5 Eylül 2009 Cumartesi

ABDURRAHMAN DİLİPAK

“Sabah” ne kadar “laikçi” ise “Hürriyet” o kadar “İslâmcı” mı?!

Hürriyet’te Özkök’ü de, Hakan’ı da, Ali Bulaç’ın açıklamalarını da okudum.. Doğrusu ilk günki performans beni kesmedi..

Özkök bu dinle yüzleşme tecrübesinde nerede durduğundan kendi de emin değil. Ama Kabe’ye gidip de Kabe’de namaz kılmadan geri dönen “ilk umreci” olarak anılacağından kuşku yok..
Aslında bu girişim yeni olmasa da, moda tabiri ile yeni bir “açılım” denemesi..
Ahmet Hakan’ın “İslâmcılığı” yetmemiş ki, Zaman’dan Ali Bulaç’ı da dışarıdan kadroya dahil etmişler..
Bakalım bu işin tiraja etkisi ne olacak.. Piyasa bu açılımı satın alacak mı?
Baştan söyleyeyim, Dindar kesim bu açılıma mesafeli duracak.. Laikçi kesim ne yapar bilmiyorum. Ama belli bir kesimin saldıracağı muhakkak.. Bu kadar “dindarlığa” bile birileri tahammül etmeyecek..
Hani Fehmi Koru’nun Hürriyet’in başına geçeceği iddiaları da dolaşıyor ya ortalıkta, Milliyet’le Hürriyet arasında da ortak bir haber platformu oluşturulmaya çalışılıyor bu arada. Sanki Özkök yeni yönelişleri, ürkek bir şekilde test ediyor gibi.. Özkök her iki zıt kesimden de korkuyor..
Dindar kesime, yanına Ahmet Hakan’ı da alarak yaklaşması ne kadar doğru bir tercih bilmiyorum.. Ali Bulaç, yazılanlar konusunda bilgi yanlışına düşülmesini önleyici bir redaktör olarak görev yapabilir belki.. Ama daha fazla kimsenin bir şey beklememesi gerek..
Bana kalırsa bu iş bu şekli ile ve bu merhalede basit bir magazin olayı.. Yani Ayşe Arman’ın tesettüre girmesi gibi bir şey..
Ama, madem böyle bir açılım başlattılar, bunun geri dönüşü de yok.. Geri dönerlerse ya da burada dururlarsa her iki kesimden de sert eleştiriler alırlar.. Hatta bu işi bir istismar, tiraj kaygısı, dinin magazinleştirilmesi, laikliğin sulandırılması şeklinde yorumlayanlar olacaktır.. Ali Bulaç, orada hakem rolünde, ama o bu yolculuğun bir parçası değil.. İşin dini boyutu ile ilgili. Bir de herhalde, gelen eleştirilere cevap sadedinde hakem olacaktır.. Mesela Özkök’e, yok kadın - erkek birlikte tavaf etse de, saflar birlikte olsa da ayrı ayrı, herkes kendi yerinde namaz kılıyor diyecektir. Zaten çok büyük cemaatlerde bu hep böyledir. İran’da da.. Umrede şeytan taşlama yok, onu da hatırlatmıştır herhalde.. Peygamber Efendimiz Cidde’ye gitti mi sorusuna Ali Bulaç da gülmüştür, verecek cevap bulamamıştır muhakkak. Şarap haram olmadan şarap içme sorusuna da..
Yani Özkök ve Hakan, Mekke’ye umreye giderken eldeki tirajdan da olabilirler..
Sanırım eskiden beri gündemde olan, ertelenmiş ve ama sonunda hazırlıksız bir şekilde aceleye getirilmiş bir ziyaret sözkonusu.. Sadece sipariş üzerinden teknik bir hazırlık yapılmış gibi. İşin bilgi boyutu, manevi / ruhani boyutu hiç hesaba katılmamış sanki!.. Hatta kendileri bir şey yaparken, bunun toplumda nasıl anlaşılacağına illişkin de fazla bir endişeleri olmamış..
Bana göre, Sabah’taki kadın objesi ile, Hürriyet’teki umre resimleri yer değiştirmiş gibi.. Herkes karşı tarafı yakalamak için oltaya yem takıyormuş gibi bir havası var bu işin..
Karşı kesimin ön yargısını kırmak, onlarla iletişim kurmak, onları etkilemek ve hatta aslında dönüştürmek isteyen bir takdik olarak vitrine çıkarılıyor bu imajlar.. Ama işin ilginç yanı, dönüştürmek isterken, kendileri de dönüşüyor bu insanların..
Bu çabaların toplumda sebeb oldukları, tetikledikleri bir tartışma var aslında. “Ne oluyor, nereye gidiyoruz, kim kimdir”. Her kafadan bir ses çıkıyor. Sonuçta fanatikler ve agnostikler kazanıyor!..
Özkök eğer bu açılımında başarılı olamazsa, inandırıcılığını ve ciddiyetini kaybedecek. Eğer başarılı olursa, bu işin burada durması mümkün değil. Daha yolun çok başında.. Hatta Hakan’ın gittiği yoldan geri dönmesi ve arkasında bıraktığı işaret taşlarını izleyerek Hürriyet’e kılavuzluk etmesi gerekecek.. Ama sanırım Hürriyet yeni limanlara doğru yol alırken de yolcularının çoğunu/okurlarının çoğunu yolda kaybedecek..
Yıllar önce laikçi kesimin dine ve dindara, camiye bakışındaki sakatlığı ilk gören politikacıların başında gelir Murtaza Çeliker.. Ama o zaman da bunu anlatamadı. Çünki birileri çatışmadan medet umuyordu.. Rekabet değil kavga istiyordu.. Ötekileri bastırarak kendi dünya görüşünü ötekilere dayatacaktı.. Onun için uzlaşmaya, diyaloğa yanaşmadılar.. Zaten soğuk savaş vardı. Sağ-sol, ilerici-gerici, Türk-Kürt, Alevi-Sünni kavgaları ile bugünlere geldik.. Sünniler çocuklarını İmam Hatibe, Aleviler ve solcular çocuklarını Köy Enstitülerine göndereceklerdi. İmam ve öğretmen kavga edecekti, birileri de gelip milleti kurtaracak, onlara adam olmayı öğretecekti..
Bu oyunun ilk farkına varan ve yeni bir siyaset modeli, ekonomi modeli kurgulanması gerektiğini anlayanlardan biri de sol kesimde İdris Küçükömer’di. Ama olmadı.. Birtakım fırsatlar kaçırıldı..
Fabrika ve cami arasındaki siyasi kamplaşmanın bugün Türkiye’yi nereye getirdiği ortada.. Sağcılar camiyi sahiplenirken, solcular okul ve fabrikaya sahip çıktılar..
Ha! Sahi şimdi bu işin ciddiyet ve samimiyetini test etmek için bakalım Özkök Hürriyet’te mescid açacak mı? Oruç tutan personel için iftar menüsü hazırlanacak mı, gece nöbetine kalan oruçlular için sahurda yemek verilecek mi?
Çok zor bir şey mi bunu yapmak!..
Moskova’da, ABD’de, İngiltere’de bile bu “açılım” gerçek oldu.. “Bizim Sovyet” bakalım daha ne kadar direnecek!
Sahi inanalım mı, “savaş baltalarının gömüldüğüne” ve “topyekun savaşın sona erdiğine”
Sahi bu işin arkasında siz yine biraz da, “iyi saatte olsunlar”ın “toplum mühendisliği” gibi bir hava sezinliyor musunuz? Özkök “konu mankeni” mi? Yoksa Hürriyet okurları test mi ediliyor?
Yazı dizisinin ilk günü, o beklediğim pırıltı yoktu haberde. 2. Gün de öyle.. Ali Bulaç bu vesile ile güzel şeyler yazıyor, ama bizim kesimden kimsenin Ali Bulaç’ı okumak için Hürriyet alacağını sanmıyorum. Kitapları, yazdığı gazetesi var.. Bulaç Hürriyet’te ödünç alınmış, eğreti, biraz da savunma kalkanı, iyiniyet ifadesi olarak meşruiyet gerekçesi gibi duruyor orada..
Bu ümmet, genel olarak bataklıkta açan güllerden hazer eder.
Selâm ve dua ile..

3 Eylül 2009 Perşembe

YUNUS EMRE TOZAL

Nazar-ı Hikmet

Hikmeti yitirdiğimiz günden beridir, kâinatı okuyamadık, kâinatı okuyamayınca kendimizi okuyamadık, kendimizi okuyamayınca da Rabbimizi okuyamadık. Hikmet hayatımızdan çıktığı an ötekileştik, dünyevileştik, kendimiz olmaktan çıkıp başka bir varlık haline dönüştük.

Parçalandık, bölündük, ayrıldık. Bütünü gözden kaçırdığımızdan hikmeti kaybettik. Modern insan bütün olanı, daireyi göremediği için kalabalıklar içerisinde yalnızlıkları oynamaya mecburdur. Teknoloji, para, güç, konfor, cinsellik, bencillik, eğlence, rekabet, hırs ve tüketimin bütün gücüyle insanı tutsak kıldığı, pragmatist felsefenin hâkim olduğu yeni bir dünya düzeninde anlamımızı arıyoruz. C.Pavese’nin şu sözü aslında bu durumu özetliyor:

“Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.” Dünya döndükçe küreselleşiyoruz, küreselleştikçe bizi “biz” yapan değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Hissizleşiyoruz, hissizleşen yüreğimize bombalar atılması gerekiyor uyanmamız için. Dünyayı imar etmek görevli halifeler olduğumuzu, yüreğimizi fethetmemiz ve yürekleri fethetmemiz gerektiğini, hikmet-i nazar-ı unuttuk mu? Kainata hikmet nazarından bakamadığımız için mi, anlamdan, vahiyden uzaklaşıyoruz?...

Eşyaya hikmet nazarından bakabilmek, hakkın tüm varlık âleminde kendini açımlarken; tecelli ederken onda var olan hikmet de tüm varlıklara yansıyacağından insanın eşref-i mahlûkat olduğunun idraki anlamında mühimdir. Eşyaya yansıyan hikmet, Varlık açılımının aynı zamanda bir bilim açılımı da olacağını fark edersek, anlamın doruk noktasına; vahye yolculuk yapar, Hıra’mıza çıkarız; kendimizi anlamanın ötesinde bize ruhundan üfleyen El-Vedud’u anlayabilme, idrak edebilme; tefekkür edebilme noktasına adım atmış oluruz. Bazı tasavvufî akımlarda bilen ile bilinenin bir olmasını, “ittihadü’l âlim ve’l ma’lum” şeklinde formüle edilişini şöyle açıklayabiliriz:

En yüksek noktadaki bilgiye bütünleşerek ulaşmak. Hakikati tavaf eden insanın, tavaf ettikçe hakikate yaklaşması… Eşyaya nazar-ı hikmetle bakarak insanın kendisine zulmetmemesi, kendisini bulunduğu konumdan ayırmaması… W. Chittick bazı mutasavvıfların, Allah’ın yaratma sevgisinin âleme varlık bahşettiğini söylerken bunun hemen arkasından, mütekabil insanî Allah sevgisinin Allah’la yarattıkları arasındaki mesafeyi yakınlaştırdığını ilave ederken, mutasavvıfların Hz. Peygamber’in ‘Allah vardır ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu’ sözünü böyle yorumladıklarına dikkat çekmiştir.

Başka iklimler yönlendiriyor kalplerimizi, eviriyor çeviriyor, inşa ediyor hayatımızı… Acı olan, kayboluşumuzun farkına varamayışımız; en büyük kayboluşun aslında kayboluşumuzu fark etmeyişimiz olduğunun bilincinde olamayışımız. “Arzularını yaşamaya bak”, “Anı Yaşa”, “Gülümse”, “Bu fırsatı kaçırma, mutlu ol” gibi telkinlerin aslında nefse itaati telkin ettiğini, hedonistçe yaklaşımların “tüketiyorsan, mutlusun” sözleriyle içimizi şeytana çevirdiğini ne zaman fark edeceğiz? J. J. Rousseau şöyle yazmıştı: “Çocuğun daha duygu dünyası gelişmeden, zihin dünyasına çok ağır, programlar yüklüyoruz… Size ben bir çocuk teslim ediyorum. Bu çocuk doktor olsun, hâkim olsun, rahip olsun diye değil, adam yani insan olsun diye teslim ediyorum.” Adam yetiştirmeye çalışmak bu kadar zor mu?...

İçini Boşalttığımız Kavramlar

Muallimi Allah olan bir sınıftır dünya.
Allah’ın himayesinde bir tahsildir hayatımız.

Mukaddes ders kitaplarımız, tarih boyunca Rabbimizden insanlara gönderilmiş kitaplardır. Bunların Kur’an hariç diğerleri tahrif edilmiştir.

Peygamberler muallimi Allah olan sınıfta, hatalarımızı, yanlışlarımızı, sıratım müstakimden sapabileceğimiz, kayabileceğimiz, düşebileceğiz noktaları öğrendiğimiz Allah’ın elçileri. İnsanı “insan” yapan tarafını hayatıyla, mücadelesiyle, örnekliğiyle dile getiren; insanı eşref-i mahlûkat yapan özelliğini hatırlatan Allah’ın sevgili kulları…

Kıyamete kadar müfredatı güncel ders kitabımız Kuran.

Ders kitabını hayatına tatbik eden, uygulayan talebelerin ismi Müslüman, mümin, muvahhid.

Hakikati tavaf eden müminlerin mücadelesinde direnenlerin, bu yolda malıyla, canıyla, kalemiyle cihat edip canını ortaya koyanların, mücadele edenlerin, direnişi dirilişe çeviren müminlerin ismi Mücahid, şehit.

Silkinip okuma eylemine girişmeli. İnsanoğlunun omzunda dağların taşıyamadığı bir yük var. Yolu uzun ve kavisli. Her an yoldan çıkma, yoldan kayma tehlikesinin bulunduğu bir yol… Suçlular olarak ortalıkta gezerek suçlu arıyoruz pervasızca… Niçin hâlâ başımızı duvarlara vurduğumuz halde, kurtulamıyoruz hafakanlardan? “Ey insanoğlu, seni kerim olan Rabbine karşı aldatan nedir?”² sorusuna niçin cevap vermekte zorlanıyoruz?...

Bir duruşumuz olmalı…

Karanlıklardan korkmadığımızı kanıtlamalıyız semaya. Hafakanları korkuttuğumuz belli olmalı duruşumuzla. Loş çığlığımızı en kuytu karanlıklara saklamamalı, haksızca korkutulan kuşları şefkat kafeslerinde /avuçlarımızda/ besleyebilmeliyiz…

Bir duruşumuz olmalı…

Ağlayan güllerin mehveş süveydalarını ve solgun yaprakların ümitsizliğini ılık bir titremeyle bahara adamalı. Kıyam gününe hazır bekletilmeli güller ve yapraklar… Her acıyla filizlenen çiçeği, her aşkıyla pembeleşen gülü ekmeli gamzelerimize… Ve ardından göğü mesrur kanat çırpınmaları kaplamalı… Duruşumuzla ölüme hazır olduğumuzu anlatabilmeli kainâta!...

Bir duruşumuz olmalı…

Asiliğe asillik içerisinde cevap vermeli ve ardından kapanan kapılara aldırmamalı. Acımalı fakat her zaman münzevi duyguların arasında kalmalı… Mütedeyyin olmalı, mütebessim olmalı…

Bir duruşumuz olmalı…

Havanın kaprislerine güneşin secde etmeye gidişi de eklenince bir mum gibi aydınlatmalı karanlıktan korkanları. Elimizde çomak, yüreğimizde aşk ile yol almalı dervişçe çöllerde…
Sevgiyle çağırmalı bulutların ağlayışlarını... Ve toprağa düşen cemrelerce hissetmeli yangını yüreğimizde…

YUNUS EMRE TOZAL

Kâinatı, Kendini ve Rabbini Okumak

Modern çağın parçalanmış kimlikleriyiz. İstemediğimiz, bize ait olmayan bir hayatı yaşamaya mecbur(mu) bırakılıyoruz. Farkında olmadan ötekileşiyoruz, ötekileştiriyoruz, tek(tip)leşiyoruz, tek(tip)leştiriliyoruz.

Modern çağ yeni kavramlarla, yeni kelimelerle, yeni algılarıyla hayatımızı alt-üst etti. Evine giren insan, evini bir Hıra’ya dönüştüremediği ve nefsini dizginleyemediği için tutsak kaldı. Aile içi iletişimsizlikten ziyade teknolojinin sunduğu imkânlar ile sanal diyaloglar kurulmaya başlandı. Hayatımızı işgal eden, insanı sanal bir varlığa çeviren bu iletişimsizliğin temelinde, insanın bilinçsizliği; şuursuzluğu yatıyor elbet. Eşyayı kendisine ilah edinen insan, ilk emri “oku” olan Rabbini nasıl tanıyacaktır? Şahsiyetini inşa edemeyen, iç dünyasının eğitimini tamamlayamamış insan, yüreğini fethedememiş insan, kendi yüreğini nasıl fethedecek ki başkalarının da yüreklerini fethedebilsin? Çevremizdeki dünyayı düğmeye basmakla idare ettiğimiz zannına kapılıyoruz. Kumandalar, klavyeler, cep telefonları… Düğmeye basmakla “ol”duğumuzu, varoluşumuzu gerçekleştirdiğimizi sanıyoruz. Düğmeye basmakla sesini açtığımızı sanıyoruz dünyanın. Düğmeye basmakla vicdanımızdaki sükut çığlığımızı susturduğumuzu mu sanıyoruz?...

Modern dünyanın sunduğu hayat perspektifiyle imtihan üzere dünyaya gönderilen insanın mecbur bırakıldığı kötülük-iyilik algısı bilinçsizliği ve bunun ötesinde de hayatını bilinçsizlik üzerinde sürdürüyor olması, insanı, insanlığı, kaçınılmaz bir kargaşaya sürüklüyor. Başka bir ifadeyle, bölüştürülmüş bir ayrılık içinde siyah ve beyazın, doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün, hak ile zulmün belirsizliğinde, ayrı oluşlarının bilinçsizliğinde yaşıyor insan. Dolayısıyla modern zamanlara has modern hastalıklar yaşıyor insanlık. Anksiyete ve şizofreni gibi hastalıklar, en sağlıklı insanların bile her an yaşayabilecekleri ruhsal bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar konumunda olması şaşırtmamalı bizleri. Jaques Ellul bu yüzden makineleşen insanın tekrardan özgürlüğünü kazanmasına, güzel şeyler hayal etmesine umutsuzca bakıyordu: Tabiatın veya koşulların ondan talep ettiği adaptasyonlarda ne olursa olsun teknik özelliklerinde ve seyrinde kendine özgü olmaya değil, daha fazla kendisi olmaya zorluyor. Asimile ettiği her şey onun özelliklerine güç katıyor. Güzel, hoş bir şeye dönüşmesini ummak boşuna.”

Modern yaşamın coşkunluğunun, hazzın sonuna kadar tatmin edilebilirliğinin ve yaşamdaki mutluluğun sadece haz ile elde edilebilir inancının duygu patlamalarına yol açacağını, ne kadar bayağı ve anlamsız oluşunu iş işten geçtikten sonra mı öğreneceğiz? Teknolojinin esiri altında bambaşka hayatlar yaşayan insan nasıl kendisine gelebilir? Modern dünyanın baskını altına alınan insan, baskı altına alınan bilgiye nasıl ulaşılır? Savaşarak mı? Tahrir Vazifeleri adlı kitabında İsmet Özel bu konuya şöyle değinir:

“Eşya eşittir insan denkleminin bozulabilmesi, eşya aracılığıyla bir durum (statünün) değil de, bir bilgi, bir bilme türü açığa çıkıyorsa mümkün olabilir. Bu da ancak dil yoluyla itminan sahibi olabilen insanların kültürü biçimlendirdikleri şartlarda gerçekleşir. Eğer insan hayatı teknoloji ve piyasa arasında kurulan koalisyonun sultası altındaysa ve insanlar eşyayı (gücün, refahın) bir işareti saydıkları halde, eşya insanın (kimliğini, kişiliğini) işaret etmiyorsa toplum hayatında yapısal bir baskı ve şiddet yürürlüktedir. Bu baskı bilgiyi örter. Demek ki bilginin aydınlığa kavuşması baskının savılmasını gerektirir. Dil yoluyla itminan sahibi olmakla savaşçı olmak böylece aynı kapıya çıkar.”

Sekülerleşmiş insan, bugün için hakikat zemininden son derece uzakta yaşamaktadır. Maskeli yaşam insanı hakikatten uzaklaştırmakla kalmamış, haz, heyecan, şöhret, makam-mevki sevgisi gibi insanı kendisine tutsak bırakarak, insanı tahrif eden yönleriyle menfaatçilik kapanına kıstırmış, modern birey haline dönüştürmüştür. Onun için doğru, güzel olan; hak olan, acele problemler ve yakıcı sorunlar olarak sürekli önündedir. Maskesini çıkaramadığı müddetçe de önünde olacaktır, vicdanının sesini susturamayacaktır.

Doğrunun bir yalan olmamasını, iyinin kötüye dönüşmemesini, güzelliğin yerini çirkinliğe bırakmamasını, zulmün adaletin yerine ikame edilmemesini ve insan hayatının kargaşa içinde yuvarlanmamasını garanti eden üstün bir yasa; adalet; güvenlik var mıdır? Bir koşturmaca içerisindeyiz. Kuytu kuyulara düşmüşüz. Hak ile batılın mücadelesi içerisinde yüreğimiz bir kıvılcım bekliyor. El-Vedud’’a yâr olabilecek bir kıvılcım… Kâinata eşref-i mahlukat olarak gönderilen insan, nereden, nasıl başlamalı ki, zulmün yerini adalet alsın, çirkinliğin, fenalığın ve azgınlığın yerini güzellikler alsın, iyi kötüye dönüşmesin?...

MUSTAFA İSLAMOĞLU

ALLAHım!
Ey alemlerin Rabbi!
Ey sevgiyi sevgiyle yaratan!
Ey seven, sevdiren ve sevindiren!
Ey rahmetin sonsuz kaynağı!
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Ey gönüllerin mutlak hakimi!

Ey zâtını hamd ile azîz olduğum!
Ey zâtını hamdden âciz olduğum!
Ben, layıkıyla övemem Seni!
Sen, övdüğün gibisin kendini!
Seni, layıkıyla ancak Sen tanırsın!
Seni, layıkıyla ancak Sen översin!
Hamd’im Sana mahsustur, senâm Sanadır!
Umudum, korkum ve sevdam Sanadır1
Özümü Sana çevirdim, Sana tutundum!
Elimi Sana açtım, gönlümü Sana sundum!

Beni kovmaz diye kapına geldim
Affı boldur diye affına geldim
Tuttum günahımdan yüzüme perde
Kulluk edemedim lütfuna geldim!

ALLAHım!
Kanadı kırık bir kuş gibiyim.
Uçsam uçamıyor, göçsem göçemiyorum.
Yarım bırakılmış bir düş gibiyim.
Yardan da serden de geçemiyorum.
Menzile erememe korkusu sardı benliğimi
Kolum kanadım kırık, gönlüm bin pare!
Ey kalpleri evirip çeviren, ey gönüller sahibi!
Yaraları saran, dağılanı toplayan Sensin!
Varlığım Senin varlığının şahidi
Varlığım Senin rahmetinin şahidi

ALLAHım!
Ey Vedud olan!
Hem seven, hem de sevilmeyi dileyensin.
Ey varlığı sevgi olan, ey sevginin sonsuz kaynağı!
Biz var ettiğini severiz, Sen sevince var edersin.
O sonsuz hazinenden bizim için de bir sevgi var et!
O sonsuz sevgi selinin içine bizi de kat; sev bizi!
Sen seversen sevdirirsin; sevdir bizi!
Sevdiğini cennetinle sevindirirsin; sevindir bizi!

ALLAHım!
Varsın, bütün kainat varlığının aynası.
Birsin, bütün mevcudat birliğinin şahidi.
İnanmışız her ne ki tek, o Yaratan’dır
Biliriz ki her ne ki çift, o yaratılandır.
Her şey Sana muhtaç, hiçbir şeye muhtaç değilsin Sen.
Ehad’sin, Vahid’sin, Samed’sin Sen!

ALLAHım!
Maddedeki her atomun tesbih ettiği Sensin.
Nefes alan her canlının zikrettiği Sensin
Akıl emanet ettiğin her varlığın aklettiği Sen
Duyan ve duyuran her duyunun hissettiği Sensin.
Kadr ü kıymet bilenlerin şükrettiği Sen
Varlığı nimet bilenlerin hamd ettiği Sensin!

ALLAHım!
Yalnız Senden yardım diler yalnız Sana kulluk ederiz.
Seni sığınak, barınak, tutamak bilir Ya ALLAH deriz.
Şeytandan Sana sığınır e’uzü billah deriz
Her işe Seninle başlar bismillah deriz.
Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz.
Versen de alsan da elhamdülillah deriz
Hayran kaldığımızda maşALLAH,
Pişman olduğumuzda estağfirullah deriz.
Sevindiğimizde ALLAHüekber,
Üzüldüğümüzde inna lillah deriz.
Canımız sıkıldığında fe-sübhanALLAH,
İlendiğimizde katelehumullah deriz
Zafer kazandığımızda nasrun minALLAH,
Rızık kazandığımızda er-rızku ala’llah deriz
Bir işi arzu ettiğimizde inşALLAH
Bir işi başardığımızda bi-izni’llah deriz
Güçlük karşısında la-havle ve la-kuvvete illa billah
Söz verdiğimizde vALLAH ve billah deriz.

ALLAHım!
Ben kulum, Sen ALLAH’sın.
Ben isteyenim, Sen verensin
Ben susayanım, Sen su verensin
Ben muhtacım, Sen ihtiyaç giderensin
Ben kendine yetmeyen, Sen her şeye yetensin
Ben beni bilmeyen, Sen beni benden iyi bilensin.
Ben bende olmayan, Sen şahdamarımdan yakın olansın.
Kul kulca ister, Sen ALLAH’ça verirsin
Halim arzuhalimdir, duruşum duam
Sensizken neyim var, Senliyken ne gam?

ALLAHım!
İmanı olanın imkanı tükenmez
İmandan ve Kur’an’dan ayırma!
Kur’an’dan mahrum kalana ışık erişmez
Kitaba uyanlardan kıl, kitabına uyduranlardan kılma!
Kur’an’ı bizden razı, bizi Kur’an’dan razı kıl!
Hesap gününde Kur’an’ı şahit kıl, şekvacı kılma!
Kur’an’ı bize aç, bize Kur’an’ı aç
Susuz yüreklere vahyi ellerimizle saç!
İnsanlık zaman çölünde bu suya muhtaç Ya Rabbi!

ALLAHım!
Sorunlarımızın elinde imanımızı kar gibi eritme!
İmanımızın elinde sorunlarımızı kar gibi erti.
Bizi dünyalıklarımızın altında at etme.
Dünyalıklarımızı altımızda Burak et!
Sahip olduklarımızın bize sahip olmasına izin verme!
Aklımızı ak, aşkımızı ak, yüzümüzü ak eyle!
İmtihan potasında bizi cevher et, cüruf etme!
Bize götüreceğimiz yükü yüklet!
Götüremeyeceklerimi yükletme!
Kahrından lütfuna sığınırız ALLAHım!
Celalinden cemaline sığınırız ALLAHım!
Senden Sana sığınırız ALLAHım!
Yalnız Sana sığınırız ALLAHım!

ALLAHım!
Beni ALLAH’la aldatanlardan etme!
ALLAH’la aldatanlara aldananlardan etme1
Şeytanın eylemlerimizi süslemesine izin verme!
Şeytanın süslediği emellerimize izin verme!
Bana Hz Adem’in tevbesini, Hz Nuh’un direncini ver.
Hz İbrahim’in imanını, Hz İsmail’in teslimiyetini ver.
Hz Yakup’un dirayetini, Hz Yusuf’un iffetini ver
Hz Musa’nın celadetini, Hz Harun’un sadakatini ver.
Hz Davud’un sadasını, Hz Süleyman’ın gayretini ver.
Hz Eyyub’un sabrını, Hz Lokman’ın hikmetini ver.
Hz Zekeriyya’nın hizmetini, Hz Yahya’nın şahadetini ver.
Hz Meryem’in adanmışlığını, Hz İsa’nın safiyetini ver.
Ve Hz. MUHAMMED (s.a.v)’in muhabbetini ver Ya Rab!

ALLAHım!
Bana eşyanın hakikatini göster.
Bana hakikate itaat, batıla isyan liyakati lütfet.
Dininin derdini derdim kıl, özel dertlerimi satın al.
Öyle aziz dertlere mübtela kıl ki, dermana bakmayayım.
Bana, tadına doyum olmayan kerim acılar yaşat
İrademi inayetsiz, bilgimi hikmetsiz bırakma ALLAHım!
İmanımı gayretsiz, sadakatimi mesnetsiz bırakma ALLAHım!
Mizacımı fıtratsız, ahlakımı nezaketsiz bırakma ALLAHım!
Hayatımı muhabbetsiz, ahretimi cennetsiz bırakma ALLAHım!
İmanımı aklımın elinde esir etme!
Aklımı hissiyatımın elinde rezil etme!
Hissiyatımı şehvetimin elinde zelil etme!

ALLAHım!
Ağlamayan gözden, sızlamayan özden, kızarmayan yüzden Sana sığınırım.
Şirkten, küfürden, müşrikten,
Cahilden, gafilden, kafirden Sana sığınırım.
Harama dayalı servetten,
Hak edilmemiş şöhretten Sana sığınırım.
Korkaklıktan, pısırıklıktan, kıskançlıktan Sana sığınırım.
Hasetten, fesattan, kesattan, nifaktan,
Fısktan, fücurdan Sana sığınırım.
İftiradan, ihanetten, cimrilikten, kincilikten
Sana sığınırım.

ALLAHım!
Benliğimin yaktığı ateşte yakma beni!
Beni nefsime kul etme, kul et nefsimi Sana
Bir lahza dahi bana bırakma beni!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana
Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster!
Sen bildirmezsen bilemem, göremem göstermezsen.
Gönlüme huzur, gözlerime nur, dizime derman ver!
Sen “Ol!” deyince olur, olmaz “Ol!” demezsen.
Canana can, cana canan, kalbe ferman ver!
Al işte ellerim, uzattım Sana
Ne olur, ne olur bırakma beni bana!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana
ALLAHım, ellerimi bırakma!

ALLAHım!
Bırakma bizi!
Tut elimizi!

Amin…amin…amin….

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Modern şehirler, açından ölmüş ruhlar galerisidir. Fiyakalı bedenler, ölü ruhlara tabut olmuştur. Kur'an böyleleri için “giydirilmiş kalaslar” ifadesini kullanır. O andan itibaren, insanın 'insan' yanı ortadan çekilmiş, 'beşer' yanı öne çıkmıştır.

Ruh için, 'ölüm' bir mecazdır. Ruhlar ölmezler. Ama zaten, ölüm dediğimiz şey boyut değiştirmekten başka nedir ki? Ölüm yokluk değildir, ölüm intikaldir. Bu açıdan bakınca ruhun ölümünden bahsetmek, tıpkı ruhunu yitirmiş cansız bir ceset gibi, hayatın kadavralaşmasını getiren bir ruh intikalinden bahsetmektir. Sadece intikalinden değil, aynı zamanda “intiharından” bahsetmektir.

Açından ölecek kadar ruhu aç-susuz bırakmak, elbet bir intihardır. Fiziki bir intiharın sonucu cesedi mezara gömmektir, manevi bir intiharın sonucu ruhu cesede gömmektir. Ruha mezar kılınmış bir cesedin, yemekhane, yatakhane, işhane ve abdesane arasında hortum olmaktan öte yapacağı bir şey yoktur. Böyle birinin hayattan anladığı, aynı dünyayı paylaştığı diğer canlılarla ortak olan biyolojik hayattır. Böyle bir hayatın derinliği yoktur. Çünkü dünya ile sınırlıdır. Zaten, ceset tabutunda ruhun cenazesi, ancak öte yüzü olmayan tek dünyalı bir hayat anlayışıyla taşınır. Yoksa bir insan cesedini ruhunun mezarı yapmaya nasıl razı olur?

Bu vahim akıbeti önlemenin yolu, ruhun açlığını fark eden bir kendindelik halidir. Ancak kendinde olanlar fark ederler ruhların da acıkacağını ve susayacağını. Midenin açlığını beyne enzimler haber verir. Sahibini uyararak onu beslenmek için harekete geçmeye yöneltirler. Yani enzimler, bir tür iç “rasul”, yani “elçi”dirler. Onlar olmasaydı, insan kendi açlığından haberdar olmazdı.

Allah'ın Rasulleri olmadan da insan ruhunun açlığından haberdar olamıyor. Onlar birer ruh enzimi görevi yapıyorlar. İnsana ruhunun açlık ve susuzluğunu haber veriyorlar. Onu, ruhun gıdasına yönlendiriyorlar. Onu, ruhu var eden ve kendi emrinde tutan Allah'ın donattığı mükellef “gök sofrasına” davet ediyorlar. O sofra vahiyden başkası değil.

İnsanoğlu, neyi yiyince hayat bulacağını, neyi yiyince hayatının kararacağını o sofraya bakarak öğreniyor. Varlığı, hayatı ve kendisini o sofra üzerinden okuyor. O sofraya bakıp, sofranın sahibi ve kendisi hakkında bilgi ediniyor. O sofrada öğreniyor ruh ve onun halleri olan akıl, irade, bilinç, idrak ve izanın nasıl beslenip büyütüleceğini, nasıl korunup kollanacağını.

Ramazan, gök sofralarının tacı olan Kur'an vahyi kendisinde indirildiği için ayların sultanı oldu. Vahyin doğum ayının oruç suretinde kutlanmasının hikmeti, ruhların da acıkacağını, hatta açlıktan kırılacağını fark ettirmektir.

Ruhun açlığını fark eden, hayatın kadavralaşmasına razı olmaz. İnsanın kadavralaşmasına razı olmaz. Kendisinin kadavralaşmasına razı olmaz.

Aç ruhunu doyurmak için sahici beslenme kaynakları arar. Bu arayış onu kendi içine yöneltecek, kendi yüreğinin kapısına getirecektir. Tüm mesele de budur. Modern hayat, tüm unsurlarıyla, insanın kendinden uzaklaşması üzerine kurgulanmıştır. Kışkırtıcı cazibesiyle insana kendini unutturmayı hedefler. Kendini unutan insan kendini tutamaz. Kendini tutamayanın, kendini kaybetmesi mukadderdir.

Oruç tutmak, işte bu yüzden kendini tutmaktır. İnsan ne ziyan işliyorsa hep kendini tutamadığı için işlemektedir. Tutamadığı dilinin cezasını, tutamadığı elinin cezasını, tutamadığı nefsinin cezasını, tutamadığı içgüdülerinin cezasını, tutamadığı öfkesinin cezasını çekmektedir.

Kendini tutmak, kendinden yana olmaktır. Kendini tutanı, Allah'ın da tutacağı aşikârdır. Kendini tutmayanı, Allah niçin tutsun? Kendini tutmak için kendine yönelenin, içinde ilk karşılaşacağı Zat, kendine şah damarından daha yakın olandır. O'nun farkına vardığında, fıtratındaki kul olma ihtiyacının gerçek adresini bulmuş olacaktır. Bu onu kula ve nefsine kul olmaktan koruyacaktır.

İslam, işte bunun için insanlığın ilk ve son sığınağıdır. Çünkü insân-ı kâmil (insân-ı mükemmel değil) yetiştirme potansiyelini o taşımaktadır. İnsanın kadavralaşmasını, ancak İslam önleyebilir. Kafirler istemese de, bu böyledir. İslam var olduğu sürece, hayata dair umutlar hep var olacaktır. Hayatı içeriden savunan birileri hep var olacaktır.

Müslüman dünyaya savaş açan ve Müslümanları terörize eden egemen güçler, İslam'ın ruhunu kurtarmaktan söz ediyorlar. Bu çirkin bir ikiyüzlülüktür. İnsanlığın ruhuna tecavüz edenlerin, İslam'ın ruhunu kurtarmaktan söz etmeye hakları yok. Kaldı ki onlar, insanı kadavralaştıran bir geleneğin varisidirler. Kurtaracaklarsa, önce kendi ruhlarını kurtarmalıdırlar. Allah için oruç tutan bir tek Müslüman bulunduğu sürece, İslam'ın ruhu yaşayacaktır.

1 Eylül 2009 Salı

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kur'an ve Ramazan (2)

“Kur'an'ı sana nazil oluyormuş gibi oku!” Bu kadim tavsiye, bütün Kur'an okuma kılavuzlarının bir numarası olmak zorundadır.

Bunu söylemek kolay, fakat gerçekleştirmek zordur?

Tahmin ettiğiniz gibi zorun da zorudur, ama imkansız değildir.

Bunu gerçekleştirmek için önce ortada bir “sen” olmalı. Yani kendi kendinin farkında bir “ben”. Varlığını idrak etmiş bir ben. Bu idrakini gerçekleştirmek için varlık sancısı çekmiş bir ben. Bu sancıyla kendi kendini doğurmuş bir ben.

Ortada bir ben varsa, her benin bir de hakikat meselesi vardır. Dile dokununca “dil”i yakan, yani yüreği yakan bir meseledir bu.

Ben ve hakikatin bir araya geldiği yerde, bir yolculuktan söz ediliyor demektir. Bitimsiz bir yolculuktan... İnsanın kendisini sırtlanıp yola koyulduğu yolculuktan... Benden yola çıkıp sonunda yine bene vardığı yolculuktan... Yürümekle varılmayan, fakat varanların yürüyenler olduğu bir yolculuktan... Yolcunun aynı zamanda yol olduğu, yolun aynı zamanda yolcu olduğu bir özge yolculuktan.

Harita: Vahiy.

Rehber: Peygamber.

Pusula: Akıl.

Azık: İbadet.

Binek: Dünya ve tüm dünyalıklar.

Yolcunun akıl pusulası, sahte manyetik saptırıcılardan korunmalı ki, istikamet açısında bir sapma olmasın. İstikamet açısındaki milimetrik bir sapma her adımla büyüyecek, sonunda kilometrelere tekabül edecektir.

İstikamet açısı sapmış bir yolcuyu, her attığı adım, maksadına yaklaştıracağı yerde uzaklaştırır. Bu tıpkı cahilin dindarlığına benzer. Cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. İşbu nedenle her namazın farzı olan “istikbal-i kıble”, aslında bir istikamet kontrolüdür.

Peki, akıl pusulası manyetik tuzaklardan ve sahte saptırıcılardan nasıl korunmalı?

İşte bu noktada, Ramazan'ın sunduğu imkâna başvurmak gerek. Dahası, Ramazan'ı bize bir imkân olarak sunan maksada, yani vahye başvurmak gerek. Kur'an'ı bir fetiş nesnesi olmaktan çıkarıp, hayatı inşanın bir numaralı öznesi bilmek gerek.

Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Vahiy bu projeyi, tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa ettiği insanlar eliyle gerçekleştirir. Dün bunu mükerreren yaptı. Dün yaptığı şeyi bugün de yapar. Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isteyenlere rağmen yapar. Bu ilahi bir emanet olan vahye sadakatin gereğidir.

Varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmekle görevli olan insan, bilinen tarihi içerisinde kendisine verilen bu emanete her zaman sadık kalamamıştır. İnşa sorumluluğunu yerine getirme konusundaki her ihmal ve başarısızlık, insanoğluna pahalıya patlamıştır. Tüm peygamberler ve onlarla gelen ilahi mesajların nihaî amacı, insana unuttuğu ya da kasten terk ettiği inşa sorumluluğunu hatırlatmaktı. Emanete ihanet anlamına gelen her sorumsuzluk, sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda ahlakî yozlaşmayı derinleştiriyor, uyarıcılarını dinlememekte direnen toplum kendi kendisini çöküşe mahkûm ediyordu.

Allah-insan diyalogu anlamına gelen tüm ilahi vahiylerin zirvesini temsil eden Kur'an vahyi, rehberliğin kişilerden ilkelere geçtiğinin de habercisiydi. “Peygamberlerin sonuncusu”na gelen son vahiy olmasının anlamı da buydu. Bu aynı zamanda modern zamanların hangi istikamette gelişeceğini haber veren ilahi bir işaretti. İnsanlığın gelecekteki yönelişlerinin artı ve eksilerini göstermesi açısından da hayli anlamlıydı. Madem Allah'ın hayata sürekli müdahil olduğuna iman ettik, o halde modern hayatın da Allah'ın müdahalesi dışında olmadığına yüreğimiz basmalı. Kur'an'ın telkin ettiği iman bunu gerektirir.

Modern hayat bu perspektifle okunduğunda, insanlık tarihinin en büyük şanssızlığı olduğu gibi, en büyük şansı olma potansiyelini de içinde taşır. İnsanlık, tarihinin hiç bir döneminde modern dönemlerde olduğu kadar küresel bir sapmanın kurbanı olmamıştı. Fakat bu insanlık ailesine, tarihinin hiçbir döneminde tahayyül edemediği küresel bir istikamet tayini imkânını da birlikte sunmaktadır.

Bu imkânın kullanılması imana bağlıdır. Tüm Ramazanların kendisini takviye için teşri kılındığı imana.

Her mümin Ramazan'la ilişkisini bu imkânı kullanma açısından da gözden geçirmelidir.

Ramazan var oldukça, vahyin hayatı inşa umudu da var demektir.

30 Ağustos 2009 Pazar

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kur'an'ı yüzünden değil yüreğinden okumak!

Ramazan'ın şanındandır. Her mahallede mukabele okumaları başlayacak. Cıvıl cıvıl bir Kur'an iklimi saracak her yanı. Şeytanlar bağlanacak. Şeytanlar ki sürüsü bir para; görüneni, görünmeyeni. İnsan suretlisi, kravatlısı, papyonlusu, medyalısı, gazetelisi, sivili, resmisi, resmi hizmete mahsus olanıyla her tür şeytan.

Halkımız, Kur'an'ı yeni öğrenmeye “yüzünden okumak” veya “yüzüne okumak” adını verir. Hoş ve isabetli bir ad. Yüzünden veya yüzüne okumak tavsifi, öncelikle “ezberden okumayı” ayırmak için kullanılır. Öyle ya, ezberden okuyan, yüzüne okuyandan daha mükbuldür. Tabiî ki yüzüne okumak da, hiç okumamakla kıyaslandığında bir gelişmedir. Aslında hiç okumamanın da gerisinde bulunanlar var. Onlar “Kur'an'ın canına okuyanlar”. En rezil olanları da “Kur'an'a meydan okuyanlar”. Allah onların şerrinden emin eylesin.

Kullananların çoğu farkına varmasa da, aslında “yüzüne okumak” tabiri, anlamadan okumanın en basit şeklini ifade eder. Peki, anlamadan ve satırdan okuyanınki “yüzüne okumak” ise, ezbere okuyanınki nedir? Onunki yüzeysel okumadır, derinliğine okuma değil. Zira Kur'an vahyinin ilk emri olan “oku”, doğrudan anmayı içerir. Size biri “Oku, ama anlamasan da olur” dese, yüzüne “ Sen iyi misin?!” dercesine şaşkın şaşkın bakmaz mısınız?

Peki, böyle bir şeyi Allah der mi? Kur'an'ı “apaçık bir Arapça” ile indirdiğini söyleyen Allah! Ki Arapça ile indirilmesi, anlaşılması için insanların konuştuğu bir dille indirilmesi vurgusunu taşır. Kur'an'ı iki de bir “mübin” sıfatıyla (hem açık ve anlaşılır, hem de açıklayıcı) tavsif eden Allah... “Kur'an üzerinde hiç derin derin düşünmüyorlar mı?” buyuran Allah... Kur'an'ı “Tefekkür eden bir topluma” ithaf eden Allah... Sık sık “Ne kadar da azınız düşünüyor” diye tabir caizse sitem eden Allah... Yunus suresinin 100. ayetinde “Aklını kullanmayanı pisliğe mahkûm edeceğini” buyuran Allah...

Yüzüne okuma tabiri bana hep Türkçemizdeki “yüzüne gülme” tabirini hatırlatır. Sizin için iyi şeyler düşünmeyen biri, en azından sizinle samimiyeti bulunmayan biri size tebessüm ediyorsa, bunu “yüzüme gülüyor” diye ifade edersiniz. “Yüzden” olanlar, yürekten olmayanlardır. “Sathî yerine uydurulan “yüzeysel” kelimesi de bu vurguyu taşır: Derinden olmayan, sanki kazımaya kalksanız yerinde yeller esecekmiş gibi duran.

Kur'an'ı yüzünden okumak da, Kur'an'ın yüzüne gülmek gibi bir şey. Kur'an'la samimiyetini ilerletmek isteyen müminler, “mukabele” okuma işini, yüzüne okumayla sınırlı tutamazlar. Düşünün ki, hanımefendiler her Ramazan mukabele okuyorlar. Kimileri bu işi 10 yıldan beri, kimileri 20,30 hatta 40 yıldan beri yapıyor. Bunca senedir Kur'an'ın “yüzüne okuyan” bu hanımlar bir türlü derinden okumaya teşebbüs etmiyorlarsa, Kur'an onlara darılmaz mı yani, hep yüzüne güldükleri Kur'an'ın bir de içine, yüreğine gülmüyorlarsa... Hep yüzünden tanıştıkları Kur'an ile samimiyeti bir türlü ilerletemiyorlarsa... Yürekten tanışmayı denemiyorlarsa...

Kur'an'ı anlama çabası, onu “içinden okuma”, dahası, “yüreğinden okuma” çabasıdır. Allah kelimelerin kalbine manaları indirmiştir. Kelimelerin kalbine indirilen manalar mümin insanın da kalbine inmelidir. Bunun için, Kur'an'ın yüzünden okumak yetmez. Ta ciğerinden okumak şarttır. Kur'an'ın yüzüne gülene, Kur'an da yüzüne güler. Kur'an'ın yüreğine gülene, Kur'an da yüreğinden güler.

Ağzını açan anlaşılmayı ister. Gülün açması, bülbülün ötmesi, kuzuların melemesi bile bir mesaj taşır. Yani “anlamanın” konusudur bütün bunlar. Kâinattaki her sesin bir manası vardır. Peki, İlahi sesin manası olmasın mı? Allah abesle iştigal etmekten münezzehtir. Kaldı ki vahiy bir “tilavet kitabı” değil, bir “hayat kitabı”dır. Bu yüzden hayata inmiştir. Onu değiştirmek için, kendi ifadesiyle muhataplarını “karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için” inmiştir.

Kur'an'ın aydınlığı, onu anlayan bir akla ve kalbe düşer. Düşünsenize bir, “Ben anlamıyorum, ama yaşıyorum” demek nasıl bir garabettir? Sahabe-i kiram, on ayet alırlar, onu iyice anlar, özümser ve yaşarlar, sonra bir on ayet daha alırlarmış. Biz birbirimize sahabenin Kur'an karşısındaki bu ciddi duruşunu anlatacağımıza, falancanın bir gecede Kur'an'ı kaç kez hatmettiği türünden asılsız fasılsız menkıbeleri anlatıyoruz. Dolayısıyla, Kur'an tasavvurumuz da “anlamaya ve yaşamaya” odaklı bir tavavvur olmaktan daha çok “otomatik tekrara” dayalı bir tasavvur olup çıkıyor.

Sonuç mu? Sonuç ortada: Kur'an, dünyanın en çok okunan fakat en az anlaşılan ve yaşanan kitabı olup çıkıyor.

Ramazan mukabelelerini, Kur'an'ı hayata taşımak için bir vesile bilelim. Binlerce, on binlerce evden yükselen Kur'an tilaveti, önce anlamayı hedefleyen bir Kur'an kıratına dönüşsün, sonra da hayata. Binlerce, on binlerce evden yalnızca Kur'an sedaları değil, bununla birlikte Kur'anî bir hayat yükselsin. İşte asıl o zaman Ramazan gelir. Gelir ve hiç gitmez. Gelir ve Kur'an'ın diriltici soluğunu alır getirir. Getirir de bedenini ölü kalbini taşıyan bir tabut gibi gezdiren canlı cenazeleri diriltir.