31 Ocak 2009 Cumartesi

Tayyip Erdoğan, Ortadoğu’nun ‘kimsesizlerinin kimi’ artık

Ortadoğu’nun yetimleri, Nasır’dan bu yana özlemini çektikleri liderlerini buldu. Recep Tayyip Erdoğan!
Türkiye’nin Başbakanı, 29 Ocak 2009 gecesinden itibaren sadece Türkiye halkına seslenen, gücünü sadece Türkiye’deki yandaşlarından alan bir siyaset adamı değil artık. İsmi, Türkiye sınırlarının çok ötelerinde, Ortadoğu’nun sokaklarında, Gazze’nin mülteci kamplarındaki bir İsrail bombardımanıyla yarın yerlerinde yeller esebilecek evlerin küçük odalarında, Kudüs’ün Filistinli her köşesinde, İslam dünyasının sathında dalgalanan bir bayrak haline geldi. Beş dakika içinde.
Tayyip Erdoğan’ın ister sevelim ister sevmeyelim, ister beğenelim ister beğenmeyelim, ister kızalım, ister eleştirelim; bu böyle. Birey iradelerinden bağımsız bir gerçeklik.
Bugüne dek, hiçbir lider, İsrail’in, üstelik tarihi bir şahsiyeti olan Cumhurbaşkanı’na tüm dünyanın gözleri önünde ‘Sizin insanları nası öldürdüğünüzü biz çok iyi biliriz’ diye haykırarak, BM Genel Sekreteri ve Arap Birliği Genel Sekreteri’nin önünde kâğıtlarını toplayarak uzun boyu, gösterişli görüntüsü ile hem de Davos gibi dünya egemenlerinin forumunda podyumu öfke-vakar karışımı bir halde terk ettiğine tanık olmamıştı. Tanık olması düşünülemezdi.
İsrail Cumhurbaşkanı’na bu sözlerle posta koyma ha. Roket atmadan, intihar saldırısına girişmeden, Arap olmadan ve hem de 72 milyonluk büyük bir ulusun, Osmanlı imparatorluk mirasının en önemli parçası üzerinde oturan, Batı sistemi içinde yer alan, NATO üyesi, AB katılımcı üyesi büyük bir ülkenin lideri tarafından İsrail’e konulan bir posta bu. Görülmemiş şey.
***
Evet, Nasır’ın 1970’ten beri yetim bıraktığı on milyonlarca Arap, altlarına sığınacakları ismi Tayyip Erdoğan’ın şahsında önceki geceden itibaren buldular. Nasır, 1952’den bu dünyadan ayrıldığı 1970 yılına kadar tüm Ortadoğu’da ve hatta Üçüncü Dünya’nın tümünde esen bir rüzgârdı. 1967’de İsrail’e karşı alınan büyük hezimetten sonra gerçi süngüsü çok düşmüştü ama Nasır, yine Nasır’dı ve Mısır’ın sınırları çok aşan ve bir bireyin üzerine çok çıkan etkisi yine sürüyordu.
Ölümünden sonra, Ortadoğu, Yasir Arafat’ın şahsında bir ‘efsanevi lider’ gördü. Ama Arafat Filistinlilerin ‘ulusal simgesi’ olan bir kahramandı. Suriye’de Hafız Esad, siyaset ustalığında yanına yaklaşılamayan bir liderdi, ama sonuçta Suriye Devlet Başkanı idi. Ayetullah Humeyni, büyük bir devrimle sahneye çıktı ama muazzam etkisi Şii haritasının ötesine geçmedi. Nasır fotoğrafı farklıydı.
Tayyip Erdoğan, İsviçre’nin Alp dağlarında ‘dünya egemenlerinin ve zenginlerinin uğrağı’ Davos’ta beş dramatik dakika içinde Ortadoğu’nun ve oradan sıçrayarak tüm İslam dünyasının ‘kahramanı’ oluverdi.
Sabaha karşı saat 3’te kendisini saatlerdir İstanbul’da havaalanının önünde bekleyen on binlerce kişiye hitap ederken söylediği, ‘sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimi’ olduğu, kendiliğinden -evet kendiliğinden- Türkiye halkının çok ötesine, bu özelliğiyle kendisini taşıyıverdi. Gecenin o saatinde Gazze’de Türk bayraklarıyla gösteri yapanları, El-Cezire televizyonunun muhteşem İstanbul karşılamasını on milyonlarca kişiye canlı yayımlamasını nasıl açıklayabiliriz, nasıl açıklamalıyız ki?
Davos’ta Tayyip Erdoğan ile Şimon Peres’i, Türkiye ile İsrail’i bugüne dek Ortadoğu’nun savaş ve barış tarihinde görülmemiş biçimde karşı karşıya getiren dramanın, bölge siyasetinde ve uluslararası siyasetin dengelerinde yol açacağı ‘politik ve sosyolojik tektonik değişiklikler’in boyutlarını olayın sıcaklığı içinde tümüyle kavrayacak durumda değiliz. Gelişme hâlâ fazlasıyla sıcak ve taze. Ama, değişiklik mutlaka olacak. Barack Obama’nın Amerika Başkanlığı’na seçilmesi ve Beyaz Saray’a oturmasıyla kendiliğinden ivme kazanan dünya (ve dolayısıyla başta Ortadoğu) çapındaki değişim süreci, Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e bugüne dek bir Batı sistemi ülkesi liderinden işitmediği, büyük ölçüde duygusallık taşıyan ama ‘sahici’ öfkesiyle yeni bir ivme daha kazandı.
Tayyip Erdoğan, farkında olmadan ve amaçlamadan öyle bir işin altına kendisini ve Türkiye’yi sokmuş oldu ki, bundan sonra yaşanacak ve izlenecek gelişmelere ‘konvansiyonel’ bakış açısıyla açıklama getirmek havada kalacak.
Bundan sonra ne mi olacak? Bilmiyoruz. Ancak, ‘konvansiyonel’ bakış açısı ve yöntemlerin Ortadoğu’yu ele alışta geçerliliğini yitireceğini seziyoruz.
***
Birkaç gündür Brüksel’deyim. Avrupa Parlamentosu’nda Avrupa Birleşik Solu ile Kuzey Yeşilleri ve Solu’nun gözetiminde düzenlenen, Harold Pinter’ın anısına ithaf edilen ‘AB, Türkiye ve Kürtler’ başlıklı konferansa katıldım. Konferansın sloganı ‘Türkiye’de Değişim Vakti!’ Geçen hafta sonu bulunduğum Beyrut’un tozu ayağımda duruyor. Türkiye algılaması ve Tayyip Erdoğan isminin Ortadoğu’daki çağrışımını Beyrut’ta gözlemiştim ve bunu yazılarıma da yansıttım.
Brüksel’de bir otel odasında televizyonda tümüyle bir rastlantı eseri olarak TRT’de Ban ki-Moon’u konuşurken görünce, paneli izlemeye başladım. Ban ki-Moon’u dinlerken, Amr Musa’yı, Şimon Peres’i, moderatör David İgnatius ile Başbakan Tayyip Erdoğan’a gözüm takıldığı anda birkaç dakika sonra ‘tarihi an’ın geleceğini bilmeden ekrana kilitlendim. BM Genel Sekreteri hariç, sahnedekilerin hepsini değişik düzeylerde de olsa tanımıştım, tanıyordum.
‘Türkiye’de Değişim Vakti!’nin çalan ziline, Avrupa Parlamentosu’nun Avrupalı eski komünistlerin salonundaki konferansta değil, yine Brüksel’de bir otel odasında TRT ekranında tanık oldum.
Gözlerime ve kulaklarıma inanamadım. Tayyip Erdoğan, diplomasi ve devletlerarası ilişkilerini en temel kurallarını -haklı gerekçelere dayansa bile- ayaklarının altına alıp çiğnemişti.
Kendime kendime, ‘Normalde, tarihe bakıldığında bu, herhangi iki ülke arasında bir savaş ilanı gibi algılanmaya uygun bir görüntü’ diye söyleniyordum. Zihnime hızla Beyrut izlenimlerim geldi. Cabaliye mülteci kampından, en yukarıdaki Erez kapısından en güneydeki Rafah’a bildiğim Gazze’de anonim insan görüntüleri ulaştı. Bu kez, yine kendi kendime ‘Tayyip Erdoğan, Arap dünyasında bu andan itibaren kahraman oldu’ diye söylendim. Artık sadece Türkiye Başbakanlığı değil, çok geniş bir coğrafyada kendisi hakkındaki algılama Tayyip Erdoğan’ı zorunlu olarak yönetecek diye düşündüm.
Ortaya çıkan durumun muhtemel ve ilk bakışta Türkiye aleyhinde olacak olumsuz ‘diplomatik boyutları’nı beni arayan BBC’ye ifade ettim. BBC ile sohbet ederken, ‘Siz Tayyip Erdoğan’ı iyi tanıyorsunuz. Şaşırdınız mı?’ sorusuna muhatap oldum. Evet, hem de çok şaşırmıştım. Ama ardından hemen sonra ‘Tam Tayyip bey işte bu. Kendisini gerçekten iyi tanıyorsanız şaşıracak bir şey de olmaz’ duygusunu edindiğimi aktardım. Şaşkınlığın üzerinden çok geçmeden, özellikle Arap dünyasında bir ‘kahraman“ konumuna yükseleceğini de adım gibi biliyordum.
Ortaya çıkan durumun tekrar tekrar üzerinde düşünülmesi gereken bambaşka boyutları da olacaktı. Onları düşünmeye çalışırken, Tayyip Erdoğan’ı karşılamak üzere İstanbul’da havaalanına akan ateşli on binlerce kişinin hareketini, Gazze’de Türk bayraklarıyla gösteri yapan insanları izledim.
Ortaya çıkan durumun bir de bu boyutu vardı.
Brüksel’de dün sabah kahvaltıda aynı zamanda Fransız vatandaşı olan, çok uzun yıllar Paris’te AFP’de çalışmış olan Mısır’lı yaşlı bir gazeteci Doreya Avni ile karşılaştım. Heyecanla yanıma koştu, “Neler olmuş dün gece” diye söze girdi ve bana söz bırakmadan “Tayyip Erdoğan, Nasır’ın yerine geçti. Eğer içerde güçlü olursa aynı zamanda bölge için hem Nasır, hem de De Gaulle olur. Nasır, dışarıda büyük bir bayraktı ama içerde, çevresinden ötürü zayıftı. Tayyip Erdoğan Türkiye’de sadece İslamcıların değil diğerlerinin de desteğini alırsa, Nasır-De Gaulle konumunda birisi olabilir” dedi.
Türkiye’nin iç politikası, anlaşılıyor ki, dünyada çok geniş bir çevrenin ilgi ve çıkar alanına ister istemez girecek artık.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmaması için büyük çaba gösterilecek, işte Genelkurmay açıklaması ve işte Şimon Peres’in alttan alan, olgun sözleri; tamam. Ama, kim ne derse desin, ne olursa olsun; Türkiye-İsrail ilişkileri adındaki sürahi artık çatlamıştır.
Türkiye’nin dış siyasetinde de, onun iç politikaya izdüşümünde de, bundan böyle yeni parametreler kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır.
Türkiye, 29 Ocak 2009’a kadar olan Türkiye’den zorunlu olarak farklı olacak. Çünkü, Tayyip Erdoğan artık sadece Tayyip Erdoğan olarak kalamayacak.
Tam da Tayyip Erdoğan, aslında hep kendisi olarak kaldığı için!
Cengiz Çandar-Radikal

Bebek katili, terörist kim? Gazze'de?

Bebek katili" deyince bizde kim hatırlanır?

-İmralı sakini... -Peki İmralı sakininin tanımı nedir? -Terörist! -Peki, kaç bebeğin katlinden sorumludur İmralı sakini? -? -Üç, beş, on, yirmi, otuz? -Eh, işte o kadar! ....

Gazze'de "Bebek katili" tanımlamasına en çok uyan kimdir? -Herhalde bombardımanlarıyla 400 çocuğun ölümüne yol açanlar. -Peki onu yapan İsrail ise, terör örgütü neden İsrail olmuyor da, Hamas oluyor? -Hamas örgüt, İsrail devlet, herhalde onun için. -Demek devlet olarak yüzlerce bebeği öldürseniz terörist olmuyorsunuz, örgüt olarak üç-beş tane roket atsanız terörist oluyorsunuz. Bu diyalog, "Hamas terör örgütü" ön yargısından yola çıkıp, Türkiye - Hamas ilişkisini AK Parti hükümetinin günah hanesine yazmak ve son olarak DAVOS'tan, Başbakan Erdoğan adına "Skandal" çıkarmak isteyenlerin mugalata mantığının ne kadar çürük olduğunu ifade ediyor. Gazze'de "gerçek terörist"i görmek istemeyenlerin birisinin Şimon Peres olması yadırganmaz. Ama Türkiye'den kalkıp Peres'in arkasında saf tutmak yadırganır. Hatta, o, moderatör adına skandal, Peres adına ayıp görüntülerden sonra, telefon açıp Başbakan Erdoğan'dan özür dileyen Şimon Peres bile onlardan daha masum kalır. Gazze deyince insanlık adına Tayyip Erdoğan'ın alnının ışıdığını söylemek sadece hakşinaslık olacaktır.

Ben o tavırda, asla iç siyaset hesabı görmem. Ben o tavırda hatta asla, sadece "İslam kardeşliği" vakıası görmem. Dünyada Gazze vahşetine, Türkiye'deki herhangi bir Müslüman kadar yanan yüz binlerce gayrı müslim insan çıkmıştır. Bu da, hiçbir şeyin insanda, insanlık damarını kökten öldüremediğini gösterir. İnsanlık adına umut vericidir. Tayyip Erdoğan neden Gazze'de öne çıktı? Bu coğrafyada, ağırlığı yadsınamaz olan Türkiye gibi bir ülkeyi yönettiği, bu insanlık dramında Türkiye'nin sesini yükseltmesinin olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu, bunu yapmayan bir siyasi liderin vebal altında kalacağı duygusu, belki onun sesini öne çıkarmıştır. Bu noktada sesini yükseltemeyen Arap liderler, kendi toplumları önünde bile mahcup durduklarını görmüşlerdir. Bu faciada, elinden kan damlayan İsrail'e "Onlar savunma yapıyor" gerekçesiyle kol - kanat geren Amerika, insan hakları alanındaki küresel sözcülüğünün canına okumuştur. Eğer, Bush ağzı ile dünyaya hitap etmeye devam ederse, Obama'nın, "cülus merasimi"nde söylediği insan öncelikli, erdem öncelikli sözlerin tamamı çöpe gidecektir.

Türkiye içinden çıkıp, "Artık AK Parti iflah olmaz" yollu hesapların içine girenler, yani Amerika, İsrail ve Yahudi lobisinin AK Parti şahsında Türkiye'yi dövebilecekleri üzerine gelecek planlayanlar, çok kötü, çok ahlaksız bir siyasi kumpasın parçası olduklarını unutmamalıdırlar. -Amerika ve İsrail AK Parti'yi öylesine pataklar ki, Tayyip Erdoğan neye uğradığını şaşırır. Şimdi birçok köşede, bu kulis yapılıyor. -Refahyol böyle gönderildi, hesabının devamıdır bunlar. AK Parti, yola çıkarken, Amerika'ya, AB ülkelerine ve İsrail'e dış politikada ideolojik bir çatışma hesabı içinde olmayacaklarını söylemiş olabilir. "Dıştan sağlanan meşruiyyet" içerdeki direnişi ekarte etmek için kullanılmış olabilir. Bu açıdan bakıldığında "Şimdi İsrail'le ve Yahudi lobisi ile çatışan, buradan hareketle Amerika ve AB ile ilişkileri problemli hale gelen AK parti hükümeti"nin çok riskli bir alana girdiği düşünülebilir. Ama... -Acaba Gazze vahşeti etrafında gelişen bu gerilim, AK Parti devreden çıktığında, Amerika için, AB için ve İsrail için bir çıkış yolu gösteriyor mu?

Tayyip Erdoğan'ın canhıraş çığlığına yansıyan duygu, şu anda, tüm İslam dünyasında - evet hatta insani duyarlılığı kaybolmamış tüm dünyada- büyük alaka ve destek görüyor. Türkiye, bu coğrafyada, Batı'nın (Amerika ve Avrupa'nın) ve İsrail'in iletişim halinde bulunduğu - etkin- hemen tek ülke idi. Türkiye'yi kaybederseniz geriye ne kalır? Evet, belki karşı karşıya geldiğinde yenemeyen, ama haksızlığa uğradığından yüzde yüz emin, öfke dolu koca bir İslam dünyası kalır.

Düşman bir dünya... Bu dünyanın üzerine binlerce ton bomba kusabilirsiniz, onların bebeklerini kundaktayken öldürebilirsiniz. Ama bu, Batı için ya da İsrail için bir hayat değildir. Bu asıl onlar için ölümdür. Şu sıralar İsrail'in kendi kendisine bir Holokost hazırladığı söylemi yaygınlaşıyor.

Bunu herkes düşünmeli. Tayyip Erdoğan Davos'ta "Filistin şehirlerine tanklar üzerinde girmekten büyük mutluluk duyduğunu söyleyen İsrail Başbakanlarına tanık oldum" dedi. İyi, bir de bebek cesetleri önünde hatıra fotoğrafları çektirip, aile albümlerine yerleştirsinler... Tarih de onları bizdeki "bebek katili" ile yan yana gösterecektir.

Ahmet Taşgetiren- BUGÜN

İsrail Türkiye'siz yapamaz

Doğrusunu isterseniz Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta yaptığı konuşmayı duyunca nasılda heyecanlandığımı anlatmaya kalksam buna kelimeler yetmez!

Şimon Peres'in küstahça, sesini yükselterek, İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamı överek sürdürdüğü konuşmasına verilen cevap kelimenin tam anlamıyla "Tam yerine geldi manzara koyduk" tarzındaydı.

Gözlemim o ki, Tayyip Bey'in İsrail'e posta koyması Türk Milleti'nin içindeki, büyük devlet olma, etkin devlet olma, imparatorluk varisi olma duygularını ateşliyor. Bu konuşma İsrail kurulduğundan beri Türk milletinin hiç duymadığı bir sert çıkışı ifade ediyor. Bu yüzden olacak millet, Davos dönüşü, hem de gece yarısında Başbakan'ı karşılamak için yollara döküldü. Binlerce İstanbullu gece yarısı saat 3'e kadar Başbakan'ı karşılamak için havaalanında bekledi.

O saatte, trafiğin en sakin olduğu bir saatte E-5 karayolu tıkalıydı. Türk bayrakları ile Filistin bayraklarını yan yana dalgalandırıyordu vatandaşlar. Pankartlardaki "Dünya böyle lider görmedi", "Başbakanın kralı, Kasımpaşalı", "Sana helal olsun Kasımpaşalı" gibi sözler halkın İsrail Cumhurbaşkanı'na atılan Osmanlı Tokatından dolayı coşkusunu, memnuniyetini yansıtıyordu. Herkes birbirine "İşte Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı böyle olmalı" diyordu. Gerektiğinde yumruğunu masaya vuracak... Dik durması gerektiğinde dik duracak... Zalimin karşısında mazlumun yanında olacak...

Peki, Tayyip Bey'in o konuşmasından bir Osmanlı ruhu çıkar mı? Bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz. Ancak bu noktada şunu söyleyebiliriz: Türkiye Başbakanı'nın ilk defa masaya yumruğunu hem de çok sert bir biçimde vurması Türkiye dışında özellikle Ortadoğu'da Müslüman halklar arasında büyük dalgalanmalara yol açtı. Arap dünyasının İsrail Devleti kurulduğundan bu yana sürekli kırılan gururu ilk defa Erdoğan'ın Davos'ta yaptığı çıkışla tamir oldu. Arap halkları memnun oldu, bu kesin de, Tayyip Erdoğan'ın bu çıkışı İsrail'den sonra en çok Diktatör Arap Liderlerin canını sıkmıştır. İslam devleti adı altında Müslüman halkları çok ciddi baskı rejimleri ile yöneten diktatörler halkların bu coşkusu ve heyecanı karşısında direnme yeteneğini zamanla yitirmeye başlayacaktır. İsrail de eskisi kadar saldırgan olamayacaktır.

Gelelim Türkiye ile İsrail'in ilişkilerinin gerginleşmesinin Türkiye'nin ABD'deki Yahudi lobilerinin desteğini kaybedeceğine yol açacağı yorumlarına... Dışişleri Bakanı Ali Babacan önceki gün ne demişti; "Türkiye'nin desteği olmadan İsrail'in bölgedeki varlığı da çok kolay olmayacaktır." Gerek başbakan gerek Türk Dışişleri ne yaptığının farkındalar. Başbakan öyle Kasımpaşalı ruhuyla, kızgınlıkla hareket etmedi.

Teatral bir gösteri yapmadı. Türkiye'yi yönetenler Türkiye'nin sıradan bir ülke olmadığını fark etmiş ve öyle davranmaya başlamışlardır. Zaten İsrailli yetkililerin "Türkiye ile ilişkilerimiz sürecek" şeklinde "özür" babındaki açıklamaları da bunu gösteriyor. Türkiye İsrail'siz yapar ama İsrail Türkiye'siz yapamaz!

Nuh Gönültaş- BUGÜN

O da bir şey mi?

Gün boyu Japonya'dan Kanada'ya, Güney Afrika'dan Finlandiya'ya kadar dünya medyasını taradık. Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki patlamasının küresel yankılarını ölçmek için.
Biriki istisna dışında tüm ülkelerin gazeteleri, ajansları, haber siteleri Erdoğan'ın çıkışını yansız, objektif ve dürüst biçimde kamuoylarına yansıttılar.
O kadar ki İsrail basını bile ihtiyatlı, hatta çekingen bir çizgide durdu. Çünkü, Gazze trajedisinin vicdanlarda onulmaz bir yara açtığını onlar da görüyorlar.
Çünkü İsrail içindeki ve dışındaki Musevi topluluğunda da vicdan sahiplerinin Gazze operasyonuna İsrail'i yerden yere vuran suçlamalarla, yenilir yutulur gibi olmayan ifadelerle isyan ettiklerini onlar da biliyorlar. Birkaçını aktaralım.
Fransa'da yaşayan Musevi yazar JeanMoise Braitberg, "Le Monde" gazetesinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e hitaben bir açık mektup yayınladı. Şöyle diyor:
"Sayın İsrail Cumhurbaşkanı; size bu mektubu Nazi kurbanı Yahudiler'in anısına dikilen Yad Vashem anıtından 1943'te Treblinka toplama kampının gaz odasında can veren büyük dedem Moşe Brajtberg ile çeşitli toplama kamplarında öldürülmüş ailemin diğer üyelerinin adlarının silinmesine yardımcı olmanız için yazıyorum. Çünkü Gazze'de yaşananlar benim gözümde İsrail'in değerini sıfırladı. Sayın Cumhurbaşkanı; sadece tüm Yahudiler'i değil, Nazizm kurbanlarının anısını da temsil ettiği iddiasını taşıyan bir devleti yönetiyorsunuz. Ama İsrail'in bu iddiası benim için artık katlanılmaz hale geldi. Devletiniz Yad Vashem anıtında yakınlarımın adını koruyarak, ailemin anısını Siyonizm'in çelik telleri ardında hapsetmiş ve vicdansızlığının tutsağı yapmış oluyor. Lütfen silin o anıttan akrabalarımın adlarını..."
Yine Fransa'da yaşayan 86 yaşındaki Musevi kökenli akademisyon Andre Nouschi, İsrail'in Paris Büyükelçisi Daniel Shek'e bir mektup gönderdi. Buyurun ondan da birkaç cümle:
" İsrail'in caniyane politikaları karşısında artık susmam mümkün değil. Yaptıklarınızın Hitler'in Avusturya'da, Çekoslovakya'da, Avrupa'nın diğer ülkelerinde yaptıklarından hiç farkı yok. O nasıl Milletler Cemiyeti'nin kararlarını hiçe saydıysa, siz de Birleşmiş Milletler'in kararlarına omuz silkip geçiyorsunuz. Kadınları, çocukları öldürüyorsunuz. Bana sakın roket saldırılarını, İntifada'yı gerekçe göstermeye kalkmayın; onlar gayrı meşru ve gayrı ahlaki bir sömürgeciliğin sonuçlarından başka bir şey değil. Yahudiler nasıl kendilerine bu kadar acı çektiren cellatları Hitler'i taklit edebilirler? Yöneticilerinizle Nazi Almanyası yöneticileri arasında hiçbir fark kalmadı. Yazıklar olsun İsrail. "

Kim terörist, kim yurtsever?
Amerikan Yahudi Kongresi'nin eski Başkanı, akademisyen Henri Siegman ise iki hafta önce "London Review of Books"ta yayınladığı "Gerçekleri konuşmak" başlıklı yazısında bakın neler dedi:
"İsrail hükümeti Gazze saldırısına terör örgütü dediği Hamas'ın roket saldırılarının neden olduğuna dünyanın inanmasını istiyor. Siyonist hareket, Yahudi vatanı için mücadelesinde ne kadar terörist ise, Hamas da kendi vatan davasında o kadar terörist. 193040'larda Siyonist hareket partileri stratejik nedenlerle terör eylemlerine başvurdular. Tarihçi Benny Morris'e göre, sivilleri hedef alan ilk saldırıları Irgoun (Menahem Begin'in yönettiği ve 1940'larda Filistin'i kan gölüne çeviren silahlı örgüt) planlayıp uyguladı. Yahudiler ulusal davaları için sivilleri hedef alıp öldürünce yurtsever oluyorlar, Filistinliler aynı şeyi yapınca terörist sayılıyorlar! "
İsrailli tarihçi Ilan Pappe'nin yine "London Review of Books"ta yayınlanan "Gazze cezaevi" başlıklı makalesinden de bir bölüm aktaralım: " İsrail, Gazze saldırısını terörle mücadelesinin bir parçası göstermeye kalkıyor. Oysa kendisi tüm uluslararası yasaları ve sözleşmeleri çiğniyor. Filistinliler'i ya İsrail devletinde ikinci sınıf yurttaşlık ya da Batı Şeria ve Gazze Şeridi açık hava cezaevlerinde mahkûmluk arasında tercih yapmaya zorluyor. Direnenleri mahkemeye bile çıkarmadan hapsediyor veya öldürüyor."
Bu vicdanlı Museviler'in söylediklerinin, yazdıklarının yanında Erdoğan'ın en ağır sözleri bile diplomatik üslupla dile getirilmiş eleştiri olarak kalıyor. Zaten İsrail de o yüzden susmayı tercih ediyor.
ERDAL ŞAFAK

İsrail sineye çekti... Size ne oluyor?

Tabii, siz geleneksel sağır duyarlığınız gereği ‘aşağılama’ yolunu tercih edeceksiniz...

‘Davos’ta Kasımpaşa havası’ diyeceksiniz...

‘Erdoğan’ın Peres’in tuzağına düştüğünü’ söyleyeceksiniz...

‘Pazarlamacı Başbakan, Azarlamacı Başbakan oldu...’ diye tekerlemeler üreteceksiniz...

‘Bir çuval inciri berbat ettiğinden’ yakınacaksınız.

‘Erdoğan büyük takibe alındı’ diye aba altından sopa gösterme cihetine gideceksiniz...

‘Türkiye’nin dış politikada çuvalladığını’ öne süreceksiniz...

‘Bu mu derin strateji?’ diyerek, zaten hedef tahtasına koyduğunuz danışmanla yarım kalmış hesabınızı göreceksiniz...

‘Davos ruhunun öldüğünden’ dem vuracaksınız...

Elinizin altındaki değerlere, ‘alemi kör, milleti sersem’ yerine koyan analiz yazıları yazdıracaksınız...

Herşey mümkün...

Herşey beklenir sizden...

Daha da ileri gidebilirsiniz...

Şimon Peres’i ‘olgun devlet adamı’, Erdoğan’ı da kıraathane ağzıyla konuşan bıçkın mahalle delikanlısı yerine koyabilirsiniz...

Nitekim, ‘Alçakları tanıyalım’ müellifi öyle yapmıştır.

Eline bulaşmış çocuk kanını temizlemeden Davos’a koşup Türkiye Cumhuriyeti devletini ve halkını aşağılayan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına sesini yükselterek konuşan Şimon Peres’i ‘olgun devlet adamı’ diye alkışlamıştır.

Erdoğan’ı ise, ‘Azarlamacı başbakan... Türkiye’yi işte böyle sinirlerine hakim olamayan biri yönetiyor...’ diyerek yerin dibine sokmuştur.

Siz sinirlerinize hakimseniz, mesele yok...

Parçalanmış çocukları serinkanlı bir tevekkülle izliyorsanız mesele yok.

Bombalanan evler, yıkılan mahalleler, kan revan içinde umutsuzca sağa sola koşturan ve sığınacak yer arayan insanlar içinizde en ufak bir isyan duygusu oluşturmuyorsa mesele yok...

Diyorlar ki:

Bir Başbakan böyle mi konuşmalıdır?

Bir Başbakan böyle konuşmayacak da, nasıl konuşacak?

Dış politika halktan, halkın hassasiyetlerinden, değer tercihlerinden, derin görgüsünden, tarihsel birikiminden bağımsız bir şey midir?

Evet, dış politikada ‘efelenme’ her zaman doğru sonuçlar vermeyebilir.

Hamaset genellikle tercih edilmez.

Fakat, dış politikada ‘doğruların’ kilidini bazen hamaset açar.

Dolayısıyla, ‘terbiyesizliğe karşı efelenmek’ en doğru tavırdır ve de haktır.

Bir ülke bu hakkı kullanamaz mı?

Rest çekemez mi?

İhtirazi kayıt düşemez mi?

Sünepe bir politika mı benimsemeliyiz?

Başımızı yere mi eğmeliyiz?

Muhterem Onur Öymen, bu hareketin ‘Türkiye’ye pahalıya mal olacağını’ müjdelemiş...

Mazlumdan ve mağdurdan yana olması gereken CHP’nin Öymen’i bu...

Kemal Kılıçdaroğlu adlı bir garibe İstanbul’da yolunu kaybettirerek oy toplamaya çalışan CHP’nin Öymen’i bu...

Başbakan ‘cihat fikriyle’ konuşuyormuş...

İsrail’in insanlık dışı saldırıları ayrı bir işmiş ama, terörist Hamas’ı savunursanız dünyada beş paralık olurmuşsunuz. Ayrıca, Nobel ödüllü Peres’e de ‘sen’ diye hitap edemezmişsiniz...

Neden İsrail’in insanlık dışı saldırıları ayrı bir iş oluyormuş?

Küstahlıkta sınır tanımayan Peres’e neden ‘sen’ diye hitap edilemiyormuş?

Nitekim Peres yaptığı hatayı anladı ve telefon açıp özür diledi, ama CHP’nin Öymen’i savunusundan bir adım geri atmıyor...

İsrail bile bu kadar sert değilken, size ne oluyor?

Meraktayım...

Hakikaten ne oluyor?

Ahmet Kekeç

Faiz fırlarmış... Ya onurumuz!

Benim ülkemin Başbakanı'nın sözü, omzundan tutularak kesilemez. Başbakan Davos'ta ne bir kişi ne de parti başkanı olarak bulunuyordu. Orada TC Devleti'nin Başbakanı olarak bulunuyordu.

Benim ülkemin Başbakanı onurlu davranışı sergileyerek toplantıyı terk ederken hem ülkem insanının hem de bölge insanının gurur kaynağı oldu. Biz bu tür onurlu davranışları çok uzun yıllardır pek yaşamadık. Bu nedenle hala bazılarımız sünepe-pısırık zihniyetle korku dolu yaşamlarını sürdürebiliyorlar.

Ekonomi bölümü olarak merak ettik: İş Dünyası acaba ne düşünüyor? Bu sayfada yer verme imkânı bulduğumuz görüşleri yayınlama kararı aldık.

Fakat dün bazı kuruluşların ve işadamlarının toplantıları vardı. Onlar fikirlerini beyan edemediler. Dün sanki kriz Türkiye'yi es geçti. Toplantılar gece yarılarına kadar sürmüş olacak ki telefonlarımıza çıkamadılar. Anılan iş örgütü başkanlarına, patronlara ve işadamlarına sekreterleri bir not dahi ulaştıramadı. Hal böyle olunca da konuya değinmekten çekindikleri izlenimi doğdu.

Ama ben değineceğim. Bugün benim de fikrim değişti. Artık:

Bu korkak iş dünyası içinde olmak istemiyorum.

İktidar zengini oluşturulmasın ama ülkemin çıkarları ile uyuşan zenginlerimiz oluşturulsun. Türkiye Cumhuriyeti Devleti acilen kendi halkının çıkarlarına hizmet eden zenginler oluşturmalıdır. Kendi zenginlerimizi oluşturma ihtiyacımızı bugün bir kez daha görüyoruz.

İş dünyasından bazıları neden korktu? İsrail Cumhurbaşkanı bile özür dilemişken bu adamlar neden korkuyor? Bilmediğimiz bir şey varsa hep beraber onları koruyalım. Acaba korku mu, onursuzluk mu bu yaşadığımız? Ne var söyleyin? Neden çekiniyorsunuz?

İsterlerse ülkede kriz çıkar, dolar fırlar, faiz yükselir borsa çökermiş.

Ya onurumuz da düşerse!

İbrahim Kahveci

Davos'ta komplo

Eskiden olsa Başbakan Tayyip Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e sert çıktığı paneli, İsviçre'nin Davos kentindeki salonda kanlı-canlı izlerdim; son yıllarda toplanıp dağılıyorlar, nice sonra haberimiz oluyor.

'Dünya Ekonomik Forumu' (DEF) adını taşıyacaksınız, dünyanın 1929'dan buyana yaşadığı krizi öngöremeyeceksiniz; olur şey mi bu? “Bırakalım, kongre eğlensin” deyip çoğumuz insanın soğuğu iliklerine kadar hissettiği Davos'tan uzak duruyoruz.

Bu yüzden tarihin belki de en önemli politik restine sahne olan oturumu kanlı-canlı izleme fırsatını kaçırmış oldum. “Benim için bu son” sözünü tutar ve Davos'tan uzak durursa Tayyip Bey, gelecek yıldan itibaren politik katılım da düşer...

Tayyip Erdoğan yüzsüzlüğe, vurdumduymazlığa, başkalarını hiçe sayan aldırmaz tavra isyan etmekle kalmadı Davos'ta, İsrail'in yüzüne de ayna tutmuş oldu. Nobel Barış Ödülü sahibi Şimon Peres toplantıda söylediklerine, söyleme tarzına, ses tonuna, yüz ifadelerine bir daha bir daha göz atsın; sanki baktığı kendisi değilmiş gibi göz atsın ama, bir saniyesini bile beğenmediğini fark edecektir...

İsrail'de yaşayanların, İsrail dışında Peres-gibilere prim verenlerin de Davos'taki sahneye utanmadan bakacaklarını sanmıyorum. Tabii, utanacak yüzleri varsa...

Yukarıdaki ihtiyat cümlesini Hürriyet'in başyazı sütununda çıkan yazının sergilediği zihniyeti düşünerek yazdım. Kıdemli başyazar, işittiklerinden hareketle olayı yorumlarken, her zamanki gibi kantarın topuzunu kaçırıvermiş... Bir yazar “Kardeşim, iyi ama ben şu anda yemekteyim, olayı izleyemedim, nasıl tepki vereyim?” diyemez mi?

Yoksa İsrail söz konusu olduğu için mi diyemiyor?

Toplantıyı yöneten kişinin saygısızlığı dikkatinizden kaçmamıştır. Bir başkası olsaydı böyle bir iddiada bulunamazdım, ama David Ignatius söz konusu olduğunda şunu söyleyebilecek durumdayım: Başbakan Erdoğan, çok önceden tasarlanmış ve kendisinin uluslararası bir ortamda 'şamar oğlanı' muamelesi görmesi üzerine oturan bir 'komplo' senaryosunu tepkisiyle bozmuş olabilir...

Kısa süre önce sinemalarda 'Yalanlar Üstüne' adıyla oynayan Leonardo DiCaprio'lu filmin üzerine oturduğu romanın yazarıdır David Ignatius. 'Body of Lies' adlı romanını çıktığında okumuş, burada da değerlendirmiştim. Başından sonuna bir dizi 'entrika' ile örülüdür roman; okuyunca “Bu kadar da komplocu olunur mu?” tepkisini vermeden edemezsiniz...

Gizlenen bir İslâmcı teröristi ortaya çıkmaya zorlamak için 'sanal bir rakip' üretilir. Dindar bir Ürdünlü mimarın aslında masum bütün hareketleri korkunç bir yeni teröristin eylemleri biçimine sokulur. Sözgelimi, CIA ajanları bir iş bahanesiyle mimarı Ankara'ya çağırır ve yeni bir proje pazarlığı yaparlar; o Türkiye'deyken İncirlik üssünde patlattıkları bombayı mimara mal ederler...

İncirlik'teki üste askerlerin çoğu Noel tatiline gittiği bir sırada patlatılır büyük hasar veren bomba, kimse ölmediği halde medyaya müthiş zayiat varmış gibi yayın yaptırır CIA'nin bu alanda uzmanlaşmış elemanları...

Romanda buna benzer onlarca başka komplo daha var, ama bu kadarı bile Washington Post yazarının 'komplo' muhayyilesinin genişliğini anlamanıza yaramıştır sanırım.

İçinde Davos toplantısı geçen bir roman yazmış olsaydı Ignatius, kuracağı entrika örgüsünü tahmin etmek hiç zor değil: Türkiye'nin başbakanı Gazze konusunda efelenerek Davos'a geliyor... Katılacağı Gazze konulu panel öncesi sunucu ile bazı katılımcılar buluşup bir oyun planlıyorlar... Başbakanın ilk konuşmayı yapması sağlanıyor; ilk konuşanın nasıl olsa fazla ileri gitmeyeceği hesap edilerek... Söz hakkı kendisine verildiğinde, İsrail Cumhurbaşkanı, Türk Başbakanı azarlar bir tonla 'şamar oğlanı'na çeviriyor; Başbakanın cevap hakkı engelleniyor...

Ertesi gün bazı gazetelerin hangi başlıklarla çıkacağını tahmin edersiniz...

Panelin diğer konuşmacılarının tavrına dikkat ettiniz mi? BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon Tayyip Bey'in arkasından sahneyi terk etmek üzere ayaklanan Arap Birliği Genel Sekreteri Amru Musa'yı bir hareketiyle nasıl geri döndürdü?

Siz benim 'komplo boşa çıkartıldı' teorimi yabana atmayın...

Olayın akışını etkilemekten vazgeçileceğini düşünmüyorsunuzdur umarım. 'Komplo' kuranlar, işler istedikleri gibi gelişmemişse, son durumdan da kârlı çıkacak biçimde yeni entrikalar kurma çabasına girerler... Uyanık olma zamanıdır.

Sovyetler Birliği lideri Kruşçef, 'Küba Krizi' sırasında çıktığı BM kürsüsünde kendini tutamayıp pabucunu önündeki masaya vurmuştu. Başbakan Erdoğan'ın Peres'e sözleri tahtaya vurulan o pabuçtan daha etkili olabilir.

Taha Kıvanç
(Fehmi Koru)

Bir başbakan, bir lider, bir duruş…

En çarpıcı ifade şuydu:

“Gezegendeki çok kişinin söylemek istediklerini dile getirdi…”

Bu sözler Türkiye'den değil Yunanistan'dan. Bu ülkenin devlet televizyonu NET Başbakan Tayyip Erdoğan'ın önceki gün Davos'ta malum panelde söylediklerini ve tavrını böyle yorumladı.

İlk yorumlarında tarzı yüzünden, tarzını bahane ederek Başbakan'a “saldırma”ya hazırlanan politik ve medyatik muhalifler dahi dün gün içinde tavırlarını değiştirmek zorunda kaldılar.

Şunu hemen söylemek gerek:

Başbakan'ın Davos'ta Simon Peres karşısında ve o koşullarda aldığı tavır ve söylediği sözler hem iç hem dış politikada sonuç verecek niteliktedir.

Başbakan'ın ne denli “sahici” olduğu, doğru zamanda, yerinde, hızlı, cesur ve sonuç veren tepkileriyle bir kez daha ortaya çıkmış, üstelik bu kez dış politik arenada çıkmıştır.

Bu özellikler, bir lideri tarif eder.

Az önce, dün bir araştırmasından söz ettiğimiz Metropoll Şirketi'nin yöneticisi Prof.Dr. Özer Sencar aradı, telefonla gerçekleştirdikleri anket çalışmasında Başbakan'a verilen desteğin yüzde 80'ler dolayında olduğunu söyledi.

Az bile…

Başbakan Davos çıkışıyla sadece doğruyu yapmakla kalmamış, iç siyasette, özellikle seçimlere doğru başka hiç bir hamlenin vermeyeceği sonuçlara ulaşmıştır, gücünü, liderliği, temsil gücünü kuvvetlendirerek teyit etmiştir.

Kritik nokta şu: Tayyip Erdoğan'ın bu çıkışı barış talep eden, mağdura sahip çıkan, zalime tepki veren bir çıkıştır.

Siyaseten itiraz göremez…

Başbakan daha önce yaptığı bir vurguyu, “anti-semitizm”e karşı olduğunu Davos'ta açık bir şekilde belirtmiştir.

Bu açıdan da bir saldırıya uğraması söz konusu olamaz…

Ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın, ister barışçıl politika, ister Türkiye'nin itibarı, ister bir güç gösterisi, ister uluslararası siyasete ağırlık, Tayyip Erdoğan'ın hanesi artıdadır.

Dış politik alanda da sonuçlar aynı istikamette olacaktır.

Tayyip Erdoğan'ın çıkışının, özellikle Arap ülkelerinin Hamas tedirginliği ve Gazze konusunda temkinli bir politika izlemeleri dikkate alınırsa, Orta Doğu açısından, Türkiye'nin bölge gücü açısından son derece önemli bir çıkıştır.

Öte yandan Tayyip Erdoğan'ın temsil ettiği ülke AB'ye aday, NATO'nun parçası olan Batı ülkesidir.

Hem ülke içindeki hem ülke dışındaki yorumlar bu veriyi dikkate almıştır.

Başka bir ifadeyle Tayyip Erdoğan'ın çıkışı onun ve partisinin politik eğilimleriyle açıklanmamış, Türkiye'nin tavrı olarak tanımlanmıştır.

Türkiye'nin uluslararası arenada bu şekilde boy göstermesi, mağdurdan yana bir tavra, cesaret edilemeyen bir tarz ve dille bu çıkışı yapması hafife alınamaz.

Zira bu arena hem fiili hem sembolik olarak sadece “güçlü olan”ın değil, “güçlü çıkış”ın da değer ve anlam oluşturduğu bir alandır.

Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri, İsrail temsilcilerinin söylediği gibi bir süre sonra düzelecektir.

Türkiye'nin dış politikasını değiştiren değil, pekiştiren bir hamle olmuş, ülkeyi sesini kullanmasını bilen bir yere itmiştir, Erdoğan'ın hamlesi…

Başbakan sadece itibar toplamadı, ülkesinin itibarını da arttırdı.

Haklı duruş güç üretiyor…

Darısı diğer meseleleri ve meselelerimize…

Ali Bayramoğlu

Sahici, kendiliğinden ve insancıl...

Davos'ta yaşananların Türkiye'ye ve dünyanın dört bir köşesine yansımaları herkesi düşündürmeli. “Güçlü olan haklıdır” yanlış felsefesine isyan noktasına kadar gelen global kitleler, Tayyip Erdoğan'ın kişiliğinde, kendilerine dişli ve sözünü sakınmayan bir lider buldu.

Bazıları 'sözünü sakınmama' özelliğini bir eksiklik sayma eğilimindeler. Oysa hem yeri (dünya liderlerinin toplandığı Davos) hem de zamanlaması (üç hafta süren İsrail saldırılarının sebep olduğu Gazze'deki insanlık trajedisinin ertesi) açısından Başbakan Erdoğan'ın sergilediği -sözlerine de yansıyan- öfke, Gazze trajedisine dünyanın dört bir tarafında duyulan hisleri birebir yansıtıyor.

Öylesine kendiliğinden, sahici ve insancıl bir tepki sağanağı...

Türkiye İsrail'in ve İsrail'de yaşayan insanların yabancısı olan bir ülke değil; iki ülkenin insanları arasındaki ilişki 500 yıl öncesine dayanıyor. İsrail'i ilk tanıyan ülkelerden biriydi Türkiye ve yedi yıldır iktidarda bulunan Ak Parti ikili ilişkileri daha da geliştirmek için bugüne kadar sürekli çaba gösterdi; en yakın tabanından gelen itirazlara, uzak çevrelerin akıl almaz yakıştırmalarına rağmen...

Tayyip Erdoğan'ın öfkesini artıran da bu olsa gerek: Türkiye son birkaç yıldır bölgedeki her ülkenin kendi güvenilir sınırları içerisinde huzurlu yaşamasıyla sonuçlanması umuduyla barışa ulaşmayı kolaylaştıracak bir çizgi izliyor. Lübnan'da üstlendiği role ek olarak Suriye'yi de barış masasına yaklaştıran Türkiye oldu. Filistin'deki Hamas dahil bütün taraflara 'barışı zora sokmama' yönünde sürekli telkinde bulunan da Türkiye'ydi...

Ak Parti tabanına yakın çevrelerin “İsrail asla barış istemez” önyargısına dayalı itirazlarına, aleyhte olanların “Bunlar Musa'nın çocukları zaten” veya “Tayyip Erdoğan BOP'un eşbaşkanı olarak İsrail'in çıkarlarına hizmet ediyor” tarzında töhmette bulunmalarına kulak asmayarak...

İsrail'in Gazze'de yaşattıklarına isyan etmeyenlere öfkelenen Tayyip Erdoğan, kendisinin her türlü tezvirata katlanarak yürüttüğü barışçı politikaların İsrail tarafından küçük hesaplarla tahribine olduğu kadar, kendisinin iyiniyetinin kötüye kullanılmasına da itiraz etmiş oldu.

Sabırla oluşturduğu barışçı yapının kendisini 'dost' diye tanıtan bir elin hoyrat bir darbesiyle yıkılmasına Başbakan Erdoğan'ın tepkisi, 'sahici' bir başkaldırı, bir isyan, bir öfke seli...

Dünden itibaren dünyayı derinden etkileyecek yeni bir süreç başlamış olabilir. Bir devlet adamını dünyanın gözü önünde isyana sevk eden vurdumduymazlığın kendisine kaçacak delik arayacağı bir süreç...

Naziler'in aşırılıklarına İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar tahammül eden Amerikalılar, “Neden?” sorusuna cevap olarak, “Biz duymamıştık ki...” cevabını vermişlerdi. Filistin'de yaşanan adaletsizliği, orantısız güç kullanımını, açlık ve susuzlukla terbiye etme yöntemini, bebeler ve kadınların kurban seçilmesinin sorumluluğunu, hiç kimse, “Biz duymamıştık” diye üstünden atamaz.

Hiç kimse daha önce duymamışsa bile, yaşananları Davos'ta toplanan liderler önünde protesto eden Türkiye Cumhuriyeti başbakanının infialinden sonra konuyu duymayan kalmamıştır...

İsrail yanlış bir siyaset izliyor. 60 yıl önce kendi başına gelen trajediyi, hemen her ülkede varolan sempatiyi, teknolojide sağladığı ilerlemeyi, para gücünü bir başka halka karşı düşmanlığa dönüştürme siyaseti bu... Davos'ta yaşananlara ve ardından dünya çapında meydana gelen infiale bakarak, kendi siyasetinin duvara tosladığını artık görmeli İsrail.

Türkiye adına Başbakan Erdoğan'ın sergilediği 'sahici tepki', umarım, “Güçlü olan haklıdır” yanlış felsefesinin geçerliliğine inandırılmış, ezik, sünepe ve sahibinin sesi sıfatlarını hak eden bütün liderler için bir uyanış, bir kendine dönüş vesilesi olur.

Fehmi Koru

Ne konuşalım, nasıl konuşalım?

Konuşacağınızda sözlerinize dikkat ediyor musunuz? Ben, insanlar buna dikkat etsinler, sorumluluğa maruz kalmasınlar diye beş cilt olarak "Sorumsuzca Söylenen Sözler" adıyla bir kitap yazdım. Okuyanlar dualarını eksik etmiyorlar. Okumadınızsa lütfen bir tedkik buyurun bakalım da, ağzınızdan neler çıkıyormuş bir görün.

Burada, bu konu ile ilgili hususu, Kur'ân-ı Kerîm'e müracaat ederek istifadenize sunacağız. Allah (CC) bizden, konuştuğumuzda sözlerimizde ve bazı davranışlarımızda şu özelliklerin bulunmasını istiyor:

*Sözün en güzelini söyleyin. Yoksa şeytan aranızı bozar. (İsra: 53)

*Allah kötü sözün söylenmesini sevmez. (Nisa: 148)

*Yalan söylemeyin. (Hacc: 30)

*Yapmayacağınız şeyleri söylemeyin. (Saff: 3)

*Konuşurken yüksek sesle bağırmayın. (Hucurat: 2)

*Size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın. (Maide: 101)

*Birbirlerinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da havanız gider. (Enfal: 146)

*Birbirlerinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. (Hucurat:11)

*Birbirinizin gıybetini yapmayın. (Hucurat: 12)

*İşlerinizi aranızda şura (danışma) ile yapın. (Şura: 38)

*İş konusunda müşavere edin... (Âl-i İmran: 159)

*(Doğru yola) dönsünler diye ayetleri tekrar tekrar açıklayın. (Ahkâf: 27)

*Allah'tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki onlar da, bilgileri olmadıkları halde haddi aşarak Allah'a sövmesinler. (En'am:108)

*Onların söylediklerine sabredin ve onlardan güzellikle ayrılın. (Müzzemmil: 10)

*Yaptığınız iyiliği çok görerek başa kakmayın. (Müddessir: 6)

*Siz hayır işlerinde yarışın. (Bakara: 148)

*Sadece gücünüzün yettiği kadar islah edin. (Hud: 88)

*Gevşemeyin, üzülmeyin. İnanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz. (Âl-i İmran: 139)

*Size bir fasık bir haber getirirse, bilmiyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın. (Hucurat: 6)

*Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. (Âl-i İmran: 118)

*Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. (Hucurat: 9)

*Mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. (Hucurat: 10)

*Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. (Hucurat: 13)

*İnsan kendi kendini yeterli görerek azar. (Alâk: 6-7)

*Kalblerinizde inananlara karşı kin ve nefret bırakmayın. (Haşr: 10)

*Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun. (Hud:112, Şura: 15)

* Yumuşak davranın. (Âl-i İmran: 159)

Mevlüt Özcan

Zalimlere Meyletmeyin!

Osmanlı sonrası dünya, tam anlamıyla kan ve gözyaşına boğuldu. Savaşlar, işgaller, işkenceler, katliamlar, acılar birbirini, takip etti. Maneviyat yoksunluğunun ortaya çıkardığı sosyal çalkantılar da ilave edilirse, son yüzyılda dünya huzur ve barışa hasret kaldı.

1. ve 2. Dünya Savaşları'nın getirdiği yıkımdan sonra, Afganistan, Keşmir, Doğu Türkistan, Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Irak,Lübnan gibi yerlerde yaşanan zulüm ve vahşet, bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etti. Fakat, binden fazla kişinin ölümü, 5 binden fazla insanın yaralanması ile sonuçlanan İsrail'in son Gazze işgali, savaştan beter bir vahşet ortaya çıkardı. Ölenlerin yüzde 98'i sivil halk. Savaşın bile bir kuralı varken, Gazze'de, cinayetin ötesinde bir insanlık suçu işlendi. Bebek, kadın, çocuk, sivil halk demeden bir toplum imha edilmek istendi.

Gazze ve diğer yerlerde yaşananlar bir günde ortaya çıkmadı. Zalimler, devletlerin nabzını yoklaya yoklaya, halkların haksızlığa olan tepki ve dirençlerini ölçe ölçe bu noktaya geldiler. Mevlana Hazretleri'nin bir sözü var: 'Salihlerin tembelliği, fasıkların iktidarını hazırlar.'

Dünyadaki bir avuç zalim, bu insanlık suçunu tek başına işlemedi. Temiz, dürüst ve mazlum insanların da yaşadığı ülkelerdeki idarecilerin desteği ile bu vahşi icraatlarını gerçekleştirdiler. Gelinen noktada, toplumlar tutumlarını bir kez daha gözden geçirmeli, yöneticilerine karşı seslerini yükseltmelidirler. Sözün burasında, zalimlere ve onlara destek olanlara nasıl bir akıbetin beklediğini hatırlatmak isteriz. Alemlerin Rabbi buyuruyor: 'Zalimlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur da cehennemde yanarsınız. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra Allah'tan da yardım göremezsiniz.' (Hud, 113)

Rabbimiz, zulmetmek bir tarafa, kalbimizin zulmedenlere meyletmesinden, onlara karşı içimizde küçük bir sevginin oluşmasından bile razı değildir. Fıkıh kitapları, 'Zulme rıza göstermek de zulümdür.' ifadesine yer vermektedir.

Toplumları ayakta tutan, onları huzur ve barış içinde yaşatan 'adalet'tir. Bu yüzden Hz. Ömer (r.a) 'Adalet mülkün temelidir.' der. İnsana verilen akıl, adalet ve zulmü ayırt etme yeteneğine de sahiptir. Tarih, küfür üzere olduğu halde hayatiyetini sürdüren toplumların varlığına şahit olmuştur ama zulüm ile devam eden bir toplumun uzun ömürlü oluşuna şahit olmamıştır. Atalarımız 'Zulüm ile abad olanın akıbeti berbat olur.' demişlerdir.

Dünyada, zulüm her yeri kaplamıştır. Hergün binlerce mazlumun ah ve feryadı arşa yükselmektedir. Zulüm ve vahşet yaygın olduğu sürece, dünya rahat yüzü görmeyecek, huzur ve barışa hasret kalacaktır. Yüce Rasül (s.a.v) şöyle buyurur: 'Mazlumun bedduasından sakının. Çünkü, onun duasıyla Allah arasında, duanın kabulüne engel olacak bir perde yoktur.'(Riyaz'us-Salihin)

Mazlumların ah ve feryadı, zulmedenleri rahat bırakmayacak, hiç beklemedikleri bir anda, azap onları yakalayacaktır. Allahü Teala şöyle haber verir: 'Zulmedenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.'(Şuara, 227)Bu gerçek, atasözlerimizde şöyle ifadesini bulur: 'Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.', 'Mazlumun ahı, indirir şahı.', 'Eden bulur.'

Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) şu uyarısına kulak verelim:

'Bir kimse, kardeşinin haysiyetine veya malına, haksız yere tecavüz etmişse, altın ve gümüş bulunmayan Kıyamet gününden önce, onunla helallaşsın. Aksi takdirde yaptığı zulüm ölçüsünde, onun iyilikleri alınıp zulmedene yükletilir.'(Riyaz'üs-Salihin)

Gerçekte zalimler, zayıf ve korkaktırlar. Onlar, kendileriyle iş birliği yapanlardan güç ve cesaret alıyorlar. Onlara verilen destek kesildiği gün, vahşet ve katliamlarını sürdüremeyecek, cinayet ve işgallere güç yetiremeyeceklerdir.

Öyleyse, temiz, dürüst ve mazlum insanlar, gizli veya açık,doğrudan veya dolaylı olarak zulmedenlerden ve zalimlere yardım edenlerden desteklerini çekmelidirler. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ne güzel söyledi: 'Açıktan ve gizliden zalimlere destek verenler cehenneme gireceklerdir.'

Zalimlerde merhamet yoktur. Merhameti olmayanlara insanların başına çoban (idareci) yapmayın. Zalim çoban sürüsüne kurt getirir.

Şakir Tarım

Yahudilerin Büyük Hatâları

YAHUDİLER tarih boyunca büyük ve ölümcül hatalar yapmış bir topluluktur. Bugün de yapmaya devam ediyorlar. Bunlardan birkaçını sıralamak istiyorum:

Yedinci asırda Arabistan'da bir Peygamber zuhur etmiş, insanları Tevhid'e çağırmıştı. Onun karşısında putlara tapan müşrikler vardı. Yahudiler karşısında üç şık bulunuyordu:

* Peygambere iman etmek, Müslüman olmak.

* İman etmezlerse, Peygamberi desteklemek ve onun barışı gölgesi altına girmek.

* Peygambere cephe almak ve müşriklerle ona karşı ittifak yapmak. Yahudiler, bu üçüncü şıkkı seçtiler. Bu kötü seçim Tevrat'a, tek tanrılı inanca ve Yahudilerin menfaatlerine aykırıydı.

Avrupa'da engizisyon varken, insanlar Katolikliğe uymayan inançları ve fikirleri yüzünden ateşte yakılırken, Osmanlı devleti İspanya'dan kovulan Yahudilere kapılarını açtı, onlara kimliklerini koruyarak yaşamak hakkı tanıdı. İslâm dünyasının her yerinde Yahudiler barış ve güvenlik içinde yaşadılar, zengin oldular.

Bütün bunlara karşılık olarak şu anda İsrail ve Diaspora Yahudileri İslâm'a ve Müslümanlara savaş ilan etmiştir.

Siyonizm Tevrat'a aykırı bir ideolojidir. Vaad edilmiş Mesih gelmeden Yahudilerin Filistin'de bir devlet kurmaları kendi dinlerine uymayan bir şeydir.

Tarih boyunca çeşitli zulümlere uğramış bir millet şimdi Filistinlilere kan kusturuyor; hiç suçu olmayan kadınları, çocukları, ihtiyarları, muharip olmayan halkı öldürüyor, savaş hukukunun yasakladığı silahları kullanıyor.

Bunca acılar çekmiş, bunca zulme uğramış bir milletin merhametli, insaflı, adaletli olması gerekmez mi?

Ülkemizde 25 bin kadar Musevî/Yahudi yaşamaktadır. Bunların yanında sayılarının bir buçuk milyon olduğu söylenen Kripto Yahudiler vardır. Aksiyon dergisinin 436 sayılı ve 14.04.2003 tarihli nüshasında bu konuda bilgi bulunmaktadır.

Orta Avrupa'daki, Polonya ve Rusya'daki pogromlardan kitleler halinde kaçabilen Yahudiler Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlar, Devlet-i Aliye onları çeşitli yerlerde iskan etmiş, bir müddet sonra bu Yahudiler dıştan Müslüman olmuşlar, gerçek kimliklerini içlerinde saklamışlardır. Bunların büyük kısmı, kendilerine kolay geldiği için Alevî ve Bektaşî olmuştur.

17'nci asırda İzmirli haham Sabatay Sevi Mesihliğini ilan etmiş, çeşitli maceralardan sonra canını kurtarmak için yalancıktan Müslüman olmuş, onun takipçileri aradan 250 yıl geçtikten sonra Türkiye'ye hakim olmuştur.

Sabataycıların, bir ayakları İshak dininde, bir ayakları İsmail dininde olmaları dolayısıyla Müslümanlarla iyi geçinmeleri, İslâm'a hürmet etmeleri gerekirken, içlerinden bazıları Müslümanlara amansız bir savaş açmıştır.

Tanzimat'tan bu yana bütün ihtilâllerde, inkılâplarda, tarihî kopukluk ve ârızalarda, büyük değişimlerde hep Yahudi, hep Sabataycı parmağı vardır.

Türkiye'ye komünizmi onlar sokmuştur. İkinci Meşrutiyetten bugüne bütün Marksist hareketlerde liderler, önderler, başı çekenler, kızıl bayrak taşıyanlar ya Yahudi, ya Sabataycı, yahut Yahudilikten Hıristiyanlığa geçmiş Avrupa kökenli kimselerdir. Nazım Hikmet bunlardan biridir.

İslâm'ı bozmaya yönelik bütün reform hareketlerinde onlar vardır.

Bu Müslüman ülkede "Kahr olsun şeriat" diyen, sahte Türkçü ve sahte milliyetçi Tekin Alp nam-ı diğer Moiz Kohen'dir.

İnsaflı, akıllı, mantıklı, sağduyulu, vicdanlı Yahudilerin İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık değil dostluk etmeleri gerekir. Çünkü onların menfaatleri, varoluşları düşmanlıkla değil, dostlukla kaim olabilir.

Türkiye Yahudilerinin, tarihî kopukluk ve ârızaları değil, tarihî devamlılığı desteklemeleri gerekir.

Bugün dünya Yahudileri içinde Siyonizm ideolojisine ve İsrail devletine muhalif olanlar vardır. Azınlıktadırlar ama (Musevîliğe göre) doğru düşünen onlardır.

İsrail tarihî bir ârızadan ve kopukluktan başka bir şey değildir. Bu ârıza ve kopukluk giderilecektir.

Yahudiler Müslümanların korumasına her zaman muhtaçtır. Binaenaleyh Müslümanlarla iyi geçinmeleri şarttır.

Siyonistlerin merhametsizliklerinin acısı ileride çıkacaktır. Merhamet etmeyene merhamet edilmez, bunu unutmasınlar.

İsrail temiz, şeffaf, örnek bir ülke değildir. Orada halkın yüzde 10'u, bilemediniz yüzde 15'i dindar Yahudidir. Diğerleri dinsizdir.

İsrail ırk üzerine kurulmuş ideolojik bir devlettir.

İsrail'de dehşet verici boyutlarda kokuşma vardır.

İsrail cinsel serbestlikte Sodom ve Gomore'yi geride bırakmıştır.

İsrail'de Altın Buzağı dini, Musevîlikten daha yaygındır.

İsrail'de çoğunlukta olan Sefarad Yahudileri, azınlıktaki Eşkenaz Yahudiler tarafından ezilmektedir.

Siyonizm ideolojisi, Yahudileri korkunç bir felakete doğru götürmektedir.

Sadece Yahudileri değil insanlığı da... Üçüncü dünya savaşı İsrail yüzünden çıkacaktır. Bu savaşta büyük bir ihtimalle nükleer, kimyevî, biyolojik silahlar kullanılacak ve Ortadoğu, ardından bütün dünya cehenneme dönecektir.

Keşke Yahudiler kendi kitaplarına, kendi dinlerine yönelseler, âdil ve merhametli olsalar, gerçek ve kalıcı bir barış için çalışsalar, Büyük İsrail (Eretz İsrail) hayallerinden arınsalar.

Böyle yapmaları, hem kendileri, hem Müslümanlar, hem bütün insanlık için ne iyi olur.

Kendilerini yok etmek için her şeyi yapıyorlar...

Uzun vâdeli intihar...

Mehmet Şevket Eygi

30 Ocak 2009 Cuma

Toplum Ergenekon konusunda ne düşünüyor?

Sık sorulan, daha doğrusu kimilerinin sık sorduğu sorulardan birisi şu: "Neden Ergenekon, Susurluk kadar toplumsal destek toplamadı"?

Bu soru kendi içinde hüküm taşıyor, Ergenekon soruşturmasının bir temizlik operasyonu olarak toplum tarafından yeteri kadar desteklenmediği varsayımından yola çıkıyor. Ve bu, Ergenekon'un toplumsal meşruiyetinin zayıflığı varsayımı, açılan davanın "siyasi" nitelik taşımasının bir kanıtı olarak ileri sürülüyor.

Bu anlayışa göre Ergenekon soruşturması "iktidar-muhalefet çekişmesi"nin bir manivelasıdır, bunun dışında çok ciddi bir gerçekliğe işaret etmez, toplum da bunun farkındadır.

Peki gerçekten öyle mi?

Ciddi ve güvenilir bulduğum az sayıdaki araştırma şirketinden birisi, Metropoll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Grubu'nun bir çalışması, daha doğrusu son çalışması bakın ne tür veriler sunuyor bu konuda.

Soru şu:

"Ergenekon diye bir örgütün var olduğuna inanıyor musunuz?"

Yanıtlar şöyle:

Evet inanıyorum: yüzde 62,5

Hayır inanmıyorum: yüzde 27,2

Fikrim yok: yüzde 10,3…

Devam edelim…

"Türkiye'de yaşanan faili meçhul cinayetlerle Ergenekon örgütü arasında bir ilişki olduğuna inanıyor musunuz" sorusuna, "evet" diyenler yüzde 55 oranında, "hayır" diyenler ise yüzde 29…

Ergenekon'un varlığına inanmak ile dünden bugüne uzanan cinayetlerin resmi çeteler tarafından işlendiğine inanmak arasındaki paralellik açık olarak çıkıyor ortaya…

Bu tablo, Susurluk'ta olduğu gibi, toplumun vicdanında Ergenekon'la ilgili hükmün verildiğini gösterir. Daha önemlisi Ergenekon soruşturmasının Susurluk'tan hiç de aşağı kalmayan bir toplumsal desteğe sahip olduğunu ortaya koyar.

Bir adım daha ileriye gidelim ve şu soruya gözatalım:

Araştırmada, "Ergenekon Davası kapsamında üst düzey sivil ve asker bürokratların gözaltına alınmasını, sorgulanmasını ya da tutuklanmasını normal karşılıyor musunuz" sorusuna, daha doğrusu Ergenekon soruşturmasının en çok tartışılan yönüne verilen yanıt gerçekten önemli ve çarpıcı.

Zira, "Evet, normal karşılıyorum" diyenlerin oranı yüzde 60…

Bu tür araştırmalar genel eğilimleri gösterirler.

Genel eğilimin "temizlik" istikametinde olduğu ortada…

Bununla birlikte Türkiye'nin aşırı siyasallaşmış, siyasetten haraketle kutuplaşmış bir toplum olduğunu da gösteriyor bu tür araştırmalar.

Nitekim yukarıdaki soru ve yanıtlara siyasi parti seçmenleri bazında baktığımızda ortaya çarpıcı bir farklılaşma çıkıyor.

Örnek?

AK Partililer, Ergenekon'un varlığına yüzde 79 oranında inanırken, son seçimlerde CHP-DSP'ye oy vermiş kişiler çoğunlukla tersi yönde düşünüyor. Bu kesimin yüzde 58'i Ergenekon'un varlığına inanmıyor.

Aynı kesimin, yani CHP-DSP seçmenlerinin yüzde 24'ü Ergenekon'u "vatansever bir örgüt" olarak görürken, bu oran MHP'de bile yüzde 18 kalıyor ve AK Parti'de yüzde 4'e düşüyor.

En azından MHP'liler Susurluk'a oranla büyük bir terakki içinde görülüyor.

Devam edelim…

CHP'liler faili meçhul cinayetlerin Ergenekon tipi örgütler tarafından işlendiğine inanmıyor.

Oran yüzde 50.

Vahim…

Soldan, sosyal demokrasiden söz ediyoruz, gerçekten vahim…

Ve hastalık birden çok…

Önce sosyal demokrasinin ölümcül hastalığı geliyor. Ancak Türkiye'de hemen her meselenin aşırı siyasallaşmaya tâbi olması da bir başka hastalık, bu çerçevede lider sultasının meşruiyeti ise bir diğeri…

Ergenekon konusunda rakamlar Türkiye'nin genel olarak demokrasi talebi peşinde koştuğunu gösterse de siyasi tavır ve lider etkisi konusunda ibre ters yönde.

Baykal'ın aldığı tavrın CHP'yi "faşizan" bir söyleme doğru götürmesi, bunun açık bir örneği…

Evet, sonuç olarak, Susurluk'u merkez alıp Ergenekon'dan ayrıştıranlar yanılıyor.

Toplum hassas ve kulağını kabartmış durumda…

Ali Bayramoğlu

Tâbi olunacak merci

Mahlûkatın içinde (sayısı ancak Allah'a malum olan) en değerli varlık insandır. İnsanların içinde en değerli insan peygamberlerdir.

Peygamberlerin içinde en değerli peygamber HzMuhammed Mustafa (SAV)'dır.

Peygamberlerden sonra en değerli olan, Hz.Ebubekir Sıddık (RA) geliyor.

Yeryüzüne (sayısını ancak Allah (CC) bilir), rivayetlere göre 124 bin veya 224 bin peygamber geldiği ifade ediliyor. Bunların hepsinin belli bir sayıda ümmetleri gelip geçmiş. Bu ümmetlerin içinde de en hayırlı, en değerli, en kıymetli, en feyizli ümmet Ümmet-i Muhammed Mustafa'dır. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'de de açıkça beyan edilmiştir.

Yeryüzünde peygamberlere ümmet olanların içinde en hayırlısı, en kıymetlisi Hz. Muhammed (SAV)'e tâbi olan ümmettir. O ümmetin içinde bizler de varız, inşaallah...

Muhterem Müslümanlar!
Peygamberimiz Efendimiz doğunca bin yıldan beri yanan İran'daki ateş söndü. Kisralar şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bu ateş neden söndü? Nasıl söndürüldü? Ateşi söndüren kimdi?

Bakınız!

* Ormanlarımız ateşlerin altında cayır cayır yanıyor.

* Ekonomimiz fâiz ateşiyle cayır cayır yanıyor.

* Sokaklarımız, caddelerimiz, çarşılarımız, sahillerimiz çıplak kadınların şehvet ateşiyle yanıyor.

* Paramızın değeri enflasyonla yanıyor.

* Kültürümüz yanıyor.

* Haysiyetimiz yanıyor.

* Her şey yanıyor ve sönmek bilmiyor.

Ateşi söndüren su'dur. Su'yun bir başka adı yağmur, yağmurun bir başka adı Rahmet'tir. Allah'ın âlemlere gönderdiği Peygamberin evsafı Rahmetenlilâlemîn'dir. Peygamberimizin gönderilişini Allah (CC) rahmet olarak bildiriliyor. Rahmet de ateşi söndürdüğüne göre, İran'ın ateşinin söndürülmesi gayet normaldir.

Bin yıl yanan ateş Rahmetenlilâlemîn'in gelişiyle sönüyor da bizim ateşimiz neden sönmüyor?

Burayı çok iyi düşünmemiz gerekiyor.

O'nun getirdiği mesajı hayatımızda hissetmedikçe yangınlar devam edecek.

Yangınların söndürülmesi Rahmetenlilâlemîn'e tekrar teveccüh etmemize bağlıdır. Çünkü O, ateşleri söndüren Rahmettir. Cinayetleri, bunalımları, felâketleri söndüren Rahmettir.

Kâinatın Seyidine, âlemlerin Rahmetine bugün her zamandan çok daha fazla günümüzde ihtiyaç vardır. Zamanımız korkunç cinayetlere, sıkıntılara, buhranlara ve bunalımlara sahnedir ki, izahı mümkün değil. Bunun için bugün, Allah'ın Rasulü'nü daha köklü anlamak zorundayız.

Ama gelin görün ki, o televizyondan bu televizyona taşınan, gazetelerde kendisine sahifeler ayrılan bir takım geri zekâlı ebleh, kafları örümcek dolu iblisler; bir takım mihrakların şişirmesiyle Peygamberimiz Efendimiz'den, sünnetlerinden, hadislerinden şüphe uyandıracak beyanlarda bulunduruluyorlar.

Muhterem Müslümanlar!
Şu anda dünya üzerinde hâdislerin düğümlendiği, devletin kilitlendiği, hiçbir meselenin çözülemediği hiçbir ülke kalmadı. Böyle bir durumda mağdurlar ve mazlumlar:

"-Neredesin Ya Rasûlallah?" diye Efendimiz'e seslendiği sırada bu liboşlar Rahmetenlilâlemîn hakkında uydurmadık yalan, atmadıkları çamur, dolamadıkları iftira barıkmıyorlar. Bunlara ve arkalarındaki kâfirlere karşı dikkatli olmamız lâzım.

Peygamberimiz Efendimiz: Kur'ân ve Sünnete sarılırsanız sapıklığa düşmezsiniz" buyuruyor. Bugünkü sapıklıkların sebebi bu iki emanete ihanettir.

Açıkça ifade ediyoruz ki, problemlerimizin yegane çözümü Hz. Muhammed'e tâbi olmaktır. Bunu kâinata duyurmamız lâzımdır. Bu hepimizin görevidir.

Mevlüt Özcan

İyiler Kötüler

Birinci taife: Onlar haddizatında iyi insanlar, salih Müslümanlardır. Mütevâzı oldukları, melamet meşrebine mensup bulundukları için kendilerini kötü gösterirler.

İkinci taife: Onlar günahkâr Müslümanlardır. Kötü olduklarını itiraf ederler.

Üçüncü taife: Onlar kötü, günahkâr Müslümanlardır. Kendilerini iyi gösterirler. Böylece halkı aldatmış olurlar. Onlar riyâkâr, iki yüzlü; nifak, gurur ve kibir ehli kişilerdir.

Yüce Allah gururluları ve kibirlileri sevmez.

İyi Müslüman, iyi olduğunu iddia etmez.

Kendisine iyi diyen Müslüman, iyi bir Müslüman değildir.

Farz ibadetler cehren açıkça yapılır.

Nafile ibadetler ve hayırlar gizli yapılır.

Gece kalkıp teheccüd namazı kılan ve ertesi gün "Dün gece Allah kabul etsin teheccüde kalkmıştım..." diye böbürlenen kimse münafıktır.

Zekât açıktan verilebilir. Zekât dışı nafile mâlî ibadetler gizli yapılmalıdır. Sağ elinin yaptığı hayrı sol eli bilmeyecek...

Kendini övenlerde hayır yoktur.

Kendini övdürenlerde hayır yoktur.

Peygamberimiz "Meddahların suratlarına toprak saçınız" buyurmuşlardır.

Efendimiz bir başka hadîsinde "Mü'min kardeşini yüzüne öven kişi sanki onun boğazına keskin bir bıçak çalmış olur" buyurmuşlardır.

Bütün övgüler senalar, hamdler Allahü Teâlâ'ya mahsustur.

Peygamber Efendimize salat ve selâm getirilir.

Ashab-ı kiram efendilerimiz için radiyallahü anhüm ecmain (Allah onların hepsinden razı olsun) denilir.

Geçmiş mü'minler için Allah'tan rahmet istenir.

İslâm dini âlimlerin, şeyhlerin, büyüklerin, reislerin erbab (rabler) haline getirilmesini, putlaştırılmasını kabul etmez.

Peygamberler dışında hiç kimse mâsum, ismet sıfatı ile muttasıf değildir.

Cenâb-ı Hak bazı salih ve veli kullarını günahlardan hıfz eder, korur.

Allahü Teâlâ Settarü'l-uyûbtur.

Mü'minlerin, birbirlerinin gizli günahlarını araştırmaları, tecessüs etmeleri günahtır, haramdır.

Hadîs meali: "Din kardeşini (onda olan) bir ayıp ile ayıplayan kimsenin canını Yüce Allah, aynı ayıbı kendisine vermeden almaz."

Gıybet, bir kimsede gerçekten olan ve söylenildiği takdirde o kişinin üzüleceği bir şeyi söylemek, konuşmak, yazmaktır. Söylenen şey doğru değilse o gıybet olmaz, iftira olur.

Gıybet o kadar iğrenç bir günahtır ki, ölü kardeşinin etini yemek gibidir.

Müslüman eliyle ve diliyle insanlara ve din kardeşlerine eza vermez.

İnsan dilinin belâsını çeker.

Birtakım alçak kişiler, kendilerini yükseltmek için başkalarını küçültmeye çalışır.

Haram yiyenler saidlerden değil, şakilerdendir.

En fazla zarar eden, en müflis kişi dinini dünyaya değişen kişidir.

En akıllı tacir Allahü Teâlâ ile ticaret yapandır. Yani malıyla, canıyla i'lâ-yı kelimetullah yapandır.

Ben ben ben diyenlerde hayır yoktur. Biz demek gerekir.

En büyük rütbe hiçliktir.

Ölüm gelip çatmadan ölenler ölüm acısı çekmez.

Günahlarına ve ayıplarına üzülüp ağlayan bir günahkâr; ibadetleri ve hayırları ile gururlanan ve kibirlenen kişiden yüksektir.

Gecenin ilk bölümünde münadiler dünya semâsından nida ederler "Ey zikr ü tesbih edenler kalkınız" derler. Zakirler kalkar namaz kılar, zikr eder. Gecenin ortasında münadiler halka "Ey bağışlanmak isteyenler!.. Kalkınız tevbe ve istiğfar ediniz" derler. Onlar da kalkar namaz kılar, tevbe eder, bağışlanmak ve affedilmek için yalvarırlar. Gecenin sonunda fecir vakti münadiler "Ey âbidler kalkınız!" derler. Âbidler kalkar, sabah namazını kılar... Sonra güneş doğar ve münadiler "Ey gafiller kalkınız" derler. Onlar yataklarından ölülerin mezarlarından doğrulması gibi kalkar. (İmamı Gazalî'den)

Ağlanacak halleriyle övünenlere yazıklar olsun!

Mehmet Şevket Eygi

Amerikan entellektüeline seslenmek

Değişim ihtiyacı o raddede ki, bütün dünya sansürsüz sesli düşünüşü seyrediyor. Demokratlar "yes we can" seçim sloganı yoğun bir içerik saklıyor. Bir itiraf, bir son çare çırpınışı. Üstelik kriz üstüne geldi.

Bir Amerikan varoluşculuğu var mıdır? Bu çok ırklı, çok renkli, çok dinli kozmopolit halk, iç dünyası saklı kalan bir halklar mozayiği midir?

Amerikan insanı Hakikat kaygısı çeker mi? Yoksa sadece dünyalık peşinde midir?

Ben derim ki, en azından her Newyorklu [any newyorker] İspanyol şairi Federico Garcia Lorca'nın Ozan Newyork'ta kitabından haberdar olmalıdır.

Lorca bu şiirlerinde çok karamsardır. O da her insan gibi bu çekici ülkeye gitmiş, Newyork'u görmüş ve orada 'yeni dünyayı' tanımaya koyulmuştur.

Lorca, Newyork'ta durmadan şiir yazdı. Amerika, bir şair karşısında sınav verdiğini bilemezdi. Amerikan rüyası paramparça oluyor bu şiirlerde. Böyle bir sonucu var.

Bir Akdenizli nereye kadar sessiz kalabilirdi? Lorca'nın bu şiirleri zeytin-dışı bir dünyanın katılığı karşısında duyulan hayal kırıklığının ürünleriyle doludur. Lorca'nın bu uzun dizeli şiirleri, şiirde sürrealist dalgaya bir katılma ve/veya bir karşılık olmuştur. Yer yer anlamsıza kayar gibi olursa da, kendini vermeyen anlam şairde devam etmektedir.

Bunları okuyan bir Amerikan insanının neler geçer içinden? En azından, ülkesinin yabancıların gözünden de görünebileceği idrâk etmesine yarar.

Bence Amerikan entellektüeli Poe'dan, Walt Whitman'dan, Frost'dan, William Carlos Williams'dan önce Lorca'yı bir okumalıdır. Meksika'yı küçümsemeyi bir tarafa bırakıp 'doğru düşünüşlü' (Yahya Kemal'in bir aydın ilkesidir, bununla ölçer) bir şair olan Octavio Paz'ı da unutmadan.

Değişim isteyen Amerikan entellektüele seslenmek: Seni rüyandan uyandıracak hiçbir şeye kızmayacaksın.

Tanrı bir ve İsa onun kulu, elçisi diyen Emerson'u keşfetmelisin. Ralph Waldo Emerson bir Unitarian diye onu küçümsememelisin. Denemeleriyle ağırbaşlı bir Amerika'nın temellerini attı. Emerson'un şiirleri çok özel bir ruh dünyasının şaşırtıcı ürünleridir. Şiirde yepyeni bir alan açanlardan. Öteki yenilikçiler bilinir, Emerson ihmal ediliyor. Buradan öyle görünüyor.

Amerikan entellektüeli, dünyası kuşatma altında olduğu için sesini duyuramıyor.

En çok Cumhuriyetçiler şartlamıştır. Amerikan insanı sanır ki, evrensel olmak eşittir emperyalist olmak!..

Bunun sonu "sevememek", sonucu ise: "sevilmemek". Amerika, Dünyayı umursamazsa, yaman çelişkidir bu. Bedeli olur.

Evet... Amerika emperyalizme sevdikçe, çelişkiye, gömülüyor. Ezen, vurup alan, kan özleyen Amerika, iddialarının altında kalmaya mahkûmdur: Özgürlük, saf inanç, insan hakları...

Türkçe'de bir deyiş vardır. Çocuklar aralarına almak istemediği zaman derler ki: Oyna ama sütten oynarsın!..

Kamil Eşfak Berki

Irak’ta yeni dengeler...

SADECE biz değil, dünya da son haftalarda Gazze krizi nedeniyle Irak’ı unuttu adeta...
Bunda tabii Irak’ta durumun nispeten sakinleşmesinin ve arada bir girişilen bombalı saldırıların artık rutin sayılmasının da büyük payı var.
Bugünlerde gözler Irak’a tekrar dönüyor. Bu kez “hayırlı” sayılabilecek bir olay için: Seçimler...
Aslında ilk bölümü önceki gün gerçekleşen ve yarın tamamlanacak olan bu seçimler, ülkenin 18 vilayetinden 14’ünde yerel meclisler için yapılıyor. Kuzey Irak’taki Erbil, Süleymaniye, Dohuk ve statüsü tartışmalı Kerkük’te il meclisi seçimleri ileri bir tarihte gerçekleşecek.
Genelde yabancı bir ülkedeki yerel seçimler fazla ilgi çekmez. Ama Irak’ta 400 çeşitli parti ve gruptan 14 bin adayın (yaklaşık 4 bini kadın) toplam 444 meclis sandalyesi için katıldığı bu seçimler, taşıdığı özel anlam ve önemi dolayısıyla, herkesin dikkatini çekiyor.
Irak’ı yakından izleyen bir diplomatın deyişiyle, “2009 Irak için Kader Yılı ilan edilmişti. Bu seçimler de daha yılın başlarında, bu kaderi belirleyecek olaylardan biri...”

Güç sınavı
BU seçimlerin önemini şöyle özetleyebiliriz:
- 2005’te yerel seçimleri boykot eden Sünniler bu seçimlere katılıyor. Bu bakımdan yerel meclislerde bu güçlü kesim temsil edilecek. Yani ülkede siyasal denge yeniden kurulmuş olacak.
- Kuzey Irak’ta, yukarıda saydığımız 4 vilayette şimdi seçimler yapılmamakla beraber, diğer birçok vilayette yaşayan Kürtler yerel meclislerde yer alacaklar, ama artık eski güçleriyle değil. Sünni Arapların bu kez seçimlere girmesi onların bazı bölgelerde (Musul gibi) hâkim duruma gelmelerini önleyecek gibi görünüyor. Nitekim bazı Kürtler, bu seçimlerde bir “güç kaybı”na uğrayacaklarını kabul ediyorlar.
- Bu yerel seçimler, yıl sonunda yapılacak genel seçimler içir bir “test” niteliğini taşıyor. Bu aynı zamanda Şii olan Başbakan Nuri el Maliki için de bir sınav oluşturacak. Son zamanlarda El Maliki daha önce kendisini destekleyen birçok çevrenin (Kürtler dahil) muhalefeti ve eleştirileriyle karşılaşıyor. Yani popülaritesi giderek düşüyor.
- Seçimler, Irak’ta güvenlik sorununun da ne noktada olduğunun bir göstergesi olacak. Bağdat dışında ülkenin birçok bölgesinde ABD işgal güçleri güvenlik sorumluluğunu yeni örgütlenen Irak ordusuna ve polisine devretmiş durumda. Seçimlerin ilk günü oldukça sakin geçti. Yarın da öyle olursa, Irak güvenlik güçleri bu düzelmenin kredisini sağlamış olacaktır.
- Bu seçimlerde Türkmenler de daha iyi bir varlık göstermek ve birçok yerel meclislerde layıkıyla temsil edilmek umudundadır. Türkmen Cephesi Ankara temsilcisi Ahmet Muratlı’ya göre, özellikle Telafer ve Musul’da Türkmen halkı bu seçimlerden büyük heyecan duymakta ve yönetimde yer almak için bunu bir başlangıç saymaktadır...

Somut adımlar
BU arada son zamanlarda Türk diplomasisinin çabaları sonunda Ankara’nın merkezi Irak hükümetiyle olduğu kadar, Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimiyle de ilişkilerinde bazı önemli gelişmelerin meydana geldiği görülüyor.
Bu temasları yürüten yetkililer, PKK sorunu bağlamında, somut adımların atıldığını ve terör örgütünün tasfiyesi konusunda gereken aktif desteğin (Kürt yönetiminden de) sağlandığını söylüyorlar. Bu somut sonuçların yakında daha açık görüleceğini belirten yetkililer, giderek bir karşılıklı güven ortamı içinde işbirliğinin arttığını vurguluyorlar.
Özellikle Barzani yönetimiyle ilişkilerde nihayet bu noktaya varılmış olmasını bir başarı saymak gerek.

Sami Kohen

Ya bütün itiraflar ve iddialar doğru çıkarsa ne yaparız?

Hiç endişe etmiyor musunuz? Ya bütün anlatılanlar, itiraf edilenler, ihbarlar, yasal ya da yasadışı dinlemelerde duyulanlar doğruysa?
Dün türktime.com adresli internet sitesinde eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Karadayı'nın, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine yaptığı değerlendirmenin bandı vardı.
Bir bölümü şöyleydi:
- Sabih Kanadoğlu'na, gece konuştuk 45 dakika kadar, ne olacak dedim. Valla kötü istikamete gidiyorlar dedi. Ancak dedi bazı şeyler olabilir. Bunlar hatalar yapabilirler, şimdi diyor. Cumhurbaşkanı bunu veto etmeye hakkı yok. Ancak referanduma gönderme durumu var. Referanduma gönderiyorum deyince 120 gün sonra referandum. Fakat şimdi bunlar kanun çıkaracakmış. Bunu söyledim ondan sonra biliyorum dedi bu sıkıntılar var ama bazı şeyler de var. Genelkurmay'ın düşünmesi lazım. Bu işi bir tek şey Silahlı Kuvvetler temizler artık. Eğer şu seçimlerden de başarılı olunmazsa Silahlı Kuvvetler'in bunu halletmesi lazım. Bunlar yani cumhurbaşkanlığına kadar kendi adamlarından biri gelir gene seçimde de böyle ekseriyetle başa geçerlerse bunu asker temizler.

Bir suç duyurusu
Dün Diyarbakır'dan gelen bir suç duyurusu haberi de internette dolaşmaktaydı.
Avukat Tahir Elçi'nin suç duyurusunda, özetle şunlar anlatılıyordu:
12 yıl Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) Zaho Bölge Peşmerge Komutanı olarak görev yapan Mehmet Kılıç, Saddam Hüseyin yönetiminin, Kürtlere karşı kimyasal silah kullanması üzerine ailesiyle Türkiye'ye kaçarak, Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesine yerleşiyor. Hakkında Irak'ta idam kararı bulunan ve aynı zamanda Türk vatandaşı olan Kılıç 1989'da Antalya 3. Piyade Eğitim Tugay Komutanlığı'nda askerlik görevine başlıyor.
Sonrasını suç duyurusundan alarak verelim:
"Kılıç, burada vatani görevini yapmakta iken o dönem Diyarbakır ve Silopi JİTEM komutanları olan şüpheli Arif Doğan ve halen hayatta olmayan Ahmet Cem Ersever'in talimatıyla JİTEM üyesi jandarma astsubayı Şaban Bayram ve Tokat-Niksarlı Erol adlı bir er tarafından Antalya'daki birliğinden alınmak istenmiş, adı geçenler tarafından alınıp götürülmek üzere birlikteki komutanları tarafından çarşı iznine çıkarılmış, birlik nizamiye kapısından alınmış, elleri arkadan bağlanarak Silopi'ye getirilmiş ve burada JİTEM komutanları tarafından 100 bin dolar karşılığı Irak devlet yetkililerine teslim edilmiştir."

İtirafçının anlattıkları
Taraf gazetesinde Neşe Düzel'in şimdi İsveç'te yaşayan "İtirafçı" Abdülkadir Aygan'la yaptığı söyleşiyi okumadınız mı?
Bu söyleşide anlatılanlar ya doğruysa?
Ya Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir kısım asker ve sivil memurları, yargısız infazlar ve işkence yapmak konusunda uzmanlaşmışlarsa.
Kendilerini "007" gibi, yani adam öldürme yetkisine sahip James Bond olarak görenler, ya Türkiye'de de fazla sayıda varsa?
Ergenekon Davası'ndaki usul hatalarından daha vahim hukuksuzluklar değil midir bunlar?
Ya bütün bunlar doğruysa?

Mehmet Barlas

29 Ocak 2009 Perşembe

İstanbul kavgası

YEREL seçimlerde büyük partiler daha şanslıdır. Çünkü “Benim partimin şansı yok, öyleyse yakın gördüğüm büyük partiye oy vereyim” düşüncesi belediye seçimlerinde daha etkilidir.
Bu sebeple, hem AKP hem CHP belediye seçimlerinde ‘normal’de alabilecekleri oylarının biraz üstünde oy alacaklar.
Belediye seçimlerinde iktidarda bulunmak da bir avantajdır.
Bu sebeplerle, şimdiden seçimlerin AKP-CHP düellosu şeklinde geçeceği belli.
Politik sonuçları itibariyle dört ilin belediye seçimleri son derece önemli: Türkiye’nin en büyük şehri, ticaret ve kültür merkezi olarak İstanbul...
Başkent olarak Ankara...
Ege’nin nabzını ve ‘Batılılaşma’ tarihimizi temsil eden İzmir...
Kürt meselesinin seyri bakımından fevkalade önemli olan Diyarbakır...
İstanbul kavgası daha ateşli; işte, günlerdir Erdoğan’la Baykal, Topbaş’la Kılıçdaroğlu arasında dehşetli bir tartışma yaşanıyor.

Oyları artacak
Daima başarılı kamuoyu araştırmaları yapan A&G‘nin bulgularını dünkü Milliyet yayımladı:
- AKP’li Kadir Topbaş yüzde 50 oy alacak! İstanbul’un seçim tarihinde bir rekordur bu. Topbaş AKP’nin 2004 oylarına bu şekilde 4 puan eklemiş olacak...
- CHP’li Kılıçdaroğlu ise yüzde 32 oy alacak; CHP’nin 2004 belediye seçimlerine göre Kılıçdaroğlu da partisine 4 puan eklemiş olacak.
İstanbul’da Topbaş’ın açık farkla zafer kazanacağı belli. Seçimler bunun hukuki ve siyasi tescilini yapacak.
Kılıçdaroğlu’nun başarısı ise, CHP’nin oylarını artırmak olacak. Çünkü CHP’ye soğuk duran ama AKP’ye daha çok kızanların da oyunu alacak.
Kılıçdaroğlu, Melih Gökçek’le yaptığı sert polemikte kamuoyunun dikkatini çekti, takdir topladı. İstanbul halkının yüzde 77’si Kılıçdaroğlu’nu tanıyor. CHP adayı diye adı geçenlerin hiçbiri bu çapta tanınmıyordu. Kılıçdaroğlu AKP’ye öfkelenen seçmenleri sandıkta motive edecek bir isimdir; CHP açısından akılcı bir seçimdir.

Topbaş faktörü
A&G araştırma şirketinin yöneticisi Adil Gür’e sordum: Kadir Topbaş AKP’nin sırtında bir yük mü, yoksa bir avantaj mı?
Cevabı:
- Kesinlikle avantaj. Çünkü İstanbul halkının yüzde 52’si Topbaş’ı ‘başarılı’, yüzde 30’u ‘kısmen başarılı’ buluyor. ‘Başarısız’ diyenler yüzde 18’den ibaret!
Demek ki, AKP’li olmayan İstanbulluların da önemli bir bölümü Topbaş’ı başarılı buluyor; onun belediye hizmetlerini takdir ediyor.
Bir İstanbullu olarak Topbaş’ın belediye hizmetlerini ben de takdir ediyorum. Ama onun en çok takdir ettiğim yönü, seviyesiz polemiklerden, ateşli parti kavgalarından daima uzak durması, kişisel saygınlığını korumasıdır.
Tabii TV ekranlarında Kılıçdaroğlu ile Topbaş arasında tartışmalar olacak. Ama şunu söyleyeyim;
Kılıçrdaroğlu’nun Gökçek’i hırpaladığı gibi Topbaş’ı da hırpalaması o kadar kolay olmayacaktır.
Kılıçdaroğlu, Topbaş’la tartışmalarında belediye hizmetlerine odaklansa daha iyi eder.
İstanbul’daki belediye kavgasında en çok merak ettiğim yer Şişli’dir! 2004 seçimlerinde CHP’den aday olan Mustafa Sarıgül yüzde 67 gibi ‘astronomik’ bir oyla seçilmiş, AKP yüzde 22’de kalmıştı! Şimdi Mustafa Sarıgül DSP’den aday... Sarıgül’ün Şişli’deki gücünü kimse küçümsemesin. Bakalım Şişli’yi Sarıgül mü, CHP mi alacak?

Taha Akyol

Encümen-i Daniş'te masonlar var mı?

Eski MGK Genel Sekreteri emekli Org. Tuncer Kılınç'a Encümen-i Daniş sorusu sorulmasaydı, bu konu hiç gündeme gelmeyecekti. Gördük ki, Encümen-i Daniş öyle sıradan bir sivil toplum örgütü falan değil. Üyeleri oldukça yaşlı ama Türkiye'nin ihtiyar heyeti ile karşı karşıya değiliz.
Tamam, oturup konuşmuşlar ama iş orada kalmamış, raporlar, mektuplar yazmışlar. Bunları cumhurbaşkanlarına, başbakanlara göndermişler. En önemlisi de, mesela 1994'te Cumhurbaşkanı Demirel'e gönderdikleri mektupta yazılanlar, üç sene sonra karşımıza aynen 28 Şubat kararları olarak çıkmış.

ETÖ ile Encümen-i Daniş arasında ne ilgi var? Bu topluluğun en önemli üyelerinden birinin, yani eski Genelkurmay Başkanı emekli Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun adı, o çok merak edilen "1 Numara" olarak geçiyor. ETÖ davasının en önemli sanıklarından İP lideri Doğu Perinçek önceki gün "1 numara İsmail Hakkı Karadayı değil, Hüseyin Kıvrıkoğlu'dur." deyiverdi. Hedef mi saptırıyor, tehdit mi ediyor, mesaj mı veriyor anlaşılamadı. Tam da onun böyle konuştuğu gün, Kıvrıkoğlu, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'u ziyaret etti.

Karadayı ve Kıvrıkoğlu'nun, sanki suç kendilerine de bulaşırmış tavrı ile Veli Küçük için, "o adamı tanımam", "Cumhuriyet Gazetesi'nin hisse devrinde demek benim adımı kullanmış." demeleri kafaları hayli karıştırdı. Veli Küçük de, "Ayıp olmuyor mu?" kabilinden "Emrinizde çalıştım, o adam değilim." dedi. Öyle ya komutanlar, Şemdinli'deki bir astsubayı bile tanıyıp, "iyi çocuktur" diye hatırlarken, Karadayı'nın koskoca jandarma generalini tanımaması, hafıza kaybı ile izah edilebilir mi?

İtalya'da Gladyo davasına bakan, devlet içindeki çeteleri, cinayet örgütlerini çökerten ve onlara liderlik yapan sivil kadroları mahkûm ettiren Felice Casson, çok önemli bir noktaya ısrarla işaret ediyor. "Gladyo'nun beyin takımı P2 Mason Locası'nın mensuplarından oluşuyor." diyor. Geçtiğimiz pazartesi günü gazetemizde Ali İhsan Aydın'ın, Casson ile yaptığı röportaj yayınlandı. "Gladyo ile ilgili düzenlediğiniz operasyon içinde yüksek yargı mensupları da var mıydı?" sorusuna Casson şu cevabı veriyor: "Evet. Özellikle Propaganda Due (P2) mason locası söz konusu olduğunda... Roma'dan, Floransa'dan yüksek yargı mensuplarının işin içinde olduğu görüldü."

Casson'un ifadelerini okurken, Gladyo davası ile ETÖ davası arasındaki müthiş benzerlik ilk dikkati çeken husus oluyor. Orada beyin takımı masonlardan oluşuyorsa, ister istemez "bizde durum nedir?" sorusu akıllara geliyor. Hele bir de Encümen-i Daniş'in en çok başörtüsü, imam hatip ve Kur'an kursları ile mücadele ettikleri ortaya çıkınca daha da işkilleniyorsunuz. Çünkü, hatırlayınız, Meclis'te başörtüsü ile ilgili Anayasa değişikliği kabul edildikten ve CHP değişikliği Anayasa Mahkemesi'ne götürdükten sonra, konuya Fransız mason locası da müdahil olmuştu. Tıpkı Encümen-i Daniş gibi onlar da Türkiye'nin etkili çevrelerine bir mektup yazdılar. Hem de öyle gizli bir mektup değil, açık mektup...

Haber yine Zaman'da Ali İhsan Aydın imzasıyla 16 Şubat 2008'de "Fransız masonlardan başörtüsü fetvaları" başlığı ile çıktı. Konu, Kıta Avrupası'nın en eski ve en büyük mason locası olan Büyük Doğu'nun (Grand Orient) Paris'teki toplantısında gündeme geldi. Fransa Büyük Üstad'ı Jean-Michel Quillardet, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması için "geriye gidiş" ifadesini kullandı ve TBMM'den geçen düzenlemenin "Türk laikliğinin yeniden tanımlanması yolunda açılan tehlikeli bir gedik" olduğunu savundu. Quillardet, başörtüsünün İslamî olmadığını, Kur'an'da yer almadığını ve sonradan üretildiğini ileri sürdü. Türkiye'deki masonlarla sağlam bir diyalog kurduklarını söylemeyi de ihmal etmedi.

Ben buradan yetkililere sesleniyorum. Encümen-i Daniş kurulduğundan beri, üyeleri arasında mason var mıdır? Varsa bunlar kimlerdir?

Vatandaş olarak bunu bilmek, bizim hakkımızdır. Demokrasi açıklık rejimi ise, şeffaflık herkes için geçerliyse, masonluk da gizli bir örgüt değilse, merakımızın giderilmesi gerekir...

Hüseyin Gülerce

Doğru Yolun 47 Prensibi

1. Peygamberler mâsumdur, ismet sıfatıyla sıfatlıdır, yâni Yüce Allah onları günahlardan korumuştur.

2. Peygamberlerden başka kimse mâsum değildir. Yüce Allah bazı velî kullarını hıfz eder.

3. Ashab-ı kiram efendilerimiz (radiyallahu anhüm ecmaîn) din konusunda âdildirler. Hepsine hayır dua ederiz.

4. Ashab arasındaki ihtilaflara aradan 14 asır geçtikten sonra karışmayız. Bunları Allah'a havale ederiz. Mahşer'de Mahkeme-i Rûzi Ceza'da muhakemesi yapılacaktır.

5. Peygamber'den sonraki ilk dört halifeyi râşid halifeler olarak biliriz, onlara saygısızlık yapmayız, onları severiz.

6. Müslümanın mü'min kardeşine taqıyye yapmasını doğru bulmayız. Resûl "Bizi aldatan, kandıran bizden değildir" buyurmuştur. Müslüman Müslümana taqıyye ve kitman yapmaz, yapmamalıdır.

7. Elimizdeki Mushaf'ın, Resulullah Efendimiz'e (salat ve selam olsun ona) indirilen Kur'ân olduğuna, ilahî metin ve nazımda hiçbir değişiklik, ilave, çıkartma, tahrif, tağyir yapılmadığına inanırız ve bu inanca aykırı bâtıl inançları ve görüşleri reddederiz.

8. İslâm dininin ve şeriatinin, mü'minlere yüklediği en temel ibadetin beş vakit namaz olduğunu biliriz. Hür ve mukim erkeklerin farz namazları, şer'î bir özür olmadıkça cemaatle kılmaları gerektiğini kesin bir bilgi ile biliriz.

9. Namaz abdesti alırken ayakların yıkanması gerektiğini iyi biliriz.

10. Müslümanın Müslümana rıfkla, şefkatle, merhametle, keremle, ihsan ve mürüvvetle muamele etmesi gerektiğini söyleriz.

11. Kütüb-i sitte denilen altı temel hadîs kitabının ve ayrıca, bu listeye dahil edilmemiş muteber hadîs kitaplarının Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya efendimiz hazretlerinin sözlerini, fiillerini, sükutlarını, yani sünnetini ihtiva ettiğini (içerdiğini) biliriz. Bu kitapları Kur'ân'dan sonra, şerî ve fıkhî hükümlerin istinbatında kaynak olarak kabul ederiz.

12. İlmî tahsil yapmamış, icazet almamış, sahih itikada sahip olmayan kişilerin kendi heva, re'y ve görüşleriyle Kitabullah'ı yalan yanlış tefsir etmelerine, Müslümanların kafalarını karıştırmalarına iyi gözle bakmayız, onların dall ve mudil olduklarını biliriz.

13. Kur'ân'a ve Sünnet'e dayanan güzel ahlâkın, İslâm'ın ayrılmaz bir parçası ve boyutu olduğunu kabul eder; bu ahlaka aykırı işler yapan fasık-ı mütecâhirleri dışlar ve kınarız.

14. İslâm'da kadınlar için tesettür ve hicab farzı olduğunu kesin şekilde biliriz ve inanırız. Tesettür ve hicabın kadınlar için büyük bir fazilet olduğunda, onları yücelttiğinde en küçük bir tereddüt ve şüphemiz yoktur.

15. İnanç ve ibadet konusunda, dinin usûlüne aykırı bütün bid'atleri reddederiz. Bunları dalalet/sapıklık olarak kabul ederiz.

16. Fırka, hizip, mezhep, tarikat, cemaat taassubunu çok zararlı bulur ve reddederiz.

17. Dinden çıkmaya yol açan bâtıl inançları, bid'atleri, eylem ve düşünceleri anonim olarak tenkit etmekle birlikte, isim vererek hiçbir kimseyi veya topluluğu küfürle, şirkle suçlamayız. Bu işi yetkili müftülere, kadılara, İmam'a bırakırız.

18. Bir insanın yüz halinden sadece biri imanına delalet etse onu Müslüman olarak kabul ederiz.

19. Mü'mini tekfir edenin (iddiası doğru değilse) kendisinin kafir olacağını biliriz.

20. Din hükümlerinin kaynaklarının dört olduğunu, bunlara edille-i erbaa denildiğini biliriz. Kur'ân, Sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas.

21. Peygamber efendimizin (salat ve selam olsun ona) bildirmiş olduğu gibi kendisinden sonra ümmetin 73 fırkaya ayrılacağını, bunların, biri müstesna, diğerlerinin ehl-i nar olduğuna, fırka-i nâciyenin (Kurtulacak olanların) Peygamberin ve Ashabının inandıkları gibi inanan, yaptıkları gibi yapan Müslümanlar olduğuna inanırız.

22. İnsanın en büyük düşmanının kendi nefs-i emmâresi olduğunu biliriz ve onunla mücadele etmek, onu gemlemek ve frenlemek gerektiğine inanırız.

23. Bu dünyanın fâni, gelip geçici bir yer olduğuna; mü'minler için bir imtihan meydanı olduğuna inanır ve bu imtihanı kazanmak için bütün gayretimizle çalışmak gerektiğine inanırız.

24. Peygamberimizin bütün insanlığa en güzel örnek ve model olduğuna, ebedî mutluluğa ermek için ona uymak, onu taklit etmek, onun yolundan ve izinden gitmek, onun gibi inanmak, onun gibi ibadet etmek, onun ahlakıyla ahlaklanmak gerektiğine inanırız.

25. Rahman'ın yeryüzünde velileri olduğuna inanırız. Veliler Kur'ân'a, Sünnete, Şeriata uyarlar. Bu üçüne uymayanlar evliyaurrahman değildir.

26. Gururun, kibrin, benliğin, nefsaniyetin çok kötü olduğunu biliriz ve bunlardan kurtulmak gerektiğine inanırız.

27. Allah ile olan bütün muamelelerimizde ihlasın esas olduğunu biliriz.

28. İnsanlarla ve diğer yaratıklarla olan muamelatımızda adaletin, rahmetin, şefkatin, keremin, paylaşmanın esas olması gerektiğini biliriz.

29. Mü'min kardeşlerimize merhametli ve şefkatli; harbî ve agrasif kâfirlere sert, tâvizsiz ve şiddetli olmak gerektiğine inanırız.

30. Müslümanların zimmetinde olan gayr-i müslim ahaliye ve reayaya iyi muamele etmek gerektiğine inanırız, onların bize tevdi edilmiş emanetler olduğuna inanırız.

31. Haram yemenin çok büyük bir günah olduğunu, bu günahı meşru gösterenlerin kafir olacaklarını, devamlı olarak haram yiyenlerin iflah olmayacağını biliriz.

32. Yalan söyleyen, sözlerini tutmayan, emanetlere ihanet eden, düşmanlıkta aşırı gidenlerin münafık olduklarını biliriz.

33. İslâm dininin, sahih itikadın, Kitabullah'ın, Resulün sünnetinin, dinin esaslarının ve usûlünün başlangıçtan bugüne herhangi bir kopukluk olmadan bütünüyle gelmiş olduğuna, dinimizin tahrife uğramamış bulunduğuna inanırız.

34. İslâm'da eksiklik, hatâ yoktur. Eksiklik ve hatâ dini iyi anlayamayan, gerektiği gibi uygulayamayan bir kısım Müslümanlardadır.

35. İslâm dininin lüksü, israfı, kibre ve gösterişe yönelik hayat tarzını, aşırı tüketimi, sefahati, saçıp savurmayı kesinlikle yasak ve haram kılmış olduğunu, Kur'ân'da müsrifler için "onlar şeytanın kardeşleridir" buyrulduğunu biliriz.

36. Hz. Muhammed'in risaletinden, Kur'ân'ın inzalinden sonra, daha önceki dinlerin ve şeriatların nesh edilmiş olduklarına, hükümlerinin kalktığına inanırız.

37. Allah katında tek hak ve makbul dinin İslâm olduğunu, sarih ayete dayanarak biliriz.

38. Bugünkü Musevîliğin Hz. Musa'nın dini olmadığını, bugünkü Hıristiyanlığın Hz. İsa'nın dini olmadığını biliriz.

39. Kur'ân'da "Peygamber kendi hevasından konuşmaz" buyuruluyor. Peygamberimizin sünnetinin de bir tür vahiy olduğuna inanırız.

40. "Lût peygamberin kızları kendisini sarhoş ettiler ve ondan gebe kaldılar" gibi yüz kızartıcı hikayelerin yüce bir peygambere iftira atmak olduğunu biliriz, bunlara inanmayız. Peygamberler böyle çirkinliklerden münezzehtir.

41. Resulullah'ı inkâr ve tekzib eden, Kur'ân'ın ilahî vahiy ve kitap olduğu inancını reddeden, İslâm'ı hak din olarak kabul etmeyen müşrik ve kafirleri ehl-i necat ve ehl-i cennet olarak kabul etmeyiz. Onlar bu redleri, inkarları, küfürleri ve tekzibleri yüzünden ehl-i cahimdir.

42. Tevhid ile Teslis'in birbirleriyle uyuşmayan, bağdaşmayan iki ayrı inanç olduğunu ve hak olanın Tevhid olduğunu biliriz ve aksini iddia edenleri uyarırız.

43. Küfre rızanın küfür olduğunu biliriz.

44. İslâm dini ilahîdir, hak dindir, onda eksiklik yoktur. Binaenaleyh dinde reform, değişiklik, yenilik yapılamaz. Dinin emirleri, yasakları, farzları, haramları değiştirilemez. Dinden tâviz verilemez.

45. Müslümanlar dini kendilerine değil, kendilerini dine uydurmakla yükümlüdür.

46. Dinin esaslarında bir ihtilaf, anlaşmazlık çıktığı zaman cumhur-i ulemaya, sevad-ı azama tâbi olmak gerekir.

47. Şeriat, Kur'ân'dan, sünnetten, icmâdan ve kıyas-ı fukahadan çıkartılmış dinin hüküm ve kurallarının tamamına verilen isimdir. Şeriat din ile özdeştir. Şeriat mukaddestir. Şeriatı inkâr ve tahkir eden dinden çıkmış olur.

Memhet Şevket Eygi

28 Ocak 2009 Çarşamba

Din öğrenimi

Akıl sahibi olmanın zorunlu bir sonucu olarak insan inanmak ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç inanılanın içeriğinden bağımsızdır. İnsan mutlaka şu ya da bu şekilde bir inanca sahiptir. İnancın içeriğinin doğru bilgiye dayanması, akla ve gerçeğe uygun olması bu ihtiyacı tatmin ederken, tersi bir durumda sahip olunan inanç insanın sağlıklı bir kişilik oluşturmasını ve yaşamını zorlaştırır.

İnanmak ihtiyacı olan insanın bu ihtiyacını karşılayan inanç türlerinden biri de dini inançtır. Dini inanç insan akıl ve ruh sağlığına doğrudan etki etmektedir. Dolayısıyla insanın zihinsel yapılanmasının temel taşlarından olan dini inanç bu özelliğinden dolayı davranışlara da kaynaklık etmektedir. Dini inanç yapısında, varoluşu, hayatın amacını, eşyanın anlamlandırılmasının yanı sıra emir ve yasakları, iyi ve güzeli, davranış kurallarını da barındırır. Yani insana bir kişilik verir ve yol haritası çizer.

Dini inanca ihtiyacı nedeniyle insan az ya da çok dini bilgi edinmek zorundadır. İletişim kaynaklarının ve bilgiye ulaşma yollarının çok çeşitlendiği günümüzde dini bilgiye de ulaşmanın birçok yolu bulunmakta ve bu bilgiyi edinmenin kolaylığını yaşamaktayız. Öte yandan bilgi kaynaklarının çoğalması ve bilgiye kolay ulaşmanın beraberinde getirdiği ciddi sorunlar da ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde hemen her televizyon kanalında, gazete sayfasında, radyo programında, elektronik ortamda hatta takvim yaprağında dini içerikli bilginin verildiğini görmekteyiz. Bu kaynakların hemen hepsi dini bilgiyi, dinin öğretilmesinde dikkat edilmesi gereken yöntemlerle aktarmak yerine kendi bakış açıları ve hedefledikleri amaç doğrultusunda yapmaktadırlar.

Dini bilginin insanı yönlendirmedeki gücünü bilerek ya da bilmeyerek yapılan bu bilgi aktarımı birçok insanın akıl ve ruh sağlığına olumsuz etkiler yapmaktadır. Yani dini anlayışın ortaya çıkardığı bir patoloji söz konusu olmaktadır. Özellikle İslam hakkında yukarıda saydığımız kaynaklardan herhangi birinden öğrendiği eksik veya yönlendirilmiş dini bilgi nedeniyle ruhsal sorun yaşayan birçok insan görmekteyiz. Yaptığımız psikolojik danışmanlık çalışmalarında yukarıda saydığımız kaynaklardan duyduğu "gusül abdesti alırken toplu iğne ucu kadar kuru yer kalmamalı, yoksa gusül abdesti olmaz" bilgisi nedeniyle tekrar tekrar gusül abdesti alan ve saatlerce banyodan çıkamayanlara veya eşi kendisine başka bir amaçla "git başımdan" dedi diye "nikâhının bozulduğunu ve dolayısıyla eşi ile aynı ortamda bulunmasının haram olduğu" düşüncesine kapılıp bunalıma giren insanlara, "namazda aklınıza dünya ile ilgili düşünce gelirse namazınız kabul olmaz" bilgisi ile namazını sürekli bozup sonunda namazı kılmayı bırakanlar gibi birçok değişik rahatsızlığa kapılanlarla karşılaştığımızı belirtmek sanırım konunun ciddiyetini ortaya koyacak örneklerdir.

Bu nedenle insan üzerindeki etkisi nedeniyle dini bilgi, ciddi bir bilgidir ve öğrenilmesinde hassasiyet gösterilmesi gerekir. Özellikle anne ve babaların çocuklarına dini bilgi öğretirken kullanmaları gereken kaynakları iyi seçmeleri gerekir. Kaynaklara ve din adına karşılaştıkları bilgiye sorgulayıcı bir yaklaşım sergilemeleri gerekir. Örneğin;

*Öncelikle dini bilgi edinmenin bir usulü/metodolojisi vardır. Yukarıda saydığımız kaynaklardan aktarılan bilgi bu metodolojiden/usulden uzak doğrudan bilgi aktaran kaynaklardır. Bu nedenle sağlıklı, güvenilir dini bilgi takvim yaprağından, gazete köşesinden veya televizyon ekranından tam anlamıyla öğrenilemez. Ayet veya hadisten hüküm çıkarmanın bir metodu olduğunu, bu metoda uygun olmayan her tür çıkarımın yanlış olma ihtimalinin çok yüksek olduğunun bilinmesi gerekir.

*Din adına aktarılan bu bilgi, dinin esasında var mıdır yoksa bu bir yorum mudur? Yani bu bilgi kişinin din anlayışı mı/ dinden anladığı mı? Söz konusu kaynaklarda hemen her gün bilen- bilmeyen bir çok kişinin din adına konuştuklarını, hüküm verdiklerini, yorum yaptıklarını ki bu bilgilerin çoğunun dinin aslına uygun olmaması nedeniyle insanların ruh sağlıklarını olumsuz etkiledikleri ve birtakım davranış bozukluklarına neden olduklarını görmekteyiz.

*Öğrenilen dini bilgiyi aktaran kaynak güvenilir mi? Amacı nedir? Aktarılan dini bilgi topluma ne niyetle aktarılmaktadır? Maalesef birçok kaynağın kendi amaçları/hedefleri doğrultusunda dini ele aldıkları ve yönlendirdikleri görülmektedir.

*Aktarılan dini bilgi ne anlama gelmektedir? Nerede ne şartlar altında geçerlidir? Kişiye özel bir durum mudur yoksa genele ait bir durum mudur? Kime ne tür yükümlülükler yüklemektedir?

* Dinin aslında olmayan, dinin asıl kaynaklarında bulunmayan hatta bunlara aykırı olan, akla ve gerçeğe uymayan birtakım uydurma bilginin din adına benimsenmesi insanların gerçeklerle bağlarının kopmasına neden olmaktadır.

Bunların benzeri birçok noktadan sorgulanarak dini bilgi öğrenilmesine özen gösterilmelidir. Amaç doğru ve aslına uygun dini bilgi edinmek olunca kaynak olarak da dinin gerçek kaynaklarından, samimi olan ve din bilgisine sahip kişilerden öğrenilmesi gerekir.

Osman Haskul

Titrerim mücrim gibi!..

Ülkenin hal-i pürmelalini gördükçe, istikbalimizin karanlık olacağından korkuyoruz, irkiliyoruz. Çaresizlik bir kabus gibi çöküyor, düşüncelerimize. Çözüm bulmakta zorlanıyoruz. Zira, insanlarımızda vurdumduymazlık had safhada.

Ekonomiyi düzeltmek için üretim yerine, şarkı, türkü üretiyor ve şovlarla vakit geçiriyoruz. Tüm TV kanallarından müstehcenlik fışkırıyor, ahlak ve maneviyat tahrip ediliyor. İstikbale hazırlanan yavrularımıza, maalesef, hiç de iyi örnek olamıyoruz.

Sanat icrası adına soyunanlar, dekolteleri ile ar ve haya duygularımızı bombalamakta, ruhi güzelliklerimizden bu manzaraları seyrede seyrede uzaklaşmaktayız. Bu gidişattan herkes memnun ki, hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.

Her şey para anlayışı ile değerlendirilmekte, etik ve estetikten mahrum bir ortam içinde bulunuyoruz. Kimin elinin kimin cebinde olduğunu, labirent misali bir türlü çözemiyoruz. Dünyevileşen insanlar yığını haline gelmişiz. Güzel geleneklerin, göreneklerin yok olduğunu, yerini süfli bir ortamın aldığını müşahede ediyoruz.

Çoğu anne, baba evlatları ile ilgilenmemekte, kocalar da moda namı altında şımarmakta olan hanımlarının tavırlarını gözardı etmekte, hanımlarsa hürriyet anlayışı safsatası içinde, feminist bir anlayışla dizginlerini boşaltmış gibi gönlünce hareket etmektedir. Dur diyen yok, yürünen yolların çıkmaz olduğunu söyleyen yok. Hüsran ki, ne hüsran.

Beylerin de bir çoğu aynı havada. Kısa yoldan köşe dönmekten başka düşünceleri yok. Aile muhabbeti azalmıştır. Pembe diziler, ahlak bozucu, seksüel filmler günümüzü, gecemizi doldurmuştur. Bu sebepten, çocuklarla ilgilenme yerine, sosyete haberleri ile meşguliyetimiz artmıştır.

Her türlü rezalet içinde devam edegelen birliktelikler, aşk yaşamları, gayrımeşru olduğu bilindiği halde alkışlanmaktadır. Bu nevi rezilce yaşayanlar da, sanatkar diye taltif ve takdir edilmektedir. Bu hayasızlıktan rahatsızlık duyanlar ise, gün geçtikçe daha da azalmaktadır.

Ticari hayat yalana dolana dayalı, helal kazancı düşünenler azınlık haline gelmiştir. Sömürmek, çalmak isteyenler her gün biraz daha çoğalmakta, arsıza soysuza saygı duyulan bir toplum oluşmaktadır. Aldıranı görmüyoruz.

Medenilikten bahsedenlerin hayat tarzına, aile yapılanmasına bakıldığında, cahiliye dönemine rahmet okutur nitelikte olduklarını görüyoruz. Aynı toplumun ferdi olmaktan da, ziyadesiyle üzülüyoruz.

Üretemeyen, düşünemeyen bir toplum anlayışı ile karanlığa doğru hızla ilerliyoruz da, kimse farkında değil, buna da çok üzülüyoruz. Üniter yapımızı yıkmaya çalışanları görmemezlikten geliyoruz. İleride meydana gelebilecek tahribatı hiç de ka'le almıyor, cereyan eden olaylara aval aval bakıp, duruyoruz.

Özümüzde bulunan özü terk edip, özümüzün güzelliklerini bozucu görüntü ve icraatlara alaka duyuyoruz. Lisanımız bozuluyor, aldırmıyoruz. Dinimiz yozlaştırılıyor, önemsemiyoruz. Tarihi geçmişimizle alay ediliyor, ayıkmıyoruz. Siyaset adına taviz üstüne taviz veriliyor, böylece toplumu ayakta tutan değerlerden uzaklaştırılıyoruz. İç ve dış şer güçlerin çevirdikleri, tezgahladıkları oyunları algılamamak için, adeta gözlerimizi kapatıyor, kulaklarımızı tıkıyoruz.

Limanlar, havaalanları, stratejik tesislerimiz özelleştirme adına tek tek satıldı, üretmeyen bir ülke haline getirildik, hala uyanmıyoruz. Gafletimizin kurbanı olmaya ramak kaldığı halde, hala kendimize gelemiyoruz. Vatana, millete bağlılık duygularımız her gün biraz daha gevşiyor, son tekmeyi yemek üzereyiz, farkına varamıyoruz.

Kime söylesek derdimizi, inleyen kalbimizin sesini kime dinleteceğimizi bilemiyoruz. Kendi uzletimize çekilmeyi de münasip bulmuyoruz. Çünkü bu toprakları ecdat bize emanet etmiştir. Köşeye çekilmek, ecdadımıza ihanet olur.

Mücadeleden çekilmeyecek ama ıstırabımızı da dillendirmeye devam edeceğiz. Müşterek vatan, müşterek bayrak, müşterek dil, din için mücadele her vatanseverin vazifesi cümlesinden olmakla, biz de vazifemizi yapacağız. Kendini unutmuş olanlara, "Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek / Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek" mısraını haykıracağız.

Ülkemizin bu acıklı manzaralarını gördükçe, "Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime."

İsmail Müftüoğlu

Kur’ân, dağların yaratılış hikmetini anlatıyor

Kur'ân-ı Kerîm'de jeoloji konusundaki âyetlerde Allah (CC) ilim adamlarının ve ehl-i imanın dikkatini çeker. Buyurur ki: "Yeryüzünü bir yatak (gibi) yapmadık mı?Dağları da kazıklar (gibi) yapmadık mı? (Nebe: 6-7)

Allah (CC), dağları kazıklara benzetir. Dağların yerüstündeki kısmı miktarınca yeraltında da temelinin bulunduğunu bildirir. Bir başka âyette de (mealen) buyurulur ki: "Dağları da (Allah) sapasağlam çaktın." (Naziat:32) "...sizi sarsmasın diye yeryüzüne de sabit dağlar attı." (Lokman: 10) Dağların, atmosfer denizinde yüzen yerküresinin dengesini sağladığını mealini verdiğimiz bu ayetten öğreniyoruz. (M. Hamdi Yazır. Hak Dini Kur'ân Dili, 7/5532. Ayrıca: S. Kutub. Fizilâlil-Kur'ân'dan Nebe sûresi, 7'nci ayetinin tefsirini okumanızı tavsiye ederiz.)

* Dünyada 110 kadar belirlenen büyük dağ kitleleri vardır. Bunlar, yerkabuğunun hareketine mani olmaktadır.

*Kur'ân-ı Kerîm botanik ilmiyle ilgili beyanlarda da bulunmaktadır. Bu konu ile ilgili bir âyette buyurulur ki: "Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (Ra'd sûresi: 3)

*Ağaçların aşılanmasında yakın zamana kadar rüzgârların ilgisi konusunda kimse birşey bilmiyordu. Aşılama biliniyordu ama rüzgârların aşılamadaki etkisi bilinmiyordu. Zikrettiğimiz bu âyetteki husus keşfedilince bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek ve dişi çift bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla meyvelerin meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece döllenmenin ve aşılamanın rüzgârlar vasıtasıyla olduğu açıkça tesbit edilmiştir. Bu husus aynı zamanda Kur'ân-ı Kerîm'in mucize olduğunun açık delillerinden biridir. (Konunun daha geniş anlaşılması için bakınız: M. Hamdi Yazır, Hak Din Kur'ân Dili, C/4, Sf: 3053)

*Kur'ân-ı Kerîm'de genetik ilmiyle ilgili bir husus şu şekilde beyan edilir: "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbın Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahid tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna)şâhid olduk, dediler.' (A'raf: 172)

Kur'ân-ı Kerîm, bu hakikati hayret verici bir sahne içinde sergilemektedir. Böylece insanlık, bu hakikatler ve insan tabiatı hakkında bir kısım şeyleri öğrenme imkânı buluyor. İlim, irsiyeti nakleden hücrelerin (genlerin) insanlar daha hücreler halinde iken onların bütün hususiyetlerinin o genlerde saklı olduğunu öğretiyor. Üç milyar insanın kaydını muhafaza eden ve onların bütün hususiyetlerini ihtiva eden genlerin hacim itibariyle bir santimetre küp (1 cm3)'ü geçmediğini ifade ediyor. Şu âyet anlamayı cazib bir tarzda gerçekleştiriyor. Buyuruluyor ki: "Biz, onlara hem dış dünyada hem de kendi nefislerinde, kudretimizin işaretlerini göstereceğiz, ta ki kendileri de onun gerçek olduğunu bilecekler." (Fussilet: 53) (Konu için bakınız, M.H.Yazır, Hak Dini, Kur'ânDili, C/4-2323-2333)

*Çok önemli bilim dallarından biri de daktiloskopidir. Daktiloskopi, parmak izlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Araştırmalar göstermiştir ki, parmak izleri ömür boyunca aynı kalmakta, kesinlikle hiç değişmemektedir. İki insanın parmak uçlarındaki izlerde benzerlik olduğu vaki değildir. Bu izler hukuk makamlarınca en önemli hüviyet olarak kullanılmaktadır. Parmak izlerindeki mucize durum 19'ncu asrın son çeyreğinde İngiltere'de kullanılmaya başlanmış sonra da bütün dünyaya yayılarak önemli bir kimlik tesbiti olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm, insanın böylesi önemli özelliğine şöyle işarette bulunur. Buyurulur ki: "İnsan, bizim kendisinin kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız.Onun parmak uçlarını bile düzgünce, yerli yerinde yapmaya gücümüz yeter." (Kıyâme sûresi: 3-4)

* Kur'ân-ı Kerîm her sahada koyduğu hükümlerle, insan neslinin, beden ve ruh sağlığının korunmasını sağladığı gibi, inişinden çok sonra anlaşılıp kesinlik kazanan mükemmel hıfzısıhha kanunlarını da bildirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de, sağlık açısından önemli olan elbise ve elbise temizliğinden, iyi beslenmekten, bozulmuş yiyeceklerin yenilmemesinden bahsedilmekte, insanların dikkati çekilmektedir. Kısacası sağlık kuralları Kur'ân'ın zikrettiği konular arasındadır. A'raf sûresi (âyet: 31)'de yeme-içmede itidal emreden Kur'ân-ı Kerîm tıbbın yarısını özetlemiştir. Zina yasaklamış zuhrevî hastalıkların önü alınmıştır. Leş, kan, domuz eti yasaklanmış, tıbben bugün bunların zararları daha çok açığa çıkmıştır. Abdestin, namazın, orucun... ruhî olduğu kadar bedenî faydaları da ayan beyan ortadadır. A'raf sûresinin 31'nci âyetinin izahını M. Hamdi Yazır'ın 'Hak Dini Kur'ânDili" tefsirinden tedkik etmenizi tavsiye ederiz...

Mevlüt Özcan