4 Temmuz 2009 Cumartesi

AHMET ALTAN

Ölçü

Bizim, özgür insanların nasıl yaşadığına dair hiçbir fikrimiz yok.

Çünkü böyle bir tecrübemiz yok.

Ne Osmanlı, ne de cumhuriyet, bu toprakların insanına bir özgürlük alanı açılmasına izin verdi.

İkinci Meşrutiyet döneminde biraz özgürlüğe benzer birşeyler oldu ama arkasından İttihatçılar bastırdı.

Şimdi yüzlerce yıldır yaşadığımız bir baskıdan, hiç bilmediğimiz bir hayat tarzına geçmeye hazırlanıyoruz.

Bir ülke yüzlerce yıldan beri baskıyla yönetiliyorsa, o baskıyı “meşru” gösterebilmek için çok derin ve köklü tabular da yaratılmış demektir.

“Tabusuz”, “kutsalsız” baskı rejimi olmaz çünkü.

Kimse, “kendine benzeyen sıradan birinin” kölesi olmayı kabul etmez.

Size “şöyle davranacaksın, şöyle düşüneceksin” diyen sesin mutlaka “insanüstü” bir yanı bulunması gerekir.

Onun için bol miktarda sıfat kullanılır, Atatürk “ulu önderdir”, ordu “şanlı” ordudur, devlet “yüce” devlettir, devlet görevlileri “koskoca” generaller, “koskoca” valilerdir.

Bütün bu sıfatlar, bu kavramlar ta çocukluğundan itibaren insanların beynine “eritilmiş demir” gibi dökülür ve orada donar.

Artık onlar, sorgulanmadan kabul edilecek, yer çekimi gibi, yağmur gibi doğal ve tartışılmaz “gerçeklerdir” insanlar için.

Bu kutsallıklar her baskı rejiminde, o rejimin özüne göre biçim değiştirir, İran’da bir kısım insanın diğer bir kısım insanı yönetebilmesi için “Allah”, “peygamber”, “Humeyni”dir ihtiyaç duyulan, oradaki yöneticiler verdikleri her kararı bu kutsallıkları destek alarak kabul ettirmeye uğraşırlar.

Sovyetler’de bu Marks ve Lenin’di.

Kuzey Kore’de “büyük önder”dir kullanılan tabu.

Baskı rejimleri, verdikleri kararların kendilerine sağladığı siyasi ve ekonomik çıkarları, aşılmazı çok zor olan bu görkemli duvarların arkasına saklarlar.

Çünkü baskı rejiminin “sırrı”, o rejimin asla “sorgulanmamasında” yatar.

Sorgulanmaya başladığı anda “rejim” de sarsılmaya başlar.

Bu yüzden, “sorgulamaya” başlayanlar derhal zindanlara atılarak, öldürülerek sahneden çıkarılır.

Ama her baskı rejiminin sonunu, onu var eden “kutsallık” getirir.

O kutsallığın arkasında öyle pervasızca hatalar, soygunlar, haksızlıklar yapıp biriktirirler ki bir zaman sonra artık “birikenler” hiçbir kutsallığın arkasına saklanamayacak kadar büyür.

Ve, kalabalıklar sorgulamaya başlar.

Ondan sonra rejimin kurtuluşu yoktur.

Mutlaka yıkılır ve yerine yeni bir düzen kurulur.

Bugün hem İran hem de Türkiye işte bu “yıkma, yapma” sürecinden geçiyor.

Türkiye, hiç görmediği işler görüyor.

“Şanlı ordu” ciddi biçimde sorgulanıyor.

Bütün o faili meçhuller, andıçlar, muhtıralar, cuntalar, yalanlar, adaletsiz kararlar yeniden projektörlerin altına getiriliyor.

Bu “kirli birikimi”, ordu ve rejim yandaşlarının, onların gazetelerinin, televizyonlarının, yazarlarının entelektüel düzeyde savunma imkânı yok.

Savunabilmek için son bir çabayla “entelektüel” kimliklerinden, saygıdeğerliklerinden, “demokrat” görünebilme arzularından vazgeçerek maskelerini atıp, darbeciliğin, baskının “kaba taraftarlığını” kabul etmek zorunda kalıyorlar ama bu da bir işe yaramıyor.

O noktayı geçtik çünkü.

Sorgulama bir kere başladı, insanlar “kuşku” duymayı öğrendi.

Böyle büyük sorgulama dönemleri ortalığın toz duman olduğu dönemlerdir.

“Tabularla” gerçekler çarpışırken, birçok çarpıtma, yalan, saptırma da olacak.

Gördüğümüz gerçeklerle, zihnimizde donmuş tabular çarpıştığında sıkışıklıklar, zihinsel ve ruhsal zorluklar yaşayacağız.

Bu zor zamanda, bugüne dek doğru diye bildiğimiz “tabularla” çatışırken, hatalardan, yanlışlardan, zedelenmelerden korunabilmek için “sağlam ölçülere” ihtiyacımız var.

Ne yazık ki yüzlerce yıldır baskı altında tutulan bu ülkenin içinde “gerçeğin, özgürlüğün, adaletin” sağlam ölçülerini bulmak mümkün değil.

O ölçüleri, bu aşamadan daha önce geçmiş, tabularından kurtulmuş, yeni ölçüler geliştirmiş olan dünyadan alacağız.

Bunun için en iyi örnek, üyelerinden biri olmaya çalıştığımız Avrupa.

Ölçüyü bulmak için Avrupa’nın “bizden ne istediğine” bakmaya gerek yok, Avrupa “kendisinden” ne istiyor, “kendisi” için ne yapıyor ona bakmak yeterli.

Avrupa’da siyaset nasıl, laiklik nasıl, demokrasi nasıl, ordu nasıl, adalet nasıl, bunlara bakarız.

Onların kullandığı ölçüler, çok uzun süren savaşların, sınıfsal ve ulusal çıkar çatışmalarının, mücadelelerin içinden süzülmüş.

Sadece bir ulusun, bir sınıfın, bir inancın insanları tarafından değil çeşitli uluslardan, sınıflardan, inançlardan gelen filozofların, bilim adamlarının, edebiyatçıların, siyasetçilerin tartışmalarıyla billurlaşmış.

Zaten bu ölçülerin temeline konan harcın “çok kaynaklı” olması, bu ölçüleri bir ulusun, bir sınıfın, bir ülkenin, bir kıtanın değil dünyanın malı yapıyor.

Dünyaya ait oldu için de, “dünyanın bir parçası” olan Türkiye’ye uyguladığınızda, buradaki bütün karmaşa netleşiveriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder