6 Haziran 2009 Cumartesi

Cehenneme duvar cennete yol olsak

Cehenneme duvar cennete yol olsak

YÜCE Allah kullarına, kullarından daha merhametlidir.

Daha toleranslıdır. Kulunun hata ve kusurlarını silmek için fırsatlar verir. Bazen meleklere günahları yazmayı unutturur. Halbuki dilerse azap eder. Dilerse imkán vermez. Mülk O’nun, güç O’nun, kudret O’nun.

Bizler yüce Rabbimizin merhametinden az nasipleniyoruz. İnsanların kol ve kanatlarını kırmaya çalışıyoruz. Káinat bizim çemberimizde dönsün istiyoruz. Allah için kolay olanı zor zannediyoruz. Öyle değil mi, yüce Allah herhangi bir şeye ol derse hemen oluvermez mi? Kim O’na direnebilir ki!

* * *

Biz bu dünyanın kadısı değiliz. Cennet veya cehenneme gönderme yetkisinde değiliz. Elimizde terazi de yok. Son kararı verecek terazi yüce Allah’ın katındadır. Biz ancak kanaat belirtebiliriz. O konuda da yanılma ihtimali taşırız. Kanaatimizi de "hüsn-ü niyet-olumlu bakış" noktasına taşımamızda fayda vardır.

Çünkü ahirette bizlere, "Neden insanlar hakkında karar vermediniz" sorusu sorulmayacaktır. "Neden insanları iyiye, güzele, doğruya, reşit olana çağırmadınız. Neden ’kavl-i leyyin-yumuşak söz’ ile gönül kazanmadınız, neden şerri en güzel şekilde savuşturmadınız, neden kirlenmiş yüzleri temiz sularla duru hale getirmediniz" diye sorulacaktır.

İmam Gazali’nin insanların iman durumuyla ilgili ölçüsü son derece ufuk açıcıdır. Bizler için, muhatap olduğumuz álem için o şöyle der: "Bir insanın dinin dışında olduğuna dair elimizde 99 delil var da, imanın içinde olduğuna dair bir tek delil varsa ben 99 delili bir tarafa bırakır, bir delile hükmederim. Onun mümin olduğuna karar veririm."

Makdisi’nin Tevvabun adlı eserinde anlattığı bir olay son derece ders vericidir. O şöyle anlatır: "Bir gün Peygamberimizin yanına gitmek için yola çıkarken Ebu Hureyre (RA), mescidin dışında kendisini bekleyen bir kadınla karşılaşır. Kadın, Hz. Ebu Hureyre’ye yaklaşır ve bir derdini paylaşmak istediğini söyler.

İslam hadis tarihinin yüz akı olan bu sahabi, buyur der. Kadın der ki: ’Ben zina ettim. Bu zinadan hamile kaldım, çocuğumu doğurdum. Sonra da bu çocuğu boğdum. Benim için bir af ve çıkış kapısı var mıdır?’ Ebu Hureyre, son derece hiddetlenir ve kadını kovar. Kadını kovarken de, ’Benden uzak dur, senin affın olacağını düşünemiyorum’ der. Kadın ağlayarak gider.

Ebu Hureyre, olayı Peygamberimize anlatınca Hz. Peygamber rahatsız olur. Ebu Hureyre’ye, buna hakkının olmadığını, yüce Allah’ın af kapısını örtme yetkisinin kimseye ait olmadığını söyler ve ’O kadına ümidini kaybetmemesi gerektiğini söyle’ der."

Nefret makamında olmamalıyız, başkasına haram saydığımızı kendimize helal saymamalıyız.

Dinin tek sahibi gibi hareket etmemeliyiz.

Dinin geniş çemberini daraltmamalıyız.

İnsanların imanları hakkında kendimizi söz sahibi saymamalıyız, cennet hepimize yetecek kadar geniştir.

* * *

Dünyanın diğer insanlarıyla aynıyız. Onların da iki kulağı, bir burnu, iki eli var. Hz. Adem’in sureti üzerindeyiz. O zaman gelin birbirimizi damgalamayalım. Cehennem veya azaba postalamayalım. Başkasının elinden din ve iman hakkını gasp etmeyelim.

Süslü koltuğumuzda, hiçbir şey yapmadan, insanlık için kılımızı kıpırdatmadan, mazlum için gözyaşı dökmeden, "Ey Allah’ın kulları" diyen Kuran kadar çerçeveyi genişletip insan kıvamıyla káinata bakmadan Rabbin rızasını kazanamayacağımızı düşünelim.

Son olmayacak son cümle: Maalesef soğukkanlılığımızı kaybettik. Sevgi ve toleransı kefene sarıp toprağa gömdük. Dilerim mahşerden önce toprağı açıp geri çıkarırız.

Nihat Hatipoğlu

Napolyon'dan Obama'ya Mısır hitabeleri

Obama'nın 4 Haziran'da Kahire'de yaptığı konuşma üzerinde durulmaya değer. Türkiye, İran ve Mısır'ı; İslam dünyasını ve taşları yeni döşenmekte olan küresel düzeni yakından ilgilendirmektedir.

Obama'nın neyi hedeflediklerini anlayabilmek için Kahire konuşmasını Ankara metniyle bir arada ele almak lazım.

Obama'nın neredeyse herkes tarafından olumlu karşılanan konuşması, bana bundan 211 sene önce Napolyon'un Mısır'da halka dağıttığı bildiriyi hatırlattı. Fransız İhtilali'nin muhteris çocuğu Napolyon'un hayalinde "Büyük İskender" vardı. Avrupa'da hakimiyet kurmanın yeterince insana şeref kazandırmadığını düşünen Napolyon'un hedefi, Hindistan'a kadar büyük bir imparatorluk kurmaktı. Bu küresel imparatorluğun başkenti İstanbul olacaktı. Gel gör ki, İstanbul ve Hindistan'a giden coğrafya Osmanlıların elindeydi. Napolyon, bu büyük sefere Mısır üzerinden gitmeyi planlıyordu. 1797 sonlarında İtalya'daki dostlarına yazdığı mektuplardan birinde, "Bu küçük Avrupa insana kâfi derecede şeref vermez. Doğu'ya gitmek lazım. Büyük şerefler oradadır. Meselâ Mısır'ı, Filistin'i ve Suriye'yi aldıktan sonra, ya Hind'e yürümeli, yahut Anadolu, İstanbul, Balkanlar üzerinden Doğu Avrupa'ya geçmeli, Fransa'nın üzerine Doğu'dan bir güneş gibi doğmalı." diyordu.

Napolyon'un bu sözleri, tarihsel ve coğrafi olarak daima ve ebediyen kenar (periferi) beşeri havzalar olarak kalacak olanların, (mesela İngiltere, Batı Avrupa, Rusya, Uzak Asya ve ABD'nin) niçin İslam coğrafyasına sadece petrol kuyularını ve enerji nakil hatlarını kontrol altına almak amacıyla değil, bunlar yanında yeryüzü gezegeninin din ve medeniyetler merkezi olan bu coğrafya üzerinde hakimiyet sağladıklarında ancak politik ve sosyo-kültürel şeref kazanacaklarına inandıkları için bir dürtünün hep onları bu bölgeye doğru ittiklerini göstermektedir. Bu dürtünün mahiyetini anlamak için farklı kavramlara ve düşünce malzemelerine ihtiyacımız vardır. Napolyon şöyle sesleniyordu:

"Ey Mısırlılar! Size, benim buraya dininizi yıkmak için geldiğim söylenecektir. Bu açık bir yalandır, inanmayınız. Zalimlere benim buraya gaspedilmiş haklarınızı iade için geldiğimi, Allah'a Memlüklerden daha fazla inandığımı ve Hz. Muhammed ile hayranlığımı celbeden Kur'an-ı Kerim'e saygılı olduğumu söyleyiniz. Nerede verimli arazi, kıymetli elbiseler, güzel esirler ve mükemmel evler varsa, hepsi Memlüklere ait. Eğer Mısır onların çiftliği ise Allah'ın bunu onlara verdiğine dair tapu senetlerini göstersinler. Allah adildir ve merhametlidir. Bundan böyle herkes idareye ortak olacak ve mutlu şekilde yaşayacak.

Ey şeyhler, imamlar ve diğer önde gelenler! Halka Fransızların da hakiki Müslüman olduklarını ve Osmanlıların şevketli padişahı ile her zaman dost bulunduklarını söyleyiniz. Amacımız, padişaha asi olan Memlükleri ezmektir. Bize hemen destek verecek olanlar müsterih olsunlar. Fakat Memlüklere katılacak olanların vay haline! Onlar için hiçbir kurtuluş yoktur, dünyadan izleri silinecektir."

Bu sözlerin ferasetleri zayıflamış Müslüman ahalinin ne kadar hoşuna gittiğini tahmin etmek güç değil. Nitekim Fransızlar, pek de zorlanmadan Mısır'a girdiler, girişlerinden sonra Mısır'da sömürgecilikle katmerlenecek karanlık bir tarih başladı. Fransa, eğer Napolyon'un bu yumuşak sömürgeci politikasını takip etseydi, İngilizlere büyük fark atacaktı. Fransa Üçüncü Cumhuriyet'le jakoben bir kimliğe büründü. Napolyon'un hedefinde "Memlükler" vardı, Obama'nınkinde "aşırılar". Bugün ABD, geleneksel İngiliz ve Fransız sömürgeciliği arasında bir stil tercih etme durumundadır. Bu "geleneksel modernlik" ile "küresel modernlik" arasındaki anlayış farkından kaynaklanıyor. Bill Clinton küresel modernlikten yanaydı; Bush her şeyi altüst etti. Obama ise yeni bir dil kurmak istiyor. Kahire konuşması, Napolyon'un bildirisine hiç de yabancı değil.
ALİ BULAÇ

5 Haziran 2009 Cuma

Madem birleşeceklerdi öyleyse neden DYP'yi böldüler?

Siyasetçilerin ve özellikle iktidardaki siyasetçilerin "Gerçek gündem"den kaçmaları pek mümkün değildir.
Bu tür kaçışlar siyasetle doğrudan ilişkisi bulunmayan meslek sahiplerinin ve özellikle biz gazete yazarlarının lüksüdür.
Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına geçtiğimde Başbakan Erdoğan "Ekonomik Teşvik Paketi"nin içeriğini açıklıyor, ABD Başkanı Obama konuşmasını yapmak için Kahire Üniversitesi'ne gidiyordu. TBMM'de kabul edilen Mayın Yasası kesinleşmek için, Cumhurbaşkanı'nın imzasını bekliyordu.
Gündem içeride de dışarıda da yoğundu.
Okyanus üzerinde düşen Air France uçağına ilişkin komplo teorileri de gündemdeydi.
Bu arada Avrupa Parlamentosu seçimleri ve İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimleri de vardı gündemde.
Başta da söylediğim gibi biz gazete yazarları bu gerçek ve sıcak gündemden kaçıp mesela baharın güzelliği veya kadın-erkek ilişkileri üzerinde çeşitlemeler yapabiliriz.
Ama bunu siyasetçiler yapamaz, yapmamalıdır.
Oysa bizim siyaset modelimizde bu da yapılıyor.
Önceki gün Ankara mahreçli bir haberi okumuş ve televizyon haberlerinde izlemişsinizdir.

Birleşme haberi
Satırbaşları ile bu haberi hatırlatalım:
- DP ile ANAP'ın birleşme görüşmeleri, eski ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın gözetiminde yapıldı. DP lideri Cindoruk, ANAP lideri Salih Uzun ve Mesut Yılmaz, Celal Bayar Köşkü'nde bir araya geldi. Uzun ve Cindoruk, görüşmenin ardından gazetecilere yaptıkları açıklamada, iki parti arasındaki birleşmenin Türkiye'nin geleceğinin inşa edilmesi açısından önemli olduğunu vurguladılar.
- Cindoruk da, siyasi geleneklerden en eskilerinin ve en başarılı olanların birleştirilmeye çalışıldığını vurgulayarak, "Partiler arasında anlaşmayı, uzlaşmayı, bütünleşmeyi önleyecek hiçbir pürüz kalmamıştır" diye konuştu. Görüşmeye katılan bağımsız Rize Milletvekili Mesut Yılmaz ise "ilk defa iki parti arasındaki bütünleşme çalışmalarının belli bir mekanizmaya kavuştuğunu" söyledi.
Bu birleşme çalışmalarında birleşen taraflar acaba "Kürt Realitesi" konusunda ne tür bir çözüm önerisine sahip olduklarını, ekonomik kriz ve IMF karşısındaki tutumlarını, AB'ye uyum için gerekli Anayasa değişikliğinin içeriği hakkındaki düşüncelerini, yıllardır temizlenemeyen mayın tarlaları üzerindeki görüşlerini falan birbirlerine açıkladılar mı?
Olay sadece Cindoruk'un söylediği gibi "En eski ve en başarılı siyasi gelenekler"in birleştirilmeye çalışılmasından öteye bir boyut taşımamakta mı?

Hangi gelenek?
Aslında bu "Gelenekler"in başında "Demokratlık" ve "Sivillik" bulunmakta değil mi?
Daha önceki DP-ANAP birleşme çabaları Cumhurbaşkanı Gül'ün seçiminin boykot edilmesi noktasında kilitlenmiş ve sonraki ilk genel seçimde iki parti de sandıklarda buharlaşmamışlar mıydı?
Ayrıca "Merkez sağ" diye nitelenen bu geleneğin başarılı olmasının siyasi yelpazenin bütün kanatlarının bir çatı altında toplanmasına bağlı olduğu gerçeği de, akıllarda değil mi?
Bu açıdan bakıldığında AK Parti'deki ve MHP'deki merkez sağ taban, "Aman Demirel-Cindoruk- Mesut Yılmaz birleşsinler de oylarımızı onlara verelim" beklentisi içindeler mi acaba?
Sadece "Bunlar gitsin biz gelelim" çizgisindeki bir gelenek, siyasi tarihte hangi başarıya ulaşmıştır ki?
Ayrıca birleşmek böylesine önemliyse, bunlar neden daha önce DYP'yi böldüler acaba?

Mehmet Barlas

ABD Başkanı Obama’dan güzel başlangıç, dileriz arkası gelir!

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama dün Kahire’deki tarihi sayılabilecek konuşmasıyla İslam dünyasına barış elini uzattı ve demokrasi çağrısı yaptı.
Aynı zamanda, Amerikan dış politikasında çatışma ve savaşa dayalı Bush dönemini kapatırken, diyalog ve uzlaşma kapısını açtı.
Yeni ve güzel bir başlangıç.
Dileriz arkası gelir.
Böyle diliyoruz, çünkü Başkan Obama’nın eğer Kahire Üniversitesi’nde söyledikleri gerçekleşebilirse, insanlık daha huzurlu bir dünyada yaşamaya başlar. Ortadoğu’da da nihayet barış ve istikrar dönemi açılır.
Bundan Türkiye de çok yararlanır.
Örneğin Başkan Obama, yalnız Ortadoğu’da değil, neredeyse tüm İslam dünyasında istikrarsızlık ve çatışmaların, daha doğrusu sorunların anası sayılan Filistin-İsrail sorunu konusunda son derece açık konuştu.
Filistinlilerin ‘bağımsız devlet’ hakkını kararlı bir dille vurgularken, İsrail’in yeni yerleşim merkezleri kurmasına kesin karşı çıktı. Ama aynı zamanda Filistin tarafında şiddet kullanımına son verilmesini istedi.
İran’a diyalog elini uzattı.
Amerika’nın bağımsızlık günü olan 4 Temmuz’da İran’lı diplomatların Amerikan sefaretlerine davet edileceklerini açıkladı.
İran’ın nükleer enerjiden barışçıl amaçlarla yararlanma hakkını savunurken, nükleer silahtan tümüyle yoksun bir dünya için -bunun içinde İsrail ve Amerika da var tabii- çalışacağına dair söz de verdi.
Başkan Obama, İslam dünyasına demokrasi ve insan hakları çağrısı yaparken, bu konuda kendi ülkesinin özellikle Başkan Bush dönemindeki sicilini de eleştirdi, Irak’la ilgili, 11 Eylül dünyasıyla ilgili günahlarını da gündeme getirdi.
Obama’nın konuşması, akla ister istemez İslam dünyasında, Arap dünyasında demokrasi ve hukuk devleti nasıl gerçekleşir sorusunu da getirdi.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri, Mısır’daki gibi otoriter Arap rejimleri kapılarını nasıl olacak da demokrasiye açabileceklerdi?
Otoriter rejimlerdeki baskının bu ülkelerde terör ve şiddeti siyaset olarak benimseyen örgütleri, radikal İslamcı akımları güçlendirdiği bilinirken, Amerika bu alanda neyi ne kadar ne yapabilirdi?
Çünkü, bu ülkelerde Başkan Obama’nın demokrasi açısından manevra alanı sanıldığı kadar geniş olmayabilirdi.
Kahire Üniversitesi’nde, “İktidar gücünü zorlamadan değil, halkın rızasından almalıdır” derken, Başkan Obama’yı dinlemekte olan Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek acaba bu sözden ne kadar hoşlanmış olabilirdi?
Başkan Obama’nın ‘dinsel özgürlükler’e ilişkin sözleri de güzeldi.
Kadınların örtünmeye zorlanmalarına da, ‘türban’dan dolayı kadınların eğitim hakkından yoksun bırakılmalarına da karşı çıktı.
Başını örtmeyi seçen kadının daha az eşit olduğunu reddederken, eğitim hakkı verilmeyen kadının eşitlikten mahrum kalacağının da altını çizdi.
Kız çocuklarının oğlan çocukları gibi eğitim hakkından mutlaka yararlanmaları söylerken, kadın-erkek eşitliğinin ortak refah açısından önemini de vurguladı.
Başkan Obama’nın dile getirmiş olduğu bu doğrular, acaba İslam dünyasının dinci, muhafazakar rejimlerinde, muhafazakar İslam kamuoyunda nasıl yankılanmış olabilirdi?..
Bu arada sözü Türkiye’ye de getirdi ve ülkesinin ‘medeniyetler ittifakı’ndaki liderliğini desteklediğini söyledi Başkan Obama.
Dinsel çeşitliliği savundu. Hiçbir inancın diğerine dayatılamayacağını belirtti. Sünni-Şii gibi bölünmüşlüklerin Irak örneğinde olduğu gibi yol açtığı şiddete karşı çıktı.
Şiddetin çıkmaz yol olduğunu vurguladı. Ülkesinde ‘işkence’yi koşulsuz olarak yasakladığını söyledi.
Amerika’nın İslam’la rekabet etmediğini, Amerika’nın İslam’la her hangi bir savaş içinde olmadığını, olmayacağını belirtti.
Bir noktayı daha vurguladı:
Geleceğe bakmak!
Geçmişin esiri kalarak, güzel bir gelecek kurulamaz diye genel kabul gören bir doğruyu da dile getirdi.
Evet, ABD Başkanı Obama dün Kahire’de barış ve demokrasi açısından güzel bir başlangıç yaptı.
Dileriz arkası gelir.

Hasan Cemal

AK Parti'yi kapatır, Cumhurbaşkanı'nı da indirirler!

22 Temmuz seçimlerinden sonra AK Parti'nin üzerine adeta ölü toprağı serpilmiş gibi.
Normal 0 21 MicrosoftInternetExplorer4

22 Temmuz'dan bu yana ne yaptı AK Parti Hükümeti?

İkinci kapatma davası da geliyor deniliyor ama AK Parti kılını kıpırdatmıyor.

İlk davada kıl payı kurtuldu ama bu defa skorun 11-0 olacağına dair sızıntılar haberlere yansıyor.

Ne yaptı AK Parti ciddi ciddi soralım.

Bir tek Cumhurbaşkanı seçti. Onda da Abdullah Gül ismi son dakikada kesinleşti. Tabandan gelen yoğun baskı olmasaydı o da olmayacaktı. Hatırlayın bazı gazeteler Vecdi Gönül, Nimet Çubukçu Cumhurbaşkanı manşetleri ile çıkmıştı.

Ergenekon meselesi mi?

Bu mesele ile AK Parti'nin ilgisi yok. Ergenekon davası kendi bağımsız mecraında sürüyor.

Siyaseti iyi koklayanlar son zamanlarda meydana gelen birkaç olaya dikkat çekiyorlar.

Bunlardan birisi Başbakan'ın 1. Ordu Komutanı ile karşılıklı ziyaretleşmesi.

Anayasa değişikliği konusunun rafa kaldırılması...

Ve tabii ki Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi meselesi...

Bir Başbakan protokolde bir bakandan daha düşük yeri olan bir Ordu Komutanı'nı niye ziyaret eder ki?

Karşılıklı iki görüşme oldu. Acaba bu görüşmelerde neler oldu? Kim kime ne dedi, ne gösterdi?

Neden hükümete karşı bunca hazırlığın olduğu görmezden geliniyor?

AK Parti'yi kapatma davasının eli kulağında olduğuna dair ciddi işaretler alınıyor.

Anayasa değişmedikçe, parti kapatma konusu zorlaştırılmadıkça bunların elinde büyük kozlar olduğunu görmezden gelmek kime ne kazandırır?

AK Parti'yi kapattıktan sonra Cumhurbaşkanı'nı Köşk'ten indirmek artık çocuk oyuncağı haline gelir.

AK Parti hükümeti anayasayı değiştirmemekle sadece kendisini değil, Cumhurbaşkanlığını da tehlikeye atıyor.

AK Parti gerileme dönemine mi giriyor acaba?

Galiba plan şu:

Öncelikle AK Parti haricinde etkin olabilecek bütün siyasi partiler devşirilecek. DSP-DP zaten belli. MHP'de dikkat ederseniz Koray Aydın'ın harekete geçtiğini görürsünüz. CHP zaten Ergenekon'un avukatı.

Bütün partiler devşirildikten sonra AK Parti'yi kapatacaklar.

AK Parti kapatılırken de halkın onayını almak için AK Parti yanlış politikalara yönlendirilecek. Tıpkı "Suriye sınırındaki mayınlı arazi" meselesinde olduğu gibi.

Yani bir nevi Amerikan kovboy filmlerindeki o meşhur sekanslar gibi... Kurbana doğrulttuğu silahla kendi mezarını kazdıran kovboylar gibi...

AK Parti'ye 'mezarını kendin kaz' diyorlar.

Milleti "madem öyle kapansın" noktasına getirecekler.

AK Parti'siz bir ortamda da ondan artakalanların bir kısmı birleşmiş DP'ye, bir kısmı Abdüllatif'e gider. Böylece bütün partiler Ergenekoncu olur.

Bu aşamadan sonra sıra Abdullah Gül'ün indirilmesine gelir.

Bu anlamda Deniz Baykal'ın hamleleri doğru. Güneydoğu hamlesi gibi, mayın meselesindeki tutumu gibi...

Ne diyor Baykal dikkat etmek lazım: Sen milletin toprağını nasıl satarsın? Sen bunun kararını nasıl alıyorsun? Senin kaç günlük ömrün var daha belli değil."
Nuh GÖNÜLTAŞ

4 Haziran 2009 Perşembe

Üzülüyorum

Bu hükümetin başarılı olmasını istiyorum. Bu hükümet döneminde soluduğumuz havadaki özgürlük dozunu önemsiyorum.
Normal 0 21 MicrosoftInternetExplorer4

İktidar olmanın, her alanda "kodu mu oturtmak" demek olmadığını biliyorum.

İktidar içinde reel-politik değerlendirmeler olmasını kaçınılmaz görüyorum.

Bu hükümet başarısız olursa, bedeli, sadece siyasi kadroların ödemeyeceği ve AK Parti ile akraba tüm alanların bedel ödeyeceğinden eminim.

Buna rağmen eleştirel duruyorum.

Ve eleştirel duruşun, bu siyasi kadro için hayırlı olduğuna inanıyorum.

Çünkü eleştirilerim hata yapılmasını önlemeye yönelik.

Bir insana, hatalarında bile "Aferin" diyenlerin dost olmadığını düşünüyorum.

Çünkü hatalarda "Aferin" demek, gidip duvara toslamasını çabuklaştırmak anlamına geliyor.

Mayın işi neden bu hale geldi?

Bunda, bizim, medyada eleştirel duranların bir kabahati mi oldu?

AK Parti grubundaki sancıyı biz mi oluşturduk?

Muhalefetin kamuoyundaki etkinliğini biz mi sağladık?

Başbakan'ın grup konuşmasındaki öfkeye bakıp, üzülüyorum.

Gruptaki çekimserliğe bakıp, yazarlara yüklenmeyi yadırgıyorum.

"Mayınları 5-6 tabur askerle temizlerim" diyen emekli albaya, "Sen emekli bir adamsın, işine bak" türü yaklaşımlar çok garip.

Yazarlara yönelik hamle!

Neyi çözer ki bu?

Kamuoyunda bir kuşku oluştu ve bunu tamamen, mayın işini kötü yöneten AK Parti grup yönetimi oluşturdu.

Ben de, Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki kişi olduğuna bütün kalbimle inanırım.

Ama dünyadaki işlerin Davos'tan ibaret olmadığını da biliyorum.

Belki de, sürecin hiçbir safhasında İsrailli firma düşünülmedi.

Ama o faşizan maşizan sözleri, o Ahmet-İzak karşılaştırmaları bilmem neler... "Bu işin içinde bir iş var" izlenimini doğurmadı mı? Bunu, kamuoyunu azıcık okuyan herkes görmüyor mu?

İşi bilenlerin hiç de gerekli görmediği "Yap-İşlet-Devret" maddesinin kanun teklifinde yer almasında öylesine esrarengiz bir ısrar söz konusu oldu ki, bu meseleye öylesine abanıldı ki, insanlar anlamsızlığa anlam vermeye yöneldiler.

Ve ister istemez bundan sorgulama çıktı.

AK Parti grubunda biraz sorgulayıcı duran herkesi dışlamak mı gerekiyor?

"Fatura mı ödüyoruz?" başlıklı yazımın sonlarında şu cümleler vardı:

"Şunu açıkça söyleyelim:

Bu işi bundan sonra İsrail'e yaptırmanın imkanı, şayet hükümet intihar etmeyi göze almıyorsa, yoktur.

İntihar etmeyi göze aldığında da hiç olmayacaktır."

Bu cümleleri yeniden okuduğumda, işe tersinden de bakılabileceğini düşünüyorum:

Hükümet belki de, bu işi asla İsrail'e vermemeyi, böyle tersinden bir eylemle gerçekleştirmiş oldu. Evet, artık çok düşük bir fiyat da verse, 44 yıllığına değil, 4 yıllığına da anlaşmaya yanaşsa, mayın işi İsrail'e verilemez hale geldi.

Aynı yazımdan şu cümleyi de almalıyım:

"Hükümet, iki ay önce yenilendi. Bence hükümeti ve AK Parti'yi bu "mayınlı alan"a sürmemek lazımdı. Çok büyük hata oldu."

Benim düşüncelerim, duygularım bu.

Bu duyguların karşılığı öfke olmamalı.

Hakan Albayrak'a verilecek cevap da öfke olmamalı.

Hükümetin yıpranmasına üzülüyorum. Ama hükümeti bizim eleştirilerimizden ziyade, kendi hatalarının yıprattığını düşünüyorum.

Hakan Albayrak'ın, Tayyip Erdoğan'ın sert konuşmasına cevap niteliğinde olan dünkü yazısı, Yeni Şafak'ın internet sayfasında yer aldı, gazetede yer almadı. (Yazı saat 11.00'de internet sitesinden de çıkarıldı, sonra saat 15.00'te yeniden kondu!)

2005, 19 Ağustos'unda Ahmet Taşgetiren için olduğu gibi...

Bunlar hoş şeyler değil.

1 Mart bir hükümet tezkeresi idi. Arkasında hükümet iradesi vardı. Karşı çıktık. Meclis reddetti. Hükümetin de hayrına oldu.

Bu mayın işinde de, yanlışta ısrar yerine, muhalif duruşu önemseyip, bunu bir fırsat bilip, rotayı düzeltmek, hükümetin hayrına olacaktır.

Fikri Akyüz'e: Takvim'deki yazınız ancak dün elime geçti. "Ahmet Taşgetiren'den Erdoğan'a ağır hakaret" başlıklı bir yazı yazmışsınız. İçeride de yazımı "Hınç dolu bir yazı" diye nitelemişsiniz. Nasıl desem doğru anlarsınız bilmem ki, o yazıda ne hakaret niyetim var, ne de hıncım söz konusu. Sadece başarısını önemsediğim bir kadronun yıpranması kaygısı... Ötesi sizin "zan" kalitenize kalmış. Ne diyeyim?
Ahmet TAŞGETİREN

Bu hanımefendi varken sana iktidar haram!

Sağolsun, demeye çalıştığımız şeyi, CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman bir tamam söylemiş... Arıtman hanımefendiyi farklı ve önemli kılan husus da bu...

Ne zaman meram güçlüğü çekseniz, imdadınıza yetişiyor.

Üstelik, doğrucu.

Lafı hiç gevelemiyor.

Mesela, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a mektup yazıp ‘zatıalilerini’ duruma el koymaya çağırmıştı.

Mensubu bulunduğu partinin görevi (ve konumu) bundan daha iyi nasıl özetlenebilirdi?

Bir konuşmasında da, başörtülüleri çok çirkin bulduğunu söylemişti. Hatta, daha da ileri gidip, Hayrünnisa Gül’ü penguene benzetmişti; ‘Çok çirkinler ayol. Cumhurbaşkanı’nın eşi de tıpkı penguene benziyor.’

Bu da, belli bir kesimin bilinçaltını deşifre etmesi açısından, oldukça yararlı bir açıklamaydı.

Demek ki, aynı zamanda işlevsel bir milletvekili, Canan Arıtman...

Peki bu kez ne yapmış?

Ulusalcı bir politikacı olarak, ülkemizi Amerika’ya şikayet etmiş. Üstelik, ulusalcılıklara pek de iyi gözle bakmayan Amerika’da...

Mesela, İsrail’in Gazze katliamına tepki olarak düzenlenen mitingleri ağır bir dille eleştirmiş ve bu mitingleri ‘korkunç’ bulduğunu söylemiş.

Bir de hayırlı bir jurnalde bulunmuş: ‘Orada Yahudi bir vatandaşımız olsaydı paramparça ederlerdi. İlkokul çocuklarından zorla Filistin için yardım parası topladılar. Bu hükümet Yahudi düşmanlığı yapıyor. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan şehit cenazelerinde gözyaşı dökmediler ama Filistin için hüngür hüngür ağladılar.’

Bitti mi?

Biter mi hiç?

Hazır Amerika’lara kadar gitmişken, Hamas belasını başımıza sardıran kişiyi de (herhalde ‘ilgili masa’nın ilgileneceği düşüncesiyle) bir güzel deşifre edivermiş: ‘BM, Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ediyor. Biz de BM’nin üyesiyiz. Hamas’ı Türkiye’ye getiren bugünkü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur. Amerikalıların bunları bilmesi lazım. Dikkat etsinler.’

Bitti mi?

Bitmiyor... Bitmeyecek...

Gül’ün, Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun icabına baktıkta sonra, ilk resmi ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştiren Barack Obama’nın da hatırını soruvermiş.

Obama’nın suçu daha büyük...

Durduk yerde ülkemizi ziyaret etmiş ve hiç de gereği yokken ‘demokrasi’ mesajı vermiş... Zaten çok başarısız bir geziymiş... Danışmanları yanlış enforme etmiş; bu yüzden, Obama’nın Türkiye’yi anlaması beklenemezmiş...

Canan hanımefendinin ‘şekva’ sadedinde söylediklerini okuyunca, aklıma bir numaralı Amerika düşmanı İlhan Selçuk geldi.

Hatta, Soner Çağaptay geldi.

Hatta Zeyno Baran geldi.

Çağaptay ve Baran meselesini ‘ilgili masa’ya, yani Taha Kıvanç’la Rasim Ozan Kütahyalı’ya bırakıyorum.

İlhan abi, ‘Türkiye’nin kaderine el koyması’ için, eski başkan George W. Bush’tan yardım istiyordu... Türkiye’yi bu gerici ve işbirlikçi hükümetten, kurtarsa kurtarsa, Amerika kurtarabilirdi. Böyle olmuyordu... Amerika ‘laikliğimize’ sahip çıkmalıydı..

İlhan abi hayal kırıklığına uğradı.

Canan hanımefendi de hayal kırıklığına uğrayacağını anlamış olacak ki, kurnazlık yapıp ‘Yahudi kartı’nı devreye sokuyor: ‘Bu hükümet Yahudi düşmanlığı yapıyor.’

Bunu söyleyen hanımefendi, bir süre önce, Cumhurbaşkanı Gül’ün kökeninden bahisle, ‘Ermeni’ kimliğini ‘suçlama nedeni’ saymıştı.

Bu hanımefendi, üstelik, bir solcu...

Bir sosyal demokrat...

Baykal’a, ‘Bu hanımefendi başınızı çok ağrıtacak’ demiştim ama, o, bırakın uyarı mekanizmasını devreye sokmayı, tutup bir de Parti Meclisi üyeliğiyle ödüllendirmişti.

Bir de ağlıyorlar, ‘Bu halk niçin bizi ciddiye almıyor? Niçin bir türlü iktidara getirmiyor?’ diye...

Bu halk niçin sizi ciddiye alsın?
Ahmet KEKEÇ

Bedelli de, tek tip askerlik de şimdilik gündemde değil

Amerikan-Türk Konseyi toplantıları için Washington'da bulunan Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ'un "Tek tip askerlik" konusunda yaptığı açıklamalar, çok geniş kitleler için en öncelikli gündem maddesine açıklık getirmekte.
"Zorunlu askerlik" konulu resmi ve yetkili açıklamalar sade 20 yaşına gelen ve geçen Türk erkeklerini ilgilendirmiyor.
Bunların aileleri, çalıştıkları işyerleri ve çalıştırdıkları insanlar da bu haberleri yakından izlemekteler.
Yaygın biçimde beklenen "Bedelli askerlik" in şu an için söz konusu olmadığı açıklandıktan sonra, gündeme bir de "Tek tip askerlik" haberleri oturmuştu.
Bedelli askerlik bekleyen kesimler, böylece daha uzun süreli askerlik yapacakları haberleri ile telaşa düşmüşlerdi.
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ Washington'daki açıklamasında "Herkes için tek tip, aynı süre askerlik" meselesine de açıklık getirdi.
Org. Başbuğ tek tip askerlik konusunda şöyle konuştu:
- Henüz bu uygulama başlayacak demek için çok erken. Birçok yeni düzenleme seçeneği üzerinde çalışıyoruz.
Sade kanunlar değil toplumsal gelenekler de, zorunlu olmasından öteye askerliği bir "vatani görev" olarak belirlemekte.

Zorunlu askerlik
Ancak zorunlu askerliğin çağın gereklerine uyarlanması gereği ve "Profesyonel askerlik" olgusunun dünyada giderek yaygınlaşması gibi olgular Türkiye'de de gündemde.
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan geçenlerde Star'daki yazısında bu meseleleri enine boyuna değerlendirirken, benim de paylaştığım şu noktaları vurgulamıştı:
- Aslında 'tek-tip askerlik'le ilgili tartışmanın temelinde zorunlu askerlik kurumu yatıyor. Bugün Türkiye'nin askerlik süresinin ne kadar olması gerektiğini değil de askerliği zorunlu olmaktan çıkarmayı konuşması gerekirdi. Türkiye'nin artık 'profesyonel askerlik' e geçmesi gerekiyor. Bu hem ilkesel-ahlaki nedenlerle hem de etkinlik mülahazasıyla tutulması gereken yoldur.
- Türkiye'nin halihazırdaki zorunlu askerlik sisteminin etkinlik ve verimlilikten uzak olduğu da açıktır. Bu sistem hem çok maliyetlidir, hem de -PKK'yla mücadele meselesinde görüldüğü gibi- yeterince sonuç alıcı değildir. Oysa ulusal savunmanın askerliği meslek olarak seçmiş, iyi eğitimli ve donanımlı daha az sayıda personelle şimdikinden çok daha etkin olarak sağlanması mümkündür.

Vatan hizmeti meselesi
- Mesele 'vatan sevgisi' veya 'vatan hizmeti' ise, ülkenin fiilen savunulması ihtiyacının ortaya çıkması durumunda, gücü yeten her yurttaşın silah başına koşacağından kuşku duymamalıyız. Zorunlu askerlik vatan sevgisinin göstergesi değildir.
Prof. Erdoğan'ın vurguladığı bu noktaların özünde ise "Askerlik" konusunda siyasi otoritenin etkinliği tartışması bulunmakta:
- ... Askeri bürokrasi öteden beri bu meselelerde karar yetkisi kendisine aitmiş gibi düşünüyor ve davranıyor. Oysa buna anayasal ve yasal olarak da yetkileri olmadığı açık. Bu meselede izlenecek siyasetin ne olacağını belirleme yetkisi şüphe yok ki hükümettedir. Genelkurmay bu konuda olsa olsa hükümetin belirlediği esaslar çerçevesinde teknik hazırlık yapabilir.
Bütün bu konuların ötesinde askerlik çağına gelmiş ya da geçmiş ama hâlâ askerlik yapmamış olan yüz binlerce insanı ilgilendiren açıklamayı hatırlatarak yazıyı noktalayalım:
- Tek tip tek süreli askerlik uygulaması başlayacak demek için çok erken. Birçok yeni düzenleme seçeneği üzerinde çalışıyoruz.

Mehmet Barlas

3 Haziran 2009 Çarşamba

Erbil'deki petrol kuyularından Türkiye'ye bakmak

Önceki gün Erbil'de bir tarihe tanıklık ettik. Çukurova Grubu'nun büyük hisseye sahip olduğu Genel Enerji, Kuzey Irak'ta petrol çıkarmaya başladı. İlk defa bir Türk firması Ortadoğu petrollerine elini bu kadar uzatabiliyor.
Bunun hem söz konusu şirkete hem de Türkiye'ye ekonomik olarak ciddi dönüşümleri var. Ancak yaşanan gelişme, ekonomik anlamından çok daha fazla siyasi anlamı bakımından önem arz ediyor.

Burada teknik bir bilgi vermekte yarar var. Kuzey Irak'ta çıkan petrol gelirleri direkt olarak Kuzey Irak'taki bölgesel Kürt yönetiminin kasasına gitmiyor. Bütün Irak sınırları içinde çıkan petrolden elde edilen gelir bir havuzda toplanıyor. Kuzey Irak bölgesel Kürt yönetimi bütün petrol gelirlerinin yüzde 17'sini alıyor. Bu bölgeden çıkan petrolden elde edilen gelir de o fona aktarılıyor. Yani Kuzey Irak petrolünün, bölgeye direkt olarak değil dolaylı olarak bir etkisi var.

Kuzey Irak'ta neredeyse hiç dokunulmamış çok zengin ve çok kaliteli petrol yatakları bulunuyor. Daha önce çıkarılması için adım atılmamış olan bu kaynaklar yeni yeni üretime kazandırılıyor ve bütün dünyanın gözü burada.

Osmanlı'nın yıkılmasından sonra Ortadoğu'yu petrole göre yeniden dizayn edenler, Türkleri bu petrolden olabildiğince uzak tutmaya özen gösterdiler. Önceki gün, Türklerin 90 yıldır yaklaştırılmadığı Ortadoğu petrollerine çoğunluk hisseleri Türklerin elinde olan bir şirket ilk defa uzandı. Bu ekonomik ve siyasi olduğu kadar simgesel anlamda da çok önemli bir gelişmeydi.

Kuzey Irak, biz ne kadar reddetsek de bizim doğal sınırlarımız içinde. Merkezi hükümetten aldığı yüzde 17'lik bütçeyle de her geçen gün gelişen, değişen, farklılaşan bir coğrafya. Özellikle bölgenin merkezi olan Erbil bir şantiye gibi. Kalenin etrafında gelişmiş eski Erbil, eskinin izlerini çok derin taşımasına rağmen şehrin geneli büyük bir inşaat alanı görüntüsüne bürünmüş durumda. Geniş caddeler, modern konferans salonları, yeni oteller vs. ile çok yakın gelecekte bölgenin parlayan yıldızı olmaya aday.

Tarihi Erbil Kalesi, içinde yaşayanlara şehrin başka yerlerinden evler verilerek boşaltmış. UNESCO'nun koruma altına aldığı bu alanda yakın bir zamanda restorasyon başlatılacak. Kale içinde çok ilginç bir müze var. Müze bölgedeki Kürt aşiretlerin halı, kilim ve takkelerinden örneklerin sergilendiği bir yer. Burada ayrıca tarımda kullanılan tahta aletler de yer alıyor. Yani bölgedeki Kürtlerin şehir medeniyeti oluşturabilmeleri için çok daha uzun yıllara ihtiyaçları var.

Kırmızı çizgilerimiz, bizim elimizi, kolumuzu, ayaklarımızı bağlarken, kırmızı çizgisi olmayan Norveç, Güney Kore, Çin, Rusya, Amerika şirketleriyle bölgedeki ekonomik gelişmeden payını almak için canhıraş bir şekilde çaba gösteriyor. Bununla birlikte marketlerin raflarını sınıra yakın şehirlerde üretilmiş Türk malları dolduruyor. Halkın Türkiye'ye bakışı da bir hayli pozitif. Özellikle Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan bölge halkı için bir fenomen, iki lidere de çok büyük sempati duyuyorlar.

Kuzey Irak'ın bağımsız bir devlet olması Türkiye'ye bağlı! Türkiye bu bölgeyi ötelemeye ve yok saymaya devam ederse uzun vadede bağımsız bir devletin ortaya çıkması kaçınılmaz. Ancak Türkiye doğal coğrafyasıyla barışır onu himayesine alırsa bunun önüne geçebilir. Böylelikle bölgedeki bütün devletlerden dayak yiyen ve bir hamiye ihtiyaç duyan Kürtler de bölge dışı güçlere yaslanmak zorunda kalmaz.

Hasılı; Çukurova Grubu'nun çoğunluk hisselerine sahip olduğu Genel Enerji'nin Kuzey Irak'tan petrol çıkarması yeni bir sürecin başlangıcı olması bakımından çok önemli. Türkiye kendi doğal hinterlandıyla yüz yüze geliyor.

Mehmet Kamış

'Frapan gazeteci' ne yapsın?!.

Türkiye-Avrupa ilişkilerinin ele alınacağı konferans için Madrid'e giderken, mezun olduktan sonra göremediğim bir arkadaşla karşılaşacağım aklımın ucundan geçmemişti.

Aynı sıralarda okuduğumuz arkadaş, kariyer olarak Dışişleri'ni seçmiş ve kıdemli bir diplomat olmuştu.

Kaderin cilvesi bu ya, konuşmacı olarak katıldığım konferansı, o rapor etmek için izliyordu. Konuşulanlar sakıncalı değildi. Ama yine de ona, "Raporu yazarken arkadaşlığımızı unutma." diye takıldım. Bu sözüme ne kadar uydu bilmiyorum, ama vakit buldukça hem hasret giderdik hem de birçok meseleyi konuştuk. Üniversiteden hatırladığım kadarıyla, ders dışında işlerle meşgul olmayan, Atatürkçü-sosyal demokrat çizgisi vardı. Ama yaşadıkları ve okumaları, onu bayağı değiştirmişti. İlber Hoca'nın kitapları, Osmanlı'ya bakışını olumlu yönde değiştirmişti. Yükselen dış politikada grafiğinden memnundu. Sıkı bir AB taraftarıydı. Demokrasideki eksiklerimizi Avrupa'dan daha iyi görüyor; AK Parti'nin reform çabasını önemli buluyordu. Askerin siyasete müdahalesinden, yargının demokrasiye uymayan kararlarından rahatsızdı.

Bir seçim atmosferinde bütün bunları konuştuğumuz için kendimi tutamayıp oy kullanma imkânı olsa hangi partiyi tercih edeceğini sordum. Anlattıkları, AK Parti'ye işaret ediyordu. Çünkü mevcutlar arasında yukarıdaki profile en yakın parti bu olabilirdi. Ama o 'CHP' dedi. CHP'nin ve lideri Deniz Baykal'ın askerin siyasete müdahalesinden düşünce özgürlüğüne, Kürt meselesinden AB reformlarına birçok konudaki tutumu ile bu tercihinin örtüşüp örtüşmediğini sorunca, dikkate alması halinde CHP'nin çok işine yarayacak bir tahlil yaptı. 367 krizinden 27 Nisan bildirisine, Kürt meselesinden 301. maddeye CHP'nin izlediği siyaseti yanlış buluyordu. Ona göre AB süreci, Atatürk'ün Türkiye'ye gösterdiği hedefti ve CHP'nin negatif tavrı anlamsızdı.

Kısaca, CHP'ye desteği, gönüllü ve rasyonel bir karar değil, artan kutuplaşmanın etkisiyle yaptığı zoraki bir tercihti. Demek ki, CHP gerçek sosyal demokrat bir çizgiye kavuşsa, birçok insanın zoraki değil, gönüllü desteğini alacak ve belki iktidar alternatifi olacaktı. Baykal, Türkiye'nin önünü açacak reformlara destek verse, sadece ülkeye değil, partisine de büyük hizmet etmiş olacaktı.

Geçtiğimiz yıl CHP'nin Brüksel'de bir ofis açması, 2002 ve 2003'te AB'ye verdiği desteği unutup ulusalcılıkta Kerinçsiz'le yarışa giren CHP'yi hayretle izleyen herkes için umut ışığı olmuştu. Ancak CHP milletvekili Şahin Mengü'nün, Almanya'da Ergenekon lehine yapılan bir toplantıda sarf ettiği sözler, başta Avrupalılar olmak üzere herkesi hayal kırıklığına uğrattı.

Zira, CHP'nin büroyu zorunluluktan açtığını söyleyen Mengü, şöyle diyordu: "Avrupalılara bazı şeyleri anlatmak demek, Avrupalılara teslim olmak anlamında değil. Ancak ben Brüksel'de yaşamışım, tanık oldum. Brüksel'de bir dinci gazetenin çok frapan bir temsilcisi var. Çok ciddi de para veriyorlar herhalde. Her gün AB'nin Türkiye ile ilgili yetkin kişileriyle bir arada bu adam. Ve Avrupalı, bizi bunların ağzından tanıyor. Şimdi burada hata bizde. Biz bu hatadan dönmeye başladık. Duymuşsunuzdur muhakkak, CHP evvela Brüksel'de bir temsilcilik açtı."

Mengü, bu sözlerle partisini düşürdüğü duruma dikkat etmeden, dinci diyerek Zaman'ı, frapan diyerek de aklınca Selçuk Gültaşlı'yı hedef aldı. CHP'li vekiller bununla da yetinmedi. Mersin milletvekili Ali Rıza Öztürk, Medya Müfettişi programında bu hakareti ele alan TRT aleyhine Meclis'e önerge verdi.

Halbuki Mengü'den öğrendiğimiz bu arka plandan habersiz Gültaşlı, CHP'nin açılımına ne kadar da sevinmişti. Çünkü o, sadece Brüksel'in nabzını tutmakla kalmıyor; terörden Ermeni meselesine, AK Parti'den Alevi konusuna, yeni Türkiye'nin gerçeklerinin Avrupa'da daha iyi anlaşılması için çabalıyordu. Frapan gazeteci, ileride Türkiye-AB ilişkilerini ele alacak olanların unutmaması gereken bir isimdi. Ona göre, CHP'nin Brüksel'e gelmesi de AB yolunda olumlu bir adımdı. Mengü'nün derdi, AB süreci ve Türkiye'nin demokratikleşmesi olsaydı, hangi gazeteye çalıştığına bakmadan onun bu uğurda yaptıklarıyla iftihar ederdi. Lütfedip onunla 5-10 dakika konuşsa, onun 'ilerici' fikirleri karşısında şaşıracaktı. Ama niyet bozuksa, frapan gazeteci ne yapsın. Umalım, bu tutum, Baykal'ın da paylaştığı bir yaklaşım olmasın...

Abdülhamit Bilici

2 Haziran 2009 Salı

Neden 'gâvursuz' memleket olmamalıydı?

Hakkını verelim; bu ülkeyi İttihatçılar ve onların izinden giden Kemalistler Türkleştirdi ve 'Müslümanlaştırdı'. Son yıllarında bile hâlâ oldukça çeşitli etnik unsurlardan oluşan bir imparatorluktan, başat değil 'tek' bir etnik unsura dayanan bir devlet yarattılar.
Bunu yapmanın bir gereği olarak da ülkeyi 'Müslümanlaştırdılar'. Nasıl mı? Asırlardır bu topraklarda yaşayan gayrimüslim unsurları Başbakan'ın 'hafif' deyimiyle 'kovarak'.

Bunlara birçok kişinin itirazı olmayabilir. Hatta, 'Türkleştirme' ve 'Müslümanlaştırma' işini İttihatçıların bu ülkeye yaptığı 'tek hizmet' olarak görenler de vardır. İttihatçıların her yaptığına karşı çıkanların, konu 1915 Ermeni tehcirine geldiğinde nasıl birer İttihatçı kesildiklerini, Talat Paşa'nın tavizsiz savunucusu haline geldiklerini de biliyorum. Türkiye'nin gayrimüslimlerden 'arındırılması'nın yöntemine karşı çıksalar bile 'amaç' itibarıyla bu politikaları sorgulamıyor birçokları; 1915 tehcirini, Türk-Yunan mübadelesini, Varlık Vergisi'ni ve 6-7 Eylül olaylarını mazur görüyorlar. Varsayalım 'doğru' bir şeydi yapılan. Peki, dikkatlerden kaçan şu iki sonucu biraz düşünmeye ne dersiniz? Bir; bu 'iş' bu ülke 'küçültülerek' yapıldı. İki, bu işi yaparken, yani 'onları' kovarken sadece vatan toprakları küçültülmedi, geride kalanları da yiyen bir 'dev' yaratıldı.

Birinci sonuca ilişkin; 'ne yapalım, başka türlü olmazdı. Küçük olsun ülkemiz ama bizim olsun' diyebilirsiniz. Peki, 'büyüklerimiz', devletin dönüşümüne razı olacaklarına, iktidarlarını kaybetmemek adına devleti yine küçültmeyi tercih ederlerse ne olacak? Kürt meselesini 'ayrılarak çözelim' lobisinden söz ediyorum. Razı mısınız etnik 'arılık' uğruna vatan topraklarının biraz daha küçülmesine? 'Arılaştırma' politikasına itiraz etmeyenlerin, bu sürecin yarattığı 'rejim'e de pek diyecekleri olamaz. Ne yani otoriter, elitist ve hatta yer yer faşizan bir devletin doğuşuyla memleketi gayrimüslimlerden arındırma süreci, tarihi ve misyonu arasında bir ilişki olmadığını mı sanıyorsunuz? Bu ikisinin nasıl da atbaşı gittiğini görmeden Türk ulus-devletinin otoriter kodlarını ve kurumlarını anlamak mümkün değildir.

'Tek uluslu-tek dinli devlet', gayrimüslimleri 'kovmak' için ve kovarken kuruldu. Sonra da ortadan kalkmadı, zaten kaldırılamazdı. Bu defa 'mekanizma' bize döndü, çünkü 'öteki' kalmamıştı. 'Mekanizma' hâlâ kurulu ve işler olduğu için geçmişi sorgulayamıyor, Kürt sorununu çözemiyor, başörtüsü yasağını kaldıramıyoruz. Bazılarımız da memleketine dönemiyorlar. Müslüman olmayan ülkedaşları, bir nüfus mühendisliğiyle göçe zorlayan, sindiren ve hatta yok eden bir devletin bu gücünü 'geride kalanlara' da uygulamasına kim engel olabilirdi? Nüfus mühendisliğini bırakıp siyaset mühendisliğine, din mühendisliğine başlayan 'aynı' devlettir. Etnik ve dinsel bakımlardan farklı olanı ortadan kaldıran 'devlet', daha doğrusu bu 'işlem'i yaparken 'oluşan', yaratılan 'dev-let' bir daha 'evcilleştirilemedi'. İttihatçıların başlatıp Kemalistlerin sürdürdüğü 'Türkleştirme ve Müslümanlaştırma' politikasının nedenleri üzerinde de ezber bozmak gerek.

Neden yaptılar bunu?

Etnik ve dinsel bakımdan belli bir 'türdeşlik' sağlanmadan 'tek tip' vatandaş 'yaratılamaz' da ondan. 'On yılda on milyon genç yaratamazsınız her yaştan' açıkça farklı, çoğul, çoğul olduğu kadar da güçlü ve dirençli bir insan/yurttaş topluluğu varsa elinizde... Türdeşlik projenizi baştan anlamsız ve hatta gülünç yapacak bir toplumsal/kültürel çoğulluğun üzerine oturuyorsanız tep tip eğitim, tek tip kıyafet dayatamazsınız.

Neden? Nüfusun tektipleştirilmesi, bölgeden, dünyadan soyutlanmış otoriter bir devlet yaratmanın şartıdır da ondan... Neden? Diğer ülkelerle çok yoğun ticari, sosyal, kültürel teması olan insanları memleketten kovmazsanız ülkeyi 'dışarıya kapatamazsınız' çünkü içerdekileri 'adam etmek' gerektiğinde... Bütün bunları yapamazsanız 'otoriter, ceberut' bir rejimin üzerine üç beş seçkinin iktidarını kuramazsınız. Memleketi 'gâvursuz' yapalım derken yarattığımız 'dev'i demokratik ve hukuka dayalı bir 'devlet'e dönüştüremiyoruz.


İhsan Dağı

1 Haziran 2009 Pazartesi

Zahit Akman’ın zor kararı

Almanya’daki Deniz Feneri soruşturması, 25 Nisan 2007 günü gerçekleştirilen polis baskınıyla başladı. Dernek binasındaki bilgisayar, muhasebe kayıtları ve diğer tüm belgelere el kondu. Yöneticiler Mehmet Gürhan, Mehmet Taşkan ve Firdevsi Ermiş tutuklandı.

Baskını tetikleyen gelişmeler ise Abdurrahim Vural ve Sema Tokgöz’ün farklı tarihlerde kaleme aldığı ihbar mektuplarıyla start aldı. Dediler ki: ‘Yardım paraları kötüye kullanıldı, ayrıca vergi kaçakçılığı yapıyorlar.’

Alman savcılığı iddianamesini hazırladı, derneğin yardım kampanyasında topladığı 41 milyon avronun 18 milyonluk kısmının amacına uygun kullanılmadığını, kuryeler aracılığıyla Türkiye’ye gönderildiğini iddia etti.

Tıpkı 12 Haziran 2007 tarihinde gerçekleştirilen Ümraniye Baskını gibi Almanya’daki Deniz Feneri davası, basit bir yolsuzluk davasıydı.

Nitekim, Almanya’daki Deniz Feneri ile ilgili gelişmeler, başlangıçta Doğan Grubu gazetelerinde kısa haber olarak yer aldı, sonra unutuldu, tümden üzerine yatıldı. İddiaların bini bir paraydı, kimse görmedi.

Yaklaşık 1.5 yıl böyle devam etti.

Dava nasıl yoldan çıktı?

İki kritik gelişme, Deniz Feneri’ne yüklenen anlamı değiştirdi, iktidar kavgasının en önemli silahı haline geldi.

Yeni misyonu şekillendiren birinci gelişme, 12 Haziran 2007’de başlayan çete operasyonunun Ergenekon’a dönüştürülmesiydi. Başlangıçta ABD’nin himayesindeki Ergenekon, 1 Mart 2003 tezkeresinden sonra yol ayrımına gelmiş, sonrasında Avrasya teziyle Rusya’nın etki alanına girmiş, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Almanya ve Fransa ile flört etmeye başlamıştı.

Derin Almanya, Ergenekon’un çökertilmesini hiç haz etmedi. Deniz Feneri’ne sarıldı, bu dava üzerinden iktidarı vurmaya başladı, Türk siyasetini etkilemeye çalıştı. Mahkeme kararı veya dosyasında olmayan birçok unsur, ‘tercüme’ hilesiyle basına sızdırıldı, aynı şekilde Türkiye’ye gönderildi.

Sanık Firdevsi Ermiş’in ‘yardım paralarını başbakanlığa götürdüm’ ifadesi, ‘başbakana götürdüm’ şeklinde sunuldu, derneğin emlak işlerini yürüten firmanın ilk ismi ‘Weiss’ kelimesinin ‘Beyaz’ anlamına geldiği belirtilerek AK Parti arasında bağlantı kurulmaya çalışıldı. Biraz zorlasalar, sunucu Beyaz’a kadar uzanacaklardı.

Amiyane tabirle, Alman Ergenekon’u işbaşındaydı. Başkomiser Alexander Böhm ise sözcü gibiydi. Dava, yolsuzluk davası olmaktan çıkarılıp rövanş duygusuyla Türkiye’deki siyaset tarlasını sürme operasyonuna dönüştürülüyordu.

Almanya lehine süreci güçlendiren ikinci gelişme, iktidar partisiyle Doğan Grubu arasındaki kavgaydı. Hilton arazisinde umutların suya düşmesi, rafineri planının yatması, Vatan Gazetesi’nin satışında pürüzler çıkması, SPK ve Maliye incelemeleri, frekans sorunu gibi bir dizi problem, davanın, Ergenekon’un karşısına dikilmesi için konjonktürü uygun hale getirdi.

1 Temmuz 2008’de iki emekli orgeneralin gözaltına alınması, ardından tutuklanmasıyla zaten Ergenekon geri dönüşü olmayan yola girmişti.

Şimdi kavga zamanı

2008 yılı Ağustos sonunda düğmeye basıldı. 1.5 yıldır dosyayı görmeyen gözler açıldı, raflardaki tozlar alındı ve piyasaya sürüldü.

Gündeme getirilen iddiaların hiç biri yeni değildi, dava dosyasında vardı, daha da vahimi dosyanın tümü, öncesinde Doğan Grubu’nun cevval kalemlerinin elindeydi.

17 Eylül 2008’de Alman mahkemesinin, dernek yöneticilerinden Mehmet Gürhan’ı 5 yıl 10 ay, Mehmet Taşkan’ı 2 yıl 9 ay ve Firdevsi Ermiş’i 1 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırmasıyla, hesap adamlarının işi daha da kolaylaştı.

Mahkeme, ellerindeki belge ve ifadelere göre çok haklı bir karar vermiş olabilir. Kaldı ki, kişisel kanaatim kararın doğru olduğu yönündedir. Sanıkların pişmanlıktan yararlanıp suçlarını itiraf etmeleri bile, yeter, artar bile.

İtirazım; yolsuzluk davasının, içinde cinayet, kundaklama, patlayıcı, silah, darbe ve komplolar bulunan Ergenekon davasıyla aynı terazinin kefelerinde tartıya çıkarılmak istenmesi, ilave olarak siyaset mühendisliğinin enstrümanı haline getirilmek istenmesinedir.

Bedeli AK Parti ödedi

Haklarını teslim etmek gerekir, başardılar. Hem Doğan Grubu hem CHP, bu süreci iyi yönetti. Kuşkusuz en büyük takdiri, Almanya kazandı! Olayda hiçbir sorumluluğu olmadığı halde en ağır bedeli AK Parti ödedi, ödemeye devam ediyor. Eğer, AK Parti, yanlışlarından ders çıkarmazsa, ilk seçimde daha ağır bir bedelle karşı karşıya kalabilir.

O nedenle, yolsuzluk iddialarının üzerine gidilmesinde daha cesaretlendirici olmalı, ne tür pislik varsa ortaya çıkarılıp sorumlularının cezalandırılması konusunda ‘engelleyen’ algısı oluşturmamalı, ancak davanın siyasallaştırılması ve Ergenekon’a karşı pazarlık aracı haline getirilmesinin önüne geçmelidir.

Ağızdan çıkan her lafın, atılan her adımın stratejik önemi olmalıdır. Çünkü; yakında Deniz Feneri’nin Türkiye ayağı dava konusu olur. Üç savcı titiz bir şekilde çalışmalarını sürdürüyorlar. Ellerinde dava açmayı gerektirecek tek ciddi belge olmasa bile dava açmaktan kaçınamazlar. Üzerlerinde öyle yoğun medya baskısı var ki, ancak topu mahkemeye atarak sıyırabilirler.

Savcılar, takipsizlik verseler bile, Sincan’da Osman ağabeyim var. Kale gibi, oradan asla top sekmez. Kaldı ki, yolsuzluk iddialarının üzerine gitmek, siyasetin, her şeyden önce iktidar partisinin asli görevidir.

Akman’ın kararı

Bu süreçte bir önemli görev ise RTÜK Başkanı Zahid Akman’a düşüyor. Hakkında henüz iddianame bile hazırlanmadı, ifadesi alınmadı, ama yargısız infaz ediliyor. Ortada ne günlükler, ne el bombası, ne law silahı, ne cinayet, ne siyasi komplo var, ama şimdiden hükmü verildi bile!

Şu da bir gerçek; CHP ve Ergenekon medyası öyle yoğun kampanya oluşturdu ki, gelinen noktada varlığı, istismarcıların değirmenine su taşımaktan öte anlam taşımaz oldu.

Akman bir karar vermeli, kalmak ve gitmek arasındaki hesabı iyi yapmalıdır. Unutmamalı, bazen daha yükseğe zıplamak için iki adım geri atmak gerekir. Şimdi, öyle bir an. İnançlı insan için istifa, hatta ölüm bile yenilgi değildir.

Şamil Tayyar

31 Mayıs 2009 Pazar

Eller tetikten çekilsin ama

Barışı soyut bir kavram olarak savunmayan kişiye ben daha rastlamadım.
Kim kalkıp da "Bırakalım insanlar birbirini öldürmeye devam etsin, katliamlar ilelebet devam etsin" der ki? Dolayısıyla önemli olan soyut barışseverlik değil, önümüzde duran somut durumda barışın nasıl sağlanacağı konusunda gerçekçi bir düşünce ortaya koymaktır.

Bugünler yine soyut barış temennilerini bolca işittiğimiz bir dönem.

Mesela Ahmet Türk... Aylardır barış diye çırpınıyor. Son konuşmalarından birinde, "Yeter ki barış gelsin, biz bütün faili meçhul cinayetleri de, Diyarbakır Cezaevi'nde çektiklerimizi de unutmaya hazırız" diyor. Ben Türk'ün kanı durdurma isteğindeki samimiyetine elbette inanıyorum.

Ama acaba sunduğu barış planı ne kadar gerçekçi?

Ahmet Türk, "herkes elini tetikten çeksin" derken, şunu görmek zorunda ki, bir ülkenin dağlarında yasadışı bir örgütün silahlı adamları dolaşıyorsa, o ülkenin güvenliğinden sorumlu güçler ellerini tetikten çekemez. "Varsın dağlarda dolaşsınlar, varsın ellerindeki silahlarla tehdit ve şantaja devam etsinler, ben onları etkisiz hale getirmeye çalışmayayım; oturup barışı bekleyeyim" diyemez. Bunu derse kendi görevini yapmamış, varlık sebebini inkar etmiş olur. Hele hele o silahlı adamlar bir yandan barıştan bahsederken bir yandan gün aşırı sekiz on askerimizi acımasızca katlediyorsa, böyle bir ortamda her iki tarafı aynı kefeye koyup "İki taraf da elini tetikten çeksin" demek; PKK şiddeti bitirmeden, silah bırakmadan güvenlik güçlerinin operasyonları durdurmasını beklemek; böyle bir şart koşmaya kalkmak, yapılan bütün barış çağrılarının havada kalması demektir.

Bugün kanı durdurmak isteyenlerin yüzlerini dönmeleri gereken yer PKK'dır. Barış istiyorsa, PKK silahı bırakmalı, devlet de eş zamanlı olarak toplumsal barışı sağlayacak bir af üzerinde çalışmalıdır.

X x x

Meseleyi çıkmaza sokan bir başka tutum da, PKK meselesinin bitirilmesiyle Kürt sorununun çözülmesini birbirine karıştırma tutumu.

Silah bırakma ve af, PKK sorununu çözmek ve şiddeti sonlandırmak için karşılıklı atılması gereken adımlar. Kürt sorununun çözümü ise çok daha karmaşık, çok daha uzun süreye yayılması beklenen ve en önemlisi de muhatabı farklı olan bambaşka bir süreç. Savaşı bitirmek için çeşitli devlet kurumlarının dolaylı biçimde de olsa PKK'yı muhatap almaları kaçınılmaz. Bugünlerde sık tekrarlanan bir deyişle, kiminle savaşıyorsanız, barışı da onunla imzalamak zorundasınız.

Peki bu durum, PKK'dan çok önce başlayan ve PKK tasfiye edildikten sonra da sürecek olan Kürt sorununu da PKK'yla pazarlık ederek çözeceğiz anlamına mı geliyor?

PKK'ya sorarsanız, evet!

Karayılan iki gün önce Hasan Cemal'le konuşurken "bağımsız devletten vazgeçtik, adem-i merkeziyetçi bir yönetim tarzı yeter" diyor. Ertesi günü yabancı basına verdiği bir başka demeçte ise fikir değiştirmiş; İskoç Modeli'nden, bir Kürt parlamentosundan söz ediyor.

Peki bu Karayılan, Kürt ve Türk halklarının bundan sonra nasıl bir yapı içinde birlikte yaşayacaklarını dikte etme hakkını nereden buluyor? Kürtlerin büyük çoğunluğunun federasyon mu, özerk bölge mi, bağımsızlık mı, adem-i merkeziyetçi bir yapı mı istediklerini nereden biliyor? Referandum mu yapmış? Nasıl oluyor da bütün Kürtler adına konuşabiliyor? Nasıl oluyor da "Kürt sorununun çözümü konusunda muhatap alınmayı bekliyor?"

Türkiye'de Kürt sorununun çözümünde başka modelleri savunan başka Kürt hareketleri de var. Mesela Hak-Par yıllardır federasyonu savunuyor. Bir başka Kürt hareketinin önemli isimlerinden Kemal Burkay, Karayılan'ın sürdürdüğü "model" pazarlığına karşı çıkarken "PKK'nın Kürtleri ölmüş eşek fiyatına sattığını" söylüyor.

Şimdi bir an için devletin Hak Par'ın ya da Kemal Burkay takipçilerinin "çözüm" önerilerini dikkate almayıp da PKK'nınkini kabul ettiğini düşünün. Bu durumda şimdiye kadar taleplerini demokratik sınırlar içinde ortaya koyan Kürtler cezalandırılırken isteklerini şiddet yoluyla dayatanlar ödüllendirilmiş olmaz mı? Ve yarın öbürgün diğer Kürt akımları da kendi isteklerini şiddet yoluyla ortaya koymaya kalkmaz mı?

Tekrar ve net bir biçimde koyalım: PKK'nın silah bırakma karşılığında bu toplumdan bekleyebileceği en büyük alicenaplık geniş kapsamlı bir aftır. Affa uğramış eski PKK'lılar ilerde elbette siyaset yapabilir ve Kürt sorunu konusundaki çözüm önerilerini siyaset zemininde ortaya koyabilirler. Ama bugün Türkiye halkına silah tehdidiyle herhangi bir "çözüm" dayatamazlar.

Bu çözümü bulup çıkaracak; kendi yapısına en uygun birlikte yaşama modelini oluşturacak olan iki halktır; iki halkın önderleri, siyasetçileri, demokratik kuruluşlarıdır. Barış ortamı sağlandığında ve bütün temsil kanalları açıldığında başlayacak olan demokratik bir tartışma süreci içinde ortaya çıkacaktır çözüm formülü.

O yüzden de Öcalan ya da Karayılan, böyle zafer kazanmış milli mücadele kahramanları edasıyla model pazarlıkları yapmayı bir yana bırakıp kendi paçalarını kurtarmaya çalışsalar iyi ederler. Böylece kanı durdurmak için, toplumsal bir barış için kapsamlı bir affa sıcak bakmaya başlayan kamuoyunu da tekrar karşılarına almamış olurlar.

Gülay Göktürk

Hükümetin en zayıf noktası!

Hükümetin en zayıf noktası nedir? Herkes kendi kendine sorabilir... Nedir? Nedir?

Herkes farklı bir cevap verebilir.

Ama belki de büyük çoğunluk aynı noktaya dikkat çekebilir; ve işte o zaman orada bir zayıf nokta olduğu kesindir. Hiç tartışma götürmez!

Bu hiç tartışma götürmez lafına bir mim koyunuz!

Hükümet bunu yapmamaktadır, en zayıf noktayı aramamakta, tartışmamaktadır, sormamaktadır ve icraatı böyle yürütmektedir ki -kanımca- en zayıflatan unsur buradan kaynaklanmaktadır.

Biraz sürrealist gidiyor Ankara, zamanın önünde yaşıyor; ‘tahayyül etmek yapmaktır’ diyor, oysa kafasında onayladığını topluma kabul ettiremiyor.

Yüzde binbeşyüz haklı olduğunda dahi!

Ve sanki ‘Aman ne haliniz varsa görün’ bezginliği içinde icraatı vatandaşa anlatmıyor. (Hizmetini pazarlamıyor da diyebiliriz.)

İşte en zayıf nokta budur!

* * *

Dev bütçeli filmler yapıldığında filmi küçük bir gruba önceden gösterip bir tür durumu kontrol ediyorlar...

Toplumun genelini temsil edecek şekilde seçilen bu insanlar, misal ‘şurası olmamış’ veya ‘burası böyle olsa’ dediğinde o tepkiyi değerlendiriyor, mercek altına alıyor ve gerekirse filmin sonunu bile değiştirip tekrar kontrol ediyorlar.

Bizim hükümet bu kontrolu pas geçerek kendi filmini -hiç kurgulamadan- vizyona sokuyor...

Ne oluyor?

Vizyon gerçekleşmiyor, proje rafa kalkıyor.

Ve ne yazık ki muhalefet ‘Nefis bir vizyonu, çok akıllı bir işi yapmayı beceremediler’ diye yükleneceğine...

‘Yapıcı olamıyorlar, icraat zayıf kalıyor, biz olsaydık hepsini ve fazlasını yapmıştık’ diyeceğine...

‘Yaptırtmadık’ diye övünüyor!

Türkiye’ye yatırım yapılmaması, reformların önünün kesilmesini başarı sayan bu muhalefet anlayışını da vatandaş asla iktidara taşımıyor, taşımaz da!

Gerçi ‘reelpolitik’ yaklaşacak olursak, muhalefet seçilen hükümetle seçen vatandaş arasına girmeyi (‘arasını açmayı’ tabiri sert olur ama çok yanlış olmaz) başarma yolunda mesafe alıyor.

Keşke yapıcı altermatif de sunsalar.

* * *

Dubai Kuleleri... İstemez, yıkıl!

Galataport... Olmaz, yallah!

Demedi mi vatandaş?

Dedi!

Bu görüşün ağır bastığı gerçeğini bir kenara bırakıp ‘İsrail firmasına 44 yıllığına ülkenin toprağını kiralayacağız’ projesiyle çıkıp gelindiğinde ülkeden gelen tepkinin ‘Nefis fikir, bravo helal olsun’ olması mı bekleniyordu?

Kamuoyu ile paylaşmadan, nihai sonucun vizyonunu anlatmadan -oldu bitti- icraat yapıldığında hem sonuç alınmıyor hem de herkes açısından zarar yazıyor.

Anayasa değişikliği için de benzer bir durum olduğunu söylemek mümkündür.

Peki ne yapmalı?

Vallahi şu ‘Kriz varsa çare de var’ kampanyasını düzenleyenlerden feyz alınmalı...

Hükümet harcama çeki verelim dediğinde ‘Sadaka istemez’ dediler, şimdi ‘alışveriş yapacağız harcama çeki verin’ diye öneri getiriyorlar; bu gidişle son aşamada ‘kriz bizi teğet geçti’ diye kampanya bitecek.

Kendilerini anlatmayı becerdikleri için inandırıcı olacaklar ve kriz gerçekten bitmiş olacak.

Ve de ülkeye yapılmış çok büyük bir hizmet olacak.

Biri yapabileceği icraatı pazarlayamıyor diğeri yapamayacağı icraatı satıyor; bir yanyana gelseler var ya...

Kimse tutamaz bizi!

Murat Birsel