüğü'açısından- Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında Avrupa'da ortaya çıkan 'Dadaizm' etrafında oldu. Biliyorsunuz, bu akımın içinde yer alan sanatçılar başta 'Vatan-Ordu-Savaş' gibi, arkada bıraktıkları savaşın 'tanımlarını' gerçekten mükemmel yaptığı (!) bir takım 'değerler' olmak üzere gelenek ve din gibi kurumlara da saldırıyor, onlarla da 'dalga geçiyor'lardı. Dadaistlerin 'ifade özgürlüklerini' bu derece cesur kullanmaları masadaki gazeteciler tarafından biraz da 'nostalji' ile hatırlatıldı. Kanadalı gazeteci bu bahse ilişkin olarak da nefis bir 'nokta koydu'. Şöyle diyordu: Haklısınız, ama unutmayın ki, Dadaizm savaş çıkaranlar başta olmak üzere 'güçlüler' ya da 'güç' karşısındaydı. Oysa 'karikatürler' meselesinde durum böyle mi? Danimarkalı karikatüristler söz konusu çizgileriyle hangi 'güç'ün karşısında dikiliyor; bırakın ülkelerinde yaşayanları, karşı alınanlar artık Avrupalı olmuş 15 milyon Müslüman değil mi?”

Yani diyeceğim, diğer özgürlükler gibi “ifade özgürlüğü” meselesi de kolay bir konu değildir.

Kürşat Bumin- Yenişafak

Obama'nın 40 saatlik Türkiye ziyaretinin bıraktığı 9 sonuç...

Amerikan tarihinin ilk siyah ve kısmen ‘Müslüman’ kökenli başkanı Barack Hussein Obama, Beyaz Saray’a yerleşmesinin üzerinden 100 gün geçmeden ‘ilk’ denizaşırı ‘ikili temas’ niteliğindeki ziyaretini ‘ilk’ kez Türkiye’ye yaptı ve Ankara ile İstanbul’u kapsayan 40 saat içinde Türkiye’den rüzgâr gibi geçti.
Birçok bakımdan ‘ilk’leri ifade eden bu tarihi ziyaret 40 saate sığdırıldı ama içine etkileri yıllar sürecek veya yıllara yayılacak çok önemli sonuçlar üreterek noktalandı.
Bu sonuçları iki ana başlıkta toplamak mümkün. Birbirleriyle bağlantılı da olsalar, Obama ziyaretinin sonuçlarını ‘uluslararası alanda’ ve ‘Türkiye’ye ilişkin’ diye iki yönüyle kategorize edebiliriz.
Uluslararası politika bakımından:
1. Barack Hussein Obama’nın tüm dünyada yankılanan ve Türkiye’den tüm dünyaya ilettiği en önemli ‘mesaj’, Amerika’nın ‘İslam’la savaş içinde olmadığı ve asla olmayacağı’na ilişkin sözleridir. Bu, 11 Eylül (2001) sonrasına ilişkin temel bir ‘paradigma değişikliği’ne ve ABD’nin bir numaralı önceliğinin İslam dünyası ile barışçıl ve uyumlu ilişkiler kurmak olduğuna işaret ediyor.
2. Bu çerçevede yani ABD ve Batı ile Müslüman dünyanın ilişkilerini yeni, barışçı bir işbirliği içinde kurması amacına yönelik olarak verdiği diğer önemli ‘mesaj’ ise Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin üyeliği ile güçlendirilmesidir. Obama, bu ‘mesaj‘ı daha Türkiye’ye ayak basmadan Prag’da AB Zirvesi’nde Türkiye’nin AB üyeliğinin ‘Batı’nın Müslüman dünya ile ilişkilerini geliştirmesi için iyi bir işaret’ olacağını söyleyerek vermişti. Ankara’da, Sarkozy’nin bu sözlerine karşı çıkmış olmasına rağmen, söz konusu ‘mesaj’ı, Türkiye’nin AB üyeliğini ‘kuvvetle desteklediğini’ bildirerek bir kez daha ve altını çizerek verdi.
3. Uluslararası plânda yankılanan bir başka önemli ‘mesaj’ ise, daha önce de değinmiş olmakla birlikte, Filistin sorununun ‘iki-devlet çözümü’nden geçtiğine ilişkin mesajıdır. Obama, ‘iki-devlet çözümü’nü daha önce de telaffuz etmiş olmakla birlikte, İsrail’de buna soğuk duran Netanyahu-Lieberman hükümetinin kurulmasından sonra, ABD’nin Filistin sorununa ilişkin siyasi duruşunu Ankara’da şu sözlerle dile getirdi:
‘ABD, yan yana barış ve güvenlik içinde İsrail ve Filistin olmak üzere, iki devlet hedefini kuvvetle desteklemektedir... Bu, tarafların yol haritasında ve Annapolis’te mutabık kaldırları bir hedeftir. ABD Başkanı olarak bu hedefin peşinden aktif biçimde gideceğim.’
4. Obama, İran konusunda daha önceki yaklaşımını da Türkiye’de bir nebze ayrıntılı bir biçimde ifade etmiş ve kavramsallaştırmıştır. ABD ile ‘İran İslam Cumhuriyeti’nin karşılık çıkar ve karşılıklı saygı içinde temasından yana olduğunu bildirmesinden sonra, ‘İran’ın uluslar ailesinde hak ettiği rolü oynamasını istiyoruz. İran bir büyük uygarlıktır. Onların (İranlıların) refah ve güvenlik getirecek şekilde (uluslararası sisteme) ekonomik ve siyasi entegrasyonu amacıyla görüşmelere girmesini istiyoruz’ sözlerini kullanarak, İran yönetimine ‘kuvvetli’ bir ‘davet mektubu’nu Türkiye’den iletmiştir.
***
Barack Hussein Obama’nın 40 saatlik ‘rüzgâr gibi geçen’ ziyaretinin ‘ikili ilişkiler’ bağlamında Türkiye’ye sunduğu çok önemli sonuçlar söz konusudur. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Obama, kendisinden önceki hiçbir Amerikan Başkanı’nın Türkiye’ye vermediği ölçülerde önemi ve göstermediği ölçülerde yakınlığı ortaya koymuştur. Türkiye’ye ilişkin algılamasını şu sözleri yansıtıyor:
“Türkiye’nin geleceğini tartışmak isteyenlerin olduğunu biliyorum. Ülkenizi kıtaların kavşağında ve tarihin getirdiği cereyanların etkisinde bir yer olarak görüyorlar. Burasının medeniyetlerin buluştuğu ve değişik halkların bir araya geldiği bir yer olduğunu biliyorlar. Farklı yönlere çekilip çekilmeyeceğinizi merak ediyorlar. Fakat ben sanıyorum ki, anlamadıkları Türkiye’nin büyüklüğünün sizin her şeyin orta yerinde bulunabilme yeteneğinizden kaynaklandığıdır. Burası Doğu ve Batı’nın ayrıldığı değil, bir araya geldikleri yerdir.”
Obama’nın bu algılamasının ürünü, ABD’nin Türkiye ile bir ‘model ortaklık’, bir başka deyimle ‘örnek ortaklık’ kurma kararlılığını ifade etmesidir. Bu yeni ‘model ortaklık’ kavramı, 1991’den beri tedavülde olan ve özünde gerçeği yansıtmadığı gibi, pek de olumlu bir anlam içermeyen ‘stratejik ortaklık’ kavramının yerine geçmeye adaydır. Yeni Amerikan yönetimiyle, Obama’yla birlikte gelen ve Türkiye’de onun ağzından telaffuz edilen bir yeni kavramdır.
‘Model ortaklık’, Amerikan dış politika gündeminin en üst sıralarını oluşturan, dolayısıyla dünyanın en önemli gündem konularında Türkiye ile yakın işbirliğinin kurulacağının habercisidir.
2. Obama, yeni Amerikan stratejik bakış açısında Türkiye’yi bir bütün, Türkiye olarak kavradığını, TBMM’de grubu bulunan tüm siyasi parti liderleriyle, yani muhalefetle
görüşerek vurgulamış olmuştur. Bir Amerikan Başkanı’nın TBMM’de temsil edilen tüm siyasi parti liderleriyle görüşmesi de bir ‘ilk’tir.
Bunun en önemli sonucu, DTP’nin Obama üzerinden bir ‘uluslararası meşruiyet’ kazanması ve artık Türkiye’de kapatılmasının neredeyse imkânsızlaşmasıdır. ABD Başkanı, DTP’nin kim olduğunu ve hangi ithamlar altında bulunduğunu herhalde biliyordu. DTP ile görüşmesi, PKK’nın silahsızlandırılması üzerinden Kürt sorununun çözümü için ABD’nin benimsediği parametreleri de ortaya koymuş sayılır.
Amaç, PKK’nın ‘DTP’lileştirilmesi’dir. DTP’nin ‘PKK’laştırılması’ değil. Obama, bu yaklaşımını, böyle bir tanım yapmadan ama İrlanda’da ‘ayrılıkçı ve birlikçi’ Katolikler ve Protestanlar arasındaki sürece gönderme yaparak ve her iki taraf ile görüştüğünü gençlerle Tophane-i Amire’deki söyleşisinde anlatmıştır.
3. Obama’nın Türkiye ziyaretinin Türkiye’ye izdüşümünü bırakacak en önemli sonuçlarından biri kuşkusuz. Ermeni sorunu ve Ermenistan ile ilişkilere ilişkindir. Obama, ABD’nin hâlâ kendi tarihinin bazı karanlık bölümleriyle uğraştığına dikkati çekerek ve bu anlamda buyurgan olmadan, nazik bir uslûpla Türkiye’nin ‘kendi tarihiyle yüzleşmesi’nin gereğine vurgu yapmış ve Türkiye-Ermenistan arasındaki ‘normalleşme’ye güçlü bir destek belirtmiştir. Bunun, Türkiye’nin ‘bölgesel liderliği’ ile ilgisini de kurmuştur.
4. Obama ziyareti, Türkiye’nin demokratikleşme ve reform sürecinin önünü açmış ve bu konuda ayak sürümeyi artık çok zorlaştırmıştır. AB yolunda Obama’dan ‘kuvvetli’ destek göreceği besbelli olan iktidarın, bu desteği sürdürebilmesi ve sağlama almasının yolu, içerde reformlara enerjik biçimde devamdan ve demokrasiyi güçlendirmekten geçiyor.
İşte bu konuda Obama’nın, Türkiye’nin yakın geçmişte gerçekleştirdiği reformları sıraladıktan ve övdükten sonra, kendi ağzından sözleri:
‘Gerçekleştirilen bu başarılar uygulanması gereken yeni kanunlar yaratmıştır ve bu ivme korunmalıdır. Zira demokrasiler durağan olamazlar.
İleriye doğru gitmek zorundadırlar. Din ve ifade özgürlüğü güçlü ve canlı bir sivil topluma yol açarak, devletin güçlenmesine yol açar... Hukukun üstünlüğüne ilişkin süregelen bir yükümlülük, halkın her kesimi için geçerli olan adaletten kaynaklanan güvenliği elde etmek için biricik yoldur.
Bunu günümüz Türkiye’sinin iç politika gündemine tercüme edersek, Ergenekon davasının yolu ve önü açık kalacak demektir.
5. Obama, Türkiye’yi Batı’ya güçlü bir biçimde demir atmış bir ülke olarak görmek istiyor. Bu amaçla, sürekli vurgu yaptığı husus, Türkiye’nin ‘güçlü, canlı, laik demokrasisi’. Bundan böyle, Amerikan Başkanı’nın ‘laiklik’in altını özenle çizmesi ve lımlı İslam’ kavramını imadan bile kaçınması, bu konuda ülke içindeki paranoyanın ortadan kalkmasına muhtemelen yardımcı olacaktır.
***
Evet, Barack Hussein Obama’nın 40 saatlik Türkiye gezisi, birçok sonuç üreten, sonuçlarını önümüzdeki yıllara yayacak veya önümüzdeki yıllarda verecek olan önemli ve ‘tarihi’ bir geziydi.
Barack Hussein Obama, dünyada hiçbir Amerikan Başkanı’na nasip
olmayan bir popülaritenin ve aynı zamanda büyük beklentilerin muhatabı. Türkiye’ye ayak basmadan, Türkiye’de ona güven ve sempati oranı
yüzde 52 idi.
40 saatlik Türkiye ziyaretinin ardından, bu rakam yüzde 65-70 diye ölçülürse kimse şaşırmayacak...

Cengiz Çandar

Emir komuta zinciri kırıldı

ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın Ankara ziyareti sırasında tartışmaya açtığı ‘model ortaklık’, yıllardır ne anlama geldiğini bilmeye çalıştığımız ‘stratejik ortaklık’ kavramının yerine ikame edilecek gibi gözüküyor.

Düne kadar ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu’da iki önemli stratejik ortağı vardı: İngiltere ve İsrail. Sayılırsa bir de Türkiye... 1 Mart 2003 tezkeresinden sonra testi çatladı ve bu ortaklık sadece fantastik bir ifade olarak lafta kaldı.

Türkiye, bu gruptan ayrıldı.

Çok derin dış politika bilgisine sahip olmadan bile bu ülke isimlerine (İngiltere ve İsrail) bakarak ABD açısından stratejik ortaklığın ne anlama geldiğini kaba hatlarıyla tarif etmek mümkündür.

Bu çerçevede, küçük ortaklar açısından ABD’nin küresel veya bölgesel politikalarına kayıtsız şartsız biatını esas alan emir komuta zincirinden söz edilebilir. Küçük ortakların şımarıklıklarına katlanmak ise ABD için tek ciddi fedakarlıktır.

1 Mart sonrası süreçte kırılan bu emir komuta zinciri, Obama yönetimi tarafından ‘model’ halkayla tutturulmaya çalışılıyor.

Türkiye’nin hesabı tuttu

Kuşkusuz, yeni süreci doğuran temel nedenlerden biri, Türkiye’nin yenidünya denklemindeki pozisyonudur. Bölgesel bir güç ve küresel bir oyuncu olarak, Obama’ya dünyayı Bush’tan farklı algılama motivasyonunu kazandıran dinamikleri tetiklemiştir.

Şunu da kabul etmek lazım; Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun ‘Ritmik Diplomasi’, ‘Stratejik Derinlik’, ‘Komşularla Sıfır Problem’ ve ‘Domino Teorisi’ gibi açılımları yeni Türk diplomasisinin odak noktasıdır.

Türkiye, Suriye ile problemlerini büyük ölçüde çözdü. İran’la sıcak bir diyalog kurdu. Irak’a tüm yardım kapılarını açtı. İsrail’in Suriye ve diğer bölge ülkeleriyle diyalog kurabilmesine yardımcı olmaya çalıştı. Filistin’in yanında oldu. Lübnan’da cumhurbaşkanlığı krizinin çözülmesine katkıda bulundu.

Rusya’nın Güney Osetya’ya saldırısı sonrası Kafkasya’da patlayan savaşın sona erdirilmesi için NATO ile Rusya arasında arabulucu oldu. Neredeyse her kıtada boy gösterip BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini söke söke kopardı.

Özellikle Davos’tan sonra Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye, neredeyse tüm dünyada ezilmiş halkların sembolü haline geldi. Erdoğan da halinden memnundu, misyonunu şöyle tarif etti: ‘Kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesiyim.’

Artık Türkiye, Kanada, İngiltere ve İsrail değildi. Tarih ona yeni bir rol biçiyordu. Anlaşılıyor ki, Türkiye’nin bu yeni rolünü en iyi okuyanlardan biri Obama oldu. Hurafeye dönüşen geleneksel politikalarla geleceği yakalamanın imkansızlığını gördü.

Böylece stratejik ortaklığın küllerinden model ortaklık doğdu.

Barack üstü az Hüseyin

Obama’nın tarihi sözü aynen şöyle: ‘Başarı Türkiye ve ABD’nin model ortaklık oluşturmasıyla mümkün olabilir. Baskın bir Hıristiyan ulusla Müslüman ulus bir araya gelecek ve iki kıtayı birleştirecek.’

Şifre bu cümlede gizliyse, Obama’nın ‘model ortaklık’ sözüyle medeniyetler arası ittifaka gönderme yaparak, dünya barışının iki büyük toplum arasındaki işbirliğinden geçtiğini söylemek istediği anlatılabilir.

Obama öncü rolü ise ABD ve Türkiye’ye birlikte veriyor. Ama rolün tarifi, tebliğden ziyade örnek alınacak modelin oluşturulması prensibine dayandırılıyor.

Sonraki cümlede bu niyeti açıkça görüyoruz: ‘Büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen biz kendimizi vatandaşların oluşturduğu, ideallerin birbirine bağladığı bir ulus olarak görüyoruz. Laik bir ülke vaadinin ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterme vaadinin sürdürülmesinin Batı ve Doğu olarak birlikte hareket edecek olursak son derece sıra dışı bir etkisi olacaktır.’

Burada üç temel kavrama vurgu var: 1-Laiklik, 2-Hukukun üstünlüğü, 3-Demokrasi.

Anlıyoruz ki, Obama, İslam alemine hukukun egemen olduğu laik ve demokrat bir Türkiye modelini işaret ediyor. En sağlam zemin olarak AB üyeliğini görüyor. ‘Türkiye AB’ye mutlaka üye olmalıdır’ sözünün bir jestten ziyade yeni projenin parçası olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor.

Çünkü, model ortaklığın, Doğu’da Hıristiyan kulübü olarak görülen AB zemininde daha güçlü sinyale dönüşeceği kanaati hakim durumda.

Türkiye açısından baktığımızda ortada yeni bir durum yok aslında. Yıllardır hançeresi yırtılırcasına ‘Ben farklıyım, İslam alemindeki tek laik ve en güçlü demokrasiye sahip ülkeyim’ diye haykırıyordu. Başbakan Erdoğan’ın İspanya ile birlikte medeniyetler arası ittifak projesi için koşturmasının gerisinde yatan hedef de budur.

Nitekim Erdoğan, Obama ile baş başa görüşürken dile getirdiği şu ifade bunu daha açık şekilde ortaya koyuyor: ‘Sizin adınız bile sentez. Hüseyin ve Barack iki farklı kültürü bir arada temsil ediyor.’

Ama bu yeni proje, asla Türkiye’yi Ortadoğu’da İsrail’in yerini alacağı şeklindeki ileri yorumlara sürüklemez. Zaten ABD, Türkiye’yi İsrail’e benzeştiremediği için stratejik ortaklıktan model ortaklığa geçmek istiyor.

Çünkü birinde emir komuta, diğerinde işbirliği vardır. İki ülke arasındaki ilişkinin düzeyini işbirliği şartları belirler, bazen İsrail’den öte kankalık hali doğabilir bazen yollar ayrılır.

Derin analize girmeden şöyle özetleyelim; Barack üstü az Hüseyin. Ya da arkamdan koşma beraber yürüyelim...

Şamil Tayyar

7 Nisan 2009 Salı

Elde Aşk Var.

Yüreğini siper et. Güvenlik içerisinde olursun. “Yoruldum” deme sakın.



Göğsüne yüreğinden başka muska takanlar yorulurlar.



Göğüs kafesin acıdan bir mengene gibi yüreğini sıktığında, aşk var mı, ona bak.



Varsa eğer, aldırma, dağlar gibi gelsin. Çünkü aşk, acıyı hayata dönüştüren bir iksirdir.



Acıya aşık olanların “Ey tabib elden gelirse yâremi gel emleme… Yar elinden gelmedir bu yâreyi merhemleme…” diyenlerin sırrı burada yatmaktadır.



Bu sırrı bulanlardan biri, sevdanın başöğretmeni öyle demiyor mu: “Ben hüzünlerin Peygamberiyim.”



Aşk varsa eğer, sen değil dağlar sallansın.



Acıyı aşkla bal eylemeye bak. Sür merhem diye yürek yaralarına, hayalinin ve umudunun kırık yerlerine, içinin Karacaahmed'e dönmüş bölgelerine.



Aldırma hainlere, ihanetlere. Onlar acıyı aşka dönüştürmemiş zavallılardır. Onlar, muhteşem acılara pespaye sevinçleri tercih eden aşk sefilleridir.



Unutma, bin sevincin vermediğini bir acı verir. Acını, aşkın santralinde bitimsiz bir enerjiye dönüştürmeye bak. Hatırla ki yürek yürek nükleer güç merkezidir. Seven ve inanan bir yürekle hiçbir atom santrali boy ölçüşemez.



Bil ki, umuttan söz ettiğin her dem aşktan söz ediyorsunuzdur. Çünkü umut aşkın çocuğudur. Aşksız umut, plastik bebekler gibidir; oynar, eskitir ve atarsın.



“Umudum tükendi” deme, doğrusunu itiraf et, aşkının tükendiğini…



Sahi, aşk tükenir mi? Evet, eğer ölümlüden, ölümlüye ve ölümlü adına ise tükenir.



O, aşk suretinde görünen tutkudur. Tutku tutuklar, aşk azad eder. Bir duygunun aşk mı tutku mu olduğunu anlamak istersen, rengine bak.



Rengine bak, kara sevda mı, ak sevda mı?



Sevdanın karası köleleştirir, akı özgür kılar. Özgür kılan aşka muhabbet denir.



Muhabbet, yüreğe düşmüş bir tohumdur; “her başka yüz dane veren yedi başak” gibi, yediverendir o.



Muhabbet insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesidir. Herşey harcadıkça tükenir, muhabbet asla. Muhabbet müebbeddir.



Üzerine üzerine gelen karanlığın kara yüzlü, kara vicdanlı, kara güçlerini, aşkın siperine sığınarak püskürtebilirsiniz. Onlar kaybettiler, onlar nefretin eli kanlı temsilcileri… Sen kazandın, çünkü sen aşkın cephesinde yer aldın, aşkın ve aşkının.

Hesabını yaparken tarihi unutma, coğrafyayı unutma. Acıyı unutma, sancıyı unutma. Melekleri, Sakarya'yı, Nil'i, Tuna'yı, Fırat'ı, Dicle'yi unutma.



İstanbul'un, Kahire'nin, Bağdat'ın, Şam'ın Mekke'nin çocukları olduğunu unutma. Senin kara, sarı beyaz kardeşlerin olduğunu, yüreğinin Asya, Afrika, Afrika, Avrupa, Amerika taraflarının olduğunu unutma.

Fakat, hesabını yaparken kesinlikle şöyle başlamalısın:

“Elde var aşk”

Mustafa İslamoğlu.

Barack Hussein Obama; dürüst, duyarlı, dost...

Günlerdir tüm dikkatler, Amerika Başkanı Barack Hussein Obama’nın Türkiye ziyareti kadar, TBMM’de yapacağı konuşmaya odaklanmıştı. Ne ‘mesaj’ verecekti? ‘Mesaj’ verecek miydi? ‘Tarihi’ bir konuşma olarak kayda geçecek miydi?
Obama, ilk soruya TBMM konuşmasında, hem de Türkçe ve kestirmeden gayet net bir ‘Evet’ cevabı verdi. “Bu ABD Başkanı olarak ilk resmi ülke ziyaretim. Bana bu ziyaretin bir mesaj olup olmadığı soruldu. Buna cevabım ‘Evet’ dedi.”
Evet. ABD’nin hem de Obama gibi ABD’nin ilk ve dünyada olağanüstü bir popülariteyi ve olumlu beklentileri hareket geçiren bir ‘Başkanı’nın ‘ilk resmi ülke ziyareti’ni Türkiye’ye yapması başlı başına bir ‘mesaj’. Ayrıca, bu o kadar önemli bir ‘mesaj’ ki, Obama daha Türkiye’ye ayak basmadan, Türkiye yolunda iken Prag’daki AB Zirvesi’nde ‘Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak alınmasından yana olduğunu, bunun Batı’nın İslam dünyası ile ilişkilerinin gelişmesi için önemli bir işaret olduğunu’ söylemişti.
TBMM konuşmasında, Nicolas Sarkozy’nin karşı çıkmasına ve Angela Merkel’in mırın kırın etmesine rağmen, bu sözlerini tekrarlamakla kalmadı, bu konuya daha da güçlü ve gerekçeli bir vurgu yaptı. Amerika’nın Türkiye’nin AB üyeliğini ‘kuvvetle’ desteklediğini belirttikten sonra, Türkiye’nin Avrupa’ya sadece İstanbul Boğazı üzerindeki köprülerle değil, ‘tarihiyle, kültürüyle, hukukun üstünlüğüyle, demokrasisiyle’ bağlı olduğunu ifade etti.
Amerikan Başkanı, Avrupa’nın çeşitli milletler, etnik topluluklar ve inançları bir arada topladığını, Türkiye’nin de AB’ye katılmasının Avrupa’nın kendisi için öngördüğün oluşumu daha da pekiştireceğini söyleyerek, bir anlamda Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlara karşı ‘Batı’nın lideri konumu’yla bu tutumunda ısrarlı ve kararlı olacağının sinyalini verdi.
Barack Hussein Obama’nın yaptığı tüm konuşmaların ve açıklamaların ‘ruhu’na ve seçtiği sözcüklere bakıldığında, bunun hem ‘siyasi’ ve hem de ‘felsefi’ bir yaklaşım olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Obama için ‘bir numaralı öncelik’in Batı ile (özellikle ABD ile) Müslüman dünya arasındaki ilişkilerin ‘güce dayanmadan, barışçı biçimde’ yeniden düzenlenmesi olduğu görülüyor. Tam da bu çerçevede, Türkiye’nin Obama’nın ‘stratejik ekranı’ndaki ‘özel yeri’ ortaya çıkıyor.
Türkiye, yeni Amerikan yönetimi açısından öncelikli olarak ‘Batılı’ ya da ‘Batı’ya ait’ bir ülke. Ama, nüfus yapısı ve kültürel kimliği bakımından Müslüman nitelikte, coğrafyadaki yeri itibarıyla ise ‘Doğu ve Batı’nın buluştuğu’ bir ülke.
Yani?
Yani, Obama’nın tasavvur ettiği şekilde, Batı ile Müslüman dünya birbirine yaklaştırılacak ise, bu noktada Türkiye’ye bir ‘özel rol’ düşüyor. Ama, Türkiye’nin bu ‘rolü’ gereği gibi oynayabilmesi için, Batı’ya sıkı biçimde çapalanması gerekiyor. NATO müttefikliği, AB üyeliği ile tamamlanmadığı takdirde, Türkiye’nin Obama Amerika’sının tasavvurundaki gibi İslam dünyası açısından bir ‘olumlu model’ olması mümkün olamayacak.
O nedenle, ABD, Obama yönetimi altında Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini, gerçekten ‘kuvvetle’ desteklemeye devam edecek.
Obama ziyaretinin, belki de, Türkiye ziyaretinin en önemli veçhesi bu.
***
Bu destek için Türkiye’nin yapması gerekenler söz konusu. O da Türkiye’nin kararlılıkla ‘reformlar’ ve ‘demokrasi ve hukukun üstünlüğü’ doğrultusunda yürümeye devam etmesi gerekiyor. Obama, TBMM konuşmasında bu konuya “Türkiye’nin de üzerine düşen görevler var. DGM’ler kapandı. Kürtçe yayınlar devlet televizyonunda başladı. İnsan hakları konusunda gelişmeler var.
Ancak, demokrasiler durağan olmaz” diyerek değindi.
“Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması konusunda güçlü sinyaller verileceğine inanıyoruz. Azınlık ve din özgürlüğü konusunda Türkiye’ye güveniyoruz” sözleriyle bundan sonra hangi alanlarda ve neler yapılması gerektiğinin işaretini vermiş oldu.
Konuşmasının en güzel, en çarpıcı yerlerinden biri, tam bu konuda söylediği “Ben bunu bir zamanlar değil başkan olmak, oy bile verilmeyen bir halkın üyesi olarak söylüyorum” demesiydi. Barack Obama, ‘siyah kimliği’ni hiçbir zaman unutmadığını, unutmayacağını ve o kimliğiyle Amerikan Başkanı seçilmesinin demokrasiler ve ilerleme bakımından anlamını vurguladı.
O nedenle, Ermeni sorunu ya da 1915’e ilişkin şu sözleri de çok önemle not edilmek durumunda:
“Geçmişimizle yüzleşmeliyiz. ABD halen kendi karanlık tarihiyle yüzleşiyor. Bizim ülkemizde kölelik ve ayrımcılık geçmişi var. Tarih, trajik gerçeklerle doludur. Geçmişimizle yüzleşemezsek, tarihi üzerimizde yük olarak taşırız. 1915’teki feci olayları da dile getirmem gerekiyor.”
Bununla birlikte, bu gibi konuları asıl TBMM’nin, Türkiye’nin tartışması gerektiğini, bu konunun Türkiye ile Ermenistan ile alınmasının kendi görüşlerinden daha fazla önem taşıdığını da belirtti.
Çok iyi kurgulanmış bir konuşmaydı Obama’nın konuşması. Herkes, hangi siyasi eğilimde ise, karnını doyuracağı epey gıda bulabilirdi. O nedenle de ustaca bir konuşmaydı.
Ama en çarpıcısı, Obama’nın tüm konuşmasına sinmiş olan dürüstlüğü ve zihin açıklığıydı. Özellikle, Müslümanların Amerika’ya yaptığı katkıdan söz ederken, kendisini de o ‘camia’dan sayması, ismindeki Hussein’e (Hüseyin) sahip çıkması ve Müslüman dünyaya yaklaşımındaki içtenliğin bir belirtisiydi.
Obama’nın TBMM konuşmasını ve çeşitli açıklamalarını günlerce tartışacağız, bir daha, bir daha okuyup sindirmeye bakacağız.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ortak basın toplantısında söyledikleri ise, Türkiye’nin yakın geleceğinin nasıl şekilleneceğine ilişkin çok önemli ipuçları taşıyor: Model ortaklık...
***
Evet, dün yeni bir kavramla tanıştık. ‘Model ortaklık’, bunu o sözcüğün İngilizce aynı anlamı taşımasından ötürü ‘örnek ortaklık’ olarak da anlayabiliriz.
Obama, “Burada, Türkiye’nin önemini vurgulamak istiyorum.
Sadece ABD açısından değil, Türkiye’nin dünya açısından önemini vurgulamak istiyorum” diyerek, ABD ile Türkiye’nin bir ‘model ortaklık’ oluşturmasından söz etti.
Bugüne dek, 20 yıla yaklaşık bir süredir Türkiye ile ABD ilişkilerinin özelliğini tanımlamak için kullanılan ve daha ziyade Türk kulaklarına hoşa gidecek bir melodi olarak sunulup içi pek de somut biçimde doldurulmayan ‘stratejik ortaklık’ kavramı, belki de ilk kez şimdi Obama ile birlikte gerçek anlamına kavuşuyor.
Bu, bir ‘model’ ya da ‘örnek’ ortaklık olacak. Türkiye, ABD nezdinde dünyanın en önemli ülkelerinden biri olarak algılanacak ve kendisine ona göre davranılacak. ABD ile Türkiye arasında dünyanın çeşitli meselelerine birlikte eğilmek ve işbirliği yapmak üzere, ‘ortaklaşa’ bir nevi ‘şirket’ kuruluyor.
Her şey ve hepimiz için yepyeni bir dönemin başlangıcındayız.
Bu dönemi başlatan Amerikan Başkanı’nın bir ‘ilk’ olan ‘tarihi’ Türkiye ziyaretinin verdiği izlenimi üç sözcükle ifade et deseniz, Obama için şu ‘3 D’yi söylerdim:
Dürüst, duyarlı, dost...

Cengiz Çandar

Aleyküm selam, Bay Başkan!

Obama’nın ilk günü, beklendiği gibi.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, muhalefet liderleri derken...
Meclis Genel Kurulu’na hitaben konuştu.
Mesaj üstüne mesaj verdi.
Selamlama konuşması, diyelim.
Herkese rüşvet-i kelam dağıtmakla geçti.
Cümlemize...hatta cümle âleme...
Aleyküm selam diyelim, biz de.
‘’Hoş geldiniz, Bay Başkan!’’
İster misiniz; birlikte oturup, bu kısa günün kâr-zarar bilançosunu çıkaralım?
***
İşte, ilk gün muhasebe notlarım:
Obama’nın kabusu, Bush...
Rol modeli ise, Clinton.
Meclis’e hitabında gördüm, bunu.
Arada sıkışıp kalmış bir
hali, vardı.
Bush’un gölgesinden kurtulmak istediği, aşikâr.
Clinton’ı aşma arzusu da...
Hem kendini herkese sevdirmek...
Hem ikisinden de farklı görünmek...
Sonuç, fazla dengeci
bir konuşma oldu.
Evvela, neocon’ların kötülükleri için tövbe etmeliydi.
Günah çıkarmalıydı, apaçık.
O’ysa, Clinton kompleksinden kurtulamadı.
***
Clinton; hem en büyük şansı, Obama’nın.
Hem de talihsizliği.
O da başkanlığı, bir Bush’tan devralmıştı.
Ne ilk adı, Hüseyin’di; ne de derisi, siyah.
O başardıysa, Barack Hüseyin Obama haydi haydi yapabilir.
Dünyadaki değişim taleplerini karşılasın, yeter.
Amerika’nın bir daha eskisi gibi olmayacağını göstersin...
Bush’un kötü mirasını,
kolayca kendi avantajına dönüştürebilir.
Dengelere oynamazsa...
Clintonvari davranmaz; herkese çiçek atmaya kalkmazsa...
Kendisi gibi olursa, eğer.
Kendisinden beklendiği gibi.
***
Sevgimizi kazanmak için,
nefreti yenmeli, önce.
Neocon’ların içindeki İslam düşmanlığını...
Açık seçik konuşmalı, bizimle.
Herkesi idare etmeye kalkışmamalı.
Buna, karnımız tok.
Bush’un yaktığı ateşi söndürmek...
Anti-Amerikanizm’i dindirmek istiyorsa...
Mesajları, daha güçlü olmalıydı.
Cesur ve kararlı durmalı...
İşte bu, iyi bir başlangıç olurdu.
Ona, bir fırsat vermeye
hazırdık, baştan.
Hüseyin aşkına da olsa...
Siyah derisinin hatırına...
Lakin ilk gün, beklentileri karşılamaktan uzak geçti.
Duymak istediklerimizi,
söylemedi henüz.
Bu fırsatı heba ederse, çok yazık!

Obama, tezahürat istiyor ama...
Obama, nihayet Türkiye’de.
Nedense benim aklım, o
fotoğrafta.
10 yıl önce İzmit’te, Clinton’ın burnunu sıkan Erkan bebek’te.
Obama’nın programı,
tezahürat bekliyor.
Diyor ki, ‘Clinton gibi
beni de sevin’.
Bakalım bu kez, Amerikan Başkanı’nın burnunu sıkan çıkar mı?
Bakalım bu kez Obama’ya, sevgi gösterisinde bulunacak mıyız?
***
Sayalım ki, Obama da
bir Clinton’dır.
Programlarına bakıp karşılaştırıyorum.
Acaba ne kadar
benzerler, diye...
Sanki bir şey, eksik.
Tamam olmayan bir şey var, sanki.
Her şey, Clinton’ın 99’daki ziyaretine göre tasarlanmış.
Ankara ve İstanbul ayakları, tamam.
Anıtkabir ve Sultanahmet ziyaretleri de var.
Meclis’e hitap faslı da aynı.
Muhalefet’le görüşmeler,
hakeza öyle.
Sanki, 10 yıl öncesinin
tekrarı gibi.
Yeni Başkan, Türkiye’de
sevgi arıyor.
Halkımızla temas...
Clinton gibi karşılanmak istiyor.
Sultanahmet meydanında, alkışlanmak...
Yeniden başlamak istiyor.
İmaj tazelemek...
Kalplerimizi, yeniden kazanmak...
Peki biz, hazır mıyız, Sultanahmet meydanında onu alkışlamaya?
Yeni bir Erkan bebek,
buna yeter mi?
***
Devraldığı imaj, bir enkaz.
Sıfırdan başlamak gibi, hatta daha geriden.
Ve, tek rakibi Clinton değil, artık.
Tayyip Erdoğan’ın karizmasını da aşmak zorunda.
Çıta, hayli yüksek...
Bence eksik olan,
Erkan bebek değil.
Deprem acılarımız,
daha çok tazeyken...
İzmit’te Erkan bebeği
kucağına alıp seven Amerikan Başkanı’nı, çok sevmiştik.
O Başkan, Sultanahmet meydanında tezahüratlarla karşılanmıştı.
Obama, şimdi aynı sevgi gösterilerini bekliyor, bizden.
Ama işi, kolay değil, bu kez.
Erkan bebekler, artık lider kucağına hasret değil, çünkü.
Bizde de, çocuklarımızı sevmeyi bilen bir Başbakan var, artık.
Yaralarımız sıcakken koşup gelebilen biri.
O pozisyon dolu.
Orada boşluğumuz yok, bu kez.
***
Gönlümüzü çelmek, eskisi kadar kolay olmayacak.
Hem derisinin rengiyse mesele, bizimkine de ‘zenci’ diyorlar, zaten.
Clinton’dan daha fazlasını başarmalı, Obama.
Yeni Clinton olması,
idare etmez, bizi.
Daha sahici, daha gerçek olmalı.
Beklentimiz, daha yüksek çünkü.
***
Bush’u devirmiş olması iyi,
ama yetmez.
Şeceresinde müslüman dalların bulunması, tek başına kesmez.
Derisinin rengi çok da hoş fakat, kanıtlaması gerek.
Beyaz bir maske takmayacağına bizi ikna etmesi...
Bush’laşmayacağını göstermesi; Clinton’la benzerliğine bile inandırması gerek.
Bir daha hayalkırıklığı yaşamaya hazır değiliz, hiçbirimiz.
Bush’un hayaleti ortalarda dolaşmamalı.
Bunu görmeliyiz.
Zamana ihtiyacımız var.

Akif Beki

Obama'nın ziyareti ve yeni dönem

AK Parti’nin, 2002 yılı sonunda iktidara gelmesinden bu yana, dış politika açısından büyük bir tecrübe kazandığını ve uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin konumunun çok iyi bir yere ulaştığını görüyoruz. Irak Savaşı’nın başlangıcındaki ürkek ve mütereddit diplomasi, yerini, ne yaptığını bilen, kararlı, büyüklüğü-nün ve gücünün farkında bir dış politikaya bırakmıştır.
Bugün Türkiye, Cumhurbaşkanıyla, Başbakanıyla, Dışişleri Bakanıyla ve diplomatlarıyla aktif ve büyük bir devlete yakışır bir dış politika uygulamakta; varlığını ve gücünü bütün dünyaya gösterebilmektedir.
Son dönemde Türkiye, Orta Doğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve dünyanın birçok bölgesinde en önemli barış ve istikrar gücü hâline gelmiştir. Prof. İhsanoğlu’nun İKÖ Genel Sekreterliğine seçilişinden tutunuz da, son yarım asırdır Türkiye’nin ilk defa, hem de en fazla oyu toplayarak BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesi tesadüfî olmamıştır. Siyonist katliâma karşı Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışı ve nihayet NATO Zirvesi’nde Başbakan’ın Rasmussen’in adaylığı karşısındaki haklı tavrı, artık Türkiye’nin küresel bir aktör olduğunu açıkça göstermiştir.
***
Yeni ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretini, öncelikle Türkiye’nin bu yeni küresel konumuyla değerlendirmek lâzımdır. Başkan Bush gibi Neoconların ve Türkiye aleyhindeki çevrelerin fazla tesirinde kalmadığı, hele İslâm Dünyası’na karşı hiç düşmanca hisler beslemediği anlaşılan yeni Başkan Obama’nın, komşusu Kanada’dan sonra Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türkiye’nin öneminin, dış itibarının ve gücünün bir neticesidir.
29 Mart Mahallî Seçimlerinin de demokratik
ölçüler içerisinde gerçekleştirilmesi ve iktidar partisinin yüzde 39 civarında oy alarak gücünü pekiştirmesi, Türkiye’nin dış politikadaki manevra alanının artmasına yardımcı olmuştur.
Obama’nın ziyaretinin bizce ikinci önemli boyutu, Bush’un sekiz yıllık başkanlık döneminde dibe vuran ABD’nin itibarının Türk halkının gözünde arttırılması ve Amerika’nın Obama’yla birlikte imaj tazelemesidir. Bizce Obama’nın ziyareti bu bakımdan hedefine ulaşmıştır. Gerçekten de,’Hüseyin’ ismi, Afrika asıllı olması, sempatikliği, tevazuuyla Obama, Türk halkı tarafından sevilmiş ve benimsenmiştir.
Bu ziyaretteki üçüncü önemli boyut, Başbakan’ın Davos çıkışı. Cumhurbaşkanı’nın Rusya ziyareti, AB’nin itici tutumuyla Batı ile bağlarının gevşediği zannedilen Türkiye’nin, New York Times’ın deyimiyle’Batı’ya sıkıca bağlanmasıdır.’
Bu arada Başkan Obama, ilk Başkanlık konuşmasında İslâm Dünyası’na vaad ettiği mesajı, TBMM’de yaptığı konuşmasıyla yerine ulaştırmıştır. Konuşmasında,’ABD hiçbir zaman İslâmla savaşta değildir, olmamıştır, olmayacaktır (...) ABD Müslüman dünya ile ortak zeminler yaratmaktadır’ diyerek İslâm Dünyası’na dostluk ve barış mesajları gönderen Hüseyin Barrack Obama, kendi ailesinin durumunu da bu dostane bağlar için örnek olarak göstermiştir.
***
Başkan Obama’nın, iki ülkeyi ilgilendiren diğer sorunlar konusunda söyledikleri, yukarıda ziyaret sebepleri olarak sıraladığımız hususlardaki durumu kadar net değildir. Özellikle Ermeni soykırım iddiaları konusunda muğlak cevaplar vermiş ve görüşlerini değiştirmediğini söylemiştir. ‘Tarih trajik gerçeklerle doludur’ diyen Obama’ya, Soykırım Kanunu’nun kabulünün, hattâ’soykırım’ kelimesinin telâffuzunun dahi bu Türkiye ziyaretini boşa çıkaracağını, birilerinin açıkça anlatması lâzımdır. Cumhurbaşkanı Gül’ün, Obama’ya sorulan bir soruyu vesile edinerek yaptığı kısa, açık ve yerinde izahat fevkalâde isabetli olmuştur.
Irak, Afganistan, İsrail, Filistin, Kıbrıs konularında da henüz kamuoyu tarafından paylaşılan açık görüşler bulunmamakta; bu meselelerde temenniden öteye geçilmemektedir.
Buna mukabil, Başkan Obama’nın daha Türkiye’ye gelmeden, Türkiye’nin AB’ye üye yapılmasını ısrarlı şekilde istemesi önemli olmuştur. Bazı AB üyeleri hoşlanmasa da, Obama’nın, ‘Türkiye’nin AB üyesi olması İslâm Dünyası’na güzel bir jest olur’ demesi, konuyu çok boyutlu olarak gördüğünü ifade etmektedir.
Ayrıca, yarın İstanbul’da Medeniyetler İttifakı Zirvesi’ne de katılacak olan Obama’nın, Dünya Barışı’na faydalı adımlar atmasını bekliyoruz.

Hasan Celal Güzel