28 Şubat 2009 Cumartesi

Komünist Moskof'tan kapitalist Moskovalıya

Çok partili demokratik hayatın başlangıcını yaşayanlar bilir; galiba Demokrat Parti'nin ilk yıllarında karakollara bir imaj kazandırma gayreti olmuştu. "Karakol evinizdir" gibi bir levha asılmıştı tüm karakollara.
Büyüklerin dilinde o zamanlar hacim itibariyle büyük karakollara "merkez" denirdi nedense. Çocuk ruhumuzda bir merkez karakolun nasıl ev haline geldiğini çözemezdik bir türlü. Evi "merkeze" yakın akranlarımız arada bir duydukları feryatların aile kavgasından olduğunu sanır, aralarında bu feryat figanın dedikodusunu yapar, biz de onların konuşmasına gülüşürdük. Sonradan öğrendik ki "mimlileri" hizaya getirmek için arada bir "sıcak muamele" yapılması âdettenmiş!
"Sıcak muamele" denen şey zanlının falakaya yatırılıp dövülmesi hadisesi hani! Güya "serkomiser" (başkomiser) dayak faslından sonra özel bir pansuman yöntemine izin verir, eğer suçunu itiraf etmişse tabanları su toplamadan ayağa kaldırılıp savcılığa sevk edilirmiş zanlı.
"Maznun (sanık) kendi iradesiyle itiraf etti ki" diye başlayan zabıt varakasına da "baskı ya da darba maruz kalmamıştır" lafı bilhassa eklenirmiş ki "müddeiumumi" (savcı) cephesinden bir arıza çıkmasın!
Tutanağa göz atan müddeiumumi şerirleri yola getirmek için uygulanan bu muameleye pek ses çıkarmaz, hatta "âlemin nizamı" için bu uygulamayı görmezden gelirmiş.

Planda orak çekiç emaresi
O zamanlar uygulanan yöntemin insan haklarına aykırılığını iddia etmek tabii ki mümkün değil! Ama karakol amirleri alaylı sınıfından da olsa devletin kendileri sayesinde işlediğine inanmış idealist insanlar. Hırsıza, çapulcuya, şerire göz açtırmıyorlar. Araba hırsızlığı da yok o zamanlar kapkaç da! Mahallede kadına kıza yan gözle bakmak bile yasak! Arada bir kurunun yanında yaş da yandığı oluyor ama "her yerde asayiş berkemal!" Kişi başına milli gelir 300 dolar civarında olsa da en azından tornistan edilmiş yamalı pijamalarıyla millet yatağında rahat uyumakta.
"Sıcak muamele" yalnız adi suçlara uygulanmıyor tabii bu arada! Kimi zaman "merkez"e davet edilen "müseccel komünistlerin" de hafif tarafından "sıcak muameleyle" hizaya getirildiği çok oluyor! Hükümetin gizli iradesinin bu yönde olduğu biliniyor çünkü!
O zamanlar büyük günahlardan biri ortalık yerde Nâzım Hikmet şiirleri filan okumak. "Bizim Radyo" yayınlarına istasyon ararken bile rastlamak yasak! Kırmızı giymek, bir şeyleri kırmızıya boyamak da yasak!
En sunturlu küfürler "ulan gomonist"le başlıyor, "mezhebi geniş gomonistle" devam ediyor! Hele muhataba "Moskof uşağı" denmesi hakaretlerin en büyüğü!
O dönemde birine komünist yaftası yapıştırmak da en etkili çamur atma yöntemi! "Filancayı Moskova'yı överken gördüm" demek karakollarda sigaya çekilmek için yeterli bir sebep!
Zavallı bürokratları bile o dönemde böyle harcıyorlar: "Filan 'Köy Enstitüsü'nün planı orak çekiç şeklinde yapılmış" ihbarı kırk yıllık devlet memurunu yerinden ediveriyor!

Bilinçaltındaki tortular
Bunca yıl sonra geçmişin karamizah karışmış sisli görüntülerine bakınca ben hep şunu düşünüyorum: "Rus", "Rusya", "Moskova" gibi laflar bir ideolojiye karşı koymaktan çok bilinçaltına işlemiş acıların dramatik bir tezahüründen başka bir şey değil!
Örneğin "Doksan Üç Harbi"nde yaşanan mezalim! Yerlerinden yurtlarından edilmiş milyonlarca Rumelili, Kafkasyalı, Kırımlı göçmen! Türk-Rus savaşlarının kanlı hikâyeleri!
Daha da önemlisi henüz savaşın dumanı tüterken 1950'lerde Stalin'in "boğazlar" meselesini dayatması! Sonuçta Amerika'nın sinsi oyuna karşı çıkması, "Marshall Yardımı", "ikili anlaşmalar" ve Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesi!
Kısacası "kuzey"den gelecek tehlikeye karşı o zamanki çok ciddi hassasiyetler ve "komünizm gelirse" paranoyası var.
İşte tüm bunlar savaşın dışında kalmış ama ekonomisi darbe almış bir ülkenin dinmeyen korkuları olarak bugüne dek herkesi etkiledi! "Rus" ve "Rusya" Türklerin gözüne daima bir öcü olarak göründü ya da gösterildi. Ruslar da doğrusu çoğu zaman bize hiç de dostça davranmadılar.
Şimdi aradan yarım asır geçince köprülerin altından çok sular aktığını görüyorum. Ortada ne komünizmin "vestiyerdeki şapka öyküsü" kaldı ne de "Korkunç İvan"dan bu yana eskimiş savaş hikâyeleri.
"Rus" deyince Türk erkekleriyle evlenmeye can atan Slav ırkının hilkaten güzel kızları var şimdi. "Rusya" deyince de temiz enerjinin sembolü haline getirilen "Mavi Akım" anlaşılıyor. "Moskova" ise küfür edebiyatının medlulü olmaktan çıkıp girişim fırsatlarını çağrıştıran bir tanıma dönüştü.

Her şey yeniden şekilleniyor
Hatırlayacaksınız Abdullah Gül tam 5 yıl önce bu günlerde Moskova'ya Dışişleri Bakanı olarak resmi ziyaret gerçekleştirmişti. Gül'ün yanında o zaman hatırı sayılır derecede işadamı vardı. Bu resmi ziyaret epey ses getirmiş ve Rusya'yla yeni bir döneme girildiğinin işaretlerini vermişti. Aradan geçen zamanda ticarete dayalı bazı anlaşmazlıklar çıktıysa da Ruslar güney sahillerimize turist olarak gelmeye devam ettiler.
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olarak şu son Rusya seyahati resmi ziyaret olmanın ötesinde bir dönemi kapatıp bir dönemi başlatan bir hareketin simgesidir bana göre. İkili ilişkiler ele alındı, çok boyutlu bir bölgesel ortaklığı öngören bir deklarasyonlar imzalandı. Ve geçmişin üzerine kalın bir sünger çekilmiş oldu.
Medvedev, bu yeni dönem için "Türkiye'yle yapılan antlaşmalar iki ülke arasındaki siyasi, ticari, ekonomik, kültürel ilişkilerin gelişimini içeren yeni bir aşamanın ifadesidir" yorumunda bulundu. Bir bakıma 1921 Sovyet Rusyası ile Yeni Türkiye arasında imzalanan Atatürk dönemi anlaşmasının ideolojilerden arındırılmış şekliydi bu.
Medvedev'in on yıl önce 1 milyar dolar olan ikili ticaret hacminin günümüzde 35 kat arttığını söylemesi ise gelinen noktayı bir anlamda tescil etti. Bugün iki ülke arasındaki ticaret hacmi 40 milyar dolarlara ulaşmış vaziyette. Kriz sathı mailinden çıkıldığı anda 60 ila 70 milyarlık bir ticaret hacmi işten bile değil. Dahası 3 milyon turistin Türkiye'yi tercih etmesi her iki toplumun yargılarının iyice değiştiğini gösteriyor. Bir bakıma Ruslar asırlardır düşledikleri "sıcak denizlere inme projesini" herhalde rafa kaldırdılar! Şimdi ceplerinde paraları, üstlerinde mayolarıyla güney sahillerimize inerek sıcak denizle buluşuyorlar! Hem de diğer ülke turistlerine göre iki misli daha fazla para bırakarak! Bu kriz ortamında yine böyle mi olacak, sezonda göreceğiz.
Anlaşılan Ruslar Türkiye'nin güneşini satın alırken Türk müteahhitler de krize rağmen Rusya'da iyi işler çıkarmaya devam edecekler gibi. Ticaret ve sanayi işbirliği daha da gelişecek, belki de nükleer santral yapımında Rusların imzası bulunacak.
Velhasıl duy da inanma kabilinden bir dizi gelişme bunlar. Bakalım zaman ne gösterecek! Nereden nereye demek için şimdilik erken ama balayının çok iyi gittiği söylenebilir.

Nur Demirok

ABD'ye karşı mı, ABD ile mi?

Başkan Barack Obama'nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell, nihayet Ankara'ya geldi, şimdi sırada Dışişleri Bakanı Hillary Clinton var. Bir hafta sonra o da Ankara'da.
Önümüzdeki dönemde iki yönde artacağı şimdiden sezilen ve bizim açımızdan hiç de şaşırtıcı olmayan bu diplomatik trafik, bazı noktaları açığa kavuşturuyor:
1. Türkiye-ABD ilişkileri, Ermeni soykırım tasarısına sıkıştırılamayacak ve oradan bakarak açıklanmayacak kadar kapsamlı ve önemlidir.
2. Barack Obama'nın başkan seçilmesinden kaygılanan "dar görüşlüler"in ABD'yi de Amerika-Türkiye ilişkilerini de hatta Türkiye'yi de anlamadıkları anlaşılmış olmalıdır.
3. Davos'ta Başbakan Tayyip Erdoğan'ın davranışından, bunun Türkiye-ABD ilişkilerine gölge düşüreceğinden korkup dehşete kapılanların korkularının yersizliği ortadadır.
Biz bunları defalarca yazdık çizdik. Tekrar etmek gereksiz. Ancak Mitchell'ın ziyaretiyle birlikte asıl anlaşılması gereken, Türkiye'nin AK Parti hükümeti sırasında izlediği Ortadoğu politikasında bir "paradigma değişikliği"ne gitmesi gerektiğinin hükümet çevreleri tarafından anlaşılması ve buna hazırlanılması gereği.
Türkiye'nin kendisine başkaca anlamlı bir rol yokmuş gibi Ortadoğu'daki her ihtilafta "arabuluculuk" hevesine gem vurması ve daha yukarıdan bir tavır takınmasının zamanı gelmiştir. Davos'la birlikte İsrail ile diğerleri arasında "gönüllü arabulucu" Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri öyle bir hal almıştır ki, şimdi adeta ABD, Türkiye ile İsrail arasında "arabuluculuk" rolüne soyunacak gibi.

* * *
George Mitchell'ın Türkiye'den ayrılıp İsrail'e gitmeden önce yaptığı açıklamanın, bence, en can alıcı bölümü Türkiye'yi tanımlarken "önemli bir demokratik ülke olarak, İsrail ile güçlü ilişkileri bulunması" ve "bölgede emsalsiz bir rol oynayabileceği"ni söylemesi.
Türkiye'yi "ABD'nin çok önemli bir müttefiki ve Ortadoğu'da barış ve güvenlik için önemli bir güç" olarak da tanımlayan Mitchell, bunun bir "uygulanma yolu"nu da "Ortadoğu'da kapsamlı barış çabaları üzerinde ‘önemli bir etkisi' olması" ile ifade etti.
İlk bakışta pek "sıradan" diplomatik sözcükler gibi görülen ama aslında öyle olmayan ve yeni Amerikan yönetiminin Türkiye'ye (ve Tayyip Erdoğan hükümetine) yaklaşımına ilişkin ipuçları veren bu açıklamayı ayrıntılarına odaklanarak değerlendirince şu sonuçlara varabiliriz:
1. Amerika'nın gözünde "Batı sistemi"ne ait iki demokratik ülke vardır: Türkiye ve İsrail. Bu bakımdan Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin yakın olması ve bugünkü durumun tamir edilmesi gerekmektedir. (Mitchell, bu işi üstleneceğe benziyor.)
2. Türkiye, etkisini "Filistin ulusal birliği"nin sağlanması üzerinde, özellikle Hamas'ın FKÖ'ye katılımı ve Oslo Barış Süreci'nin parametrelerini kabul üzerinde kullanmalıdır. "Ortadoğu'da kapsamlı barış çabaları üzerinde önemli bir etkisi olması"nın açıklaması budur.
3. Türkiye'nin Ortadoğu'da barış ve güvenlik için oynayabileceği "emsalsiz rol"den kasıt, Mısır ve S. Arabistan'ın nüfuzunun yerlerde süründüğü, Davos'la birlikte Türkiye'nin misli görülmemiş biçimde arttığı bir ortamda, bu nüfuzunu ABD ile birlikte kullanmasıdır.
Bir de tabii, Mitchell'ın "görev alanı"na girmeyen Irak ve İran boyutları söz konusu. Bunlarla birleşerek, Türkiye, ABD'nin "çok" önemli müttefiki konumunu elde ediyor.
Bu noktada dikkatten kaçmaması gereken ve George Mitchell'ın de üstü kapalı biçimde, onca övgü dolu sözün altında üzerinde durduğu husus, Türkiye'nin bir başka deyişle hükümetin bölgede elde etmiş bulunduğu "sermaye"yi nasıl kullanacağına ilişkindir.
Evet, kim ne derse desin Türkiye'nin Ortadoğu'da biriktirdiği "siyasi ve diplomatik sermaye" hangi veznede, nasıl "nakde" tahvil edilecektir?
Ortadoğu'da "özerk" bir güç merkezi olarak ABD'ye karşı mı?
ABD ile birlikte eşgüdüm içinde Ortadoğu'da mı?
Hayli "nüans" içeren bu sorunun cevabı, önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinin yönünü de hatta Tayyip Erdoğan hükümetinin geleceğini de yakından ilgilendiriyor.

* * *
Üç hafta önce yeni Amerikan yönetiminin uluslararası sahnedeki ilk "show"unu Başkan Yardımcısı Joseph Biden'ın ağzından "Münih Güvenlik Konferansı"nda izlerken sürekli olarak "dinleyeceğiz ve danışacağız" (We will listen and consult) vurgusu yaptı. Bir akşam yemeğinde kendisinin yanında oturan ve bir buçuk saat konuşma fırsatı bulan Dışişleri Bakanı Ali Babacan da görüşmesinde aynı izlenimi almıştı. İkili görüşmede de Biden, "dinlemek" ve "danışmak"tan söz etmiş.
Obama yönetimi gerçekten bunu yapıyor. Şu dönemde yeni Amerika'nın netleşmiş ve ayrıntılandırılmış ne bir Ortadoğu politikası ne de genel dış politikası var. Öncelikle "müttefikleri"ni dinleyerek ve onlara danışarak oluşturmak ve "eşgüdüm" içinde bu politikayı yürütmek eğilimindeler.
Ancak, apaçık ortada olan "trendler"den söz edebiliriz. Obama, İran ile "önkoşulsuz" konuşmaktan yana. Keza, Suriye ile de temasa geçmeye başlıyorlar. İran'la giderek Rusya ile ve ayrıca Suriye ile yüz yüze görüşmeye başlayan ve "iş bağlayan" bir Amerika profili söz konusu olduğu vakit, Türkiye'nin "siyasi ve diplomatik sermayesinin nakde çevrileceği" alan, ister istemez, değişir. Türkiye'nin İran ve Suriye ile "özel ilişkileri" ve "diyalog kapasitesi" bir sermaye olmaktan çıkar.
"Paradigma değişikliği"ne gitmek ve buna hazırlanmaktan kastımız bu.
Şu anda Amerikan bölge politikası netleşmemişken ve müttefiklerini "dinlemek"ten ve onlara "danışmak"tan söz ettiği bir dönemde, "çok önemli müttefiki" ve bölgede "emsalsiz bir rol oynayabileceği"nden söz ettiği Türkiye'nin müthiş bir avantajı var.
Bölge politikalarını Amerika ile "senkronize" etmek ve "eşgüdüm" sağlamak..
Bunun, başta Avrupa ve AB, tüm dünya yüzeyinde Türkiye'ye getirisi çok yüksek olur...

Cengiz Çandar

Akılın gıdası,Beşeri Aşk,Alkol,Öfke

Bedenimizin gıdası yemek-içmek, giyinmek dedikten sonra ruhumuzun gıdalarını da iyi ayarlaması gerektiğini hatırlatalım. Sonra da aklın gıdasını ele alalım:

Aklımızın gıdası nedir?

Aklımızın gıdası da okumak, eğitim görmek, araştırmak ve deneyim yapmaktır. Akıl bunlar sayesinde güçlülük kazanır ve gelişir.

İslâm uleması aklı: "Kalbde bulunan, hak ve bâtılı ayırt etmede vâsıta olan bir nûrdur" şeklinde tarif etmiştir. Bu târif Araf suresinin 179'uncu ayetine dayanmaktadır. Bu ayette geçen "Yefgahûne bihe" ibaresi kalble alâkalıdır. İnce idrak, kesin kavrayış mânâsına gelir. Fıkıhta da bu mânâdadır.

Bilginin iki kaynağı vardır:

• Akıl ve

• Vahiy...

Akıl ön şarttır. Çünkü aklı olmayan mükellef insan sayılmaz. Vahiy akla rehberlik eder. Vahye kulak vermeyen, onunla aklını gıdalandırmayan kişinin aklı şaşar, ayağı kayar, varoluşu boşa gider.

Kur'ân-ı Kerim'de 57 ayette aklın ne kadar değerli olduğu beyan edilir.

Şöyle de bir tesbit vardır:

• Ruha muhalefet delilik;

• Akıla muhalefet gerilik;

• Nefse muhalefet de veliliktir.

Bu isabetli bir tesbittir.

Aklın en büyük gıdası imandır. İmanı kabul etmeyen/imandan gıdalanmayan akıl cereyansız ampule benzer. Aklın vazifesi Allah'ı bilmek, akıl sahibinin vazifesi aklın gıdası imanı akla zerketmek ve bununla da akıl Allah'a hamd-u senalarla bağlanmaktır.

Akıla üç şey zehir olur:

1- Alkol,

2- Öfke,

3- Beşeri aşk.

Beşeri aşkı değerlendirebilmek önemli. Çünkü bu, zamanımızda şehvetin galâyanının etkisi olur. İnsanı şehvetine tapınmaya kadar götürür. Böyle bir hâl akıl için zehir vasfındadır. Aklı bu gibi öldürücü etkilerden koruyup kollamak akıl sahiplerine düşer.

Alkol, aklı tahrip eder. Alkol akıl için felâkete sürükleyen bir zehirdir. Bu zehirle mânâlarını katleden nice insanları çevrenizde çok sıklıkla görürsünüz. Kendilerini teşhir eden insanlar, çıplaklık hastalığıyla malul olan nice avratlar akıl gıdasından mahrumiyet sebebiyle zehirden medet uman avanaklardır.

Öfke de aklı zehirler. Öfkenin panzehiri sabırdır. Akıl gıdasının aynı zamanda sabır da olduğunu zikretmeliyiz. Öfke şeytanın üfürdüğü bir zehirdir. Bu zehiri içine çekenler yalnız akıllarını zehirlemekle kalmazlar; aynı zamanda bedenlerini de zehirlemiş olurlar.

İnsana anlam kazandıran aklıdır. Yükümlülüğümüz aklımızın sağlamlığıyla orantılıdır.

Akıl, insana verilen mânevi bir kuvvettir.

Doğuştan gelen akıl, insanın çalışmasıyla ve öğrenmesiyle inkişâf ettirilebilir. Kur'ân-ı Kerim'de övülen akıl sahipleri bu vasfa hâiz olanlardır. Yerilenler de akıllarını yerinde kullanamayanlardır.

Akılı övülen ve yerilen vasıf hâline getirmek aklın gıdasını temin etmekle yakından alâkası vardır.

Müslümanlar olarak hepimiz bedenimizin, ruhumuzun ve aklımızın gıdasını ihmâlkârlık yapmadan verelim. Verelim ki, insan olmak özelliğimizi koruyup kollamış olalım...

Mevlüt Özcan

27 Şubat 2009 Cuma

Münafıklar, Şerirler, Şakiler, Gafiller, Aldanmışlar...

(Bu yazımda isim vermeden, kimlik göstermeden kötü, şerir, fesatçı, münafık, hadîslere göre "Bizden olmayan" kimseleri tenkit ediyor, Müslümanları bunlara karşı uyanık olmaya, tuzaklarına düşmemeye çağırıyorum. Bu tenkitler anonimdir. Lütfen hiçbir namuslu, şerefli, temiz, şeffaf, sâlih, muttaki Müslüman üzerine almasın.)

1. Yalan münafıklık alâmetidir. (Hadîste bildiriliyor)

2. Verdiği sözü yerine getirmemek münâfıklık alâmetidir. (Hadiste)

3. Emanetleri ehline vermemek, emanete hıyanet etmek münafıklık alâmetidir. (Kaynak: Âyet ve Hadisler)

4. Halkı/Müslümanları aldatan bizden değildir. (Hadîs)

5.Haram gelir elde etmek, haram yemek, haramla zenginleşmek büyük günahtır. (Kaynak: Kur'ân, hadîs, icmâ-i ümmet)

6. Riba alıp vermek kesin ve büyük bir haramdır.Buna helâl diyen dinden çıkar. (Ribacılar Allah'a ve Resulüne savaş ilân etmişlerdir. (Kaynak: Kur'ân, Sünnet, İcmâ, Şeriat)

7.Lüks, israf, sefahat, aşırı tüketim, gösteriş, gurur, kibir, saçıp savurma haramdır. Kur'ân-ı Kerîm müsrifleri (saçıp savuranları) Şeytanın kardeşleri olarak ilan etmektedir. (Kaynak: Kur'ân, Sünnet ve İcmâ)

8.Yüce Allah ve Resûlü mü'minleri kâfirlerle dost olmaktan, onları velî (idareci) edinmekten, onlara güvenmekten men etmiştir. (Kur'ân, Sünnet)

9. İslâm'ın geçim konusundaki temel prensibi kanaat ve iktisattır. Buna riayet etmeyenler günahkârdır, müsriftir. Kur'ân'da "Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz...) buyuruluyor. Efendimiz kanaatle yaşamıştır, kanaati tavsiye etmiştir. (Kitap, Sünnet, İcmâ, bütün ahlâk kitaplarımız)

10. İslâm riyaset hırsını (başkan olmak ihtirasını) kötü görmüştür. Riyaset ateşten bir gömlektir. Riyasete tâlip olmak haramdır. Kendisi tâlip olmaz, matlup (istenen) olursa, ehliyeti yoksa kabul etmek yine haramdır. (Elmalı Tefsiri'nin Yunus suresindeki açıklamayı okuyunuz.)

11. Saray yavrusu müzeyyen meskenler, pahalı ve lüks yazlıklar, lüks binitler, lüks mobilya, lüks giyim kuşam, lüks hayat Müslümana yakışmaz. Bunlar fanî dünyanın oyuncaklarıdır. Gelip geçicidir. Lüks ve israf bir toplumu çökertir. (Din ahlâkı kitaplarında bu konuda Kur'ân'a ve Sünnete dayanılarak verilmiş hayli bilgi vardır.)

12. Müslümanlar sarsılmaz bir birlik teşkil etmelidir. Müslüman topluluğunun ismi Ümmettir. Bu ismi onlara Allah vermiştir. Müslümanların birliğini parçalayanlar haindir. Ümmet içinde çeşitlilikler, meşreb farklılıkları olabilir ama onların üzerinde mutlaka Ümmet ve Birlik olması gerekir. (Tefsir kitapları ve diğer muteber kaynaklar.)

13. Bütün Müslümanlar hukuk önünde eşittir. Hırsızlık ve diğer suçlarda eşitsizlik ve ayırım kabul edilemez. Bu konuda Peygamberimizin şu beyanı esas alınır: "Allah'a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık yapmış olsaydı, onun da elini kestirirdim."

14. Hadîste "Komşusu aç gecelerken, kendisi tok sabahlayan bizden değildir" buyrulmuştur. Halka, Müslümanlara acımayan, milyonlarca vatandaş sıkıntı içinde yaşarken kendileri Nemrud ve Firavun gibi lüks, israflı, sefih bir hayat sürenler, saçıp savuranlar, saçı bitmedik yetimlerin, fakir fukaranın haklarını yiyenler çok kötü insanlardır.

15. İslâm dini menfi kavmiyetçiliği yasaklamıştır. Hangi ırka mensup olurlarsa olsunlar mü'minler kardeştir. Üstünlük şu veya bu ırka mensup olmakla değil, takva ile olur. (Tefsir ve hadîs kitapları.)

16. İnsanların görmediği, bilmediği, delillerine sahip olmadığı kötülükleri Allah bilir. Bunları, insanların amellerini yazmakla vazifelendirilmiş melekler amel defterlerine yazar. Ahirette Büyük Mahkemede bunların hesabı sorulacaktır. (Bütün ilmihal ve akaid kitaplarında yazılıdır.)

17. Zekâtlar, Kur'ân'da kesin ve çok açık olarak belirtilmiş sekiz sınıf insana verilir. Bunların başında fakirler ve miskinler gelir. Zekâtlar tüzel kişilere (dernek, vakıf, cemaat vs.) verilmez, hakikî kişilere verilir. Bu husus bütün fıkıh kitaplarımızda bildirilmiştir.

18. Ümmetin başında bir İmam-ı Kebir, bir Emîrü'l-müminîn bulunması gereklidir. (Akaid ve diğer din kitaplarında yazılıdır.)

19. Riba ile, haram yollarla, rüşvetle, ihalelere fesat karıştırılarak, gayr-i meşru rantlarla, beytülmali hortumlayarak, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yiyerek, Kur'ân ve Sünnetin yasakladığı yollarla, ahlâka aykırı olarak elde edilmiş bütün haram, kirli, kara, necis servetler ateştir. Sahiplerini dünyada ve ahirette rezil ü rüsvay eder, Ceheneme yuvarlar. (Bütün din kitaplarımızda bu konuda bilgiler, uyarılar bulunmaktadır.)

20. Resûlullah Efendimiz (Salat ve selam olsun O'na) eline para ve mal geçtiği zaman bunları dağıtırdı. "Uhud dağı kadar altınım olsa, borç ödemek için saklayacağım bir altın dışında hepsini tasadduk eder, dağıtırdım" buyurmuşlardır.Müslüman parayı put haline getirmez, Müslüman paraya ve servete tapmaz, Müslüman parayı dinin yerine koymaz. Böyle yapanlar münafık, şerir, şaki, cehennemlik kimselerdir.

21. Benliği (nefs-i emmâresi) Müslümanın en büyük düşmanıdır. Kur'ân'da "Kötülükle çok emr eden nefis" buyuruluyor. Her Müslüman nefs-i emâresi ile savaşmalıdır. Bu savaş Büyük Cihad'tır. Büyük Cİhad yapılmadan, küçük cihadda başarılı ve muzaffer olunmaz. (Din ve ahlâk kitaplarımız)

Yukarıda arz ettiğim 21 madde, her Müslümanın iyi bilmesi gereken konulardır. Bunlara dikkat edilmezse Cehenneme düşme tehlikesi vardır.Allah'ın ve Peygamberin buyrukları, Kur'ân ve Sünnet hükümleri, Şeriat kuralları, İslâm ahlâkının emir ve yasakları, bilgelerin tavsiye ve uyarıları hafife alınamaz. Alanlar ve yiyenler yanar.

Mehmet Şevket Eygi
26.02.2009

12 Ayrı Konu

1. Ülkemizde trafik güvenliği yok. Sürücülerin de yok, yayaların da yok. Beş on vatandaş durakta otobüs bekliyor. Sarhoş veya sersem bir sürücü otosuyla bunların arasına dalıyor ve biçiyor. Ölüler, yaralılar... Dünyanın her ülkesinde trafik kazaları oluyor ama bizdekiler çok fazla. Niçin? Çünkü bu ülkede yıllar boyunca sürücü belgesi verilirken yolsuzluklar yapıldı, ehliyetsizlere ehliyet verildi. Şimdi cezasını milletçe çekiyoruz. Hiçbir suçları olmadığı halde ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar, yetimler, dullar çekiyor.

2. Kürt liderler genellikle bilge kişiler değil. Bazıları, toplumsal barış ve uzlaşma, olumlu çareler ve çözümler aramak yerine fitne ve fesat çıkartıyor. Yakın tarihlere kadar Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı bölgelerde medrese hocalarının, tarikat şeyhlerinin büyük ağırlıkları, nüfuzları, tesirleri vardı. Onlar bilge kişilerdi. Geminin batırılmasını istemezlerdi. Yazık ki, bir yandan Ankara'nın laik rejimi, öte yandan PKK,hocaların ve şeyhlerin nüfuzunu kırdı. Herkesi suçlamam ama meydan büyük ölçüde Kürt arivistlere kaldı.

3. Resmî ideoloji diktatörlük rejimlerine mahsus bir şeydir. Gerçek cumhuriyette, gerçek demokraside resmî ideolojiye yer yoktur. Fertlerin ideolojileri olabilir ama devletin olamaz. Bugün dünyada resmî ideolojisi olan, bu ideoloji halka dayatılan bir tek demokrat rejim mevcut değildir. Bizde sonu ...izm ile biten resmî ideoloji var olduğu müddetçe cumhuriyete ve demokrasiye gölge düşecektir. Bakalım Türkiye bu resmî ideoloji boyunduruğundan kurtulabilecek mi?

4. Kokuşma notu, 10 üzerinden 4 olan bir ülkede cumhuriyet de, demokrasi de, hukuk da, devlet de, millet de, ülke de tehlikededir.

5. İngiltere'de 13 yaşındaki bir oğlanın 15 yaşındaki bir kızdan gayr-i meşru çocuğu oldu. Oğlan kızı, 12 yaşında iken hamile bırakmış. Müslümanlara, kızlarını ve oğullarını genç yaşta evlendiriyor diye çatan ve saldıranlar, İngiltere'deki rezalet konusunda hiç yorum yapmadılar. Sadece haber olarak verdiler.

6. Dinî bir cemaat, bütün Müslümanları ilgilendiren konularda faaliyetler yapıyor ve bu konuda kimse ile istişare etmiyor, kimseye haber ve hesap vermiyor. Bu muhteremler kendilerini lâ yüs'el mi görüyor? Mademki Müslümanların temsilcilerine danışmıyorlar, önceden haber vermiyorlar, kendi kafalarına göre hareket ediyorlar, onların yaptıkları Müslümanları bağlamaz. Bu kişiler İslâm'ı ve Ümmet'i kumaş, kendilerini makas mı sanıyor?

7. Çok büyük bir ilimizin müftüsüne: Vâizelerden ve kadın Kur'ân kursu hocalarından oluşan bir musiki heyeti kurmuşsunuz ve onlara koro halinde ilâhî okutturuyormuşsunuz. Bu gibi fantezilerin, bid'atlerin, günah işlerin yerine; şehirde beş vakitte doğru dürüst Ezan-ı Muhammedî okunması için tedbir alsanız daha iyi olmaz mı?

8. İstanbulluların her gün sabah akşam iki kere sormaları gereken soru: Yirmi milyon nüfuslu bu dev kente her gün tonlarca evcil domuz, yaban domuzu ve başka haram etler giriyor. Bir iki market dışında üzerine etiket koyarak alenen domuz eti satan yok Peki bunca domuz eti ne oluyor? Sığır ve dana eti oluyor ve halka yediriliyor. Müslümanlar uyumayın!..

9. Milyonlarca vatandaşın seyr ettiği bir TV programında p...venk denilmiş... Bazıları bunu yadırgıyor. Yadırganacak bir şey yok. Ahlâksızlığın, hayâsızlığın, iffetsizliğin, faziletsizliğin kol gezdiği bir ortamda böyle şeyleri tabiî karşılamak gerekir.

10. Kendi evinde oturan, ana baba ve küçük bir çocuktan oluşan bir aile ayda bin lira ile geçinebilir mi? Geçinebilir ama bir şartla: Kanaat ile... İsraf ile kesinlikle geçinemez. Kanaatin pabucunu dama atıp toplumu beyinsiz ve sefih bir israf toplumu haline getirenler bu ümmete en büyük kötülüğü etmişlerdir.

11. Dinî konuda bid'atler, sapıklıklar, bozukluklar, fitne ve fesatlar yayılıyor. Ehl-i Sünnet her geçen gün darbeler yiyor. Bu konuda Müslüman halkı uyarmak için harekete geçilmelidir. Yapılacak ilk iş, bir beyanname hazırlanması, buna en az 1000 icazetli din âliminin imza koyması, bunun gazetelerle ilan edilmesidir. Bu hizmeti muhlisen lillah (ihlâsla, parasız, ücretsiz) kim yapacak?

12. Yakın tarihimizde yüce İslâm dinine ve Ümmet-i merhumeye en büyük hıyaneti ve kötülüğü birtakım neo-haricî, aktivist, arivist İslâmcılar vermiştir. Bunlar başlangıçta kraldan ziyade kralcılık yapmış, önüne geleni şirk ve küfürle suçlamış, damgalamış, kırıp dökmüştür. Bidayette bozuk düzenin aleyhinde bulunan bu samimiyetsiz ve münafık sahte mücahidler, ellerine fırsat geçince bozuk ve kâfir dedikleri düzenin haram kemiklerine aç köpekler gibi saldırmış ve kara servet sahibi olmuşlardır. Bunlar dışlanmadıkça Müslümanların iki yakaları bir araya gelmez.

Mehmet Şevket Eygi
26.02.2009

Vicdanlı Müslümanlar, Vicdansız İslâmcılar

MÜSLÜMAN vicdanlıdır. Müslüman zulme, küfre, şirke, haksızlığa razı olmaz. Küfre rıza küfürdür.

Kendisi zulm eden, zalimleri destekleyen, türlü haksızlıklar yapan kişi gerçek ve olgun Müslüman değildir.

Haram yiyen, gayr-i meşru ve kara servetler edinen vicdansız İslâmcılar İslâm'ı temsil edemez. İslâm bir vâdide, onlar başka bir vâdidedir.

Müslüman, bozuk düzenleri, sapık ideoloijileri, zulüm sistemlerini doğru bulmaz ve onların zehirli nimetlerine talip olmaz.

Münafık, zalim, vicdansız bir kısım İslâmcılar, vaktiyle bozuk dedikleri düzenlerin rantlarını yemek için seferber olmuştur. Onlar lanetlidir.

Vicdanlı Müslüman, halkın bir kısmı sıkıntı çekerken, işsizlerin sayısı milyonları bulmuşken kendisi israf, lüks, sefahat içinde yaşamaz.

Vicdansız İslâmcılar lüks, israf, sefahat içinde yaşar. Halkın sıkıntıları onlara vız gelir.

Vicdanlı, gerçek olgun Müslüman; Resulullah, Ashab-ı Güzîn, Selef-i Sâlihin, ulemâ-i 'âmilîn, evliyaullah gibi yaşamaya çalışır. Onlar gibi olmasa bile onlardan ibret alır, nefsini frenler.

Vicdansız İslâmcılar Nemrud'a ve Firavun'a özenirler. Bakmayın onların biz de Müslümanız, Hz.Ömer çok adaletliydi, devletin işini görürken devletin mumunu yakar, kendi işine bakarken kendi kandili ile aydınlanırdı edebiyatına. Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.

Fukara, çilekeş Müslümanlar otobüs duraklarında titreyerek beklerken, onların yanından lüks, şeytanî, deccalî, pahalı cipleriyle geçen şu İslâmcılara bakınız. Ne kadar gururlu, ne kadar kibirli, ne kadar dünya sarhoşu onlar.Veyl onlara!..

Aç ve sefil Müslümanlar sürünürken şu vicdansızlar lüks ve pahalı lokantalarda nasıl tıkınıyorlar.

Müslüman, ihalelere fesat karıştırmaz.

Müslüman, riba alıp vermez.

Müslüman, lüks ve sefahat sergilemez.

Müslüman, vicdanlıdır. Müslüman, hikmetlidir. Müslüman, Allah'tan korkar. Müslüman, bozuk ve sapık dediği düzenin ve sistemin haram rantlarına saldırmaz.

Müslümanın dini imanı para değildir.

Müslüman, kanaatlidir.

Müslüman, zenginse, servetinin kendisine emanet olduğunu, servetiyle imtihan edildiğini bilir.

Müslüman ne oldum delisi değildir. Müslüman ne oldum demez, ne olacağım diye düşünür.

Müslüman ne doğrudan doğruya, ne dolaylı şekilde hırsızlık yapar.

Mehmet Şevket Eygi

Batı Medeniyeti Hayâsız ve İffetsizdir

DÜNYA üzerinde şu anda 10'dan fazla medeniyet vardır. İslâm medeniyeti bunlardan biridir. Gerçek, şuurlu, akıllı, vicdanlı bir Müslümanın kendi medeniyetine göre yaşaması onun en tabiî hakkıdır. Hiçbir gücün, bir Müslümana, Müslümanlara "Senin dinin ve inancın İslâm olabilir ama ben senin İslâm medeniyetine göre değil, şu veya bu medeniyete göre yaşamanı istiyorum" diyemez, bu konuda baskı yapamaz. Böyle baskılar evrensel insan haklarına, bilgeliğe, hukuka, adalete, insafa aykırıdır.

Ziya Gökalp'in "Dinim İslâm, medeniyetim Batı medeniyeti..." şeklindeki tekerlemesi bâtıldır. Bir Müslümanın dini de, medeniyeti de, milleti de İslâm'dır.

Müslümanlara zor kullanarak kabul ettirilmek istenen Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasında temel ayrılıklar, uyumsuzluklar, uçurumlar bulunmaktadır. Bunlardan biri de iffet ve hayâ konusundadır. Çağdaş Batı medeniyeti iffeti ve hayâyı temel değer olarak kabul etmemektedir.

Batı medeniyeti evrensel değildir. Onun ölçü, kıstas ve değerlerini Müslümanlara zorla kabul ettirmek yanlıştır.

Batı'da bir kadın ile bir erkeğin nikahsız yaşaması, bu birlikten çocuk peydahlanması normal karşılanıyor. İslâm medeniyeti böyle bir şeyi kabul etmez.

Batı'da, bir kadın birden fazla erkekle yatıp kalkıyor. Çocuğu oluyor, babası belli değil. Onlar bunu da normal kabul ediyor. Çocuk anasının nüfusuna kayd ediliyor ve mesele bitiyor. İslâm bunu kabul etmez.

Batılılar ve Batıcılar zinayı suç olarak görmüyorlar. İslâm ise suç kabul ediyor ve cezalandırıyor.

Batı'da erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla evlenebiliyor. Hattâ İsveç'te birkaç yıl önce bir kilisede böyle bir nikah papaz tarafından kıyılmış ve kutsanmıştı. İslâm böyle evlilikleri kabul etmez.

Batı dünyası, Batı medeniyeti bundan bir asır, hattâ 50 sene öncesine kadar iffet ve hayâ konusunda bu kadar serbest ve ölçüsüz değildi. Belçika'da bundan 70-80 yıl önce tramvaylarda kadınlar için ayrı bir bölüm bulunuyordu. Yirminci yüzyılın başında Londra'nın lüks bir lokantasına akşam yemeği için iki hanım gelmiş, yanlarında beyleri olmadığı için kabul edilmemişlerdi.

Batı dünyası ve medeniyeti, iffet ve hayâ konusunda çok laçkalaşmıştır.

Geçen gün, tramvayda kalabalık içinde öpüşen iki genci tenkit etmiştim. Okuyuculardan biri "Hürriyet var, bırakın yapsınlar, niçin karışıyorsunuz?.." demiş.

Hürriyet her istediğini yapmak değildir. Hürriyetin sınırları vardır.

Paris'te, Helsinki'de, Roma'da normal olan açıkta öpüşme İstanbul'da normal değildir. Çünkü:

1. Bütün bozulmalara rağmen İstanbul'da İslâm medeniyeti, İslâm ahlâkı hâlâ geçerlidir.

2. Ahlâk ve görgü kuralları evrensel değildir. Medeniyetten medeniyete, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma farklı olabilir.

3. Bir tramvay vagonunda iki genç bir kere değil, devamlı olarak öpüşüp duruyorsa, onların bu hareketi diğer yolcuları rahatsız eder. Onların iffet ve hayâ hislerini rencide eder. Öpüşen gençler dinsiz olabilir ama toplumun, halkın, çevrenin inanç, değer, ölçü ve kurallarına saygı göstermeleri, kimseyi rahatsız etmemeleri gerekir. Terbiye, ahlâk, görgü, barış, uzlaşma bunu gerektirir.

4. Hürriyet var, canımın her istediğini yaparım, her haltı yerim, başkaları beni ilgilendirmez zihniyeti çarpıktır, sapıklıktır, bir tür anarşistliktir.

5. Bırakın gençler sokakta, otobüste, tramvayda sarılıp öpüşsünler diyen özgürlükçülere soruyorum: Dindar bir vatandaş kaldırımın bir kenarına seccadesini serip namaz kılsa buna da hoşgörü ile bakacak mısınız? Çok iyi biliyorum ki, bakmazsınız. Kaldırımda namaz mı kılınır, gitsin camide kılsın diyeceksiniz. İşte biz Müslümanlar da, toplu taşıma vasıtasında öpüşen gençlere "Herkesin arasında olmaz, gidin kapalı bir mekanda yapın" diyoruz.

Şu hususun altını çizmek isterim: Birtakım gençlerin tramvaylarda, otobüslerde utanıp sıkılmadan öpüşmelerinin planlı, programlı, kasıtlı provokatif (kışkırtıcı) olma ihtimali vardır.

Bir gün gelecek, bu yüzden bir hadise olacak ve bütün İslâm düşmanları, bütün iffet ve hayâ karşıtları koro halinde feryat edeceklerdir.

Halkımızın çok dikkatli olması, dinsizlerin tuzaklarına düşmemesi gerekir.

Bu gibi görgüsüzlükleri, kışkırtmaları, rahatsız edici olayları yasa dışı yollarla protesto etmekten kaçınmalıyız.

Diyelim ki, tramvayda iki "pek terbiyeli genç" utanıp sıkılmadan öpüşüyor. Orada bulunan kırk elli kişinin yarısı onlara sert sert, dikkatli dikkatli, böyle yapılmaz dercesine bakmalıdır. Hiçbir lâf etmeden...Sert bakışların büyük tesiri vardır. Bu konu esrarlı bir konudur. Eskiden bu gibi bakışlara nazar denirdi. Ne kadar pervasız, ne kadar yırtık olurlarsa olsunlar, onlarca gözün sert, protesto edici nazarlarına maruz kalanlar titreyecek ve korkacaklar ve hizaya geleceklerdir.

Zinayı suç olmaktan çıkartanlar bu gibi konularda sadra şifa olacak tedbirler alamaz.

Mehmet Şevket Eygi

PKK'nın tasfiyesi

Doğrusunu isterseniz, son günlerde benim dikkatim Diyarbakır'da ortaya çıkacak seçim sonuçlarından çok, Erbil'de olup bitenler üzerinde yoğunlaşmış durumda.

Çünkü, yerel seçimi kim kazanırsa kazansın, bölgenin kaderini asıl etkileyecek gelişmeler orada yaşanıyor.

Son aylarda Ankara-Bağdat- Erbil-Washington ekseninde PKK'nın tasfiyesine ve Kürt meselesinin siyaset yoluyla çözümüne ilişkin bir plan üzerinde çalışılmakta olduğunu biliyoruz.

Planın varlığından 2008 Aralık ortalarında yine Taraf Gazetesi'nin haberiyle haberdar olmuştuk. Önceki gün okuduğumuz "Eve Dönüş için start verildi" haberi ve haberin Dışişleri Bakanlığı'nca doğrulanması, aradan geçen aylarda barış planının başarıyla ilerlediğini, "mutlu son"a yaklaşmakta olduğumuzu ortaya koyuyor.

Evet, ne kadar sevinsek azdır; zira son yıllarda bundan daha güzel bir haber almadık.

Artık PKK'nın dağdan indirilmesinin, "Eve Dönüş" sürecinin başlamasının, bir başka deyişle 25 yıldır süren savaşın son bulmasının arifesinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Şimdi geri dönüp söz konusu plana bakalım:

Olay, Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Hükümeti arasındaki ilişkilerin ısınması süreci ile birlikte başlamıştı.

Bu süreçte, Ankara'nın talebine kulak veren Irak Kürt Bölgesel Hükümeti PKK'yı silahsızlandırmayı amaçlayan bir proje üzerinde çalışmaya başladı. Ankara adına MİT ve Dışişleri'nin, Erbil'deki Federe Kürt yönetimiyle yürüttüğü kapsamlı temaslar ardından olgunlaştı. Genelkurmay'ın da projeyi yakından izlediği ve onay verdiği yorumları yapılıyor. Projenin ABD ve AB tarafından da güçlü bir biçimde desteklendiğini söylemeye gerek bile yok.

Plana göre, PKK gerek Irak yönetimi, gerek ABD ve AB, gerekse bölgedeki bütün Kürt grupları tarafından silahsızlanma konusunda ikna edilirken, bir yandan da küçük bir grup yönetici dışında -ki onların da BM himayesinde bir Avrupa ülkesine gönderilmesi düşünülüyor- bütün PKK'lıları kapsayan "parçalı" bir genel afla "Eve Dönüş" süreci başlatılacak.

PKK'nın silah bırakmaya ikna edilmesinde önümüzdeki ay Erbil'de toplanacak olan Kürt Konferansı özel önem taşıyor.

Geçtiğimiz günlerde Abant Platformu'nun Erbil'de düzenlediği toplantının katılımcılarından olan Mümtazer Türköne bu konferansın önemini şöyle anlatıyor:

"Bir ay sonra Erbil, başka bir toplantıya evsahipliği yapacak. Kürt konferansı başlığını taşıyan bu toplantı tam olarak Kürt ulusal kongresi niteliği taşıyor. Kürtler'in 'Dört Parça' adını verdikleri dört ülkeden, yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak'tan legal ve illegal Kürt örgütlerinin bu toplantıya katılması bekleniyor. Toplantıyı KDP organize ediyor ve bir ölçüde Irak'taki Kürt Bölgesel Yönetimi'nin diğer Kürt grupları üzerindeki önceliğini vurgulama amacı taşıyor. Uygun kelimeyi bulmak zor. Kürt milliyetçilerinin kullandığı tabir "Kürt ulusal hareketi." Bu konferans "Kürt ulusal hareketi"nin geleceği üzerinde etkili olacağa benziyor. (...)

Erbil'deki Kürt Konferansı'na katılacak örgütlerden biri de PKK. Basmakalıp hükümleri bir kenara bırakıp, bu konferansın PKK'nın silah bırakmasına, nihayetinde tasfiye olmasına vesile olacağını öngörmek lâzım. Erbil'de yayımlanan Kürdish Globe'da yer alan ve Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerini değerlendiren bir yazı, bu öngörüyü doğruluyor. "Bütün Kürt siyasî grupları arasında geniş ve kapsamlı bir konferans, PKK'yı Kürt ulusal çıkarlarını koruyacak çizgiye getirebilir ve genel uzlaşmaya uyarak silah bırakmak zorunda kalabilir" diyor.

Benim kulağımın yerel seçim anketlerinden çok, Erbil'e kilitlenmesinin sebebi anlaşılmıştır sanırım. Bana kalırsa DTP asıl sınavı yerel seçimlerde değil orada Erbil'deki tavrıyla verecek. Her fırsatta "aslında gönüllerinin barışçı çözümden yana" olduğunu söyleyen DTP'lilerin, Kürt Konferansı'nda barışçı çözüm için ne kadar gayret sarf edeceğini ya da sarf etmeyeceğini orada göreceğiz. Oyuna talip oldukları Güneydoğu halkının barış özlemine ne kadar sahip çıktıklarını; yani o halkı ne kadar temsil ettiklerini de...

Üzerinde çalışılan planı "PKK'nın siyasallaşması oyunu" olarak gören ve tepki duyanlara söyleyeceğim ise şudur: Boşuna korkmayın; silah bırakmış bir PKK, adı ne olursa olsun, artık PKK olmaktan çıkmış demektir. Çünkü PKK'yı karakterize eden şey şiddettir.

Gülay Göktürk

28 Şubat ve AK Parti

-Ak Parti 28 Şubat'ın ürünü mü? Bu soru, şimdilerde iki kesim tarafından "Evet, AK Parti 28 Şubat'ın ürünü" şeklinde cevaplanıyor.
Bir kesim, AK Parti'nin içinden geldiği camia. Refah-Fazilet-Saadet camiası. Bu kesimde oluşan söylem şöyle:

-Dünya sistemi bizi yıktı, Ortadoğu'da daha kolay kullanılabilir bir yapı olarak AK Parti'yi kurdurdu ve iktidara getirdi. Bunun bir delili, Tayyip Erdoğan'ın parti oluşurken ABD-AB başkentlerinde yaptığı temaslar, diğeri de Türkiye'yi yönetmeye başladıktan sonra Refah'ın başlattığı ve Batı'yı çok rahatsız eden D-8 projesini bırakıp, BOP'un eş başkanlığına soyunulmasıdır.

AK Parti'yi 28 Şubat'ın ürünü olarak gören ikinci kesim, laik-Kemalist-ulusalcı camia... Öteden beri, 12 Eylül'den sonra Türk-İslam sentezi formülünün devreye girdiğini düşünen bu kesim, 28 Şubat'tan sonra kısa sürede kurulup iktidar olan AK Parti formülü ile de Ortadoğu'da "Ilımlı İslam" projesinin devreye sokulduğunu, böylece Türkiye'nin laik karakterinin tahrip edildiğini ifade ediyor. Bu kesim de işin arkasında Amerika'nın bulunduğunu düşünüyor.

Her iki kesim AK Parti'yi, 12 Eylül sonrasında kurulan ANAP'a benzetiyor. Tayyip Erdoğan'ı da, Amerika ile iyi ilişkiler içinde bulunan Turgut Özal'a....

Kanaatimce, her iki yaklaşımın ana zaafı, AK Parti'nin (Tıpkı Özal'ın ANAP'ı gibi) gerçekte bir toplumsal karşılığının var olduğunu görmezden gelmeleri, Amerika'nın askerleri (12 Eylül'de) olduğu gibi halk iradesini de yönlendirecek bir etkinliğe sahip olduğunu düşünmeleridir.

Buna karşılık her iki camia, hem Refah söyleminin hem de laik-Kemalist-ulusalcı söylemin halkla ilişkide yaşadığı sorunu dikkate almamaları, bu değerlendirmenin diğer zaafını oluşturuyor.

Buradaki bir diğer problemli durum da, Refah söyleminin özde, "AK Parti ile İslami hareketin yozlaştırıldığını" düşünmesi, buna mukabil, laik-ulusalcı-Kemalist söylemin, uluslararası sistemin "AK Parti ve ılımlı İslam projesi ile laikliğin elden gittiği ve tedrici bir İslamlaşmaya gidildiği" kanaatine sahip olmasıdır.

Burada ortaya çıkan sorular şunlar: Acaba AK Parti hangi misyondadır ve uluslararası sistem AK Parti ile neyi gerçekleştirmektedir? 28 Şubat aktörleri, uluslararası sistemle iç içe iseler, AK Parti'nin iktidara gelmesinden memnun mudurlar? AK Parti 28 Şubat projeleri ile barışık mıdır? AK Parti, 28 Şubat aktörleri ile barışık ise geçen 6 yıl neden, kapatma davası açılması dahil, müthiş bir gerilim ortamında geçmiştir?

Bu noktada şunları not etmeyi gerekli görüyorum:

-Refah Partisi ve 28 Şubat'a maruz kalan Refahyol iktidarı döneminde ben, bu hareketin çok daha geniş toplum kesimlerine ulaşabileceği, bunun için de ciddi bir özeleştiri yapması gerektiği üzerinde durmuştum.

-AK Parti bu özeleştiri sürecinin içinde kuruldu. Tayyip Erdoğan'ın bir toplumsal karşılığı vardı ve o yerini buldu. Amerika ve ötekiler halkı oluşturmadı, "Halkta karşılığı bulunan bir liderle nasıl uzlaşırız"ın üzerinde çalıştı. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları da, uluslararası sistemle çatışmamayı, Türkiye'de çok zor olan "ayakta kalabilme" işinin gerekli şartı olarak gördüler.

-AK Parti hükümetinin BOP'taki eşbaşkanlığı karşısında eleştirel tavır aldım. Bu, İslam coğrafyasına karşı riskli bir işti. Şimdi şunu görüyorum: AK Parti hükümetinin dış politika kurucuları, Ortadoğu'da, Amerikan politikalarına eklemlenme ve çatışma ilişkisini değil, işin içinde yer alıp, mümkün olduğu ölçüde dengelemeyi reel-politika olarak tercih etmişlerdir. Bunun başarısı ve doğurduğu sorunlar tabii ki tartışılabilir. Ama geçen 6 yılda Türk-ABD dış politikalarının birebir örtüşmediği gerçeği gözardı edilemez. Diğer alternatif, meydan okumaktır, D-8 projesi bir anlamda budur, ama bunu Türkiye taşıyabilir mi sorusu, dikkate alınması gereken bir sorudur. Eğer Refahyol'un tasfiyesi, bir uluslararası proje ise, tasfiyeye mani olamamak da, bir değerlendirme eksiğidir. Atın üstünde durmak, Türkiye'de hep çok önemli bir sorun olarak gelmiştir.

-AK Parti olayının tahlil edilmesi gerekli bir de, "değişme-yenilenme" boyutu vardır.

AK Parti bir değişme-yenilenme projesi ise, bu kötü bir şey midir? Şöyle düşünüyorum: 28 Şubat'a gelirken ve ondan sonrasında, Refah-Fazilet-Saadet, kendi içinde hiç değişmeme kararlılığında yürümüyordu. Orada da, değişme girişimleri olmuştu ama bu sağlanamadı. Sanırım o günkü kadro yapısı buna muvaffak olamadı. Sebepleri tartışılabilir. Ama bugün bile, Numan Kurtulmuş ile yapılmak istenen, dozu, niteliği şu bu ölçüde olabilir ama yine de toplumla farklı bir iletişimi sağlama girişimi, yani değişimdir. AK Parti'de yaşanan değişimin niteliği de tabii ki irdelenmelidir. Bu partiyi kuran kadrolar, neden siyaset içinde yer aldıklarını, şimdi nerelere geldiklerini tahlil edeceklerdir.

-Hâlâ 28 Şubat var ve AK Parti ikinci dönem, hem de oylarını yüzde 12 artırarak iktidar olmasına rağmen hâlâ 28 Şubat'la sorunlu durumda. 28 Şubat'ın sivil-asker uzantıları hâlâ, ellerinden gelse Tayyip Erdoğan'ı bir kaşık suda boğmak isteyeceklerdir. Erdoğan'ın halk karşılığı, bu hesaplar karşısında hâlâ en önemli gücü.

-AK Parti dış politikada Amerika ve AB ile mutlak uyum içinde gözükmüyor. Her iki dünyada hâlâ "Türkiye'nin ekseni" ve "Eksen kayması" konusunda kafa karışıklığı yaşanıyor.

-Türkiye, şu anda da kendisini mutlak anlamda "Batı ekseni" içinde değerlendirmiyor. Batı ile iyi ilişkiler sürdürmeyi tercih ediyor ama çok eksenli bir dış politika açılımını da geliştirmeye çaba sarf ediyor.

-Bana göre AK Parti, 28 Şubat'ın toplum tarafından reddinin sembolüdür. 28 Şubat, AK Parti ile ne kadar etkisiz kılınabilmişse, Türkiye'de halkın gücü de, demokrasinin etkinliği de o kadardır.

Ahmet Taşgetiren

26 Şubat 2009 Perşembe

"Ailenin felsefi inancı" gerekçesi

Çifte standart uygulamaları, insanın adalet duygusunun canına okuyor.
Ve ne yazık ki bu, yargı alanı dahil her yerde var.

Alalım şu "Ailenin dini ve felsefi inancına uygunluk" meselesini...

Ve soralım:

-Bu ülkede veya Avrupa'da bir Müslüman aile, kız çocuklarının başörtülü olarak okula devam etmesini istediğinde alacağı cevap nedir?

-Aynı aile, karma eğitim istemediğinde alacağı cevap nedir?

-Aynı aile, kız çocuklarının bilinen kıyafetlerle beden eğitimi ya da yüzme dersine girmesini istemezse alacağı cevap nedir?

-Aynı aile, çocuklarına erken yaşlarda Kur'an öğretmek istese ve bunun eğitimini alacağı kurumlar oluşmasını talep etse, alacağı cevap nedir?

Uzatmayalım:

Bunun Türkiye ve AB ülkeleri için cevabını az çok herkes tahmin ediyor.

-Böyle durumlarda çocukların eğitimi ve tercihleri ana-babaya bırakılamaz! Çünkü bu dönemler, çocukların kişiliklerinin oluşma dönemidir ve ana-baba etkisi çocukların kişiliğinin özgürce oluşumuna imkan vermez.

Ne kadar alımlı bir cümle değil mi?

Bebelerin kişiliklerini özgürce inşa hakkını savunuyoruz!

Ama sakın bu gerekçe, dindar insanların taleplerini saf dışı bırakmak için üretilmiş olmasın?

Dindar insanların taleplerini saf dışı bırakırken, çocukların eğitimini ve kişilik tayinini, devlet tekeline, devlet tekelini de ona biçim veren ideolojik odağın insafına bırakmış olmasın!

Bir süredir Alevi ailelerin çocuklarının din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine girip girmemesi tartışılıyor ve Danıştay'dan, AİHM'den, Bölge İdare Mahkemeleri'nden bazı kararlar çıkıyor.

Son karar, Antalya Bölge İdare Mahkemesi'nden çıktı.

Karar, Alevi ailenin çocuğunun din dersine girmesi noktasında, "telafi edilemez zararlara yol açacağı" gerekçesiyle "yürütmenin durdurulması" şeklinde...

Ama bu gerekçenin de dayandığı bir gerekçe var, asıl o çok önemli:

İdare Mahkemesi'nin bu kararında "S.D.'ye eğitim gördüğü ilk öğretim okulunda ailesinin iradesine, dini inançlarına ve felsefi görüşlerine aykırı biçimde dinsel eğitim verildiği... Bunun hukuka aykırı olduğu..." görüşü zapta geçiyor.

Vaktiyle AİHM de, Danıştay da bu gerekçeden yola çıkarak "Alevi ailelerin çocuklarına din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri verilmemesi"ni hükme bağlamış, ben de konuyu, Aksiyon dergisinin 10.03.2008 tarihli 692'nci nüshasında değerlendirmiştim.

O gün, "Ebeveyn gerekçesi" diye yargı kararına giren gerekçe, kelime kelime şöyle idi:

"Devletin, eğitim ve öğretimle ilgili olarak üzerine düşen görevleri yerine getirirken, müfredatta yer alan bilgilerin nesnel ve çoğulcu bir şekilde aktarılmasına dikkat etmesi ve ebeveynlerin dinî ve felsefi kanaatlerine saygı göstermesi gerekmektedir."

Yine aynı noktaya gelmiş bulunuyoruz.

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, anayasal açıdan zorunlu bir ders. 1982 anayasasında yer almış.

Çocuğun, Allah inancı gibi bazı temel insani değerlerde aileden bağımsız eğitim görmesi, ailenin inançsızlığını çocuğa aktarma hakkı bulunmadığı gereği de savunulabilir.

Ailenin, çocuğun eğitimi üzerindeki hakkının, devletten daha öncelikli olduğu görüşü de savunulabilir.

Her bir görüşün artıları-eksileri üzerinde durulabilir.

Ama, bir uygulamanın gerekçesinin, falancalar için geçerli, falancalar için geçersiz olması, çifte standarttır.

"Ailenin ya da ebeveynin dini ve felsefi inancı" çocuk eğitiminde belirleyici ise bunu, diyelim Türkiye'deki dindar sünni aileler için de belirleyici kılmak lazımdır.

Dindar sünni aileler bunun farkında mı?

Böyle bir hak talebinin peşinde mi?

Böyle bir hak talebinin peşine düştüğünde, AİHM'den çıkacak olan karar nedir? Danıştay ya da İdare Mahkemeleri nasıl karar verir?

Açık olan şu ki, T.C.'nin cari iradesi, şu ana kadar, başörtüsü konusunda ne kız öğrencilerin ne de ailelerin talebine kulak asmadı. Aksine bu alandaki tüm talepler, "Devletin belirleyiciliği" duvarına tosladı. İşin garibi AİHM de insan haklarını falan unutup bu yasakların arkasında yer aldı.

Bu yazının sonuna konacak olan soru şu olsa gerek:

-Acaba sünni ebeveynlerin dini-felsefi tercihleri kaç zaman içinde çocuklarının eğitimine ilişkin belirleyici ölçü haline gelebilecek? Hangi yargı kurumu, Türk hukuk sistemine bu ileri adımı attırabilecek?

Ahmet Taşgetiren

Ahmet Türk'le on bir dakika…

Ahmet Türk, 22 Temmuz seçimlerinden önce -1991'de Leyla Zana'nın Meclis kürsüsünde yaptığı eylemi kast ederek- “Parlamentoda şov yapmayacağız, geçmişteki hatalarımızı tekrarlamayacağız” demişti.

Aynı Ahmet Türk, önceki gün DTP Grubu'nun son bölümünde on bir dakika süreyle Kürtçe konuşarak benzer bir eyleme imza attı.

DTP Genel Başkanı'nın Anayasa ve Siyasal Partiler Kanunu'na aykırılık teşkil eden “Kürtçe hamlesi” Erdoğan'ın Diyarbakır mitinginden hemen sonraya rastlıyor.

DTP, Güneydoğu'da AK Parti'ye karşı sıkı bir seçim mücadelesi yürütüyor ve hükümetin bölgeye yönelik yoğun ilgisinden/yatırımlarından, devletin sıra dışı adımlarından ciddi rahatsızlık duyuyor!

Bu bağlamda, Ahmet Türk'ün eylemi -yerel seçimler ekseninde- Güneydoğu halkına “Bakın ben Meclis'in orta yerinde Kürtçe konuştum” mesajı içeriyor.

Genel manada ise Ankara'nın/devletin Kürt sorununa bakışının tarihi bir dönüşüm yaşadığı 'kararlılık arz eden' bir süreçte peş peşe gelen adımları, açılımları baltalamaya yönelik provokatif bir karakter taşıyor.

Şöyle bir düşünün, TRT-Şeş'ten Kürtçe yayın yapılıyor; bu son derece doğru -tarihi- adım etkili oluyor…

PKK ile yanaşık düzen siyaseti yürüten DTP ne yapıyor, bu açılıma dudak büküyor, uzak duruyor!

DTP, devletin Kürt açılımından memnuniyet duymak, bu hayati süreci geliştirmeye yönelik kimi adımlar atmak yerine “Meclis'te Kürtçe hamlesi” ile yeni sürece zarar vermek istiyor.

Bakınız, muhalefet partilerine mensup kimi isimlerin “TRT-Şeş yayınından sonra böyle olacağı belliydi” yollu tepkileri de sorunludur.

İşin özünü kavramaktan uzak bu tür siyasi-yüzeysel tepkiler, DTP'nin doğru adımları baltalamaya yönelik tavrına ister istemez yardımcı olmak demektir.

*

Farkındasınızdır, Ahmet Türk'ün eyleminin tartışılması belli ölçüleri aşmadı ve gösterilen tepkiler yanlış noktalara varmadı. Böylelikle, Türkiye'nin 1991'den bu yana bu konuda ne denli mesafe aldığını görmüş olduk.

“Kriz” patlamadı; kimilerinin beklediği olmadı, hadise DTP'nin amaçladığı noktaya da ulaşmadı.

Bu vesileyle, geçen Ekim'de olanları hatırlayalım. Ahmet Türk, Diyarbakır'da yanına DTP vekillerini alarak zehir zemberek bir konuşma yapmış, adeta ateşle oynamıştı.

Diyarbakır'da Erdoğan'a yönelik gösterileri örgütleyen, sokağı hareketlendirerek ortamı gerginleştiren DTP seri eylemleriyle bölgeyi bir anda karıştırmıştı.

Devletin Kürt sorununun çözümüne yönelik peş peşe adımlar attığı, sıra dışı gelişmelerin iyice görünür hale geldiği bir dönemde yapmıştı, DTP bu eylemleri…

“Çözüm isteme” hususunda samimi olmadıklarını göstermişlerdi.

*

DTP lideri Meclis'te Kürtçe eylemi yaptı diye, Ankara'nın Kürt sorununa yönelik hayati açılımlarından vazgeçmesi veya bu süreci sınırlandırması söz konusu olmayacaktır.

DTP'nin PKK'ya endeksli siyaseti çıkmaz sokaktadır…

Son tahlilde, çözümü engellemeleri mümkün değildir.

Ankara'nın Kürt sorununa bakışını temelden değiştiren yeni çizgisi, “kuşatıcı” yaklaşımı; DTP'nin yanlışlarına ortak olacak şekilde gelişebilecek bir siyaset de değildir.

*

Tam bu noktada, bugünkü MGK toplantısının hemen öncesinde emekli asker ve büyükelçilerin hazırladığı bir rapordan da bahsedelim. Rapor, yerleşik kalıpları kıran öneriler içeriyor.

Raporda, “Kürt kültürel kimliğinin tanınması”na vurgu yapılıyor ve “Bütün vatandaşları ayırım gözetmeksizin kucaklayacak demokratik ve özgürlükçü bir ortamın hayata geçirilmesi gerektiği” işaretleniyor.

Kürtçe yayının Türkiye sınırları dışında -bütün bölgede- rahatça izlenebilir hale getirilmesinden, bazı üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin kurulmasına kadar bir dizi öneri sıralanıyor, bu raporda:

Alın size, DTP'yi rahatsız edecek bir gelişme daha!


Tamer Korkmaz

"Hesaplaşma Günü" geldi!

ABD Başkanı Barack Obama; "Amerika hesaplaşma günü ile yüzleşiyor" diyor. Bu sözün ne anlama geldiğini anlayabiliyor muyuz? Bu sözü, "Kriz Amerika için birinci tehdit" ilanıyla birlikte düşündüğümüzde, yakın bölgemizden başlayarak, dünya genelinde parça paça izlediğimiz değişiklikleri anlama şansı bulabiliriz. Bu söz, artık hiçbir şeyin ABD için krizden daha önemli olmadığını, öncelik sıralamasının tamamen değiştiğini, Washington'ın içerideki sorunlara yoğunlaşacağını, enerjisinin önemli bir bölümünü iç sorunlara ayıracağını, dışarıyla ilgisinin daha çok ekonomik çıkar hesabıyla, kaynakların kontrolüyle bağlantılı olacağını gösteriyor.

Kısaca ABD politikalarında önemli değişiklikler izleyeceğiz. Obama yönetimi işe başladıktan sonra bunun işaretlerini görmeye başladık bile. ABD politikaları değişecekse her ülkenin politikası değişecek demektir. Bu yüzden çok önemli gelişmeler bekliyoruz önümüzdeki aylarda… Bu yönüyle kriz sadece Amerika için değil, dünya için de hem birinci tehdit hem de bundan sonraki değişimin temel gerekçesi haline geldi.

Taşlar yerinden oynuyor. Hesaplar revize ediliyor. Ülkeler dış politikalarında ciddi değişikliklere gidiyor. İttifak üyesi ülkeler, birbirini hazmedemez hale geliyor. Ezeli düşmanlar birbirlerine ellerini uzatıyor. "Terör ortak tehdidi" söylemi şimdiden eskimiş sanki. Sadece ABD politikalarında değil, Avrupa Birliği üyelerinin birbiriyle ve dünya ile ilişkilerinde değişiklikler izleniyor. Birlik olarak krizi merkeze alan yeni küresel stratejiler belirleme çabası öne çıkıyor. Yeni durum, Türkiye'nin bölge politikalarında da son derece belirgin hale geldi. Türkiye-Rusya ilişkilerini, Türkiye-İsrail arasındaki gerilimi, ABD'nin çekilmesi sonrası Irak'a yaklaşımı, son günlerde Mesut Barzani ile PKK konusundaki yaklaşım ortaklığını, PJAK gibi örgütlerin eski destekçileri tarafından yalnız bırakılmasını, Batılı bazı ülkelerin bizim bölgemizdeki teröre verdiği desteğin azalmasını, Türkiye'nin Ortadoğu derinliğine ve Afrika'ya açılımını bu yeni gerçeklerden hareketle anlamlandırabiliriz. Bu çerçevede birkaç not aktarayım:

1- İran: Nükleer üretime dün başladı. ABD, özellikle İsrail için dünyanın en önemli krizi haline gelen İran'ın nükleer meydan okuyuşu önlenemedi. İsrail'in ABD'den bağımsız bile saldırıya girişeceği söylenirken tam tersi oluyor. ABD, İsrail'i rağmen İran'la yakınlaşma içine girmeye çalışıyor. Hatta Türkiye'nin iki ülke arasındaki yakınlaşmada ara bulucu olması bile söz konusu. Şu bir gerçek artık: Tahran şöyle ya da böyle nükleer güç oluyor. Bütün baskılara rağmen bunu başarıyor. İsrail, İran konusunda yalnız kaldı. Bu yıl sonundan itibaren İsrail'in de, ABD'nin de İran'a karşı caydırıcı güç gösterisinde bulunma lüksü olmayacak. Bu yeni gerçek, en önemli sonucunu bölgesel dengelerde ortaya çıkaracak. Başka ülkeler de nükleer güç olma yolunda ilerleyecek. Ama en önemlisi, İsrail Ortadoğu'daki caydırıcı nüfuzunu önemli ölçüde kaybedecek. Kendisini ciddi oranda sınırlanmış hissedecek. Hareket alanı, ileriki yıllarda daha fazla daralacak. Bu yönüyle kriz eksenli değişim en büyük darbesini İsrail'in güvenliğine vuracak gibi.

2- Suriye: Irak işgalinden sonra ikinci tehditti. Son on beş yılın en önemli bölgesel stratejilerinin merkezinde Irak'la birlikte Suriye'nin de tasfiyesi öngörülüyordu. Çünkü bu çalışmalar önemli ölçüde İsrail'in güvenliğini esas alıyordu. Birkaç yıl önce, ABD ve İsrail'in saldırı ihtimaline karşı Suriye sokakları alarmdaydı. 2007 Eylül'ünde İsrail savaş uçakları Türkiye hava sahasını da kullanarak Suriye'nin el-Kibar bölgesini bombaladı. ABD ve İsrail'e göre burada nükleer tesis kuruluyordu. Sadece Türkiye çok sert tepki gösterdi. Dünya sustu… Çünkü Suriye artık kurbandı. ABD yönetimi şimdi bütün bunlardan vazgeçti. Dahası Suriye bir çok bölgesel konuda ortaklık kurmak istiyor. Şam'a yeni roller öneriliyor. ABD de, Avrupa ülkeleri de Türkiye'nin tezlerine yaklaştı. Şahinlerin Gazze provokasyonu olmasaydı, İsrail bile Suriye ile yakınlaşacaktı. Er geç buna mecbur kalacak. Bu arada Suriye'deki Doğu Araştırmaları Merkezi'nin hazırladığı bir rapor var: Ülkedeki stratejik petrol rezervinin 24.3 milyar varil olduğu ortaya çıkarılmış. Bu kaynaklar nerde, biliyor musunuz? Ülkenin Kuzeydoğu'sunda. Yani Türkiye'ye yakın yerlerde… Bunu da bir not olarak aktaralım. Şam direndi, kazanıyor. Eski mağluplar zafere doğru ilerlerken, eski galipler yalnızlaşıyor.

3- ABD ile Irak arasında yapılan anlaşma ile, ABD birlikleri 2011 yılında Irak'tan çekilecekti. Şimdi, Obama'nın, askerlerin 2010'da çekilmesi için emir vereceği, bu açımlamanın önümüzdeki günlerde yapılacağı söyleniyor. Öyle görünüyor ki, asıl değişim bu çekilme ile birlikte kendini gösterecek.

4- Türkiye'nin bölgesel açılımını, PKK konusundaki ilerlemeyi, Kuzey Irak'la yakınlaşmayı, bütün bölge ülkeleri ile çok ciddi siyasi ve ekonomik ortaklıklara girişmesini, barış adına atılacak adımlarda olmazsa olmaz ülke haline gelmesini bu açıdan ele almak gerekiyor. İsrail-Türkiye arasındaki mesafeyi de tabi.

Bugünleri çok dikkatli takip etmek gerekiyor. Sürprizler ardı ardına gelebilir…


İbrahim Karagül

Kabuk değiştiren Kürt sorunu

Kürt sorunu hızla kabuk değiştiriyor. Hem Kürt kesimi hem Türk kamuoyu açısından iki yönlü ve farklı bir toplumsal nitelik kazanıyor.

Şunlar bizce önemli:

1. AB reformlarının da etkisiyle, Kürt sorununun çözümüne yönelik ortaya atılan Güneydoğu merkezli çözüm formüllerinin taşıyıcısı PKK'dan çok mitinglerle, bildirilerle, üniversite ve sokaktaki eylemlerle bölgenin siyasi partileri, sivil örgütleri, aydınları ve toplumsal kesimleri oldu.

2. Bu toplumsallaşma eğilimi, dar anlamda bir siyasileşme eğilimiyle de iç içe girdi, onun tarafından şekillendi.

3. Özgürlük alanının genişlemesi Türkiye'den haklı olarak demokrasi talebinde bulunan Kürt siyasetinin kendi içinde çoğulculaşmasına, demokratikleşmesine kapı açmadı. Adeta çatışma sonrası bir iktidar restorasyonu aşaması yaşandı ve bu aşamada Kürt siyasi alanı kendi içinde daha otoriter bir yapı üretti.

Ortada bu üç halin yarattığı iki önemli sonuç var:

"İlk"i Türk kamuoyunun Güneydoğu meselesinin devletin yıllarca anlattığı öyküden farklı olduğunu görmesi, meselenin arkasında bir örgütten çok Kürt kökenlilerin istekleri ve politikaları olduğunu fark etmesidir. Bu, Kürt taleplerinin toplumsal gruplar tarafından taşınmasının ve bunun şeffaflaşmasının bir sonucudur.

Bu sonuç "iki eksenli bir gelişme"ye zemin hazırlıyor:

Bir yandan toplumsal ve kültürel açıdan farklı olanla ve farklı taleplerle doğal bir temas imkânı ortaya çıkıyor. Öte yandan etnik niteliği baskın, bu talepleri ayrımcılık olarak algılayan milliyetçi bir tepki oluşuyor. Bu iki yönden bugün baskın olan ikincisidir. Karşılaşma gerginlik üretmektedir.

İkinci sonuç ise şudur:

Toplumsallaşmayı yönlendiren otoriter Kürt politik yapısıdır.

Bu çerçevede Kürt kamuoyu Öcalan merkezli formülleri toplumsallaştırırken, otoriter yapıyı ve zihniyeti pekiştiren, doğallaştıran bir hatta girmektedir.

Siyasi nitelikli formüllerin nihai talep olarak tekrarlanması, yayılması ve içselleşmesi çerçevesinde bu talepler, meşruiyetiyle hiçbir bağlantı taşımayan Kürtlük merkezli yeni bir milliyetçi dalga üretmektedir.

Tarih Türk-Kürt milleti arasındaki mücadele olarak algılanmakta, Kürt resmi tarihi ve sembolleri, "öteki" ve "ötekine öfke" üzerinden yeniden üretilmektedir.

Güneydoğu açısından bakıldığında aslında, yukarıda vurguladığımız toplumsallaşma unsuruyla iç içe olan ortada çarpıcı bir tablo bulunmaktadır.

Yaşanan çatışmaların ürettiği deneyim ve acının kaotik de olsa kimi sonuçları kentsel yapıların değişmesine, birey fikrinin pekişmesine, Güneydoğu'da özellikle Diyarbakır'da toplumsal ve kültürel bir çoğulculuğun oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Bu çoğulcu yapı ne var ki tekçi ve ona tekabül etmeyen bir siyasi yapı tarafından kuşatılmış durumda. Bu çelişkiyi ayakta tutan, mağdurluk ve haklılıktan yola çıkan, kendisini bu terimlerle doğrulayan "milliyetçilik" fikri...

Kimlik içinde toplumsal çoğulculuk üredikçe, kimlik politikalarının denetimine yönelik rekabetin yoğunlaşması ve siyasetin toplumsalı tahakküm altına alması bu milliyetçiliği kendi içinden besleyen bir manivela oluşturuyor.

Ancak unutmamak gerekir ki, karşılaşma deneyim demektir.

Ve deneyim toplumsal meşruiyet ve çözüm yollarını kendi içinde barındırır.

Bunun farkında olmak bile önemlidir.

Ali Bayramoğlu

Yüzüne far tutulmuş tavşan gibiler

Allah kimsenin başına vermesin: Ülkemizin en büyük medya grubu 1.1 katrilyon TL'yi bulabilecek bir vergi cezasına çarptırıldı; gazetelere yansıyanlara göre, aynı büyüklükte olmasa da Maliye'nin heybesinde başka turplar da var...

Gelişme başka süreçleri de başlattı: Cezaya muhatap olan şirket ve ilişkili diğer şirketlerin hisse senedi değerleri borsada muazzam bir düşüş gösterdi ve ilk beş gün içerisinde Doğan Holding 367,5 milyon TL, Petrol Ofisi de 165 milyon TL kayba uğradı.

Böylesine ciddi bir durumla karşılaşan kim olursa olsun olumsuz etkilenir. Global krizin bizim kıyılara da vurduğu bir ortamda, grubun bu gelişmeden dolayı normal zamandan çok daha ağır sıkıntılar yaşaması beklenir.

Grubun patronu Aydın Doğan'ın ilk gün yaşadığı müthiş sıkıntıyı kendi gözümle gördüğüm için duamı bir kez daha tekrarlıyorum: Allah kimsenin başına öyle bir sıkıntı vermesin...

Doğan Grubu'nun sıkıntıyı az zararla atlatmak için olağanüstü gayret gösterdiği fark ediliyor. Yanlış akıllar verdiği, ya da doğru olmayan ilişkilere girdiği anlaşılan yöneticiler, geçmişte ne kadar büyük hizmetler sunmuş veya patrona ne kadar yakın olursa olsunlar, konumlarını kaybedebiliyorlar. Bazı istifalar ve görevden almalar şimdiden duyuruldu; bazıları için daha uygun bir zaman aralığı arandığı anlaşılıyor.

Tuzu en kuru olanlar, grubun medya organlarında yönetici olanlar ile köşeleri tutanlar... Yaşananları hafife aldıklarını o kadar belli ediyorlar ki... Yıllardır sürdürdükleri basit hayat felsefesinin gölgesine sığınıyorlar. Başlarına geleni iktidarın hışmıyla açıklayıp kahramanlık taslayanları da çıkıyor aralarından... Kurdukları denklem şu: “İktidar onların yazdıkları yüzünden kızdığı patronlarını cezalandırmış...”

Şu gerçeği bile göremiyorlar: Hiçbir iktidar, ne kadar kızarsa kızsın, hakkında yapılan yayınlar sebebiyle medyaya ceza kesmez, kesemez. Ak Parti iktidarının veya Başbakan Tayyip Erdoğan'ın gruba verilen cezada doğrudan bir rolü olması imkânsızdır. Maliye bürokrasisinin kestiği ceza herhalde hoşuna gitmiştir iktidarın; hadi bir adım daha ileri gidelim ve “Bürokrasiyi durdurmak üzere küçük parmağını kıpırdatmak içinden geçmemiştir” de diyelim. Ancak bu kadar... İktidarın bundan daha ileri bir tavrı, yönlendirmesi, emir veya talimatı olmamıştır...

Bekledikleri dış desteğin gelmemesi bile gözlerini açmaya yaramadı, hayret!

Koskoca yazarlar, yorumcular, yönetmenler başlarına geleni kavramakta müthiş zorlanıyor, eleştiri oklarını yanlış hedeflere yönlendiriyorlar. Bunu yaparken bütün dertlerinin, konumlarını, koltuklarını ve sütunlarını korumak olduğunu da açık ediyorlar...

Hiç değilse patronlarının ufunetini alacak bir yorum yapsalar, yatıştırmaya yarayacak tavırlar sergileseler... Hayır. Maliye tarafından milyarlarca dolara varabilecek cezalara muhatap olan patron başına geleni nasıl savuşturacağını hesaplayadursun, medya organlarında köşe başlarını tutanların bütün derdi, bu kargaşada gazetelerindeki yerlerini kaybetmemeleri...

Merak etmesinler diye bir kez daha yazayım: Oturdukları koltuklarda veya her gün anlamsız çiziktirmelerle doldurdukları sütunlarda gözüm yok benim...

Sıkıntısı yüzünden olan-biteni doğru-dürüst izleyebiliyor mudur acaba Aydın Doğan? Kendisi neler ve nelerle başetmeye çalışırken, köşeleri teslim ettiği tiplerin bütün dertlerinin koltuklarını korumak olduğunu fark etmiş midir?

Bugüne kadar tabloda 'halk' bulunmadığı için, şimdikine benzer ortamlarda 'kısa devre' yaptırabiliyor ve sigortayı attırarak ülkenin başına açtıkları sorunla kendi sorunlarının da hakkından gelebiliyorlardı. Arkasındaki halk desteğini koruyabilen bir iktidara karşı şapkalarından çıkarabilecekleri bir tavşan yok; varlık sebeplerini yitirdiler. Yüzüne far tutulmuş tavşan gibiler.


Fehmi Koru

Uçak kazasından sağ kurtulanların hayata bakışları...

Amsterdam'da iniş sırasında kaza geçiren "Tekirdağ" adlı THY uçağında hayatlarını kaybedenlere rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyoruz.
Aslında tüm taşıt araçları arasında oran olarak en az kaza yapanlar uçaklardır. Ancak kaza olduğu zaman can kaybının en fazla bulunduğu araçlar da uçaklardır...

MEHMET BARLAS
http://www.sabah.com.tr/barlas.html

25 Şubat 2009 Çarşamba

Kılıçdaroğlu aradı, dedi ki...

Memur okurlarım kızmayacaksa, aynı tespiti yinelemek istiyorum. Memurdan siyasetçi çıkmaz. Çıkarsa, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu gibi olur.

Memurdan, lider de çıkmaz.

Hasbelkader çıksa da, rahmetli Bülent Ecevit gibi olur.

Peşi sıra, ‘Bir zihniyetten ve kavrayıştan söz ediyorum. Kamu çalışanlarıyla bir alıp veremediğim yok’ tespitini de ekleyeyim ki, gereksiz alınganlıklara yol açmasın.

Hadi bir defa da ‘anlama özürlü’ arkadaşlar için yineleyelim:

Memur olmanın yeter şartı 657 sayılı yasaya tabi olmak değildir.

Her memur ‘kamu çalışanı’ olmadığı/olmayacağı gibi, her kamu çalışanından da ‘memur’ refleksi beklememeliyiz.

Hálá anlaşılmadıysa, yapabileceğim bir şey yok.

Siz en iyisi, birbirinden espritüel ve gülünç yazılar yazan Bekir Coşkun’u, güzel Türkçemize ‘zırnık kadar’ şeklinde güzel bir ‘ifade biçimi’ armağan eden Ahmet Hakan Coşkun’u, Sabetay Sevi’yle Sabetay Levi’nin aynı kişi olduğunu sanan (ve hálá ‘Tabula Rasa’ meselesinin hesabını vermemiş) Özdemir İnce’yi, başkalarındaki yabancı sözcük kullanımını eleştirerek ‘kültür emperyalizminin boyutlarına’ dikkat çeken ama gözü ‘Medya Towers’ tabelasını hiç görmeyen kıymetli dostum Mehmet Yakup Yılmaz’ı okuyun...

Evet, Kemal Kılıçdaroğlu’nu fazla memur, fazla statükocu, fazla mevzuatçı buluyorum...

Medyadaki yandaşları ‘Elinde dürüstlükten başka bir malzemesi yok’ şeklinde yürek dağlayıcı yazılar kaleme alıyor ama, ben (‘siyaset tarzı’ itibariyle) o kadar da dürüst bulmuyorum.

Dürüstlük, olması gereken bir şeydir.

İnsiyakla, gayretle, çalışarak, ‘kür’lerden ve ‘aşama’lardan geçerek elde edilen bir ‘statü’ değildir...

İnsan, zaten dürüst olmak ödevinde ve mecburiyetindedir.

Hem, sırf ‘dürüst’ diye, niçin kavrayışı ve becerisi sınırlı bir adaya oy verecekmişiz ki?

Tabii, büsbütün haksızlık etmek de istemem.

Bir bölümü uçuk kaçık da olsa, bazı projeleri var... Yılda bilmem kaç kilometre ‘tramvay hattı’ döşemek, ‘opera salonu’ yapmak, yoksulları maaşa bağlamak gibi.

Bununla birlikte, efendi bir adam..

Üstelik hazımlı, terbiyeli ve de son derece rakik...

İnsana güven telkin eden bir duruşu var.

Geçen hafta, rakamlar da vererek, genel müdürlüğünü yaptığı kurumu (SSK’yı) zarara uğrattığını ve ülkeyi ‘kara delik’ kavramıyla tanıştırdığını yazmıştım...

Telefon açtı.

Saygı çerçevesinin dışına çıkmadan, birtakım açıklamalar yaptı; mahut kurumun zaten zarar etmekte olduğunu, zararın büyümesinden ‘emeklilik yaşı’nı aşağı çeken siyasetçileri de sorumlu tutmamız gerektiğini söyledi.

Belli ki, bu meselenin ikide birde karşısına çıkarılmasından rahatsız...

Hak verdim ama, peşisıra şunu ekledim: ‘Siz de aynı yöntemlerle rakiplerinize vuruyorsunuz. Siz birtakım sorular soruyorsunuz; onlar da size soruyor. Siyasetçi olduğunuza göre bu sonuca katlanmak durumundasınız.’

O da, bu duruma itiraz etmediğini, sadece beni bilgilendirmek için aradığını söyledi.

Teşekkür ettim.

Karşılıklı iyi niyet dilekleriyle telefonu kapattık.

Bir ara, ‘Telefonu Gürsel Tekin’e uzatır mısınız? Bir çift kelam da onunla edeyim...’ diyecek oldum ama, espri sakil kaçar diye vazgeçtim.

Ahmet Kekeç

Medyatik hazım sorunu...

Bir gürültü tufanıdır, gidiyor.
Sadece bugüne de mahsus değil.
Hükümet-medya ilişkilerinin tartışılmadığı bir dönemi, ben hatırlamıyorum.
Merak edildiğini biliyorum.
Bakın, ben bu tartışmada nerede duruyorum:
Bana göre, iktidar-medya ilişkileri bir tür yerçekimi kanununa tabidir.
Biri ay ise, diğeri de suya benzer.
Doğaları, çelişkilidir; gelgitleri olur.
Sorun, bu ilişkide med ya da cezir hallerinden birinin süreklilik kazanmasıdır.
İşte o zaman, iktidar ya da medyanın doğal davranışları rutin dışına çıkmış, demektir.
Anlayın ki, her şeyi dengede tutan yerçekimi kanunu çiğnenmiştir.
Benim için medya-iktidar ilişkilerinde ‘sorun hali’ budur.
Bugün bu kabilden bir ‘sorun hali’ var mı?
Evet, böyle bir hal var.
Ama yeni değil.
Esasen, epey uzun bir süreden beri yaşanıyor.
Ne zamandan beri diye sorarsanız, işte cevabım:
Tayyip Erdoğan için ‘Muhtar bile olamaz’ başlıklarının atıldığı zamanlardan beri.
İster beğenin, ister beğenmeyin.
Tayyip Erdoğan, memlekete Başbakan oldu.
2002 seçimlerinin üzerinden de altı yıl geçti.
Bu arada bir yerel, bir de genel seçim daha kazandı.
Benim sorum şu:
Peki Başbakan’ın kazandığı bütün bu seçimleri, herkes içine sindirebildi mi?
Eğer sindiremediyse, bu ‘hazım süresi’ çok uzamadı mı, artık?
Diyorum ki, ülke gerçekleriyle barışma zamanı daha gelmedi mi?
Hazımsızlıktan kastım, Başbakan’ın ve partisinin otantik varlığına karşı çıkmaktır.
Milletin demokratik oyuyla seçildiği halde, kategorik olarak ‘orada bulunmasına’ itiraz etmektir.
Bizzat siyasi varlığını, baştan sona reddetmektir.
Sizce, med-cezir ritminin bozulmasında bu tavrın hiç mi payı yok?

İşte ben de eleştiriyorum!
Bazı doğruları söylerken, sanmayın ki, yanlış anlaşılmaktan korkmuyorum.
İnanın bana, doğruları söylemeye cesaret etmek de, en az yanlışları eleştirmek kadar zor bir iş haline geldi.
Hatta, hangi mahallede konuştuğunuza bağlı.
Yerine göre, bazı doğruları söylemek, eleştirmekten çok daha da zor olabiliyor.
Elbette, hükümetler eleştirilir.
Madem ki, burada konuşmayı seçtim.
Benim için de, işin kolayına kaçmak her zaman mümkün.
Alın, benden de bir hükümet eleştirisi.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e gösterilen tepkiyi tamamen haklı buluyorum.
Yerel seçimlere giderken, “Hükümetimizle zıtlaşan belediyelerin projeleri Ankara’dan geçmiyor” dedi.
Bana göre, hakkâniyetten de, adaletten de uzaklaştı.
Sonradan düzeltmeye çalıştı ama bir çuval inciri de berbat etti.
Bence, en çok da, belediyecilikten geldiği için partizan kayırmacılıktan ağzının çok yandığını her fırsatta söyleyen Başbakan’a rahatsızlık verdi.
Vaktiyle bizzat tanık olduğum için söylemezsem olmaz.
Tunceli’nin DTP’li Belediye Başkanı, projelerine kaynak için kapısını çaldığında, halinden anlayan bir Başbakan bulmuştu.
Ben de eleştiriyorum ama bir farkla.
Diyorum ki, bir yanlış söz, Adalet Bakanı’nın bütün doğrularını götürür mü?
İstifa çağrılarını haklı kılar mı?
İlla da, ‘vur deyince, öldürmek mi’ lazım?
Bana göre, mesele eleştiri terazisinde ölçüyü şaşmamaktır.
Bir doğrunun peşine bin yanlış eklememektir.
Diyorum ki, doğruyla iktifa edelim; hakkı neyse, ona razı olalım.
İlave yapmaya, kuyruk takmaya hacet yok.
Hem sonra unutmayalım;
Doğrular, bizimle birlikte hareket etmez.
Nereye gidersek, peşimizden gelmezler.
Durdukları yerde, dururlar.
Bizim konumumuz, onlara nispetle belli olur.

Yandaş medya, ne yanda?
Doğan Yayın Holding’e kesilen vergi cezası için ne mi diyorum?
Hazır bahsi açmışken, gelin bunu da konuşalım.
İlk sözüm şu:
Medyanın, medyaya ettiğini, kimse kimseye yapmamıştır.
Açın bakın arşivlere, eminim siz de bana hak vereceksiniz.
Şimdi masanın bu tarafında olduğum için, daha rahat diyorum ki:
Eğer eleştirmeyi bir ibadet gibi yapacaksak...
Bence herkes işe, kendi şeytanını taşlamakla başlasın.
Eksik nasların, nim hakikatlerin gücünden medet ummak, boşuna.
Kimse, ‘yarısına kadar kutsal’ duvarların arkasından seslenmesin.
Basın özgürdür.
Eleştirmek, sadece hakkı değil, aynı zamanda görevidir de.
Bu doğru.
Ama, cevap hakkı da kutsaldır. Medya-iktidar ilişkilerinde yanlışlık nerede, onu mutlaka arayalım.
Tabii, önce kendimizden başlamak kaydıyla.
Mesela, şu soruyu kendi kendimize soralım:
Başkasına ‘yandaş’ diyen, kendi de bir yana düşmüş olmaz mı?
Başbakan’ın meydan tepkilerine gelince...
Sizler de bilirsiniz; defalarca tanık oldunuz.
Başbakan, düşündüğünü söyleyen biridir.
Niyetini, düşüncesini saklamaz; hatta belki istese de saklayamaz.
Yapısı, tarzı böyle.
Onu, halkın gözünde bu kadar sahici kılan da, budur.
Öyle olmasa, sorulduğunda, Davos’taki moderatöre ‘vurma’ fikrinin bir an için bile olsa aklından geçtiğini söylemezdi.
Peki, Doğan Yayın Holding’e verilen ceza için ne dedi?
“Biz hükümet olarak, ‘oranın dosyalarını incelemeye alın’ demeyiz.”
Yani, siyasi kasıtla hareket edildiği iddiasını reddetmiş oldu.
Ancak, dün dahil miting meydanlarında medyaya tepki göstermekten de vazgeçmedi.
Durun biraz; hemen, ‘çelişkiye bak!’ diye acele etmeyin.
Bence, asıl bu kısmı üzerinde durmalıyız.
Çünkü vergi, teknik bir konu.
Ayrıca, yanlışlık varsa, düzeltme imkânı da var.
Başbakan, medyaya neden bu kadar tepkili?
Daha evvel de söyledim.
Bence en çok, haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz zaman empati yapmalıyız.
O zaman, başkalarını daha iyi anlayabiliriz.
O zaman, Başbakan’dan da bizi anlamasını bekleyebiliriz.
Hepimizin empati yapmaya ihtiyacı var.
Kendi sesine âşık olanları, hariç tutuyorum.
Onlar ne derse, desin...

Akif Beki

İyi gün dostları ile mahşerde mahcup olanların hali...

İbretle okuyacağınızı ümit ettiğim mesaj yüklü üç hadise arz ediyorum bugün sizlere.1- Hicri 247'de Bağdat'ta dünyaya gelen şarkın ilim ve tasavvuf önderlerinden İmam-ı Şibli'nin etrafında çok sayıda insan toplanmıştı.

Ancak kendisi bu çokluktan fazla etkilenmiyor, bunların vefalı dost olup olmadığını denemeyi bile düşünüyordu. Nitekim bir kır sohbetinde düşündüğünün doğruluğunu öğrenmek isteyerek çevresinde toplanan dostlarına yanındaki taşları, toprakları fırlatmaya başladı. Bunun üzerine etrafındakiler:

- Hocamız kafayı bozmuş, çekilelim yanından! diyerek birer ikişer uzaklaşmaya başladılar. Şibli ise bu defa uzaklaşan dostlarına şöyle seslendi:

- Nereye benim sahte dostlarım nereye?

Dediler ki:

- Biz senin dostunuz ama sen de bize taş toprak fırlatıyor, bizi rahatsız ediyorsun!.

Şibli tebessüm ederek cevap verdi:

-Şayet siz gerçek dost olsaydınız hocamız kafayı bozmuş diyerek çekilme yerine, hocamız hastalanmış hemen tedavi ettirelim de kimseyi rahatsız etmez hale gelsin, diyerek daha fazla vefa gösterip yanımda olacaktınız. Demek ki sizler hep iyi gün dostusunuz. Henüz dosttan gelecek sıkıntılara sabredecek vefa ve sadakate ulaşmamışsınız.!

Ne dersiniz bu olaya? Dostlarımıza vefamız, menfaat gördüğümüz müddetçe mi bizde de? Gelmesi muhtemel eziyetlere bizim de sabrımız yok mu yoksa?

2- Hicri 198'de Mekke'de vefat etmiş olan büyük mutasavvıf Süfyan bin Uyeyne:

"Mahşerde üç sınıf insanın mahcubiyeti derin, mazereti geçersiz olacaktır." der ve onları şöyle sıralar:

* Amel ve ahlakta hizmetçileri kendilerini geçen zenginler mahşerde mahcup olacaklar.

* Geride kalan mirasçıları hayır yapmakta kendilerini geçen mal sahipleri de mahşerde mahcup olacaklar!

* Okuttuğu öğrencileri amel etmekte kendilerini geçen hocaları da mahşerde mahcup olacaklar! Sebeplerini de şöyle açıklar:

- Amelsiz zenginler, yoksulduk, çalışmaya mecburduk, amel etmeye fırsat bulamadık diyemeyecekler. Çünkü kendilerini geçen hizmetçileri kendilerinden de yoksuldular, onlar da çalışıyorlardı.

- Malımız yoktu da onun için yoksula yardımda bulunamadık diyemeyecekler, miras bırakanlar. Çünkü mirasçıları, bıraktıkları kendi mallarından yaptıkları yardımlarla geçtiler kendilerini.

- Bilmediğimiz için amel edemedik diyemeyecek hocaları. Çünkü öğrencileri kendilerinden öğrendikleriyle geçtiler kendilerini. İşte bu üç sınıf, yakınlarının kendilerini geçmelerinden memnun olsalar da kendileri geride kaldıklarından mahcup olacaklar, mazeret bulamayacaklar.

Şimdi sıra bizde. Bizler ne durumdayız bu konularda? Gerilerde kalıp da mazeret arayanlardan mı olacağız yoksa? Düşünmeye değer mi?

3- Hicri 104'te Kufe'de vefat eden İmam-ı Azam'ın da hocası sayılan İmam-ı Şaabi, yaptığı vaazlarını hep dinleyip hiç konuşmayan bir adama sordu:

- "Neden hiç konuşmuyor, hep dinliyorsun?"

Suskun adamın cevabı hem tebessüm hem de tefekküre sebep oldu. - Ben dedi, buraya bir şeyler almak için geliyorum, vermek için değil. Bunun için de hep kulağımı kullanıyorum, ağzımı değil. Zira dedi, kulağımdan giren bana bir şeyler öğretir, onunla amel ederim. Ağzımdan çıkan ise bir şeyler öğretmez sadece ben de bir şeyler biliyorum gururu vererek aldatır, amel etmekten geri kor. Bu cevabı tebessümle dinleyen Şaabi:

- Ey sessiz adam! dedi, bir konuştun pir konuştun. Amel etmek için değil de anlatmak için dinleyenlere ders olsun senin bu halin..

Ne dersiniz, bu cevabın bize de işareti var mı? Okuduğumuzu, dinlediğimizi hep başkalarına anlatmak için değil de önce kendimiz öğrenip amel etmek için mi okuyup dinlemeliyiz?
AHMED ŞAHİN

Çağdaş esirin acı hikâyesi

Binyam Muhammed, ilk Müslümanların Mekke'de başta işkence olmak üzere insanlık dışı kötü muamelelerden kurtulmak için sığındığı Hıristiyan beldesi Habeşistan'da (Etiyopya) 1978'de dünyaya gelmiş bir çocuktu.

Hıristiyan bir ailenin çocuğuydu. Hayattan ne kadar beklentisi vardı ve Afrika şartlarında bunun ne kadarı karşılanabilirdi bilmek zor. Ama ilk Müslümanların ülkesine hicret ederken peşine düştüğü huzur ve güven ortamını, Binyam Batı'da bulacağını hayal etmişti. Yüz binlerce Asyalı ve Afrikalı gibi o da Avrupa'ya veya Amerika'ya adımını atmanın kurtuluş olacağını ümit etmişti.

Büyük umutlarla 1994'te İngiltere'ye ulaştı ve ailesinin Etiyopya hükümetine muhalif olduğu gerekçesiyle iltica başvurusunda bulundu. İngiliz makamları, 2000 yılında Binyam'ın başvurusunu reddetti, ama ona 4 yıl İngiltere'de kalma hakkı verdiler.

Londra'nın batısındaki North Kensington'da yaşayan Binyam, bu sürede bir yandan temizlikçi olarak geçimini sağlarken, bir yandan da elektrik-elektronik mühendisliğinde okuyordu.

Binyam, 2001'de belki de hayatının en köklü kararını aldı. Kelime-i şehadet getirerek İslam'la şereflendi. Bu karardan sonra vereceği diğer kararın, hayatının gelecek 7 yılını zindana çevireceğinden elbette habersizdi.

Kendi ifadesine göre uyuşturucu alışkanlığından ve Londra'da edindiği kötü alışkanlıklardan temizlenmek için Afganistan'a gitmek istemişti. Ayrıca Taliban'ın İslami kurallara bağlı olarak yönettiğini iddia ettiği Afganistan'ın gerçekten iyi bir İslam ülkesi olup olmadığını yerinde görme arzusu da bu kararında etkili olmuştu.

Ama bu sırada 11 Eylül olmuş; Amerika Afganistan'a savaş açmış ve Taliban yönetimi düşmüştü. Binyam, İngiltere'ye dönmek üzere geldiği Karaçi havaalanında Pakistan gümrük polisi tarafından Nisan 2002'de gözaltına alındı.

Amerikalılara göre Binyam, İngiltere'de yaşadığı için El Kaide tarafından özellikle seçilmiş; savaş eğitimi verilmiş ve Taliban saflarında Kuzey İttifakı'na karşı savaşta yer almış çok tehlikeli bir teröristti. ABD'de radyoaktif madde içeren 'kirli bomba' saldırısı düzenlemeyi planladığı da aleyhindeki iddialar arasındaydı.

Binyam'ın, pazartesi günü 7 yıl önce ayrıldığı Londra'ya geldikten sonra avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada dediği gibi "kâbuslarında bile başına geleceğini düşünemeyeceği" ve 7 yıl sürecek olaylar zinciri böyle başladı.

Binyam Muhammed, bu sürenin son 4 yılını, Batı'nın insanlık tarihi içindeki bütün üstün medeniyet iddiasını yerlere seren Guantanamo zindanında geçirdi. Oraya götürülene kadar, kendisi gibi yüzlerce terör zanlısının yolculuk yaptığı CIA'in Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği'nin verilerine göre Binyam, Temmuz 2002'de, Federal Havacılık İdaresi'ne N379P numara ile kayıtlı bir uçakla Fas'a götürüldü. Bu durakta 18 ay boyunca Amerikalı ve Faslı yetkililerin elinde işkence gördü. Ardından bir Boeing 737 jetle Afganistan'daki gizli bir tutuklu üssüne götürüldü. Amerikan güvenlik güçlerinin işkencesi burada da sürdü. Eylül 2004'te ise Afganistan'dan alınan Binyam, Guantanamo'ya transfer edildi.

Soyulup cinsel organlarına vurulması, gecelerce uykusuz bırakılması, açık kanalizasyon üzerindeki bir odada aylarca tutulması, yüksek sese maruz bırakılması, Binyam'a bu 7 yıl boyunca uygulanan vahşi yöntemlerden sadece bazıları. Kendi ifadesine göre o kadar işkenceye maruz kalmış ki, sonunda söylenen her şeyi kabul etmek zorunda kalmış. Üst düzey El Kaide mensubu olduğunu, Bin Ladin'le samimi olduğunu, Amerika'ya saldırıyı planladığını söylemiş.

Ekim 2008'de Amerika, mahkemeye çıkarmadan 7 yıl işkence gören Binyam hakkındaki tüm iddialarından vazgeçti. Çünkü ortada, işkence altında alınmış ifadeler dışında, elle tutulur hiçbir delil yoktu.

Binyam, yaptığı yazılı açıklamada özgürlük kapısının açılmasında rol oynayan, kendisi gibi Afrika kökenli Amerikalı askerî avukat Yvonne Bradley'ye teşekkür etmeyi ve 241 Müslüman esirin hâlâ Guantanamo'da olduğunu hatırlatmayı unutmadı.

Binyam'ın açıklamasındaki en çarpıcı nokta ise İngiliz istihbarat servisine yaptığı suçlamaydı. Çünkü onu işkenceden kurtaracağını sandığı İngiliz ajanlarının gerçekte Amerikalılarla her kirli safhada işbirliği içinde olduğunu öğrenmişti. Şimdi İngiliz kamuoyu bu kirli işbirliğinin ne kadar üzerine gidilebileceğini tartışıyor.
ABDÜLHAMİT BİLİCİ

On yıl sonra nasıl bir Türkiye olacak?

Türkiye'de küresel ekonomik krizi tartışmak, iç politikanın dar sokaklarına sıkışıp kalma riskini göze almakla mümkün. Hele yerel seçimler öncesinde, krizi algılama biçiminizi doğru yansıtamazsanız, söylediğiniz ve yazdığınız her şey, gündelik tartışmalar arasında kaybolup gidecektir. Oysa bütün bunların ötesinde, Türkiye'nin ötesinde, hatta ekonomik krizin ötesinde dehşetengiz bir gerçek var: Dünya derin bir kırılma yaşıyor, büyük bir değişim söz konusu, ekonomik kriz dediğimiz şey aslında bugün algıladığımız dünyayı kökünden sarsacak ve değişecek bir süreç.

Bu yüzden, hep tekrarladığımız gibi, bu finansal bir kriz değil, dar anlamda ekonomik bir kriz de değil. Mortgage sıkıntısını giderseniz, bankaların ihtiyaçlarını karşılasanız, piyasaya trilyonlarca dolar aktarsanız da üstesinden gelinemeyecek bir durum söz konusu. Bütün bunları yapmak bile mümkün değilken, kriz sonrası Batı dünyasında çok ciddi sosyal sorunlar beklenirken, küresel düzeyde çok derin siyasal sonuçlar beklenirken, Türkiye'de krizin ele alınış biçimine şaşırmamak mümkün değil. Birkaç borsa verisiyle, gazete köşelerinde "bir kriz yazısı da ben yazayım" edasıyla anlaşılabilecek, geçiştirilebilecek, hafife alınabilecek bir şey değil bu. Hele iç politik malzeme olarak kullanılacak bir durum hiç değil.

Nisan ayında G20 Zirvesi yapılacak. Krize çözüm bulmak için son umut olarak görülüyor. Piyasa sisteminin yeni kurallarının yazılması bekleniyor. Tabi yapılabilirse… AB üyeleri daha şimdiden zirveye hazırlığa giriştiler. Doğu Avrupa ülkeleri çöküşün eşiğinde. Batı Avrupa bankalarından aldıkları kredi ile bu ülkeleri de batışa sürüklüyorlar. Bu ülkelerin Avrupa bankalarından kullandıkları kredi toplamı 1,7 trilyon dolar. Bu para tamamen riskte. AB ülkelerinin bir süre sonra kendi üyelerini kurtarma telaşına düşeceği, birlik ruhu yerine yeni yapılanmaların ortaya çıkabileceği, hatta bazı ülkelerin birlik dışında kendi yolunu çizeceği, mesela Almanya'nın hızla öne çıkacağı konuşuluyor.

ABD, bütün dikkatini Doğu'ya yöneltmiş durumda. Çin'den, Japonya'dan, Kore'den ve daha bir çok ülkeden para dileniyor. Onlardan krizi satın almalarını istiyor. ABD'ye para transferi istiyor, fonları kendine çekmeye çalışıyor. "Obama ABD'yi Çin'e satacak" sözleri sarfediliyor. Çin'de demokrasi yokmuş, diktatörlük varmış, insan hakları ihlalleri söz konusuymuş, Tayvan meselesiymiş, kimsenin umurunda değil. Obama ve Hillary Clinton her ne pahasına olursa olsun Çin'den para koparmak için son derece kararlı görünüyor. Pekin yönetimine "bizi kurtar da ne istersen iste" deme noktasına geldiler. Ama Pekin yönetiminin eli son derece sıkı. Birikimlerini riskli ABD piyasasına akıtmak yerine başka bölgelere yöneliyor. Mesela Rusya ile yaptığı en son anlaşmaya bakalım. 20 yıllık bir enerji anlaşması ve 25 milyar dolar Rusya'ya akıtılacak.

Dün de ifade etmiştim: Kriz siyasal sonuçları itibariyle dünyayı dönüştürecek. Güç dengelerini değiştirecek. Merkez ülkelerin gücünü ve etkinliğini daraltacak. Bazı ülkelere yükseliş döneminin kapılarını açacak. Buna hazır mıyız! Anglo-Amerikan düzen küresel iktidarı istemeye istemeye paylaşmak zorunda kalacak. İnsan hakları ve özgürlükler konusunda, özellikle batı dünyasında çok ciddi gerileme yaşanacak. Ülkelerin agresifleştiğini, dengesizleştiğini, saldırganlaştığını göreceğiz belki. Yeni ittifakları, eski dostların düşmanlıklarını göreceğiz.

Türkiye'de bu durum neden gerçek boyutlarıyla tartışılmaz? Neden kimse gözlerini açıp neler olduğuna bakmaz? Tamam, krize kısmen hazırız. O zaman krizin Türkiye'nin önüne açacağı yolların neler olacağını, on yıl sonra nasıl bir Türkiye olacağını tartışalım o zaman. Hiç değilse siyasal sonuçlarını ele alalım. Ben, krüresel sistem krizinin, ekonomik ve siyasal sonuçlarıyla Türkiye'ye büyük bir sıçrama imkanı sunacağına inanıyorum. Buna, ekonomik verilerden bakarak ulaşmıyorum. Doğu-Batı dengesindeki büyük değişime, muhtemel eksen kaymalarına, bölgesel ve küresel senaryolara bakarak ulaşıyorum. Yeni bir dil, yeni bir bakış açısı, yeni algılama biçimi ve yeni cümlelerle bu yeni durumu takdir edebileceğiz…

CIA otellerde karargah kurmuş!

Geçtiğimiz yıl Eylül ayında Pakistan'ın Başkenti İslamabad'daki Marriott Otel'e patlayıcı yüklü kamyonla büyük bir saldırı yapıldı. Çok sayıda insan öldü. Tabi ki El Kaide dediler. Bu köşede şunlara dikkat çekmiştik:

"Patlama öncesi, ABD Büyükelçiliğine mensup araçlar, otelin giriş kapısına sıralanmış, otel içine bazı çelik kutular taşınıyor, bu kutular orada değiştirilip başka kutularla dışarı çıkılıyordu. Yani araçtan indirilen çelik kutular oteldekilerle değiştirilip tekrar araçlara yükleniyordu. Tuhaf bir şekilde bu kutular girerken ve çıkarken kontrol edilmiyor, kimse bakamıyor, XR cihazından geçirilmiyor. Bunlar olurken otelin iki girişi de kapatılıyor. Güvenlik görevlilerinin araçlara ve kutulara yaklaşmasına bile izin verilmiyordu. ABD askerleri yol boyunca sıralanıp güvenlik sağlıyordu. Patlamadan sonra otelin sadece dördüncü ve beşinci katında yangınlar çıkıyor. Çelik kutuların istif edildiği yer de, ne tuhaftır ki, dördüncü ve beşinci kat."

Şu soruyu sormuştuk: ABD askerlerinin otele taşıdığı bu çelik kutularda ne vardı? Aynı aksam üst düzey bir CIA görevlisi orada hangi operasyonu yönetiyordu?

Bugün öğreniyoruz.. Otel o dönemde CIA tarafından operasyon merkezi olarak kullanılıyormuş. Yani, Mariot Hotel bir askeri üsmüş!

İbrahim Karagül

Kavganın adını doğru koyalım

Bir medya grubunun vergi borcu âniden gündeme düştüğü için iktidar-basın ilişkisi yeniden tartışma konusu oldu. İktidar, ülkemizin en büyük medya grubunu, yalan-yanlış haberler vermekle, gerçekleri çarpıtmakla suçluyor; suçlanan medya grubunun bütün organları ise, iktidarın muhalif basına tahammül edemediği iddiasını seslendiriyor.

Tartışma bu iki suçlama ekseninde cereyan ediyorsa da, görünenin arkasında, etkisini bugüne kadar sürdürmüş ülkemizdeki çarpık sistem varlığını hissettiriyor.

Dün Yeni Şafak'ta Mehmet Gündem'in iki üniversitede dersler veren, Taraf gazetesinde sütunu bulunan iktisatçı Süleyman Yaşar'la derinlik taşıyan bir konuşması yayımlandı. Global krizin kabul edilebilir yansımasının boyutlarını çok aşan bir sarsıntının ülkemizde yaşanması için kolları sıvayan bir 'lobi'den söz ediyor Taraf yazarı...

İçeride kazanılmış paralarını yurtdışındaki dandik fonlarda batırdıkları için zorda olan bir kesim oluşturuyor bu lobiyi; lobinin kayıplarını devlete ödetmek için harekete geçtiği anlaşılıyor. “IMF'den al, bize öde” demenin kibarcası olarak “IMF'yle anlaş” diye bastıranlar bunlar... Süleyman Yaşar, işbaşında bulunduğu yedi yılda, hükümetin, yapısal değişiklikler yanında kamuda mali disiplini sağladığı, devlet borçlarını ödediği, bütçe açığını gelirin 1.7'sine indirdiği, kamu borç yükünün ulusal gelire oranını yüzde 96'dan 37'ye gerilettiği rakamsal gerçeklerini vurguladıktan sonra öldürücü darbeyi şöyle indiriyor: Buna karşılık, özel sektör, kendi dış borçlarını 42.9 milyar dolardan 196.2 milyar dolara çıkarıp şirketlerini kırılgan hale getirdi.

Bunlar gazetelerde hergün okuduğunuz gerçekler değil; tam tersine, ünlü-ünsüz ekonomi yazarları bu gerçeklerin yanından bile geçmiyorlar. Neredeyse herkes tek ses halinde “Battık, batıyoruz” feryadını koparıyor...

Acaba bu durumun gündemdeki 'iktidar-medya kavgası' ile hiç mi ilişkisi yok?

Türkiye uzun yıllardır parçalı-iktidarlar tarafından yönetildi; siyasiler yalnız “Asker ne der?” diye düşünmek zorunda bırakılmadılar, ikisi de aynı kapıya çıkan “Büyük işadamları/medya ne der?” kaygısını da yaşadılar. “Ne olursa olsun” demeye başlandığında, sistemin siyasilerin üzerlerine çöktüğü olağanüstülüklerle karşılaşıldı.

Gerçek demokrasilerde asla karşılaşılmayacak olağanüstülükler, halkın hayrına olmayan bir kapalı ilişkiler zemininde Türkiye'ye dayatıldı bugüne kadar...

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Böyle gelmiş olabilir, ama böyle gitmek zorunda mı? Devletin gücünü halk yararına kullanması umuduyla iktidara taşınmış politikacılar, asker-medya baskısını üzerlerinde hissettikleri için kapılarına dayatılan başkalarına ait faturaları ödemeli mi? Halkın ve devletin kaynaklarının 'kriz lobisi' de denilen bir kesim tarafından çarçur edilmesine izin mi verilmeli?

Önceki iktidarlar, çok kısa sürede, bu soruların hepsine “Evet” demek zorunda kalmışlardı. Ak Parti iktidarı, bugün, aynı sorulara “Hayır” cevabını veriyor ve bürokrasi de bunu algılıyor... Altı yıl boyunca verilen açık mesajlardan işin bu noktaya varacağını görmesi gereken 'lobi', mevcut iktidarın önceki iktidarlardan farklı olarak halkın ve devletin çıkarlarını her durumda koruyacağını kavrayan bürokrasinin tepkisiyle karşı karşıya bugün...

Politikacıların, siyasi iktidarın, başbakanın herhangi bir şey yapmasına gerek yok; önünün açık olduğunu anlayan bürokrasi kendi başına sorunların üstesinden gelebilir. Yargı bürokrasisi Ergenekon kovuşturmasında bunu ispat etti; şimdi Maliye bürokrasisi kendi görevini yerine getiriyor.

Uzaktan bakıldığında 'iktidar-medya kavgası' olarak görünenin, biraz yakınlaşılınca, Türkiye'nin çarpık yapısının devlet organları tarafından doğru zemine oturtulması girişimi olduğu anlaşılıyor...

Fehmi Koru

Kıran kırana rantçılık

Zaman zaman hiç katılmadığım görüşler öne sürse ve nispeten daha eski bir ekole bağlı olsa da çok büyük bir tarihçi olduğuna dair hiç kuşku taşımadığım Bernard Lewis'le ben Princeton'dayken zaman zaman yemek yiyorduk ve her defasında Doğu toplumlarındaki sosyal menfaat ilişkileri hakkında sohbet ediyorduk.
Lewis çok önemli bir saptama yapıyor ve sadece Türkiye'de değil Ortadoğu'daki tüm ülkelerde bir aile mensubunun belli bir güç (kazanç, iktidar, çevre, ilişki) sağladıktan sonra bunu çevresine dağıtmamasının bir tür yozlaşma olduğunu öne sürerek rüşvet türü ilişkilerin doğal ya da tarihsel bir yanı olduğunu vurguluyordu. Buna karşılık bireyin çok geliştiği toplumsal ilişkilerin dahi bireycilik etrafında örüldüğü Batı'da model bunun tersinedir diyordu. Yani eldeki imkân ve kudret başkasına kullandırılırsa bu bir tür çöküş ve dejenerasyon kabul edilir.

Aile iktidarları
Bu saptama Türkiye'de bu alanda yaşananların önemli bir bölümünü açıklar. Feodal ilişkilerin her şeye rağmen henüz yeterince çözülmediği, büyük aile kavramının büyük kentlerde bile son zamanlarda çok yaygınlaşmış gettolaşma içinde bütün boyutlarıyla yaşadığı bir toplum düzeninde kudret sahibi insanın elindeki imkânı yakın çevresiyle paylaşması kaçınılmazdır.
İtalya'da görülen ve aile temeline dayalı mafyalaşma bugün Türkiye'de de egemendir. Henüz yeterince araştırılmadığı için ayrıntılarını çok iyi bilmiyoruz ama bugünkü Türkiye'yi belli feodal ailelerin yönettiğini fark etmeyen var mı?
Söz konusu aile örgütlenmesi Cumhuriyetin uzun bir tarihi boyunca eğitim ve bürokrasi düzeyindeki bir rant dağıtımına dayanıyordu. Bir ailenin mümkün olduğu kadar çok üyesi bürokrasiye o kesime ilk 'intisap' etmiş kişi aracılığıyla yerleştiriliyordu. Ne var ki, zamanla bürokrasinin kendisine dönük imkânları ortadan kalktı. Onun yerini bürokrasiyi araç edinerek devletten rant sağlamak aldı.

Bütün partiler çıkmazda
Son dönemin oluşumu pazartesi günü yazdığım gibi bunun da dışında kalıyor. Yeni dönemde yani 1985 sonrasında Türkiye'de bilhassa yerel yönetimler yerel rantları kullanıyor ve bu kapalıfeodal aile ilişkilerinin gelişmesi üstünde çarpan ve çoğaltan etkisi meydana getiriyor. İnsanlar bu maksatla belediye meclisi üyesi olmak için çarpışıyor.
Hiçbir parti bu oluşuma muaf değil. Nasıl olabilir? İşte CHP'de olanlar ortada, işte AKP'de yaşananları görüyoruz. Daha ileri giderek şunu söyleyelim: çok uzun bir aradan sonra 1989 yılında yerel yönetimlerde iş başına gelen CHP'nin kontrol edemediği ilişki buydu. Büfe kapmaktan, diğer kentsel rantlara kadar her alana saldıran bir kesim söz konusuydu. Daha sonra yapılan araştırmaların ortaya koyduğu gibi bu ayrıca yerel siyasetle mezhep siyasetini, yerel siyasetle etnik siyaseti birbiri içine geçiriyor, birbiri içinde eritiyordu. Onlar devam ederken bu zincire sonradan hemşerilik bağı eklendi.
AKP bu kervandan kopuk değil. O da bunun bir parçası, tıpkı ANAP gibi. Eğitim egemen sınıfı ikame eden araç olmaktan çıkınca kendisini gösteren bu yoz düzen haydi diyelim ki özünde popülizme dayalı o kesimler için bir dereceye kadar anlaşılabilir. Peki, katılımcılığı, saydamlığı, yerel örgütlenmeyi kendisine hedef seçmesi gereken sosyal ve demokrat bir siyaset için tüm bunlar nasıl geçerli olabilir?
Bunlar Türk siyasetinin yapısal sorunlarıdır, çıkmazlarıdır, öldürücü yaralarıdır. Bu sorunları aşmak bugünden yarına mümkün olmayacak. Belki hazin ama bu bir gerçek. Peki hiç mi aşılmayacak derseniz o başka yazıların konusudur.

Hasan Bülent Kahraman

Bir şirketin vergi kaçırmasına göz yumulması için kaç çalışanı olması gerekir?

Ülkede birçok rakı firması vardı: ' Parlak Rakı', ' Kadeh Rakı', ' Şerefe Rakı' ve ' Meze Rakı'.
İçlerinde en büyüğü, yani pazar payı ve cirosu en fazla olanı Parlak Rakı'ydı...
Bir süre önce Maliye Bakanlığı'nın denetçileri, rutin taramalarını yaparken, Parlak Rakı'nın sahibi olduğu ' Hızlı Nakliyat' adlı şirketin vergi kaçırdığını saptamıştı.
Hızlı Nakliyat cezasıyla birlikte 1 milyar 200 milyon lira ödemek zorundaydı.
Parlak şirketi uzlaşma istedi. Yürürlükteki kanunlara göre Maliye ile şirket anlaştı ve ceza 275 milyon liraya indi.
Aradan bir süre geçti.
Denetlemeler esnasında Maliyeciler, Parlak Rakı'nın bu kez başka bir vergi kaçırma operasyonunu fark etmişlerdi: Şirketin toplam 860 milyon lira ödemesi gerekiyordu.
İş bu kadarla da kalmıyordu. Sermaye Piyasası Kurulu da olayı incelemeye başlamıştı.
Çünkü eğer Maliyeciler haklıysa, bu durum, Parlak Rakı'nın aynı zamanda binlerce küçük yatırımcıyı da kandırdığı anlamına geliyordu.
Parlak Rakı yöneticilerinin canı fena sıkılmıştı: Kamuoyuna, olup bitenin, iktidardaki muhafazakâr hükümetin, yobazca kaygılarla aldığı, siyasi bir karar olduğunu duyurdular.
"İktidarı kıyasıya eleştirdiğimizi herkes biliyor. Bu ceza aslında bizi susturmak için uyduruldu" dediler.


Bu arada yetkililer, Parlak Şirketler Grubu'nun, nakliyat işinde olduğu gibi, daha önce de vergi kaçırdığını. Ancak bu kez uzlaşma olmayacağını duyurdular.
Tartışma devam ederken, iki kere basın toplantısı yapan şirketin, Maliye'nin kendilerine sunduğu gerekçe dosyasını ısrarla kamuya açıklamaması dikkatleri çekiyordu.
Dosyayı incelemeden kimsenin bu yüklü cezanın haklı olup olmadığını anlaması mümkün değildi.
Ancak beklemeye tahammülü olmayanlar çoktu: Ülkenin bazı mizah dergileri "Asıl amaç rakı içmemizi engellemek" diyerek iktidarı eleştirmeye başlamıştı.
Bazıları da şöyle yazıyordu:
"Parlak Grubu'nda kaç bin işçi çalışıyor bilir misiniz? Türkiye'nin binlerce noktasında o rakıları satanlar dahil, kaç bin aile, o gruptan ekmek yiyor? Geriye kalanların artık özgür rakıcı üreticisi olmalarına imkân var mı? Herkes köle olur. Geriye zaten iki rakı şirketi ya kalır, ya kalmaz. Rakı sektörünün tüm çalışanları Parlak Grubu'nu desteklemelidir. Bilmeliyiz ki Parlak'ın olmadığı bir sektörde, akşamcıların ' parlak' bir kafayla eve gitmesi mümkün değildir."

Bu durumda akla şöyle sorular geliyor:
* Çok sayıda insan çalıştıran büyük şirketlerin vergi kaçırması hoş görülmesi gereken bir durum mudur?
* Bir şirketin vergi kaçırmasına göz yumulması için o şirketin kaç kişiye iş imkânı sağlaması gerekmektedir?
* Maliye uzmanlarının hangi gerekçeyle böyle bir ceza kestiğini bilmeden, olay hakkında ahkam kesmek doğru mudur?
* Bir şirketin yüksek miktarda ceza ödemek zorunda kalması, onun iflas etmesiyle aynı şey midir?
* Parlak Grubu'nun patronuna ve onun Rakıcılar Birliği Başkanlığı'nı yapan kızına her fırsatta yalakalık yapmakla kalmayıp, kendisi de rakip bir rakı şirketinde çalışmasına rağmen, Parlak'ın reklamlarında oynayan bir kişinin, Parlak'ı savunmaya soyunmasının nedeni, poposunu gösterme merakı mıdır?

Emre Aköz

24 Şubat 2009 Salı

Medya Krizimiz

MEDYA, gazeteler, televizyon kanalları, dergiler, matbaacılık, dağıtım; ticaret, ihracat, ithalat, bankacılık, holdingler, milyarlarca dolarlık işler ve cirolar, gökdelenler, beş yıldızlı oteller, değerli arsalar, gayrimenkuller ve daha nice neler neler imparatorluğu muhalefet yapmamış, iktidarla anlaşmış, ona ters gitmemiş olsaydı başına bugünkü dehşetli ceza gelir miydi?.. Elinizi vicdanınıza koyarak cevap veriniz. Gelir miydi?..

Anayasada teorik olarak eşitlik yazıyor ama uygulamada eşitlik yoktur bu ülkede.

Kaç çeşit eşitlik vardır bizde? Sayayım: "Tam eşit" olan bir azınlık. Onların altında daha eşitler... Orta eşitler, şöyle böyle eşitler... Biraz eşit olanlar ve dipte hiç eşit olmayanlar...

Eşitlik açısından çeşitli kastlara ayrılmıştır halkımız.

Çoğunluğu oluşturan Müslümanlar eşit midir? Bu soruya evet eşittir cevabını vermek için deli olmak gerekir.

Hatırlıyor musunuz, bundan on sene kadar önce fırtınalar estiriyorlardı. Neymiş, Anadolu'nun Müslüman iş adamları, tacirleri fabrikalar kuruyor, üretim yapıyor, dışa açılıyormuş... Nice gazete, televizyon, yazar çizer avaz avaz bağırmamış mıydı "Eyvah Yeşil Sermaye!.. Eyvan irtica!.." diye.

Mason, Dönme, Ateist, Kripto Yahudi, Kripto şu veya bu zengin olabilir, fabrika kurabilir, iş hacmini genişletebilir ama Müslümanlar bu sahaya el atarsa kıyamet kopar. Böyle eşitlik olur mu?

Eğitim ve üniversite sahasında bizde eşitlik var mıdır? Yoktur yok... Zenginler çocuklarını pahalı okullara ve üniversitelere gönderir, fakir halkın çocukları bedava kalitesiz eğitim görür.

Bizde maalesef fırsat eşitliği, hukuk önünde eşitlik, sosyal adalet konusunda eşitlik yoktur. Bir hakkınızı arayacaksınız. Hasmınız çok zengin, en güçlü avukatları tutuyor, sizin paranız yok...Hukuk önünde nasıl eşit olacaksınız?

Türkiye bir müzmin krizler ülkesidir. Medya krizi bunlardan biridir.Şu anda büyük medyamızda karteller, tekeller vardır.

Ülkemizin temiz, şeffaf, dürüst, doğru bir medyaya sahip olma şansı var mıdır?

Bugünkü şartlar altında kesinlikle yoktur. Çünkü:

1. Bir ülkenin uluslararası temizlik ve saydamlık notu 10 üzerinden 4 ise o ülkede hiçbir şey temiz olamaz. Hattâ, bir Müslüman olarak söylüyorum, dinî hayat, dinî hizmet ve faaliyetler bile yüzde yüz temiz kalamaz. Binaenaleyh temiz, şeffaf, gerçekten vatansever, doğru, dürüst, faziletli bir medyaya sahip olabilmemiz için ülkemizin temizlik ve şeffaflık notunun en az 7 olması gerekir. Bu bile yeterli değildir.

2. Ülkemizdeki yalancı vesayet demokrasisi temiz bir medya oluşumuna izin vermez, imkân tanımaz.

3. Dominant (hâkim) kültürü kırsal kesim, bedeviyet, göçebelik, varoş kültürü ve zihniyeti olan bir ülkede vasıflı bir medya kurulacağını sanmak ahmaklıktır.

4. Medya krizimiz sebep değil, neticedir.

Çoğunluğu oluşturan Müslümanlar medya sahasında geri kalmışlardır. Taşıma suyla değirmen dönmez. Normal bayi satışı 30 bin, tirajı 500 bin... Bu nasıl oluyor?.. Taşıma suyla, zoraki abone sistemiyle, bedava dağıtmakla... Böyle bir şey sıhhatli midir? Tesirli olur mu? Elbette değildir ve olmaz.

Müslümanlar güçlü olacak, vasıflı olacak, üstün olacak ve medya sahasında şu işleri yapacak:

* Günde iki milyon satan bir gazete. Onun, yanında başka gazeteler, taşra basını...

* Günde üç milyon satacak ve bedava dağıtılacak bir gazete.

*Yüzbinlerce tiraj yapan, satan, tesiri olan haftalık ve aylık dergiler.

* Rating rekorları kıran ciddî, doğru TV kanalları. Ahlâksızlığa, sekse, seviyesiz magazine, yalana dolana tenezzül etmeyen yayın organları...

Bunlar yapılamaz mı? Elbette yapılır. Araplar El-Cezire televizyonu konusunda nasıl başarılı oldular? Nasıl BBC'yi bile geçtiler?.. Türkiye Müslümanları da onlar kadar başarılı olabilir ama bunun sebeplerine tevessül etmeleri gerekir.

ABD, AB, Japonya üniversitelerinde okumuş, dört beş yabancı dil bilen, şehir-medeniyet kültürüne sahip vasıflı, güçlü, üstün medyacılar yetiştirdik mi? Yetiştirdiysek kaç kişi yetiştirdik?

Yabancılaşmış çağdaşları hesaba katmayalım; millî, geleneksel, kopuksuz kültürümüze bağlı olduğunu iddia eden Müslümanların kaçta kaçı 1928'den önce bin yıl boyunca kullandığımız yazıyı okumasını biliyor? Okuyanların kaçta kaçı, okuduğunun mânâsını anlayabiliyor? Müslümanlar 60 yıldan beri milyonlarca tekir kedi yetiştirdiler? Halbuki bize en az beş bin adet Bengal kaplanı çapında ve gücünde vasıflı elemanlar lazımdı.

Bin tekir kedi, bir Bengal kaplanı etmez...

(Not: Kendimi kaliteli, vasıflı, güçlü, faziletli, üstün bir Müslüman olarak görmediğimi bir kere daha beyan ederim...)

En Güzel ve Kârlı Ticaret

ALLAH'ın Elçisi ve Habercisi, biz bütün insanları müjdeleyen ve uyaran, Kıyamet'e dek büyük önderimiz, seyyidimiz, kaaidimiz, rehberimiz şöyle buyuruyorlar: "Ey Ali, Allah'ın bir kulunu, senin vasıtanla hidayete (doğru yola, İslâm ve imana) kavuşturması, senin için üzerine güneşin doğduğu ve battığı her şeye sahip olmaktan hayırlıdır."

Hz.Ali için geçerli olan bu müjde ve mükafat hepimiz için de geçerlidir.

Hiçbir Müslüman, bir insana doğrudan doğruya iman veremez. İman vermek, iman nasip etmek Hak Teâlâ'ya aittir.Bizler ancak vesile olabiliriz.

Müslümanlar dünya ve dünyalık peşinde koşuyor. İki türlü istekleri, arzuları, hırsları var:

1. Maddî istekler: Para, mal, servet, mülkler, müzeyyen evler, lüks otolar, leziz yemekler ve saire.

2. Maddî olmayan istekler: Şan, alkış, başkanlık, saltanat, debdebe, ihtişam, enaniyet.

Bunların iki türü de boştur, fanîdir, bir varmış bir yokmuş gelip geçici şeylerdir.

İnsan kalıcı bir servete, mükafata, sevaba nail olmak istiyorsa insanların hidayeti için çalışmalıdır. Bu çalışmayı herkes bizzat kendisi yapamaz. Müslümanlar bu hizmeti yapacak teşkilâtı kurmalı, başına ehil, ihlâslı ve ufukları geniş muktedir vazifeliler geçirmelidir. Teşkilât hayırlara, hidayetlere vesile olursa, ona yardım eden, destek verenler de hisselerini alır.

Dünya servetleri kalıcı değildir.

Hidayet konusunda önce çocuklarımızdan başlamalıyız. Çocuğum yetişsin, doktor olsun, mühendis olsun, işletmeci olsun, iyi paralar kazansın, iyi yaşasın...Bu gibi istekler ve dualar Müslüman ana babalara yakışmaz. Doğrusu şudur: Oğlum veya kızım iyi insan, iyi Müslüman, iyi vatandaş olsun. İmanlı olsun. İbadet etsin. Salih olsun, şaki olmasın. Hayırlar yapsın. Biz ölünce, sevap defterimiz kapanmasın, evlâdımız iyilik yaptıkça, salih ameller işledikçe bize de yazılsın.

Çocuklarımıza beş yaşından itibaren din ve iman dersleri verilmelidir.

Bugün bir din hocasının, on beş yaşından küçük beş on çocuk toplayıp onlara din, Kur'ân dersleri vermesi, namazı, İslâm ahlâkını öğretmesi yasaktır, suçtur. Bu yasak insan haklarına aykırıdır. Müslümanlar bu yasağın kalkması için niçin doğru dürüst çalışmıyor?

İngiltere'deki Kitab-ı Mukaddes Cemiyeti Tevrat ve İncil'i binden fazla lisana ve lehçeye tercüme ettirmiştir. Misyonerler gece gündüz çalışarak insanlığı Teslis inancına çağırıyor. Biz Müslümanların böyle cemiyetleri, böyle çalışmaları niçin yok?

Bizdeki birtakım güçlü ve zengin kimseler ve cemaatler daveti ve tebliği bırakmışlar, Diyalog safsataları ile uğraşıyor.

İlmi olan Müslümanların ilimleriyle, karizması olanların karizmalarıyla insanlığı imana çağıran çalışmalar yapması gerekir. İnsanları imana ve dine çağırmak için ille de ilim sahibi olmak gerekmez. Salih, takvalı, iyi ahlâklı Müslümanların davet yapmaları için konuşmaları, yazmaları gerekmez. Onlar iyi, doğru, güzel halleri ile davet ve tebliğ yaparlar. Onlara bakan, onlar da İslâm'ın güzelliklerini, meziyetlerini ve üstünlüklerini görür.

Yeterli aklımız olsaydı, Peygamberimizin yukarıda zikrettiğim hadîsinden ibret alır, var gücümüzle hidayet, müjdelemek, uyarmak, davet etmek için, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak çalışırdık.

Güzel ve kalıcı bir ticaret yapmak...

Mehmet Şevket Eygi- Milli Gazete