27 Ocak 2009 Salı

Başbakandan kuşkulananlara

Başbakan çok gaf yapan biri... Ama aynı zamanda siyaseti iyi bilen biri. Bize gaf gibi gelen birçok sözü, gerçekte bizlerdeki siyaset bilgisi eksikliği nedeniyle öyle gözüküyor. Bu başbakanın partisini epeyce sığ sularda yürütmeye çalıştığını gözardı edenler, hükümetin karşı karşıya olduğu ‘gerçek’ dünyayı algılamakta zorlanabilirler. Bu dünyada asıl gücü elinde tutanlar dindarların, bırakın iktidar olmasına, kamusal alana çıkmasına bile razı değil. Başbakan ve arkadaşları kâğıt üzerinde çok yetkili gibi gözükebilirler, ama unutmayın ki Cumhuriyet rejiminin ‘geri’ ve ‘cahil’ olarak damgaladığı, ideolojik gerekçelerle horlayıp siyaseten gayrı meşru ilan ettiği insanlardan söz ediyoruz. Dolayısıyla Meclis’te kaç kişiye sahip olduğunuzun bir önemi yok. Temsil yeteneği son derece zayıf olmasına karşın, sırf rejim tarafından kayırıldığı için kendini iktidar olarak sunabilen, hatta ulusal çıkarların doğrudan öznesi olduğunu savunan bir kesimi de ‘yönetmeniz’ gerekiyor.

Öte yandan hükümet bizlerin istediği gibi davrandığında da içimiz rahat değil... Muhakkak takiye yapıldığını düşünüyor, öküzün altında buzağı arama pratiğinin bir tür bilinçlilik olduğunu sanıyoruz. Oysa itiraf edemesek de bugün ülke Özal’dan bu yana en reformcu, en demokratik anlayışlı ve en çağdaş hükümetle karşı karşıya. Ergenekon dava sürecine siyasi irade desteği veren, Hrant’ın katliyle ilgili Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporu’nu onaylayarak merkezdeki bürokratların soruşturulmasını sağlayan bir başbakan var. Dahası bu, Kürt olmadığı halde Kürtçe konuşmayı bir samimiyet belirtisi olarak da hayata geçiren ilk başbakan.

Türkiye’nin geldiği yolu anlamak için zaman içinde yaşadıklarımızı geriye doğru sarmak lazım. Örneğin Kürtçenin özgürlüğünün Anadolu halkının doğal haline tekabül ettiğini teslim etmek lazım. Çünkü aynen Türkçe, Rumca ve Ermenice gibi, bu dil de yöreye göre etnik kimliği aşan, Anadolu’nun kültürünü harmanlayan bir birleştirici unsur. Bu dilin yasaklanması bizzat Anadolu’ya, binlerce yılın günümüze miras bıraktığı bir medeniyete ihanet...

Ne var ki henüz kısa bir süre önce Diyarbakır Belediye Başkanı iki dilli bir öykü seçkisi, Sur Belediye Başkanı ise yine iki dilli bir organ bağışı broşürü yayımlamaktan yargılanmaktaydılar. Gerekçe “Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’un koyduğu yasaklara aykırı hareket” etmeleriydi. Düşünün ki bu ülkede yasalar harflerin bile etnik kökeni olduğuna inanıyor ve ‘Türk harflerinden’ söz edebiliyor. Yetmiyor, Türk harflerinin kabulünün kendiliğinden Türkçe dışındaki dilleri suç haline getirdiğini varsayıyor. Buna hukukta ‘insan hakları ihlali’ deniyor, ama Anadolu kültüründe hak ettiği yargı ‘insan olamamadır’.

Bir ülkede hukuk anlayışının insanlıktan nasip almaması, yargıyı rejimin aracı haline getirir ve o noktadan sonra ‘hukukun izanı’ da kalmaz. Nitekim 2006 yılında bir PKK’lının cenaze törenine katılan 18 yaşından küçük bir gencin davası, bu anlayışı net bir biçimde sergiliyor. Bu gence ‘Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nu ihlal ettiği için verilen altı yıllık ceza, Yargıtay’dan dönmüştü... Çünkü Yargıtay Ceza Genel Kurulu bu kişinin ayrıca örgüt üyesi olmakla da suçlanmasını istedi ve nitekim ‘hukuksal’ sürecin sonunda ceza 13,5 yıla çıkarıldı.

Böylesine ağır bir hükmün dayandığı maddeyi merak edebilirsiniz... TCK 220/6’nın bir fıkrası şöyle bir ibareye sahip: “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi ayrıca örgüte üye olmak suçundan cezalandırılır.” Buradaki mantık suç işlediği sabit olan birinin, bunu örgüt ‘adına’ yapması halinde kendiliğinden örgüt üyesi olarak görülmesi gerektiği. Maddenin dayandığı varsayım ise, herhangi bir suç işlenmemiş olsa bile, ‘suç örgütü’ olarak tanımlanan örgütlere üyeliğin suç olduğu...

Bu mantığı yadırgamayabilirsiniz... Ancak uygulama olayın asıl rengini ortaya koyuyor. Çünkü suç işlemiş birine ek suç yüklemenin öncesinde, suçsuz olana suç yüklenmesine cevaz veren bir anlayış geçerli. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun itiraz gerekçesi, Kürtçenin seçmeli ders talebini, kimliğe ‘Kürt’ yazdırılması isteğini, hatta yöresel kıyafetler giyilmesini bile suç örgütüne üyelik olarak tanımlamakta.

Kısacası asıl suç sayılan şey Kürt olmanın kendisi... Bir Kürt’ün Kürt olmak istemesine bile tahammülü olmayan, PKK’nın varlığından hareketle bütün Kürtleri kendiliğinden suçlu kılmaya çalışan bir devlet anlayışı bu.

Ve dindar kesimden gelen, rejimin ideolojisi açısından alaşağı edilmesi gereken bu başbakan, böyle bir ortamda Kürtçe konuşuyor, devlet televizyonunda Kürtçe yayın başlatıyor. Başbakanı beğenmek zorunda değiliz... Yaptığı gafları da görmezden gelecek halimiz yok. Ama hukukun izan eksikliği yaşamasına, rejimin cumhuriyet kavramına yabancılaşmasına, bu topraklarda insanlığın unutulmasına bunca yıl razı geldikten sonra, şimdi çıkıp başbakanın dindar kimliğini bahane ederek ‘kuşku’ beyan etmek de tek kelimeyle gülünç...
Etyen Mahçupyan

2 yorum:

  1. Dalya dedik hayırlı olsun nicelerine...

    YanıtlaSil
  2. 61 de bana nasip olmadı, 100 de olmadı ya. fener gibi 100 sene daha beklicem mi şimdi :D (A.K.)

    YanıtlaSil