20 Haziran 2009 Cumartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Peygamber balına konmuş sinek miyiz, yoksa o petekte bulunan arı mı?

Bir haftalığına gülistan olmak.

Ne güzel!

Derin’lerden pis kokuların yükseldiği ülkemin her tarafını, bir haftalığına da olsa gül kokusu saracak. Güler gülünün muhabbeti, bülbülleri coşturdu. Kargalar ve yarasalar, herhalde bundan rahatsız oluyorlardır.

Özellikle son yıllarda Kutlu Doğum Haftası’nın daha bir coşkulu geçmesini neye borçluyuz?

Ben mahut ve meşum “28 Şubat” budamasına diyorum. Budanan güller daha gür ve gümrah açıyor. Baksanıza, milletin dinine imanına tahammül edemeyenlerin hırçınlığına inat, sıradan insanlar daha fazla dindarlaşıyor. Allah’a savaş açan ebeveynlerin çocukları, Allah’a koşuyor. Buna ister “ilâhî intikam”, ister “rahmet-i Rahmân” deyin, bu böyle.

Malumlar bu dindarlaşmayı “tehlike” olarak algılıyorlar. Bir bakıma doğru.

Ama kim için tehlike?

Milletin dindarlaşmasının, kimler için tehlike oluşturduğunu tahmin edebilirsiniz.

Allah’ın kullarını kendi ideolojilerine ve sahte ilahlarına kul etmek isteyen özgürlük düşmanları için. Bu ülkeyi babasının çiftliği gibi kullanan ‘modern’ üfürükçüler, ‘ilerici’ hırsızlar, ‘çağdaş’ eşkıyalar için. Kumarbazlar, madrabazlar, hokkabazlar, düzenbazlar için. Alkol, kadın, uyuşturucu ve bilumum günah tacirleri için.

Mazbut bir aileye sahip olamadığı, böyle bir aile ortamından mahrum kaldığından, aileye ve aileyi ayakta tutan tüm değerlere düşman olan ahlaksızlar için. Nefsine kul şehvetine esir olduğundan dolayı, milletin körpe kızlarını potansiyel partner olarak görmek isteyen şehvetperestler için. Sigarasını yakmak için bütün bir ülkeyi kundaklamaktan çekinmeyecek kadar bencil ve çıkarcı sapıklar için.

Bu dindarlaşma sürecek.

Bir, bu dindarlaşmayı tehlike olarak görenlerin bu ülkeyi yüz yılın en kötü yönetilen ülkesi yaptıklarını millet ayan açık gördüğü için sürecek. İki, onların bu ülkeye verecek hiçbir şeyleri olmadığı için sürecek. Üç, bu zümrelerin, bu milletin cebinden safa sürüp keyif çattığı halde, her seferinde karnını doyurduğu çanağı kirlettiğini, hatta tekmeleyip kırdığını gördüğü için sürecek. Dört, mahut azgın azınlığın hiçbir sahici değerden nasibi olmadığı tecrübeyle sabit olduğu için sürecek. Beş, bu ülkenin başına örülen çoraplardan dindarların sorumlu olmadığı, sorumluların hep özüne yabancılaşmış, dinden imandan kopmuş zümreler arasından çıktığı için sürecek.

Hepsinden öte, bu dindarlaşma, Kur’an gibi bir rehber, Hz. Peygamber gibi üretilebilir bir model olduğu için sürecek.

Medeniyetimizin sıra dışı kafalarından, tarihin tanıdığı gerçek bir ‘entelektüel garip’ olan Ebu Hayan et-Tevhîdî (ömürlük hasılatı olan eserlerini toplayıp ateşe vermişti), “İnsan insanın en büyük sorunudur” der. Bununla zımnen şunu da demiş olur: insan Allah için bir sorun teşkil etmez, edemez. Ediyorsa –ki ediyor- insan yine kendisi için sorundur.

Değil mi ama? Bu memleket de dahil, mevcut dünyanın sorunlarını başlıklar halinde alt alta sıralayın bakalım. İnsânî, imânî, felsefî, ilmî, iktisâdî, siyâsî, askerî ve ekolojik sorunlarının tümünün temelinde yatan etmen ne? Tabii ki, “haddini-değerini bilmeyen” insan.

Peygamberlik kurumu, Allah’ın yeryüzüne açtığı en büyük kredi olan insan, haddini-değerini bilsin, sorunun değil çözümün parçası olsun diye, Allah tarafından ihdas edilmiş ulvi bir kurumdur.

Peygamberler, insanlığın “prototipleri”, hakîkî modelleridir. İnsanı yaratan ve yarattığını en iyi bilen Allah tarafından, “insan” olmak isteyen herkese (“insan doğulmaz, olunur”) sunulmuştur. Allah’ın sunduğu bu sahici modelleri göz ardı eden bir dünyanın, cilalı dünyanın sunduğu “fotomodellere” itibar etmekten başka çıkar yolu gözükmemektedir. Kılavuzu karga olanın varacağı yeri söylemeye gerek yok.

Alemlere rahmet Hz. Muhammed de “model” misyonuyla (usvetun hasenetun) gönderilmiştir. Bu misyonu ona Allah yüklemiştir. Onun alemlere rahmet olması, gayr-ı irâdî ve ‘vehbî’ bir oluş değil, irâdî ve kesbî bir oluştur. Fânî bedeniyle değil, bâkî misyonuyla alakalıdır. Bu misyona sahip çıkıp onu hayatlarına taşıyanlar, bunu yapabildikleri oranda Allah Rasulünün rahmet olduğu “âlemlere” dahil olurlar. Yoksa, onun âlemlere rahmet oluşu berikiler için bir ‘banko bilet’ değildir. Aksine, peygamberin misyonuna ihanet etmenin dünya ve ahiretteki bedelini öderler.

Unutmamalı ki, bir peygamber gerçek anlamda Ruhunu Allah’a teslim ettiği için değil, misyonunu sürdürenler bulunmadığı için ölür.

Şimdi, her mümin, Kur’an’ın “hayata dönüşmüş biçimi” olan Allah Rasulüyle ilgili tasavvurunu yoklasın. Biz Peygamber’in üreticisi miyiz, tüketicisi mi? Daha dobra soralım: Peygamber balına konmuş sinek miyiz, yoksa o petekte bulunan arı mı?

CENGİZ ÇANDAR

İran'ı izliyoruz nefesimizi tutarak...

İran’daki gelişmeler, Ortadoğu’nun yakın geleceğini, bu arada Obama’nın
‘siyasi kader çizgisi’ni ve Türkiye’nin konumunu da yakından etkileyecek önemde.
İran’ın ne yöne doğru yol alacağını veya nasıl savrulacağını kestirebilmek kolay değil. Doğudaki büyük komşumuz çok kendine özgü bir ülke. Bilinen yönetim mekanizmalarına sahip değil, bilinen kurallar da orada işlemiyor. Dolayısıyla, ‘bildik’ araçlarla
İran’da ne olup bittiğine kesin bir hüküm de veremezsiniz.
Türkiye’de iç politikaya ilişkin ‘tahlil şablonları’nı İran’a uygulamaya kalkışanlar yüzünden İran’da ne olup bittiğine ilişkin bizim kamuoyunda kafalar yeterince karışmış olmalı.
Bizim kerameti kendinden menkul ve bazıları ömürlerinde ya İran’a hiç ayak basmamış veya bir-iki kez ‘siyasi turizm’ nedeniyle basmış gazete yazarı konumundaki ‘İran sosyoloji uzmanları’, seçimleri Ahmedinecad’ın kazanmış olmasından yanalar ve ‘tahlil’leri bu arzularının üzerinde inşa ediliyor.
Bunlar ‘siyasi İslamcılık’ ile ‘Üçüncü Dünya solculuğu’na uzanan yelpazede konumlanmış vaziyetteler. Ellerinde birkaç ‘hazır giyim tahlil aracı’ mevcut. Örneğin, Batı, İran’ı karıştırmak istiyor; Ahmedinecad, Amerika’ya karşı olduğu ve dış baskılara karşı durduğu için İran’ı karıştırmak istiyorlar. Batı medyası İran’ın kırsal kesiminin Ahmedinecad yanlısı olduğuna hiç dikkat etmeden, Batı yanlısı şehirli orta sınıfların Musavi yanlısı olduğuna aldandı ve Musavi’nin seçimi kazanacağını sandı vs. vs...
Tüm önermeleri tepeden tırnağa yanlış.
***
Batı, İran’ı karıştırmak istemiyor. Batı’nın en fazla korktuğu, kaygılandığı hususların başında İran’ın istikrarsızlığı geliyor. Irak’ın 2003-2009 arasındaki istikrarsızlığının uluslararası sistemi nasıl sarstığı hatırlanırsa, daha önemli bir ‘jeopolitik alan’da yerleşik İran’ın istikrarsızlığı ve bunun yol açacağı belirsizlik, Batı’nın şu ara en az istediği şey.
Amerikan Başkanı Barack Obama, başkanlık koltuğuna oturduğu ilk günden beri İran’a elini uzatıyor. Nevruz mesajında İran halkını seslenmekle kalmadı, ‘İran İslam Cumhuriyeti ve liderleri’ sözcüklerine de yer vererek, İran’da ‘rejim değişikliği’ peşinde koşmadığını ilan etti. İran’da karışıklık, Obama’nın elinin havada kalmasına yol açabilecek gelişmeler, ABD tarafından çok arzu edilir şeyler değil ve daha şu sırada bile Obama, göstericiler arkasına desteğini açık biçimde koymamaktan ötürü Amerikan sağı tarafından ağır biçimde eleştirilmeye başlandı.
Bizim kerameti kendinden menkul ‘İran sosyoloji uzmanları’, kırsal kesimde Ahmedinecad desteğine vurgu yaparken, İran nüfusunun yüzde 70’inin şehirlerde yerleşik olduğunu hiç dikkate almıyorlar. Ayrıca, İran nüfusunun yaklaşık yüzde 75’inin 25 yaş altında olması ve seçimlere katılma oranının yüksekliği, Ahmedinecad’ın yüzde 63’lük bir oy oranıyla ilk turda seçilmesini imkânsız kılıyor.
İran’da katılım oranının yüksekliği, özellikle gençlerin sandığa gidişi reformist adayların şansını arttırıcı olarak görülüyor. Muhammed Hatemi için böyle oldu. Ayrıca, seçimler öncesi altı kez yapılan canlı televizyon tartışmalarında Mir Hüseyin Musavi’nin Ahmedinecad karşısında çok önemli bir üstünlük sağladığında hemen herkes hemfikir.
Keza, bir Azeri olan ve Azerbaycan’da sevildiği bilinen Mir Hüseyin Musavi’nin kendi kenti Tebriz’de Ahmedinecad’ın yüzde 57’lik oranına karşı, yüzde 42 ile yenik düşmesi de kimseye
inandırıcı gelmiyor.
Ayrıca, yüzde 84 gibi gayet yüksek katılımlı bir seçimin sonuçlarının bugüne dek raslanmadık bir hızla, iki saat içinde açıklanması ve Ahmedinecad’ın galip ilan edilmesi de seçimlerin sonucuna ilişkin kuşkuları besledi.
Tahran’dan dünkü New York Times’e yazı gönderen genç bir İranlı, bizdekine benzer ‘sosyologlar’ ile dalga geçiyordu. Tahran’a ve İran’a 1979 (İslam Devrimi’nin yılı) ölçüleri ve bilgileriyle bakarak yapılan değerlendirmelerin isabetsizliğini ‘Bir Yeni İran Devrimi’ başlıklı yazısında anlatıyordu.
İran’da şu an harekete geçen dinamikler, Ahmedinecad’ı değil, asıl onu arkalayan ve onu arkaladığını dün cuma hutbesinde ortaya koyan, seçim sonuçlarını savunan ve ‘sokağa’ karşı çıkan ‘Dini Önder’ ya da ‘Rehber’ Ali Khamenei’yi hedef alıyor.
Şimdi bakacağız, ‘Rehber’in hiç yapmadığı bir şeyi yaparak işin ciddiyetine bakıp ‘Cuma Hutbesi’ vermesinden ve olan-bitene noktaya koymasından sonra, başta Tahran, İran’da gösteriler devam edecek mi?
***
Etmezse, hırpalanmış, yıpranmış, ‘meşruiyeti tartışmalı’ bir İran ile baş başayız demektir. Öyle bir İran, her yöne gidebilir. Obama’nın eline de sarılabilir, elini de ısırabilir.
Nereden baksanız, geçen Cumartesi’den bu yana yeni bir İran, dünyanın ‘siyasi haritası’nda yerini almış olacak.
Şayet, Khamenei’nin ‘Cuma Hutbesi’ne rağmen gösteriler devam ediyorsa, o takdirde
İran’da gerçekten ‘yeni bir devrimci kalkışma’ olduğuna hükmetmemiz gerekecek.
Öyle bir İran’da, ‘yeni devrim’ ya başarıya ulaşır veya İran’da diktatörlük koyulaşır. İkinci şıkkın geçerli olduğu bir İran, komşusu ABD müttefiki, AB aday üyesi bir Türkiye için sıkıntılı bir durumdur.
İki yıl önce, Tahran’ın kuzey yönünde, Elbruz dağlarının ardına geçmiş, Ahmedinecad’ın mahalle ve ilkokuldan lise sona dek okulda sıra arkadaşı olan (aynı zamanda siyasi muhaliflerinden biri) bir İranlı profesör arkadaşımla gürül gürül akan nehir kenarı çayhanelerden birinde hararetli bir Abdülkerim Şoruş sohbetine koyulmuştuk. Sağımızda solumuzda sereserpe genç İranlı çiftler dikkatimi çekmiş ve ‘rejimin bu duruma nasıl engel olmadığını’ sormuştum.
Arkadaşım, İran, totaliter bir ülke hiç olmadı. Yapısı buna izin vermiyor. Otoriter bir ülke, evet ama totaliter olamaz” cevabını vermişti.
O güne dek ‘otoriterlik’ ile ‘totaliterlik’ arasındaki farkı hiç düşünmediğimi fark etmiştim.
Şimdi ise İran’da ‘diktatörlük’ün tutmayacağını düşünüyorum. İran halkını iyi-kötü sezebildiğim, tanıdığım için. 1979’dan sonraki Devrim günlerinde, tüm dünya desteği altındaki Saddam’ın kanlı saldırısına maruz kaldığı 1980 Eylül’ünden itibaren tüm 1980’li yıllar boyunca İran’ın, güneydeki savaş cepheleri dahil, birçok yerinde bulundum. İran halkının ayağa kalktığı vakit, boyun eğdirilmez karakterini biliyorum.
‘Ayağa kalkmış’ olmasını diliyorum. Bu yüzden şiddetin pençesinde kırılmamasını diliyorum. İran’ın genç, komşu ve kardeş halkına esenlikler diliyorum...

19 Haziran 2009 Cuma

SENAİ DEMİRCİ

Yusuf dedi: "Biz metaımızı kimde bulursak, onu alırız..." [Yusuf, 12/79]

Güzellerin eline geçmek istiyorsan, o güzellere layık bir dane olmalısın. Hakk ki kendini "tuzak kuranların en hayırlısı" ilan etti, Yusuf'un ağzından bize böyle seslendi. Kıssada Yusuf'un tuzağının bir parçasıydı bu sözler.. Kardeşi Bünyamin'i yanına alabilmek için, yükleri arasına "bizim metaımız" dediği bir eşya yerleştirdi. Böylece Bünyamin kardeşlerinden temyiz edilecek, o alınacak, kardeşleri bırakılacaktı..

Rabbimiz de bize demek ister ki: "Sizi varlık kıtlığından çıkarıp, insanlık yükünü omuzlarınıza yükledim. Emanetim sizde. Hiç hak etmediğiniz halde, Benim muhatabım oluverdiniz. Hiç hakkını veremeyeceğiniz halde, Benimle sonsuz birlikteliğe aday oluverdiniz. Ama içinizde bana Bünyamin olacakları alırım yanıma... Yüklerinizi yüklenip ardınızı Bana döndüğünüz halde, ardınız sıra haberciler yetiştirdim. Yükleriniz içinde 'metaımız var' diye elçiler ve Kitap'lar gönderdim. Kalbiniz benim. Yalnız Beni sevmeye ayarlı. Yalnız Benimle razı olmaya razı.. Sadece Beni anarak tatmin olur."

Şaşırdık hepimiz bu çağrı ile.. Çoktan dünyaya razıydık. Ötesini istemekten vazgeçmiştik. Fazlasını yanımızda bulacağımıza dair ümitlerimiz sönmüştü.

Dünyayı yüklendiğimiz develerimizi durdurduk. Çoğaltma, biriktirme tutkumuzun iplerini gevşetip çözdük... Hırslarımızı doldurduğumuz yü(re)klerimizi omzumuzdan indirdik, istemeye istemeye.. Geri çağrılı olduğumuzu duyar gibi olduk.

"Sonunda O'na döneceksiniz!" gerçeği ile didik didik edildi yüklerimiz. Bir tek Bünyamin'lerin yükünde çıktı kalb. İmanla dirilmiş kalp. Tevhidle kanlanmış kalp. Havf ve reca ile, korku ve ümitle bir kasılıp bir gevşemiş kalp..

Dediğince Geylani'nin:"Kalb, Allah'la olursa, Hakk onu sebeplere ve halka bırakmaz. Sebeplerle alışverişini keser. İşe yaramazların tezgahına yormaz. Düşük hallerini ayağa kaldırır. Rahmetinin kapısında oturtur. Lutfunun baş köşesinde uyutur."

Dediği gibi Hakk'ın: "Allah müşteridir müminlerin "Ben" dediğine ve "Benim" dediklerine, karşılığında cenneti vermek üzere..."

Kendini "mümin" bilenin her hali, her işi, her sözü, her susması, her edası, her bakışı, her yürüyüşü, her duruşu... Allah'ı müşteri edercesine kıymetlidir, paha biçilmezdir..

Bünyamindir onlar.. Yusuf'ça güzellerin tuzağına layık daneler taşırlar içlerinde, işlerinde...

Kalbin, Yusuf'un Rabbinin alıkoymasına değiyor mu? O'nun metaı var mı göğsünde? Dön de bir bak...

SENAİ DEMİRCİ

Peygamberimizin (asm) sözü yerinde kullanmasına dair şu küçük anektod bana, yazın Kur'an eğitimi alacak çocuklarımızı hatırlattı:

Bir göçebe Arap Müslüman olma niyetiyle gelmiştir. Fakat henüz kararı kesin değildir. Netleştirmek için Peygambere sorar:
-İnsanları neye çağırıyorsun?
- Yalnız Allah?a ibadet etmeye. O Allah ki, başın bir derde girdiğinde O?nu çağırırsın. Seni kurtarır. O Allah ki bir kuraklık olduğunda O?nu çağırırsın. Yeri yeşertir. O Allah ki, çölde yolunu şaşırdığında O?nu çağırırsın. Yolunu buldurur.

Gelen adamın arayışına birebir karşılıktır bu sözler. Çünkü Efendimiz (asm) davet ettiği dini, bir çöl sakininin ihtiyaçlarını gözeterek anlatmıştır. Kuralın ve kanunun olmadığı çölde, her göçebenin başı derttedir, derde girmek üzeredir. Kuraklığın hüküm sürdüğü çölde yaşayanlar, en çok da yeri yeşertecek, vahalara gökden sular indirecek Bir'ini arar. Çölün zemini sürekli hareketlidir, bir rüzgarla tepe ve rüzgar yer değiştirir, yön ve yol bir anda kayboluverir. Çölde yolunu kaybedenler en çok kendilerini yola getiren Bir'ini arar.

Gelelim çocuklarımıza... Onlara dualar öğretiyoruz. Ayetleri Arabca aslıyla ezberletiyoruz. Hacca ve umreye gitme hayalleri telkin ediyoruz. Peygamberimizin savaşlarına dair şiirleri büyük bir heyecanla okutuyoruz. Hiç şüphesiz iyi niyetliyiz ve iyi ediyoruz. Başkaca şeyler öğretmekten elbette ki daha anlamlı bir iş yapıyoruz.

Ama Efendimizin bir çöl bedevisine gösterdiği inceliği çocuklarımızdan esirgiyor olabilir miyiz? Soruyor muyuz kendimize: "Çocuklar en çok neyi arar?"
Bence, Kabe'den önce şeker ve çikolata arar.. Bence, Hacca gitmeye hasret duymadan önce, bisiklete binmeyi, dondurma yalamayı özler. Bence, savaş şiirleri dinlemekten çok daha önce, kül kedisini, yedi cüceleri, kırmızı şapkalı kızı, belki keloğlanı, pinokyoyu, tom ile jerry'yi, şirinleri ve onların şen şakrak serüvenlerini dinlemek ister..

İhtimal ki, bu sözlerim yaralayıcı olacak.. Kabe'nin karşısına şeker ve çikolatayı koyuyorum diye... Peygamberimizin hayatına karşılık Batılıların masallarını öne çıkarıyorum diye.. Hacc ve umrenin rakibi olarak bisiklete binmeyi, dondurmayı yemeyi zikrediyorum diye...

Ben başlatmadım bu rekabeti.. Asıl, çocukların çocukluğunu, Peygamberimizin bedevinin bedeviliğini ciddiye aldığı kadar ciddiye almayan anabablar başlattı.. Nasıl oldu da, en önce çikolatayı ve şekeri, bonbonu ve boncuğu seven çocuğu, bir anda Kabe'yi ve umreyi sever hale getirebildik dersiniz? Başarı mı bu, yoksa bir aldanma mı? Çocuklar biz büyüklerin küçümsediği şekeri ve bonbonu küçümser gibi yapıp, yerine bizim öncelediklerimizi koyar gibi yapıyor olmasınlar? Çocuk babası gibi olgun olmak zorunda değil.. Çocuk annesi gibi dünya süslerini bir tarafa bırakmak zorunda değil.. Hele de çocuklar büyüklerin dinlediği şiirleri, büyüklerin edasıyla okumak zorunda değil... Çocuk çocukça şiir okur. Şaşırır. Kekeler.. Harfleri yutar.. Kocaman adamlar gibi kollarını romantik bir edayla açıp, başını göğe çevirip, gözlernii huşu ile yummaz.

Hadi, diyelim ki, gerçekten de Kabe'yi çikolatadan önce istiyorlar, savaş menkıbelerini çocuk masallarından daha çok seviyorlar.. Samimiler... Tam da bizim istediğimiz formatı tutturdular..

İyi ama.. Allah'ı sadece "Kabe'nin Allah'ı" olarak tanıtmak onlara zulüm değil mi? Allah'ı sadece Mekke'nin Medine'nin Yaradan'ı olarak, çöl ve devenin Rabbi olarak tanıtmak haksızlık değil mi? Niye Peygamberimizin hayatını, İslam'ı anlatan imajlar, resimler, sarıklı ve cübbeli adamlar ve çocuklar üzerinden, çöller ve develerle anlatılır? Demek ki şu güzel kumsalın Rabbi -haşa- Allah değil? Demek ki tişörtle gezen çocuklar -haşa- Peygamberimizin dostu değil. Allah'a kul olmak çöl kadar uzak, develer kadar egzotik bir şey... Öyle mi? Niye burada ve şimdi varolan şeyler üzerinden tanıtmaktan kaçınırız Allah'ı çocuklara? Neden ellerine tutuşturduğumuz Elif Ba kitapcıkları ille de derme çatma mizanpajlı, renksiz ve zevksiz, albenisiz ve tatsız tuzsuz olmak zorundadır?

Güzel ve çekici olan şeylerle anlatmaktan korkuyor muyuz Allah'ı? Yoksa, kimilerinin ısrarla ve sistematik bir biçimde anlattığı, telkin ettiği gibi "asık suratlı" bir din midir bizimkisi? "Kızan", "taş yapan", "kullarını yakmaya hevesli" bir Rabb midir bizim Rabbimiz? İlle de "çarpar" mı Kur'an? Hiç okşamaz mı? Hiç hikaye anlatmaz mı?
Oysa, Allah çikolota da verir çocuklara. Oysa Allah dondurmayı da sevdirir çocuklara.. Oysa Allah bisikletin de Rabbidir.. Oysa Allah masallardaki güzel kızların ve prenslerin de Yaradan'dır. Oysa, Kur'an "masal" da anlatır çocuklara? Oysa, Peygamberimiz oyun oynar çocuklarla? Oysa, Peygamber namazının en hassas yerinde, secdede, başının üzerine oturmasına ses etmez çocukların... Allah da, Kur'an da, Peygamber de, yeri geldiğinde "çocukça"dır çocuklara.. Çocuklaşırlar.. Kendi asık suratımızı Allah'a yamamaya çalışmak haddimize mi? Çocukluğunu ve içindeki çocukluğu unuttuğu için çocuklarından yetişkinlik bekleyen bizler gibi göstermeye hakkımız var mı Peygamberi (asm)? Çikolatayı babasından, dondurmayı annesinden isteyebileceğini, ama Allah'tan ancak Kabe gibi, hacc gibi, Peygamberimizi rüyasında görmek gibi büyük ve soyut şeyleri isteyebileceğini öğrenen bir çocuğun zihninde nasıl bir Allah imajı inşa ediyoruz? Hiç düşündük mü?

Yıllar önce beş altı yaşındaki bir kız çocuğuna sormuştum: "Dua biliyor musun?" "Evet," dedi ve hemen "Rabbi yessir..."i okuyuverdi.. Sonra tuttum ellerinden, gözlerinin içine baktım. "Bugün Allah'tan ne istersin?" diye sordum. "Gerek yok ki.." dedi, "annem babam benim istediklerimi alıyor." Duanın Allah'tan bir şey istemek demek olmadığnı bilmeden "dua ediyor" kızımız. Ne garip! Babası araya giriyor: "Hocam, o en çok Kabe'yi görmek ister!" Bak sen işe! Dünya tatlısı küçücük kız çocuğu, ona çikolata yiyecek dili damağı dudağı hiç yoktan veren, gözlerinin her iki kapağına süslü mü süslü kirpikler takan Rabbini, çikolata ve şeker isteyebileceği Biri olarak tanımıyor. Ancak, babasının istediği ya da istemesini istediği Kabe söz konusu olunca, Rabbine başvuruyor. Söyler misiniz, Kabe'ye şekeri ve bonbonu, çikolatayı ve oyuncağı rakip eden kimler? Söyler misiniz, güzeller güzeli dini çöl imajlarıyla, deve resimleriyle çocuğun dünyasından uzak bir yere atan kimler?

Gelin bir sünneti icra edelim. Efendimizin çölde yaşayan göçebeye hitabını çocuklarımıza uyarlayalım..

Yalnız Allah?tan iste, çocuğum. O Allah ki, oyuncaklarını kaybettiğinde O?nu çağırırsın. Sana yeni oyuncaklar gönderir. O Allah ki bisiklete binmek istediğinde, O'nu çağırırsın, sana bisiklet alacak anne baba verir. O Allah ki bir canın dondurma çektiğinde sana seve seve dondurma yapacak, dondurma alacak, dondurma satacak amcaları teyzeleri, ağabeyleri ablaları verir..


Devamını siz getirin.. "Sünnettir!" dedim ya...

AHMET KEKEÇ

Sen hangi ülkede yaşıyorsun?

Ne olacağını söyleyeyim: Malum belgeyi hazırladığı iddia edilen Albay Dursun Çiçek, askeri savcılık tarafından sorgulanır, sorgulama mümkünse biraz uzun tutulur, sonra ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ şeklinde bir karar çıkar.

Tahmin...

Bugüne kadar hep böyle oldu.

Peki, kıymetli Albaya ne olur?

İlk fırsatta tasfiye edilir.

Hayır, elbette kurumla ilişkisi hemen kesilmez. Ama hak ettiği rütbeleri de alamaz. Muhtemelen pasif bir göreve atanır, iyice unutturulur, sonra da emekliye sevkedilir...

Deşifre olmuştur.

İşi yüzüne gözüne bulaştırmıştır.

Hazırladığı ‘şey’in sızdırılmasına engel olamamıştır.

Dolayısıyla, ‘içeri’yi üzmeyecek bir çözüm yolu aranır ve bulunur.

Belge sahteyse de böyle olur, gerçekse de böyle olur.

Sahteyse de, gerçekse de, orada yazılanlar bir gerçeğe istinat ettiği için, belge ‘gerçek’ muamelesi görür.

Bence ‘gerçek mi, sahte mi?’ tartışması, sadece ‘zaman kazanma’ ve kafa karıştırmaya yönelik bir atraksiyon... Bunu ‘belge sahtedir’ diyenler de biliyor, ‘belge gerçektir’ diyenler de biliyor.

Herkesin bildiği bu şeyi, soruşturma makamı mı bilemeyecek?

Bizi, şimdilik, herkesin bildiği bu ‘şey’ ve soruşturma makamı değil, herkesin bildiği bu şeye ‘ilk kez başımıza böyle bir şey geliyormuş muamelesi yapan’ bazı siyasetçiler ilgilendiriyor.

Baykal’dan sözetmiyorum, hayır.

Baykal, kendisine yakışanı yaptı, ‘Belge gerçekse, ilgili kurum gereğini yerine getirir’ şeklinde kokmaz bulaşmaz bir açıklamayla durumu geçiştirme cihetine gitti, daha doğrusu işi Genelkurmay Başkanlığı’na havale etti. Bir anlamda ‘Beni bulaştırmayın bu işe’ demeye getirdi.

Bulaştırmıyoruz zaten...

Ergenekon’un tescilli avukatından, bir tür ‘Ergenekon atraksiyonu’ olan malum belgeyle ilgili, ‘siyaset kurumu’nun hukukunu gözetecek bir tavır beklemiyoruz.

Kendisi, ‘Ordu, sivil kamuoyunun oluşmasına katkı sağlayan önemli bir baskı grubudur’ diyerek, vaktiyle tepkisini koymuş, hangi tarafta yer alacağını seçmiştir. Onu muaf tutuyoruz...

Bir de, hiçbir şey yapmayan, hiçbir şey yapmadığı gibi ‘tarafını’ şaşıranlar var... DP’nin çiçeği burnunda Genel Başkanı kıymetli Hüsamettin Cindoruk gibi...

Buyurmuş ki muhterem, ‘Çocukça iddialar var. İçeriği itibariyle akla ziyan bir belge. Yok bazı kişilerin evlerine girilecek silah bırakılacak, sonra da silahla yakalanacakmış. Bunlar dediğim gibi akla ziyan şeyler. Bir defa ordu adamın cebine esrar koyma gibi işler yapmaz. Böyle alışkanlığı yok. Asker böyle bir şeye girmez.’

Bu muhterem, bir zamanlar ‘Menderes’in avukatı’ olmakla övünüyordu... Hani, ‘çocukça iddialar’ ve ‘akla ziyan belgeler’le darağacına gönderilen Başbakan Adnan Menderes...

Demek ki olabiliyormuş...

Demek ki, ‘çocukça iddialar’ ve ‘akla ziyan belgeler’le demokratik normale son verilebiliyormuş, insanlar darağacına gönderilebiliyormuş.

Elbette, ‘asker komplo kurmuştur’ demiyorum. Malum belgede yazılanların ayniyle vuku bulduğunu da söylemeye çalışmıyorum.

Fakat, bir siyasetçi böyle mi davranmalıdır?

Spekülasyon da olsa, ‘komplo’ iddiaları karşısında bu lakayt tavrı mı almalıdır?

Bir insan, bu ülkede hiç darbe olmamış gibi davranabilir mi?

Üstelik, darbelerle kesintiye uğramış bir ‘siyasi gelenek’ten geliyorsa bu insan...

Hem ayıp, hem yazık...

Hem de çok tuhaf...

CENGİZ ÇANDAR

İran'da 'derin devlet'in pulları döküldü; ya Türkiye'de?

Türkiye ile İran... Bizim ‘mahalle’nin Ortadoğu bölgesine düşen bölümü için ‘devlet’ sıfatını hak eden en deneyimli, en büyük, en kalabalık iki ülke. Her ikisi de yakın tarihlerinin çok önemli bir dönemecinden farklı biçimde ama birlikte geçiyorlar.
Hem Türkiye de, hem İran’da ortalık, resmi makamlarca ‘sahte’ olması çok arzulanan
ama ‘doğru’ olduğundan pek az kimsenin kuşkusu bulunan birer ‘belge’ ile çalkalanıyor.
Türkiye’deki malum. İran’daki ise seçim sonuçlarına ilişkin. İçişleri Bakanı Sadık Mahsuli’nin ülkenin en yüksek otoritesi ‘Rehber’e yani Ali Khamenei’ye seçim sonuçlarının alındığı cumartesi günü gönderdiği
bir gizli mektubun fotokopisi elden ele dolaşıyor.
‘Yüce Lider’in Dikkatine’ başlığı ile yazıldığı öne sürülen mektupta ‘Sayın Ahmedinecad’ın seçilmesi konusundaki emirleriniz’ sözcüklerine yer verildikten sonra ‘gerçek sonuçlar’ rakam olarak Mahsuli’den Khamenei’ye şöyle iletiliyor:
‘Sayın Musavi 19,075,623; sayın Karrubi 13,387,104; sayın Ahmedinecad 5,698,417...’
Bu rakamlara göre, ilk turda hiç kimse yüzde 50’yi bulamamış olacak ama ikinci turda Mir Hüseyin Musavi ile Mehdi Karrubi yarışacaktı.
Böyle bir sonuç hatta Musavi’nin Ahmedinecad ile kalacağı -ve kazanma ihtimalinin yüksek olduğu ikinci tur- Khamenei’nin ‘karizmasının çizilmesi’ yani ‘Velayet-i Fakih sistemi’ şeklindeki ‘İslam Cumhuriyet otoriter rejimi’nin sonu anlamına gelecekti.
Yine öyle oldu.
***
1979 İslam Devrimi’nden bu yana ülkenin tanık olduğu en yüksek katılımlı kitle gösterileri ve gelinen nokta, Khamenei’nin tartışılmaz iktidarını tartışılır duruma sokmuş ve aslına bakarsanız ‘manen’ sona erdirmiştir. Sorun, Ahmedinecad’ın seçilip seçilmediğinin ötesindedir.
Bu anlamda sona ermiş olan 1979’da Humeyni’nin dizayn ettiği haliyle ‘İslam Cumhuriyeti’dir. Rejimin başında Khamenei’nin bulunmaya devam etmesinin, ülkenin adının ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak devam etmesinin
çok önemi yoktur.
Bunlar, ‘moral highground’u yani rejimin en önemli ve en değerli ‘emniyet sübabı’ olan ‘ahlaki üstünlük ve meşruiyeti’ yitirmiş durumdadırlar.
İran’daki bu gelişmelerle eş zamanlı olarak Türkiye’deki ‘Belge’ tartışmaları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘moral’ anlamda ‘inandırıcılık sorunu’nu ortaya çıkarıverdi. ‘Belge’nin gerçek ya da sahte olmasından daha önemlisi ve Türkiye’nin yakın geleceği açısından konunun ‘siyasi katma değer’ sağlayacak olan yanı bu.
Bunu ‘TSK’ya yönelik’ onun bunun, şu cemaatin, bu çevrenin ‘komplo’su ile açıklamanın da bir manası ve gereği yok.
Zira ‘inandırıcılık sorunu’ genel ve çok geniş bir yelpazeye yayıldığı görüldü.
‘Belge’nin, TSK’ya yönelik bir ‘cemaat’ komplosu olduğunu varsaysak bile, o kadar geniş ve TSK’ya pek yakın sayılan çevrelerde bile kendini ortaya koyan ‘inandırıcılık sorunu’nu nasıl açıklamak gerekiyor? TSK’nın ‘moral highground’u yitirmiş olmasında bugüne dek kendi payını nereye yerleştireceğiz?
Bu yaklaşım, İran’da olan-biteni anlamak için de değerli. Bakıyorum, İran’a ayak basan basmayan bir ‘sosyolojik analistler topluluğu’ üredi. Ahmedinecad, ‘kırsal kesimden ve şehir yoksulları’ndan oy alıyormuş da, Mir Hüseyin Musavi’nin şehirli liberal ve Batı medyasına açık kesimleriyle yakın ilişkisi olanlar tarafından desteklenmesi, dış dünyayı yanıltmış. vs. vs...
Bu sözde ‘tahlil’e göre Musavi ve Karrubi, ‘Batı’nın ajanı’ çıkıyorlar. Hem de ‘kendilerine rağmen’ ve Khamenei-Ahmedinecad hattı ‘halk kitleleri’ni yansıtıyor.
Türkiye’de Ak Parti’ye uyguladıkları ‘tahlil şablonu’nu aynen İran ve Ahmedinecad için uyguluyorlar ama zırva
tevil götürmüyor.
Mir Hüseyin Musavi, 1979 İslam Devrimi’nin çocuğudur ve Humeyni dönemi boyunca ki -o dönem Irak’la sekiz yıl süren kanlı savaş dönemidir- İslam Cumhuriyeti’nin Başbakanı’dır. ‘Liberallik’le ya da Türkiye’ye dönük şablondaki ‘Kemalist şehirli orta sınıflar’a benzer İran toplumsal katmanlarıyla hiçbir ilişkisi olmamıştır.
Hüccetülislam Mehdi Karrubi, devrimden hemen sonra yoksulların, toplumun en altındaki kesimlerin kollanmasını öngören ‘Mustazafan Vakfı’nın başkanıydı. Şehirli orta sınıflarla, liberallikle onun da ne toplumsal, ne ideolojik bağlantısı olmamıştır.
Ahmedinecad’a karşı aday olduğu ve kamuoyu yoklamalarında yüzde 50’nin üzerinde oy alacağı belli olan eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin Khamenei’nin baskısıyla adaylıktan çekildiğini bilmeyen yok. Hatemi, bundan önce Cumhurbaşkanı seçildiğinde kimlerden oy almıştı? Şimdi aday olabilse yine seçilecekti? Kimlerden oy alarak seçilecekti? ‘Şehirli orta sınıflar’dan mı?
***
İran’da ‘dini otoritenin en üstte’ olması, zaten Ayetullah el-Uzma sıfatı taşıyan beş kişiden biri olan ve 1979’daki Devrim’in tartışmasız ‘tek önderi’ konumundaki Humeyni’ye Şii teolojisiyle ne derece uyuştuğu tartışmalı da olsa, ‘anayasal’ bir konum sağlamak, böylece rejimin ‘meşruiyeti’ni sağlama almak ile ilgiliydi.
Khamenei, Humeyni’nin ölümünden sonra yerini aldığı vakit, ne seviye olarak, ne unvan olarak, ne bilgi olarak, ne siyasi yetenek bakımından ‘halef’ olabilecek halde değildi. ‘Ayetullah’ rütbesi bile uydurmadır. Dolayısıyla, Khamenei’nin ‘en üstte’ bulunacağı bir yapının, kaçınılmaz olarak ‘baskıcı’ ve ‘anti-demokratik’ olması söz konusudur.
İran’daki rejim, giderek ‘otokratik’ olmaktan ‘totaliter’ olmaya doğru yol alıyor. Khamenei-Ahmedinecad hattı, Devrim Muhafızları ile sivil milislere yani ‘Pasdaran-Besiç’ belkemiğine dayanıyor. Pasdaran, ordudan daha önemli. Bunlar ayrıca, binbir ekonomik faaliyetin içinde. Anlayacağınız İran ‘derin devleti’ni onlar temsil ediyor.
Son seçimler, ‘İran derin devleti’nin pullarının dökülmesi hadisesidir.
Bizdeki ‘Belge’ ile de ‘pulları dökülenler’ yok mu?

AHMET ALTAN

Albayı verin...

On yaşındayken dünyanın en büyük yazarının O. Henry olduğunu sanıyordum.

Bir gün bu fikrimi yengeme söylediğimde gülmekten nasıl iki büklüm olduğu hâlâ gözümün önünde.

Tamam, dünyanın en büyük yazarı değil ama hikâyelerini hâlâ hatırlarım.

Ve, kimi bölümleri hayatın bazı anlarında, durumu anlamaya çok yardımcı olur.

Bugün Türkiye’deki gelişmelere bakınca, onun harika hikâyelerinden birini hatırlamamak mümkün değil.

Üç dolandırıcının başı derde girer.

Ne yapacaklarını konuşmaya başlarlar.

Sonunda biri kesin çözümü söyler.

“Vaziyet çok karıştı, dürüst olmaktan başka çare yok.”

Bu, şu sırada sanırım herkesin aklında tutması gereken bir cümle.

Biliyorum, bu ülke “dürüst” olma alışkanlığı olan bir yer değil.

Yalan, hayatımızın önemli bir parçası.

Devlet görevlilerinin söyledikleri yalanlar bu memlekette fevkalade sıradan bulunuyor.

Ama, yalanlarla idare edilebilecek noktayı geçti olaylar.

Şimdi dürüst olma zamanı.

Ordu, andıçın altında imzası olan albayı “sivil savcıların” elinden aldı.

Onların sorgulamasını engelledi.

Tuhaf da bir neden bulmuşlar.

Önce Jandarma kriminal rapor hazırlayacakmış, sonra gerekirse sivil savcılar albayı sorgulayacakmış.

Jandarmanın hazırladığı ilk kriminal rapor geldi Ergenekon savcılarına.

Rapor, “andıcın altındaki imza albayın imzasına benziyor,” diyor.

Arkasından da ekliyor, “ama fotokopi olduğu için kesin emin olamıyoruz.”

Ordu, “kesin emin olamıyoruz” laflarıyla bu işin içinden sıyrılamaz.

Elinizdeki imkânlarla yaptığınız araştırmalar “imzanın benzediğini” söylüyorsa ama siz bir türlü “kesin emin olamıyorsanız”, verin belgeyi “kesin emin olacak birileri” incelesin.

Gerekiyorsa yurtdışındaki birkaç ülkeye rica edin onların kriminal laboratuarları belgeye baksın.

“İmza benziyor” dedikten sonra “fotokopi” falan sözleriyle bu işin üstü örtülemez.

Ne medya bu işin peşini bırakır, ne de siyaset.

Ankara’dan bizim Erdem Gül’ün yazdığı kulisi de okuyacaksınız bugün, “Başbakan’ın belgenin gerçekliğinden emin olduğu ve sorumlulara ibretlik bir ceza verilmesini istediği” söyleniyormuş.

Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı ile görüşmesinin hemen ardından AKP’nin savcılığa suç duyurusunda bulunması da, Başbakan’ın ne düşündüğünü gösteriyor zaten.

Dün Başbakan Erdoğan MİT Başkanı ile kırk beş dakika görüştükten sonra Çankaya’ya çıktı.

Sanırım, artık gündemdeki konu, belgenin “gerçek olup olmadığı” değil, artık gündemde olan soru, “Başbuğ’un bu belgeyle bir ilişkisi olup olmadığı.”

Albayın sivil savcılar tarafından sorgulanmasının engellenmesi, Genelkurmay Başkanı’nın durumunu da zorlaştırdı.

O albayın sorgulanmasına izin vermedikleri sürece bu ülkede kimse ordunun “fotokopiden dolayı emin olamıyoruz” laflarına inanmayacak.

Ortada ciddi bir suç var.

Ya bu suç “emir komuta zinciri” içinde işlendi ya da ordunun içindeki bir cunta bu suçu işledi.

İki durumda da ordu içinde bir operasyon yapılması gerekiyor.

Ya Genelkurmay Başkanı suçluları yargıya teslim edecek ya da bizzat kendi koltuğu da tehlikeye girecek.

Türkiye, artık daha fazla bu “darbe planlarına”, “andıçlara” tahammül edemeyeceğini gösterdi.

Andıç taraftarı medyanın “olayı saptırmaya” çalışan mırıltıları sizi aldatmasın, halkın içinden gelen sesi dinleyin.

O “uğultuyu” duyun.

Halk, öfkeli.

Öfkeli olmakta çok da haklı.

Ordunun kibrinden, olaylara fütursuzca müdahale etmesinden, suçluları saklamasından, “askerî yargı” gibi hukuki bir ucubenin arkasına gizlenip en ağır suçları görmezden gelmesinden, bomba atanları, cephane saklayanları serbest bırakmasından, yeraltından çıkan silahların hesabını vermemesinden, muhtıralar yazmasından bıkıp usandı halk.

Yeni bir Türkiye istiyor insanlar.

Ordunun da hukuka tâbi olduğu, yargının adil davranmak zorunda kaldığı bir Türkiye.

Bu son andıç, Türkiye’nin dönüm noktası olacak.

Hukuk karşısında üniformalı da üniformasız da eşit hale gelecek.

Üniforma suçu saklamaya yetmeyecek.

Adil, hakkaniyetli, özgür bir ülkede yaşayacağız.

“Halk iradesi” denilen şeyin ciddiyetini anlayacağız.

Albayı, sivil savcılara teslim edin.

Bırakın sorgulansın.

Mayınları çıkartamadığınız gibi imzaların gerçekliğini de saptayamıyorsanız, bunu becerebilen birilerinden yardım isteyin.

Hukuku, yasaları ciddiye almak ordunun asli işine, askerliğe dönmesine de yardımcı olacak, daha güçlü, daha etken, daha saygıdeğer bir orduya sahip olacağız.

Şimdi “dürüst” olma zamanı.

Gerçekleri açıklayın, “benzeyen imzanın” gereğini yapın.

Eski alışkanlıklarla, bu yeni durumun içinden çıkamazsınız çünkü.

MEHMET BARLAS

İnsan insanlığını hayvan da hayvanlığını bilir mi?

Aynı bedenin farklı bölümlerini oluşturan uzuvların (veya kurumların) birbirleriyle kavga etmeleri gibi sevişmeleri de yadırganır.
Bir Esop hikâyesi vardır bu durumları alaya alan.
Bahar gelince solucan başını topraktan çıkartır ve güneşe karşı gerinerek salınır.
Arkasına bakınca bir başka solucanın kendisi gibi salındığını görür.
Hoşlanır bu solucandan, gülümser ve "Ne kadar hoşsunuz, sizinle arkadaş olabilir miyiz" der.
Arkadaki solucan "Aptallaşma, ben senin kuyruğunum" diyerek tersler onu.
Önce Esop'un sonra da La Fontaine'in hayvanlarla insan davranışları arasındaki benzerlikleri öyküleştirmeleri ertesinde Orwell'in yazdığı "Hayvanlar Çiftliği" bu çizgiyi zirvesine çıkartmıştı.
Şimdi dünya mizahı bu alanda yoğun çeşitlemelere sahne olmakta.
Bu örneklerden birinde anlatıldığına göre ormanda kral seçimi yapılır ve en sıkı kulisi yapan eşek "Ormanlar kralı" seçilir.
Eşek ertesi sabah uyandığında kral olduğuna inanamaz ve "Herhalde rüya gördüm" diye düşünerek ormanda yürüyüşe çıkar.
Onu gören bütün hayvanlar yerlere kadar eğilip, "Kral hazretleri, günaydın" demeye başlarlar. Eşek böylece kral olduğuna inanır. Yürümeye devam ederken bir ağacın gölgesinde uyuyan aslanı görür. Yanına gidip anırır. Aslan gözünü açar, eşeği görünce bir pençe atıp öldürür onu.
Kıssadan Hisse: Meğer aslanın seçim yapıldığından haberi yokmuş.

Simge hayvanlar
Bu hayvanların siyasetin simgeleri olduklarını da biliriz.
Örneğin ABD'nin Demokratlarını eşek, Cumhuriyetçilerini fil, ABD'nin kendisini ise kartal simgeler.
Bizim atalarımızın kurduğu Selçuklu devletinin simgesi de çift başlı kartal değil miydi?
Nabi Yağcı Taraf'taki yazısında bu iki kartal başından birinin "Güç"ü ötekinin "Adalet"i temsil ettiği inancına değinerek konuyu güncele şöyle taşımıştı:
- Ortada demokrasiyi, siyasi rejimi, biz sivilleri ilgilendiren bir siyasi rejim sorunu var ve bu sorun hem askerî hem de sivil yargının konusu haline gelmiş durumda... İkili iktidarın simgesi olan artık tüyleri dökülmüş çift başlı kartal... Vesayet rejiminin dayandığı ikili devlet iktidarı bu kadar kendini arı-duru ifade edebilirdi ancak. Bu açıklık çözümü de kolaylaştıracak. Bu çift başlılık artık gidemez çünkü.
Görüldüğü gibi hayvanlarla insanlar ve hatta devletler arasındaki bağlantılar üzerinde sayısız çeşitleme yapılabilir.
Galiba bütün mesele her hayvanın her insan ve her kurum gibi kendi konumunu belirlemesine kilitleniyor.

Kuzu ve postu
Bunu yapamayan bir zebra, rastladığı hayvanlara "Sen ne işe yararsın" diye soruyormuş.
Tavuk "Yumurta veririm", inek "süt veririm", koyun "yün veririm", köpek "evi beklerim" diye cevap vermişler.
Derken zebranın karşısına bir boğa çıkmış. Zebra ona da "Sen ne işe yararsın" diye sorunca boğa gülmüş, "Pijamanı çıkar, ne işe yaradığımı göstereyim" demiş.
Bütün bu hikâyelerden çıkartılacak derslere gelince.
Muhafazakâr Churchill, rakibi sosyalist Atlee için "Kuzu postuna bürünmüş bir kuzudur" derdi.
Yerel iktidar kavgalarında yer alan siviller de askerler de, güçlerini global gerçeklere bakarak ölçmeliler ve dış konjonktürü hep hesaba almalılar.
Saddam'ın ordusu "sözde" dünyanın en büyük askeri güçlerinden biriydi. Sovyet Kızıl Ordusu ise, gerçekten dünyanın ikinci askeri gücüydü.
"Değişim" karşısında bu iki güç de ülkelerinin bütünlüğünü koruyamadılar!
Türkiye de dış konjonktüre çok sıkı bağımlıdır. Bu konjonktür ise barışı, uzlaşmayı, sivilliği ve demokrasiyi vurgulamakta.
Bir karikatürde görmüştüm.
Sabahın köründe öterek kendisini uyandıran horoza, uyandırılan tavuk "Bütün kocalar gibi öperek uyandıramaz mısın" diyordu.
Şimdi bütün gelişmiş ülkelerde sivil ve çoğulcu demokrasi içinde uyanıyor insanlar.

ENGİN ARDIÇ

Kravat takmayan Anıtkabir'e giremesin

Kıyı boyunca sıralanmış şirin kasabalarıyla ünlü bir yöremizden kopup gelmiş bir şarkıcı (bunların şirin olmayanı hiç mi yoktur yahu?), Anıtkabir'e kimlerin girebileceğini, kimlerin giremeyeceğini belirtmiş: "Çorabı kokan girmesin" demiş, "çünkü dezenfekte etmek gerekecek"...
"Çok doğru söylemiş" diyecek çok kişinin çıkacağını adımız gibi bilmesek, "yörenin renklerine uygundur" deyip geçerdik.
Ama konu ciddi. Fıkralarla açıklanamayacak kadar ciddi. Bu konuda hükümetin, genelkurmayın, askeri ve sivil savcıların, ayrıca değerli köşe yazarlarımızın görüşlerini bekliyoruz.
Bir kere, şarkıcı, Ankara'ya yolu düşen bazı kişileri "oraya kadar gidip de Anıtkabir'e hiç uğramamakla" suçluyor. Bizi uyarıyor, ki sonra uyarmadı demeyelim.
Olur mu? Langa'nın hıyarı, Yedikule'nin marulu, Arnavutköy'ün çileği, Kanlıca'nın yoğurdu, Beykoz'un paçası, Amasya'nın elması, Malatya'nın kayısısı... Ankara'nın nesi meşhur? Yalnızca havası ve tavası mı? Denizi meşhur değil ya bu şirin beldemizin... Politikacısı ve gazetecisi meşhur... Başka?
Ankara'ya gidince (bakanlıklarda iş takibine tabii), Anıtkabir'e de mutlaka gidilecektir. Bu konuda gerekli kanun ve yönetmeliklerin bir an önce çıkarılmasını istiyoruz. "Anıtkabir giriş bileti" gösteremeyenlerin Esenboğa'dan, gardan ve garajlardan çıkış yapmalarına izin verilmemelidir.
Ankaralılar "zaten" orada oturduklarından, ayrıca Anıtkabir'e hiç uğramadan da yıllarca yaşayabilirler. Onlar "muaf" tutulacaklardır.
Bilet dedik... Anıtkabir'e uygun bir ücret mukabili (gelir vergisinden düşülmek kaydıyla) bilet de kesilebilir ve bu fonda toplanacak para, cumhuriyet mitingleri finansmanında kullanılmak üzere Atatürkçü Düşünce Derneği'ne teslim edilebilir... Böylece devrin cumhurbaşkanından para istemelerine de gerek kalmayacak, kıllık edenlerin sesleri kesilecektir.
İkincisi... Anıtkabir'e nasıl başörtülü girilemezse, kirli, lekeli, yağlı iş tulumuyla ve sıradan, gündelik giysilerle de girilemez. (Cüppe, potur, mes lastik zaten asılma nedenidir!)
Takım elbise şart değilse de, ceket ve kravat zorunluluğu getirilmelidir. Koyu renk, tercih nedenidir. Sakal tıraşı ve kısa saç da önemli bir farklılıktır. Bunlara sıra beklemeden girmek gibi birtakım ayrıcalıklar sağlanabilir. Bıyık, ince olmak kaydıyla (memur bıyığı) serbesttir.
Bu memlekette bir zamanlar kravat takmadan Ulus'tan Sıhhiye'ye geçmek, Tünel'den Beyoğlu'na çıkmak bile yasaktı. Dirlik düzenlik vardı. Karşıdevrimciler iktidara gelince ortalıkta kravatsız gezen serseri sayısı çoğaldı. Memleket elden gitti. Memleket yeniden ele geçirilmeli, pardon, ele gelmelidir.
Nasıl Köy Enstitüleri yeniden açılıp "eğitim şart" ilkesi yeniden yürürlüğe konmak zorundaysa, burada da giyim kuşam, devrimlere uygun olmalıdır.
Fakat kadınlara kravat taktırmak hiç de hoş olmayan birtakım "cinsel sapma çağrışımları" yaratabileceğinden, onlarda oturak şapka, tango etek, fırfırlı bluz, kürklü yaka, bilekten bantlı iskarpin gibi otuzlu yılların modasına uygun giysiler yeterli sayılabilir... Burada da saçlara maşa çekilmesi ve ince kaş, tercih nedeni olacaktır.
Anıtkabir içinde ve "müştemilatında" göbeğini kaşıyan da hapis cezasıyla kendine getirilsin.
Atatürk, bu ülkeyi size Anıtkabir'e gitmeyesiniz diye mi emanet etti?
Gerçi, "beni görmek mutlaka yüzümü görmek değildir, benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir" demişti ama Atatürk'ün bu ilkesini çiğneyebiliriz arkadaşlar! Fakat 1953 yılından, yani Anıtkabir inşaatı bitirilip hac ziyaretine açılmadan önce yaşayanları "cahiliyye devri" insanları sayalım, onlara günah yazmayalım.

18 Haziran 2009 Perşembe

İBRAHİM KARAGÜL

Dünyayı değiştirme planı ve 'rejim içi hesaplaşma'

İslam Devrimi'nden otuz yıl sonra Tahran'da yer yerinden oynarken, İslam Devrimi ilk kez bu kadar ciddi biçimde içeriden sorgulanırken, yüz binlerce insan bir şeyleri değiştirmek için meydanlarda toplanırken, "Batı İran'ı karıştırıyor" iddiaları eskisi kadar inandırıcı bulunmazken, Devrim Muhafızları Komutanı'nın "ezeriz" dediği "tehlike" gerçeğe dönüşürken, Musavi'den Rafsancani'ye ve Hatemi'ye kadar İran siyasetinin öncü isimleri bazılarına göre dini lider Ali Hamaney'i bile hedef alacak şekilde tavır koyarken, İran "rejim için hesaplaşma" ile yüzleşirken, tartışmaların merkezindeki isim olan Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın hiçbir şey yokmuş gibi Rusya'ya gitmesi, Yekaterinburg'daki zirveye katılmayı tercih etmesi ne anlama geliyor? Bu zirveyi İran'daki krizden bile daha önemli kılan ne?

Çok şey… İran'ı İran yapan, Ahmedinejad'a bu gücü kazandıran, yeni bir dünyanın kuruluşunda Tahran'a merkezi rol öneren, aynı zamanda milyonlarca insana özgüven sağlayan şey işte bu yaklaşım.. Seçim sonrası tartışmalarda pek dikkate almadığımız "büyük devlet", "güçlü devlet" pozisyonu. Ahmedinejad'ın sistem içi hesaplaşmaya rağmen, "tehlike içeren" iç gerilime rağmen gitmeyi tercih ettiği, İran rejiminin bu kadar önemsediği zirveye, gelişmeye bakalım.

Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), Asya'nın güçlü ülkelerini bir araya toplayan çatı oluşum, çok kutuplu dünya sistemi arayışının merkezi, "Üçüncü Dünya"cılığın ötesine geçip ekonomik ve siyasi olarak ağırlık merkezi olmaya aday ülkelerin oluşturduğu platform son zirvesini Rusya'nın Yekaterinburg kentinde yaptı. İran bu örgüte gözlemci üye. Aslında İran Asya'nın cephe ülkesi olarak, gücünü belli oranda bu ülkelerden, Asyalı güçlerden alıyor. Dolayısıyla ŞİO İran için hayati öneme sahip.

ŞİÖ Zirvesi dışında bir başka zirve daha gerçekleşti. Geleceğin dünyasını anlamamız için, İran'ın pozisyonunu algılamamız için, Türkiye'nin pozisyonunu tartışmamız için, terör gibi bugünlerde iç iktidar/komplolarla enerjimizi harcarken bizim için son derece hayati gelişmeleri kaçırmamamız için dikkatle izlememiz gereken bir zirveydi bu.

Global milli gelirin yüzde 15'ine sahip, 2050 yılında dünyanın ilk beş ekonomisinden dördünü oluşturması beklenen, bu yılki global büyümenin yüzde 70'ini gerçekleştireceği söylenen, küresel kaynakların çok önemli bir bölümünü kontrol eden dört ülke dünyanın gidişatını etkileyecek siyasi ve ekonomik kararlar almak için bir araya geldi. BRIC ülkeleri olarak bilinen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin, küresel ekonomik sistemi değiştirmeyi, ABD Doları'nın küresel hegemonyasını kırmayı, ulusal para birimlerini güçlendirmeyi, yeni küresel rezerv para birimi oluşturmayı, ekonomik krize karşı ortak hareket etmeyi, kendi aralarındaki ticarette dolar kullanmamayı içeren çok önemli kararlar aldı. Hatta yeni ekonomik sistemin belirlenmesi için kendi bakanlarına talimat bile verdiler.

Şimdilik ekonomik krizi hafifletme, ticaret ortaklıkları, bölgesel yakınlaşmalar çerçevesinde ele alınsa da bu süreç, önümüzdeki yıllarda Asya'nın yükselişine, yeni siyasi ağrılık merkezi oluşuna, ABD ve Batı'nın küresel hakimiyetinin sınırlanmasına imkan sağlayacak siyasi bir platforma dönüşecektir. Yıllardır çok kutuplu dünya ve çok başkentli ekonomi olarak tartıştığımız, doların hegemonik kredisinin sonuna gelindiğine dair ısrarımız, Batı'nın tek yanlı küresel hakimiyetinin artık gerçek olmayacağına dair kanaatimiz işte bu tür gelişmelere dayanıyordu.

Dolar gücünü kaybeden ABD'nin finansal sıkıntılarını gideremeyeceği, dünya ekonomisini istediği gibi yönetemeyeceği, kaynaklar ve piyasalar üzerindeki belirleyici gücünü kaybedeceği, bu tartışılmaz ayrıcalığının sağladığı siyasi kontrol gücünün de paralel biçimde eriyeceği bir gerçek. Bazılarına saçma gelse de, Türkiye olarak biz de bu gerçekle er geç yüzleşmek zorunda kalacağız. Bu yüzden, günlerdir sahte mi gerçek mi belirlenemeyen bir metin etrafında kopan fırtına, tıpkı yıllardır süren terör gibi bu ülkenin enerjisini emerken, sanki kafamızı kuma gömmüş gibi dünyadaki gelişmeleri ıskalamıza yol açmamalı. Türkiye, bir an önce içerideki bu tartışmanın üstesinden gelip, kendini dizginleyen bu bağlardan kurtulup daha önce belirlediği yolda emin ve sağlam adımlar atmaya devam etmeli hatta adımlarını hızlandırmalı.

Rusya, ticarette yerel para birimi kullanacak. Çin, Brezilya, Malezya ve Afrika ülkeleriyle ticarette kendi para birimini kullanacak. Körfez ülkeleri ortak para birimine geçiyor. Rusya yakın çevresindeki ülkelerle ortak para kullanımına geçiyor. Türkiye'nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin kriz sonrası dünya ekonomisindeki ağrılıklarının hızla artması bekleniyor. Yakın gelecekte enerji sektöründe doların gücü tamamen kırılmış olacak. Bu değişim, para üzerindeki değişim, ekonomideki değişim 21. yüzyıl dünyasında çok ciddi güç kaymalarına yol açacak. Türkiye seferber olmalı. Yeni bir dünyayı kurmak için anlaşan yükselen değerlere gözünü kapatmamalı. En azından bu süreçten uzak kalmamalı. Bu ülkeler, gerçekten de dünyayı değiştirmeye kararlı.

TAMER KORKMAZ

Olay nedir?

Vahim bir içeriğe sahip “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”na karşı 'demokrasi' ekseninde gösterilen yoğun toplumsal tepki Türkiye'nin sivilleşme yolunda çok önemli bir mesafe aldığını gösteriyor.

Kurumsal anlamda ise, özellikle Başbakan'ın demokrasi dışı hareketlenmelere/planlara/hazırlıklara karşı sergilediği kararlılık ve dik duruş son derece önemliydi…

Genelkurmay Başkanı da benzer bir biçimde tavır ortaya koydu, pozisyon aldı.

Genelkurmay Başkanlığı'nca yapılan açıklamada “Demokrasi ile bağdaşmayan davranış ve düşüncelere sahip personelin TSK bünyesinde barındırılmayacağı” işaretlendi.

Askeri savcılık, bir gün bile beklemeden soruşturma açtı.

Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ önceki gün bir buçuk saat süreyle görüştüler ve ağırlıklı olarak söz konusu belgeyi de konuştular.

Başbakan, “Devletin kurumları arasında birbirine güvenin tam olduğunu” vurguladı ve Genelkurmay'ın ilk anda konuyu askeri yargıya taşıyarak sorumlu davrandığını hatırlattı.

Erdoğan'ın “Hiç kimse bu olayı işleyen süreci istismar ederek kurumlarımızı birbirine düşürme, fitne çıkarma yaklaşımı içine germemelidir” şeklindeki ifadesi de isabetli bir uyarıydı.

*

Genelkurmay'da hazırlandığı ileri sürülen “belge”nin mahiyeti yoğun bir biçimde tartışılmış olmasına rağmen; “aslında ne olduğu” konusunda -genellikle- yanlış saptamalar yapıldığını görüyoruz.

Öncelikle, böyle bir planı “Genelkurmay Başkanı'nın hazırlattığı”nı söylemeye çalışan yorumların Türkiye'de yaşanan süreci doğru okumadığı aşikardır…

(Gayet tabii bu tür değerlendirmeleri kasıtlı olarak yapanlar da var ve bu gruptakiler Ergenekon'un üzerine gidilmesi sürecinde “dezenformasyon” çalışıyorlar.)

Genelkurmay Başkanı, bir meslektaşımızın “Komuta kademesinden, sizden böyle bir çalışma talimatı verildi mi?” sorusuna “Bana bu soruyu sormanız bile abestir, hakarettir. Böyle bir talimat kesinlikle verilmemiştir” cevabını veriyor.

*

'İhanet' belgesinin basına “sızdırılması” veya “deşifre edilmesi” neyi gösteriyor?

Neyin işaretidir?

Bu “deşifre” TSK içindeki Ergenekon kalıntılarının üzerine gidildiğinin işaretidir.

Böyle bir belgenin/hazırlığın ortaya çıkarılması (bazılarının iddia ettiği gibi) demokrasi dışı faaliyetlerde bulunanların Ordu içinde egemen olduğunu göstermiyor!

Halihazırda ciddi bir operasyon yapılıyor; bir deşifre edilme süreci yaşanıyor.

Ergenekon örgütünün üzerine gidilmesi sürecinin TSK ayağında yaşananlarla ilgili bir olaydır, bu…

Belgenin Ergenekon soruşturmasında tutuklanan bir emekli askerin bürosunda ele geçtiği biliniyor.

Genelkurmay Başkanı Başbuğ döneminde -ilk kez-muvazzaf subayların Ergenekon kapsamında tutuklandığını hatırlayalım.

*

“Darbe Günlükleri”nde anlatılan 2003-2004 dönemine ait “Muhtıra Planları” ancak üç yıl sonra Nokta dergisinin yayınıyla (Nisan 2007) gün ışığına çıkarılmıştı.

Son “plan” Nisan 2009 tarihli ve çok kısa bir süre içinde deşifre edilmiş oldu…

Aslında, bu husus bile tek başına aslında ne olduğunu/neler yaşandığını anlatıyor; Ergenekon'la mücadelede alınan mesafeyi gösteriyor.

“Darbe Günlükleri” döneminde Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök'tü ve Sarıkız-Ayışığı gibi muhtıra hazırlıkları o dönemde gün ışığına çıkmamıştı.

O dönemde, “deniz albay filanca” da değil, bazı üst düzey komutanlar “Genelkurmay Başkanı'nın emirleri ve bilgisi dışında” darbe planları hazırlamışlardı…

Ancak, planları yerle bir olmuştu.

Bir an için 2004'e gidelim ve bu tür hazırlıkların mesela Şener Eryugur'a ait Ayışığı darbe planının/şemasının “tam da o günlerde” kamuoyuna yansıdığını varsayalım…

Üstüne de, “Bu tür darbe planlarının arkasında Özkök Paşa var ve istifa etmelidir” gibi bir değerlendirme yapalım!

Böyle bir yorumun ne denli gerçek dışı olacağını, dahası ne kadar saçma olacağını şöyle bir düşünelim!

*

'İhanet' belgesi hadisesinde…

Genelkurmay Başkanı, demokrasi dışı planları hazırlayanların “üzerine giden irade”ye dahildir.

Org. Hilmi Özkök'ün Genelkurmay Başkanı olduğu “Darbe Günlükleri” döneminde, Org. Başbuğ Genelkurmay İkinci Başkanı idi…

Özden Örnek ve Mustafa Balbay Günlükleri'nin kimi bölümlerinde, darbe yanlısı paşaların “Başbuğ'un Özkök çizgisinde bulunuyor olmasından yakındıklarını” görmek mümkün…

2003-2004'ün arka planı, son günlerde yaşananların doğru algılanması açısından büyük önem arz ediyor.

*

Gün ışığına çıkarılan “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”na gösterilen geniş çerçevedeki tepki, bu topraklarda demokrasiye sahip çıkılması açısından ileri derecede mesafe alındığını gösteriyor.

Bu son derece sevindirici bir gelişmedir.

AKP hükümeti de, Genelkurmay da “İhanet Belgesi”nin üzerine sonuna kadar gitmelidir.

“Belge”nin, Ergenekon kapsamında soruşturulması gerekiyor.

Darbe planları hazırlayanların bütün çabalarına rağmen kaybetmeye mahkum olduklarını bir kez daha hatırlatalım.

Bu tür planların varlığı sadece 2003-2004'te değil, 2007 ve 2008'de de ortaya çıkarılmıştı…

2009 Nisan'ında da hazırlanmış olması, Ergenekon Kalıntıları'nın TSK'da hakim olduğu anlamına gelmez:

Tersine, kısa süre zarfında böyle bir planın deşifre edilmiş olması, Ergenekon örgütünün üzerine kararlılıkla gidildiğinin göstergesidir.

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

Ordu göreve!

Kestirme ve ucuz genellemelerden uzak duralım. Askerlerle sivilleri karşı karşıya getiren bir sorunla uğraşmıyoruz. Kanunlara ve anayasaya aykırılığın ötesinde gayri meşru biçimde iktidar dizginlerini ele geçirmeye niyetlenen bir suç örgütünün peşindeyiz. Bu suç örgütünden, askerlik mesleğinin şerefini beş paralık ettiği için herkesten çok askerler şikâyetçi.

Askerlik bir şeref mesleğidir. Bir asker vatanı için hayatını tek kelimelik emirle feda etmeye hazırdır. Daha ötesi mesleğinin şerefini korumak için her asker hayatını ortaya koyar. Genelkurmay koridorlarında hazırlanan plan bir suç teşkil etmenin ötesinde askerlik mesleğinin şerefine aykırı. Şerefli bir Türk subayı, millî meseleleri darbe planlarına meze yapmaz. Sırtındaki üniformaya saygısı olan bir asker Bizans saraylarına özgü ahlaksız komplolar, entrikalar planlamaz. Anayasa'nın 137. maddesinde yasaklanan "kanunsuz emir"e karşı çıkmaktan çok daha önemli olan askerlik mesleğinin şerefi ve bu mesleğin ahlâk kuralları "irtica ile mücadele eylem planı"nda yazılanları bırakın planlamayı, aklından geçirmesine bile engel olur.

Asker dostlarımla bir araya gelip bu meseleyi tartışıyoruz. Şok belgeye karşı en büyük infial askerlerden geliyor. Askerlik mesleğinin şeref ve itibarının arkasına saklanarak bu ahlaksız planlar peşinde koşanlardan en çok onlar rahatsız. Meseleyi bir asker-sivil rekabeti olarak görmüyorlar; darbecilerin ordudan temizlenmesinin orduya itibar kazandıracağını ısrarla vurguluyorlar.

Ordu büyük bir kurum. Ana gövdesi silahının başında eğitim yapan veya nöbet bekleyenlerden meydana geliyor. Darbe planı yapabilecek veya bu işlere mesai ayırabilecek durumda olanlar çok küçük bir azınlık. Bu küçük azınlık, savaş için lazım olan hiyerarşi ve disiplini siyasete el atmak için kullanıyor. Ergenekon davasının geçtiği tartışmalarda ordunun arkasına sığınanların tamamı itibar sömürüsü yapıyor. Ülkeyi düşmanlara karşı koruyan ordu ile kimin ne meselesi olabilir? Mehmetçiğin koruduğu dikenli tellerin arkasındaki binalarda darbe planı yapan, bunun için ülkeyi gözünü kırpmadan ateşe atmaya hazırlananları bu mesleğin onuru neden kurtarsın?

Türk ordusunun subay kalitesi dünya standartlarının çok üzerinde. Harp okulları en yetenekli gençleri subay kadrolarına dâhil ediyor. Bir subayın aldığı eğitim en başta köklü bir devlet terbiyesi ve tarih bilincine dayanır. Bu tarih bilincinin özeti şudur: Subayı siyasetle uğraşan bir ordu bırakın vatanı, kendi itibarını bile koruyamaz. Balkan coğrafyasının, gırtlağına kadar siyasete batmış subaylar yüzünden çetelere teslim edildiğini en iyi askerler bilir. Kurtuluş Savaşı'nın Yunanlılardan çok içeriye karşı verildiğini ve bunun sebebinin de yine siyaset olduğunu askerler kadar iyi bilen yoktur. Bütün askerî darbelerin öncelikle orduya daha doğrusu bu bilince karşı yapılması bu yüzdendir.

Konuştuğum asker dostlarım, elindeki silahla siyaseti tanzim eden askerlerin etkili olduğu bir ülkenin asla medenî bir ülke olamayacağını söylüyorlar. Daha önemlisi, Bizans saraylarına dönmüş bir Genelkurmay karargâhı ile hiçbir savaşın kazanılamayacağını vurguluyorlar. Halkını düşman ilan eden bir ordu ile hiçbir millî çıkarın korunamayacağını tekrarlıyorlar. En önemlisi, cumhuriyet ve laiklik istismarı üzerinden siyasete müdahalenin artık kabak tadı verdiğini belirtiyorlar. Ordunun kahir ekseriyetinin de bu düşüncede olduğunu söylüyorlar.

Herkesin yüreği ferah olsun. Ortada kumpas çevirip, elindeki silahı doğrultup darbe yapmaya hazırlanan bir ordu yok. Tam tersine şerefli Türk subayları ordunun itibarını, entrikalara ve komplolara geçit vermeyerek sürdürmeye kararlı. Darbe ima eden ve siyasete müdahale niteliği taşıyan emirleri yerine getirmemeye kararlı güçlü bir irade orduya hâkim.

Kısaca ordumuz görev başında.

17 Haziran 2009 Çarşamba

ALİ BULAÇ

İran'ın yeşil rasyonalizmi

12 Haziran (22 Hordad) seçim yenilgisini kabul etmeyen Musavi, sonuçların açıklanmasından sonra şu açıklamayı yaptı: "Biz, dinî öğretilerden ve halkın Peygamberimiz'in Ehl-i Beyt'ine olan ilgisinden çıkarılmış yeşil rasyonalizm akımını büyük bir coşkuyla sürdürecek ve ülkede azgınlaşan kirli yüzlü yalan istilasına karşı mücadele edeceğiz. Ama bu arada hareketimizin körü körüne olmasına da izin vermeyeceğiz."
Ancak maalesef, seçim sonuçlarıyla ilgili gösteriler, kanlı çatışmalara dönüştü. Olayı anlamlandırmak zor. Çünkü Türkiye'de İran'a ilişkin bilgiler eksik, değerlendirmeler de çoğu zaman yanlış.

Seçime katılma oranı yüzde 85. İmam Humeyni'nin efsanevi başbakanı Musavi'ye ilginçtir ne yoksul kesimler ne orta sınıf oy verdi. Sayıları yüz binleri bulan Devrim Muhafızları Ordusu, Gönüllüler Ordusu, İmam Humeyni Yardım Komitesi vb. gruplar da Ahmedinejad'a oy verdi. Aslına bakarsanız Musavi, devrimin mirasını devam ettiren iyi bir İslamcı. Popülist değil, entelektüel birikimi iyi. Demokratik katılımı, özgürlüklerin genişletilmesini istiyor; İran'ın dış dünyada takip etmekte olduğu aktif politikanın bir miktar geri çekilmesini savunuyor.

Pekiyi, kendilerini "usuli" diye adlandıran Ahmedinejad taraftarları neyi savunuyor? Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki usuli adlandırması, 19. yüzyılda verimli bir fıkıh ve epistemoloji tartışmasını başlatan Ahbari karşıtı usulilik değil. "Önce ilke" anlamında bir usuliliktir bu. Bizde olsa olsa karşılığı "Önce Cumhuriyet, sonra diğer demokratik haklar ve özgürlükler" diyenlere tekabül edebilir.

İmam Humeyni'den sonra üç önemli kişilik profili etkili oldu. İmam'dan sonra işbaşına gelen Haşimi Rafsancani. Rafsancani "kalkınmacı"ydı; Özal'ın İran versiyonuydu. Bir yazımda ona "Başı sarıklı Özal" demiştim. Rafsancani'nin dönemi "yolsuzluklar ve zenginleşen iktidar yanlısı mollalar"la anılıyor.

1997'de Muhammet Hatemi dönemi başladı. Hatemi, filozof ruhlu, sakin tabiatlı bir insan. Reformcu kişiliğiyle öne çıkıyordu. 1994'te ilk defa "dinler arası diyalog ve medeniyetler ittifakı" kavramlarını öne çıkarmakla uluslararası alanda şöhret yapmıştı. Hatemi, Rafsancani ile Ahmedinejad çizgisi arasında sıkıştı, beklenen hamleyi yapamadı.

2005'te ise Mahmud Ahmedinejad cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Ahmedinejad'ın kişilik profilini anlatmak sanıldığı kadar kolay değil. Bir kere entelektüel derinliği yok, kitap okumaktan hoşlanmaz. Ancak beden dili çok kuvvetli, kitlelerle kolayca iletişim kurabiliyor ve özellikle dış politikada "İsrail'i hedef tahtası"na yerleştirerek heyecan yaratıyor. Ekonominin iyileştirilmesi yönünde kayda değer bir adım atmış değil, ama sosyal yardımlar yapıyor, kamu kaynaklarını ayni veya parasal olarak yoksul kesimlere dağıtıyor.

Ahmedinejad'ın bu çizgisiyle İran yol alabilir mi? Bu önemli bir soru. Mevcut duruma tepki Musavi liderliğinde 1979 ruhunu öne çıkaran İslamcılardan geliyor. Gösteriler tamamen onların kontrolünde. Musavi taraftarlarına göre, beden dili, popülizm, sağlık ve ekonomiyi düzeltmeden yoksullara sosyal yardım dağıtarak, tabii bu arada iki de bir "İsrail'e karşı sert çıkışlar" yaparak ayakta duran Ahmedinejad ve taraftarlarını ifade edebilecek en iyi tanımlama "tahaccur", yani taş kafalılık.

Musavi çok daha iyi bir sonuç alabilirdi. Üç büyük hata yaptı: 1) Kampanyada renk kullandı: Cennet rengi yeşil. Bu, Soros'un "renkli devrimleri"ni çağrıştırdı; 2) Rafsancani ile arasına mesafe koymadı. Bu da kalkınmacılığı ve yolsuzlukları hatırlattı. Hamaney, Rafsancani'nin mektubuna cevap vermemişti; 3) Özgürlükleri açıklık ve içki içmeye indirgemiş Batılı yaşama tarzının savunucularıyla çok içli dışlı göründü. Batı medyası Musavi'yi öne çıkarıp Ahmedinejad'ı karaladı. Bu hatalar İslamcıları geniş kitlelerden uzaklaştırdı.

AHMED ŞAHİN

Hayatın iki altın fırsatı: Tatil günleri ve emeklilik devresi!

Her birimiz geriye dönüp de harcadığımız hayatımıza şöyle bir bakınca iki büyük altın fırsatın kaçtığını görmekteyiz. Biri hayatın başlarında, diğeri de sonlarında.
Hayatın başlarında kaçırılan altın fırsat, okulların tatil olduğu boş devrelerde kaçırılan fırsat..

Hayatın sonunda kaçırılan fırsat da, emeklilik devresindeki boşluk devresi fırsatı.

Bu iki devrenin kaçırılan fırsatları, hayatın geri getirilmesi mümkün olmayan altın fırsatları. Neden mi altın fırsatları? Çünkü her ikisinde de ebedi hayatın kazanılması mümkün de ondan. Mesela, çocuklar ömür boyu kılacakları namazlarında okuyacakları Kur'an'larını, hatta uygulayacakları temel İslami bilgilerini.. hep bu tatil devrelerinde ezberleyip öğrenirler. Yaşlılar dahi, 'İyi ki tatillerde Kur'an kursuna gitmişiz, namazlıklarımızı ezberleme fırsatını kaçırmamışız.' diyerek, hayatın başındaki altın fırsatı değerlendirmiş olmanın sevincini yaşarlar hayatın sonlarında..

Demek ki hayatın başındaki bu altın fırsatın etkisi, hayatın sonlarına bile aksetmekte, yaşlılar da dini hayatlarını gençlikte elde ettikleri bilgiye borçlu olduklarını düşünmekteler. Nitekim bu devrede bazı emekliler eline kalemi kâğıdı alıp geçmişte kılamadığı namazlarını, yerine getirmediği dini görevlerini bir bir tespit ederler.

— Her gün birkaç vakit namaz kaza etmeye başlayarak ibadet borcunu bu devrede ödemeyi hedef alır, belki öğrenmediği Kur'an'ı dahi öğrenebilir, okumadığı dini kitapları okur, hatta bir hizmetin içinde görev üstlenir..derken emeklilik devresi, ebedi hayatını kurtaran tam bir altın devresi olup çıkar.

Böylece hayatı boyunca kaybettiğini, emeklilik devresinde kazanmış olmak gibi eşsiz bir fırsat değerlendirmesi de söz konusu olur. Bu durumda (bazılarının çöküş devresi dedikleri) emeklilik devresini hayatının en verimli altın devresi haline getirmiş olur. Çünkü insan hayatında ebedi hayatını kazandıran devreden daha kıymetli bir devre olamaz. Yeter ki bu uyanıklık gösterilsin, son fırsat da böylece kaçırılmamış olunsun...

Tatildeki boşluk fırsatını değerlendirip iyi bir din eğitimi alan öğrenci gençler hem kendilerini hem de ana-baba gibi geçmişlerini kurtarabilirler. Konuya ait ibretli bir misal irşad kitaplarında şöyle nakledilir...

İsa aleyhisselam bir mezarlığın yanından geçerken ölünün birinin çektiği kabir azabını keşfeder, adama acıyarak yoluna devam eder. Dönüşte ise kabir sahibinden azabın kaldırıldığını anlar ve buna çok sevinir. Ama meraktan da kurtulamaz da ellerini açıp dua ederek sorar adamın azabının neden kaldırıldığını.

Rabbimiz şöyle bildirir azabı kaldırma sebebini.

— Bu kulumun bir yavrusu dünyada din dersi almaya başladı, benim ismimi ezberleyip besmele çekti. Çocuğu yer üstünde benim ismimi ezberleyen bir babaya yer altında ben azap etmem! Bu sebeple din dersi alan çocuğunun hürmetine babasından azabı kaldırdım!

Demek ki, çocuğun öğrendiği din bilgisi, okuduğu Allah kelamı, ana baba gibi geçmişlerinin kabir azabından kurtulmasına da sebep olabilmektedir.

Bu bakımdan gençler tatil fırsatını kaçırmazlar da iyi bir din eğitimi alırlarsa, hem kendi geleceklerini kurtarmış olurlar hem de onların dini eğitimi almalarına sevinip yardım eden ana babalarının kurtulmalarına da sebep olabilirler.

Sözün özü: Sevgili gençler, muhterem yaşlılar! Hayatın geri gelmeyecek olan bu altın fırsatları mutlaka değerlendirilmeli, asla kaçırılmamalıdır. Ayet-i kerimenin ikazı:

— Ey iman edenler! Kendi nefsinizi, aile ve çocuklarınızı ateşten koruyunuz!.

ORAL ÇALIŞLAR

Belge ya gerçekse sayın Baykal?

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal hakkında bir şeyler söylemeye kalktığımda biraz duraksıyorum. İşin doğrusu onun hakkında iyi şeyler kaleme almak istiyorum. Çünkü CHP’nin demokrasi talebinin yanında saf tutmasının önemli olduğuna inanıyorum.
Baykal’ın ‘AKP’yi ve Fethullah Gülen’i bitirme planı’ olarak bilinen belgeler konusunda ne diyeceğini bu nedenle merak ediyordum. ‘Belge sahte de olabilir, gerçek de’ dedikten sonra, belgenin sahteliği üzerinde ısrarla durduğunu gördüm. Şunu bile söyledi: “Ergenekon’daki birçok belgenin bu şekilde olduğunu biliyoruz .”
Baykal’a göre Türkiye sürekli sahte belgelerin ortalığa saçıldığı bir ülke.
Baykal, belgenin aydınlığa kavuşturulması gerektiğine vurgu yaptıktan sonra şu değerlendirmede bulunuyor: “Genelkurmay Başkanı kendisine yakışan açıklamayı yaptı. Askeri Savcılığın açıklamasını da gördük. Derhal gereği yapılmalı, herkes sorumluluğunu değerlendirmelidir. TSK gereğini yapar, kuşkumuz yok.”
Bu noktaya kadar belge ortaya çıkarılmalı diyen Baykal konuşmasını şu değerlendirmeyle bitiriyor:
“Sahte olduğu ortaya çıkarsa Türkiye’de her şeyin değişikliğinin zorunluluğu ortaya çıkar. Rotanın temelden sorgulanması ihtiyacı çıkar. Türkiye üzerine oynanan oyun ortaya çıkacaktır. Bir dönüm noktasının eşiğindeyiz. Derhal konu aydınlatılmalıdır, bir gün bile geçmemelidir.”
***
Baykal’ın değerlendirmesinden sonra insan ister istemez şu soruyu soruyor: Belgenin sahte çıkması mı, yoksa gerçek çıkması mı daha vahimdir? Baykal’a göre sahte çıkması halinde ‘rota temelden sorgulanmalı’dır, bu nedenle ‘bir dönüm noktasının eşiğindeyiz.’
Peki belge ya gerçekse? Belgenin bu yönü CHP liderini ne kadar ilgilendiriyor? Tükiye bu tür gerçek belgeler görmedi mi? Ergenekon davası Baykal’ın iddia ettiği gibi sahte belgelerin çoğunlukta olduğu bir dava olarak mı yürüyor? Yakın tarihimizde üç buçuk askeri darbe yaşamadık mı? Bu darbeler sahte darbeler miydi? Özden Örnek’in günlükleri sahte mi? Belgeleri bırakalım yer altından tonlarca silah çıkmıyor mu? Bunlar da mı sahte?
Belgenin sahte çıkması tabii önemlidir. Ancak tersi daha vahim değil midir? Çünkü gerçek olması demek ordu içinde bunca gelişmeye, açılan davaya rağmen askeri cuntalar varlıklarını sürdürüyor demektir?
Bu gerçeğin ortaya çıkması bir dönüm noktası sayılamaz da, yalnızca sahte çıkması mı dönüm noktası sayılır?
***
Baykal’ın konuşmasının kritik noktası, demokrasi duyarlığından çok, Ergenekon davasında da ortaya çıkan ‘darbecilik’ faaliyetine çok ‘ılımlı’ yaklaşmasıdır. Darbecilikten yargılananlara acaba kendisi neden bu kadar sıcak yaklaşıyor?
Tutun ki belge sahte çıktı... Yasadışı eylemlerde bulunan, darbe yapmak isteyen, demokrasiden hoşlanmayan, seçim sonuçlarını halkın rasyonel davranmaması olarak gören kesimler bu ülkede etkilerini ve varlıklarını sürdürmüyorlar mı?
Bu davalar, bu belgeler hayal mahsülü de, Türkiye bir demokrasi cenneti mi?
***
Burada herkesin yapması gereken, artık darbelerin ve darbecilerin meşru olmadığı noktasında tereddütsüz bir mutabakat içinde olmaktır.
Genelkurmay Başkanlığı’nın son dönemde ‘darbecileri içimizde barındırmayız’ açıklamaları kayda değer bir gelişmedir. Ancak ordu içinde ‘darbe heveslileri’nin olduğu, siviller içinde ‘darbeseverler’ olduğu gerçeğini de akılda tutmalıyız.
Baykal’a tekrar dönerek soruyorum: Ya bu belge gerçekse, o zaman ne yapılması gerekecektir? Seçilmiş bir parlamentoya karşı yasadışı tezgâh kurmak isteyenler gün ışığına çıkarsa Baykal ne yapılmasını isteyecektir?
Böyle bir ihtimal, kuvvetli bir ihtimal değil midir?
Türkiye, bir demokratikleşme sınavından geçiyor. Baykal ise, ‘sahte belgeler’ peşinde, asıl vuruşunu oradan yapmak istiyor. Tıpkı Ergenekon davasında olduğu gibi.
Türkiye ise darseverlere rağmen darbecileri darbeleyerek, darbelerden uzaklaşıyor.

ABDÜLHAMİT BİLİCİ

İmtiyazlı ortaklık mı zor, teslis mi?

Bir Hıristiyan'la konuşmak istiyorsanız, yapacağınız en büyük yanlış teslis konusuna girmektir. İşin içinden çıkamazsınız. Çünkü Hıristiyan din alimleri bile bunun, anlaşılması zor, kabul gerektiren bir konu olduğunu söyler.
Aksini iddia eden varsa, Hıristiyan akidesiyle ilgili sorulara cevap vermeye çalışan bir internet sitesinin "Kutsal Kitap Üçlübirlik/Teslis hakkında ne öğretiyor?" sorusuna verdiği şu cevaba bakabilir: "Hıristiyanlıkta Üçlübirlik kavramının en zor kabul edilen tarafı, onu tatmin edici bir biçimde açıklamanın mümkün olmamasıdır. Üçlübirlik inancını tam anlamıyla kavrayabilen, hele hele tatmin edici bir biçimde açıklayabilen hiçbir insan yok. Tanrı bizden sonsuzlarca kat büyüktür. O yüzden, onu tam olarak anlayacağımızı bekleyemeyiz. Kutsal Kitap'ın öğretilerine göre, Baba Tanrı'dır, İsa Tanrı'dır ve Kutsal Ruh Tanrı'dır. Kutsal Kitap aynı zamanda tek bir tanrının var olduğunu öğretiyor. Her ne kadar Üçlübirliğin içindeki kişiliklerin arasındaki ilişkiler hakkında bazı şeyleri anlayabilsek de, sonuçta bu konu insan anlayışına kapalıdır. Ama bu, teslisin doğru olmadığı anlamına gelmez."

Almanya'da Hıristiyan Demokratların (CDU) önde gelen isimleri ile yediğimiz akşam yemeğinden sonra başlayan imtiyazlı ortaklık tartışması, bana bu teslis bahsini hatırlattı. Zira konuşma öyle içinden çıkılmaz hal aldı ki, teslisi konuşsak daha kolay anlardık diye düşünmeye başladım. Heyette yer alan İktisat Profesörü Mehmet Altan, tansiyonu düşürmek için CDU'nun seçimde savunduğu sosyal piyasa ekonomisinin kapitalizmden ne farkının olduğu sorusu imdada yetişmese kavga çıkacaktı.

"İmtiyazlı ortaklıktan kastınız nedir? Türkiye'ye tam üyelik yerine önerdiğiniz bu kavramla ilgili bize bir makale, bir yazı, bir dosya gösterebilir misiniz?" gibi en basit soruların bile anlaşılabilir cevapları yoktu. CDU'ya yakın çizgideki Konrad Adenauer Vakfı'nın 2 yıl Türkiye'de görev yapmış önemli isimlerinden Frank Spengler, CDU'nun Alman ve Türk kökenli milletvekilleri bu sorulara cevap veremiyordu.

Peş peşe söz alan yetkililer şunları söylüyordu: "Kavramın içini doldurmaya çalışıyoruz. İmtiyazlı ortaklık sonuç değil, süreci anlatıyor. Politikamız, mümkün olan en sıkı şekilde Türkiye'nin Avrupa'ya bağlanmasıdır. Türkiye'nin tek seçeneği var, müktesebatı üstlenmek. Ancak sorun, Türkiye'nin bu Avrupa standartlarını yerine getirip getiremeyeceği."

Yıllardır konuşulan ve Türk-Alman ilişkilerini ciddi yaralayan bir kavramın içinin bu kadar boş olması şaşırtıcıydı. "Türkiye'nin üyeliğine karşı mısınız?" sorusuna açıkça 'evet' demekten kaçınıyor, hatta CDU'nun da parçası olduğu Alman hükümetinin şu ana kadar müzakere sürecinde hiçbir olumsuz tavır takınmadığını söylüyorlar. Bunu duyunca, "Madem uygulamada tavrınız olumlu. O halde neden bu kadar Türkiye karşıtı görünüyorsunuz?" diye soruyor, ama makul bir cevap alamıyorsunuz.

Sakın, bu kavramla ilgili kafa karışıklığının biz Türklere ait bir anlayış kıtlığından kaynaklandığı sanılmasın. Nitekim Alman Dışişleri Bakanı ve Sosyal Demokratların lideri Frank-Walter Steinmeier ile konuşurken, iktidar ortağının savunduğu bu kavram hakkında onun düşüncesini sorduk. Cevabını Zaman'ın manşetinde okudunuz: "İmtiyazlı ortaklığın ne olduğunu ben de bilmiyorum."

Ancak yine de Almanlar gibi mühendislik dehasına sahip bir toplumda, milyonlarca destekçisi olan büyük bir partinin bu kadar belirsiz bir kavram üzerinden siyaset yapmasını anlamakta zorlanıyorum.

Akla gelen birkaç ihtimal var. Birincisi, Merkel, Türkiye'ye soğuk parti tabanı ile Türkiye'yi aynı anda idare etmeye çalışıyor. Bunun için Türkiye'ye ne 'evet' ne 'hayır' diyor. Bu gri alanı parti siyaseti için kullanıyor. İkinci ihtimal, ciddi bir iletişim sorunu. Yani CDU da aslında şartları yerine getirmesi halinde Türkiye'nin üyeliğine karşı değil, ama bunu anlatamıyor. Son seçenek ise şu: Almanya devlet politikası olarak Türkiye'nin AB içinde kendisiyle eşit konuma gelmesini istemiyor. Ama çıkarları gereği büsbütün karşısına da alamıyor. CDU'nun tavrı da bu ikircikli politikayı temsil ediyor. Hangi seçenek size daha mantıklı geliyor?

CENGİZ ÇANDAR

TSK'nın 'modernleştirilmesi' gereği

İsrail ilk defa böyle bir atılım yaptı. Ancak yetersiz. Ben birleşik bir Filistin devletinden yanayım. Her ne kadar bu atılımın olumlu olduğunu düşünsem de, Filistinlilere geri dönüş hakkı tanımıyor. Filistinlilerin ekonomisi de İsrail’e bağımlı. Yine de Netanyahu bugüne kadar yapmadığı biçimde Filistin ve devlet kelimelerini aynı cümlede kullandı. Umarım bu açılımı bir sıçrama tahtası olarak kullanabilirler.”
Kim söylemiş bu sözleri?
Üzerinde Yazıyor: ‘Radikal Gazetesi yazarı Cengiz Çandar’.
Taraf gazetesinin dünkü üçüncü sayfasında ‘Netanyahu kimseyi memnun edemedi’ başlıklı haberin içinde bir kutuya yerleştirilmiş.
Ben böyle bir şey söylemedim. Taraf gazetesinden kimse benimle bu konuda görüşmedi. Zaten, beni zerre kadar tanıyanlar, dünyada asla yapmayacağım bir şey varsa, onun da Netanyahu gibilerini bir nebze bile olsa olumlamak olmayacağını bilirler.
Taraf gazetesi benimle görüşmeden, benim asla söylemediğim ve söylemeyeceğim sözleri benim ismimin altına nasıl yerleştirmişler bilmiyorum. Belki de başka birisi bunları söylemiştir, yanlışlıkla üzerine benim ismimi yerleştirmişler.
Ancak, ‘Belge’ haberini yayımladıkları günden beri Türkiye’nin gündemine damgasını vurmuş bir gazetenin bu tür hataları yapma lüksü yoktur. Dikkatli ve özenli olmalılar. Herkesten daha fazla. Haberlerinin doğruluğunu tartışılır hale asla sokmalılar. Zira cesaretle yayımladıkları haberler ülkede rejim tartışmasını açacak, demokrasi
yolunu döşeyecek kadar önemli.
***
Taraf gazetesinin dünkü sayısında doğruluğundan kuşku bulunmayacak ‘Genelkurmay’ın açıklaması güven sarsıcıdır’ başlığını taşıyan ve 16. sayfasının tümü. Doğruluğundan kuşku duyulamaz, çünkü emekli Askeri Yargıç Dr. Ümit Kardaş’la ‘asker-siyaset ilişkileri’ konusunda yapılan, Ümit Kardaş’ın söyleşiyi yapanla fotoğrafının da
yer aldığı bir söyleşi bu.
Başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere, medyamızın garnizon yazarları her fırsatta TSK’nın ‘demokrasi ve hukuk devletine bağlılığı’ndan dem vurmayı ihmal etmiyorlar. Ümit Kardaş ise bu konuda şöyle diyor:
“... TSK’nın demokrasi ve hukuk devletinden ne anladığı önemlidir. İçinde sürekli darbe yapma, muhtıra verme, andıçlama yapma heveslisi gruplar barındıran bir silahlı kurumun okullarındaki eğitimin nasıl demokratikleştirileceği hususu fevkalade önemlidir. Ancak aynı durumun hâkim ve savcıları, mülki amirleri, akademisyenleri, bürokratları yetiştiren sivil eğitim kurumları için de geçerli olduğu açıktır. Askeri müdahaleleri çıkar yol olarak gören ‘sivillerin’ eğitimi de bir o kadar önemlidir.”
Şu ‘Belge’ye ilişkin gelişmelerde Genelkurmay’ın aldığı tavır, ‘konunun yargıya intikal ettiği’ ve ‘soruşturma sonucunun beklenmesi gerektiği’ yolunda. Genelkurmay’ın ‘hukuk devletine bağlılığı’ tartışma götürmüyor ya, ‘hukuk devletine bağlılık’ ister istemez hukuki süreçlere bağlılık ile eş anlamda kullanılıyor. İlker Başbuğ’un Ertuğrul Özkök’e söylediklerinden bu açıkça anlaşılabiliyor.
Oysa Ümit Kardaş söylüyor ve soruyor: “Askeri savcılık kriminal inceleme yaptıracaktır. Belgenin gerçek olduğu ortaya çıkarsa askeri savcı kendi komutanının karargâhında soruşturmayı derinleştirebilecek midir? Sorumluluk Genelkurmay Başkanı’na ulaşırsa ne yapacaktır? Bir demokraside, bir hukuk devletinde demokrasiye ve anayasal düzene saldırı oluşturan eylemlere ilişkin iddialar böyle mi soruşturulur?”
Ümit Kardaş, haklı olarak “Askeri yargının sadece disiplin suçlarına bakar hale gelmesi gerekir. TSK’nın kendisine ait bir yargı alanı yaratması imtiyazına son verilmelidir” diyor.
Altını çizdiği nedenlerden ötürü, askeri yargı bünyesinde ‘hak ve hukuk’ aranmaz ve bulunmaz. Askeri yargıya güvenmeli miyiz? Kendi payıma ben güvenmiyorum. Bugüne dek hangi andıçın üzerine gidildi? ‘Failleri’ hakkında nasıl bir yaptırım uygulandı?
Kol kırıldı, yen içinde kaldı. O tür hukuksuzluklara her işaret edildiğinde ‘askeri yıpratmayalım’ korosu vakit geçirmeden sahne aldı. Oral Çalışlar’ın dün çok yerinde saptaması ile ‘Asker de demokrasiyi yıpratmasın’.
***
Son iki yıl içinde Ergenekon dalgalarının neredeyse her birinde ya emekli, ya da muvazzaf askerler hukuk dışı işlerle irtibatlı olarak ortaya çıkıyorlar. Aralarında sadece kendilerince durumdan vazife çıkaran astsubaylar ya da ‘vatan elden gidiyor’ gerekçesiyle iktidar peşinde koşan ‘halaskâr zabitan’ yok; kuvvet komutanlığı yapmış isimler bile var.
Bu tartışılmayacak derecede kesin olgu, TSK’nın esaslı biçimde elden geçirilmesini ve ‘modernleştirilmesi’ni zorunlu kılıyor. ‘Modernleştirme’ sadece en ileri teknolojideki silah sistemlerinin elde edilmesi anlamına gelmiyor. Zihniyetin ve yapının modernleştirilmesi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, asker içindeki ‘cuntalaşma eğilimleri’nden yana olmadığı biliniyor. Eline şu ara muazzam bir fırsat geçti. ‘Birinci Komutan’, TSK’nın her bakımdan ‘modernleşmesi’ yani gerçekten ‘demokrasi ve hukuk devletine bağlı’ bir kurum haline dönüştürülmesi için arkasına büyük bir ‘konsensüs’ almış durumda.
TSK, hiçbir gerekçenin ardına sığınmadan, siyasetten elini eteğini tümüyle çekmek zorundadır.
İlker Başbuğ gereğini yapmalıdır. Yapabilir.

ŞAMİL TAYYAR

Namus elden gitti mi?

Görevini silahlı icra eden kuvvetlerimiz, ne hikmetse, bu temel görev gerecine ‘namus’ gözüyle bakar.

Hatırlarsınız, Kadıköy Bostancı’daki hücre evine yapılan baskın sırasında Emniyet Amiri Semih Balaban şehit düşmüş, telsizini teröriste kaptırdığı iddia edilmişti. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, 28 Nisan günü cenaze töreninde dedi ki: ‘Silah ve telsiz, Türk polisinin namusudur, telsizini teröriste kaptırmamıştır. Teröristin anons ettiği telsiz, kendine aittir.’

Ama işi bilen hiç kimse Cerrah’a inanmadı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 29 Nisan günü basın toplantısında, Poyrazköy’deki silahlarla ilgili açıklama yaparken, ‘Silah ordunun namusudur’ diyerek envanterde eksiklik olmadığını ifade etti.

İnanan birkaç kişi çıktı ama 14 Mayıs 2009 tarihli MKE raporu, bu cümleyi toprağa gömdü.

Ne oldu şimdi? Namus elden gitti mi?

Elbette, hayır. Ama icra ettiğimiz görevi kutsarken hızımızı alamayıp yanlışa ‘örtü’ yaparsak, haklı olarak, bu soruları sorarlar.

Maalesef, Ergenekon sürecinde birkaç kez aynı hataya düşüldüğünü ve ibret alınmadığı için tarihin tekerrür ettiğini üzülerek görüyoruz.

Allah aşkına, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nin aynı zamanda Ergenekon sanığı emekli Yüzbaşı Fikret Emek hakkında sadece ‘askeri eşyayı gizlemek’ suçundan 1 yıl 8 ay 25 gün hapis cezası vermesi, ardından iyi hal gerekçesiyle hükmün açıklanmasını 5 yıl süreyle geri bırakmasını izah edebilir misiniz?

Efendim, (askeri) yargı bağımsızdır!

Öyle mi?

O zaman gelin, Genelkurmay’ın son andıçla ilgili önceki günkü açıklamasının 1. maddesini birlikte okuyalım: ‘...Genelkurmay Askeri Savcılığı’na konunun bütün boyutlarıyla soruşturması emri verilmiştir.’

3. maddeye de bakalım: ‘...Bugüne kadar bağımsız Askeri Yargı tarafından uygulanan hukuki süreçler de ortadadır.’

Emirle harekete geçen yargı, bağımsız olur mu?

Başbakan çıksa ve dese ki: ‘Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na konunun bütün boyutlarıyla soruşturması emri verilmiştir.’

Kıyamet kopmaz mı? Yargı ayağa kalkmaz mı? Cüppeleriyle boy göstermezler mi? Barolar havaya zıplamaz mı?

Cevapları benden iyi biliyorsunuz.

2. Ergenekon iddianamesinde durum daha da vahimdir. Soruşturma kapsamında ele geçirilen ‘gizli’ damgalı TSK antetli belgeler için Genelkurmay’ın yaptığı şu yoruma dikkat çekmek isterim: ‘...Sözkonusu belgelerin; Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait belgelerin yazım teknikleri taklit edilerek veya bilgisayar teknikleriyle kurgulanarak oluşturulduğu...’

Yani, Genelkurmay, Ergenekon iddianamesine giren kurumla ilintili hiçbir belgeyi, tıpkı Poyrazköy’deki silahlar gibi üstlenmedi!

Telsize silah gibi ‘namus’ muamelesi çeken Celalettin Cerrah’a öykünürcesine, İlker Paşa da law silahından sonra eylem planını aynı muameleye tabi tutarsa, askeri savcılığın yürüttüğü soruşturmadan çıkacak sonuç tartışmaya açık hale gelir.

Yarın askeri savcılık takipsizlik verip şöyle derse kimse için şaşırtıcı olmaz: ‘...Sözkonusu belgenin, TSK’ne ait belgelerin yazım teknikleri taklit edilerek veya bilgisayar teknikleriyle kurgulandığı...’

Sizce kim inanır? Ergenekoncular hariç, kimse...

O nedenle; silaha, telsize, andıca, eylem planına ‘namusumuzdur’ diyerek kutsamak yanlıştır, bu yaklaşım yanlışa sahiplenme duygusunu güçlendirir. İlla da diyecekseniz, yine lafım yoktur, ama bilin ki, namus, namussuzlara göz açtırmayarak korunur.

Namussuzlara sahip çıkarak değil...

EMRE AKÖZ

Planın ardındaki toplum desteği

Ordunun bilhassa 1960 darbesinden bu yana, adeta bir 'siyasi parti gibi davrandığı' ya da 'siyasi partilerle aynı zemine oturduğu' (Murat Belge) sıkça dile getirilmiştir.
Bu mesele üzerinde düşünürken, Türk Silahlı Kuvvetler Partisi'nin (TSKP) toplumsal tabanını da mutlaka hesaba katmak gerekir.
2007'deki cumhuriyet mitingleri sırasında meydana inen bu 'orducu kitle' toplumun yuvarlak hesap yüzde 25'ini meydana getirir. (Ancak hâkim oldukları medya, üniversite ve yargı gücü sayesinde etkileri, sayılarını katlar.)

***
İrtica kartını öne süren her komutan, yaptığı hareketin toplumda ciddi bir destek sahibi olduğunu bilir.
Tepkilere bakmak yeter:
TSKP tabanı bu tip planları asla 'demokrasi', 'adalet', 'hukuk devleti', 'vicdan' gibi kavramlarla değerlendirmez.
Örneğin plandaki 'Silah ve mühimmat bulunması sağlanacak' cümlesi karşısında kılını dahi kıpırdatmaz.
Sadece kimin hedeflendiğine bakar.
Eğer planın odağında asla oy vermeyeceği bir parti ya da tasvip etmediği bir toplumsal grup bulunuyorsa, sorun yoktur; plan mubahtır!
Böyle bir durumda, karşı çıkmak ne kelime, planı meşrulaştırmak için elinden geleni yapar:
"İrtica tehlikesine bir dur demek gerekmekte. Ama bunu kim yapacak? Hükümet zaten şeriatçı! O halde iş orduya düşüyor."
Eğer vaziyet meşrulaştırmaya el vermiyorsa, zevahiri kurtarma yoluna gidilir:
"Kesin bir durum yok, konuşmak için erken... Zaten Genelkurmay'da hazırlanmamış... Plan sahte..."
Döküntüler işi daha da öte götürür:
"Hep kavga, hep kavga! Nedir bu plan, niyedir?
Açıkçası bilmiyorum. Çok karışık. Devletimi, milletimi seviyorum. Kafamı fazla yormak istemiyorum."
Velhasıl bu öyle bir kitledir ki şer planlarının yapılmasını ister. Yapılmadığı takdirde "acaba güvende değil miyim" diye kuşkulanır.
Plan üretimini mümkün kılan bu sosyolojik tarladır.

ERDAL ŞAFAK

Cinnetin eşiğinde

Bir ülkenin "Güç" olabilmesi için üç koşulun ya da üç ana unsurun üçüne de sahip olması gerekiyor:
1- Siyasal istikrar.
2- Ekonomik istikrar.
3- Güçlü bir ordu.
İlk ikisi stratejistlerin "Soft power" dedikleri "Yumuşak güç" silahlarını sağlıyor, üçüncüsü ise "Hard power"ı, yani "Sert güç"ü.
Türkiye, 2002 Kasım'ından itibaren bu üç unsuru bir araya getirebildiği için "Bölgesel güç" konumuna geldi.
Yine bu üç unsuru bir arada tutabilirse, pek de uzak olmayan bir gelecekte "Küresel güç" olma şansını yakalayabilecek. Bir başka deyişle, dünya sahnesinin baş aktörleri arasında yer alabilecek.

İstikrarı yitirme riski
Ancak son gelişmeler, "Demokrasiye komplo" iddiaları ve o iddiaların tetiklediği tartışmalar, karşılıklı suçlamalar hem kurumları yıpratıyor, hem de toplumdaki kamplaşmayı derinleştiriyor.
Bu gidişatın önü alınmazsa binbir güçlükle ve nice özverilerle elde edebildiğimiz istikrar tehlikeye girecek. Öncelikle siyasal istikrar. Ardından da ekonomik istikrar. Çünkü siyasal istikrarın olmadığı yerde, zaten ekonomik istikrardan da söz edilemez.
Kurumların yıpratılması durdurulmazsa, rejimin temellerine su yürüyecek. Yasamanın, yürütmenin, yargının. Ve onlardan da önce Silahlı Kuvvetler'in.
Başbakan Erdoğan o yüzden "Bu iddialar gerçek dışıysa devletin kurumlarını karşı karşıya getirmek, devletin kimi kurumlarını yıpratmak, bir tahrik ortamı oluşturmak gibi niyetler taşıyorsa, bu vahimdir. İddialar doğruysa mesele daha vahimdir" diyor.

Harakiri yapmak gibi
Bu gidişatın önünün alınması, kurumların yıpratılması sürecinin durdurulması, toplumsal "Harakiri"nin faciaya dönüşmemesi için üç aşamalı eylem planının uygulamaya konulması gerekiyor: 1- Öncelikle iddiaların en kısa zamanda, ama mümkün olan en kısa zamanda aydınlatılması, gerçeğin ortaya çıkarılması. 2- Varılacak sonuca ya da gerçeğe herkesin saygı göstermesi. Hayır, yetmez; herkesin inanması. 3- Ve nihayet, o gerçeğin veya sonucun gereğinin yapılması, sorumlularına bedelinin ödetilmesi.
Bu süreci hızla ve kazasız-belasız atlatamazsak, Türkiye kaçınılmaz olarak çok daha büyük krizler ve tehlikelerle karşı karşıya kalacak. Hem içerde, hem dışarıda. Kendi derdine düşeceği için de, bırakın "Küresel güç" olma hedeflerini, "Bölgesel güç" statüsünü koruması bile imkânsızlaşacak.
Zeminin ayağımızın altından kaymasını istemiyorsak, hepimiz ama hepimiz aklımızı başımıza almalıyız. Ve hiç değilse Tahran'daki göstericilerin şarkısına kulak vermeliyiz:
"Yağmura gitmeli, gözlerimizi yıkamalı ve dünyayı başka gözlerle görmeliyiz..."

16 Haziran 2009 Salı

EKREM DUMANLI

Ya eylem planı hayata geçirilebilseydi?

Günlerdir Türkiye, 'İrticayla mücadele eylem planı'nı konuşuyor. Vahim bir durum! Bazıları resmi makamlarca 'Belge düzmecedir' dense çok mutlu olacak. Ama hiç kimse belgeye 'yalan' ya da 'sahte' diyemiyor.

Askerî savcılığın dün 'kanaat' bildirmesi ironik bir gerçeği ortaya çıkardı. Canlı yayın yapan bazı 'haber kanalları' savcılık kanaatinin üstüne balıklama atladı. Oysa ortada yalanlama yok; sadece cılız ve inandırıcılıktan uzak bir 'kanaat' söz konusu. Hal böyle olunca insan düşünmeden edemiyor: Ya plan hayata geçirilseydi?

'AKP içindeki bazı ajanlar harekete geçirilecek' deniyor. Maksat belli. Siyasi istikrarsızlık çıkartmak. Peki yüzyılın en büyük ekonomik krizi yaşanırken siyasi bir bunalıma sebep olmak hangi demokrasi bilinciyle izah edilebilir? Ayrıca ordunun görevleri arasında bir partiye ajan sokmak ya da ajanları harekete geçirmek gibi çirkin komplolar kurmak var mı? Peki medya? 'Hükümeti bitirme planı'na temkinli yaklaşan bazı medya yöneticileri, AK Parti içindeki komplolar gerçekleşseydi yine 'soğukkanlı' kalmayı mı tercih edecekti?

'Işık evlerinde silah ve mühimmat bulunması sağlanarak Gülen Cemaati silahlı terör örgütü ilan edilecek' deniyor. Farz edelim ki bu hain plan tuttu ve bir baskın yapıldı bir eve ve oradan 'Silah ve mühimmat bulunması sağlandı'. Ne olacaktı? Bugün 'Bu belge umarız düzmecedir' diyenler ya da 'Bu nasıl ordu ki belgesi sızabiliyor?' diyerek adeta 'Madem böyle bir fırıldak çevirdiniz, niye yakayı ele veriyorsunuz?' diye hayıflananlar, bu korkunç senaryo gerçekleşseydi nasıl yazılar yazacak, hangi manşetleri atacaktı? Askerî savcılığın harekete geçirilmesi ve bundan sonraki haber şehveti tezgâhın başka bir ayağı...

Asıl tehlike budur! Asker içinde kendini bilmez birileri çıkıp, ordunun manevi varlığına gölge düşürecek şekilde bir yanlışlık yapabilir; ancak zihniyet itibarıyla aynı pozisyonda duran ve maalesef demokrasiyi içine sindirememiş çok insan var bu memlekette. Medyada var, bürokraside var, sanat dünyasında var, siyasette var... Psikolojik harp taktiklerinin karanlık sahnelerinde bu kadar rol almak isteyenin olduğu ülkeye demokrasi güneşi doğmaz!

Keşke şöyle diyebilseydim: 'Korkmayın, kim ne komplosu kurarsa kursun, bu ülkenin demokrasi âşığı aydınları kirli tezgâhlara boyun eğmez!' Keşke! 28 Şubat'ı hazır ol vaziyetinde geçirenler, 27 Nisan bildirisini ayakta alkışlayanlar, 367 saçmalığına kılıf uydurmak için onurlarını pazarlayanlar, 411 oyla Meclis'ten geçmiş bir maddeyi var gücüyle dinamitleyenler, Ergenekon davasını sulandırmak için yargıya ve siyasete baskı yapanlar... Hepsi de bu ülkede yaşandı. Darbecilik askerin tek başına yaptığı bir suç değil ki!

Öyle geriye gitmeye gerek yok! Son andıç çalışmasında neler yazıldığına bakın, yeter. Oradaki bazı planlar zaten devreye girmiş de sanki bizim haberimiz yokmuş... Ne deniyordu Kıdemli Kurmay Albay Dursun Çiçek imzalı planda? Ergenekon zanlısı askerler için 'Söz konusu TSK personelinin masum olduğu, irticayla etkin mücadele ettikleri için üzerlerine iftira atıldığı şeklinde haberler yaptırılacak...' Ermenistan ve Yunanistan konularında muazzam (!) analizler yapanlar 'yazılı ve görsel medyada sürekli bu konulara yer verilmesi' gerektiğini savunuyor ve ekliyor: 'Milliyetçi partilerin bu konuda tabanı genişletilmeli. AKP kamuoyunda zora düşmeli.' Bu satırları okuduğunuzda 'Allah Allah! Demek ki bu ülkedeki milliyetçi duyguları istismar edenler de Azerbaycan'ı Türkiye'ye düşman etmek için çırpınanlar da 'Eylem planı'nın güdümündeymiş demiyor musunuz?

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Bu korkunç planı bir kenara kaydedin; bir de dönün medya üzerinden yürütülen propagandaya bakın. Manzara o zaman çıkar ortaya. Maalesef bu ülkenin bazı aydınları (özellikle medyada, yargıda, siyasette) psikolojik harbin gönüllü eylemcisi olmaya zaten can atıyor. Farkında olmadıkları bir şey var: Türkiye, eski Türkiye değil! Kamuoyunu yalanlarla aldatmak, onları siyasi hedefler doğrultusunda koyun gibi gütmek artık mümkün değil! İşte sivil bilinç diye buna derler! Bunu içine sindiremeyenler yanlış yolda yürüyor...

DENİZ GÖKÇE

İran'da neler olabilir?

12 Mayıs günü İran'da sonucu merakla beklenen Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. İlk resmi açıklamalar, Cumhurbaşkanı Ahmed-i Nejad'ın büyük çoğunlukla ikinci defa seçildiğini göstermekte. Ancak 1979 İran İslam Devrimi'nden beri ilk defa değişik içerikli bir seçim kampanyası yürütüldü. Amerika ve Avrupa'da ilgi ile karşılanan olgu ise, muhalefet lideri Mousavi'nin kampanya boyunca eşini yanından ayırmaması oldu.
Mousavi'nin eşi Zahra Rahnavard ressam ve heykeltıraş olması yanında, aynı zamanda da saygın bir siyasal bilimci. 1998-2006 yılları arasında İran Cumhurbaşkanı Mohammed Khatami'nin siyasal danışmanlığını yapmış. Devrimden sonra ilk kadın üniversite rektörü olarak, yalnızca kadınların yüksek öğrenim gördüğü Al-Zahra Üniversitesi'nde sekiz yıl görev yapmış. Uzun yıllardır da erkek-kadın eşitliği için mücadele etmiş. Seçim kampanyası boyunca tek başına veya eşiyle birlikte ülkeyi dolaşarak fiilen çalışmalara katılmış olması, İran'da bir ilk.
1981-1989 yılları arasında İran Başbakanlığı'nı yürüten Mousavi ressam, mimar, iyi bir ekonomist ve dürüstlüğü ile tanınan bir politikacı. Seçimi kazandığı takdirde İran İslam rejiminde bir dizi reform hareketi yapacağı ümit ediliyordu. Özellikle de kadınların bir dizi haklara kavuşması, çok korkulan 'ahlak polisi' uygulamasının hafiflemesi bekleniyordu. ABD ile görüşme taraftarı olması, dünya barışı için umut veriyordu. Mousavi'nin kazanması yeni bir devrim değil, izlenen rotada, oldukça barışçıl değişiklikler getirecekti. Sovyetler Birliği'nde görülen Gorbaçov benzeri bir değişiklik ABD ve Avrupa basınının ve de bundan etkilenen kamuoyunun 'wishful thinking' (arzuladığı gibi düşünmek) olayından başka bir şey değildi.
Seçimlerde yapıldığı ileri sürülen yanlışlıklar, Mousavi'ye ait oy pusulalarının az olduğu, dolayısıyla da taraftarlarının oy veremediği ve oy verilen mekanların yeterli süre açık kalmadığı iddialarından ileriye geçemedi. Seçimlerde Mousavi'yi destekleyen eski Cumhurbaşkanı Rafsancani'nin,'Seçim sandıklarında 50 bin müşahit görevlendirdik' sözleri, katılımın % 85'in üzerinde olması ve oy verme süresinin de 6 saat uzatılmış olması, bu iddiaların inanırlılığına gölge düşürmekte. 2000 yılında yapılan ABD Başkanlık seçimlerinde Florida'da karşılaşılan düzensizlikler düşünüldüğünde, ileri sürülen sebepler daha da önemsiz kılmakta.
Bilinen gerçek o ki, kırsal bölgeler, çalışanlar ve yoksullar Ahmed-i Nejad'ın Cumhurbaşkanı olmasını tercih etmekteler. Reform taraftarları ise, büyük şehirlerdeki seçmenlerle sınırlı kalmakta. 13 milyon nüfuslu Tahran'da dahi, ancak Kuzey bölgeler Mousavi'ye oy vermiş durumdalar.
İlk seçim sonuçları ilan edildiğinde Mousavi taraftarları hile yapıldığı iddiası ile sokağa döküldüler. Bu protestolar devam ettiği takdirde Ahmed-i Nejad'ın dış politikasındaki sert davranışın değişmeyeceğini düşünebiliriz. İçerideki muhalefete karşı çoğunluğu arkasına almak amacıyla uygulayacağı en kolay yol bir dış düşman yaratmak olacak, bu düşman da İsrail ve ABD olarak hazır!
ABD'nin veya İsrail'in İran'a herhangi bir şekilde müdahale etmesi, dünya siyasetindeki dengeler ve de özellikle dünya enerji kaynaklarının dağılımı ve kullanılması dengeleri düşünülürse olası gözükmüyor. İran petrol kaynaklarını kullanan ülkelerin sayısı ve gücü ve İran'ın coğraf” durumu ABD'nin elini kolunu bağlamaktadır. İran'ın Hürmüz Boğazı'nı da kapayabileceğini düşünürsek, ABD saldırısı halinde Çin'in petrol temin ettiği en önemli kaynak, hiç olmazsa bir süre için, devre dışında kalacaktır. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkelerinin petrol nakliyatında da önemli aksamalar meydana gelecektir. Bu durumda dünya petrol fiyatlarının olağanüstü artışı kaçınılmaz olacaktır, çünkü bu bölgeden yapılan petrol ikmali de durma noktasına gelecektir. Yalnızca Çin değil, ABD ekonomisi de bugünkü kriz döneminde bu duruma tahammül edemez.
İran'ın askeri gücü Irak ile karşılaştırılamayacak kadar kuvvetlidir. Irak'ta başarıya ulaşamayan, Afganistan ve Pakistan'da ne olacağını bilmeyen ABD'nin yeni bir cephe açması da, ilan edilen Obama doktrini çerçevesinde olası görünmemektedir. Belki hepsinden daha önemlisi de, Arap ülkelerinde mevcut Şii inancına sahip nüfusun tutumunun hesaba katılması mecburiyetidir. Türkiye de İran'a karşı sürdürdüğü dış politika hamlelerinde, ABD'nin İran'a müdahale edemeyeceğini çok iyi bilerek hareket etmektedir. Başbakan Erdoğan ve çevresinin olayı iyi analiz ettiğini ve bu sebeple de İran ile geniş kapsamlı enerji anlaşmalarını, ABD'nin protestolarına ve tehditlerine rağmen, gerçekleştirdiğini düşünmeliyiz.
İran'ın uyguladığı nükleer program konusunda, muhalifi ve iktidarı ile tam bir uyuşmanın varolduğunun bilinmesinde de fayda var. Bu sebepten nükleer çalışmaların barışçıl amaçlarla sınırlanması konusunda yapılacak görüşmeler, Başkan Barack Obama'nın Kahire konuşmasında ilan ettiği barış kavramı çerçevesinde, ancak ve derhal ABD'nin somut teklifleri ve hareketleriyle gerçeklik kazanabilecektir. Yoksa sözler boşlukta kalacak!

MEHMET TALÜ

Güzel ahlâklı ve faziletle yetiştirmek...

Sizler ALLAH'ın en güzel emanetlerisiniz. Bu yüzden sizleri çok seviyoruz. Sizlerin güzel gözlerinizi gördükçe, mis gibi kokunuzu duydukça yüreğimiz ferahlıyor. Kokunuz bizim için dünyanın en güzel kokusu.

Sizleri güzel ahlâklı ve faziletli yetiştirmek ise bizlerin en büyük görevi. Bu nedenle size bazı nasihatlerde bulunacağız. Kalbinizin dikenlik ve taşlık olmaması için bu tavsiyelere büyük önem veriniz ve bu tavsiyeleri aklınızdan hiç çıkarmayınız ki kalbiniz taşlık ve dikenlik olmak yerine, güllük, gülistanlık olsun. Hayatın zorlukları sizi yabancısı olduğunuz ortamlara sürüklemesin! Hayatın tuzakları sizi mahvetmesin.

Şayet siz bu ve benzeri nasihatlere kulak verirseniz sizi ALLAH da sever, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de sever, anne babanız da sever, insanlar da sever. Böyle bir sevgiyi kim istemez? Şimdiden bu nasihatlere kulak veren, onları hayatın bütününde hiç aklından çıkarmayan 5-6 yaşlarındaki çocuklardan tutun da, en yaşlılarımıza varana dek herkesi can ü gönülden kutluyor ve hiç hatırdan çıkarılmaması gereken bazı tavsiyeleri tek tek sıralıyoruz:

1- ALLAH'ı çok seviniz. Çünkü her şeyin başı ALLAH sevgisidir. Kalbinde ALLAH sevgisi ve ALLAH korkusu olanların elinden ve dilinden kötülük gelmez.

2- ALLAH'ın emirlerini harfiyen yerine getiriniz.

3- Kalbinizde ALLAH sevgisinin hâkim olmasına dikkat ediniz.

4- Mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'i okumasını öğreniniz, başkalarına öğretiniz ve çokça okuyunuz.

5- Kur'an-ı Kerim'i yalnızca okumakla yetinmeyiniz. Onu iyice anlayınız ve hayatınıza uygulayınız.

6- Sevgili Peygamberimiz Hz Muhammed (S.A.V.) Efendimizi çok seviniz ve O'nun yaşamını en ince ayrıntısıyla öğreniniz.

7- Tek önderimiz olan Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin güzel ahlâkını kendinize ölçü edininiz.

8- ALLAH'ımızın ve Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin çok sevdiklerini siz de çok seviniz. Onların nefret ettiklerinden siz de nefret ediniz.

9-Namazlarınızı dosdoğru kılınız. Çünkü namaz insanı hayâsızlığın ve kötülüğün her türlüsünden alıkoyar.

10- Dinimiz olan İslâm'ı her şeyin üstünde tutunuz.

11- İlme sımsıkı sarılınız. Çünkü ilim öğrenmek ALLAH'ın en başta gelen emirlerindendir.

12- İyi olanı emrediniz. Kötülülükten uzaklaşınız.

13- Sabrı kendinize kalkan edininiz. Adaletten hiç ayrılmayınız.

14- Böbürlenip kibirlenmeyiniz. Çünkü ALLAH, böbürlenip, kibirlenenleri hiç sevmez.

15- Yürürken mütevazı yürüyünüz. İnsanları küçük görmeyiniz, onlara tepeden bakmayınız.

16- Annenize ve babanıza karşı itaatli olunuz. Onlara asla asi olmayınız, saygısızlık yapmayınız.

17- Büyüklerinize saygılı olunuz. Küçüklerinizi koruyunuz ve kollayınız.

18- Kibirlenmeyiniz. Mağrurun düşmanının ALLAH olduğunu unutmayınız.

19- Vatanımızı çok seviniz. Çünkü bu vatan aziz şehitlerimizin bize bıraktığı bir emanettir, bir mirastır.

20- Derslerinize çok çalışınız. Dersleriniz de üstün başarı gösteriniz.

21- Anne ve babanızın tavsiyelerine, nasihatlerine sımsıkı sarılınız.

22- Hocalarınızın, öğretmenlerinizin anlattıklarını can kulağıyla dinleyiniz.

23- Sabahleyin evden abdestsiz çıkmayınız.

24- Her işe başlarken besmele çekmeyi prensip edininiz.

25- Sözlerinizde ve işlerinizde doğruluktan ayrılmayınız.

26- Üzerinize aldığınız her işi en iyi şekilde yapmaya çalışınız.

27- Kötü huylularla ve ikiyüzlülerle dost olmayınız.

28- Yalan söylemeyiniz ve yalan yere yemin etmeyiniz. Dilinizi yemine alıştırmayınız.

29- Zulme ve zalimlere baş eğmeyiniz.

30- Size söylenmiş bir sırrı başkalarına açmayınız.

31- Size emanet edilen şeyi iyi muhafaza ediniz.

32- Arkadaşlarınızla iyi geçininiz.

33-Daima güler yüzlü ve tatlı sözlü olunuz.