4 Temmuz 2009 Cumartesi

AHMET TAŞGETİREN

Kasımpaşalı-Monşer farkı

Bazen "Kasımpaşalı" olmak iyidir.
Bu, biraz belalı olmak demek... Hesaplanamaz olmak... Doğru bildiğini pat diye söyleyebileceği beklenen adam olmak. Sağı solu belli olmamak. Gemileri yakacak vasıfta olmak. Armudun sapını üzümün çöpünü hesap etmeyecek tıynette olmak. Risk almak. Gözü kara olmak.

Bunlar, Başbakan Erdoğan'ı anlatmak için söylenecek sözler.

Ben o reklamı çok sevmiştim. Hani o, kola reklamını... Bir basket antrenmanı. Kovada, buzlar arasında kola şişeleri var. Gelen almış, gelen almış, kovada bir tek şişe kalmış. Bir siyahi çocuk gelip, o son şişeyi alıyor ve tam o sırada, dev bir basketçi kovaya doğru yürüyor. Bir boş kovaya, bir çocuğun elindeki şişeye bakıyor. Çocuk tehlikeyi anlıyor ve öyle dimdik durup şunları söylüyor:

-Aklından bile geçirme!

İşte bu.

Kasımpaşalı tavrı.

Siyasette de zaman zaman gerekli olan şey.

Ben Refahyol iktidarı döneminde bir ara "Refah'ın mehabetini kaybettiği an" diye bir yazı yazmıştım.

Bir askeri hamle ve siyasette bir geri adım söz konusu idi. Orada, askeri cenah bir sıfır öne geçmişti. Askeri cenah, bazı çıkışlarla siyasi kadroların geriletilebileceğini düşündü ve hamleler yaptı. Sonrası 28 Şubatlı günlere kadar geldi.

AK Parti iktidarı da bu alanda sınavlar verdi.

Şemdinli'de bir aşınma vardı.

Ama Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının yola "Dik durma" kararlılığı ile çıktığı belliydi.

Özellikle Erdoğan'ın "milletten aldığı oy"u hep arkasında hisseden, "Başbakanlığının farkında olan" ve politik uzlaşmalara rağmen, haksız yere üzerine gelindiğinde patlayacak karakterini gizlemeyen yanı, AK Partili dönemi, Refahlı dönemlerden farklı kıldı.

Artık sistem içinde herkes, kural dışı bir çıkış halinde kendisini, Tayyip Erdoğan'ın nasıl tepki vereceğini hesap etmek zorunda hissediyor.

-Tamam, uzlaşmalar olsun, iletişim olsun, ahenkli çalışalım ama sivil iradeyi gölgeleyecek tavırları kimse aklından bile geçirmesin!

Burada Tayyip Erdoğan'ın, Davos günlerinde "Monşer"liğe getirdiği eleştiriyi, sadece bir diplomatik üslup eleştirisi olarak görmediğini düşünmek lazım. Belki o, devlet hayatında hep "ezik dil, borçlu dil, lütfettiniz dili" kullanma tarzına yönelik bir eleştiridir.

Hakkı olmayanı istememek ama hakkı olan şeyin tırtıklanmasına da müsaade etmemek.

Mehmet Akif'in "Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum-Kesilir belki ama çekmeye gelmez boynum" mısralarını da sık sık bunun için söylüyor Tayyip Erdoğan. Kendi hukukunu da, millet hukukunu da ezdirmemek... Gerekirse herkese en anlayacağı dilden konuşmak... Dik duruş.

CHP lideri Baykal, boşuna tahrik etmeye çalışıyor Askerleri...

Bu çok kötü bir politik tavır.

"Genelkurmay tatmin olduysa şaşırırım" demiş, "Hayret ederim" diye pekiştirme cümlesi ilave etmiş Milliyet'ten Fikret Bila'ya verdiği demeçte...

Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde hükümeti terbiye eden bir üslup bekliyordu, çıkan bildiriyi çok yetersiz bulduğunu söylüyor. "MGK bildirisinde TSK'nın adı bile geçmiyor. Bu kadar zayıf bir ifadeden ben nasıl tatmin olayım?"

Ne bekliyordu acaba?

TSK'nın hükümeti dövdüğüne ve önüne bir eylem takvimi koyduğuna dair bir açıklama mı?

Yani 28 Şubat şablonu.

İşte zaman o zaman değil.

Baykal anlamamış olabilir ama devlet içindeki birimlerin, siyasi iktidarın, milletten aldığı oyun hakkını verme en azından Tayyip Erdoğan'ın damarına basmama duyarlılığı kazandığı söylenebilir.

Evet, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ve bir yerde Tayyip Erdoğan'ın yoğurt yiyiş tarzının, (Rahmetli Özal da bu konuda kendine özgü bir stil geliştirmişti) Türkiye'de, kendine özgü oluşmuş olan sistem yapısında, millet hukukunu korumanın uygun bir tarzı olduğu anlaşılmıştır.

-Şapkasını alıp giden başbakan.

-Bir resmi toplantıda yüzbaşının "kazara" koltuk vurarak geçtiği başbakan.

-MGK'da irticanın başı olarak gösterilen ve kendisine bağlı devlet kadroları huzurunda kendisini savunmak zorunda bırakılan başbakan...

Bu tarzlar, bugüne kadar Başbakanlara kaybettirdi.

Ben, son gerilimde Tayyip Erdoğan'ın duruşunu şöyle okudum:

-Haklı olan itirazları dinlemeye hazırız. Ama ana rotalardan taviz yok. Birtakım yerlerde, millet iradesine karşı kumpas kuranlarla mücadeleye devam. Meclis'in, Hükümetin, Başbakanlığın yetkilerini sonuna kadar kullanırız.

Benim okuduğum bu. Yanlış mı okudum, doğru mu okudum, önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Son olarak şunu söyleyeyim: Gücünüzün farkında olarak, kontrollü bir Kasımpaşalılık hayatın her döneminde iyi bir iletişim yöntemidir.

HEKİMOĞLU İSMAİL

Neyi çok seviyorsun?

Allah'ı seviyor muyuz? Bu soruyu soralım kendimize... Allah'ı sevdiğimiz, nereden, hangi halimizden belli? Acımak, sinirlenmek gibi duyguları içimize yerleştiren Allah, sevmek duygusunu da içimize yerleştirmiş. Sevmemek imkânsızdır!..

İnsan gençliğini sever. Fakat görüyor ki gençlik hızla kendisinden gidiyor. Acaba bu gençliği devam ettirmenin imkânı var mı?

İnsan malı mülkü sever. Mal mülk sevgisi çok tehlikelidir. Çünkü mal elimizden çıktı mı yaşadığımız üzüntü, sevgiyi geçer.

İnsan nefsini sever, hatta putlaştırır, emrine girer. Yemek, içmek, gezmek, dünya zevkleri... Bir gün bu istekler de gidecek. Fani şeylere bel bağlamamak lazım...

Seksen yıllık ömrümde gördüm ki, neyi çok seversen, ondan gelen ızdırabı çekersin. Neye çok güvenirsen, ona havale edilirsin.

Dışarıdan birileri bizi kendine çekiyor. İçten iten duygular da vardır. İçtimai hayat bir gemi gibi hepimizi içine almış götürüyor. Gemi nereye giderse biz de oraya mı gidiyoruz? Yoksa gemimizi Müslümanca mı yürütüyoruz? Geminin kaptanı nefsimiz mi, yoksa gemimiz Nuh'un gemisi mi?..

Kıymetli şeylerin düşmanı çok olur. Devlet hazinesini taşıyan araba, devletin silahlarıyla korunur. Müslüman, iman gibi bir hazineyi taşıyor. Fırtına çok çetin. Gemimiz, rüzgârlarla yaprak gibi sallanıyor. Her şeye rağmen bakmalıyız; pusulamız kıbleyi mi gösteriyor?

Allah rızası, gayemizdir. Gidiyoruz... Hedefe varmasak da, bu yolda olmak çok güzel...

Allah'ı sevmenin metresi, kilogramı yoktur. Ne kadar itaat ediyorsak, o kadar seviyoruz demektir. Allah'ı sevmenin yolu, O'na itaat etmekten geçer.

Kalp, Allah'ın "Ne yere, ne de göğe sığmadım. Ben bir mü'min kulumun kalbine sığdım." dediği büyük bir âlemdir.

Bize kalsa hayatın sırrını çözemeyiz. Fakat bizi Yaratan, bize bir şeyler demiyor mu? Evde hareketsiz, öyle otursak bile saatler, takvimler zamanın geçip gittiğini söylüyor. Ne kadar iyimser bir ifade. Zaman gidiyor, biz duruyoruz ha! Halbuki çocukluğumuz çok uzaklarda kalmadı mı?..

Çok kıymetli organlarımızı hangi işlerde çalıştırdık, çalıştırıyoruz?

En güzel yerlerde en büyük günahlar işleniyor. Günahları süslediler, reklam ettiler. Müslümanların bile çoğu bu günahları beğenmedi mi?

Dostlarımız pek çok sevgililer bulmuş. Keyifleri, rahatları, huzurları iyi. Sevilmesi gereken, lafta kalmış. Diğerleri ön plana çıkmış. Neler neler yapılmış bu sevgi uğruna... Paranın, malın, makamın saltanatı... Peki biz, kimi seviyoruz? Sevgilimiz için ne yapıyoruz?

AHMET ALTAN

Ölçü

Bizim, özgür insanların nasıl yaşadığına dair hiçbir fikrimiz yok.

Çünkü böyle bir tecrübemiz yok.

Ne Osmanlı, ne de cumhuriyet, bu toprakların insanına bir özgürlük alanı açılmasına izin verdi.

İkinci Meşrutiyet döneminde biraz özgürlüğe benzer birşeyler oldu ama arkasından İttihatçılar bastırdı.

Şimdi yüzlerce yıldır yaşadığımız bir baskıdan, hiç bilmediğimiz bir hayat tarzına geçmeye hazırlanıyoruz.

Bir ülke yüzlerce yıldan beri baskıyla yönetiliyorsa, o baskıyı “meşru” gösterebilmek için çok derin ve köklü tabular da yaratılmış demektir.

“Tabusuz”, “kutsalsız” baskı rejimi olmaz çünkü.

Kimse, “kendine benzeyen sıradan birinin” kölesi olmayı kabul etmez.

Size “şöyle davranacaksın, şöyle düşüneceksin” diyen sesin mutlaka “insanüstü” bir yanı bulunması gerekir.

Onun için bol miktarda sıfat kullanılır, Atatürk “ulu önderdir”, ordu “şanlı” ordudur, devlet “yüce” devlettir, devlet görevlileri “koskoca” generaller, “koskoca” valilerdir.

Bütün bu sıfatlar, bu kavramlar ta çocukluğundan itibaren insanların beynine “eritilmiş demir” gibi dökülür ve orada donar.

Artık onlar, sorgulanmadan kabul edilecek, yer çekimi gibi, yağmur gibi doğal ve tartışılmaz “gerçeklerdir” insanlar için.

Bu kutsallıklar her baskı rejiminde, o rejimin özüne göre biçim değiştirir, İran’da bir kısım insanın diğer bir kısım insanı yönetebilmesi için “Allah”, “peygamber”, “Humeyni”dir ihtiyaç duyulan, oradaki yöneticiler verdikleri her kararı bu kutsallıkları destek alarak kabul ettirmeye uğraşırlar.

Sovyetler’de bu Marks ve Lenin’di.

Kuzey Kore’de “büyük önder”dir kullanılan tabu.

Baskı rejimleri, verdikleri kararların kendilerine sağladığı siyasi ve ekonomik çıkarları, aşılmazı çok zor olan bu görkemli duvarların arkasına saklarlar.

Çünkü baskı rejiminin “sırrı”, o rejimin asla “sorgulanmamasında” yatar.

Sorgulanmaya başladığı anda “rejim” de sarsılmaya başlar.

Bu yüzden, “sorgulamaya” başlayanlar derhal zindanlara atılarak, öldürülerek sahneden çıkarılır.

Ama her baskı rejiminin sonunu, onu var eden “kutsallık” getirir.

O kutsallığın arkasında öyle pervasızca hatalar, soygunlar, haksızlıklar yapıp biriktirirler ki bir zaman sonra artık “birikenler” hiçbir kutsallığın arkasına saklanamayacak kadar büyür.

Ve, kalabalıklar sorgulamaya başlar.

Ondan sonra rejimin kurtuluşu yoktur.

Mutlaka yıkılır ve yerine yeni bir düzen kurulur.

Bugün hem İran hem de Türkiye işte bu “yıkma, yapma” sürecinden geçiyor.

Türkiye, hiç görmediği işler görüyor.

“Şanlı ordu” ciddi biçimde sorgulanıyor.

Bütün o faili meçhuller, andıçlar, muhtıralar, cuntalar, yalanlar, adaletsiz kararlar yeniden projektörlerin altına getiriliyor.

Bu “kirli birikimi”, ordu ve rejim yandaşlarının, onların gazetelerinin, televizyonlarının, yazarlarının entelektüel düzeyde savunma imkânı yok.

Savunabilmek için son bir çabayla “entelektüel” kimliklerinden, saygıdeğerliklerinden, “demokrat” görünebilme arzularından vazgeçerek maskelerini atıp, darbeciliğin, baskının “kaba taraftarlığını” kabul etmek zorunda kalıyorlar ama bu da bir işe yaramıyor.

O noktayı geçtik çünkü.

Sorgulama bir kere başladı, insanlar “kuşku” duymayı öğrendi.

Böyle büyük sorgulama dönemleri ortalığın toz duman olduğu dönemlerdir.

“Tabularla” gerçekler çarpışırken, birçok çarpıtma, yalan, saptırma da olacak.

Gördüğümüz gerçeklerle, zihnimizde donmuş tabular çarpıştığında sıkışıklıklar, zihinsel ve ruhsal zorluklar yaşayacağız.

Bu zor zamanda, bugüne dek doğru diye bildiğimiz “tabularla” çatışırken, hatalardan, yanlışlardan, zedelenmelerden korunabilmek için “sağlam ölçülere” ihtiyacımız var.

Ne yazık ki yüzlerce yıldır baskı altında tutulan bu ülkenin içinde “gerçeğin, özgürlüğün, adaletin” sağlam ölçülerini bulmak mümkün değil.

O ölçüleri, bu aşamadan daha önce geçmiş, tabularından kurtulmuş, yeni ölçüler geliştirmiş olan dünyadan alacağız.

Bunun için en iyi örnek, üyelerinden biri olmaya çalıştığımız Avrupa.

Ölçüyü bulmak için Avrupa’nın “bizden ne istediğine” bakmaya gerek yok, Avrupa “kendisinden” ne istiyor, “kendisi” için ne yapıyor ona bakmak yeterli.

Avrupa’da siyaset nasıl, laiklik nasıl, demokrasi nasıl, ordu nasıl, adalet nasıl, bunlara bakarız.

Onların kullandığı ölçüler, çok uzun süren savaşların, sınıfsal ve ulusal çıkar çatışmalarının, mücadelelerin içinden süzülmüş.

Sadece bir ulusun, bir sınıfın, bir inancın insanları tarafından değil çeşitli uluslardan, sınıflardan, inançlardan gelen filozofların, bilim adamlarının, edebiyatçıların, siyasetçilerin tartışmalarıyla billurlaşmış.

Zaten bu ölçülerin temeline konan harcın “çok kaynaklı” olması, bu ölçüleri bir ulusun, bir sınıfın, bir ülkenin, bir kıtanın değil dünyanın malı yapıyor.

Dünyaya ait oldu için de, “dünyanın bir parçası” olan Türkiye’ye uyguladığınızda, buradaki bütün karmaşa netleşiveriyor.

AHMET TURAN ALKAN

Delil dediğin yetersiz olur...

- Bugün külahları değiştiriyoruz Çekirge; söyle bakayım, Türkiye'de bugüne kadar askerler hiç darbe yapmış mıdır?- Bunda bilmeyecek ne var hocam; o-hooo!.. Sayayım mı?

- İstemez, birinci soruyu bildin, ikinciye geçiyoruz. Bugüne kadar yüce Türk yargısının yargıladığı bir askerî darbe hatırlıyor musun?

- Mm, bunu bir düşüneyim...

- Sen düşünene kadar ben söyleyim; yargılamamıştır. İki istisnası var: İlki Albay Talat Aydemir, ikincisi 9 Mart 1971'de cuntacıların tasfiyesidir. Ordu içinde darbeciliğe heveslenen bir grup subay ve general tutuklanıp Askerî Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılandılar ve tasfiyeye uğradılar veee ne oldu bil bakalım: Beraat ettiler!

- Yani, ne demeye getiriyorsunuz hocam?

- Şunu anlatmak istiyorum: Türkiye'de bir askerî darbe, ancak komuta heyetine karşı kılıç çekmiş ve başarılı olamamışsa hakim karşısına çıkar. Nasıl hakim? Askerî hâkim, sıkıyönetim mahkemesi veya askerî mahkeme. 9 Mart 1971'de cunta usulü ile Türkiye'de Baas tipi sosyalist ve aydınlanmacı bir darbe yapmayı düşünen subaylar (ve sivil uzantıları) önce ordudan uzaklaştırıldılar, sonra da sıkıyönetim mahkemesinde yargılandılar fakat dikkat! Yakın tarihimizde Madanoğlu davası diye bilinen bu duruşmalarda sanıklar beraat ederek salıverildiler. Niçin? Şu sebepten, "Aksi halde, işin ucu ordunun en tepesine, örneğin Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler Paşa'ya, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur Paşa'ya kadar uzanacaktı. Bunu kimse göze alamadı. Madanoğlu davasında beraat kararı böyle geldi." diyor Hasan Cemal. Talat Aydemir ilkinde (22 Şubat 1962) yakalandı ve affedildi ama ikincisinde yine (20 Mayıs 1963) İsmet Paşa hükümetini devirmeye kalkışınca Mamak Kışlası'nda kurulan 1 No'lu Örfi İdare Mahkemesi Aydemir'i idam etti.

Bunun anlamı şudur Çekirge; askerî bir darbenin delilleri, ancak bir askerî heyet tarafından tatminkâr bulunabilir çünkü askerî darbelere dair delillerin tamamı, hiçbir surette başka bir hukuk kurulu tarafından sübûta ermiş, yani kesinleşmiş, isbat edilmiş sayılamıyor. Darbeler ve darbe teşebbüsleri böylece hukukta yeni bir kategori teşkil ediyor: tamamlanmışlığı, yeterliliği ancak yine bir askerî heyet tarafından kabul edilebilir deliller...

- Aklım karıştı...

- Bırak dağınık kalsın. 9 Mart cuntasının zanlılarını Sıkıyönetim Mahkemesi'ne götüren deliller, cunta toplantısında hazır bulunanlardan birinin göğsüne yapıştırılmış teybin bant deşifresiydi. Buz gibi delildi bunlar yani. Ne oldu? Deliller yetersiz bulundu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından! Yeterli bulunsaydı, onları da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının dramatik akıbeti bekliyor olacaktı. Affedildiler!

- Yani diyorsunuz ki, asker kişilerin darbecilik delillerini yine ancak bir askerî heyet değerlendirebilir. Yeterli bulur veya bulmaz, ayrı mesele... Peki günümüzle ilgisi?

- Şudur: Yine bir "yetersiz delil" olayı var önümüzde. Herhangi bir delilin hangi halde, hangi niteliklerle yeterli sayılabileceğine dair farklı yaklaşımlarla karşı karşıyayız. Dolaylı olarak Türk hukuk bilimcilerinin "delil" konusunda sağlam bir içtihat geliştiremediği sonucu da çıkar bundan; bu arada YÖK'ün yayınladığı bir rapora göre uluslararası yayın konusunda, Türk bilimine en az katkıyı hukuk anabilim dalının yapmış olması olgusunu da hatırlatmak isterim. Hukukumuz 19. asrın ortalarında Batılılaşmaya başladı, pek çok da hukuk devrimi yaptık bu arada fakat yapılanların ilmî kıymetini, ne yazık ki uluslararası hukukçular takdir edemiyorlar demektir bu! Niçin acaba?

ALİ BULAÇ

Asker ve rejim: Tarihî miras

Türkiye, Batı'da ve Ortadoğu'da nev'i şahsına bağlı bir sivil-asker ilişkisi içindedir. Batı'da askerlerin siyasetçilerin emrinde olduğunu biliyoruz. Ortadoğu'da ise monarşi varsa, orada askerin esamesi okunmaz, ordu şeyhin veya kralın emrindedir.

Diktatörlük varsa, orada da asker üniformasıyla iktidarın tepesinde duruyor. Türkiye'de ise "sivil sahne"nin gerisinde asker gerçek iktidarı elinde bulunduruyor.

Bunun hangi tarihî, politik ve zihnsel kaynaklardan beslendiği konusu üzerinde duracağız. İlkin tarihten başlayalım:

Osmanlı ile ilgili söylenecek ilk şey, bu devletin teokratik olmadığı gibi mutlakiyetçi de olmadığı hususudur. Uygulamada aksine örnekler olsa bile, Osmanlı kendini daima bir hukukla sınırlı saymıştır: Sisteme göre padişahın şeriat dışına çıkmasını Divan-ı Hümayun, ulema ve vükela önlemek zorundadır. Kanuni'nin koyduğu bir kanunnamedeki "Devlet idaresi ulema ve vükelaya tevdi edilmiştir. Padişahın doğru yoldan sapması halinde, ulema ve vükela ordu reislerini vaziyetten haberdar ederek padişahı tahttan indirip, yerine hanedan erkânından diğerini seçeceklerdir." hükmü, hükümdar üzerinde bir denetlemeyi tespit eder. Bununla beraber ulema sınıfı ile vükelanın böyle bir denetlemeyi yapacak surette teşkilatlanmadıkları gözden kaçmamalıdır. (E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VII, 196)

Bu durum siyasetin ve genel olarak yönetimin temel zaafına işaret eder. Teorik olarak padişah, Batı'dakine benzer mutlak bir otorite konumunda olmasa bile ve temel icraatları Şeriat çerçevesinde ulemanın ve vükelanın denetimi altında bulunsa bile, hukuku ihlal etmesi halinde denetim yetkisine sahip bu güçlerin nasıl ve hangi hukuki mekanizmalar eşliğinde harekete geçecekleri belirlenmediğinden, sonuçta bu gibi durumlarda ordu (Yeniçeri), fiili durum yaratıp yönetime el koymuş, ulema ve vükelaya düşen bu fiili durumu veya başka bir deyişle "durumdan vazife çıkaranlar"ın yapıp ettiklerini onaylamak olmuştur. Aksi de varid olmuştur. Yani bazen iktidar değişikliği isteyen ulema ve sivil bürokratlar Yeniçeri'yi padişahı tahtından indirmek için adeta tahrik ve teşvik etmiştir. Bu, yönetim üzerinde askerin hangi ölçülerde güç sahibi olduğunu gösterir. Ancak burada son derece önemli bir nokta var: Askerin misyonu kendi başına darbe yapıp yönetimi ele geçirmek ve devleti militaristleştirmek değil, işi bitince tahtı yine hanedandan birine tevdi etmektir.

Denetleme ihtiyacına karşılık, bir denetleme mekanizmasının olmaması, zaman içinde ulemanın desteğini kazanan ordu içindeki birtakım güçlerin yönetim üzerindeki iştahlarını kabartmasına yol açmıştır. Hiç eksilmeyen iktidar mücadelelerinde zamanla güç dengelerine göre padişah şeriata aykırı eylem ve işlerden ötürü kendini yalnızca Tanrı'ya karşı sorumlu tutma eğilimi içine girdi. Bu da, dünyevi planda siyasi, hukuki ve cezai sorumluluktan kurtulması için özerk bir alan açıyor, padişahta mutlakiyetçi duyguların uyanmasını sağlıyordu. Fakat padişahlar bunu hiçbir zaman başaramadılar. Başaramayınca daima bir yandan toplumsal güç dengelerini kollarken, öte yandan ve asıl olarak ya askerin etkisini azaltma yoluna gittiler veya tahtın güvenliğini askerin eline teslim ettiler.

Bu tarihî tecrübe bize bugünkü asker-sivil ilişkisini derinden etkileyen bir miras bıraktı. 1) Buna göre modernleşmeye paralel olarak merkeziyetçileşme eğilimlerine giren devlette, nihai yetki paylaşımında askerler sivillerin gerçek rakipleri oldular. 2) İktidara gözünü diken siviller, askeri, darbe yapmaya teşvik ve tahrik eder veya darbe yapan asker, arkadan kendine yasal bir kılıf bulup uydurur, bunu da sivillere yaptırır (1961 ve 1982 anayasaları). 3) Ancak her müdahaleden birkaç sene sonra asker yönetimi sivillere devreder; onun geleneğinde �mesela Latin Amerika, Ortadoğu veya Afrika'da olduğu gibi- sonsuza kadar iktidarı elinde tutma alışkanlığı yoktur.

ABDÜLHAMİT BİLİCİ

Erdoğan'ın Diyarbakır şartı!

Eskiden olsa, AB dönem başkanlığını İsveç'in üstlenmesi kötü bir haber olurdu. Çünkü yakın zamana kadar Türkiye'ye karşı en sert eleştirilerin dile getirildiği Avrupa ülkelerinden biriydi.

Şimdi çok farklı. Ankara, 1 Temmuz'da Brüksel'de dümenin başına İsveç'in geçmesinden memnun. Bu havanın en çarpıcı işaretini, Başmüzakereci Egemen Bağış verdi. İsveç elçiliğinin resepsiyonuna katılan Bağış, kendi kravatını çıkarıp, dönem başkanlığı hatırasına hazırlanan İsveç kravatını taktı.

İsveç'in, ciddi Türkiye karşıtlığından sıkı dostluğa nasıl geçtiği merak konusu. İsveçliler, bu değişimi, Türkiye'nin insan hakları karnesindeki iyileşmeye bağlamaktan yana. Mesela, İsveç'in Ankara Büyükelçisi Christer Asp, geçmişte Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili bazı tereddütlerinin bulunduğunu, bunun temel nedenlerinden birinin insan hakları konusu olduğunu söylüyor. Tutum değişikliğini ise şöyle açıklıyor: "Türkiye reformlara başladığında, İsveç'in pozisyonu hızlı biçimde değişti. İsveç tereddütlü tutumu bıraktı ve Türkiye'nin en güçlü destekçilerinden birine dönüştü. Bu güçlü destek, Türkiye üye olana kadar sürecek." Türkiye'nin AB üyeliği konusunda şüphesi olmadığını belirten Asp, Türkiye'yi dışlamanın stratejik bir hata olacağını düşünüyor.

İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt de her fırsatta aynı tonda Türkiye'yi destekliyor. Bu konuda Fransız lider Sarkozy ile polemiğe girmekten bile çekinmeyen Bildt, Alman resmî yayın kuruluşu Deutsche Welle'ye verdiği demeçte, Fransa ve Almanya'nın Türkiye karşıtı söyleminin Avrupa'nın güvenliği için çok tehlikeli olduğu uyarısında bulunuyor.

Türkiye'ye bakıştaki değişimde, İsveç gibi ülkelerin AB'nin özellikle Almanya ve Fransa gibi büyüklerin dominasyonuna girmesinden duyduğu kaygının da rolü var. Bu ülkeler açısından Türkiye, federal eğilimleri köreltici ve büyük güçleri dengeleyici bir aktör. Stockholm'de konuştuğunuz sade insanların, güçlenen Almanya'ya dair izlenimlerini dinlediğinizde, bu duyguyu daha iyi anlıyorsunuz. Avrupa'daki yeni güç oyunun kuralları bunlar: Küçükler yutulmak istemiyor; büyükler ise güçlerini paylaşacak yeni ortaklar...

İsveç'teki bu tavır değişikliğinin arkasında, yeni Türkiye gerçeklerinin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan bazı isimlerin de altını çizmek gerekiyor. Bu çerçevede, İstanbul'da uzunca bir süre İsveç başkonsolosluğu yapan entelektüel diplomat İngmar Karlsson ve 2002-2003 gibi kritik yıllarda Ankara'da büyükelçilik yapan Ann Dismorr isimleri unutulmamalı.

İki isim de kariyerlerinin zirvesinde Türkiye'de çalıştı ve sadece İsveçliler için değil, tüm Avrupalılar için zihin açıcı kitaplara imza attılar.

Türkiye'nin katıldığı AB'yi, Avrupa'nın Endülüs tecrübesine benzeten Karlsson'un 'İslam ve Avrupa' kitabı ile Ann Dismorr'un 'Turkey Decoded' kitapları bu açıdan önemli. Dismorr kitabında yeni Türkiye'yi ve muhafazakâr bir kadronun Türkiye'nin modernleşme sürecine öncülüğünü anlatıyor. Unutmadan, Dismorr'un halen İsveç Meclisi'nin dış politika danışmanı olduğunu not edelim.

Erdoğan'ın birçok dış görüşmesine tercüman/danışman sıfatıyla katılan Başmüzakereci Bağış'la konuşurken, İsveç'in Türkiye'ye bakışındaki değişime dair ilginç bir ayrıntıyı daha öğrendim. Büyükelçi Dismorr, henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadan önce Erdoğan'ı ziyaret ederek, İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh'in mesajını iletmiş. Kürt meselesindeki çıkışlarıyla bilinen Lindh, meğer bir yıl önce Türkiye'ye gelmek istemiş, ama Diyarbakır'a gitmesine izin verilmediği için vazgeçmiş. Büyükelçi, bakanın yine gelmek istediğini, ama Diyarbakır'a izin verilip verilmeyeceğini sormuş. Talebe sıcak bakan Erdoğan ise tek şart koşmuş: 2 yıl sonra da AK Parti iktidarındaki Diyarbakır'ı ziyaret edecek. Bakan, bu şartı kabul ederek Türkiye'ye geliyor ve Diyarbakır'a da uğruyor. Maalesef 1 yıl sonra uğradığı suikastta ölünce, sözünü yerine getiremiyor. Ama Bağış'a göre, İsveç'in Türkiye'ye bakışındaki kırılma noktası bu ziyaret.

Yaşadığımız sancılı demokratikleşme sürecinin başarıya ulaşmasında, İsveç gibi yeni Türkiye'yi anlamaya başlayan ülkelerin ve Karlsson, Dismorr gibi Avrupalı aydınların rolü çok önemli. İyi ki bu kritik dönemde AB dümeninde İsveç var.

3 Temmuz 2009 Cuma

İHSAN DAĞI

Darbe ihtimali var mı?

Darbe ihtimali yok. Bunu konuşmak bile abes, utanç verici. Ama darbe heveslilerinin hem ordu içinde, hem medyada hem de iş çevrelerinde hâlâ var olduğu gerçek. Son yıllarda sistematik bir şekilde yaratılan 'vatan ve rejim tehlikede' havası, darbeciliğin meşruiyet zeminini oluşturuyor.

'Devlet'in en tepesindeki kişiler bir ara, 'Cumhuriyet'in tarihte görülmedik düzeyde tehlike altında olduğu'nu sürekli söylüyorlardı. Böyle bir 'kaygı', hem darbe heveslilerine psikolojik rahatlık sağlamak hem de giriştikleri işin toplumsal desteğini oluşturmak gibi iki temel işlev görüyordu.

Çoktandır bu havanın yaratıldığı kuşkusuz. Kıbrıs meselesinden AB sürecine, Irak'ın işgalinin yarattığı sorunlardan Ermeni meselesine ve hatta özelleştirme politikalarına kadar birçok konu 'vatan elden gidiyor' psikolojisi yaratmak ve yaymak için etkin bir şekilde kullanıldı. Öte yandan AK Parti'nin iktidar olması ve hâlâ seçim kazanmaya devam etmesi, zaten bizatihi 'rejimin tehlikede' olduğunun bir deliliydi bu çevrelere göre. Ayrıca darbe, birileri için 'kariyer' ve 'para' demek. Bu beklentilerle gözü kararanlar, bürokratik, siyasal ve ticarî ikbal kapılarının kendileri için açılmasını umanlar var kuşkusuz. Darbe heveslileri var, ama 'başarı şansı' var mı darbenin? Cunta elemanlarıyla açık konuşmak lazım: 'Ağırlaştırılmış ömür boyu hapis' cezası gerektiren bir suça kalkıştığınızı biliyorsunuz değil mi? Türkiye ortalamasının çok üzerindeki maaşınızı alarak gerçek işinizi yapmanız, sivil hayatın keyfini çıkararak para kazanmaya devam etmeniz, ömrünüzü cezaevinde geçirme riskine girmekten daha akıllıca geliyor bana. Çünkü başaramazsınız, başaramayacaksınız...

Toplumu ne kadar hazırlamış olursanız olunuz (Danıştay cinayeti, Cumhuriyet'e atılan bombalar, Malatya katliamı, Dink suikastı vs...) darbeyi meşrulaştırmanız mümkün değil.

Toplumun, siyaset kurumunun ve kamu güçlerinin ve hatta ordu içinde önemli bir kesimin böyle bir maceraya kalkışanlara direneceklerini siz de tahmin ediyorsunuzdur. Bir darbe organizasyonu için en azından yüzlerce, fiilî uygulamaya geçmeden binlerce kişinin sürece dahil edilmesi gerekir. Böyle bir hazırlığın deşifre edilmemesi ise imkânsız. Yıl 1980 değil. Ne devletin demokrasiye bağlı unsurları, ne halk ne de medya sizi hazırolda bekliyor. (Bekleyen bazı medya grupları ve iş çevreleri yok değil, ama yetmez. Yetseydi zaten çoktan halletmiştiniz bu işi.) Haydi yaptınız diyelim. Sokağa inen halkı ne yapacaksınız? Demokrat medyayı, demokrasiye bağlı kamu güçlerini, hükümeti, gençliği, siyasî partileri ne yapacaksınız? Yok etmeyi deneyebilirsiniz. Ama bunu halktan ve dünyadan gizli yapamazsınız. Kan döktüğünüzü hem halk hem de dünya görecek. Sessiz mi kalacaklar sanıyorsunuz?

Etnik temizlik projenizi yürütürken Türkiye'nin her tarafında başlayacak Kürt-Türk çatışmalarını nasıl durduracaksınız? Etnik temizliğe direnen Kürtleri dünyada ve bölgede oluşan yeni dengeler çerçevesinde nasıl Türkiye'de tutacaksınız? Yeni bir darbenin Türkiye'yi paramparça edeceğinden kuşkunuz olmasın. Bugün darbe düşünenler ve destekçileri, Türkiye'yi bir iç savaşa sürüklemeye ve bölmeye hazır olanlardır. Bir darbe sonrası memleketin Sevr şartlarından daha ağır bir tabloyla karşılaşacağı kesindir. Kendi halkına ve komşu ülkelere yönelik şiddet politikasına kimse seyirci kalmaz. Bugün Lübnan'a, Kosova'ya, Afganistan'a bizim gönderdiğimiz 'barış gücü' benzeri BM veya NATO askerleri Türkiye'ye gönderilmeye başlanır.

Ama hâlâ bazı cuntacılar; "yönetiminden dışlandığımız büyük bir Türkiye yerine, yönetimin tepesinde olduğumuz küçük bir Türkiye'yi tercih ederiz" diyebilir. Onlar için darbe sonrası ülkenin bölünmesi, iç savaşla toplumun birbirini yemesi önemli olmayabilir. TSK'nın darbeci cuntalardan temizlenmesi gerektiğinden söz ederken şaka yapmıyoruz. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, böyle bir Türkiye

HÜSEYİN GÜLERCE

Albay Çiçek önemli biridir ama...

Albay Dursun Çiçek, 18 saat içinde tahliye edildi. 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde boş bulunan üyeliğe apar topar yeni bir üye tayin edilmesi, itiraz sürecinin hızlandırılması, tabii ki kuşkulara yol açtı. "Yargı üzerindeki asker gölgesi aynen devam ediyor" yorumları yeniden gündeme geldi.

Bir gün bile tutuklu kalmayan Albay Dursun Çiçek önemli biri midir?

Evet, önemli biridir. Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3. Bilgi Destek Şube müdürüdür. Bu birimin eski adı Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı'ydı. Yani 28 Şubat sürecinin yönlendiricisi, andıçların hazırlandığı birim burası... İsmi değişmiş ama görevi ve etkinliği halen devam eden bir birim.

Hatırlayalım; kamuoyu, Albay Dursun Çiçek ismini ilk defa 20 Haziran 2008'de Taraf Gazetesi'nde yayımlanan "Lahika-1" başlığını taşıyan "Bilgi Destek Planı ve Faaliyet Çizelgesi" belgesiyle duydu. Bu plana göre, kanaat önderleri yönlendirilecek, Kürt bölgesi silahla rahatsız edilecek, bazı sanatçı ve yazarlar desteklenecek, yeni anayasa paketi ise milli devlete karşı olmakla suçlanacaktı. Belgede, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den Rahmi Koç'a, Sabancı ailesinden Eczacıbaşılar'a, Can Paker'den Oktay Ekşi'ye pek çok isim fişlenmişti.

Bunlar yenilir yutulur şeyler mi? Yayın yasağı konulan, o demokrasiye komplo planının içindekiler, devleti ve ülkeyi korumaya yemin etmiş insanların işi olabilir mi? Ama dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, tepki toplayan belge için "Genelkurmay'da hazırlanmadı" dedi. Bakın bugünkü Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ da aynı şeyi söylüyor: "Belge denilen o kâğıt parçası Genelkurmay'da hazırlanmadı..." O zaman, nerede hazırlandı? Kimler hazırladı? Daha önce 28 Şubat sürecindeki andıçlar da mı hayal mahsulüydü? Biz koskoca bir toplum olarak rüya mı gördük? Akın Birdal neden vuruldu? Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand neden işlerinden oldular?

Albay Çiçek'in isminin geçtiği işlerde nedense bir gariplik var. Ve Albay Çiçek'i koruma ve kollama noktasında, kamuoyunun, Silahlı Kuvvetler'e olan güvenini sarsan bir durum var. Tamam, başarılı bir subayı harcamak, hemen düşünülecek bir şey değil. Fakat asıl kuşku, bu subayın bu işleri kendi kafasına göre yapmadığıdır... Çalıştığı yerin Genelkurmay Karargâhı olduğu düşünüldüğünde, daha yukarılarda başka birilerinin de bulunduğu kuşkuları, şu anda kamuoyunun vicdanını rahatsız etmektedir. Daha da rahatsızlık veren kuşku, bu işlerin Genelkurmay Başkanı Başbuğ'a rağmen yapılıyor olmasıdır.

Ergenekon davasının savcıları, Star gazetesinin haberine göre, Albay Çiçek'e, Ergenekon yapılanmasının yeni hedefi olan "2011 yılına kadar AK Parti'yi bitirme planı" ile ilgili sorular da sordular. Çünkü Çiçek'in imzasının 'Demokrasiye Müdahale Eylem Planı' ile birlikte 3 ayrı gizli ibareli planda daha çıktığı ileri sürülüyor. Yani ortada, Sayın Başbuğ'un varlığını kabul ettiği başka belgeler de var. Albay Çiçek tarafından hazırlandığı iddia edilen ve şimdiye kadar kamuoyuna yansımayan 3 belgenin, Ergenekon yapılanmasının yeni hedefi olan 2011 yılına kadar AK Parti'yi bitirme amacı çerçevesinde hazırlandığı belirtiliyor.

Ergenekon soruşturmasının ikinci iddianamesinde, emekli Orgeneral Şener Eruygur'un planladığı darbe girişiminin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök tarafından önlendiği, ancak darbe yapmak isteyen kadrolaşmanın bugün de devam ettiği vurgulanmıştı. Çiçek'in tutuklanmasının, Ergenekon'un yedek kadrolarına yönelik ilk operasyon olduğu ifade ediliyor. Yani, devletin kurumlarını hukuk dışı yapılardan temizleme iradesi aynen devam ediyor.

İşte bu yüzden Albay Çiçek'in tahliyesi, Ergenekon dostlarını umutlandırmamalıdır. Başta hükümet, devlet içinde artık Türkiye'yi ve dünyayı doğru okuyan bir irade var.

Dün de dedim; hukuk, vesayet rejimini öyle bir yerden vurdu ki, ayakta kalmış görüntüsüne bakmayın. Mecali tükeniyor...

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Çoğulculuk ilahi bir kanundur

Ben beni bildim bileli dini ilimlerle meşgulüm. Ben beni bildim bileli okuduğum metinlerde “müttefekun 'aleyh” (üzerinde söz birliği edilen) ibaresi kadar, hatta ondan da çok “muhtelefun fîh” (hakkında ihtilaf edilen) ibaresiyle karşılaşırım.

“Cumhur”un görüşü kadar, kaynaklarımız “şaz” görüşleri de naklederler. Bu konuda ne kadar da özgüven içindedirler, bir bilseniz.

Sahi şazzın şazzı görüşleri bile onca emek zahmet verip bize kadar niye getirirler? Kendilerinin hiç katılmadıkları, hatta hiç hazzetmedikleri bu görüşleri niye taşırlar? Madem katılmıyorsun, at toprağı üzerine be mübarek! Niye yüzyıllardır sırtındaki ilim heybesine koyar da taşırsın? Yoo! İlla da taşıyacak. Laf aramızda: iyi ki taşırlar…

Bazen “kâle-kîle”yi (dedi-denildi) küçük görürüz değil mi? Yok vallahi. O da bir nimet. Hele ki demiş-denilmiş. Hele ki bir konuda alimlerimiz kafa patlatıp, emek verip ter döküp farklı görüşlere varmış. Bu bazen delilin farklılığından, bazen aynı delilin farklı açılardan okunuşundan, bazen dildeki bir ihtilaftan, bazen anlayış, mekan, uygulama farklılıklarından kaynaklansa da, güzel…

Bunu hep, vahyin inşa ettiği akla verdiği kredi olarak görürüm. Hem de ne kredi!

Hükmümüzü hemen verelim: İslam ilim geleneğine mensup biri asla “tekçi” olamaz, “totaliter” bir söylem tutturamaz. Böyle bir söylem bu gelenekten kopuştur. Totaliter bir söylemi bizzat bu geleneğin kurucu öznesi olan vahiy reddeder.

Alın şu ayeti söylem açısından tahlil edin:

“Ve eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes top yekun iman ederdi, (fakat bunu dilemedi). Şimdi kalkıp da, sen mi onları iman edinceye kadar zorlayacaksın?” (10:99)

Böyle onlarca ayet var. Kur'an'ın muhatabını inşa ederken kullandığı üslup da en az bu kadar “totalitarizme” karşıt bir üslup. Bu sadece “iman” dışındaki tercihlere izin verme düzeyinde kalmaz. Hakkın tezahürü konusunda da aynı çoğulculuk görünür. Mesela “Davamız uğrunda var gücüyle çalışanları kendi yollarımıza yönelteceğiz” (30:69) der.

Vahiy varlık tasavvurumuzu inşa ederken alttan alta her bir ayetinde “varlığın çift kutupluluğu” yasasına açık ya da örtülü atıflar yapar.

Şöyle diyebilirim: akidede tevhid ne kadar temel bir hakikatse, mahlukatta kesret de öyledir. Her ne ki Yaratan'dır, o “tek”tir; her ne ki yaratılandır, o “çok”tur.

Adeta Halik'ın tekliğini anlamanın olmazsa olmazı, mahlukun çokluğunu anlamaktır. Elinizin altında Kur'an varsa Fatır (“varlık ağacını yetiştirmek için varlık tohumunu çatlatan” demektir) suresini açıp bir okuyun. Sure iman gibi küfrün de hep var olacağını söyler. Bu gece ve gündüzün, kara ve denizin, yer ve göğün varlığı kadar doğal ve gereklidir.

Varlıktaki bu zıtlığı (“Zıtların ihtişamını” mı deseydim?) kavramakta zorlanan akla vahiy harika bir misal verir: Allah gökten suyu indirmiş, kaynağı tek olan bu suyla renkleri, kokuları, tatları, şekilleri çok farklı bitkiler yaratmıştır (35:27). Arkasından gelen şu ayete ne demeli: “Allah'a kulları içinde yalnızca (bu farklılığın hikmetini) bilenler hakkıyla saygı duyarlar.” Kur'an baştan sona bu tür örneklerle dolu.

Aklı böyle inşa olmuş bir müminden nasıl “totaliter” bir duruş göstermesi beklenebilir ki! Bakıyorum, totaliter tipler hep vahyin inşa etmediği tipler. Vahyin inşa ettiği akıllar ister istermez çoğulcu olmak, ilahi rahmetin suyunda şifalı mantarın da zehirli mantarın da yetişeceğini, ilahi rahmet güneşinin altında kuzuların da kurtların da güneşleneceğini bilirler.

Kafamız attı mı basıyoruz kalayı. Sahte peygamber İbn Habib'e sahabenin “kafir”, “müşrik”, “mürted” adını değil de “müseylime” adını layık görmesinde bir incelik yok mu? Müslüman değil, “Müslümancık”. Bu ne incelik yahu!

“Çoğulcu” bir geleneğin ürünü olan İslam fıkhı “çift değerli” değil “çok değerli” bir sistemdir. Onu “çift değerliliğe” indirgemek, Yahudi fıkhına indirgemektir: Farz ve haram…

Değil, İslam fıkhı bundan fazlasıdır. Şu değerler skalasına baksanıza: 1) Farz: a) Farz-ı ayn, b) farz-ı kifaye. 2) Vacip. 3) Sünnet: a) müekked sünnet, b) müekked olmayan sünnet; 4) Müstehab. 5) Mubah. 6) Müfsit. 7) Mekruh: a) tenzihen mekruh, b) tahrimen mekruh. 8) Haram: a) haram li-aynihi, b) haram li-ğayrihi.

Kaynaklar da öyle. Başta ana kaynak Kur'an. Gerisi ondan çıkan ve hepsi de onun onayına muhtaç olan sünnet, icma, kıyas, maslahat, istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele, örf-i ma'ruf, öncekilerin şeriatı, sedd-i zeri'a…

Hoşgörü mü dediniz?

Hoşgörü önce insanın temelinde olacak. Totaliter bir temelden hoşgörü tezahür etmez. Müslümanlar Tevhid akidesine titredikleri kadar, varlığın kesretine de titremeliler.

İstanbul'un fethi sırasında, sivillerin üzerine düşen güllelerin ardından yükselen vaveylayı duyunca, doğum sancısı çeken bir ana gibi “Vah gavurcuklarım! Vah gavurcuklarım!” diye dokuz doğuran alim-arif kimdi?

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Can Azerbaycan

Müslüman fatihlerin İstanbul önlerine ulaşmadan çok önce Hazar-Kafkas bölgesine ulaştığını söylersem, İslam ile Hazar-Kafkas halklarının tanışmasının ne kadar erken döneme denk geldiğini ifade etmiş olurum herhalde.

Geçtiğimiz günlerde işte o toprakların bir parçası olan Azerbaycan'daydık. Sevinç ve hüzün aynı anda yaşanır mı? Biz Azerbaycan seferimiz boyunca bu iki duyguyu bir arada yaşadık. Bazen sevinç baskın geldi, bazen hüzün. Ne var ki, sevincimiz de hüznümüz de O'nun içindi.

Komünizmin Batı Avrupa'da icad edilip başka coğrafyalarda uygulanmasında bir hinlik görmüyor musunuz? Ben görüyorum. Komünizm, bir ideolojiyi inşa projesi olmaktan daha çok kadim ve yerleşik kimlikleri imha projesiydi. Nitekim proje ideolojik inşa anlamında tam bir fiyaskoyla neticelenirken kimliği imha anlamında başarılı (!) olmuştur.

Azerbaycan'da da görülen bu. Uçağımız ülke nüfusunun yarısını barındıran 4 milyon nüfuslu Bakü üzerinde turlarken gözlerim minare arıyor ama bulamıyor. İndiğimde öğreniyorum ülkenin yarısını barındıran şehirde minareli cami sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini.

Minare deyip de geçmeyin. Minareler şehrin şahadetnameleridir. Şehrin Müslüman kimliğini bize minareler söyler. Onlar mimarinin kelime-i şahadetidirler. Fakat sur içindeki avuç içi kadar bir alanda kurulu olan Eski Bakü'de 20'yi aşkın cami varken, yeni şehirde durum bu. Eski şehirdeki mescitleri turistik eşya dükkanı olarak görmek hüzün verici.

Bu, ülkenin kimlik krizine dair edindiğim ilk izlenim. Bu krizin mimari ile sınırlı olmadığını söylememe gerek yok. Sovyetler Komünizmi yerleştirmeyi başaramamış, fakat laisizmi yerleştirmeyi başarmış. Stalinist vahşete seyirci kalan hür dünya (!) bu sonucun hatırına ses çıkarmamıştı belki de.

Kimliğini arayan Azerbaycan, parayı bulmuş gözüküyor. 8.5 milyon nüfuslu ülkenin bir kısmı Ermenistan işgali altında. Bir milyon Karabağ göçmeni Bakü'de zor şartlar altında yaşıyor. Bütün bunlara rağmen ekonomik açıdan dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri. Gaz ve petrol ülkenin yüzünü güldürmüş. Bir yılda gayrı safi milli hasılada % 21 artış olmuş.

Pozitivist ve materyalist kafa şöyle düşünür: bir ülkenin refahıyla dindarlığı ters orantılıdır. Para bir kapıdan girince din öbür kapıdan çıkar.

Bu bizdeki malumların hurafesiydi. Bu ülkedeki refahın artışıyla halktaki dindarlığın da artışı karşısında afallamalarını nasıl unuturuz? Türkiye için geçerli olanın aynısı Azerbaycan için de geçerli. Üstelik bu Türkiye'nin 28 Şubat cinneti yıllarında Komünizmden yeni kurtulmuş Azerbaycan'a laiklik ihraç etmek gibi bir komiklik yapmasına rağmen böyle.

Azerbaycan halkı kimliğini arıyor. Sovyet döneminde tamamen mankurtlaştırılan bir zümre bizde olduğu gibi orda da var. Onlar neyi kaybettiklerinin farkında bile değiller. Onların derdi belli: Ver yiyeyim, ört yatayım. Fakat iyi yetişmiş seçkin ve dindar bir zümre oluşuyor Azerbaycan'da. Konferans verdiğim üniversitenin başta konferansın sunuculuğunu yapma nezaketi gösteren rektörü Hamlet Bey olmak üzere salonda bulunan hocaları ile özel sohbette bu izlenimim pekişiyor.

İlk şaşkınlığımı, eserlerimden birinin Azeri lehçesine çevrilmiş baskısını oturacağım koltuğun üzerinde bulduğumda yaşıyorum. Biraz sonra bu işin iki kahramanı çıkıp geliyorlar: Yegane Mirzayova ve Gülşen Gaffarova. İkisi de üniversitede hocalık yapan genç ve cevval iki hanım. Gözleri çakmak çakmak. İlk görüşmede ayaküstü sadece sözleriyle değil, kıyafetleriyle, gözleriyle, yüzleriyle ve dahi özleriyle öyle çok şey söylüyorlar ki, size “Allahu ekber” demek düşüyor. İslam'ın insanı dönüştürücü gücünün ihtişamını bir kez daha görüyorsunuz. Ondan sonra böyle onlarca genç kadın ve erkekle karşılaşıyoruz. Hepsi de iyi yetişmiş insanlar. Manevi Saflığa Davet Cemiyeti başkanı ve felsefe doktoru Elşen Mustafaoğlu, Premier Hotel'in sahibi nezaket abidesi Samir Hasanov, devlet tv'sinin şöhretli bir spikeriyken tesettürünü makam ve şöhrete tercih eden Solmaz Hanım, Azerbaycan'ın aydınlık geleceğini muştulayan güzel insanlar. Fakir, Solmaz Hanım'ın bir saatlik radyo röportajı boyunca mani olamadığı gözyaşlarını, imanı kundaklanmış Azerbaycan için kabule karin bir dua olarak okumuştur.

İkinci şaşkınlığımı, Azerbaycan Cuma imamı ve Şii Müslümanların sayılan âlimi (ülkenin % 70'i Şii/Ehl-i Beyt mezhebi mensubu) Hacı İlgar İbrahimoğlu'nun elinde makalelerimden oluşan bir tomar çıktıyı görünce yaşıyorum. Hacı Bey, hutbelerinde ve yazılarında kullandığı yazılarım için helallik ve izin istiyor.

Şehidler Hıyabanı'nda 1920-24 şehitlerinin kimliğini inceliyorum. Bire bir Çanakkale'ye benziyor. Konya, Kayseri, Kudüs, Kosova, Nablus, Kerkük, Bağdat, Beyrut, Şumnu, Şam, Diyarbakır, Samsun vs. doğumlu şehitler. Osmanlı haritası burada yatıyor.

Ve yüreğimde muhabbetten dağlar, dudaklarımda bizim ellerin şu deyimiyle dönüyorum haramiler tarafından biteviye kundaklanan mazlum ülkeme:

Kayseri'ye yaz gelir de Erciyes'e gelmez mi?

MUSTAFA İSLAMOĞLU

İslam kadını aşağılamadı, siz anneliği aşağıladınız!

Tesadüf mü? Biri çıkıp İslam'ın kadını aşağıladığını iddia ediyor. Söz bir biçimde anneliğe geliyor. O da ne? İslam'ın kadını aşağıladığını iddia eden 'modern' bay veya bayanların aklının dibini kazıdığınızda, anneliği fena halde aşağıladığını görüyorsunuz. Ortak noktaları bu.

Anneliği aşağılamanın teknikleri çok. Bunun başında dünyanın en şerefli işini yapan annelere “boş kadın” muamelesi yapmak geliyor. Onlara göre çalışıyor olmak için evden çıkmak lazım. Caddeyi görmek, caddeye görünmek lazım. Bir kadının “çalışıyor” sayılması için kamuya kendisini göstermesi şart. Sabah sekiz akşam dokuz (çünkü kadın ucuz işgücü) mesai yapması şart.

Bunlar için de başka şeyler lazım: Modern görünürlüğün vacibatından olan şeyler. Her gün aynı kıyafetle, aynı saç rengiyle, aynı ayakkabıyla, aynı çantayla gidilmez ki işe! Yenilemek lazım, rengini uydurmak lazım. Saça uygun elbise, elbiseye uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun çanta, çantaya uygun cüzdan, ona uygun cep telefonu lazım…

Modası geçenleri değiştirmek lazım. Bunun için de modayı takip etmek lazım. Özetle üretim-tüketim çarkında yağ, değirmeninde un olmak lazım.

Bütün bunlar için çalışmak lazım. Çalışmadan bu masraflar nasıl kazanılacak? Daha iyi görünmek için daha çok kazanmak lazım. O da yetmiyorsa, daha daha çok kazanmak lazım. Daha çok kazanmak için harcamadan olmuyorsa, daha çok harcamak lazım. Görünmeden daha daha çok kazanılamıyorsa, daha çok görünmek lazım. Daha çok görünmek için daha çok dikkat çekmek lazımsa, onu yapmak lazım. Onu yapmak için herkesten çok harcama yapmak lazımsa, onu yapmak lazım. Herkesten çok harcamak için, herkesten çok kazanmak lazım.

Hangisi hangisine lazımdı? Kafam karıştı…

Evden çıkıp mesai yapmayan kadının yaptığı “çalışmak” değildir. O tepeden bakılan, “Ev kadınıymış” yollu dudak bükülen bir “acizdir”. Evinin kadını olmak modernlere göre dudak bükülecek bir iştir. İş kadını daha hoş geliyor. Hatta sokak kadını bile ötekinden hoş geliyor.

Modernin gözünde o koca parası(!) yiyor. Patron parası mı? Amir fırçası mı? Onun bunun erkeklerinin ağız kokusu mu? Her işe gidiş gelişte yaşadığı tıkış tıkış otobüsler ve minibüslerdeki onur kırıcı durum mu? Onlar işin parçası ayol. Koca kârı yeme de, ne yersen ye! Koca fırçası yeme de, ister amir, ister ustabaşı, ister patron fırçası ye! Hatta sokak magandası ve çarşı maçosunun attığı laf bile ehven…

Ev kadını, üüü! Bir kere özgür(!) değil ayol. Yarım saat işten erken ayrıldığı için amirinden duyduğu lafı kargalar yemese de kendisi özgür. İşyerinde uygulanan sıkı denetime rağmen özgür. “Yarın müsait misin”lere verdiği “Mesaide olacağım, işten yorgun dönüyorum”lara rağmen özgür. Ama ev kadını handiyse esir canım…

Ama o anne. Çocukları var. Yani dünyanın en değerli, en asil, en soylu, en görkemli işini yapıyor. Yani insan yetiştiriyor. Çocuk sokakta yetişmez ki? Çocuk evde yetişir.

Olsun, o yine de “çalışmayan” kadındır. Annelik çalışmak sayılmıyor. Modernlere göre annelik işsizlik sayılıyor. Annelik angarya sayılıyor. Komedi de ne biliyor musunuz: Başkalarının doğurduğu çocuklara bakmak için kurulan sektörlerde çalışmak “iş”, orada çalışanlar da “çalışıp üreten kadın” sayılıyor da, kendi doğurduğu çocuğa bakmak “iş” sayılmıyor. Modernler kazara anne olduklarında durum şu oluyor: baba işe, anne işe, çocuk kreşe, ev pansiyon, aile pansiyoner…

Ondan sonra “bebek mi-köpek mi?” ikilemi geliyor: tıpkı Fransa'da, Almanya'da, Hollanda'da olduğu gibi. Köpek bebekten daha sevimli oluyor modern kadın için. Bir, vücudu deforme etmiyor... Öyle ya: tenperest modernliğin gerçeği bunlar, görmek lazım.

Ama küçük bir sorun: Köpeğin ille de küçük olması lazım; kucağa alınıp sevilecek kadar küçük. Ne de olsa kadın o. Bir canlıyı kucağına alıp sevme güdüsü yaratılıştan verilmiş. Çaresi yok, sevecek. Peki, köpek yerine bebek sevse olmaz mı? Bu soruya Avrupa'nın bebek-köpek (yan yana iyi durmadığını biliyorum, ama anlayın) rakamlarını karşılaştırdığımızda, şu zımni cevabı alıyoruz: Yok, zinhar olmaz! (Almanya'da kayıtlı köpek sayısı nüfus ile neredeyse eşit).

İyi de, köpek de en az bebek kadar masraflı.

Olsun! O kadar kusur kadı kızında da bulunur.

Kazara doğursa bile anneliği sevmemiş ve severek annelik yapmamış (Bunun yanında doğum yapamadığı halde harika annelik yapanlar da var). Annelik yapmadığı için duyguları gelişmemiş, ufku gelişmemiş, hayat tecrübesi gelişmemiş, bilgelik dersen sıfır. Ama olsun; onun köpeği ve bir de mesaili işi var. O kendini tüm annelere hava atma makamında görüyor.

İşte buraya yazıyorum: Cenneti annelerin ayakları altına seren İslam kadını aşağılamadı. Fakat cenneti dünyada arayan tek dünyalı modernler gözümüzün içine baka baka anneliği aşağılıyorlar. Üstelik her birini bir ana doğurduğu halde.

Ne kadar ayıp! Ne kadar küstah! Ne kadar saçma!

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Başörtüsünün farziyyeti (1)

Önce Kur'an'ın hatırlattığı ilkeleri hatırlayalım: 1. “Bilmediğin şeyi savunma! Şüphe yok ki kulak, göz ve gönül; bunların hepsi elbet savunduklarından dolayı sorumludur.”

2. “Bilmiyorsanız zikir/Kur'an ehline sorunuz.”

3. “Allah'a kulları içinde gereği gibi saygı duyanlar bilenlerdir.”

Bu köşede yazdığım Kur'an eksenli yazılara gelen tepkileri üçe ayırabiliriz.

1. Bilenlerin tepkileri.

2. Bilmediğini bilenlerin tepkileri.

3. Bildiğini zannedenlerin tepkileri.

Bu üçüncüsünü de kendi içinde üçe ayırabiliriz:

1. Bildiğini zanneden samimi tipler.

2. Tüm cehaleti cesaretinden kaynaklanan bilgiç tipler.

3. Haddini bilmez tipler.

Son ikisine hiç cevap vermedim. Zira cevap soru sorana, bilmediğini bilene, haddini bilene verilir, bir. Cevap bilginin kıymetini takdir edene, öğrenmek isteyene, verilir, iki. Cevap, üretildiği kökün de delalet ettiği gibi (cevb “kesmek” demektir), doğrusunu öğrenince sesini kesecek olana verilir.

Bildiğini zanneden ama bilmeyen, bildiğini de yanlış bilen samimi tiplere cevap vermeye çalıştım. Samimiyeti kendi başına bir değer bildim. “Din samimiyettir” diyen Hz. Peygamber idi.

Bugünkü köşeme bildiğini zanneden ama yanlış bilen bir okurumun, bir önceki yazıma ilişkin yazısını alacağım. Yer darlığından dolayı yazının doğrudan yazımı ilgilendiren kısımlarına yer vereceğim. Okur bu yazısını internette yayımlamış ve bana da bir giriş ekleyerek yollamış. Virgülüne dokunmadan aldım. İmla hataları okura aittir:

“Sayın Hocaoğlu, önce Allah'ın selamı üzerinize olsun diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Ben 50 yaşında bir emekli bir vatandaşım. Amacım yanlız ve yanlız Rabbim in gerçek yolunu Kuran'dan bulmaya çalışmaktır. Yaradan'ın ayetleri sonunda söyledikleri şu sözler beni gerçekten düşünmeye ve araştırmaya yönlendirdi.

/…/ Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu söylenir, baştan bahsedilmez. “Arapçada kadınların başlarına örttükleri şeyin özel adı “hımar” değil “mikna” ve “nasıyf”tır. Hangi Arapça sözlüğe bakılırsa bakılsın “mikna(çoğulu mekani)” ve “nasıyfın” hanımların başlarını örttükleri kumaşın adı olduğu yazılıdır.” Allah eğer “hımar” kelimesi ile başın örtülmesini isteseydi “hımarürres” gibi bir vurgulama ile başörtüsü diyebilirdi: Böylece “res” kelimesi ile baş bölgesi vurgulanır ve örtü kelimesi olan “hımar” ile beraber başörtüsü net bir şekilde anlaşılırdı. Nitekim abdest alınmasıyla ilgili ayette başın sıvazlanması söylenirken, baş kelimesi Arapça karşılığı 'res' ile vurgulanır. Gelelim ayette anlatılmak istenen asıl konuya. Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu geçer. Yani hımarın başı kapatması değil, ayette açıkça yaka dekoltesini örtmesi istenir. (Yaka açığı manasına gelen 'cuub' kelimesi hem bu ayette kapanılacak bölgeyi belirtmek için, hem Hz. Musa'nın yaka açığına elini soktuğunu belirten ayetlerde geçer.) /.../

Sami Hocaoğlu beyefendi hımar kelimesine birden fazla anlamlar vererek hem başörtüsü hem de örtü anlamının olduğunu yazmış. Bu fikri düşündüğünüzde Yaradan ın ayetlerini açık ve anlaşılır gönderdim sözlerine uymuyor. Nedeni her isteyen istediği anlama çekecektir de ondan günümüzde olduğu gibi. Bu görüşü konuşmaya devam edelim. Bu ayette anlatmak istenen şey başın örtülme emri değil peki neresi? Göğüs kısmını örtünüz diyor Rabbim. O zaman koskoca Kuran da Allah kadınlar başını örtmelidir diye bir tek ayet yazmayacak da bu ayette göğsünü örtmelidir ayetindeki bir kelimeye başörtüsü ismi takarak İşte bakınnnnn Allah kadının başını örtmelidir demek istiyor aslında bu ayette diyeceksiniz öylemi kardeşlerim. Yaradan eğer kadın başının örtülmesini isteseydi hiç kuşkusuz kadın başını örtmelidir derdi dostlarım, Çünkü Kuran ben böyle açıkça yazarım diyor dolaylı ima etmem diyor birçok ayetinde. Yukarıda yazdığım onca ayetin hiç mi hükmü yok sizce. Hiç ama hiç başını örtmeli kelimesi dahi geçmediği halde. Peki, ayetlerinde hani Rabbim yemin ederek; Yemin olsun ki, biz bu Kuran'da insanlar için her türlü örneği verdik. Diyordu. Ama kadın saçını göstermesin örtsün diyen ayetler nerede? Hani Rabbim; Biz bu Kitap'ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Diyerek bizlere açıklık getiriyordu. Hani öğüt alınması için kolaylaştırdık sözleri unutuldu mu dostlar. Ben isterseniz bir ayeti daha hatırlatayım sizlere; Zühruf Suresi 44 Gerçek şu: Bu Kuran sana ve toplumuna elbette ki bir hatırlatıcı/bir düşündürücü/bir şeref/bir öğüttür. Bundan sorumlu tutulacaksınız. Bakın ne diyor Yaradan bu kitaptan sorumlusunuz. Bu kitaptan sorumlusunuz diyen Rabbim bizlerin birbirine düşmesi için mi acaba kadın başını örtmelidir namehremdir demeyi açıkca yazmamıştır dersiniz (HAŞA).”

Sahibi samimi görünüyor. Fakat samimiyetin tek başına yetmediğini de biliyorum.

“Aleyküm selam” sevgili okurum. Sabırla cevaplayacağım. Bu kadar karışık kafa sağlığa zararlıdır. Kafaları karıştırmak için akla atılan taşı çıkarmak, kör kuyuya atılan taşı çıkarmaktan bin kat daha zordur, bilirim. Umarım “kitabına uydurmak isteyen” biriyle değil de “kitaba uymak isteyen” biriyle karşı karşıyayımdır.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Başörtüsünün farziyyeti (2)

"Amacım yalnızca rabbimin gerçek yolunu Kur'an'dan bulmaktır" diyen bir okurunuz varsa, ciddiye alırsınız değil mi? Ben de, o dinini ciddiye aldığı için onu ciddiye aldım. Bu okur şöyle diyor:
"Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu söylenir, baştan bahsedilmez. "Arapçada kadınların başlarına örttükleri şeyin özel adı "hımar" değil "mikna" (doğrusu mikne'a SH) ve "nasıyf"tır. Hangi Arapça sözlüğe bakılırsa bakılsın "mikna(çoğulu mekani)" ve "nasıyfın" hanımların başlarını örttükleri kumaşın adı olduğu yazılıdır." Allah eğer "hımar" kelimesi ile başın örtülmesini isteseydi "hımarürres" gibi bir vurgulama ile başörtüsü diyebilirdi"
Bunlar, başkalarının kesesinden harcanan yalan-yanlış paketi sevgili okur. Kimin kesesinden almışsanız dolmuşa binmişsiniz. Buna, Kur'an'a uymak yerine Kur'an'ı kendinize uydurma sonucunda düştüğünüz çelişkiler de eklenince, iş içinden çıkılmaz olmuş.
Dert şu: Hımar ile başın örtülmesi kastedilseydi, içinde "baş" kelimesi geçerdi!
Peki, bu durumda bir önceki cümlede hanımların başlarına örttüğü şeyin adının "mikne'a" ve "nasif" olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz? Nerede bunların içinde baş?
Kişi hiçbir şey bilmese de haddini bilecek. "Hangi sözlüğü bakılırsa bakılsın" iddiası yapacak bir kişinin, asgariden sözlüklere bakması lazım. Baksaydı ne görürdü?
Tabi ki, Arapça'da kadınların kullandığı örtü mikna (doğrusu mikne'a) ve nasif'ten ibaret olmadığını. Şöyle ortalama bir Kur'an talebesi olsaydı, sözlükte şunları görürdü:
1. Burka' (veya burku'): Bütün yüzü örter. (Erkeğin kullandığına kına' denir).
2. Nikab: Bütün yüzü örtmeyip iki gözden birini açarak bağlanan başörtüsüdür.
3. Lifâm: Her iki gözü de burun üstünden itibaren açık bırakan başörtüsüdür.
4. Lisâm: Burun açıkta kalacak şekilde ağız üstünden örtülen örtüdür.
5. Hımar: Yüz hariç başın ve boynun tamamını örten ve Kur'an'da emredilen örtüdür.
6. Nasîf: Hımar'ın daha büyüğü, Anadolu'daki "atkı"ya benzer başörtüsüdür.
7. Mikne'a: Nasif'ten daha büyük olup bel altına kadar uzanan başörtüsüdür.
8. Cilbab: Yüz hariç baştan ayağa her tarafı örten örtüdür.
Hımar, lugat olarak tereddütsüz başla ilgilidir. İçki'ye de aklı örttüğü için aynı kökten "hamr" denilmiştir. İkisi arasındaki ortak nokta "baş" ile ilgili olmasıdır. Mesela küfr de "örtmek" demektir. Ama başa veya akla değil, kalbe nisbet edildiği için farklı kökten kullanılmıştır.
"Hani bunun içinde baş?" sorusu kasıtlı bir tahrif ve saptırma amacı taşımıyorsa, cehaletin daniskasıdır. Yukarıda Arapçada kullanılan tüm başörtüsü isimleri sıralanmıştır. Hiçbirinin içinde "baş" yoktur. Olmasına gerek de yoktur. Türkçede de bu böyledir: Yazma, yaşmak, atkı, bürgü, bürümcek, çarşaf, çar, yağlık, eşarp, tülbent… Bunların tümü de bacak değil başı örter ve içinde "baş" geçmez. Hoş Arapçada na'leyn, huffeteyn, cevrabeyn de ayağa giyilirler, ama içinde "ayak" geçmez. "Hani bunun ayağı?" diyerek bunların ayağa giyilmediğini söylemek ne kadar ciddi ise, "Hani bunun başı?" sorusu da o kadar ciddidir.
Okurumun cebinden harcadığı "kitabına uyduranlar" takımı ne diyor: "Hımar başı örtmez, göğüsleri örter?"
Yani? Yanisi şu: Hımar başörtüsü değil, göğüs örtüsüdür.
Peki, aynı mantıkla sormak gerekmez mi: Bir: Nerede bunun içinde göğüs? İki: Sen, örtü ayeti inmeden kadınların göğsü açık gezdiğini söylemiş oluyorsun, haberin var mı?
Bir alıntı daha yapalım "tüm maksadım Kur'an'ı anlamak" diyen okurumuzdan: Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu geçer. Yani hımarın başı kapatması değil, ayette açıkça yaka dekoltesini örtmesi istenir. (Yaka açığı manasına gelen 'cuub' (doğrusu "cuyub" SH) kelimesi hem bu ayette kapanılacak.."
Ey sevgili okur! Kur'an tüm âşıklarına önce haddini bilmeyi öğretir. Çünkü Kur'an haddini bilmezliği "cahiliye" olarak adlandırır ve ebediyen mahkûm eder. Zaten başörtüsü emrini de "haddini bilmezlik çağı" ile "Allah'a kayıtsız şartsız teslim olan insan" anlamındaki "Müslüman" kadına bir kişilik ve kimlik kazandırmak için emreder. Aynı zamanda O'nun "Rabbimin emri başım gözüm üstüne!" deyip demeyeceğini imtihan için emreder.
Ceyb; "aralık, açıklık, yırtık, yırtmaç, kesik, kopuk" anlamlarının tamamını kapsar. Başta aynı kökten türetilmiş olan "cep" olmak üzere, "açık yerler, göğüs yırtmacı, yaka açığı, kol açığı, elbise yırtığı", hülasa elbisenin tek parmağın içine gireceği tüm açık yerlerine denir. Hatta Kur'an, Semud kavminin kayaları yararak vadi oymasını da aynı kökten (cabu's-sahr) bir kelimeyle ifade eder. Soruyu zihinden "kesip" attığı için "cevab" da aynı köktendir.
Nur 31. ayetin başörtüsünü emreden cümlesi aslında neyi emretmektedir?
Açık ve net olarak şunu: Cahiliye döneminde bir aksesuar olarak başın üzerinden sırta atılan örtüyü bütün bir boynu ve gerdanı da kapatacak şekilde mazbutça örtmeyi.
Tabiî ki bu emir Allah'ın kitabına uyacaklar içindir. Kitaba uymak yerine kitabına uydurmaya ne gerek var? Yalan yanlış türrehatı yayıp vebale girmeye ne gerek var?
Unutmayalım İslam "teslim almak" değil "teslim olmak" manasına gelir.
Konu bitmedi, yer bitti. Devamı gelecek yazıya.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Başörtüsünün farziyyeti (3)

Bektaşi hikâyesini herkes bilir: Hocanın biri Bektaşi'ye "Niçin namaz kılmıyorsun?" der ve "Kur'an öyle emrediyor" cevabını alır. "Allah Allah, nerede emrediyor?" deyince, Bektaşi pişkin pişkin cevabı yapıştırır: "Lâ takrabu's-salat" (namaza yaklaşmayın) demiyor mu?" Hoca itiraz eder: "Devamını da okusana?" Maksadı kitaba değil kitabına uydurmak olan Bektaşi kaçamak yapar: "Ben hafız değilim."

Bu fıkrada dile gelen gerçek şu: İnsanın derdi hakikate uymak değil de hakikati kendisine uydurmaksa, Kur'an'ı bile buna alet eder. Bu yeni bir şey değil. Bazen kasıtsız, bazen kasıtlı yapılır bu. Daha sahabe döneminden bunun örneklerini biliyoruz.

Hz. Ömer'in hilafeti döneminde iki kafadar kafayı çekmiş, hesabını soranlara da Maide 93'ü göstermişti. Yine aynı dönemde bir kadın erkek kölesiyle zina yapmış, bunu nasıl yaptığını soranlara Mearic 30'u delil göstermişti.

Hariciler siyasi muhaliflerinin bebelerini öldürüyorlar, bunun delilini soranlara Kehf suresinin 74. ayetini okuyorlardı. Yine aynı zümre Hz. Ali'yi dinden dönmekle suçlayıp katlederken, Yusuf suresinin 40. ayetini delil getirdiler.

Bir zamanlar biriyle karşılaştım. Kıldığımız namazların Kur'an'ın emrettiği namaz olmadığını söylüyordu. Kur'an'ın emrettiği namazın nasıl kılınacağını sordum. Ayağa kalktı, kıbleye döndü, Fatiha'yı okudu, "İşte bu kadar" dedi. Yine bir zamanlar da bir grup esrarkeş münakaşa etmişler. Ellerine Mushaf'ı alıp "Esrar'ı haram kılan ayeti bize göster" diye yanıma gelmişlerdi.

Görüyorsunuz, iş çığırından çıkınca ortalık çamurdan geçilmez oluyor.

Başörtüsünün farziyyeti konusunda da mesele işte bu düzeyde ele alınıyor. Dini bir meseleyi konuşmanın bir usulü, üslubu ve adabı olduğu hatırlanmıyor. İnsanlar bozulan musluklarını tamir ettirmek için berbere gitmezken, iş dine gelince ilme ve ihtisasa hürmeti kimse hatırlamıyor. "Bilmiyorsanız Kur'an'ı (zikr) bilenlere sorun?" diyen Kur'an değilmiş gibi davranılıyor.

Kur'an'ın ortaya koyduğu bir hüküm yalnız lafızdan yola çıkılarak anlaşılamaz. Ona mana ve maksadı da eklemek şarttır. Maksadı öğrenmek için ise: 1) O konudaki tüm ayetleri iç ve dış bağlamlarından koparmadan tümevarım yöntemiyle okumaya tâbi tutmak; 2) Ahlakı Kur'an olan Hz. Peygamber'in o Kur'anî hükmü hayata nasıl tatbik ettiğini bilmek; 3) O hükmün tatbik edildiği nüzul ortamını bilmek şarttır.

Kur'an başı gökte ayakları yerde olan ilahi bir hitaptır. Başı manayı, ayakları lafzı, bastığı yer dış bağlamı/olguyu, baktığı yer teşri yönünü gösterir.

Geçen haddini bilmez bir tv programcısı, resmen Nur 31'den önce kadınların göğüsleri açık, hatta çıplak gezdiklerini söylüyordu. Buna da delil olarak Kâbe'yi çıplak tavaf etme geleneğini gösteriyordu.

Birincisi bu nadir bir haldi, yaygın bir uygulama değildi. İkincisi, hiçbir Mekkeli Kâbe'yi hiçbir zaman çıplak tavaf etmedi. Onlar Fil olayından sonra kendilerini "Allah'ın halkı" ilan ettiler ve "hums" adını verdiler. Dışardan gelmiş insanlara "hılli" adını verdiler. Bir hılli Kâbe'yi kendi elbisesiyle değil, "hums"tan birinin elbisesiyle tavaf etmeliydi. Böylece bir elbise kiralama sektörü doğdu. Çıplak tavaf, yalnızca elbise kiralayacak gücü olmayanlarla sınırlı nadir bir uygulamaydı. Buradan örtüsüzlüğe ne çıkar? Hiç!

Nur 31'de emredilen başörtüsü değil de ğöğüs ya da omuz örtüsü diyenler, bu ayet geldiğinde mümin hanımların göğüsleri açıkta gezdiğini söylemiş oluyorlar. Bu ayet zaten var olan örtünün doğru kullanılmasını emrediyor. Onları yanıltan, ayet geldiğinde kadınların başörtüsünü hiç tanımadıkları ön kabulüdür.

Oysa ki nüzul ortamında örtü yaygın olarak kullanılıyordu. Örtü hürriyet ve saygınlık alametiydi. Hz. Hatice Hz. Peygamber ile evlendiğinde örtülüydü. Örtünün o kadar saygın bir yeri vardı ki, bir kadının başörtüsüyle kesilen savaşlardan söz eder kaynaklar. Muhabbar sahibi şöyle bir olay anlatır: Ümmü Kırfe bt. Rebi'a b. Bedr, Malik oğullarından saygın bir kadındı. Ğatafan'dan iki ordu savaş için karşı karşıya geldi. Tam savaş başlayacaktı ki, bu kadın başörtüsünü iki ordu arasına astırarak savaşı önledi (be'aset hımârahâ fe'ullika beynehum fe'stalehû).

Kur'an "elbise"yi tıpkı ayet gibi Ademoğlu'na "inzal edilen" bir nimet olarak takdim eder (7:26). Giyinmekten maksadın cinselliği örtmek olduğunu, cinselliğin özel bir alan olduğunu dile getirir (7:25). Örtünmenin temelinde cinselliğin kamuya açılmaması ilkesi yatar. Örtünme emri, kadın-erkek ilişkisinin cinsiyet değil şahsiyet üzerinden gerçekleşmesi içindir. İlişkinin zehirlenmemesi içindir.

Örtünmenin sınırlarını koyan, kadını da erkeği de yaratandır. O yarattığını bilir. Mesele O'na güven meselesidir. Zaten imanın ahlaki tanımı "Allah'a güven" değil midir?

Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Peki, o sınırı kim koyacak? İslam bu soruya "Allah" diyor. Müslüman, buna iman edip Allah'ın hükmüne teslim olan demektir. Gerisi mi? Gerisi, Kur'an'ın (49:16) ifadesiyle "Allah'a din öğretmeye kalkmaktır". Neden kadın? Neden saç? Modern zihin nerede yanılıyor? Haftaya…

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Maksada gelelim

Kur'ani bir talimatı anlamanın yolu, o talimatın maksadını anlamaktan geçiyor. Maksadı anlamadan yapılacak her tartışma, körün taşı körün gözüne tartışmasıdır. Hiç kimseyi hiçbir yere götürmez.

İslami tesettürün mütemmim cüzü olan başörtüsü tartışmaları için de geçerli bu kural.

Maksadı anlamak için sorulacak esas soru şudur: Bu beden kimin?

Şimdi çok duyuyoruz: “Beden senin değil mi ayol, istediğin gibi kullan!” Veya: “Beden benim değil mi efe'm, istediğim gibi kullanırım.”

Aslında “Bu beden kimin?” sualine verdiği cevaba bakarak insanların Kur'an'a ve İslam'a göre nerede konuşlandıklarını anlayabilirsiniz.

Bu suale, bedeni, sahibinin mutlak mülkiyeti görerek; “Beden sahibinin malıdır, istediğini yapar” türünden cevap veren hiç kimsenin, Kur'an'ın tesettür emrini anlamasını bekleyemeyiz.

İp orada kopmuştur. Gerisi “üstü kalsın” durumudur.

Esasen bu soru sadece tesettür meselesiyle de sınırlı değildir. Aynı şey servet, hayat, evlat, tabiat, can, hava, su, toprak vs. için de geçerlidir.

İslam'a göre bu sualin cevabı açık ve nettir: Beden sahibine emanettir, tıpkı servetin, hayatın, canın, evladın, malın emanet olduğu gibi. Bedeni sahibinin mülkü zannedene tesettür emrini anlatmanız boşuna bir uğraştır. Servet sahibini mutlak malik sanan birine, “İsraf haramdır” hükmünü sittin sene çenenizi yorsanız izah edemezsiniz.

“Beden benim değil mi, istediğimi yaparım!” diyene İslam “Hayır, senin değildir, sana zimmetli bir emanettir!” der. Ruh asli sahibine vefa gösterip “teveffi” ettiğinde, beden de geldiği yere dönecektir. Sen emanete ihanet edip etmediğinin hesabını vermek üzere ilahi mahkemeye çıkarılacaksın.

İslam intiharı bunun için yasaklar. İntihar haramdır. Sadece intihar değil, insanın kendi bedenine zarar vermesi de haramdır. Yine zehir içmek haramdır, kendine işkence haramdır.

Kimse “Beden benim değil mi, ister asarım ister keserim” diyemez. “Hayır senin değildir” der İslam. Eğer kişi Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuşsa, yani Müslüman'sa, bu cevaba boyun eğmek durumundadır. Tutarlılık bunu gerektirir. Zira İslam, Allah'ın hakkını teslim etmek için O'na kayıtsız şartsız teslim olmaktır.

“Beden senindir, istediğin gibi kullan!” diyen modern tasavvur zinanın haramlığını da anlayamaz. İçkinin haramlığını da anlayamaz. Hülasa İslami sınırlara ikna olmaz. Ortada paradigma sorunu vardır. İki farklı dünya söz konusudur. Sözün özü: Allah'ın gör dediği yerden bakmayan, Allah'ın gösterdiğini göremez.

Tüm vahiylerin maksadını oluşturan can, akıl, din, nesil ve mal emniyetlerinin korunması, bütün bunlara “emanet” olarak bakmayı gerektirir. Bütün bunlara emanet olarak bakan ise, emanetin sahibinin koyduğu sınırlara riayet eder.

Sınırlar… Kim koyacak sınırları? Teoride herkes koyabilir. Ağzı olan konuşur, gücü olan yaptırım uygular, yetkisi olan kullanır. İyi de, vicdanda yankı bulmayan kurallar uygulayıcıları zorba, uygulananları ikiyüzlü yapar.

İnsanda bir vicdan inşa etme işi, daha doğru ifadesiyle zaten var olan vicdanı aktif ve aktüel hale getirme işi ideolojilerin, yasaların, kolluk güçlerinin, kamuoyu oluşturma araçlarının değil, inanç sistemlerinin işidir. Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. İşte Kur'an'ın tesettür düzenlemesi, bu alandaki sınırları gösterir.

Biri çıkıp sosyolojik, kültürel, siyasal ve hatta ekonomik açıdan dini bir meseleyi değerlendirebilir. Bu meyanda başörtüsünü, insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde algılayabilir veya algılamaz. Bütün bu tartışmaların alanı dînî değil “profan” alandır.

Fakat başörtüsünün İslam'daki ve Kur'an'daki yerini konuşacaksanız, işte orada tartışma zemin değiştirmiş demektir. Böyle bir tartışma yapacak kişi, önce bastığı zemine bir bakmalıdır. Profan, hatta seküler zeminde ayak diretip de, bir konunun dindeki yeri hakkında ahkam kesmek sahibini gülünç duruma düşürür.

Bir köşe yazarı çıkıyor, düpedüz laikçi bir zeminden konuşuyor. Militan laik, hatta ateist olduğu biliniyor. Fakat başörtüsünün İslam'daki yeri hakkında “fetva” veriyor. Evet, yanlış duymadınız; fetva veriyor. Avrupa'da hiç kavram olarak “laik papaz” kullanıldı mı bilmiyorum, ama bu durum da en az o kadar çelişkili; bir o kadar da traji-komik.

Bu yazıları yazmama sebep olan değerli okuruma son olarak bir çift sözüm var.

“Allah'ın bu meselede gerçek muradı nedir?” diye yola çıkan bir Kur'an aşığı, vara vara öyle bir noktaya gelmiş ki, orada kendini Rasulullah'ın, sahabenin, Hz. Aişe'nin, Hz. Fatıma'nın, müçtehid imamların uygulama ve tasdiklerinin karşısında, ama İlhan Selçuk'un, Fransız Masonlarının Üstad-ı Azamının, Bekir Coşkun'un, Türkan Saylan'ın, Özdemir İnce'nin ve bilumum İslam'a ve Kur'an'a mesafeli laikçilerin uygulama ve iddialarının yanında bulmuş. Sahi, ben şaşırmakta haksız mıyım?

Enes b. Malik'in beni hep titreten bir sözü vardır: “Nice Kur'an okuyan var ki, Kur'an ona lanet eder!”

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Yolnâme

Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak fakat arkana bakma...
Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de... Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

Yolcuya bakıp yolu tanıma. Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil, asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; yolsuz hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal...

“En doğru yol; en dikensiz yoldur” diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma. Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. Dikenine katlanmaktan sözedenler, aşıkmış gibi davrananlardır, gerçek aşık olanlarsa, dikenini de severler.

Dostum, yollar yürümek içindir. Fakat şu gerçeği de hiç unutma: Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir. Yol boyunca; Yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup, gelen geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik uyuşturucularla keyif çatanları, tel örgülerle çevirdiği yolu, kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı girip, 50. metrede yola yatanları, yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zar atanları, yürümeyi bırakıp, yol yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları, yanlış klavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.

Aldırma, yürü. Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Vahiy haritan, Nebi kılavuzun, akıl pusulan, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun. Doğru yol insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.

Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin. Unutma, tevbe özeleştiridir. Kendisini hesaba çeken, başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur. Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir. Yön tayini sık sık gerekli olabiliri. Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir. Bir şey daha: Pusulayı sahte manyetik alanlardan, parazitlerden, nesnelerden uzak tut. İbreni saptırırlar da haberin olmayabilir.

Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir. Bilincini tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak durmalısın. Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzerindeki saptırıcı etkiisini iyi hesap etmelisin. O'ndan başkasından korkarsan, korktuğunun başına musallat edileceğini kesinlikle bilmelisin. Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkuların tuzağıdır, yani kendi benliğinin sana kazdığı tuzak.

Hayırlı yolculuklar dostum.

MEHMET ŞEVKET EYGİ

Hizmet ve Hezimet

Bu düzen ve sistem zalimdir, kötüdür, çarpıktır, bâtıldır. Onun yerine âdil, iyi, doğru, dürüst, hak bir düzen getirmek için çalışmak gerekir.

Muhalefet yaparken, ellerinde imkân ve güç yok iken, bu düzenin aleyhinde bulunan; sonra ellerine fırsat geçince bozuk düzenin haram ve kirli nimetlerine tâlip olup saldıranlar haindir. İslâm dini adaleti emr eder. İslâm dini haram yemeyi kesinlikle yasak kılmıştır.

Bozuk düzenin haram, kirli, kara rantlarına talip olanlar, bunları devşirenler hıyanet içindedir.

Vaktiyle Hz. Ömer'in adaleti edebiyatı yapıp, sonra ellerine fırsat geçince deveyi hamuduyla yutanlar haindir.

Emanetlere hıyanet edenler, emanetleri ehline vermeyenler namaz da kılsalar emanet hainidir.

Kibir ve gurur büyük günahlardandır. Kibirliler ve mağrurlar yüksek Müslüman değil, alçak Müslümandır.

Müsrifler (israf yapanlar, saçıp savuranlar), ihtişam delileri beyinsizdir. Kur'ân israf yapanları "Şeytanın kardeşleri" olarak vasıflandırıyor.

Milyonlarca Müslüman sefalet ve sıkıntı içinde sürünürken kendileri Nemrud ve Firavun gibi debdebe, şaşaa, ihtişam, gösteriş, gurur, kibir, "ben neyim be" içinde lüks hayat sürenler haindir.

Fâsık-ı mütecâhir (Şeriatın yasakladığı büyük günahları açıkça ve küstahça işleyenler) merduttur.Böyle adamlardan köy olmaz kasaba olmaz.

Bir Müslüman ancak zaruret miktarı taqiyye yapabilir. Zaruret yoksa hiç yapamaz.

İslâm'a hizmet eden kimselerin temiz ve şeffaf olmaları birinci şarttır. Bulaşık, kirli, bulanık kimseler hizmet edemez, hezimet üretirler.

İslâm'ın temel emirlerinden biri de istikamettir, yani dosdoğru ve dürüst olmaktır. Kur'ân'da "Sana nasıl emr olunduysa öylece dosdoğru ol" emri verilmiştir. İslâmî hizmetlerde birinci ilke doğruluk, dürüstlük, samimiyet, niyet halisliğidir.

Hela süpürgesiyle cami temizliği yapılamaz. Ahlaka, fazilete, hikmete ters düşen metotlarla İslâm'a hizmet edilemez.

İslâm dininin prensiplerinden biri de şudur: "Helalin hesabı, haramın azabı vardır."

Dinimize, vatanımıza, halkımıza, devletimize (bozuk düzene değil!) doğru dürüst ve düzgün hizmet edenlerin ellerinden öperiz.

Hizmet perdesi ardında sömürenlere yazıklar olsun.

MEHMET BARLAS

Seçilmişlere muhalif ve atanmışlara yalaka olmak üzerine...

Yaşadığımız son askeri müdahale olan 28 Şubat 1997'deki "Post-modern darbe" nin bir ayağı olan merkez medyanın kalıntıları şimdi, kendilerini "Muhalif medya" olarak sunuyorlar ya.
Emir-komuta zinciri altında attıkları ortak manşetlerin bedelini sadece Dinç Bilgin ödediği için, aynı tutumu 21'inci yüzyıla da taşıdıkları takdirde yine kendilerinin yarasız beresiz bu dönemi de atlatacaklarını zannediyorlar.
Seçilmişleri "Rejim düşmanı" ve halkı "Bilinçsiz-cahil kalabalıklar" olarak sunmak, militarizme övgüler düzmek, liberal demokrasiyi "Tehlike" olarak görmek gerçekten muhalefet etmek anlamına geliyorsa, bunlar "Derin muhalefet" biçiminde görülebilirler.
Aslında "Muhalefet" kavramının kökenine indiğinizde, İbrahim Tatlıses'in "Pezevenk" kavramının etimolojik kökenine takılarak düştüğü duruma siz de düşebilirsiniz.
Hürriyet'in Kelebek ekinde Sema Eren'in İbrahim Tatlıses'le yaptığı gerçekten çok renkli bir söyleşi vardı. Söyleşide Tatlıses ATV'deki "İbo Show"a son vermesini anlatırken "... Gereksiz bir tatsızlıktı ama benim söylediğim de önemli bir şey değildi. Çok önem verdiler. O kelimeyi bir daha Azerbaycan'da kullanacağım" diyordu.

Azerbaycan lehçesinde
Söyleşinin bundan sonraki bölümü şöyleydi:
Soru- Yani 'pe..venk' kelimesini... Neden Azerbaycan'da kullanacaksınız, anlamadım?
Cevap- Pe..venk, Azeri dilinde "kodaman, yiğit, büyük adam" anlamına geliyor. Mesela, "Çok yahşi pe..venktir" derler. Şimdi ben internete girdim, rahmetli Haydar Aliyev, Süleyman Demirel için bu kelimeyi kullanmış. Ben de Azerbaycan'a gidip 'pe..venk' diye bağıracağım. Bunu dediğiniz zaman, adamların hoşuna gidiyor.
Açıkçası ilk kez duyuyordum "Pezevenk" kavramının Azeri lehçesinde övgü anlamında kullanıldığını.
Basın henüz medya olmadan gazeteleri başbayiden alıp dağıtan ikinci el bayilere "Pezevenk" denildiğini hatırlarım.
Dün ben de internete girip bu kavramın nerelerde nasıl kullanıldığına baktım.
Örneğin İsmet Zeki Eyüboğlu, "Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü" isimli kitabında pezevenk sözcüğünün, Farsça kapı tokmağı, sürgü, tıkaç anlamına gelen "pejavend" kelimesinden "kapı arkasında bekleyen kişi" olarak anlam değişmesiyle bugünkü halini aldığını söylemiş.

Çeşitli kökenler
Sevan Nişanyan'a göre de pezevenk kelimesi Ermenice "pozavak"tan geliyormuş. "Poz" fahişe "avak" ise bey, sahip demekmiş.
Bir internet sitesine göre de bu kavramın övgü biçiminde kullanılışı Kırgız dilindeymiş. Buna göre Demirel Kırgızistan'a gittiğinde kendisine alkışlar eşliğinde "pezevenk" demişler. Demirel'in kulağına pezevengin Kırgızcada "kahraman, yol gösterici" demek olduğu fısıldanınca, "teşekkür ederim, asıl pezevenk sizlersiniz" diyerek karşılık verdiği rivayet ediliyormuş...
Bir sitede ise Azeri lehçesinden verilen şu örnek vardı:
- Yolda azmış giderken bir pezevenge rastladım (Türkçesi: yolda kaybolmuş giderken iri yarı bir adama rastladım..)
Muhalif tanımı
Bunları öğrendikten sonra seçilmişlere muhalefet ve özellikle üniformalı atanmışlara yalakalık eden kesimi bir kenara bırakıp, "Muhalif"in kelime anlamını araştırdım internetten.
Yüzlerce tanımlama arasından en akla yakın bulduğum "Muhalif" tanımlaması şöyleydi:
- Olumsuzlayan; en iyi şartlara ulaşmak için sürekli negatif yaklaşan, bu yolla eksiklikleri görme, tanımlama, ortaya koyup çözüm üretme sürecini tetikleyen unsurdur. Şartların iyi olduğunu bilmesi, daha da iyi olamayacağı anlamına gelmediğini bildiğinden; sürekli şikâyet eden, asla memnun olmayan, mızmız, uyumsuz ve istenmeyen bir durumda yer alır her daim muhalif. "En"e yaklaşmak için, baş aşağı bakmayı tercih eder. Arızadır bir nevi, rüzgâra karşı işeyendir.

ERDAL ŞAFAK

AİHM'den al haberi

Türk halkı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ni (AİHM) iyice içselleştirdi. O kadar ki -gerçi henüz herhangi bir ankete konu olmadı ama- kamuoyunun AİHM'i en güvenilir adalet kurumu olarak algıladığını bile söyleyebiliriz.
İşte o AİHM üç gün önce "Bomba gibi" bir karar aldı: İspanyol adaletinin Herri Batasuna partisini yasaklamasını, yani kapatmasını onayladı.
Herri Batasuna ayrılıkçı terör örgütü ETA'nın siyasal koluydu. Bazılarına göre ise "Meşruiyet vitrini" işlevini görüyordu. İspanya Yüksek Mahkemesi, "Terör örgütüyle bağları bulunduğu" gerekçesiyle partinin kapatılmasına karar verdi.
Bunun üstüne Herri Batasuna yöneticileri davayı AİHM'e taşıdı. Mahkeme 1.5 yıl süren yargılamadan sonra üç gün önce kararını açıkladı: "Herri Batasuna partisi ve yöneticileri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi himayesinden yararlanamazlar!"

Demokrasi için tehlike
Oybirliğiyle alınan kararın gerekçesi daha da zehir-zemberek. Madde madde aktaralım:
"Yıllardır terör saldırılarına hedef olan İspanya'daki durum göz önüne alındığında, Herri Batasuna partisinin ETA örgütüyle bağları demokrasi için bir tehdit olarak değerlendirilebilir."
"İspanya Yüksek Mahkemesi'nin kapatma kararı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin ihlali anlamına gelmiyor. Tam tersine bu kararla acil bir toplumsal zorunluluğun gereği yapılmış oluyor."
"Mahkeme (Not: AİHM) dava konusu olan partinin yöneticilerinin söylem ve eylemlerinin, bu partinin tasarladığı ve amaçladığı toplum modelinin net bir görüntüsünü ortaya koyduğu, bu modelin demokratik toplum kavramıyla bağdaşmadığı ve İspanyol demokrasisi için güçlü bir tehlike oluşturduğunu belirledi. O nedenle kapatma kararının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin öngördüğü meşru amaca uygun olduğu sonucuna vardı."
"İspanyol yargıçların kapatma kararı, terörizmin övgüsünü yapanların mahkûm edilmesi konusundaki uluslararası kaygının yansıması olarak da kabul edilebilir." AİHM ayrıca Herri Batasuna'nın devamı olarak kurulan iki partinin yasadışı ilan edilmeleri ve üyelerinin bağımsız aday etiketiyle bile seçimlere sokulmamaları kararlarının da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı düşmediğine hükmetti. Yine oybirliğiyle!

Türkiye'deki yansımaları
AİHM kararının Türk hukuk ve yargı çevrelerinde de epey yankı yapacağından ve dikkatle incelenip değerlendirileceğinden eminiz.
Herhangi bir kasıt aramasınlar; Demokratik Toplum Partisi (DTP) yöneticilerine de 58 sayfa tutan AİHM gerekçeli kararını en azından hukukçularına inceletmelerini tavsiye ediyoruz. Karara ulaşmak çocuk oyuncağı; AİHM'in resmi sitesine girerlerse, birkaç dakikada indirebilirler.
Bu tavsiyemizi son derece meşru bir nedene veya olguya dayandırıyoruz: Malum, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın DTP'nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi'nde açtığı davanın artık son aşamasına girildi. DTP yetkilileri Yüce Mahkeme'den "Kapatma" kararı çıkarsa, AİHM'e gideceklerini birçok kez açıkladılar.
DTP'nin AİHM'in bu kararını derinlemesine irdelemesi menfaatine; çünkü Anayasa Mahkemesi'nden kapatma kararı çıkarsa, en azından "AİHM kararı emsal oluşturabilir mi", "AİHM, Herri Batasuna için aldığı kararı DTP için de tekrarlayabilir mi" gibi sorulara şimdiden yanıt aramaya başlamış olurlar.
Yok, kapatma kararı çıkmazsa, bu kez davanın karşı tarafının tasarlayabileceği yeni hukuki ve siyasal girişimlere karşı hazırlanmalarını sağlayacak zaman bulabilirler.
Yüce Mahkeme'den nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, AİHM kararının gerek hukukta, gerekse siyasette birçok taşı yerinden oynatacağını söylemek, hiç de abartılı olmaz.

ŞAMİL TAYYAR


Kritik MGK’da o gün neler oldu?


Yaklaşık 8 saat süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ve sonrasında gerçekleştirilen iki kademeli mini zirvenin ayrıntıları, sadece gazetecileri değil tüm kamuoyunu meraklandırıyordur.

Şunu söyleyebilirim, 28 Şubat 1997 günü 9 saat süren MGK toplantısından sonra devletin zirvesinde ‘rol dağılımı’ tartışmasının bu denli ve etraflıca tartışıldığını ilk kez duyuyorum. Bu yönüyle, kritik bir toplantıdır.

Toplantıyı daha da önemli kılan, şu yönüdür; çok partili siyasi hayata geçtikten sonra ilk kez ve bu ölçekte, askeri bürokrasinin ‘iktidar sınırları’ masaya yatırıldı.

Daha önce Annan Planı, Pişmanlık Yasası, AB müzakere süreci gibi spesifik konularda derin görüş ayrılıklarının yaşandığı toplantılar olmuştu. Ama hiç biri, doğrudan TSK’nin gelecek pozisyonuna dair değildi. Daha çok sivillere yeni rol biçiliyordu.

Evet...

Şekil itibariyle MGK’da yaşananları demokrasi tarihi açısından önemli merhale olarak görebiliriz, ama ortaya yeni bir mutabakat metninin çıktığını (şimdilik) söylemek de bir hayli zordur.

Şunu da belirtmeliyim, her şeye rağmen 28 Şubat’la karşılaştırıldığında, maç, tek kale oynanmamış, centilmence ancak kurallar dahilinde kıran kırana geçmiştir. Hatta siviller, psikolojik üstünlüğü sağlamıştır.



Başbuğ’un mesajları

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un MGK’daki mesajlarına dikkatle bakınca, basın toplantısından çok da farklı olmadığını görüyorsunuz. El yordamıyla toparlama yapıldığında, bu mesajları 9 noktada toplamak mümkündür.

1-Türkiye kritik bir süreçten geçiyor. Terörle mücadele, küresel ekonomik kriz ve bölgesel sorunlar gibi çok önemli konuları bırakıp enerjimizi boşa harcıyoruz.

2-Kurumlararası çatışma görüntüsü Türkiye Cumhuriyeti’nin imajını olumsuz etkiliyor.

3-Ülkenin bütünlüğü ve bekası ile doğrudan ilgili olan TSK’nin korunması hepimizin ortak sorumluluğudur.

4-TSK personeli arasında yıpratma kampanyasına karşı yalnız bırakılma algısı oluşuyor. Subaylarımız toplum önünde onur kırıcı söz ve eylemlere maruz bırakılıyor.

5-TSK hukuka ve demokrasiye bağlı, siyasetin dışındadır. Yakın tarihten herkes gibi biz de ders çıkardık.

6-TSK yıpranırsa Türkiye, güç kaybeder. Yeniden konumlandırma, hesaplaşma duygusuyla yapılmamalıdır.

7-TSK’ya karşı medya üzerinden yürütülen asimetrik psikolojik harekatın gerisinde aidiyeti mezkur cemaate ait olan kamu görevlileri (Emniyet) vardır. (Ergenekon) Operasyon bilgilerinin anında medyaya sızdırılması manidardır.

8-Fikrimiz sorulmadan ve sonuçları düşünülmeden (askeri) yargılamayla ilgili gece yarısı değişiklik yapılması doğru olmadı.

9-Sayın Cumhurbaşkanımızdan katkılarını bekliyoruz.

Külliyen yalan

Başbuğ’un bu mesajlarında dikkati çeken iki nokta var. Birincisi, basın toplantısından farklı olarak açıkça ‘cemaat’ vurgusu yapması ve Emniyet dahil kamu görevlilerine dikkat çekmesidir. İkincisi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sürece daha aktif katılımını isteme eğilimidir.

Hata dün başkent kulislerinde Başbuğ’a atfen, ‘Siz Cumhuriyetten ve devletten yana taraf olmak durumundasınız, siz hakem değil cumhuriyetin başısınız’ şeklinde Gül’e hitap ettiği dedikodusu bile dolaştı.

Ancak bu dedikoduyu aktardığımız Çankaya kaynakları, Cumhurbaşkanı Gül’ün bu iddia için ‘Külliyen yalan’ dediğini söylediler.

Erdoğan’ın mesajları

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın mesajlarını da dört noktada şöyle özetleyebiliriz:

1-TSK’nin yıpratılmasına asla müsaade etmeyiz. Görevleriyle ilgili ne tür talepleri olursa eksiksiz yerine getiririz.

2-Siyasete müdahale olursa buna izin vermeyiz, hükümetimize yönelik komplo iddialarının üzerine gitmekten asla vazgeçmeyiz.

3-Yargı sistemindeki çift başlılık AB’ne üyelik hedefleyen Türkiye için ayak bağıdır. Yargıda reform kaçınılmazdır. Elbette mahsurlu tarafları varsa bunu da oturur konuşuruz.

4-Diğer iddialarla (cemaat ve emniyet) ilgili elimizden geleni yaparız ama dedikodularla hareket etmeyiz.

Gül devreye girdi

Sonuçta toplantının içinde değiliz, o nedenle ifadeler tümüyle böyle olmayabilir. Ama edindiğimiz bilgiler ışığında, MGK toplantısının böyle bir atmosferde gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Ancak; MGK Bildirisi’ne Cumhurbaşkanı Gül’ün bizzat devreye girerek eklediği ‘Devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin tepkiler dile getirilmiş, bu faaliyetlerin ülkemize fayda sağlamayacağı teyit edilmiştir’ cümlesine rağmen, askeri şahıslara sivil yargı yolunu açan düzenlemeyle ilgili kesin mutabakat sağlanamıyor.

MGK toplantısından sonra Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ’u makam odasına davet ederek, bir süre üçlü görüşüyor. Mini zirvede izlenecek yöntemle ilgili mutabakat oluşunca, ayrıntıları ele almak üzere toplantıya Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin alınıyor.

Gül’ün önerisi üzerine, Cumhurbaşkanlığı hukukçularının yürüttüğü çalışmaya ek olarak Milli Savunma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Genelkurmay hukukçularının, sözkonusu kanunla ilgili ayrı ayrı hazırlayacağı raporların Çankaya’da birlikte değerlendirilmesi kararı alınıyor.

Gül diyor ki: ‘Tüm raporlar bana gelsin. Ondan sonra bakarım, hukuk neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ederim.’

Uzun günün özeti: Hükümet ve Genelkurmay anlaşamadı. Son sözü Çankaya söyleyecek. Şimdi merak edilen şu: Gül, bu kanunu veto edecek mi etmeyecek mi?

Top Gül’de...

AHMET KEKEÇ

Keşke her mahkeme bu kadar hızlı olabilse...

Kıymetli Ergenekon sanığı Şener Eruygur Paşa’nın refikaları hanımefendi, bir dostuyla telefonda konuşurken, ilginç tahliye kararlarıyla gündeme gelen İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi için ‘bizdendir’ yakıştırmasında bulunmuştu.

Bu ses kaydı internet sitelerine düştü.

Günlerce tartışıldı.

Hanımefendi de, ‘Hayır, bu ses bana ait değildir’ demedi.

Mahkemeler esasında ‘kimdendir’, kimden yana olmalıdır?

Mahkemeler, biliyoruz ki, kararlarını ‘Türk milleti adına’ verir. Milletin bir ferdi olması hasebiyle Eruygur hanımefendi de, bu mahkemenin kendilerinden yana olduğunu söylemiş, bir hakikati faş etmiştir.

Mahkemeler elbette ‘bizdendir’ ve başat görevi hukuka uygun kararlar vermek, ‘devletin tasallutuna karşı bireyi korumak’tır.

Konuyu, ‘halka karşı psikolojik savaş belgesi’nin müellifi olduğu iddia edilen değerli Kurmay Albay Dursun Çiçek’e, dolayısıyla İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği jet tahliye kararına getirmek istiyorum.

Hukukçu değilim.

Tutuklama ve tahliye süreçlerini bilmem.

Fakat, şu ‘bilmeyen’ halimle, benim gözüme bile bazı tuhaflıklar çarptı.

Hayır, ‘tahliye kararı’nı sorgulamıyorum.

Mahkeme, bu kararı verirken, mutlaka haklı gerekçelere istinat etmiştir.

Benim dikkatimi, daha çok, mahkemenin olağanüstü hızı çekti.

Şu kara cahil halimle söktürmeye çalışayım. Ne olmuş, ne bitmiş?

Tutuklama kararı, önceki gece saat 00.30’da çıkıyor. Aynı anda avukat itiraz dilekçesini yazmaya başlıyor.

Mümkündür.

Dursun Çiçek, Hasdal Cezaevi’ne götürülmeden tahliye süreci başlıyor.

Bu da mümkündür.

Fakat, asıl tuhaflık şurada: İtirazı inceleyecek heyette eksik bulunduğu için, İstanbul Adalet Komisyonu, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi hakimlerinden Faik Saban’ı 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne tayin ediyor.

Hadi bu da mümkündür diyelim.

İtirazı değerlendirecek heyet, önlerinde 7 günlük yasal bir süre olmasına rağmen, hemen Ergenekon savcılarından mütalaa istiyor.

Mütalaa geliyor... Heyet, mesai saatinin bitmesine aldırmayarak ‘acil’ tarafından toplanıyor.

Ertesi gün beklenebilirdi. Ki, genellikle öyle olur.

Beklenmiyor.

Dosya hakkında önceden hiçbir hazırlığı bulunmayan hakimler incelemelerini tamamlıyor, kamuoyunun 20 gündür içinden çıkamadığı meseleyi 1 saat içinde ‘şıpın işi’ çözerek tahliye kararı veriyor. Karar, yine hiç vakit kaybetmeden, Hasdal Cezaevi’ne fakslanıyor.

Diyorlar ki, ‘Sabah 09.00’dan itibaren mahkeme heyetinin belirlenip, sonra da savcılardan görüş istenmesi, görüş geldikten sonra dosyadaki bilirkişi raporları, ifadeler, yazışmalar, yaklaşık 10 saat süren savcılık ve mahkeme ifadelerinin okunması ve sonuç olarak bir karara varılması nasıl bir güne sığdırılabildi?’

Bilmiyorum.

Bunu isterse, ‘Türk milleti’ adına karar veren yüce mahkeme heyeti açıklar.

İstemezse açıklamaz.

Ben ancak temennimi aktarabilirim:

Keşke bütün mahkemeler böyle ‘hızlı’ olabilse... Fena mı olur?

MEHMET ALTAN

Dünkü yazımın son iki satırı şöyleydi:

‘Askeri vesayetten kurtulmuş, doğru dürüst bir Türkiye isteyen herkesin çabalarını yürekten kutlamak gerek.

Hiç kuşkusuz son birkaç gün içindeki gelişmeler sayesinde, bugünkü Türkiye, dünden çok daha ileri bir Türkiye oldu...’

Albay Dursun Çiçek’in tahliye kararına rağmen, bu sabah da aynı kanaatteyim...

* * *

Albay Dursun Çiçek’in tahliyesi kamuoyunda ‘mahkeme tutukladı, mini zirve tahliye etti’ şeklinde yorumlandı.

Albay için tutuklama kararı veren mahkemenin bir üyesi izne çıkmasa, Albay Çiçek tutuklu kalmaya devam edecekti.

Ancak değişen bir şey yok...

Albay için açılan ‘gizli örgüt üyeliği’ davası devam ediyor, dosyadaki ağır itham belgeleri de yerli yerinde durmakta...

Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın ‘soruşturmaya gerek görmediği’ psikolojik savaş uzmanı Albay, şimdi tüm görünür ve görünmez çabalara rağmen sivil mahkemenin ‘Ergenekon’un yedek üyesi’ olma suçundan yargıladığı bir sanık...

* * *

Çok doğal bir yargı süreci gerçekleşmiş olsa bile...

Kitlelerin...

Bunun, askeriyenin baskısı sonucu bir ‘mini zirve tahliyesi’ olduğu yolundaki inancı değişmeyecek...

Bu jet tahliyenin doğal bir yargı süreci mi, yoksa pazarlıkların bir sonucu mu olduğu hususu ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bundan sonraki tasarruflarında billurlaşacak.

Milli Güvenlik Kurulu bildirisindeki kimi cümlelerin Cumhurbaşkanı tarafından ilave edildiğinin söylenmesi...

Hiçbir demokratik ülkede olmayan bir yetki alanına sahip askeri mahkemelerin, AB standartlarında bir noktaya geri çekilmesini sağlayan yasayı veto edeceğinin yaygın bir şekilde telaffuzu...

‘Askeri Başkomutan’ olarak davranıp, ‘Demokrasinin Başkomutanlığı’nı öksüz bırakacağına yönelik iddialar...

Bu toz duman içinde neyin doğru olduğunu birkaç gün içinde açıkça göreceğiz.

* * *

Ancak...

Bu süreçte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 27 Nisan Muhtırası’nı da asla unutmaması gerekiyor...

Bu anayasal suçun işlendiği sırada kimse ağzını açmadı, askeriyedekiler de dáhil olmak üzere ‘ağzını açmayanlar’ daha önemli konumlara geldi.

Üstelik kimse yargılanmadı...

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, ‘Kayserili bir tesviye teknisyeninin oğlunu Cumhurbaşkanı olarak görmek istemediğini’ dayatan zorba zihniyet olduğu gibi duruyor.

Bu tür girişimleri anında yargılamaya yönelik AB standartlarında bir yasayı veto etmek nasıl izah edilebilir?

Demokrasiye karşı darbeciliğin, cuntacılığın dengesinden söz edilemeyeceğine göre...

Yasanın veto edilmesiyle hem demokrasiye, hem AB standartlarına kafa tutan köhne statüko teyit edilmiş olmayacak mı?

* * *

Abdullah Gül askeriye tarafından önü zorla kesilmek istenen bir Cumhurbaşkanı...

Ayrıca dün olduğu gibi bugün de AB’nin en önemli savunucularından biri...

Bunlara aykırı bir tasarruf, kendi çizgisiyle ters düşer...

Kamuoyu, Abdullah Gül’ün ‘Çankaya öncesi ve Çankaya sonrası’ gibi birbiriyle zıt bir anlayışla davranmayacağından emindir herhalde...

* * *

Üstelik Türkiye, tüm çabalara ve karanlık oyunlara rağmen yarının bugünden daha iyi olacağı bir evreye ulaştı...

İnanmayan, ‘gizli örgüt üyesi’ olmaktan sanık Albay Çiçek’e sorsun...

2 Temmuz 2009 Perşembe

SEYFETTİN GÜRSEL

Çıkış hızlı olabilir

Yılın ilk üç ayında ekonomik daralma, en kötümserleri bile yaya bıraktı. Ekonomi geçen yıla kıyasla yüzde 13,8 oranında küçüldü. Şahsen yüzde 11'e yakın bir küçülme bekliyordum. Gerçekleşme, tahminimin neredeyse 3 puan üzerinde oldu. 2008'in son çeyreğinin tahmininde olduğu gibi bu kez de firmaların stok boşaltmalarının şiddetini yeterince tahmin edemedim. Küçülmenin yarısı stoklardaki erimeden kaynaklanıyor. Bu özellik sayesinde çıkış da beklenenden hızlı olabilir.
Yüzde 13,8 oranındaki küçülmenin tarihsel bir rekor olduğunu tüm yorumlarda okuyacaksınız. Bu şiddette bir küçülme aynı zamanda Türkiye'yi küresel krizden en çok etkilenen ülkelerin ilk sıralarına yerleştiriyor. Banka sisteminin sağlamlığı ile övünen Türkiye'de bu şiddette küçülme gerçekten şaşırtıcı. Küçülmenin kaynaklarına yakından bakalım.
Küçülmede en büyük pay özel yatırımların. Yıllık azalış yüzde 36'yı buluyor ve GSYH'nin 8.3 puan düşmesine neden oluyor. Kapasite kullanım oranındaki büyük gerilemeye bağlı olarak yatırımlarda muazzam bir düşüş var. Küçülmenin ikinci sorumlusu stok değişimi. Küçülmeye katkısı 7.1 puan. Firmaların stoklarını boşaltma eğilimi krizle birlikte geçen sonbaharda başlamıştı. Krizin küresel olması ve uzun süreceği beklentisi firmaları radikal bir stok politikasına yöneltmiş durumda: Adeta "sıfır stok" politikası izliyorlar. Talep düşerken firmaların olan talebi de bir ölçüde mevcut stoklardan karşılamaya kalkışmaları üretimde muazzam bir düşüşe neden olmuş durumda. GSYH'yi peşinden sürükleyen sanayi üretiminin neden bu kadar gerilediği şimdi daha iyi anlaşılıyor. Özel tüketim de yüzde 9,2 oranında gerilemiş. Küçülmeye katkısı 6.6 puan. Dayanıklı tüketim malları talebindeki çöküş gerilemede önemli rol oynamış.
GSYH'ye pozitif katkı yapan en büyük kalem, 2008'in 4. çeyreğinde olduğu gibi, net ihracat. Mal ve hizmet ihracatı bir yıl öncesine kıyasla yüzde 2,9 oranında düşerken ithalat yüzde 9,9 düşüyor. Dolayısıyla GSYH'ye pozitif katkı yapıyor. Net etki 7 puan. Devletin büyümeye katkısı toplamda 1.1 puan. Topladığınız zaman büyüme eksi yüzde 13,8 çıkıyor. Gerçekten çarpıcı bir rakam. Şimdi soru şu: Bu şiddetli daralmanın etkileri neler olacak?
Akla gelen ilk etki, IMF konusunda hükümetin elinin zorlanabileceği. Ancak unutmayalım bu küçülme geçmişte kaldı. Bugün nispeten iyimser bir hava var. 2. çeyrekte küçülmenin durduğuna dair işaretler mevcut. Hükümet IMF'siz yola devam etme kararlılığını sürdürebilir. Ama yine de IMF'siz güven sorununun nasıl aşılacağı sorusu ortada duruyor. Bu sorun aşılmadan iç talepte güçlü ve kalıcı bir canlanma beklemek hayal.
Buna karşılık güven sorunu aşıldığı takdirde durgunluktan nispeten hızlı bir çıkış mümkün. Stoklarda bu ölçüde bir erime olmasaydı GSYH'de gerileme yüzde 7 civarında olacaktı. Bu yılın son üç ayına gelindiğinde firmaların artık boşaltacakları stokları olmayacak. Küresel krizin seyrine bağlı olarak yeniden stok oluşturmaya başlamaları mümkün. Bu durumda stok değişimi büyümeye az da olsa pozitif katkı yapmaya başlayabilir. Yatırımlarda da baz etkisiyle küçülme hemen hemen duracaktır. Eğer hükümet ortaya koyacağı mali perspektif ve reform politikaları ile güveni tesis edebilirse özel tüketimde artış beklenmelidir. Bu koşullarda pozitif büyümeye yılın son çeyreğinde yeniden kavuşabiliriz. Bunun için net ihracatın az da olsa pozitif katkı yapmaya devam etmesi gerekiyor.
Bu ancak ihracatta bir hamle ile mümkün. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Türkiye'nin ihtiyacı olan büyümeyi hem kısa hem uzun vadede ihracatı ithalattan daha hızlı artırarak başarabileceğiz. Bunun için de bütüncül bir yaklaşım gerekiyor.

NUH GÖNÜLTAŞ

Milli Savunma Bakanı diye bir bakanımız var mıydı?

Milli Savunma Bakanı diye bir bakan var kabinede.

Ama varlığı yokluğu belli değil.

Bir dostun deyimi ile 'sünger gibi bir bakanlık.'

Geleni gideni, olup biteni emiyor.

Kim, Milli Savunma Bakanı olursa olsun fark etmiyor, hepsi aynı durumda oluyor.

Sünger yani!

Askerin konumu ve durumu karşısında adeta Genelkurmay Başkanı'nın ve diğer 36 generalin emir eri durumunda.

Şu son "Demokrasiye ihanet belgesi" tartışmalarında Milli Savunma Bakanımız'dan konuya dair bir görüş, bir fikir, bir beyan, bir cümle, hatta bir kelime duyan varsa bize de söylesin, biz de duyalım.

İnsan hiç değilse konjonktür icabı Honduras'taki darbeye ve darbecilere karşı çıkan bir iki söz eder.

Nedir bu siniklik, nedir bu sivil acziyeti!

Oysa Milli Savunma Bakanı hükümetin TSK'daki sivil adamıdır.

Bakandır, yetkisi gücü vardır.

Genelkurmay Başkanı onu hiç takmıyor mesela.

Genelkurmay Başkanı bir sorunu olduğunda direkt başbakana geliyor. Eğer başbakan dirayetli biri olmasa işlerini Cumhurbaşkanı ile hallederler.

Oysa ilk görüşülecek noktanın Milli Savunma Bakanı olması gerekmez mi?

Milli Savunma Bakanları asker karşısında öyle sinik bir konum sergilemekteler ki rica etseniz bir er tayini bile yapamaz durumdalar.

İçeriyi bilmiyoruz ama dışarıdan bakıldığında Milli Savunma Bakanlığı'nın kapısı bile Genelkurmay Başkanı'nınkinin yanında gecekondu kapısı kalır.

İkisi arasındaki konum farkı daha kapıda başlıyor yani.

Milli Savunma Bakanı'nın bu duruma düşmesi 27 Mayıs Askeri Darbesi'nden sonra oldu.

Kısa bir tarihçe verirsek...

1920'de Erkanı Harbiye bakanlıktı. Önce İsmet Paşa, sonra da Fevzi Çakmak bakan oldu. 1926'de ise bakanlık kalktı riyaset kuruldu. Riyaset müstakillik anlamına geliyordu. 1944'te Fevzi Çakmak'tan sonra Genelkurmay Başbakanlığa bağlandı. 1949'da ise demokratikleşme ve tek elden yönetim sebebiyle Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı'nın dairesi haline geldi.

Tabi sonrasında 27 Mayıs Darbesi süreci tersine çevirdi.

Başbakanlığa bağlanmasının sebebi Genelkurmay'ın savaşa hazırlanırken bütün bakanlıklarla temas halinde olması zorunluluğu düşünülmüştü.

31 Mayıs 1949'da 5398 sayılı Milli Savunma Bakanlığı kuruluş ve görevlerine dair kanun çıkıyor. Bu kanunda "Cumhuriyet ordusunun hazırlanması ve idaresiyle görevli ve bu işlerden barışta ve seferde sorumlu olan Milli Savunma Bakanlığı, barışta harp kuvvetlerinin komutası kendisine verilmiş olan Genelkurmay Başkanlığı ile Bakanlık Müsteşarı'nın idaresi altındaki daireleri ihtiva eder."

Yani Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı'nın bir dairesi haline gelmiş oluyor.

Genelkurmay Başkanı'nın atanması da Milli Savunma Bakanı'nın teklifi ile Bakanlar Kurulu'na bırakılıyor. Kanunun gerekçesinde de bu durum demokrasi ile idare edilmenin bir zarureti deniliyor.

Ve 1960 Darbesi.

1960 Darbesi Genelkurmay'ı Başbakanlığa bağladı ve bu bağlılık Anayasa'ya yazıldı.

Bugün bu konuda Türkiye 1949'da yapılan demokratik atılımın çok daha gerisinde.

Bu duruma gelinmesinde sadece mevzuat değil, Milli Savunma Bakanı olarak atanan kişilerin karakterleri de önemli rol oynuyor.

Bize Genelkurmay Başkanları'nın emir eri gibi Milli Savunma Bakanları lazım değil.

Bugünkü haliyle Milli Savunma Bakanlığı iradesiz ve işlevsizdir.

Hatta Milli Savunma Bakanlığı (MSB) adı asker personel tarafından sivil hükümete emir verme makamı olarak kullanılıyor. Son örnek Milli Savunma Bakanlığı adına Adalet Bakanlığı'na gönderilen yazıdır. Yazıda Milli Savunma Bakanlığı Adalet Bakanlığı'na "TSK'ya sormadan askeri yargıyla ilgili düzenleme yapmayın" diyor.

Böyle bir MSB olmasındansa olmaması daha fazla sivilleşmeye hizmet eder!