19 Haziran 2009 Cuma

CENGİZ ÇANDAR

İran'da 'derin devlet'in pulları döküldü; ya Türkiye'de?

Türkiye ile İran... Bizim ‘mahalle’nin Ortadoğu bölgesine düşen bölümü için ‘devlet’ sıfatını hak eden en deneyimli, en büyük, en kalabalık iki ülke. Her ikisi de yakın tarihlerinin çok önemli bir dönemecinden farklı biçimde ama birlikte geçiyorlar.
Hem Türkiye de, hem İran’da ortalık, resmi makamlarca ‘sahte’ olması çok arzulanan
ama ‘doğru’ olduğundan pek az kimsenin kuşkusu bulunan birer ‘belge’ ile çalkalanıyor.
Türkiye’deki malum. İran’daki ise seçim sonuçlarına ilişkin. İçişleri Bakanı Sadık Mahsuli’nin ülkenin en yüksek otoritesi ‘Rehber’e yani Ali Khamenei’ye seçim sonuçlarının alındığı cumartesi günü gönderdiği
bir gizli mektubun fotokopisi elden ele dolaşıyor.
‘Yüce Lider’in Dikkatine’ başlığı ile yazıldığı öne sürülen mektupta ‘Sayın Ahmedinecad’ın seçilmesi konusundaki emirleriniz’ sözcüklerine yer verildikten sonra ‘gerçek sonuçlar’ rakam olarak Mahsuli’den Khamenei’ye şöyle iletiliyor:
‘Sayın Musavi 19,075,623; sayın Karrubi 13,387,104; sayın Ahmedinecad 5,698,417...’
Bu rakamlara göre, ilk turda hiç kimse yüzde 50’yi bulamamış olacak ama ikinci turda Mir Hüseyin Musavi ile Mehdi Karrubi yarışacaktı.
Böyle bir sonuç hatta Musavi’nin Ahmedinecad ile kalacağı -ve kazanma ihtimalinin yüksek olduğu ikinci tur- Khamenei’nin ‘karizmasının çizilmesi’ yani ‘Velayet-i Fakih sistemi’ şeklindeki ‘İslam Cumhuriyet otoriter rejimi’nin sonu anlamına gelecekti.
Yine öyle oldu.
***
1979 İslam Devrimi’nden bu yana ülkenin tanık olduğu en yüksek katılımlı kitle gösterileri ve gelinen nokta, Khamenei’nin tartışılmaz iktidarını tartışılır duruma sokmuş ve aslına bakarsanız ‘manen’ sona erdirmiştir. Sorun, Ahmedinecad’ın seçilip seçilmediğinin ötesindedir.
Bu anlamda sona ermiş olan 1979’da Humeyni’nin dizayn ettiği haliyle ‘İslam Cumhuriyeti’dir. Rejimin başında Khamenei’nin bulunmaya devam etmesinin, ülkenin adının ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak devam etmesinin
çok önemi yoktur.
Bunlar, ‘moral highground’u yani rejimin en önemli ve en değerli ‘emniyet sübabı’ olan ‘ahlaki üstünlük ve meşruiyeti’ yitirmiş durumdadırlar.
İran’daki bu gelişmelerle eş zamanlı olarak Türkiye’deki ‘Belge’ tartışmaları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘moral’ anlamda ‘inandırıcılık sorunu’nu ortaya çıkarıverdi. ‘Belge’nin gerçek ya da sahte olmasından daha önemlisi ve Türkiye’nin yakın geleceği açısından konunun ‘siyasi katma değer’ sağlayacak olan yanı bu.
Bunu ‘TSK’ya yönelik’ onun bunun, şu cemaatin, bu çevrenin ‘komplo’su ile açıklamanın da bir manası ve gereği yok.
Zira ‘inandırıcılık sorunu’ genel ve çok geniş bir yelpazeye yayıldığı görüldü.
‘Belge’nin, TSK’ya yönelik bir ‘cemaat’ komplosu olduğunu varsaysak bile, o kadar geniş ve TSK’ya pek yakın sayılan çevrelerde bile kendini ortaya koyan ‘inandırıcılık sorunu’nu nasıl açıklamak gerekiyor? TSK’nın ‘moral highground’u yitirmiş olmasında bugüne dek kendi payını nereye yerleştireceğiz?
Bu yaklaşım, İran’da olan-biteni anlamak için de değerli. Bakıyorum, İran’a ayak basan basmayan bir ‘sosyolojik analistler topluluğu’ üredi. Ahmedinecad, ‘kırsal kesimden ve şehir yoksulları’ndan oy alıyormuş da, Mir Hüseyin Musavi’nin şehirli liberal ve Batı medyasına açık kesimleriyle yakın ilişkisi olanlar tarafından desteklenmesi, dış dünyayı yanıltmış. vs. vs...
Bu sözde ‘tahlil’e göre Musavi ve Karrubi, ‘Batı’nın ajanı’ çıkıyorlar. Hem de ‘kendilerine rağmen’ ve Khamenei-Ahmedinecad hattı ‘halk kitleleri’ni yansıtıyor.
Türkiye’de Ak Parti’ye uyguladıkları ‘tahlil şablonu’nu aynen İran ve Ahmedinecad için uyguluyorlar ama zırva
tevil götürmüyor.
Mir Hüseyin Musavi, 1979 İslam Devrimi’nin çocuğudur ve Humeyni dönemi boyunca ki -o dönem Irak’la sekiz yıl süren kanlı savaş dönemidir- İslam Cumhuriyeti’nin Başbakanı’dır. ‘Liberallik’le ya da Türkiye’ye dönük şablondaki ‘Kemalist şehirli orta sınıflar’a benzer İran toplumsal katmanlarıyla hiçbir ilişkisi olmamıştır.
Hüccetülislam Mehdi Karrubi, devrimden hemen sonra yoksulların, toplumun en altındaki kesimlerin kollanmasını öngören ‘Mustazafan Vakfı’nın başkanıydı. Şehirli orta sınıflarla, liberallikle onun da ne toplumsal, ne ideolojik bağlantısı olmamıştır.
Ahmedinecad’a karşı aday olduğu ve kamuoyu yoklamalarında yüzde 50’nin üzerinde oy alacağı belli olan eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin Khamenei’nin baskısıyla adaylıktan çekildiğini bilmeyen yok. Hatemi, bundan önce Cumhurbaşkanı seçildiğinde kimlerden oy almıştı? Şimdi aday olabilse yine seçilecekti? Kimlerden oy alarak seçilecekti? ‘Şehirli orta sınıflar’dan mı?
***
İran’da ‘dini otoritenin en üstte’ olması, zaten Ayetullah el-Uzma sıfatı taşıyan beş kişiden biri olan ve 1979’daki Devrim’in tartışmasız ‘tek önderi’ konumundaki Humeyni’ye Şii teolojisiyle ne derece uyuştuğu tartışmalı da olsa, ‘anayasal’ bir konum sağlamak, böylece rejimin ‘meşruiyeti’ni sağlama almak ile ilgiliydi.
Khamenei, Humeyni’nin ölümünden sonra yerini aldığı vakit, ne seviye olarak, ne unvan olarak, ne bilgi olarak, ne siyasi yetenek bakımından ‘halef’ olabilecek halde değildi. ‘Ayetullah’ rütbesi bile uydurmadır. Dolayısıyla, Khamenei’nin ‘en üstte’ bulunacağı bir yapının, kaçınılmaz olarak ‘baskıcı’ ve ‘anti-demokratik’ olması söz konusudur.
İran’daki rejim, giderek ‘otokratik’ olmaktan ‘totaliter’ olmaya doğru yol alıyor. Khamenei-Ahmedinecad hattı, Devrim Muhafızları ile sivil milislere yani ‘Pasdaran-Besiç’ belkemiğine dayanıyor. Pasdaran, ordudan daha önemli. Bunlar ayrıca, binbir ekonomik faaliyetin içinde. Anlayacağınız İran ‘derin devleti’ni onlar temsil ediyor.
Son seçimler, ‘İran derin devleti’nin pullarının dökülmesi hadisesidir.
Bizdeki ‘Belge’ ile de ‘pulları dökülenler’ yok mu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder