25 Nisan 2009 Cumartesi

Elbette bu ülkede cumhuriyet kazanımlarını savunmak suç değil

Ergenekon’da 12. dalgada tutuklanan eski rektörleri savunan CHP İstanbul Milletvekili Prof. Nur Serter, “Benden farklı olmayan, benim gibi düşünen, büyük yurt sevgisiyle cumhuriyet kazanımlarına, laikliğe sahip çıkan bu insanlar gözaltına alınıyorsa, tutuklanıyorsa hiç kuşkusuz ben de onların arasında yer alabilirdim. Bu yapılanlar genel başkanımızın da söylediği gibi sivil darbedir, faşizmdir” diye konuşmuş!

Elbette bu ülkede cumhuriyet kazanımlarını savunmak suç değil.

Ergenekon sanıkları arasına giren eski rektörlerin yurt sevgisi de sorgulanmıyor.

Mahkeme, 2003-2004 yıllarında planlandığı öne sürülen Sarıkız, Ayışığı gibi darbe girişimleriyle bağlantılı gözüken örgütlenmeleri açığa çıkarmaya çalışıyor. Dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un rektörlerle ilişkisinin boyutları yargı önünde aydınlandıkça askerleri darbeye teşvik eden sivillerin konumu da netleşecek.

Örneğin Mustafa Balbay’ın notlarında Şener Eruygur üniversitelerdeki iklimi şöyle anlatıyor:

“Malatya, İstanbul, Samsun, Dokuz Eylül rektörleri çok heyecanlı. Malatya filan bir görseniz, bu işi yarına bırakmayalım diyecek kadar heyecanlı.”

Üniversiteler üzerinden orduyu hükümete karşı kışkırtarak müdahaleye zemin hazırlamak 27 Mayıs’ta uygulanmış bir model. 12 Mart 1971 muhtırasında ise gençlik örgütleri birbirine kırdırılarak sonuca gidildi. 12 Eylül askeri darbesinde anayasa taslağı hazırlayacak ölçüde Evren’e yardımcı olan kadrolar vardı. 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinde yargı da devreye girmişti.

2007 Cumhurbaşkanlığı krizinde “367 yorumu” bir sivil darbe değil miydi?

Cumhuriyet mitinglerinde “Ordu göreve” pankartları açılmadı mı?

27 Nisan’daki “e-muhtırayı” kim verdi?

1960’dan bu yana demokrasisi iki kez doğrudan askeri darbeyle kesintiye uğramış, üç kez dolaylı müdahale yaşanmış bir ülkede CHP gibi “sol” ve “demokrat” olma iddiasındaki bir partinin “sivil darbeden” yakınıyor olması ne ölçüde inandırıcıdır?!

Ergenekon davasındaki hukuk ihlalleri elbette önlenmelidir.

Türkan Saylan örneğindeki gibi soruşturma yörüngesinden saptıkça siyasallaşmakta, inandırıcılığını kaybetmektedir.

Soruşturmanın hedefi Ergenekon’la bağlantılı “darbe girişimini açığa çıkarmak”, sorumlularını yargılamak olması gerekirken odak kayması yaşanmaktadır.

Askeri, “Bu işi yarına bırakmayalım” diye müdahaleye teşvik edenler ile “Ordu muhtıra verecek” diyecek ölçüde Ergenekon’un içinde olanların tuzağına düşmeyelim.

Türkiye darbelerle yüzleşmek, hesaplaşmak zorundadır.

Nur Serter’in “sivil darbe” söylemine katılmıyoruz.

CHP, cumhuriyetin kazanımlarını korumak istiyorsa, kadrolarını sivilleştirmeli, “sol”a açılmalı, seçimle iktidara gelmeye bakmalı.

2011’e bir şey kalmadı!

Derya Sazak

Dua etmiyoruz ki tutsun

Sevgili Hüseyin Öztürk, o kendine özgü delişmen tavrıyla soruyor ("sorguluyor" mu demeliydim?); "Niye dualarımız kabul olmuyor, bir söyleyin Allah aşkına ne var yahu?" diye.

Tutmaz dostum, niye tutsun ki? Usulüne uygun yazılmayan bir dilekçe dahi, yazıldığı makam ne kadar kıytırık olursa olsun kabul edilmezken, şartlarına riayet edilmeyen dua nasıl tutsun?


Dua, Allah'a çıkarılmış davettir.
Dua, insanın acziyet itirafıdır.
Dua, insanın kendi kendine yetmediğini bilmesidir.
Dua, insanın iki ayaklı bir yürek olup tepeden tırnağa 'istemek' kesilmesidir.
Dua vargücünü, olanca çabasını harcayıp bitiren insanın Allah'a saldığı "imdat" sayhasıdır.

Yürekten "Bittim Ya Rab!" diyene "Dayan, yettim kulum!" diyecektir Allah.


Var mı biten, gerçekten var gücünü harcayan, tüm çabasını ortaya koyan ve tükendiği yerde "Bittim ya Rab!" diyen?


Kim o?


Hiç kuşkunuz olmasın ki, onun imdadına yetişilecek "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyen ve yardımı hak edene "Allah'ın yardımı elbet pek yakındır" diyen bulunacaktır.


Kuldan istemenin bile bir âdâbı-erkanı bir usulü varken, Allah'tan istemenin bir âdâbı bir usülü olmasın mı?


Ettiğimiz dualar, Allah'a gönderdiğimiz mektupsuz zarflara benziyorlar. Zarf var fakat mazruf yok. Bu şu demektir: Ceset var fakat ruh yok, kabuk var fakat öz yok, maske var fakat yüz yok.


Yaşarmayan bir göz, kızarmayan bir yüz, hissetmeyen bir öz, eyleme dönüşmeyen binbir söz ile Allah'a yazılan davetiyeler nasıl varsın yerine?


Yanmayan, özlemeyen, sızlamayan, inlemeyen, duymayan bir yüreğin feryadı mı olur?


Taş kesilmiş aşk fukarası yürekler "dua" gibi muhteşem bir mesajı hangi enerjiyle iletirler adresine? Sesini sahibine dahi duyuramayan, sahibinin sesini duymaktan aciz olan bir yürek, öteleri sarsacak bir sayhayı nasıl koyverir gök kubbeye?


Oysa ki dua, güftesi aşk bestesi mahrumiyet ve ıstırap olan bir özge şarkıdır.
Bu şarkıyı söyleyecek olanın mazlum olması yetmez; kendi mazlumiyeti zalimlerin zulmüne yakıt olmamış biri olmalıdır. Kendi omuzlarını zalimlerin yükselmesi için basamak kılmamış olmalıdır.


Bu şarkıyı terennüm edecek birinin, olanla olması gereken arasındaki farkı iyi bilmesi şarttır.


Eğer bunu bilirse, duayı bir çocuğun annesinden ısrarla isteyişi gibi isteyecek, ilahi kapının eşiğine başını koyarak ısrar edecek, tekrar edecektir; tıpkı her gün onlarca kez okuduğu Fatiha'da olduğu gibi...


Dua, Allah'a çıkarılmış bir davetiyedir demiştik. Davet edenin bir adresi, bir aidiyyeti bulunmalıdır ki, icabet edecek olan onu orada bulsun. Bu adres insanın Allah karşısındaki esas duruşudur. Allah karşısında esas duruşunu bozan, ya da esas duruşu olmayan, davet edip de adresinde bulunmayan sorumsuz gibidir. Kim inanır onun duasında samimi olduğuna?


Diyelim ki adresinde bulundu. Bu kez de, davetine tecelli ve inayetiyle icabet edecek Allah'a sunacak bir yüreği olmalı. Mekansız'a yürekten özge mekan olur mu? Deniz dibine dönmüş, çöplükten beter hale gelmiş, eline geçen dünyalığı içine attığı bir mahzene dönmüş bir yüreğe konuk edilir mi O? Tıpkı şairin dediği gibi:


Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak
Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan


Kulun gücünün bittiği yerde Allah'ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiği noktada olup olmadığınızı kontrol ettiniz mi? Eğer hala gücünüz varsa, o bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız bir yerden önünüze kapı açılacağını düşündünüz mü?


Taif dönüşü Muhammed (a.) son tedbiri de tüketmiş bir halde kan revan içinde doğduğu toprakların varoşlarına gelip dayanmış fakat girememişti. İşte o an gücünün bittiği andı. Gidecek bir kapısı, başvuracak bir dayanak, sığınak, tutamak ve barınağı kalmamıştı.

Aklın tedbirinin bittiği yerde aşkın kollarına bırakmıştı kendisini ve bir dua yapmıştı. Bu dua öyle bir aşkla yapılmıştı ki, doğrudan hedefini bulmuş ve nübüvvet sürecinin gün dönümü olmuştu.


Ufuk İnsan'ın Mekke'ye bakan yamaçlardan birinde yaşlı gözlerle yaptığı, tarihin akışını değiştiren ufuk duayı sizin için tercüme edeyim:


Allah'ım!
Kuvvetimin tükendiğini sana arz ediyorum.
Gücümün azaldığını,
insanların gözünde küçük düştüğümü sana şikayet ediyorum!
Ya Erhamerrahimin!
Sensin ezilmişlerin Rabbi!
Sensin benim Rabbim!
Beni kimlerin eline bıraktın?
Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi?
Yoksa davamı ipotek edecek bir düşmana mı?
Eğer sen bana gücenmedinse,
kesinlikle bunlara aldırmıyorum.
Lakin iyiliğin beni rahatlatacaktır.
Senin nuruna sığınırım,
karanlıkları aydınlatan nuruna...
Gelecek azabın, bana ulaşacak öfkenden
kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum.
Sana sığındım, yeter ki razı ol.
Güç ve kuvvet sendendir,
yalnız senden." (İbn Hişam, Sire II/29-30)

Mustafa İslamoğlu

Gerçeğin başka bir yönü

İnsanları modern toplumda cami yaptırmaya iten motivasyonlar nelerdir? Bu sorunun cevabı bugünkü toplumsal hayatımızda rol oynayan dinamiklerde saklıdır. Açıklayıcı olacağı umuduyla önce bir alıntı yapalım. Bu alıntı, "dini olmayan" bir formun "dini olan"a karşı kendi konumunu belirlemek üzere ifade edilmiş bir söylemdir:
Devletin okul yapımına dönük kampanyasının cami yapımına karşı niçin daha yavaş seyrettiğini soran bir gazeteciye eski İstanbul Milli Eğitim Müdürü Şener Birsöz şöyle cevap vermektedir: "Caminin beş vakit namazda bir cemaati var. Bir imam veya vaiz, dinî konuşma yaparken, yurttaşlara 'cami yapın, para verin' dedi mi, yardım yapılıyor. Bizim cemaatimiz yok. Yardım yapmakta güçlük çekiyoruz. Tabana inemiyoruz. Bize holding sahipleri, bazı hayırseverler ferdî yardım yapıyor." (Milliyet, 3 Haziran 1987)

Cami ve mescid yapımında örgütlenmeyi gerçekleştiren imam ve vaize karşılık, kendileri benzer bir toplumsal tabana sahip olamadıklarından okul ve derslik yapımında aynı başarıyı göstermediklerini belirten Birsöz, tabanlarının çoğunlukla "holdingler"e dayandığını ifade etmektedir. Holdinglerle bu anlamda organik bağları olan bürokrat ile "din adamı" arasında önemli gelir ve statü açısından bir fark ortaya çıkmaktadır. Ancak bu insanlar olağanüstü bir toplumsal örgütlenme gerçekleştirerek muazzam bir parayı seferber edebiliyorlar. Bir caminin nasıl yapıldığının ilginç hikayelerinden biri başından hayli maceralar geçmiş bulunan Beykoz Orta Çeşme Merkez Camii'dir. 1969 yılında yapımına başlanan caminin yapım öncüleri Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası ile Paşabahçe Cam Sanayii işçileridir. Bir Kur'an kursu, iki lojman, bir gasilhane, geniş bir kütüphane, kapalı ve açık şadırvanıyla beş bin kişilik kapasitede tasarlanmış caminin yapımına semtin esnafı, küçük tüccarı ve diğer sakinleri de büyük katkı sağlamışlardır.

Benzer durum İstanbul'un diğer semtlerinde de görülmektedir. Büyük şehirlere göç eden kırsal kesim insanları, önce kendi hemşehrilerini buluyor, yerleşiyor, bir iş tutturma aşamasını tamamladıktan hemen sonra cami yapımına girişiyorlar. Bu olayda cami, bu insanları toplu (cemaat) halinde kendine çeken manyetik ve güçlü bir merkez olma işlevini görüyor. İlk gruplaşma veya kümeleşme hemşehrilik esasına dayalı bölgesel bir karakterde gerçekleşirken -ki bu büyük şehirde tutunmada sadece pratik bir kolaylık sağlar- bir süre sonra kümeleşme farklı bölgelerden gelen yoğun ve geniş insan kalabalıklarıyla tamamlanmakta, çok daha geniş ve kapsamlı bir toplumsallaşmayı mümkün kılmaktadır. Karadeniz, Doğu, Güneydoğu, Orta Anadolu'dan gelmiş insanlar böylesine büyük bir organizasyon çevresinde kümeleşmeye başlar, bu arada önemli bir karışım gerçekleşmiş olur. Hemşehrilik patronajlığı ile cemaatleşme yapılarını mukayese ettiğimizde birinci modelin ikincisi karşısında az dayanıklı olduğunu görebiliyoruz. Bunu sağlayan faktör, dinin birleştirici gücünü yeni toplumsal değişmeye eşlik etme kabiliyetini göstermesidir. Bu aynı zamanda çok daha az gerilim maliyetine birden fazla farklı etnik veya bölge grubunun bir arada yaşamasını sağlamaktadır. Mesela Gaziosmanpaşa'da Doğu ve Güneydoğu'dan, Karadeniz'den ve Balkanlardan gelenler ile Romanlar ve mezhep açısından Sünniler ve Aleviler bir arada yaşayabilmektedir.

İnsanlar mekan üzerinde yer değiştirmekle birlikte, varoluşlarını yeni mekanın şartlarında adapte etme başarısını gösteriyorlar, inançlarını yaşatabilecek imkanları doğurmakta gecikmiyorlar. Sahiplendikleri kurumlar, yalnız "dinî ihtiyaçları"nı karşılayan kurumlar değil; kültürel etkinlikler, bilgi aktarımı, eğitim, maddî ve ekonomik ihtiyaçların kısmen karşılanmasına matuf aktif tutumlardır.

Sanayi, sanıldığının aksine geleneksel toplumu bazı kurumlarıyla çözerken, tümünü ortadan kaldırma gücünü gösteremiyor, hatta insanları daha güvenli arayışlara sürüklüyor. Modern toplumun kurumları devleştikçe, birey kendini ezip neredeyse yok sayan kurumlara karşı geçmişle kuvvetli bağları olan "modeller" geliştiriyor.

Ali Bulaç

Eski iyimser IMF şimdi kötümser!

Hafta sonunda yapılacak olan IMF ve Dünya Bankası'nın yıllık bahar toplantıları öncesinde, IMF dünya ekonomik görünümü raporunu güncelledi. Buna göre IMF küresel ekonomi için resesyonun önümüzdeki yılın ortalarına kadar devam etmesini bekliyor. Küresel resesyon için yeni bir tanım da geliştiren IMF, 2009'da dünya ekonomisinin yüzde 1.3 küçüleceğini tahmin ediyor. Bu tahmin geçtiğimiz ocak ayında yüzde 0.5 oranında 'yavaş büyüme' olarak açıklanmıştı. Şimdi ise dünya genelinde daralma bekleniyor. IMF'nın dünya geneli için 2010'da büyüme tahmini ise yüzde 1.9 seviyesinde.
Küresel resesyon IMF tarafından, reel kişi başına gelirde dünya genelinde görülen düşüşün sanayi üretimi, ticaret, sermaye hareketleri, petrol tüketimi ve işsizlik oranlarıyla desteklendiği olumsuz gidişat olarak tanımlanmış.
Bu tanıma göre dünya genelinde daha önce 1975, 1982 ve 1991 yıllarında resesyon gerçekleşmiş. Ancak IMF'nin yeni tanımına göre içinde bulunduğumuz resesyon bütün bu resesyon dönemlerinden daha olumsuz. Daha önceki üç resesyon da yaklaşık bir yıl sürmüş. Şimdiki resesyonun daha uzun sürmesi bekleniyor.
IMF'nin izlediği 182 ekonomiden sadece 17'sinin 2009'da geçtiğimiz yılın üzerinde ekonomik büyüme performansı göstermesi bekleniyor. Toplam 71 ülkede ekonominin daralacağı tahmini yapılmış. Gelişmiş ülkeler için, toplam 34 ekonominin 30'unun daralması bekleniyor. Gelişmiş ekonomilerin toplamda 2009'da yüzde 3.8 daralması ve 2010'da yüzde sıfır büyümesi (yani sabit kalması) bekleniyor.
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu gelişen ekonomiler grubunda ise ortalama büyüme büyük oranda Çin ve Hindistan sayesinde pozitif bölgede kalacak. Gelişen ekonomilerin 2009'da ortalama yüzde 1.6 ve 2010'da da yüzde 4 oranında büyümesi bekleniyor. Eski Sovyet bloğu olan Doğu Avrupa ekonomilerinin zor dönem geçirmesi Avrupa'yı olumsuz etkileyen faktörlerden biri. Gelişen Avrupa ekonomilerinin 2009'da yüzde 3.7 daralması sonra da 2010'da yüzde 0.8 oranı ile yavaş tempoda büyümeye geçmesi bekleniyor. Bizim açımızdan diğer kötü haber ise kuzeyimizdeki Rusya'nın yüzde 6 gibi yüksek bir oranda daralacağı beklentisi.
IMF tahminlerine göre dünya ticaret hacmi (mal ve hizmetler toplamı ) 2008 yılında yüzde 3.3 artmışken , 2009 yılında yüzde 11.1 hızla gerileyecek. 2010 yılında ise dünya ticaret hacmi sadece yüzde 0.6 artacak.
Gene IMF tahminlerine göre, salt petrol fiyatları göz önüne alındığında, fiyat 2008 yılında yüzde 36.4 artmışken, 2009 yılında 46.4 düşecek, 2010 yılında ise yeniden yüzde 20 yükselme sergileyecek.
Petrol dışı emtia fiyatları ise 2008 yılında yüzde 7.5 artmışken, 2009 yılında yüzde 27.9 düşecek ve 2010 yılında yüzde 4.4 artacak.
Dünya tüketici fiyatları ise dolar bazında 2008 yılında gelişmiş ülkelerde yüzde 3.4 ve gelişen ülkelerde 9.3 artmışken, 2009 yılında gelişmiş ülkelerde eksi 0.2 ile durağan ve gelişen ülkelerde 5.7 ile artış sergileyecek. 2010 yılında gelişmiş ülkelerde enflasyon 0.3 olarak gerçekleşirken, gelişen ülkelerde tüketici enflasyonu 4.7 olarak gerçekleşecek.
Bütün bu negatif verilere rağmen, IMF Baş iktisatçısı Olivier Blanchard 'Tünelin sonunda ışık var ama, düzelmenin tam ne zaman olacağını finans kesimleri belirleyecek !' diyerek durumu özetledi.
Yarın IMF Türkiye tahminleri ile KEP çerçevesinde ilan edilen resmi Türkiye tahminlerini karşılaştıracağız.

Deniz Gökçe

Herkes devranın dönmesini ve sıranın "Biz"e gelmesini bekliyor

Dilleri, dinleri, kentleri, meslekleri aynı olan ve aynı toplumsal kaderi paylaşmak durumunda olan insanların birbirlerine karşı böylesine öfke ve nefret dolu olmalarını anlamak pek kolay değil.
Neticede bütün taraflar "Biz çoğulcu demokrasiden yanayız" demekteler.
Bu söylemdeki demokrasi anlayışı, farklı düşüncelerin birbirlerini kabul etmelerine, hoşgörüye ve birlikte yaşamak kararlılığına dayanıyor. Bu anlamdaki demokraside farklı görüş sahiplerinin veya partililerin karşıtlarına "Devran döner ve bir gün biz de seni içeri tıkarız" çizgisinde bakmaları kabul edilemez ki.
Birbirlerini yerden yere vuran ama birlikteliklerini de sürdüren insanların ne tür bir dürtüyle hareket ettiklerini Çetin Altan dünkü Milliyet'te örneklemişti.
Necip Fazıl Kısakürek her gün "Ankara Telgraf" gazetesinde Çetin Altan hakkında ağır yazılar yazarken, bazı geceler de onun evine gelirmiş.
Bir gün Çetin Altan sormuş:
- Yahu Necip Fazıl, neden her gün sövüp duruyorsun bana?
Necip Fazıl "Sen onlara inanıyor musun" dedikten sonra eklemiş:
- Beynimin içindeki yarasalar, kanatlarını ufuklara vura vura kırıyor ve kanıyorlar; sadece sen anlarsın bunu.
Necip Fazıl'ın en takıntılı olduğu söz Pascal'ın "Yalnız ölürüz" sözüymüş.
Çetin Altan'a "Bizi yan yana sıralasalar da, kurşuna dizseler; yine de yalnız ölürüz değil mi" dermiş.
Çetin Altan bunları anlattıktan sonra konuyu şöyle özetlemiş yazısında:
- Hz. İsa da herkes çarmıhını sırtında taşır, demişti.

Beyinler ve yarasalar
Acaba hepimizin beyinlerimizdeki yarasalar kanatlarını ufuklara vura vura kırıyor ve kanıyorlar mı ki, tarihin ve coğrafyanın bizi mecbur ve mahkûm ettiği birlikteliğimizi değerlendirmek yerine, bu birlikteliği nasıl yaralayabileceğimizi daha fazla düşünüyoruz.
Yıllar önce bir panelde "Anadolu Kültürü" nün özellikleri üzerinde düşünceler üretmeye çalışıyorduk.
Bir konuşmacı, "Anadolu kültürünün özünde sentezler, alaşımlar, sinerjiler vardır" dedi.
Bu konuşmacıdan sonra söz alan Kürt kökenli bir konuşmacı ise "Siz Anadolu kültürünü anlamaya çalışın ama bizi Mezopotamya kültürü ilgilendiriyor" diye söze başladı.
Tabii bu noktadan sonra konu "Kültür" olmaktan çıkmış ve birleştiren değil farklı kılan öğeler ön plana gelmişti.
Kamplaşmaları, karşılıklı nefretleri, birbirini aşağılamaya, karalamaya, linç etmeye dönük duyguları "Bunlar da bizim kültürümüzün parçaları" diye doğal karşılamak belki mümkündür.

Hangi sadakat
Ama son çağda ikisi Dünya Savaşı'na da dönüşen en büyük üç Avrupa savaşı Almanya ile Fransa arasındaydı.
Ve düşünün ki şu anda ne Mark, ne de Frank var...
Almanya ile Fransa'nın ortak para birimleri "Euro" artık.
Eski Demirperde ülkeleri şimdi hem NATO'da hem de AB'deler.
Churchill 1936'da yazdığı bir makalede, insanlık tarihini şöyle özetlemişti:
- Önce kabileye, sonra aileye, arkasından devlete ve nihayet milliyete sadakat vardı. Şimdi sırada önce kıtaya sonra da dünyaya sadakat bulunmakta.
Acaba bizim bu dizindeki yerimiz neresi olmalıdır?
Görünen o ki, henüz kendi mahallemize veya kendi cemaatimize sadakat noktasındayız.
Farklıların ortak sadakat duygularına sahip olabildikleri birliktelikler ise sadece futbol kulüplerinin fanatikleri için söz konusu.

Mehmet Barlas

İşte destek: Cumhuriyet mitingleri tekrarlansın

Ne zaman ' cumhuriyet mitingleri' desem ya da yazsam, içim sıkılır. Çünkü 2007 baharındaki o kitle toplantıları, Ergenekoncular tarafından organize edilmiş ' darbe mitingleri' idi.
Onların dilinde 'cumhuriyet' kelimesi, 'darbe'nin maskesi, şifresi, kod adıydı. 'Darbe' diyeceklerine 'cumhuriyet' dediler. ( Şener Bey'e 'demokrat', Türkan Hanım'a da 'melek' diyorlar ya!)
Mitingleri tekrar edeceklermiş.
Atatürkçü Düşünce Derneği, 17 Mayıs günü Ankara'da miting yapacakmış.
Ben o vakit mitinglere karşı çıkmış, ' darbecilerin arkasından yürümeyin' demiştim.
Şimdi ise destekliyorum:
Yapsınlar mitingleri. Yapsınlar ki ben de adını koyayım, içime sıkıntı basmadan, şöyle ferah ferah, ' Ergenekon mitingleri' diye yazayım.
Mitingleri tekrar yapsınlar ki görelim bakalım askeriyenin desteği olmadan bu işi nasıl becerecekler?
Hatırlayın: 2007 baharında cumhurbaşkanı seçimi vardı. AKP'li bir kişinin Köşk'e çıkmasını askeriye istemiyordu.
O noktada ittifak kuruldu: Lojmanlardan miting alanlarına otobüsler kaldırıldı.
Ancak o geçici ittifak çoktan bozuldu. Bugün Ergenekonculardan kurtulmak isteyen kesimlerin başında askeriye geliyor.
Yapsınlar mitingleri de, görelim bakalım, GK Başkanı Org. Başbuğ otobüs kaldırılmasına izin verecek mi?
Bakalım sokaktaki naif Atatürkçüler; Danıştay saldırganlarını, Dink katillerini, yargısız infazcıları, koltuk sevdalısı darbecileri kurtarmak isteyecek mi?
Görelim bakalım, Ergenekoncuların öldürmeyi planladığı Alevi liderler bu kez nasıl bir tavır alacak?
Bu arada 2007 mitinglerinin organizatörlerinden Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, ADD'nin mitingine katılmayacağını açıkladı.
Belli ki "Ne şeriat, ne darbe" dediği için 2007 İzmir mitinginde Şener Eruygur takımı tarafından susturulan Türkan Saylan bu işe fena bozulmuş.
Asıl önemli nokta ise şu:
ADD içinde de yuvalanan Ergenekon takımının, bombalı-tüfekli işlere karıştığı ortaya çıktı.
Küçük Kemalistler yetiştirmek için İstanbul'daki büyük sermaye temsilcilerinin parasını kullanan Saylan ve arkadaşları ise, tam da bu konumları gereği ' şiddete' uzak duruyor.
Türkan Saylan müdahalenin 1960 ya da 1980 tarzı 'kanlı darbe' şeklinde değil, 12 Mart (1971), 28 Şubat (1997) veya 27 Nisan (2007) türü 'muhtıralarla' olmasını istiyor. (Saylan 'haklı uyarı' dediği askeri muhtıraları desteklediğini açıkça söylemişti. Hürriyet, 6 Mayıs 2007)
Silahlar, bombalar ve cinayet planları ortaya çıktıkça Türkangiller ile Aydıngiller korkmaya başladı. ADD'cilerle ve Ergenekoncularla yan yana fotoğraflanmak istemiyorlar.
Soru 1: Yeditepe'nin, Marmara Üniversitesi'ne devredileceği söylentisinde gerçek payı var mı?
Soru 2: ADD, Bakanlar Kurulu kararıyla 1993'te edindiği 'kamu yararına çalışan dernek' statüsünü hâlâ nasıl sürdürebiliyor? O bağlamda, eski cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ADD'ye para yardımı yapmıştı.

Emre Aköz

24 Nisan 2009 Cuma

Yani onca muvazzaf, muhalefet ettikleri için mi tutuklandı?

İstek Vakfı arazisinde çıkan silahlar için Bedrettin Dalan, "Orası askeri bölge; bizi de almıyorlar" demişti. Askeriye ise "Toprağa gömülü böyle bir silahımız yok" diyor.
Benim görüşüm şudur:
Her devlet gibi, bizimki de geleceğe yönelik tedbirler alıyor. Bunlar arasında işgale karşı yeraltı mücadelesi yapmak amacıyla gizlenmiş cephanelikler de var.
Bunlar elbette ' resmi' değil.

Ancak korkulan oldu:
HIV virüsü nasıl bağışıklık sistemini ' içeriden' çökertiyorsa, Ergenekon şebekesi de ordunun gizli bilgilerini ele geçirdi.
Aslında ' ele geçirdi' sözü doğru bir ifade sayılmaz:
Görevleri gereği o bilgilere sahip olanlar Ergenekonculaşınca (yani bir darbe şebekesi oluşturunca) gizli güvenlik sistemi de amaç ve işlev değiştirmiş oldu.
Ne bekliyorsunuz? ' Evet, işgale karşı kullanmak için gizli silahlarımız vardı. Ancak aramızdaki darbe heveslileri, bunların kontrolünü ele geçirdi' diyerek başlarına iş almalarını mı?
Tabii ki reddedecekler.
Oyunun kuralı böyle!
Ergenekon dostları kafaları bulandırmak için ortaya çeşitli sorular atıyor:
"Ne yani, o silahlarla mı darbe yapılacaktı? Hani bunların tankları?"
Hatırlayın: 17 Mayıs 2006'da Alparslan Arslan, Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin'i öldürdüğünde Türkiye nasıl da sarsılmış, nasıl da gerilmişti!
Şimdi bu olayı yaygınlaştırın:
Birkaç ay içinde; iki Alevi lider, iki laikçi aydın, üç demokrat entelektüel, iki milliyetçi milletvekili, dört Kürt aydını ve siyasetçi, iki de tarikat ve cemaat lideri öldürülürse Türkiye'nin hali nice olur?
Ülke birbirine girer.
Korkunç bir ortam oluşur.
Bu durumda en Avrupa Birliği yanlısı komutanın dahi kayıtsız kalmasını bekleyemezsiniz.
Yani Ergenekoncular sadece 15 kişiyi öldürerek toplumun, siyasetin ve hepsinden önemlisi TSK'nin dengesini bozabilir.
Zaten amaçları, böyle bir kaos ortamı yaratarak TSK'nin darbe yapmasını sağlamak, o arada da iktidarı ele geçirmekti.
Başaramadılar: Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ buna izin vermedi.
Bir de Ergenekon soruşturması için "Bunun ardında AKP ve Gülen Cemaati var, muhalefeti sindirmeye çalışıyorlar" diyenler çıkıyor.
Yani onca muvazzaf subay, ' hükümete muhalefet ettikleri' için mi tutuklandı?
O durumda GK Başkanı Org. İlker Başbuğ, AKP'ci ve Gülenci oluyor ki buna kargalar bile güler.
Bu ülkede ha deyince askeriyeye dokunamazsınız.
Bilmiyorlar mı ki ' Suçüstü hali olsa dahi polis; asker ya da silahlı kuvvetlerde görevli bir sivili gözaltına alamaz .'
Faraza bir subay, bir adamı sokak ortasında öldürse, orada bulunan polisler, bu subayı gözaltına alamaz. Karakola götüremez.
Polis ancak cinayet işleyen subayı olay mahallinde bekletebilir ve askeri yetkililere teslim eder.
Kulağa inanılmaz geliyor değil mi?
Böyle bir ' hukuk devleti' olur mu?
Böyle demokrasi olur mu?
Olmaz ama Türkiye'nin gerçeği bu.
Ve bu şartlar altında dahi onca subay Ergenekon'dan tutuklanıyorsa, varın siz anlayın olayın ciddiyetini.

Emre Aköz

Görüşeceğiz Efendim.

Dilimi kilitlemiş dünya… Kelimeler anlatmak istediklerimi anlatamasa da, bu aralar
usulca gözlerimle anlatmayı seçiyorum.

Otobüs penceresinden el sallayan bir çocuk , beni tanımasa da gözleri ile haykırıyor…
- Görüşeceğiz …

Uzunca bir yol, elleri ile çekmekte olduğu tekerlekli bir araba, tekerlekli arabada
utanarak giden yaşlı bir baba … Yere bakan gözlerini kaldırıp, gözlerime
fısıldıyor…
-Görüşeceğiz …

Kuşlar mevsimlerini bilip göçe uğrattılar beni, ötüşlerinden anladığım kadarıyla;
-Görüşeceğiz …

Kar kaplayıp sakladığında toprağı, güneş okşayarak erittiğinde karı, bahar
geldiğinde söylediğinde baharı, rüzgar esip kurutup kopardığında yaprağı sessizce
anlattıkları;
-Görüşeceğiz …

Bir anne ve göz kapakları dünyaya kapanmış bir bebek… Annenin elinde gözyaşlarıyla
ıslanmış bir mendil…Toprak atılırken kürek kürek…Annenin gözlerinde ki kelime;
-Görüşeceğiz…

Hiç tanımadığım uzaklardan gelmiş bir grup yolcu , dillerinde bilmediğim dualar,
yüzlerinde tanıdıktı tebessüm…Farklı olsa da kelimeler,anlaştığımız tek yer;
-Görüşeceğiz…

Gece kararttığında odayı, güneş alıp gittiğinde başını… Günümün yarını olacakmış
gibi kurguladığım da zamanı… Uyku çöktüğünde gözlerime, benim için önemli olanı,
ölümün küçüğü uykuyla susturduğumda…Alıp verdiğim her nefes sonrasında;
-Görüşeceğiz…

Aşuk maşuktan geçerken, Mecnun Leyla’sını Mevla’da bitirirken,Yunus ağlarken yane
yane, Mevlana ‘’hamdım,piştim,yandım’’ diyerek dünyadan geçerken, her birinin de
zikrettiği;
-Görüşeceğiz…

Adem Havva’dan ayrılırken, Meryem kelimesi İsa’ya son kez bakarken, Fatıma, Hasan ve
Hüseyin’i gözlerinde okşarken, Yakup gözleriyle Yusuf’u özlerken, içlerinde
sakladıkları;
-Görüşeceğiz…

Adım adım yaklaşırken Kabe’ye, gözlerin yerde…Aniden kaldırıp gözlerini Kabe’ye,
gözlerinde nedenini bilmediğin gözyaşların ile… Kabe’den uzaklaşırken gözlerinden
dökülen vedanın duası;
-Görüşeceğiz…

Şimdi bahar, kabul olmasını istediğimiz duamız var.
Göremediğimiz yüze , duyamadığımız sese, hissedemediğimiz kokuya, anlayamadığımız
dile, şefkate, merhamete, tevazuya, inceliğe ihtiyacımız var.
Gelip geçen insanlığa, ÖRNEK OLAN İNSAN(sav)
Şimdi bahar, kabul olmasını istediğimiz tek dua;

Gözlerimiz gözlerinizi göremese de gönlümüz görüştü sizinle Efendim…
Gönüllerin bir olduğu yerde Görüşmek Duası ile Efendim…

Amin

MİHRİCAN KESKİN

"Şeriat" nedir, ne değildir?

Hocam, bazı kişi ve kuruluşların önderliğinde, kendilerine göre bazı olumsuzlukları protesto etmek amacıyla toplandıkları zaman "kahrolsun şeriat, şeriata izin yok" gibi sözler söylüyorlar. Bu gibi sözleri Kur'ân'la ve Sünnetle izah edebilir misiniz, hükmü nedir? (Malatya'dan Şahin)

Bu sözleri söyleyenlerin bir kısmı var ki, ne dine inanır, ne de Allah'a inanır. İslâma karşıdır, düşmandır. Böyle bir insan bu sözü inançsızlığından dolayı söyler. Bu tür insanların hiçbir kutsalı yoktur. Onların gözünde dini çağrıştıran her şey zararlıdır,

"Kahrolsun şeriat" diye bağırıp çağıran başka bir tip daha vardır ki, o da bilmeden konuşuyor. Dine ve Allah'a inancı vardır, ama "şeriat"ın siyasi ve ideolojik bir düşünce olduğunu sanıyor, bilinçsiz söylüyor.

Oysa şeriatla din aynı anlama gelir. Din şeriattır, şeriat da dindir.

"Şeriat" kavramının içinde, imanla ilgili hükümler olduğu gibi, ahlakla, ibadetle ve günlük hayattaki işlerle alakalı hükümler de vardır.

Her şeyden önce şeriatı ve dini gönderen Allah'tır. Onun için Allah'a "Şâri-i Hakiki/gerçek şeriat koyucu" denir.

***

Sözlük anlamıyla şeriat "yol, mezhep, metot, âdet" demektir. Dinî bir terim olarak da, "Kur'ân âyetlerine, Allah Resulünün (a.s.m.) sünnetine dayanan ilâhî hüküm"ler bütünüdür.

"Şeriat" kelimesi bir terim olarak diğer kanunlar ve dinler için de kullanılabilir. Mesela, "Musa Aleyhisselâmın şeriatı" gibi...

Şeriat kelimesinin terim anlamı şu âyete dayanır:

"Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin arzu ve heveslerine uyma" (Câsiye, 45:18).

Peygamberimizin getirdiği İslam şeriatı, daha önceki şeriatların tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu mesele Kur'ân'da şöyle dile getirilir:

"Allah, dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şeriat olarak koydu" (Şûrâ, 42:13)

***

İslam hukuku kaynakları İslam şeriatını üç ana bölümde inceler:

İbadetler, muameleler, ceza hukuku.

İbadetler: Allah'ın razı olduğu her çeşit ibadeti içine alır. Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetlerin uygulanmasıdır.

Muameleler: İnsanlar arasında ekonomik ve sosyal ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle ilişkileri bu bölümde yer alır.

Ceza hukuku: İslam şeriatının uygulandığı bir İslam ülkesinde toplumsal düzeni bozmaya çalışanlara verilecek caydırıcı bazı ceza hükümlerini kapsar.

***

Şeriat sadece Kur'ân hükümleri ve İslamî esaslar değildir. Herkesin "şeriat" olarak bildiği bu şeriat, Cenab-ı Hakkın Kelâm sıfatına dayanır.

Bir diğer şeriat da Allah'ın İrade sıfatından gelir ve bu sıfatın tecellisidir. Buna "sünnetüllah/tabiat/doğa" tabiri kullanılır.

Mesela, yerin çekim gücü, ateşin yakması, soğuğun üşütmesi, zehrin insan öldürmesi gibi tabiatta var olan fıtrî kanunlar, kevnî kanunlardır. Bunların yaratıcısı ve işleteni Yüce Allah'tır.

Nasıl ki, Kelam sıfatından gelen kanunlara karşı gelenler belli cezalara uğrayacağı gibi, irade sıfatından gelen bu kanunlara karşı duranlar da cezasını hemen görürler.

İslâm Hukuku Hocası Hayrettin Karaman, diğer adı hak din ve İslam olan Kur'ânî anlamdaki şeriata karşı çıkanların dini durumlarını değerlendirirken şu tespiti yapar:

"şeriat istemiyoruz, kahrolsun şeriat!' diyenler, İslâm'ın bir kısmını reddediyor, onunla inanç ve yaşama bakımından ilişkilerini kesiyorlar, hatta ona karşı düşmanca cephe alıyorlar. Bu durumda olanların aynı zamanda Müslüman olmaları mümkün ve sahih değildir." (www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/2/0121.htm)

Mehmet Paksu

Gladyo'yu kurtarma mitingi

Ergenekon soruşturmasının başından bu yana, bu davayı önemsiz göstermek için gayret sarfedenlere, hedef saptırmaya çalışanlara, bu suçu örgütünü üstü kapalı ve mahcup şekilde savunmaya çalışanlara çok rastladık. Zaman zaman sinerek, zaman zaman cesaretlenerek bunu hep yaptılar.

Ama işi bu kadar ileri götüreceklerini; artık bütün korkunçluğuyla deşifre olmuş bir suç örgütüne destek mitingi yapacak kadar gözü dönmüş bir noktaya geleceklerini tahmin edemezdik doğrusu...

Sonunda bu da oldu.

ADD ve ÇYDD'nin başını çektiği çeşitli sivil toplum örgütleri 17 Mayıs'ta Ankara Sıhhiye Meydanı'nda "Ergenekon Soruşturmasını protesto etmek için" miting düzenliyor.

Böylece Türkiye, Gladyo'yu korumak için sivil toplum örgütlerinin sokağa döküldüğü tek ülke olarak tarihe geçecek.

Sadece onlar için değil, Türkiye için de ne büyük utanç...

14 Nisan 2007'de, yani 1. dalga Cumhuriyet Mitingleri öncesinde mitinge katılmayı düşünenlere Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in Günlük'ünde yazılanları hatırlatmış ve şöyle demiştim:

"Hatırlayın, ne deniyordu, o günlükte:

'Kendimize göre bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basını

ele geçirmeye çalışacaktık. Bu nedenle ben M.Ö.'yü davet edecektim. Sonra rektörlerle temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Dernekler ile temas edip, onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık. Yukarıdakiler Sarıkız olarak anılacaktı.'

Ne tasadüftür ki, yürüyüşün tertipçisi, aynı zamanda Günlük'te "darbe hiç aklından çıkmıyordu" şeklinde tanıtılan eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur...

Bu tablo, bu yürüyüşe katılmayı düşünenlerin iki kere düşünmelerini gerektiriyor."

14 Nisan 2007'de "Cumhuriyet Mitingleri"ne katılanların mazeretleri vardı diyelim. Ergenekon soruşturması henüz başlamamıştı, örgüt bugünkü gibi deşifre olmamıştı. Birçok katılımcı neye alet olduğunun henüz farkında değildi.

Peki ya bugün?

Miting kararının açıklanmasıyla aynı gün toprak altından yeni lav silahları, C-4 patlayıcılar, roket atarlar, el bombaları çıkıyorsa...

Yeraltından ordu malı silahlar çıkması artık şok bile yaratmayacak kadar sıradanlaşmışsa...

Güneydoğu'daki binlerce cinayetin faillerinin hiç de meçhul olmadığı işaret edilen her yerden çıkan insan kemikleriyle ortaya çıkmışsa...

Danıştay baskını başta olmak üzere her biri birbirinden tüyler ürpertici birçok provokasyon eyleminin Ergenekon bağlantısı ortaya dökülmüşse...

Darbeci generallerin kasetleri ordu içinde fink atan darbeci kliklerin bütün faaliyetlerini su yüzüne çıkarmışsa...

Ve bütün bunlar dalga dalga ilerleyen bu soruşturma sayesinde olmuşsa...

Bu soruşturmayı protesto için miting yapmak, demokratik rejime ihanet değilse nedir?

X x x

Evet, bu defa artık her şey ortada...

Somut kanıtlarıyla, tanıklarıyla, ses bantlarıyla, gazeteci günlükleriyle rezalet ortaya döküldü. Herkes Türkiye'nin başına örülmek istenen çorabı bütün ayrıntılarıyla biliyor.

Ergenekon davasını baltalamak isteyenlerin başından beri bütün bu olup biteni "Ak Parti'nin muhalefeti yok etme girişimi" gibi gösterme gayretleri içinde olduğunu biliyoruz.

Bu çevrelerin şu anda Türkan Saylan gibi kamuoyu tarafından sevilen bazı isimlerin Ergenekon kapsamında soruşturulmasından cesaret aldıkları belli. Kamuoyundaki bu duyarlılığı kullanarak halkı suç örgütüne yataklığa çağırıyorlar. Artık iyice köşeye sıkışan derin devleti kurtarmak için bir kez daha kitleleri kullanmaya çalışıyorlar.

14 Nisan yürüyüşlerinde bir ölçüde başarılı oldular.

Ama bu defa durum farklı.

17 Mayıs mitingine katılacakların artık hiçbir mazereti yok.

O mitinge katılacak herkes, açıkça ve inkar edilemez bir biçimde demokrasiye karşı Gladyo'nun safında yer almış olacak. Türkiye'nin yaşadığı tarihi "glasnost" sürecinin karşısına dikilmiş olmanın tarihi sorumluğunu taşıyacak. İşkenceci katillerle, provokatörlerle, suikastçılarla suç ortaklığı yapmış olacak.

Ve hiç birinin yarın öbür gün çocuklarına "Ben ne olup bittiğini fark edememiştim" deme şansı olmayacak.

Gülay Göktürk

23 Nisan 2009 Perşembe

Efendim,

Yokluğunda seni özledik.

Sana değen rüzgarı, seni örten bulutu özledik. Özlemeyi, özlenilmeyi, sevmeyi, sevilmeyi, sevindirmeyi, sevindirilmeyi özledik Efendim.
Aşkı, gözyaşını, müsamahayı, ahlakı, adabı, ihsanı, irfanı, iz'anı, feraseti, basireti, şecaati, celadeti, adaleti, meveddeti, muhabbeti özle¬dik. .
İzzeti, hikmeti, fıtratı, şefkati, hürmeti, devleti özledik.
Senden sonra tefrika meşrebimiz, taklit mezhebimiz, cehalet mektebimiz, atalet fıtratımız, hamakat şöhretimiz, ihanet sıfatımız, küffar velinimetimiz oldu.

Efendim,

Sen kendini 'abduhu ve rasuluhu: O'nun kulu ve elçisi' olarak takdim etmiştin. Sana iman eden bazıları sana hürmet adı altında seni kulluktan 'kurtarıp' melekleştirerek hayattan dışladılar. Bu ifrata karşı başka bazıları da tefrite sapıp seni 'güzel örnek' olmaktan çıkarıp bir 'postacı', bir 'ara kablosu' seviyesinde görerek hayattan dışladılar.
Bunların hepsi sana iman ediyordu. Ama seni hayatımızdan çıkarmanın ızdırabını çektirdiler bize. Bu işi, göğe çekerek ya da yere sokarak yapmaları sonuçta hiçbir şeyi değiştirmedi.

Allah seni 'güzel örnek' olarak gösterdi. Sen, Kur'an'ın konuşanı, yürüyeni, hareket edeniydin. Tıpkı bir annede spermin insana, bir ağaçta suyun meyvaya, bir arıda tozun bala, bir tavukta darının yumurtaya, bir koyunda samanın süte dönüşmesi gibi, ayetler sende hayata dönüşüyordu.
Allah ısrarla seni örnek gösterirken, birileri ısrarla 'kitab'ı, kitapları örnek göstermekte direndiler. Öylesi işlerine geliyordu, cansız bir nesneyi örnek edinmekle, canlı bir insanı örnek edinmek aynı olur muydu?

Efendim ,

Kitapsızlıktan değil, 'peygambersizlikten' kırıldık. Yokluğumuz peygamber yokluğu. Seni hatırlatan, seni andıran insanların hasretim çeki¬yoruz. Çocuklarımız peygamberi so¬runca 'evladım onun ahlakı tıpkı falancanın ahlakı gibiydi' diyeceğimiz insanlar yok denecek kadar az.

İnsanlık destanıyla yaşıt olan vahiy sürecinde birçok kitapsız peygamber gelmişti de, bir tek 'peygambersiz kitap' gelmemişti. Sayemizde yaşlı dünya ona da şahid oldu efendim. Peygambersiz Kitab'a, Muhammed aleyhisselamsız Kur'an'a da şahid oldu. Şimdi Kur'an mahzun efendim , Kur'an öksüz. Seninle Kur'an'ın arasını ayırdık, etle tırnağın, toprakla tohumun, anayla evladın arasını ayırır gibi.
Gel de bir bak Efendim, bu maz¬lum ümmetin hali pür melaline. Bıraktığın din tanınmaz hale geldi. Bıraktığın sitenin harabelerinde bay¬kuşlar tünedi.
Gün geçmez ki ümmetin coğrafyasından feryat yükselmesin, oluk oluk kan akmasın.
Bir olarak bıraktığın ümmetin kaç parçaya ayrıldığının sayısını onu parçalayanlar dahi unuttu.

Bıraktığın kutlu mirası hovarda mirasyediler gibi parçalayarak paylaş¬tık Efendim . Nebevi mirasın irfani ve ahlaki boyutuna bir hizip, ilmi ve fikrî Boyutuna bir başka hizip, siyasî ve hareketi boyutuna ise daha başka bir hizip sahip çıktı. Yüzyıllardır tüm bu hizipler ellerindeki parçanın 'bütü¬nün kendisi' olduğunu iddia etmekle ömür tükettiler. 'Her hizip ellerindeki parçayla övünüp durdu.' Hepimiz hakikatin merkezine kendimizi oturtup 'hak benim' dedik.
Oysa ki Efendim, bazen parçala¬nan hakikat hakikat olmaktan çıkar. Ait olduğu bütün içerisinde anlamlı olan bir parça o bütünden ayrılınca anlamsızlaşabilir. Bunu farkedemedik Efendim .

Efendim ,

İsrailoğulları, peygamberlerini katlediyorlardı. Biz de senin güzel hatıratını, emanetini, adını ve sünnetini katlettik. Seni katlettik Efendim .
Kimilerimiz için sen hiç ölmedin, o ender bahtiyarlar seni hep içlerinde, işlerinde, hayatlarında, düşüncelerinde, duygularında, eylemlerinde, evlerinde yaşattılar.
Kimilerimiz içinde sen hiç doğmadın. Onlar hep senden mahrum yaşadılar. Şol mahiler ki derya içreydiler, deryayı bilmediler.
Varlığının kaç bahara bedel oldu¬ğunu bilmeyenler yokluğunun ıstırabını nasıl duysunlar Efendim ?

Seni çok seviyoruz, seni çok özlüyoruz.

Bize kırgın mısın Efendim ?

Mustafa İslamoğlu

Önce sev,sonra ne yaparsan yap.

Bildiğimizi sandığımız tüm şeylerin hakikate nisbetini sorgularsak, sonucu, şu beş başlık altında toplayabiliriz: Heva, vehim, şekk, zann, yakin. (Klasik bilgi sistemimiz son dördüne yer verir, birinciyi bendeniz ekledim.) Yani tüm bilgimiz bu beş şıktan birine girer. Tabii ki “bilgi” dediğimiz şeylerin hakikat açısından ne kadar itibarı olduğu da bu tasnif sonucunda ortaya çıkar.
Heva, içinde doğru bulunma ihtimali sıfır olan bilgi türüdür. Yüzde yüz asılsızdır. Uyduruk ve keyfidir. Velev ki benzetme, temsil, mecaz yoluyla da olsa, herhangi bir gerçekliğe tekabül etmemektedir.
Heva Kur’an’da “keyfi değer yargısı, içgüdü, arzu ve tutkuya” tekabül eder. Bu yüzden Kur’an, “Şu keyif ve arzusunu ilah edinene bir baksana!” der. Bu tip birine “hevâî” denilir. Heva’nın hakikate nisbeti sıfır olduğu için, hevada doğruluk aranmaz.
Vehim, hakikate zat açısından nisbeti sıfır, fakat sıfat açısından bir nevi bir çağrışım yapma, sahte bir benzerliğe sahip olma ihtimali bulunan asılsız bilgidir. Tüm şeytanî vesveselerin amacı, insanda bir vehim üretmektir.
Eğer bu sonuç alınırsa, insan kendi ürettiği vehmin esiri olur, oyuncusu olduğu filmin oyun olduğunu unutup gerçek sanabilir. İşte bu da şeytana ve tüm şeytansılara kişinin kendi gücünden güç, kendi iradesinden irade transfer etmesidir. Kur’an’ın da defaatle beyan ettiği gibi şeytanın insan üzerinde hiçbir yaptırım gücü (sultan) yoktur. Ona gücünü insan verir. Yani şeytan ve şeytanî güdüler, insan üzerindeki tüm etkisini, insanın iradesinden ödünç aldıklarıyla gerçekleştirir.
Şekk, “kuşku, şüphe” anlamına gelir. Hakikate nisbeti, yalana nisbetiyle aynıdır. Yani hakka ve batıla aynı uzaklıktadır. Doğru olma ihtimaliyle yanlış olma ihtimali eşittir. Doğrulanabilir de, yalanlanabilir de...
Şüphe, Gazali’nin de tesbit ettiği gibi, hakikate giden yolun ilk durağıdır. İnsan, önce merak eder, sonra kuşku duyar, sonra arar ve arayan bulur. Fakat, mutlak hakikatlerde şüphe, “iman” gibi bir önbilginin yerini, “küfür” gibi bir önyargının almasının sonucudur.
Zann, hakikate nisbeti çok yüksek olmakla birlikte, az da olsa batıl olma ihtimali de bulunan bilgi türüdür. Bu yüzden Kur’an “Zannın bir kısmını günah ve vebal” olarak nitelendirmiştir. “Zan, insanı hakikatten müstağni kılmaz” buyurmuştur. Hatta düpedüz “Zandan kaçının” demiştir. Çünkü insanların en çok vartaya düştükleri bilgi türü “zan”dır.
Zann, doğru olma ihtimali çok yüksek de olsa, yalan olma ihtimalini bünyesinde taşıdığı için, iman esaslarında zanna yer olmaz. İnsanlar arası ilişkilerde ise, yakini mümkün olmayan konularda suizan yasaklanmış, hüsnüzan emredilmiştir. Peygamberimizin “Müminin mümine kanı, ırzı, malı ve suizannı haramdır” sözü bunu ifade eder. Çünkü, suizandan hesap sorulur, fakat hüsnüzandan hesap sorulmaz.
Yakin, yalan ve batıl olma ihtimali bulunmayan bilgidir. Yüzde yüz hakikattir. Bu da üç mertebedir: Bilgiyle elde edilen yakîn, gözlemle elde edilen yakin ve en yükseği bizzat yaşayarak, iç tecrübeyle elde edilen yakin.
Güven bunalımı
Şimdi, bilginin derecelerine neden girdim?
Çünkü, hemen tüm problemlerimizin kaynağını, cehaletimiz oluşturuyor. Cehaletimiz, yani biliyorum sanıp bilmediklerimiz... Heva olduğu halde adını sanki bir “bilgiye” dayanıyormuş gibi yapıp ettiklerimiz... Bizi tutuklayan vehimlerimiz (evham)... Yani, kendi ellerimizle kendi boynumuza geçirdiğimiz tasmalar... Ve bu vehimleri ciddi ciddi pazarlamamız...
Kendi elleriyle taştan yonttuğu heykelin büyüsüne kapılarak bir an onun gerçek olduğunu vehmedip “Haydi Musa, konuşsana!” diyen heykeltıraş Michelancelo gibi... Uydurduğu hikâyenin kahramanlarından birini gerçek gibi vehmetmeye başladığını anlayan sekreterinin, Balzac’a, bir gün muziplik yaparak “Mr. Wuatrin gelmiş efendim!” deyince, onun “Ya, öyle mi? Buyursunlar!” diye ayağa kalkıp önünü ilikleyerek, karşılamak için kapıya yürüdüğü gibi...
Hepsinden öte, bu toplumda güveni öldürdüler. Birbirlerine en çok güvenmeleri gereken Müslümanlar, birbirlerine en çok güvensizlik besleyen kesim haline getirildi. Çok ortaklı şirketlerin ısrarla batırılmaya kalkılmasının en büyük nedeni olarak bunu görüyorum. Belki böyle bir olayın en tehlikeli, en ürkütücü sonucu da bu olacaktır; yani “güven bunalımı”...
Bu gidişle üç mümini birbirine ortak etmek, Çin’le Tayvan’ı birleştirmekten daha zor hale gelecek. Şer güçler ittifakının istediği şey de bu ya: İman, güven faktörleri arasında yer almasın...
Oysa ki iman, başlıbaşına bir değerdir. Tüm hatalar karşısında iman, çakıl taşına nisbetle Ağrı Dağı gibidir. İmanı bir değer olarak görmeyen bir mümin, aslında kendi imanına hiçbir değer biçmiyor demektir.
Müminler arası ilişkiler, öncelikle imana dayalı ilişkilerdir. Çünkü onların iman ettiği Yüce Kapı, onları kardeş ilan eden kapının ta kendisidir. İman ise zanna değil, yakine dayanır. Yakine dayanan bir imanın kardeşliği de yakin bir kardeşliktir. Eğer bu zeminde yükselen kardeşlik ilişkisinde ille de zanna yer verilecekse, hüsnüzan esastır.
Güven bunalımı aşılmadan, inanç birliğinin hayata yansıması mümkün değildir. Bu da sevgisizliğin bir sonucudur. Bu nedenle olsa gerek, Sevgili Efendimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” buyurmaktaydı.
“Önce sev, sonra ne yaparsan yap” diyen gerçekten güzel söylemiş.
Seveceksin arkadaş...
İnsanın harcadıkça çoğalan tek sermayesi olan muhabbeti kıskanmayacaksın. Uçsuz bucaksız yüreğin bozkırlarında at otlatacak haliniz yok ya! Müminlerden esirgediğiniz oraya, kimi doldurmayı düşünüyorsunuz?
Sevgi, sevilen için kabule en yakın duadır.
Güven bunalımını aşmanın en emin yolu da muhabbettir...

Mustafa İslamoğlu

Yakılan anılar, belgeler, kitaplar değil geleceğimiz

Hiçbir bahçıvan diktiği çiçeğin kulağına "Sen, sümbül olacaksın, gül açacaksın, insanlara neşe saçacaksın" demez.

Bahçıvan, çiçeğe ortam hazırlar.

Toprağına, suyuna, gıdasına, zararlılara karşı korunmasına dikkat eder, gerisini çiçeğe havale eder.

Güdülen insanlar, kafesteki kuş gibidirler.

Öğretileni öterler.

Uçamazlar, kanat çırpamazlar, Yem bulamazlar, verileni yutarlar, söyleneni tutarlar.

Veya serada yetişen sebze gibidirler.

Görüntüleri güzel ama hoş kokusu/aroması yoktur.

Aroması/hoş kokusu olanlar da kendisine sıkılan sanal kokudur.

Kendisine güveni olmayan yöneticiler, kendilerine bakan, danışman, müşavir, müdür ararlarken serada yetişen veya kafeste beslenen insan türlerinden seçtikleri için başarılı olamazlar.

Çünkü serada yetişenlerin hoş kokusu yoktur. Soğuğa sıcağa dayanacak direnci yoktur.

Kendiliğinden yeni bir şey üretemezler.

İyi bir süvari olmayanlar, uyuz eşeğe binmeyi tercih ederler.

Hedefe varamazlar ama makamdan düşme tehlikesini de rüyalarında bile görmezler.

Uykular ve içleri rahat olur.

Sevgili peygamberimiz, birçok konuda kendisine itiraz edenleri bulundurmuştur hep yanında.

Cep telefonlarının, telgrafların olmadığı o zamanda Bizans'a, Pers imparatorluğuna elçi olarak gönderdiği insanların her biri kendi yeterliliğiyle krallara, şahlara karşı hakkıyla görevini yerine getirmişti.

Sevgili peygamberimiz öyle bir ortamı oluşturmuş ve başarılı olmuştu.

Bu ülkede ise her on yılda bir darbe olur ve daha önceki darbeyi görmeyen on yaşındaki çocukların gözleri televizyonlarda gösterilen öcü ve böcülerle korkutulur.

12 Eylül 1980 darbesinde işkence hanelerde sorgulanan bir Müslüman insan dışarı çıkınca kendisini ziyarete gittiğimde beni görünce daha kucaklaşmadan "Hoca, bundan sonra şu anda yedi yaşından yukarı olanlara hiçbir şey anlatma. Anlar gibi yaparlar ama anlamak işlerine gelmez.

İşkence görenlerin gözü korktu, dışarıdakilerin hem gözü hem gönlü korktu. Bu gün yedi yaşın altında olanlara konuş" demişti.

Peki ama o yedi yaşındaki çocukları on yedi yaşına gelince yedi yaşında olanlara dönsek on yıl sonra yine bir darbe oluyor.

İnsanlara yazık oluyor.

İçeri alınanlara yazık oluyor ama içeri alınmayı bekleyenlere daha fazla yazık oluyor.

"Adam olsunlar da korkmasınlar" denemez.

Osmanlı döneminde son İstanbul meclisine Milletvekili seçilen sonra Ankara'ya TBMM'ye gelen ve Büyük Taarruzdan önce Adalet Bakanlığı'na seçilen, daha önceleri hakimlik, savcılık yapan, Kayseri Belediye Başkanlığı da yapan Ahmet Rifat Çalıka (1887-1963)'nın anılarını yayınlamış büyük oğlu Hurşit Çalıka.

Anıları okurken görüyorum ki Adalet Bakanlığı da yapan bu zat, birkaç defa anılarım ellerine geçmesin diye yakmış.

Bu günlerde 800 klasörün yakıldığını yazıyor gazeteler ve gösteriyor televizyonlar.

Klasörlerin içinden çıkanlar eski başbakanlardan Tansu Çiller'e ait belgeler olduğunu yazıp gösteriyorlar.

Yazarlar-çizerler, siyasiler, sanatçılar her on senede bir anılarını yakarlarsa, bilgisayarlarını silerlerse, evlerdeki kitaplar yakılırsa sonumuz ne olur?

Mahmut Toptaş

Kıble istikametli yaşamak

Hz. Ömer (RA)'in torunlarından ve Emevi Sultanlarından Halife Ömer bin Abdülaziz'in hocası meşhur âlim ve fazıl Said bin Müseyyeb (rahmetullahi aleyh) hazretleri ömrünün son anlarını yaşarken bir ara gözlerini yumar. Etrafındakiler bu zatın ölmek üzere olduğunu anlarlar. Ölürken yönü kıbleye gelsin diye yatağının iki ucundan tutup bu güzel insanın yönünü kıbleye gelecek şekilde çevirirler.

Son bir defa daha gözlerini açan Said bin Müseyyep hazretleri yatağı ile meşgul olanlara:

-Ne yapıyorsunuz? diye sorar.

Derler ki:

-Yüzünüzün kıbleye gelmesi için yatağınızı döndürdük.

Bu cevabı alan Said bin Müseyyeb şu ifadelerle etrafındakilere tarihi sözünü söyler:

-Bir asırlık ömrü geride bırakan Said bin Müseyyeb bunca yıl yüzünü kıbleye dönmemiş de son nefesini aldığı anlarda sizin yardımınızla kıbleye yöneliyorsa yazık olmuş onun kıblesiz geçen hayatına!

Said bin Müseyyeb bu sözlerinden birkaç dakika sonra Kelime-i Şehadet getire getire öbür âlemdeki hayatını yaşamak üzere terk-i dünya eder. Ruhu şad olsun...

Gelelim kendimize...

Kıble istikametli bir hayat tarzımız var mı? Yoksa hayatımıza yazık oluyor demektir.

Müslümanlar ibadetlerini Mescid-i Harama yönelerek icra ederlerMesid-i Haram kıbledir. Kâbe de kıblemizin kalbidir.

Kıbleye yönelilerek yapılan hayırlı ve helâl işlerimizde hayır ve bereket vardır.

Bir iki hatırlatmada bulunalım:

* Zemzemi, kıbleye yönelerek içeriz.

* Kurbanı, kıbleye yönelik olarak ifa ederiz.

* Cenazelerimizi, kıbleye yönelik olarak kabirlerine koyarız.

* İstirahat için yatağımıza çekildiğimizde kıbleye yönelerek yatarız.

Çünkü biliriz ki, kıbleye yönelmek hayatımızın hayır ve bereketidir.

Kıbleye olan saygımızdan dolayı:

* Ayağımızı kıbleye doğru uzatmayız.

* Yıkanırken çıplaklığımızdan dolayı kıbleye önümüzü/arkamızı dönmemeye gayret ederiz.

* İslâm âleminde helâ taşları kıbleye yönelik konulmamasına dikkat edilir. Bunun dikkate alınmadığı yerlerde Müslümanlar yana meylederek ihtiyaçlarını giderirler.

"Yüzünü Mescid-i Haram'a çevir" (Bakara Sûresi, Ayet: 144, 145, 150) emri bir yönü ifade eder. Bu, şu demektir. Kıble bir "nokta" değil bir yöndür. Mescid-i Haram yönü.

Mekke'de olanlar kıblenin kalbi Kabe'ye yönelirler.Uzakta olanlar ise Kâbe cihetine yöneldiklerinde maksat hasıl olur. Çünkü Kâbe'nin sağına-soluna doğru kırkbeş derecelik genişliği vardır. Demek oluyor ki, bilinen Mescid-i Haram tarafına (Kâbe'ye) yönelmek yeterli sayılıyor.

Buradan şu netice çıkıyor:

Müslümanların hayatı hep kıble istikametli geçiyor. Kıbleden kopuk her hayat yazık geçirilen bir ömür dilimi oluyor.

Kıble istikametli bir hayat yaşamamış insanların cesetleri mezara konurken yönlerinin kıbleye çevriliyor olmasının hiçbir önemi olamaz. Bu ancak hayatlarını hep kıbleye yönelik şekilde geçirenler için bir mânâ ifade eder.

Kıble istikametli bir hayat yaşayalım ki, hayatımıza yazık olmasın.

Mevlüt Özcan

Çağdaşlık bir maskeden ibaret

Ülkemizde bir takım kavramlar çoğu zaman gerçek niyetleri ve faaliyetleri gizlemek için maske olarak kullanılır. Söz gelimi laiklik, laikçiler için bir maskedir... Çağdaşlık ise karşı görüştekileri itham ve karalamak için kullanılır. Daha pek çok kavramın içi boşaltılarak bazı kesimlerin niyetlerine göre farklı anlamlar yüklenmiştir. Söz gelimi bazıları laikliği din düşmanlığı olarak kullanmaya kalkışmışlar, kendilerine karşı çıkanları da laiklik karşıtı olmakla suçlayarak mahkum etmeye çalışmışlardır. Bu arada zaman zaman Cumhuriyetçilik bazı darbe hevesleri tarafından kalkan olarak kullanılmıştır... Hatta diyebiliriz ki demokratlığı kimselere vermeyen bazıları; halkın seçtiklerini aşağılamakta, halkı bir şey bilmeyen cahil olarak nitelendirmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bunca çelişkilerine rağmen bu ülkede bu grubun sesi nedense çok çıkar... Çünkü, aralarında ciddi bir dayanışma sergilerler. Belki ayakta kalabilmelerini bu dayanışmada görmektedirler.

Hatta kendilerinde karşı gördükleri kişi ve kişileri susturabilmek için yargıyı bile tesir altına almaya kalkışırlar... Ama aynı yargıdan aynı görüşte olduklarına yönelik bir hareket söz konusu olursa bu defa yargının siyasallaştığı iddialarını gündeme getirirler... Yani yargının onların karşıt olduklarına yönelik operasyonları hukuka uygundur da kendilerine benzeyenlerin hukuk dışı davranışları tespit edildiğinde yargının harekete geçmesi yanlıştır.. Böyle düşünürler... Kısacası bu çağdaş ve laikçiler bu ülkede her kurumun sadece onların fikrine hizmet etmesini isterler, kurumların bunun için var olduğuna inanırlar.

Türkan Saylan'ın evine ve genel başkanı olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneklerine yapılan baskının şekli tartışılabilir, şık bulunmayabilir. Ancak, Saylan'ın başörtülülerin üniversitelerde okumalarına kesinlikle karşı olduğu yönündeki sözleri, başörtülü öğrencilere burs vermemek için kesin bir prensip kararları olduğunu açıklaması, bununla da yetinmeyip, "O kızları militan yapıyorlar. Bizde böyle onları casus gibi aramızda istemiyoruz" demesinin çağdaşlıkla ne kadar bağdaştırdıklarını merak ediyorum...

Bu noktada tabii ki militanlıktan kastının ne olduğunu, kimlerin bunları militan olarak yetiştirdiğini ve aralarına aldıklarında kimlere casusluk yaptıklarını açıklaması en azından çağdaşlığının gereği değil midir?

Ve bir soru daha Saylan eğer başörtülü kızları aralarına almamayı kendileri için bir hak olarak görüyorsa başkalarının onları kendi aralarına almamalarını bir hak olarak görüyor mu? Yoksa bunu çağdaşlıkla bağdaştıramıyor mu? Öyle ya Saylan'ın başörtülü kızlara tahammülü yoksa başkalarının da bir takım çağdaş(!) ve laikçilere tahammüllü olmama hakları ortaya çıkmaz mı?

Peki Saylan'ın başörtülü kızlara bakışı bir militanlık, militanca bir yaklaşım değil mi? Bu memlekette sadece Saylan gibi düşünenlerin mi her türlü militanlık sergileme hakları var da onlara benzemeyenlerin sürüleştirilmesi mi gerekiyor?

Elbette insanın olduğu yerde farklı görüş ve düşünceler olacaktır. İnsan olmanın gereği de budur. Ancak, bazı çevrelerin kavramların içini boşaltarak sadece kendileri açısından değerlendirmeleri, bazı sıfatları sadece kendilerine uygun bulmalarının toplumda oluşturduğu çatışmaya dikkat çekmek istiyorum. Kendilerinin kabul edilmesini isteyenlerin başkalarını da kabul etmeleri gerektiğine dikkat çekmeye çalışıyorum... Sıkça ifade ettiğim gibi farklılıklara tahammül edemeyenler kendi farklılıklarına tahammül beklememelidirler. Birlikte yaşamak mecburiyetinde olduğumuza göre farklılıklara rağmen birlikte yaşama noktasına gelebilmeliyiz... Çağdaşlıktan kasıtları Batılı bir davranış sergilemekse bunun gereği farklıklara rağmen birlikte yaşamayı öğrenebilmektir. Kaldı ki Osmanlı'da yüzyıllar boyu tüm farklılıklar korunmuş ve birlikte yaşanabilmiştir.

Abdülkadir Özkan

Birey, cemaat, devlet

Dürüstçe söylemem gerekiyor ki kim danışmanlık yapıyorsa Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a yanlış bilgi veriyor. O kadar çok hata yapılıyor ki! Tespit yanlış, teşhis yanlış, terkip yanlış. Mesela zannediliyor ki köyden şehre gelmiş fakir çocukları, barınacak mekân bulamayınca 'bazı cemaatler' onlara imkân sağlıyor ve onlar da bilmecburiye bu yapıların sunduğu imkânlara boyun eğiyor.

Yanlış. Belki on beş-yirmi sene önce bir doğruluk payı vardı bunun; ama şimdi bu varsayım kocaman bir şehir efsanesi. Çünkü cemaat dediğiniz yapı zaruretlerden çok, iradi bir tercih konusu haline gelmiştir. Yani, insanlar kendi kültür ve kimliklerinden kopmamak için sivil bir tercih kullanıyor. O yüzden bünyede çok sayıda zengin çocukları da bulunuyor. Cemaat irtibatı iddialarıyla gündeme gelen özel kolejlere ve üniversitelere, dershanelere gösterilen olağanüstü ilgiyi fakirlikle nasıl izah edebilirsiniz mesela? Zaten konu sadece öğrenci değil ki! Esnaf, işadamı, sanayici, sanatçı, sporcu, mimar, doktor...

Şu gerçeği kabul etmezseniz ilk düğmeyi yanlış iliklemiş olursunuz: İnsanlar kendi iradeleriyle bir tercih kullanıyor, zorlamalar ya da zaruretler ile değil. Kim kime nasıl baskı yapacak ki bu insanlar kendini bir cemaat üyesi görmeye mecbur hissetsin? Meseleyi 'sosyal devletin boşluğuna' dayamak, sosyal bir gerçeğe gözlerimizi kapamaktır. Mesele gayet açık: Karşımızda gönüllü hareketler var; illegal yapılar değil. Katılmak isteyen dilekçe verme zarureti olmadan gelip katılıyor; ayrılmak isteyen de istifa dilekçesi verme ihtiyacı hissetmeden 'hadi bana eyvallah' deyip çekip gidiyor. İşte buna modern toplumlarda sivil toplum kuruluşları deniyor. Güdümsüz, bağımsız, sivil...

Tam bu aşamada karşımıza yeniden 'tek tip insan' korkusu çıkıyor. Güya 'din eksenli cemaatler' tek tip insan yetiştiriyormuş. Mümkün mü? Hayır. Her şeyden önce bireyi yok edecek bir telkin İslam'ın ruhuna uygun değil; çünkü o din her bireyi doğrudan Allah ile muhatap ediyor. Kaldı ki bu çağda ne birey körü körüne buyurgan bir yapıya boyun eğer ne toplum. Kim razı olur tek bir kalıba girmeye?

İnsanların bir kalıba sokulamadığı, zan altında bırakılan kişilerin her dinden, her dilden, her görüşten insanla rahat diyalog kurmasından belli. Bu topluluğun içinde her etnik gruptan, her mezhepten, her düşüncede insan bulunmaktadır. Toplumsal ayrışmalarda birleştirici ve barışçı bir dil kullanan ve gördüğü ilgi ile samimiyet testinden defalarca geçmiş kitlelerin insanları tek bir şablona zorladığını iddia etmek gerçeklerle ters düşmek anlamına gelir.

Cumhuriyetimizin kazanımları açısından çok önemli bir nokta daha var: Dindar kitleler demokrasiyi içine sindirmiş durumda. O kadar ki 'Keşke modernleşmeyi kimseye kaptırmayan kitleler de demokrasiyi bu kadar sindirebilseydi!' demek zorunda kalıyorsunuz. Soran, sorgulayan, eleştiren, istişarenin hakkını veren, özgür düşüncenin bütün renklerine kanat çırpan kitleler 'tek tip insan' suçlamasıyla karşı karşıya getiriliyor. Olacak şey değil. Ülkeyi içine kapamak ve anti demokratik yollardan aristokratik düzenin devamını isteyenler özgürlükçü sayılıyor. Bir tuhaflık yok mu bunda?

'Bazı cemaatler' dünyanın dört bir yanında kozmopolitan kültürlerle ufuk turu yaparken ufuk körlüğüne yakalanmış bazı kitleler de ülkeyi bir çeşit faşizme sürüklüyor adeta. Kimin ufku ne kadar genişse özgürlük boyutu da o kadar engindir. Kim ne kadar geniş kitlelerle kucaklaşıyorsa o kadar çoğulcu ve katılımcı demokrasiden nasibini almıştır ve her kim 'herkes benim gibi düşünecek' emriyle hareket ediyorsa, o da kendini toplum karşısında o kadar sevimsiz hale getirir ve kendini geniş kitlelerden tecrit eder. Açık söylüyorum: Bir gün cemaatler insanlara 'tek tip olun' dese içeride çatlamalar olur; tıpkı devletlerin toplumlara 'tek tip olun' buyruğunu dayatmasıyla çatlamalar olduğu gibi...

Ekrem Dumanlı

Allahım neydi o günler!-hoş bi yazı olmş

illete karşı "bastırma harekatı"nın, baskı altında tutarak, ezerek, sindirerek yönetmenin bir numaralı aktörü şeksiz-şüphesiz hep "Bir kısım basın" oldu. İsim vermeye gerek yok, hepiniz kimlerden, nelerden bahsettiğimi anlıyorsunuz.
Allahım, neydi o günler!

Bir cinayet işleniyor.

Malum medya hemen katilin mensup olduğu kesimi işaret ediyor.

Ne olduğundan bihaber bazı kesimler hemen sokağa sürülüp İslam ve dindarlar aleyhine sloganlar atıyor.

Öyle bir atmosfer oluşturuluyor ki, kendinizi bir anda "sanki cinayeti siz işlemişsiniz" gibi hissediyorsunuz.

Gazeteci Uğur Mumcu öldürüldüğünde bunu iliklerime kadar yaşamıştım!

Öyle bir hava oluşturuyorlar ki sokağa çıkamaz oluyordunuz.

Atılan sloganlar adeta beni, bizi işaret ediyordu!

Aynı şeyler Bahriye Üçok, Turan Dursun, Kışlalı cinayetlerinde de oldu.

Aynı şey "Sivas olayları"ndan sonra da oldu.

Taktik çok açıktı.

Laikçiliği ile önde gelen biri öldürülür, basın bunu öldüren "dinci örgütler" der, arkasından Anıtkabir'e akın edilir ve ülke bu cinayetin meydana getirdiği atmosferde bir süre diken üstünde tutulurdu.

O atmosferde hükümete, başında kim olursa olsun MGK'da bazı yeni yasalar çıkarması gerektiği anlatılır. Meclis aritmetiği bu yasaları çıkartmaya müsait değilse başbakan grubu üzerinde gerekli baskıyı kurar, "Bunu MGK istiyor, asker istiyor" der ve gereğini yapardı.

Bu sistem daha çok Demirel Hükümetleri döneminde çok iyi işledi. ANAP hükümetleri döneminde de defalarca denendi.

Rahmetli Özal'ın kaldırdığı TCK 163. madde'nin Sivas olayları bahane edilerek nasıl geri getirilmeye çalıştığını çok iyi hatırlıyorum. Bunu terörle mücadele yasası içine yeni bir madde ekleyerek yapmaya çalıştılar, ama bunda muvaffak olamadılar.

Muvaffak olamayınca 312'yi işletmeye başladılar!

Milletimiz bu türlü bastırma ve sindirme olayları ile yıllarca bastırıldı. Demokratik haklarını değil hayata geçirmek düşünemez hale getirildi. Ve her siyasi cinayetten sonra demokratik hakları daha fazla kısıtlayan yasal düzenlemeler yapıldı.

Postmedya.com sitesi dün güzel bir haber analiz çalışması yapmış ve bu türlü cinayetlerden sonra bir kısım basının attığı başlıkları bir araya getirmiş.

Herkesin hatırladığı en son olay tabii ki Danıştay Saldırısı'ydı. Hrant Dink cinayetinde de aynı şey tezgahlandı.

Bakın Danıştay Saldırısı sonrası, ki önceki gün bu olay Ergenekon Terör Örgütü davası ile birleştirildi, atılan manşetler neler:

18 Mayıs 2006, "Kaşıya kaşıya laikliğe kurşun" "Laikliğe Türk-İslam sentezci saldırı", "Siyasilere öfke, askere alkış", "Bu kezde aynı el, öfke".

Aynı başlıklar diğer siyasi cinayetlerden hemen sonra da yürürlüğe konulmuştu.

Üzerinden fazla geçmedi, herkes Danıştay saldırısı sonrası yapılanları hatırlar.

Emin Çölaşan'ın karısının Danıştay binasının önüne gelip katilin "Allahu Ekber" diye bağırarak ateş ettiğini söylemesini, olayı bu sözlerle yönlendirmeye çalışmasını hiç unutmuyorum mesela.

Danıştay'ın önüne gelen herkes, özellikle CHP'li milletvekilleri saldırıyla "laikliğin temeline nasıl dinamit konulduğunu" falan anlatıyordu.

Cenaze törenlerinde de sivil hükümet aleyhinde sloganlar atılır, cenazeye katılan askeri erkan alkışlanırdı.

Benzeri davranışlar şehit cenazelerinde de sergilenirdi.

28 Şubat'ın en önemli aktörü yine bir kısım medyaydı.

Onlar şimdi Ergenekon Terör Örgütü davasını sulandırma peşindeler. Çünkü sıranın kendilerine de geleceğini tahmin ediyorlar. Çünkü işin içindeler, hem de en önemli eleman olarak...

Şoför molasız, darbe medyasız olmaz!

Ergenekon davası kendi sokak edebiyatını da oluşturmaya başladı. İşte kamyonların ve dolmuşların arkasına yazılmak üzere bazı cümleler:

Rampaların ustasıyım, 1 Numara'nın hastasıyım.

Yakamoz, Sarıkız, Ayışığı, darbeden mi geliyon tugayın yakışığı.

Kazancımız bilek zoru, Allahım sen bizi 13. dalgadan koru!

Sen kaçıncı dalgadansın arkadaş?

Perinçek de sollardı.

Darbelerin ustasıyım, GATA'nın hastasıyım.

Yolların kralı man, şovların kralı Tuncay Özkan

Korkmadı cüzamdan bile Türkan, korktuğu kadar türbandan...

En hakiki mürşit, turşucu Hurşit

Özkan, Haberal, Perinçek; yine efkarlandın bi fırt çek

Şoför molasız, darbe medyasız olmaz

Dalgalandım da duruldum, 12. dalgada vuruldum!

Tek rakibim RTE!

Ergenekon gidişime, Hurşit duruşuma hasta

Nuh Gönültaş

Yüce Allah’ın terbiye ettiği Peygamber

Yüce Allah’ın terbiye ettiği peygamber


DAHA annesinin rahmindeydi. Medine’ye giden genç babası geri dönemedi.

Haberi geldi. Abdullah vefat etti dediler. Daha doğmadan babasız kaldı. Allah O’na babasız doğmanın ne demek olduğunu öğretmek istiyordu.

Dünyaya geldiğinde Mekke’nin sıcak iklimine dayanamayan küçük çocukların gönderildiği nispeten daha serin bölgelere gönderilmek istendi. O’na sütanne arandı. Her çocuğa birkaç sütanne talip olurken O’na kimse talip olmadı. Çünkü üstü başı çok pahalı giyeceklerle bezenmediği için yoksul görünüyordu. Babasız bir çocuğu kim, neden sayfiye yerine götürsün ki. Mekke’nin aristokrat ailelerinin çocuklarından para kazanmak varken, babasız Muhammed (s.a.v)’i kim ne yapsın ki! Daha küçükken Allah O’na kenarda unutulmanın ne demek olduğunu öğretmek istiyordu.

Hz. Halime O’nu bağrına bastı ve köyüne alıp götürdü. Şöyle düşünüyordu Sadiyeli Halime, bu çocuktan süt emzirme karşılığı para kazanamazsam bile onu en azından Mekke’nin yakıcı sıcağından kurtarmış olurum. Gözleri öylesine masum bakıyordu ki, Halime O’nu mahzun bırakmak istemiyordu. Bırakmadı da. Meğer dünyada vicdani ve insani kaygılardan ötürü insanlara el uzatanlar henüz bitmemiş. Rabbim O’na insanlığın ölmediğini öğretmek istedi.

Bir gün annesiyle beraber Medine’deki babasının mezarını ziyarete gitti. Yanlarında dadısı Ümmü Eymen vardı. Yoksul, kimsesiz, vefalı bir kadın. Ziyaret bitip de dönüş yoluna koyulduklarında "Ebva" denilen yerde genç annesi aniden rahatsızlandı. Oraya çadır kurdular. Kimsesiz, ıssız bir çöl ortasında! Ve kısa süre içinde annesi son nefesini verdi. Muhammed’ine doyamadan. O da annesini yeterince kucaklayamadan. Yaşı daha 7 civarıydı. Daha bu kadar küçükken babadan sonra annesiz kalmanın da ne demek olduğunu öğrenecekti.

Öğrendi de.

Yıllar sonra benim kalbim katıdır, ne yapayım ey Allah’ın Peygamberi diyen birine dönüp şöyle diyecektir. Hiç yetim başı okşadın mı? Yetim başı okşa da kalbindeki katılık sona ersin. Merhamete aç olan ile merhametten yoksun olanı öylesine iyi tanıyordu ki!

Amcası Ebu Talib’in evindedir. Ebu Talib yoksul bir insandı. Şerefli, izzetli ama yoksul. Bazen sofraya az yemek gelirdi. Fazlasını bulamazlardı. Bazen bir çanağın içine 2-3 kişiye yetecek yemek vardı ama o evde o tabağa el uzatan en azından 5-6 kişi olurdu. Kimse doyamazdı tam olarak. Ama kaşığını en erken çeken de o olurdu. Utanırdı. Amca çocukları aç kalırken çok yemekten utanırdı. Daha çok, ama çok küçükken sofradan aç kalkmanın ne olduğunu öğreniyordu. Aç büyüyenleri anlıyordu.

Hira’da ilk vahyi aldığında titriyordu. O an farklı duygular içindeydi. Ne olduğunu anlamaya çabalıyordu. Melek Cebrail O’nu öylesine sıkmıştı ki, bütün vücudu hálá o ağırlığı hissediyordu. Evine ulaştı ve eşi Hz. Hatice’ye beni ört dedi. İlk kez üşümeden, hastalanmadan üşüdüğünü hissetti. İlk kez korku ve heyecanla titriyordu.

İlerleyen yıllarda eşini ve amcasını üst üste kaybetti. Sırtını dayadığı iki duvar üst üste yıkıldı. Bir an Mekke’de yalnız kaldığını hissetti. Dünyadaki bütün dostların bir gün art arda gideceklerini, Yüce Rabbi’nin dışındaki dostların, dosta ebediyen dostluk edemeyeceğini bir daha anlıyordu.

Taiflilere İslam’ı anlatmak için gittiğinde örgütlenmiş gruplar tarafından taşlandı. Tebliğ yıllarının ortasındaki bu manzara O’na daha zor günlerin geleceğini hissettiriyordu. Bugün taş atanlar yarın ok ve mızrak atacaklardı.

En daraldığı yerde Miraca çıkarılarak yarası sarıldı. Yalnız olmadığını anladı O’da.

Sevdiği ve doğduğu şehir Mekke’den çıkarılmak istendi, nihayet suikasta uğramamak için Mekke’den gizlice çıktı. Vatansız, yurtsuz kalmanın ne olduğunu daha o gün bizzat yaşayarak öğrendi.

Muhteşem bir hayatı özetlemeye, karaladığım bu harf kalabalığının yetersiz olduğunu iyi biliyorum. Ama şunu da iyi biliyorum ki, Hz. Peygamber (s.a.v) 23 senenin her karesinde ilahi güç tarafından zor bir imtihandan ve çileden geçirilerek terbiye edildi. O’nun hayatının hiçbir karesi boş veya tesadüf kavramıyla değerlendirilemez. O en güzel insan hayatını özetlerken şöyle buyuruyordu: Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.

Kutlu doğum haftanızı kutluyorum.

Nihat Hatipoğlu

22 Nisan 2009 Çarşamba

Konformistsin, konformistiz, konformist

Yoksul bir aileden gelmiş. Ana ocağında yağ bulunduğu zaman pirinç, pirinç bulunduğu zaman yağ olmadığı yoksul yıllara şahit olmuş. Çocukluğunda hep Gıslaved lastik, yamalı pantolon giymiş. Kasabayı ilk defa orta öğretim için yazdırıldığı okul münasebetiyle görmüş. Büyük şehre ilk kez üniversiteyi kazandığında ayak basmış.

Büyük şehrin büyük şeytanlarını, büyük meleklerinden deneye yanıla ayırma zahmetini bile ona yüklemeyen birileri; tutmuşlar elinden, almışlar koymuşlar bir yurda, pansiyona, eve. Ev kirasından cep harçlığına kadar vermişler.

Bayramlarda sırtını görmüşler. Anasının doğurmadığı ne kardeşlere sahip olmuş ki; anasının doğurduklarının yapmadığı, yapmayacağı iyilikler yapmışlar kendisine.

Tanımadıkları ‘hacı ağabeyleri’ hep vermişler, hep vermişler...

Sakallarını süpürge etmişler, servetlerini sebil.

Tek siz yetişin, tek siz okuyun, tek siz adam olun demişler. Sadece para vermemişler, yürek de vermişler. Sadece harçlık koymamışlar ceplerine, o harçlıkların içine umutlarını da koymuşlar. Sadece karınlarını doyurmamışlar; bildikleri kadar kafalarını, sevdikleri kadar yüreklerini de doyurmaya çalışmışlar.

Okul bitmiş. Garip bir Anadolu çocuğu olarak geldiği büyük şehirden diploması olan, sevenleri olan, ve illa ki arkada kendisinden umut besleyenleri olan biri olarak ayrılmış.

Önce bir iş derken, yine “Yeter ki siz hizmet edin” diyen ve yaptıklarını aşkıyla yapan birileri el-kol olmuş. Neticede bir iş-güç sahibi olmuş.

Sonra bir hanım; “Yeter ki mütedeyyin olsun” diyerek çıktığı arayış süreci bilinçaltında “tesettürlü manken”(!) arayışına dönüşmüş. Her nasılsa, sonuçta ev-bark sahibi de olmuş.



“Sıkıntıya gelemem!”


Basamaklar birer ikişer çıkılmış. Her basamakta ideallerinden birini bırakmış. Kendisine beslenen umutları verilen emekleri ayağının altına koyarak daha yukarılara, hep yukarılara tırmanmış.

Hep başkalarının çorbasını içerek büyümüş fakat, önce kendisine emek veren camiaya dudak kıvırmış. Bu iş böyle olmazmış! Kendisi yaparsa tam yaparmış! Kendisine “Haydi, buyur!” deyince, rivayete göre söylediği nakarat şu imiş: Sıkıntıya gelemem!

Kendisine bağ bağışlayanlar, kendisinin önceki konumunda olanlara vermek için bir salkım üzüm isteyince, şecaat ve celadet abidesi kesilerek aslan gibi kükremiş: Hâlâ bu işlerle mi uğraşıyorsunuz? Aşın bunları, aşın!..

Kendisi öyle aşmış ki; umutların üzerine basarak elde ettiği makamı, serveti, dostluğu sadece ve sadece “daha müreffeh bir yaşam” için harcamış. Hiçbir ulvî gayesi kalmamış. Tüm iddiasını, davasını, kavgasını yitirmiş. Hırsızlara karşı kavga vermek için çıktığı yolun sonunda, hırsızlarla uyum içinde yaşamanın “getirisini” keşfetmiş.

Ve beyimiz, en sonunda ola ola konformist olmuş.

Sözlükler, “konformist”in karşılığı olarak şöyle yazıyor: “Mevcut düzenle herhangi bir çatışması olmayan, hatta ona bağlı ve onunla uyuşma içinde olan.” Aslında sözcüğün bu anlamı “illî” anlamı; bir de “gâî” anlamı var ki, o da sözcüğün kök kelimesi olan “konfor” da gizli. Yani; hayat mücadelesini konfora indirgediği için, ideallerinden vaz geçen ve bu yüzden de olanla olması gereken arasındaki farkı önemsemeyen.

Ne de olsa adam olmaktan, dava ve iddia sahibi olmaktan daha kolay konformist olmak. Formülü belli: Mücadelenize bir nokta koyacaksınız. Kendinizi akıntıya bırakacaksınız. Tüm ideallerinizi bir torbaya koyup Karacaahmet’e gömeceksiniz ve üzerine de üç İhlas bir Fatiha okuyacaksınız.

Eh, artık önünüze çıkan tek tük idealisti de, “Biz sizin geçtiğiniz yollardan geçeli çok oldu” vecizesinden mahrum edecek değilsiniz her halde?

Sevap olur.



Emanete sadakat


el-Melik ve el-Malik, Allah’ın Kur’an’da geçen sıfatlarındandır. “Varlığın yegane ve gerçek sahibi, onun üzerinde mutlak tasarruf yetkisini elinde bulunduran” demektir.

Mü’min, sahip olduğu her bir değerin kendisine teslim edilmiş bir emanet olduğunu bilen kişidir. Ya emanete sadakat gösteren sadıklardan, ya da ihanet eden hainlerden olacaktır.

Emaneti kendisine verilmiş değerlerin gerçek sahibini unutan kimse, yalnızca o değerlerin sahibine değil, o değerlere de ihanet etmekte gecikmez. İhanet edilen emanetler, er-geç ehil olmayanların elinden alınırlar. Bunun sebep ve bahaneleri ise sayısızdır.

Güç ve iktidar bir emanettir. İktidar emanetine sahip olmanın bedelini ödemeye gelince yan çizenler, o emanet ellerinden alınınca bunun gerçek nedenlerini iyi düşünmek durumundadırlar.

Bilgi ve itibar emanettir. Kendisine bilgi ve itibar verilip de bunun sorumluluğunu yerine getirmek istemeyenler, itibarsız ve onursuz kalınca, bunun suçunu kimselere yüklemesinler.

Mustafa İslamoğlu

Hıristiyanların papası burada Müslümanların halifesi nerede? -03/12/2006

II. Osman, namı diğer Genç Osman: Fidan gibi bir padişah. Sadece dışı değil, içi de güzel. Osmanlı’yı düşüşe sürükleyen sebepler üzerinde kafa patlatıyor. Üç sınıf var devleti ayakta tuna: Seyfiyye (Asker), ilmiyye (ulema), kalemiyye (bürokrasi).

Bozulma seyfiyye sınıfından başladı. Genç Osman, askeriye sınıfını ıslah için kafa yoruyordu. İlk kez Anadolu’dan, Şam vilayetinden ve Hicaz’dan asker toplamak istedi. Gayr-ı Müslim kızıyla evlenme geleneğini bozarak hocasının kızıyla evlendi. Hacca gitme niyetini izhar etmesi, fesatçılar için bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirildi.

Ve Yeniçeri’nin meşhur kazanı, tarihin en acıklı senaryosu için bir kez daha kalktı.

Hey gidi koca Osmanlı hey! Padişah, uyuz bir katıra bindirilmiş Yedikule zindanlarına götürülüyor. (Yassıada’ya götürülen Menderes’i hatırlayın.) Yeniçeri içinden peydahlanmış, belki de ocağa fesat kazanını kaynatanlar tarafından sonradan sokulmuş haysiyetsizler. Kimi mahlu Padişah’a ağza alınmayacak küfürler ediyor, kimi tükürüyor, kimi laf atıyor. (Menderes’e yapılan hakaret ve küfürleri hatırlayın.) Bazı haysiyet cellatları daha da ileri gidip, Osmanlı’nın bu cins kafa ve asil evladına sarkıntılık ediyor, baldırlarını sıkıyor. (Menderes’e çektirilen tuvalet işkencesini hatırlayın.)

Ve hunharca zarif boğazına geçen bir kementle Yedikule’de boğuluyor Genç Osman.

Cinayeti takip eden günlerde, Yeniçeri içinde vicdanı olan bitene dayanamayan bir yiğit Yeniçeri subayı, arkadaşlarıyla birlikte, Genç Osman’ın katillerine yalın kılıç dalıyor:

“Genç Osman’a nasıl kıydınız breee!?” Dalıyor ve ölene kadar çarpışıyorlar…

Âlâ-yı vâlâ ile, kırmızı halılarla karşılanıp köşklerde ağırlanan Hıristiyanların Papa’sını görünce, kaç Müslümanın içinden, tıpkı o vicdanlı Yeniçeri subayı gibi şöyle bağırmak geçti:

“Müslümanların halifesine nasıl kıydınız breee!?”

Sahi, Papa burada, Patrik zaten buradaydı; peki, Halife nerede?

Papa’yı en yüksek düzeyde davet edip köşklerde ağırlayan Türkiye, Müslümanların halifesini aç biilaç, bir haymatlos gibi kapının önüne niçin koydu? O gün bu ülkeyi yönetenlere halifeyi kovduranların bu günleri planlamadıklarından emin olabilir miyiz?

Peki, bir buçuk milyarlık Müslüman ümmeti temsil eden halifeyi bir hırsız kedi gibi kapının önüne gözünü kırpmadan koyan Türkiye, Patrik’i neden kapının önüne koyamadı? Taha Akyol Milliyet’teki köşesinde bu soruya şu cevabı veriyor:

“Atatürk’ün Patrikhane hakkında sert eleştirileri vardır. “Bir fesat ve ihanet ocağı” olarak nitelemiştir. Bunun sebebi, 1770 Mora isyanından itibaren 150 yıl süreyle yaşanan kanlı, vahim olaylarda Patrikhane’nin aktif bir siyasi rol oynaması, mütareke yıllarında ise Türkler açısından bıçağın artık kemiğe dayanmasıdır. Bu olaylarla bir daha karşılaşmamak için Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Rauf Bey Lozan’da Patrikhane’yi Türkiye’den dışarı çıkarmak için çok uğraştılar ama başaramadılar. (…) Atatürk hilafeti kaldırırken Hıristiyan ve Musevi kurumlarını da kaldırmak istemiş, ama yine dış politika sebepleriyle bu mümkün olmamıştır.”

Neymiş, neymiş? Müslümanların Halife’sini kapının önüne bırakan iradenin gücü, Patrikhane’ye ve Patrik’e yetmemiş. Lozan’da yapılan pazarlıklar herkesin malumu. Hahambaşı Haim Nahum Efendi’nin Lozan’da Türk heyetiyle İngilizler arasında hangi gizli pazarlıkları yürüttüğünü biliyoruz. 1400 yıllık hilafet, bu pazarlıklarla son buldu.

Hüsnü zan edip şöyle düşünebiliriz: 1400 yıllık İslam hilafetine son veren irade “bir bizden bir vızdan” hesabı yapıp bu vesileyle “Patrikhane’den ve Patrik’ten de kurtuluruz” diye düşündü. Fakat mandepsiye getirilerek Halife kapı dışarı ettirildi, ama Patrik’i kapı dışarı etmeye sıra gelince “efendiler” dirsek gösterdiler. Yani Halife’yi kovan irade “biz”i yok etmeye güç yetirebilmişti, ama “vız”ı yok etmeye güç yetirememişti.

Aynı şey medreseler için de geçerli. Müslüman medreselerini kapatan irade, değil kendilerine karşı “kurtuluş savaşı” verilenlerin beyaz casus yetiştiren okullarını kapatmak, önlerini daha da açtı.

Müslümanların vakıflarını devletleştirdik. Bu “bizden” olandı. Gayr-ı Müslim vakıflarını da devletleştirdik. Bu da “vızdan” olan. Şimdi gayr-ı Müslim vakıflarını iade eden yasayı çıkardık, fakat Müslüman vakıfları zabt ve müsadere edilmiş olarak durdu. Yani “vızdan” olanı geri verdik, “bizden” olanı sahibi ister diye birilerinin dizi titriyor. O kanun Cumhurbaşkanı’ndan geri döndü. Gerekçesini duydunuz mu? “Vızdan” olanlara vakıfları verildi diye değil, “bizden” olanlar, yani “Müslümanlar da vakıflarını istemeye kalkarlarsa irticaın önü açılır” gerekçesiyle!..

Sözün bittiği yerdeyiz ey okur! Ben de söz söylemeye mecal kalmadı.

Hilafeti ve meşihati ilga edip Şer’iyye vekaletini ilga ederken, Patrik’i de Fatih kaymakamına bağladık. Anlayacağınız, bir bizden bir vızdan formülü. Fakat şimdi vızdan olan, hakkını söke söke alıp “ekümenik” oluyor. Olan Müslümanların halifesine, meşihatına, şer’iyye bakanlığına oldu. Yani olan “bize” oldu. Göreceksiniz, aynı şey Ruhban Okulu meselesinde de olacak.

Şimdi hep beraber haykırmanın zamanı:

Ey koskoca “bizi”, küçücük “vıza” rüşvet verenler! Bize nasıl kıydınız breeee!

Mustafa İslamoğlu

Selam olsun "kuru et yiyen kadının oğlu"na!

"Mekke'nin fetih günüydü...
Bir adam Resulullah'ın yanına yaklaştı. Korkudan, heyecandan titriyordu.
Resulullah da gördü adamın bu halini ve dönüp seslendi: " Titremene lüzum yok, ben kral değilim "
Ve ardından dedi ki; " Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben."
Bu hadisi her okuyuşumda sarsılırım.
Düşünün...
Mekke'yi fetheden kuvvetlerin başındaki kişinin ve Peygamber'in önünde titremez de insan, kimin önünde titrer? "
İktidarı olağanüstüleştirme " insanlık tarihi kadar eski bir hikâyedir çünkü..
Hatta geçmek bilmeyen bir hastalıktır.
Güçlülerin, militerlerin, kendine soy sop iktidarı ve havası yaratanların, en sıradan makamların sahiplerinin önünde korkar, ezilir, büzülür, titrer insan..
Ya bugün?
Popüler şöhret denen şeyden bir parça nasiplenmiş kişilerin bile yanına yanaştığında titremeye kapılıp ağzını açamayanları görürsünüz.
Nedir Peygamber'i böyle davranmaya, böyle söylemeye iten?
İlk akla gelen hep tevazu kavramı olur bu durumlarda.
Tevazu deyip geçmek doğru olur mu?
Hayır! Yanlış olur.
Hele tevazuyu alçakgönüllülük veya kendini küçültme olarak ele alıyorsanız, bu iyice yanlış olur.
Çünkü " Titremene lüzum yok, ben kral değilim " diyen Hz.Muhammed, unutulmamalıdır ki, Adem Aleyhisselam'dan beri Peygamber olduğunu, yani " fark "ını hep dile getirmiştir.
Burada vurgulanan şey...
İsmet Özel'in sözleriyle " kralın ve krallığın çarpıklığıdır ." (40 Hadis, İsmet Özel. 2005, Şule Yayınları.)
Daha doğrusu, âlemde " kral olma "nın; saltanat kurup, saltanat sürmenin çarpıklığı dır burada altı çizilen, hiç kuşku yok!
" Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben " sözüne gelince...
Nasıl da ürperticidir!
Elbette bu meselelerin acemisi ve ilahiyatçılara hem saygı duyup hem de kibirlerinden ürken biri olarak altından kalkamayacağım kadar ileri gitmek istemem.
Ama Peygamber'in bu sözünde tatlı bir dalga geçmeyle, derin bir "hakikat"in bir arada bulunuşunun beni çok etkilediğini söylemeliyim.
Belli ki, yanında tir tir titreyen adama şunu hissettirmek istemiştir.
Demek istemiştir ki...
Peygamberim, farkım bu..
Başka farkım yok.
Sen ve ben insanız.
Beni sana üstün kılacak, ne soy sop, ne kavim ne de bir iktidar bağı olamaz.
Bu konuyu neden açtım, neden bu hadisi köşeme taşıdım?
Anlatayım..
Kutlu Doğum Haftası'ndayız.
Fakat malum merkez medyanın şu köşelerinde her konuda yazarız, atarız tutarız da, bu konulardan köşe bucak kaçarız!
Ben bu tavrı hiç anlamam, anlayamıyorum.
Çağın bütün frekanslarına, bütün sorunlarına, bütün tatlarına açık biriyim.
Ama aynı zamanda bu coğrafyanın, bu tarihin, bu manevi iklimin insanıyım.
Yazım, sözüm, fikrim ve duygularım nasıl o iklimden ve o iklimin meselelerinden uzak durabilir ki!
İstedim ki, Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle okurlarıma Peygamber'in (pek öne çıkmamış) bir sözünü hatırlatayım.
Belki bu noktadan başlayarak..
İslam ve ırkçılık; İslam ve hiyerarşi; İslam ve iktidar; İslam ve eşitlik konularını bir daha düşünme şevki doğar içimizde!

Haşmet Babaoğlu

Teksas'ta çay partisi

Amerikan tarihindeki ünlü Boston Çay Partisi'ni duydunuz mu, bilmiyorum.

ABD'deki kolonistlerin İngiltere'den gelen yüksek vergili çayı ve İngiltere'yi protesto etmek için 1773 yılında Boston Limanı'nda İngiliz gemilerindeki tonlarca çayı Kızılderili kılığına girerek denize dökme eylemi esprili bir isimle anılır Amerikan tarihinde: Boston Çay partisi... Bu eylemin önemi Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı başlatan kıvılcımlardan biri oluşudur.

Geçtiğimiz hafta Amerika'nın belli başlı bütün şehirlerinde on binlerin katıldığı "Çay Partileri" yapıldı. Ama bu defa protesto edilen İngiltere değil, Obama Hükümeti'ydi. 15 Nisan'da yıllık vergi beyannamelerini teslim eden Amerikalılar soluğu meydanlarda aldılar. Hedefte Obama'nın ekonomi politikası vardı. Ödedikleri vergilerle batık şirketlerin kurtarılmasına, kamu harcamalarının devasa boyutlara ulaşmasına karşı öfkeliydiler. Elbette ki bu "çay partileri"nin katılımcılarının büyük çoğunluğunu Cumhuriyetçiler oluşturuyordu. Ama protestoların Cumhuriyetçi Parti'nin kotardığı bir hareket olduğunu düşünmek yanlış olur. Birçok gösteri doğrudan internet üzerinden örgütlenmişti ve Cumhuriyetçi Parti ile hiçbir ilgisi olmayan sıradan insanlar pankartlarını alıp meydanlara koşmuşlardı.

Bu mitingler içinde bir tanesi özellikle ilginçti: Teksas Çay Partisi...

Çünkü Teksas'taki miting hükümetin ekonomi politikasını eleştirme boyutunu aşıp doğrudan doğruya federal yapının işleyişini sorgulama noktasına vardı.

Teksaslı muhafazakarlar, Amerikan Anayasası'nda yer alan temel ilkelerden birini (10'uncu Amendment) hatırlatarak federal hükümetin yetkilerini çok aşmasından, eyaletlerin anayasayla güvence altına alınan kendi kendini yönetme hakkına aşırı müdahale etmesinden yakınıyor ve federal hükümetin iktidarının sınırlanmasını talep ediyorlardı.

Buraya kadar her şey normal ve sanırım sizler hâlâ benim bu mitingi neden yazı konusu yaptığımı düşünüyorsunuz.

Sebep Teksas Valisi Rick Perry'nin o mitingde yaptığı konuşma.

Perry o konuşmasında alenen ve resmen Teksas Eyaleti'nin Birlik'ten ayrılıp kendi başına bağımsız bir devlet kurabileceği tehdidini savurdu. "Ortada birçok farklı senaryo var. Evet, biz büyük bir birliğiz. Bu birliği bozmak için bir sebep görünmüyor. Ama Washington işlerimize burnunu sokmaya devam ederse, kim bilir, belki başka senaryolar da gündeme gelebilir." dedi. Vali'nin konuşması miting katılımcılarından coşkulu alkışlar aldı; miting alanından "Birlikten ayrılalım" şeklinde pankartlar yükseldi.

Ve işin en önemli tarafı, ertesi günü ne gazetelerde, ne televizyonlarda kimse Teksas Valisi'ni ve o pankartları açanları Amerika Birleşik Devletleri'ne ihanetle suçlamadı. Kimse onlara bölücü diye saldırmadı, devletin yüksek çıkarlarına aykırı davrandıklarını söylemedi. Liberal ve muhafazakar çevreler, bu konuşmadan hareketle federal hükümetin sınırlandırılması hakkındaki bitip tükenmeyen tartışmayı tekrar alevlendirdiler. Kimisi 10'uncu Amendment'in yorumu üzerine durdu. Kimisi eyaletlerin Birlik'ten ayrılma hakkı üzerine makaleler yazdı. Ama kimse de çıkıp "Vay, bir vali böyle bir sözü nasıl söyler" demedi.

X x x

Yıllar önce, Bush'in ikinci defa seçildiği seçimlerden sonra, koyu demokrat bir Amerikalı ile konuşurken "Birlik uğruna tarihin en kanlı iç savaşını yaptık, şu haritaya bir bak" demişti; "kırmızı ve mavi bölgeler aynen iç savaş sınırlarını gösteriyor. Yani, aslında birleşememişiz. Keşke hiç bu kadar kan dökmeden iki ayrı devlet olsaymışız."

Bu tür fikirlerin yaygın olup olmadığını sorduğumda ise, "Elbette," dedi. "Bugün Amerika'da birçok insan Kuzey ve Güney eyaletlerin birliğinin yapay olduğunu, aslında bambaşka yaşam tarzı tercihlerine sahip iki farklı toplum bulunduğunu, zaman zaman çıkan çelişkileri çözmek için eyalet yapısının bile yetmediğini düşünür ve bunu açıkça söyler."

Teksas Valisi'nin Çay Partisi'nde yaptığı konuşmayı okuyunca o konuşmayı hatırladım yeniden. Amerikalıların ulusal kahramanları Lincoln'ün yanıldığını düşünme ve ifade etme haklarını kıskandım. Bir eyalet valisinin "işimize fazla burnunuzu sokmayın, yoksa ayrılırız" deme hakkı olmasını kıskandım.

Bu yumuşaklığı, bu rahatlığı, bu olağanlığı kıskandım.

Herkes biliyor ki, Teksas hiçbir zaman ayrılmayacak Amerika Birleşik Devletleri'nden. Çünkü bu rahatlık, bu özgürlük atmosferi, kafası kızanın "ayrılırım ha" deme hakkına sahip olması, söz konusu olanın gönüllü bir birlik olduğunu hissettiriyor Teksaslılara.

Gülay Göktürk

Atatürk değil, siz yargılanıyorsunuz!

Sonunda bunu da duyduk... Meğer (ismi lazım gelmez) ‘profesörler’, Atatürkçü düşüncelerinden dolayı içeri tıkılmış...

Böyle diyor, kendisi de profesör olan bir Ergenekon dostu...

Demek ki, karargah karargah dolaşıp ‘hizmet arz’ etmek, eli silahlı birtakım adamlarla alengirli ilişkilere girmek, darbe zemini oluşturmak, ‘Ordu Göreve’ diye pankart açmak ‘Atatürkçü düşünce’ sayılıyor...

Bir de diyor ki, ‘Düşünce özgürlüğü var. İsteyen istediği pankartı taşır. Bu suç mudur?’

Hayır, isteyen istediği pankartı taşıyamaz... ‘Ordu Göreve’ demek, düşünce özgürlüğü değildir; ‘suç’tur...

Daha doğrusu ‘suçu övmek’tir...

Suçu övmek de yasalarımıza göre tecziye nedenidir.

Bununla kalsa iyi... Daha da ileri gidip, ‘Ergenekon davası’ çerçevesinde Atatürk’ün (Atatürkçülüğün) yargılandığını öne sürüyor... Hiç yüzü kızarmıyor.

Okumuş profesör olmuş ama, ne Atatürk’ten haberi var, ne de ‘Atatürkçülük’ adı verilen düşünce pratiğinden...

Hayır, Atatürk ve Atatürkçülük değil, siz yargılanıyorsunuz...

Siz de, ‘Atatürkçü’ olduğunuz için değil, ‘darbeci’ olduğunuz için yargılanıyorsunuz.

Tabii, bütün bunları tartışırken, Atatürkçülük’le Kemalizm’i ‘özenle’ ayırmak lazım...

Kemalizm, bir ‘Kadro’ faraziyesidir ve Mustafa Kemal’le (yani Atatürkçülük’le) ilgisi bulunmamaktadır. ‘İkici adam’ın, yani İnönü’nün ideolojisidir... Atatürkçülük ise, topluma zorunlu değişim hedefleri gösteren bir düşünce pratiğidir...

Birincisi, halkı biat eden, pasif, edilgen varlıklar olarak görürken; ikincisi aklı ve bilimi önceliyordu.

Profesörlerimizin de anlaması için, konuyu bir de ‘birinci adam’la ‘ikinci adam’ arasındaki temel ayrışma noktalarını ortaya koyarak izah edelim:

Birinci adam (yani Atatürk) meşruiyetçiydi.

İkincisi (yani İnönü) değildi.

Birinci adam parlamenteristti. Hatta, demokrat bile sayılabilirdi. En azından, ‘Serbest Cumhuriyet Fırkası’ gibi iyi niyetli bir girişimin sahibiydi.

İkincisi korporatistti.

Birinci adam kökeni Sümer ve Hititler’e dayanan, Anadolu topraklarıyla ve bu topraklardan türeyen kültürle harmanlanmış bir ulus yaratmayı öngörüyordu.

İkincisi, ‘Yunan/Latin kültür değerlerine’ bağlı devşirme bir topluluk...

Birinci adam ‘kısmi liberalizm’ diyebileceğimiz bir iktisat modelini benimsemişti ve 30’ların sonuna doğru İktisat Vekili Celal Bayar eliyle bunu uyugulamaya koymuştu.

İkincisi devletçiydi; ‘yarı karma’ kavramına bile tahammülü yoktu. İktisadi kalkınmayı ise Sovyetler Birliği’nin ‘kolhoz’ ve ‘sovhoz’ adı verilen kadük uygulamalarından ibaret görüyordu.

Birinci adama göre çağdaşlık, kültürde ve bilimde ‘muasır medeniyet seviyesi’ni yakalamaktı.

İkincisine göre çağdaşlaşmanın ‘olmazsa olmaz’ şartı birtakım uyduruk Grek filozoflarını özümsemekti.

Birinci adam daha rasyonaldi; kültürel kalkınmayla birlikte sınai kalkınmaya da önem veriyordu.

İkincisi salt ‘ilerlemeci’ydi ve kalkınmanın ‘kültürel dönüşüm’le mümkün olabileceğini savunuyordu.

Birinci adam aklı ve bilimi öncelemişti.

İkincisi, sonradan dogmalaştırılacak ‘prensipler bütünü’ne göre hareket ediyordu.

Demek ki, Atatürkçülük ve Kemalizm (yani İnönücülük), farklı kategorilere işaret eden iki ayrı düşünüş biçimiymiş...

Demek ki, Ergenekon’dan yargılananların Atatürkçülük’le uzaktan yakından ilişkisi yokmuş...

Ahmet Kekeç

Arkadan hançerlemek!

Başarılı bir kariyere sahip diplomat dostumun telefondaki sesi iyi gelmiyordu. Gece gündüz demeden yoğun bir tempoyla çalışan arkadaşı iyi tanıyordum. İş yoğunluğundan şikayet edecek biri değildi.

Afganistan'dan Lübnan'a, Irak'tan İsrail'e birçok krizde aktif rol oynamaya başlayan yeni Türkiye'nin yeni diplomatlarından biriydi. Biraz konuşunca ses tonuna yansıyan kırgınlığın sebebi ortaya çıktı. Diplomat, dost bildiği kardeş Azerbaycan'daki meslektaşlarından gelen ağır ithamlar yüzünden sarsılmıştı.

Türkiye'nin menfaatlerinden ayrı görmeyip, her platformda haklarını savunduğu Azeri kardeşlerinden gelen "Türkiye bizi arkamızdan hançerliyor" ithamı karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Sadece şunu soruyordu: Allah aşkına biri söylesin. Türkiye bu suçlamayı hak edecek ne yaptı? Bizim haberimiz olmadan birileri sınırı mı açtı ki bu kadar tepki gösteriliyor. Ermenistan ile Türkiye arasında bir süredir karşılıklı görüşmelerin yapıldığı malum. Ancak burada Azerbaycan'ın meşru hakları ve hala devam eden Ermeni işgali unutulmuş değil ki...

Hayal kırıklığını ve şaşkınlığı artıran iki önemli nokta daha var: Birincisi, Türkiye'nin ilk planda bu sürecin başlamasına Bakü'den gelen yeşil ışık üzerine karar vermiş olması. Ankara, Ermenistan sınırının açılması ve Erivan'la diplomatik ilişki kurulması için 1993'ten beri süren Ermeni işgalinin sona ermesini şart koşuyordu. Nitekim Türkiye yıllardır hem Avrupa'dan hem Amerika'dan bu yönde gelen baskılara direndi ve istenenleri yapmadı. Türkiye'nin bu siyasetini gözden geçirmeye iten en önemli faktör, Bakü'den gelen Azeri-Ermeni ihtilafında çözüm umudunun arttığı ve paralel yürütülmesi halinde Türkiye-Ermenistan hattında da çalışmaların yapılabileceği mesajıydı.

Ankara'daki şaşkınlığı ve hayal kırıklığını artıran ikinci husus ise Türkiye ile Ermenistan arasındaki sürecin en küçük detayından bile anında haberdar edilen Azerbaycan'ın olayın tamamen dışındaymış gibi tepki vermesi. Cumhurbaşkanlarından dışişleri bakanlarına iki ülke liderlerinin temas trafiğindeki yoğunluk da esasında bunu doğruluyor.

Doğası gereği gizli yürütüldüğü için sürecin tüm detaylarına vakıf olmak imkansız. Ancak anladığım kadarıyla Türkiye ile Ermenistan arasında atılması düşünülen adımlara paralel olarak Ermenistan ile Azerbaycan arasında da olumlu gelişmeler yaşanacaktı. Hatta bildiğim kadarıyla bu çerçevede, ilk etapta Ermenistan'ın işgal altında tuttuğu kaç Azerbaycan reyonundan çıkacağı üzerine pazarlıklar belli bir noktaya gelmişti. Sızan son haberler, pakette yer alacak konuların netleştiği yönündeydi.

Bütün bu gerçeklere ve Başbakan Erdoğan'ın "Karabağ sorunu çözülmeden kapı açılmaz" beyanına rağmen Azerbaycan medyasında devam eden Türkiye aleyhtarı havayı anlamak kolay değil.

İnsan, böyle tatsız konularda haklı çıkmak istemiyor, ama mart ayında Azeri basınında yer alan bazı yorumları okurken, yaklaşan bu tehlikeyi sezmiş ve 25 Mart'ta "Kıbrıs'ı sattılar, sıra Azerbaycan'da!" başlıklı yazıyı kaleme almıştım. İki kardeş başkent de bu gidişatı görerek daha sağlıklı bir iletişim kursaydı, belki bu kaza yaşanmazdı.

Ancak sorumlusu kim olursa olsun, bu tablonun defaatle altı çizilen "iki devlet, tek millet" anlayışına yakışmadığı ortada. Türkiye'nin Ermenistan'la dostluk kurup Azerbaycan'ı küstürme lüksü olmadığı gibi, Azerbaycan'ın da Türkiye'ye sırtını dönüp Rusya'ya yönelme lüksü yoktur. Ermeni işgalinin bitmesi ve Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi, Kafkasların tümü için kazanç olur. Barış siyasetinin faydasından kuşku duyanlar, Türkiye'nin komşularla sıfır problem siyasetinin sonuçlarını değerlendirebilir. Tabii, büyük devletlerin bu tür sorunları ustaca kullanmasından bıkmadıysak, çözümsüzlüğe oynayabiliriz.

Abdülhamit Bilici

Bir gerilim tahlili

Bir yerlerden duymuşuzdur; Amerikan hayat tarzı diye bir şey var; İngilizcesi "American Lifestyle". Ortalama bir ABD vatandaşı için bu "hayat tarzı"nın sürdürülmesi, dünyadaki en önemli şeylerin başında geliyor olsa gerektir.

Örnek verelim: Meselâ Amerikalılar binek araba ihtiyacını arazi veya kamyonet tipi araçlarla karşılamayı seviyorlarmış. Yanıbaşında kocaman bir garajı olan bahçeli bir evde yaşamak, kocaman tekerlekli sepetlerin tepeleme doldurulduğu alışveriş âyinlerine katılmak, bahçede mangal yakıp kalın pirzolalar kızartmak, hiç değilse haftada bir akşamları ailece lokantaya gitmek, vesaire vesaire...

İşte bu ve buna benzer geleneklerden oluşan Amerikan hayat tarzını tehdid eden şeyler, bir şekilde (mesela kriz yüzünden) tehlikeye girince vasati Amerikalı huzursuzlanmaya başlıyor ki pek tabiidir; geleneksel düzenin sarsılması, en ilerici, en avantgarde geçinenleri bile gizliden gizliye tedirgin eder, huysuzlaştırır.

Amerikan hayat tarzı, genellikle Avrupalı göçmenlerin yeni kıtaya taşıdığı göreneklerin etrafına biriktirilmiş alışkanlıklardan oluşuyor ve dünya ortalamasının hayli üstünde bir refah seviyesiyle korunup destekleniyor; yani Amerikan hayat tarzının tarihi, kültürel, ekonomik ve elbette psikolojik boyutları var.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de hepimizi huzursuz eden en büyük gerilim kaynağı, henüz müşterek bir "Türk tipi hayat tarzı"nın olmayışıdır; böyle kolay tarif edilir, unsurları tek tek gösterilebilir ve üzerinde tartışılmaz bir hayat tarzımız yok ama bu birikim yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Türkiye'de Osmanlı zamanlarından müdevver eski hayat tarzı yıkıldı, ki bu hayat tarzının köşe taşlarını biliyor, tarif edebiliyoruz. Taşra şehirlerinin de köy hayatının da kendine mahsus bir "tarz"ı vardı; bunlar da mâlum ve tarif edilebilir unsurlardan müteşekkildir ancak "millet"in tamamını tarif eden ve üzerinde mutabakat kurulmuş yeni hayat tarzını tarif edemiyoruz; bu hayat tarzı, henüz varlığını idrak etmeye başlayan yeni Türk Burjuvazisinin, sâkin zamanlar içinde biriktirip katmanlaştıracağı ve üzerinde mutabık kalacağı değerlerden oluşacak ve oluşuyor.

Biz Türkiye'de yaşayan okur-yazar takımı, toplumdaki ihtilafların "siyâsî" şeylerden hâsıl olduğunu zannettik ve o dikkat üzerinden kendi aramızda tartıştık; bu, tamamen yanlış bir nokta-i nazar sayılmaz fakat "hayat tarzı" meselesini fena halde ıskaladığı için vahim derecede eksik bir değerlendirmedir. Biz, siyasi şeyler adı altında henüz olgunlaşmamış, doğru dürüst tecrübe edilmemiş fakat bize munis ve geçerli görünen hayat tarzlarımızı savunduk ve kavga konusu yaptık. Kendi tercihimizin herkes için en isabetli "tarz" olduğunu düşündük. Meselâ Atatürk İnkılapları denilen manzûme, baştan sona yeni bir "hayat tarzı" düzenlemesidir ve kültürel arkaplan tahlilinden mahrum bir deneme olsa da neticede burjuva hayat tarzına yakınlaşma gayretini ifade eder. Bugün İnkılâp rüzgarı, Anayasa'daki korumacı kanunların himâyesinde değil fakat fiilen Modernizm'in dümen suyunda aynı istikamete doğru yürüyor.

Şunu söylemeye çalışıyorum; Türkiye, kendi köylülüğünü tasfiye edebildiğinde, şehirleşme ve istihdam problemlerini göğüsleyecek güce eriştiğinde iki şeyi göreceğiz: İlki, "hayat tarzım tehlikede" diye kimse darbe yapmaya veya darbeseverliğe tevessül etmeyecek, ikincisi hayat tarzı savunması ile siyasi bir fikri savunmanın çook farklı şeyler olduğunu göreceğiz ve merkez siyasetin sağla sol arasındaki aralık mesafesi kısalacak.

Zaman meselesidir; sâkin zamanlar meselesi. Kavgaya gerek yok; Türkiye'yi modernlik dönüştürüyor zaten; biraz dikkat etsek görebileceğiz bunu.

A. Turan Alkan

Mustafa Kemal kimdir?

En son bu konuda konuşurken Nevzat Yalçıntaş'ı dinledim. Mustafa Kemal'in, Hz. Peygamber'in türbesinin muhafazası için tepkisini gösteren bir belgeden söz ediyordu ve bu olayın onun dine bakışını belgelediğini söylüyordu.. Yalçıntaş Hocanın sözünü ettiği belge neredeyse, kimdeyse açıklanmalı. Bu belge niye açıklanmıyor? Ortaya çıkarsa birilerinin Atatürkçülüğünün ve laiklik yorumunun zarar görmesinden mi korkuluyor? Gerçek neyse o! Gerçek herkes için en iyi olandır..
En son Nutuk'ta nasıl tahrifatlar yapıldığından söz ediyordu bir arkadaş.. Bir başkası da Mustafa Kemal adına nasıl sözler uydurulup bu sözlerin duvarlara asıldığını anlatıyordu. Bir başkası, Mustafa Kemal heykellerindeki garipliğe, bir başkası resimlerin dilindeki farklı imajlara vurgu yapıyordu. Ben yıllar önce “Bir Başka Açıdan Kemalizm” kitabının kapağına bu dört eğilimi/yorumu/bakış açısını gösteren 4 farklı resim koymuştum..
Sonuç, Mustafa Kemal'in Atatürkçülerin elinden kurtarılması gerekiyor.. Bu konudaki tartışmaları yasaklayan mevzuatın ve anlayışın değiştirilmesi gerekiyor..
Şimdi bir kahvehane düşünün, vatandaş kendi arasında bu konuyu konuşuyor.. Tartışılan, daha doğrusu cevabı aranan soru şu:
-Müslüman mı?
-Evet Balıkesir hutbesini duymadınız mı? Hem ne demiş: Benim dinim.
-Tabii ya, Diyanet'in kitaplarındaki Atatürk hangi Atatürk, Milli Eğitimin ders kitaplarında anlattığı Atatürk hangisi? Ahmet Akgül’ün, Adnan Hocanın, Ahmet Tekin’in Atatürk'ü. Kaç tane Atatürk var bu memlekette kardeşim..
-Yok canım Hıristiyandı. Arvas'ın hatıratına bakmadınız mı? Orada açık açık resmi dinin Hıristiyan olması tartışılmış.. Din terakkiye manidir denmiş.
-Hadi canım sen de! Mustafa Kemal hiçbir dine inanmıyordu. Baksana biz ilhamımızı gökten almıyoruz diyor. Bilime inanıyordu. Akılcı biri idi. Dinlerin safsata olduğunu düşünüyordu.
-Hayır hayır o dinde reform taraftarı idi..
-Agnostikdi Agnostik..
-O ne kardeşim
-Bilinmezlikçi, bilinmezlikçi..
-Rıza Nur ne diyordu?
-Kardeşim, bir sürü şey söylüyorlar, bazan siyaset icabı, bazan yaşı icabı, bunların hepsi arasında gidip gelmiş olamaz mı?
-Sen bir alemsin kardeşim.. Peki sonunda nerede karar kılmış?
-İlle bir yerde karar kılması mı gerekiyordu?
-Olur mu canım Tekin Alp adı ile yazan Moiz Kohen'in yazdıklarına baksana. Din irtica, dindar mürtecidir. Din fesat ve melanet yuvası idi..
-Peki din dersleri, imam okulları..
-Ya siyaset icabı. Dini kontrol altına alarak tedricen tasfiye etmek asıl maksat.
-Hayır hayır Allah'a inanıyor, ama dine, peygambere inanmıyordu. Deistti Deist.. Bak işte gazetede yazıyor: “Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Tunçay iddiasını bir kez daha yineledi. 'Atatürk tam bir deistti' dedi. Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, Mustafa Kemal Atatürk'ün deist olduğunu, ateist ya da agnostik olmadığını iddia etti. Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, 'Aydınlanma dinin dışında bilime yönelmek olarak kabul edildi. Aydınlanmada pek çok insan dini reddetmekle birlikte tanrıyı reddetmemiş deist olmuş, deist yani yaradancılık. 'Bu dinde birtakım hurafeler olabilir, ama aslolan bir yaratıcısı olmalı bu alemin' diyorlar. Atatürk'ün de bir deist olduğunu düşünüyorum. Agnostik ya da ateist değildi' diye konuştu. Mete Tuncay daha önce de, “Atatürk Bulgaristan’daki ataşeliği döneminde İslâm ve diğer dinlerle arasındaki mesafeyi tamamen açmıştı. Atatürk sonuna kadar deistti. Dinlerin biraz safsata olduğunu kabul etmekle birlikte bir yaratıcının, Tanrının varlığına inanıyordu” demişti.
“Deist, kelime anlamıyla Tanrı'ya inanan ama dinlere inanmayan manasına geliyor. Deistler genelde doğaüstü olayları (kehanet veyahutta mucizeler), Yaradan'ın dinlerle olan bağını, kutsal metinleri ve ortaya çıkmış tüm dinleri reddederler. Bunun yerine; deistler doğru dini inanışların insan mantığında ve doğal Dünyanın kanunlarında görmeyi tercih ederler. Bu doğrultuda da; varolan tek bir Tanrı'nın ya da üstün varlığı kabul ederler.”
-Nereden çıkarıyorsunuz bütün bunları.. O Şemsi Efendi Mektebinde okudu, Şemsi Efendi'nin gerçek adı Şimon Zwi. Şemsi Efendi Mektebi, Türkçe bilmeyen Musevi çocuklarını haham yetiştirmek üzere, Alatini Efendi'nin desteği ile kurulan bir Kabbala okulu idi. Ilgaz Zorlu bunun Tarih ve Toplum Dergisi'nin ilk sayısında “Şemsi Efendi Mektebi hakkında bilinmeyen birkaç nokta” diye yazdı kardeşim..
-Ilgaz'ın uydurmadığını nasıl anlayacağız bu iddiaları..
-Yok canım uyduruyorlar. Bir defa o komünist fikirleri benimsemişti. Arkadaşlarını “yoldaş” diye selamlıyordu. Komünist Partisi'ni bizzat kendisi kurdurdu.
-Olur mu canım! O, saf kan bir milliyetçiydi.. 10. Yıl Albümüne Hitler'in sözlerinin alınması bir tesadüf değil. Kendine “Führer” diye kartvizit bile bastırdı. O, Türk ulusçuluğunun babasıdır. Türk Ocakları, Ziya Gökalp ne oluyor o zaman?..
-Arkadaşlar Atatürk Masondu. Makedonya Locasına bağlı idi. Yanılıyorsunuz!
-Hadi canım sen de!.
-Mason Locasını kapatan kimdi peki?
-Niye kapattı, kapattı da ne oldu?. Meşriki Azamı kendine müşavir yaptı. Mim Kemal Öke. Niye kapattı? Aynı gayeye hizmet edecek iki cemiyete ihtiyaç yoktur, projelerinizi getirin; Halk Fırkası altında icra edin diye..
-Şimdi anlamadım, Atatürk bir dine inanıyor mu idi, dinsiz mi idi? İnanıyorsa, inandığı din hangisi idi?
Sahi bu işten siz bir şey anladınız mı? Tamam vazgeçtim. Bu konuda anlaşamayacağız..
Peki şöyle yapalım: Hükümetin, Genelkurmay'ın, Diyanet'in, CHP'nin, MHP'nin, SP'nin, İP’in, AK Parti'nin Atatürk'ü aynı Atatürk mü, ya da bunların üzerinde anlaşabilecekleri bir Atatürk olabilir mi? Adnan Hocanın Atatürk'ü ile Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Atatürk’ünün aynı kişi olması mümkün mü? Kim doğru söylüyor, gerçeği saptıran kim? O zaman neyi tartışıyoruz, neyi konuşuyoruz ki? Hani konuşmaya başlasak, Atatürk'ün nerede, ne zaman doğduğunu da, ne zaman ve nasıl öldüğünü, Samsun'a ne zaman nasıl çıktığını da tartışacağız. Atatürk'ün Türk, Kürt ve ulus devlete bakışı neydi desem, hiç içinden çıkamazsınız, eminim..
Genelkurmay'ın Atatürk'ü ile, Diyanet'in, Erbakan'ın, Adnan Hocanın, Ahmet Tekin’in, Ahmet Akgül’ün anlattığı aynı Atatürk mü? Ecevit'in, MHP’nin, Baykal’ın, Cumhuriyet gazetesinin, ADD’nin, ÇYDD’nin, Tekin Alp’in, Osman Nuri Çerman’ın, Demirel'in anlattığı kişi aynı kişi olabilir mi? Ya da Kenan Evren’in Atatürk'ü bu anlatılanlardan hangisine benziyor.. Nadi, “Ben Atatürkçü Değilim“ derken ya da Atilla İlhan, “Hangi Atatürk” diye sorarken neyi anlatmaya çalışıyorlardı dersiniz? Bu kafa ile o konuda da anlaşamayacağız.
Tamam anlaşıldı, herkesin Atatürk'ü kendinin olsun.. Ama Atatürk adına birileri çıkıp ahkam kesmesin.. Benim Atatürküm senin Atatürk'ünü döver havalarında dolaşmasın..
Peki şimdi siz bu iddialardan sonra zihninizde nasıl bir resim oluştu?
Selâm ve dua ile..

Abdurrahman Dilipak