3 Temmuz 2009 Cuma

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Can Azerbaycan

Müslüman fatihlerin İstanbul önlerine ulaşmadan çok önce Hazar-Kafkas bölgesine ulaştığını söylersem, İslam ile Hazar-Kafkas halklarının tanışmasının ne kadar erken döneme denk geldiğini ifade etmiş olurum herhalde.

Geçtiğimiz günlerde işte o toprakların bir parçası olan Azerbaycan'daydık. Sevinç ve hüzün aynı anda yaşanır mı? Biz Azerbaycan seferimiz boyunca bu iki duyguyu bir arada yaşadık. Bazen sevinç baskın geldi, bazen hüzün. Ne var ki, sevincimiz de hüznümüz de O'nun içindi.

Komünizmin Batı Avrupa'da icad edilip başka coğrafyalarda uygulanmasında bir hinlik görmüyor musunuz? Ben görüyorum. Komünizm, bir ideolojiyi inşa projesi olmaktan daha çok kadim ve yerleşik kimlikleri imha projesiydi. Nitekim proje ideolojik inşa anlamında tam bir fiyaskoyla neticelenirken kimliği imha anlamında başarılı (!) olmuştur.

Azerbaycan'da da görülen bu. Uçağımız ülke nüfusunun yarısını barındıran 4 milyon nüfuslu Bakü üzerinde turlarken gözlerim minare arıyor ama bulamıyor. İndiğimde öğreniyorum ülkenin yarısını barındıran şehirde minareli cami sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini.

Minare deyip de geçmeyin. Minareler şehrin şahadetnameleridir. Şehrin Müslüman kimliğini bize minareler söyler. Onlar mimarinin kelime-i şahadetidirler. Fakat sur içindeki avuç içi kadar bir alanda kurulu olan Eski Bakü'de 20'yi aşkın cami varken, yeni şehirde durum bu. Eski şehirdeki mescitleri turistik eşya dükkanı olarak görmek hüzün verici.

Bu, ülkenin kimlik krizine dair edindiğim ilk izlenim. Bu krizin mimari ile sınırlı olmadığını söylememe gerek yok. Sovyetler Komünizmi yerleştirmeyi başaramamış, fakat laisizmi yerleştirmeyi başarmış. Stalinist vahşete seyirci kalan hür dünya (!) bu sonucun hatırına ses çıkarmamıştı belki de.

Kimliğini arayan Azerbaycan, parayı bulmuş gözüküyor. 8.5 milyon nüfuslu ülkenin bir kısmı Ermenistan işgali altında. Bir milyon Karabağ göçmeni Bakü'de zor şartlar altında yaşıyor. Bütün bunlara rağmen ekonomik açıdan dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri. Gaz ve petrol ülkenin yüzünü güldürmüş. Bir yılda gayrı safi milli hasılada % 21 artış olmuş.

Pozitivist ve materyalist kafa şöyle düşünür: bir ülkenin refahıyla dindarlığı ters orantılıdır. Para bir kapıdan girince din öbür kapıdan çıkar.

Bu bizdeki malumların hurafesiydi. Bu ülkedeki refahın artışıyla halktaki dindarlığın da artışı karşısında afallamalarını nasıl unuturuz? Türkiye için geçerli olanın aynısı Azerbaycan için de geçerli. Üstelik bu Türkiye'nin 28 Şubat cinneti yıllarında Komünizmden yeni kurtulmuş Azerbaycan'a laiklik ihraç etmek gibi bir komiklik yapmasına rağmen böyle.

Azerbaycan halkı kimliğini arıyor. Sovyet döneminde tamamen mankurtlaştırılan bir zümre bizde olduğu gibi orda da var. Onlar neyi kaybettiklerinin farkında bile değiller. Onların derdi belli: Ver yiyeyim, ört yatayım. Fakat iyi yetişmiş seçkin ve dindar bir zümre oluşuyor Azerbaycan'da. Konferans verdiğim üniversitenin başta konferansın sunuculuğunu yapma nezaketi gösteren rektörü Hamlet Bey olmak üzere salonda bulunan hocaları ile özel sohbette bu izlenimim pekişiyor.

İlk şaşkınlığımı, eserlerimden birinin Azeri lehçesine çevrilmiş baskısını oturacağım koltuğun üzerinde bulduğumda yaşıyorum. Biraz sonra bu işin iki kahramanı çıkıp geliyorlar: Yegane Mirzayova ve Gülşen Gaffarova. İkisi de üniversitede hocalık yapan genç ve cevval iki hanım. Gözleri çakmak çakmak. İlk görüşmede ayaküstü sadece sözleriyle değil, kıyafetleriyle, gözleriyle, yüzleriyle ve dahi özleriyle öyle çok şey söylüyorlar ki, size “Allahu ekber” demek düşüyor. İslam'ın insanı dönüştürücü gücünün ihtişamını bir kez daha görüyorsunuz. Ondan sonra böyle onlarca genç kadın ve erkekle karşılaşıyoruz. Hepsi de iyi yetişmiş insanlar. Manevi Saflığa Davet Cemiyeti başkanı ve felsefe doktoru Elşen Mustafaoğlu, Premier Hotel'in sahibi nezaket abidesi Samir Hasanov, devlet tv'sinin şöhretli bir spikeriyken tesettürünü makam ve şöhrete tercih eden Solmaz Hanım, Azerbaycan'ın aydınlık geleceğini muştulayan güzel insanlar. Fakir, Solmaz Hanım'ın bir saatlik radyo röportajı boyunca mani olamadığı gözyaşlarını, imanı kundaklanmış Azerbaycan için kabule karin bir dua olarak okumuştur.

İkinci şaşkınlığımı, Azerbaycan Cuma imamı ve Şii Müslümanların sayılan âlimi (ülkenin % 70'i Şii/Ehl-i Beyt mezhebi mensubu) Hacı İlgar İbrahimoğlu'nun elinde makalelerimden oluşan bir tomar çıktıyı görünce yaşıyorum. Hacı Bey, hutbelerinde ve yazılarında kullandığı yazılarım için helallik ve izin istiyor.

Şehidler Hıyabanı'nda 1920-24 şehitlerinin kimliğini inceliyorum. Bire bir Çanakkale'ye benziyor. Konya, Kayseri, Kudüs, Kosova, Nablus, Kerkük, Bağdat, Beyrut, Şumnu, Şam, Diyarbakır, Samsun vs. doğumlu şehitler. Osmanlı haritası burada yatıyor.

Ve yüreğimde muhabbetten dağlar, dudaklarımda bizim ellerin şu deyimiyle dönüyorum haramiler tarafından biteviye kundaklanan mazlum ülkeme:

Kayseri'ye yaz gelir de Erciyes'e gelmez mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder