25 Ocak 2009 Pazar

Bir pazar hikâyesi

Yine böyle bir gün yine tüm aile evinizde oturuyordunuz. Yer Diyarbakır olmuş, İstanbul olmuş ne fark eder. Çoluk çocuk kalabalık bir aile ne yaparsa onu yapıyordunuz işte. Uzanmış televizyon izliyor, bir şeyler yiyordunuz. Bir kulağınızla da annenizle size oturmaya gelmiş teyzenizin tatlı dedikodularını dinliyordunuz.

Tam o sırada babanız ağabeyinize artık vakti geçmekte olan elektrik faturasını ödemek için para uzatıp “Oğlum elektrikleri kesecekler bunu da mı ben yapayım?” diye söyleniyordu. Fatura ödemekten kaçmak için yalancıktan ders kitaplarınızın başına oturduğunuz için siz yırtmıştınız. Evin büyüğü ağabeyiniz söylene söylene faturaları ödemek için evden çıktı.

Yıllardan 1994’ün 10 Haziran’ı olmuş, 2009’un 25 Ocak’ı olmuş ne fark eder. Hayatınızda kaç milyonuncu kere yaşanmış bir andı bu da. Önemsemediniz. Nereden bilecektiniz ki fatura ödemek için evden çıkan ağabeyinizi son görüşünüzdü bu.

Sonradan mahalledekiler anlattı hikâyenin geri kalanını. Ağabeyiniz evden iki sokak uzaklaşmıştı ki beyaz bir Renault marka araba yaklaşmıştı yanına. Yanındaki arkadaşları “Ne yapıyorsunuz, bırakın” bile diyemeden zorla arabaya sokup götürmüşlerdi.

O sokaklarda yıllardır adı konulmamış bir savaş varmış, her gün onlarca kişi öldürülüyormuş, fail-i meçhuller artık rutinleşmiş ne fark eder. O gün o beyaz arabaya sokulup götürülen adam sizin az önce elektrik faturasını ödememek için didiştiğiniz ağabeyinizdi.

Onu günlerce, aylarca aradınız. Ne polis ne asker ne bir kimse size yardımcı oldu. Artık nereye başvuracağınızı, kimden çare isteyeceğinizi şaşırdınız. Yıllarca gelen her ölüm haberi yüreğinizi yerinden çıkardı. Babanız çöktü, anneniz üzüntüden hastalandı. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

O acı günün üzerinden tam 10 koca yıl geçmişti. Artık evinizin her köşesine resimleri asılmış bir hatıraydı ağabeyiniz, ümidiniz kalmamıştı. Yine ailece hep birlikte televizyon seyrediyordunuz.

Birden ekrana kara gözlüklü bir adam çıktı. Televizyondaki adam, sizin, fotoğrafı televizyonun hemen üstünde duran ağabeyinizden bahsediyordu. Ürperdiniz. İçeride yemek yapan anneniz koşarak geldi, televizyonun sesini açtınız:

“Tam yılını hatırlamıyorum. Murat Aslan isimli şahıs, Yenişehir Semti’nde, yani Diyarbakır Belediyesi civarından alınarak, (Abdülkerim Kırca o sırada bizzat oradaydı) zorla sivil Toros arabaya bindirildi ve JİTEM’e getirildi. Daha sonra Silopi JİTEM İstihbarat Tim Komutanlığı’na götürüldü. Burada işkenceyle sorgulandıktan sonra Dicle Nehri’nin kenarındaki bir dereye götürüldü. Derede öldürülerek üzerine benzin döküldü ve yakıldı. Bu dere Körtük Köyü’nün karşısına düşen bir dere idi.”

Anneniz o an bayılıp düştü, babanız konuşamıyordu bile. Buz kesmiştiniz. Bağırtılarınıza komşularınız yetiştiler, telefonunuz o gece hiç susmadı.

Ertesi gün babanızla birlikte televizyondaki itirafçının açık adres tarif ettiği köye gittiniz. Köylüler o günü hatırlıyorlardı. Çığlık sesleri hâlâ kulaklarındaydı. Bir çoban ise her şeyi görmüştü. Birkaç gün beklemiş, sonra dere kenarındaki o yanmış cesedi bir çukura gömmüş, mezar kaybolmasın diye de etrafını taşlarla çevirmişti. Ama köylüler korkudan 10 yıldır kimseye hiçbir şey söylememişlerdi.

Babanız hemen şehre koştu. Savcılık mezarın açılmasına karar verdi. Artık kimseye güvenmeyen babanız mezar açılırken başından bir an olsun ayrılmadı, siz dayanamadınız, arabanın yanında beklediniz. 15 cm. kadar kazılmıştı ki topraktan yanık izleri olan kemikler çıktı. Korkusuzca oğlunun izini o çukura kadar takip eden babanız o an yıkılmıştı. Yanına koştunuz.

Birkaç ay sonra İstanbul’a gönderilen kemik ve diş örneklerinden kesin sonuç geldi. O gün elektrik faturası için evden çıkan ağabeyinizdi bu yanık kemikler.

Televizyondaki adam doğru söylüyordu. Ama adalet yerini yine bulmadı. O binbaşıya ulaşılamıyordu.

Bir gün o binbaşının adını internete yazdınız. Karşınıza Başbakanlığın Susurluk Raporu çıktı. Raporda daha pek çok cinayet sıralanıyor ve şöyle deniyordu “...Bahse konu olayların planlayıcısı ve yürürlüğe koyucularının Jandarma İstihbarat’ta ‘Kerim Binbaşı’ olarak tanınan Abdülkerim Kırca, Ahmet Demir (Yeşil kod Mahmut Yıldırım) ve itirafçı Alaattin Kanat olduğu... ”

Ümidinizi kestiniz. Devletin bile dokunamadığı birine siz ne yapabilirdiniz ki? Artık hiçbir şeye inancınız kalmamıştı. İçinizdeki nefret her gün büyüyordu.

Bir gün yine televizyon seyrederken çıktı karşınıza o binbaşı.

Cumhurbaşkanı’nın eli titreyerek ve övgüler yağdırarak yakasına eğilip kahramanlık madalyası taktığı o tekerlekli sandalyede oturan adamdı on yıl önce evinizin iki sokak ilerisinde ağabeyinizi o beyaz arabaya zorla sokan, sonra kafasına sıkıp, cesedini yakarak o derenin kenarına atan.

Sonunda bir savcı daha fazla dayanamayıp dava açtı. Ama televizyondaki o madalyalı binbaşı o davaya hiç gelmedi, getirilemedi.

Bir gün yine tüm aile televizyon seyrediyordunuz. Bir emekli albay, hakkında çıkan haberlere isyan edip intihar etmişti. Cenazesi kaldırıyordu. Tabutu bayrağa sarılmıştı. Ankara’daki bütün askerler ona selam duruyordu. Genelkurmay Başkanlığı onun kahramanlığını vurgulayan bildiri yayınlamış, televizyon ve gazeteler ona övgüler yağdırmaktaydı.

Adı söylendi. Televizyonun üstündeki ağabeyinizin artık eskimiş resmine baktınız.

Yine bir gün anne ve babanız evde televizyon seyrediyordu. Son kez onlara baktınız ve evden çıktınız.

Ve bir gün anne ve babanız yine evde televizyon seyrediyordu...

Peki, bu hikâye daha ne kadar böyle bitecek?
Yıldıray Oğur

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder