7 Şubat 2009 Cumartesi

Biz bu 28 Şubat'ı niye yapmıştık yav?

Şimdilik herkes CHP'nin Kur'an kursu açılımına şaşadursun, suya battığı öne sürülen o meşhur "çarşaf açılımı"nın ayrıntılarına dikkat kesilmenin daha isabetli olacağını düşünüyorum.

Ne kadar zaman önceydi; bazı çarşaflı hanımların CHP'ye kayıt olmak için sıraya girdiği ve Sayın Baykal'ın da yakalarına altı oklu rozet taktığı görüntüler hakkında hepimiz şöyle düşündük: "Çarşaflı hanımlar CHP'li olmak için samimi davranıyorlar, içlerinden gelmiş, CHP'ye kayıt yaptırıyorlar." Böyle düşünürken bir kısmımız �bunların içinde ben de varım elbette-, rozet takılanları değil, takanları samimiyetsizlikle itham etmeye vardırdık düşünceyi.

Aa, öyle değilmiş; meğer bu çarşaflı hanımlar, Eyüp Belediyesi için CHP'den aday olmaya niyetlenen bir işadamının "yakınları" imiş ve bu "yakınlarım, dostlarım" dediği kişilerin sayısı �kendi ifadesine göre- 7 hattâ 15 bini buluyormuş. Bilahire adaylık sürecinde birtakım derneklere abartılı bağışlar yapılması istenince işkillenmiş ve neticede kendisiyle birlikte 7 bin civarında �ve Erzurumlu oldukları ileri sürülen- yakın dostları parti rozetlerini çıkarma toplantısı düzenleyip CHP'den istifa etmişler.

Yahu bu ne ferâsettir; bunlar ne yaman politik manevralardır?

Meselenin "dedi ki, dedim ki" faslı uzun, ayrıntıları geçiyorum; bir mânâda akıl sağlığımı muhafaza telâşında, siyaset sosyolojisi nokta-i nazarından gözlerimin faltaşı gibi açılmasına yol açan bu hadisenin sarsıntısından kurtulmaya çalışmaktayım resmen!

Doğu'da, Güneydoğu'da bir aşiret mıntıkasından bahsetmiyoruz; İstanbul'un orta yeri, Eyüp'tür burası ve Eyüp'te bir şahsa bağlı 7 ilâ 15 bin arasında sempati oyundan, "şahsa bağlı seçmen desteği" söz konusudur (Acaba ne kadarı doğru?). Öyle kuvvetli bir destek ki çarşaflı destekçiler bile, ilk bakışta çaşaflı kadınlar için pek tuhaf bir adres gibi görünen CHP'ye üye yazılmaya ve altı oklu rozet takmaya rıza gösterebiliyorlar.

Ezber bozan bir görüntü; pragmatizmin şâhikası; siyasî davranış öngörülerinin altından geçen akıllara ziyan bir dehliz; belki tüp geçit?

Gelelim Kur'an kursu açılımına: CHP'nin, Kocaeli Belediyesi için adaylığa münasip gördüğü Sefa Sirmen'in gösterdiği esbâb-ı mûcibeye şapka çıkarıyoruz; diyor ki: "Dinimizin kurallarını, kitabını en iyi şekilde öğrenmek herkesin hakkı. Biz bütün ailelerin gönül huzuru içinde çocuklarını gönderebileceği, en iyi şekilde din eğitimi alabileceği kurslar açacağız; biz din istismarı yapanlardan değiliz ama bunu yapanlardan daha fazla dine ve dindar insanlara saygı duyuyoruz." Bu, "At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin" neviinden bir seçim vaadine benzemiyor; nitekim Baykal, Sirmen'in düşündüğü Kur'an kursları için "doğru proje" diye buyurmuş. Belki bu yolla CHP güdümünde yeni bir Halkevleri projesi düşünülüyor; olamaz mı?

Vaktiyle "28 Şubat süreci bin yıl sürecek" diyen eski Genelkurmay başkanının adını düşünüyorum iki saattir, bir türlü aklıma gelmiyor; kimdi sahi, Org. Kıvrıkoğlu muydu?

Her seçim sath-ı mailine girildikte CHP'nin kimyâsında husûle gelen bu hayırhah değişiklikler, insana "keşke her yıl bir seçim olsa" dedirtecek derecede şaşırtıcı. Seçim yaklaştıkça CHP, milletin kalbine doğru hamle ediyor; bu gibi açılım, daha doğrusu "saçılım"ların samimiyeti hakkında şüphe duymuyorum. Dine, dinî sembollere, kurumlara, ritüellere karşı cepheden değilse de yan cihetten yüz ekşiten CHP geleneği, her seçimden aldığı darbelerle sersemlemiş bir hâletle çıkınca galiba aşağılık kompleksine kapılıp akıllarına ilk gelen "dinci" politik yatırımdan hisse senedi alıyorlar.

Bu durum, daha önce yaptığım tahminleri doğruluyor; âkıbet merkez sağ partilerinin, başta AK Parti olmak üzere hızla insânî sol siyâsete doğru blok değiştirip, AB ve muasır medeniyet standartlarıyla hem�âhenk vaziyete gelirken, başta CHP olmak üzere sol gibi görünen partilerin, tekneyi iyiden iyiye muhafazakâr, sağ kıyılara oturtacağı şeklindedir; bu süreçte DSP'nin �Allah gecinden versin, Rahşan Hanım'dan sonra- nereye savrulacağını kestirmek, muhtemel kaotik santifrüj sebebiyle imkânsızdır! Bakın buraya yazıyorum; bu adam vaktiyle söylemişti dersiniz!
A. TURAN ALKAN

Yeşilçam, Müslümanlardan özür diler mi?

Bir önceki yazımda 'Hollywood Müslümanlardan özür diler mi?' sorusunu yöneltmiş, bu sual çerçevesinde sinema, inanç, önyargı ve imajlar üzerine düşüncelerimi örnekler üzerinden sizlerle paylaşmıştım. Aslında o kadar uzaklara gitmeye gerek yoktu, bu keskin suali sormak için. Kendi sinemamızın çizdiği Müslüman tiplemesi ne kadar önyargıdan uzaktı ki; Amerikan sinemasından hakperestçe bir tavır beklenebilsin?

Müsaadenizle önce önyargı ve imaj konusundaki ölçüyü paylaşayım sizlerle: Şayet bir zümreden bahsedilirken hep aynı klişe kullanılıyorsa orada mutlaka bir önyargı var demektir. Kimden bahsederseniz bahsedin, durum hep aynıdır; ayrımcılık yapılmaktadır, nefret suçu işlenmektedir. Bir topluluk hep aynı insan tiplemeleriyle anlatılıyorsa ve bu tip daima kötüyse; bu arada 'karşıt' tipleme ile bazı insanlar da hep iyi olarak takdim ediliyorsa işin içinde mutlaka bir peşin hükümlülük vardır. Çünkü hiçbir topluluk topyekûn 'iyi' ya da 'kötü' olamaz.

Türk sineması, çok uzun yıllar dine karşı, dindara karşı negatif bir tavır almış ve bazı tiplemeler yaparak bir klişe oluşturmaya gayret etmiştir. Yakın zamana kadar din adamı, kadı, hacı, hoca gibi tiplemelerin neredeyse tamamı olumsuzdur. Bu tipleri seçerken genelde dış görünüşü dindar; ancak iç dünyasında sahtekâr insanlar resmedilmiştir. Bu tiplemenin istisnası hiç mi yoktur? Maalesef yoktur; üstelik onlarca sene sürdürülür bu tek tip insan vurgusu.

Meseleyi sadece senaristlerin ya da yapımcıların dine karşı takındığı olumsuz tavırda aramak yanlış olur. Mesela konunun bir yanı devlet politikalarıyla kesişir. Cumhuriyet'imizin ilk kuruluş aşamasında 'yobaz din adamı' tipine kurgusal bütün eserlerde (roman, hikâye, tiyatro eseri) rastlamak mümkün. Dindar tiplemesine (ya da diğer kitleler hakkındaki genel önyargılara) siyasetin çizgisiyle bakılmadıkça doğru sonuca ulaşılamaz. Dindar tiplemesi de bu yüzden Tek Parti döneminden AK Parti dönemine kadar değişik biçimlere girer.

Cumhuriyet'in kuruluşuyla başlayan negatif 'hacı-hoca' tiplemesi, sonraki yıllarda da devam eder ve halk bu durumu 'din düşmanlığı' şeklinde algılar. Belki o algıyı haklı çıkaracak nedenler de var; ancak asıl konu, sadece dine inanmak ya da onu inkâr etmekle ilgili değildir. Yeni bir rejim kurulmuştur ve her yeni rejim gibi genç Türkiye Cumhuriyeti de bir önceki dönemin kötülenmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu yüzden 'eski'ye ait bütün değerler kötü gösteriliyor, 'yeni'ye dair bütün semboller yüceltiliyordu. Eski'yi temsil eden bütün kişiler 'hain, yalancı, işbirlikçi, düzenbaz vs.' olarak perdeye yansıtılıyordu. Buna mukabil yeniyi sembolize edenler de 'idealist, çalışkan, fedakâr vs.' rolüyle insanların huzuruna çıkıyordu. Eskinin sembolü hacı, hoca, kadı; yeninin timsali ise öğretmen, doktor, mühendisti...

Aslında içten içe çarpıştırılan din ve bilimdi. Açıktan açığa her şeyin söylenemediği yerde kavga; gelenek ve modernizm üzerinden yürütülüyordu. Seyirciye sunulan tabloda geriye dönüşü temsil edenler (irticacılar) ile pozitivizmden beslenen aynı zamanda millî sembollerle halka tutunmaya çalışan (ilericiler) vardı. Bu semboller daha sonra isim ve şekil değiştirdi; ancak tiplemeler değişmedi. Yenilikçiler daima 'aydın kafalı ve ilerlemeci'; gelenekçiler ise daima 'gerici' ve 'örümcek kafalı'ydı.

Görünen o ki; sinema tarihimizdeki yönelişlerle demokrasi tarihimizin izlediği rota arasında sıkı bir bağlantı var. İnanç ve ifade özgürlüğü genişledikçe insan tiplerinde de değişimler yaşandı. Tek Parti dönemi, çok partili hayata geçiş, darbe yılları ve solculuğun moda haline gelmesi, milliyetçi akımların güçlenmesi, muhafazakârlığın artması... Gelin bu ana eksenleri çeşitli evrelere göre kısaca anlamaya ve anlamlandırmaya çalışalım.

Tiyatrocular dönemi ve yeni rejimin inşası

Sinema tarihimize 'Tiyatrocular dönemi' diye geçen zaman diliminde (1922-1939) ses getiren bazı filmlere eski nizamın yıkılması, yeni sistemin inşası gözüyle bakmak; yapılanları bu mantıkla kavramak gerekiyor. Bu dönemin en baskın kişiliği şüphesiz Muhsin Ertuğrul. Ateşten Gömlek (Halide Edip) o dönemin Kurtuluş Savaşı konulu ilk başarılı örnekleri arasında kabul edilmekte. 1923'te Ertuğrul'un beyazperdeye yansıttığı Bir Millet Uyanıyor adlı film ise daha sonra yapılacak Kurtuluş Savaşı filmlerinin unutulmaz numunesidir. Bu tür filmlerde verilen mesajlar, yeni bir devlet kurmanın heyecanını yansıtıyordu. O dönemde yine Muhsin Ertuğrul imzası taşıyan ve din adamı tiplemesinde pek çok filme prototip olan iki filmden özellikle bahsetmek gerekiyor: Aynaros Kadısı ve Bir Kavuk Devrildi.

Aslında tiyatrocular döneminin daha ilk yıllarında Nur Baba (1922) filminde karşımıza bir Bektaşi şeyhi çıkar. O da şehvet düşkünüdür, muhteristir, düzenbazdır; üstelik Bektaşi tekkeleri de âlem yapılan mekânlardır. Daha yeni rejimin kurulmadığı bu dönemde Bektaşilerin sinema setini basması ve bazı olayların yaşanması Alevi, Bektaşi tiplemelerinde daha dikkatli davranmaya zorlamıştır. İlerleyen yıllarda Bektaşilik, bu kadar açıktan zikredilmez; sadece şeyh (bazen de şıh telaffuzuyla) ve tekkeler ele alınır. Orada da eski-yeni çatışmasına göndermeler vardır hep...

Musahipzade'nin 1927'de tiyatro eseri olarak kaleme aldığı, Muhsin Ertuğrul'un 1938'de beyazperdeye taşıdığı Aynaros Kadısı, 'hacı-hoca tiplemesi'nin en çarpıcı örneğidir. Kadı karakterinin seçilmesi manidardır; çünkü kadı üzerinden hem din adamı tiplemesi inşa edilir hem de Osmanlı hukuk sistemi üzerinden 'şeriat karşıtı' bir havayla eski nizam yerden yere vurulur. Söylemeye gerek yok sanırım; Aynaros Kadısı, rüşvetçidir, hilebazdır, şehvet düşkünüdür vs. Ne ilginçtir ki bazı tartışma ve keskin eleştirilere rağmen onlarca sene Yeşilçam, bu tiplemenin dışına çıkacak cesareti kendinde bulamaz. Muhsin Ertuğrul, bu tiplemeyi diğer filmlerde de sürdürdü. 1939'da Bir Kavuk Devrildi'de de benzer tip ve temalar vurgulandı.

Gencecik bir devleti yaşatma güdüsüyle pekiştirilen prototiplerin o gün için siyasî bir mantığı vardı. Ancak bugün hayatın gerçeğine dönmek, bazı özeleştiriler yapmak gerekiyor. Din adamlarının (ve dindar halkın) Kurtuluş Savaşı'nda verdiği açık destek ortadayken ve üstelik ilk Meclis'teki dindarlık çok net bir şekilde biliniyorken beyazperdede dinin ve dindarın inatla ve sürekli aşağılanması kötü sonuçlar doğurmuştur. Din adamı tipinin ısrarla ve istisnasız çok kötü ve nefret uyaracak şekilde resmedilmesi halkla sinema arasında uçurumların açılmasına da neden olmuştur.

Nedense hocalar hep Kuvay-ı Milliye düşmanı gibi sunulmuştur. Tabii ki bu düşünce tarihî gerçeklerle örtüşmüyor. Zira Kuvay-ı Milliye'ye karşı olan din adamlarına rastlansa bile, Milli Mücadele'ye din adamlarının verdiği destek çok aşikâr ve inkâr edilemez. Ne var ki hiçbir film karesinde müspet bir din adamına rastlanmaz.

Sinemacılara haksızlık etmiş olmak istemem; daima menfi tiplemelerle sunulan 'hacı-hoca' karakterleri sadece sinemanın sorunu değildir çünkü. Bütün kurgusal ürünlerde benzer bir durum vardır. 'Yeni', öğretmenler ile temsil edilir; 'eski' ise hocalarla. Romanlarda da bu böyledir, tiyatro eserlerinde de.

Geçiş döneminde değişmeyen klişe: Din ve dindar

II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi hem dünya sinemasını olumsuz etkilemiştir hem de Türk sinemasını. Geçiş dönemi de denilen bu evrenin sonunda ipler tiyatroculardan sinemacılara geçecektir; ama bu geçiş faslında yine tiyatro kökenli filmlerin izine rastlanmaktadır. 1948'de yapılan bir yasal düzenleme ile sinemacılara ekonomik bir destek verilince filmlerde çeşitlenme görülür. Ve 1949'da karşımıza 'hacı-hoca' imajının unutulmaz bir filmi çıkar: Vurun Kahpeye. Dönemin önemli simalarından Lütfi Ö. Akad tarafından çekilen Vurun Kahpeye filminde karşımıza yine idealist, aydın bir muallim (Aliye) ve her türlü fitne fücuru çeviren Hacı Fettah çıkar. Filmin en çarpıcı sahnesi öğretmen Aliye'nin 'padişah yanlısı Hacı Fettah ve ona uyan cahil yığınlar' tarafından linç edilmesidir. Üç kez beyazperdeye aksettirilen Halide Edip'in bu romanı, her defasında büyük tepki almış, romanı son kez sinemaya taşıyan Halit Refiğ, meseleye biraz daha hassasiyet ve dikkatle yaklaşmıştır. Yine de imaj pekiştirme açısından tahribat büyüktür.

Ne ilginçtir ki 'hacı-hoca takımı'nı ırz düşmanı, muhteris, yalancı, sahtekâr şeklinde resmeden Türk sineması, kamu görevi yapan kişilerle ilgili menfi imaj uyandıracak bir genelleme yapmaz. Daha açık bir ifadeyle, hocalar, kadılar, hacılar her daim kötülükle bahsedilirken; öğretmenler daima kutsanacak, polisler daima onur abidesi olarak sunulacak, askerler daima millî haysiyetin timsali olacak, hâkimler daima adaletin sembolü olarak beyazperdeye yansıtılacaktır. Bir meslek grubunun istisnasız iyi insanlardan oluşması düşünülebilir mi? Tabii ki hayır. Ancak ulus devleti inşa projesinin tabii yansıması ile karşı karşıyayız. Bunun dünyadaki sinema imajlarıyla birebir örtüşmemesi (mesela bizdeki katı 'din adamı' düşmanlığının Batı sinemasında bu kadar acımasız ve yekpare olmaması) bile meselenin siyaset ve toplum mühendisliğiyle ilişkisini gözler önüne serer. İç dinamiklerin daha sonraki dönemleri nasıl etkilediğini (yine din ve dindar ekseninde) anlatmaya devam edeceğim haftaya.
EKREM DUMANLI

ABD, İsrail ve Türkiye: Kim kime ne kadar muhtaç?

Türkiye-İsrail arasında sıkıntıya girmiş olan ikili ilişkilerde iki taraftan diğerine daha fazla ihtiyacı olanın İsrail olduğu üzerinde durduk. Yani, İsrail’in Türkiye ile iyi ilişkileri koruma ihtiyacı Türkiye’nin İsrail ile iyi ilişkileri koruma ihtiyacından daha fazla.
Türkiye’de bazı çevrelerin kafası tam da buna basmıyor. Gazze’nin Ortadoğu dengeleri ve ‘Ortadoğu siyasi denklemi’ açısından bir ‘kırılma noktası’ olduğunu kavrayamadıkları için.
İşin esası, Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’e karşı davranışı değil. Bu davranışın üzerine bina edildiği Gazze olgusu. Eğer İsrail, Olmert’in ziyaretinden birkaç gün sonra pervasızca Gazze’ye saldırıp, 360 kilometrekarelik ve 1.5 milyon insanın yaşadığı Gazze Şeridi’nde bir katliama yol açmasa idi, Tayyip Erdoğan Davos’ta o davranışı ortaya koyabilir miydi?
İki yıl Gazze Şeridi’ni ablukaya alacaksınız, gıda ve ilaç girişini bile engelleyeceksiniz; yetmemiş gibi bir de üçte biri çocuk 1300’den fazla insan öldüreceksiniz, 5 binden fazla kişiyi yaralayacaksınız, binlerce yapıyı bir enkaz haline getireceksiniz ve ‘müttefikiniz’ Türkiye’den ‘anlayış’ bekleyeceksiniz. Göremediğiniz takdirde ise ‘Kürt sorunu’nu hatırlatacak, Ermeni soykırımı tasarısının Amerikan Kongresi’nden geçmesinde kılınızı kıpırdatmayacağınız şantajını yapacaksınız.
Böyle ‘güvenilir ilişki’ olur mu?
Tayyip Erdoğan, bu duruma karşı milyonlarca insanın paylaştığı duyguları dillendirdiği için ‘Arap sokağı’ ve daha da önemlisi ‘Türkiye sokağı’nda kahraman muamelesi gördü. Türkiye’ye Ortadoğu’da ‘moral liderlik’ kazandırdı.
Olan bundan ibarettir.
***
Türkiye, bu bölgeyi 400 yıl yönetmiş bir İmparatorluğun mirasçısı. İsrail’in bugün üzerine oturduğu topraklar da, Gazze’de bundan 90 yıl önce o Türkiye’nin topraklarıydı. Bugünkü kuşakların büyükbabaları, büyükanneleri için oraları ‘vatan toprağı’ idi.
Söz konusu coğrafyanın, Türkiye açısından tarihi anlamı ve manevi bağlarından gayrı bir de ‘güvenlik boyutu’ söz konusu. Türkiye, eski topraklarında ve bugün için ‘arka bahçesi’nde barış ve istikrara aykırı bir politikanın ‘müttefiki’, destekçisi olamaz.
Olmadığı için ‘moral liderlik’ konumuna yükselmiştir.
Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı kendiliğinden artmıştır. Bölge zaten Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve Irak savaşından bu yana bir ‘güç boşluğu’ yaşıyordu. Arap dünyası zayıf ve paramparça. Filistinliler bu genel Arap zayıflığını yansıtıyorlar. Onlar da zayıf ve paramparça.
Gazze macerasıyla ‘caydırıcılık sınırları’nın sonuna ulaşmış olan ve bir de ‘moral meşruiyeti’ni hepten yitirmiş olan İsrail’in de ‘güçlü’ olduğu söylenemez. İsrail, sadece Amerika’ya yaslanmak zorundadır. Amerika’nın tek başına bölgede yapabileceği pek bir şey yok.
Bölge, Soğuk Savaş süresinde Amerikan ve Sovyet nüfuz alanlarına bölünmüştü. Sovyetler sahneden çekilince, Ortadoğu’daki yerini Rusya otomatik olarak almadı. Amerikan nüfuzu ise İsrail ile kendi halkları nezdinde kredisini yitirmiş zayıf Arap rejimleri (başta Mısır) üzerinden yürüyor. Ortaya çıkan boşluk, İran tarafından doldurulur oldu.
Bu bakımdan, Gazze ve Davos sonrasında Türkiye’nin ‘moral liderlik’ konumu, tüm bölgenin çıkarına ve bölgenin ihtiyacı olan ‘yeni ağırlık merkezi’ni oluşturuyor.
Tam da bu nedenle, Gazze sonrasında Obama Amerikası’nın Ortadoğu’da Türkiye’ye ihtiyacı herhangi bir başka döneme oranla çok artmış durumdadır. Çünkü, Barack Obama çoktandır hem İsrail ve hem de Filistinliler nezdinde ‘ölmüş’ kabul edilen ‘iki devlet çözümü’nü benimsediğini ilan etmiş ve ‘iki devlet çözümü’nü canlandırmak istemiştir.
Yeni Başkan’ın yeni Ortadoğu özel temsilcisi George Mitchell, bu çözümün önünde iki engel dikildiğini çok geçmeden görecektir.
1. Filistin bölünmüşlüğü. Batı Şeria, Filistin Yönetimi’nin (FKÖ ve Fetih), Gazze ise Hamas kontrolünde kaldığı, Filistin ulusal birliği sağlanamadığı sürece ‘iki devlet çözümü’ imkânsızdır.
2. İsrail, bugüne dek ‘iki devlet çözümü’nü imkânsız kılmak için ne gerekirse yapmıştır.
***
Sloganları bırakıp, rakamlarla ve olgularla konuşalım.
1993’te Bill Clinton’un önünde, Beyaz Saray bahçesinde Yasir Arafat ile Yitzhak Rabin ve Şimon Peres el sıkışarak ‘Oslo Barış Süreci’ni başlattıkları yani ‘iki devletli çözüm’ yolunda yürümeye giriştikleri vakit, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin sayısı 109 bin idi. Yani, Batı Şeria’nın İsrail işgali altına girdiği 1967’den 1993’e kadar geçen 26 yıl içinde 109 bin Yahudi, işgal altındaki Batı Şeria’ya yerleşmişti.
1993’ten 2009’a dek 17 yıl içinde bu sayı ‘Barış Süreci’ var iken iki mislinin üzerine çıkmıştır. Bugün Batı Şeria’da 230 Yahudi yerleşim merkezinde 275 bin yerleşimci var. Onları korumak için de İsrail ordusu mevzilenmiş vaziyette. Tespih taneleri gibi Batı Şeria’ya yayılan Yahudi yerleşim merkezleri arasında kurulan yol şebekeleri ve Filistinlilerin çevresinde güvenlik gerekçesiyle inşa edilen duvar ve dikenli teller, Batı Şeria’yı paramparça hale getirmiş, Filistin ekonomisini mahvetmiş ve toprak devamlılığı olacak bir ‘bağımsız Filistin devleti’nin kuruluşunu imkânsız duruma sokmuştur.
Batı Şeria’da 625 adet İsrail barikatı, kontrol noktası dikilmiş vaziyette ve Filistinliler bir yerden diğerini gidemez haldedirler.
Ayrıca, bir ‘bağımsız Filistin devleti’nin başkenti olarak tasavvur edilen Doğu Kudüs’ün çevresinde 200 bin Yahudi yerleşimci yaşıyor. Batı Şeria’nın hiçbir köşesinden ‘başkentleri’ne engelsiz ulaşabilmek imkânı yoktur.
Nasıl kurulacak ‘bağımsız Filistin devleti’? Nasıl gerçekleşecek ‘iki devletli çözüm’?
Ayrıca bir de enkaz haline gelmiş ve hâlâ abluka altında tutulan Gazze var. Gazze’nin yeniden inşası milyarlarca dolar gerektiriyor.
‘Denizden nehire’ yani Akdeniz’den Şeria (Ürdün) nehrine kadar olan alanda arabayla bir saatlik bir uzaklık- ‘tek devlet’ mümkün. İsrail, şayet Batı Şeria’yı ilhak ederse.
O durumda, İsrail, tüm Batılı değerlere sırtını çevirip ‘apartheid’ yani *ırk ayırımı’ devleti olacak, yani bir ‘ırkçı’ devlete dönüşecek veya Filistinli Arap nüfusu Yahudi nüfusunu geçeceği için ‘Yahudi ulus-devleti’ şeklindeki İsrail’in Siyonist projesi sona erecek.
İsrail, tabii ki, böyle bir ‘seçeneği’ istemiyor. ‘İki devlet çözümü’nü ise imkânsız hale getiriyor.
Geriye ne kalıyor?
1948 ile 1967 arasında olduğu gibi Batı Şeria’nın Ürdün’e verilmesinin, Gazze’nin de Mısır’a devredilmesinin mırıldanması İsrail’de başlandı. Böyle bir ‘çözümü’ ise ne Ürdün istiyor, ne de Mısır.
Görüldüğü gibi, durum hayli karmaşık ve İsrail’e tek söz geçirebilecek devlet olan Amerika’nın işi çok zor. Barack Obama’nın tüm dünya için önemli olan ‘siyasi sermayesi’ Akdeniz ile Ürdün Nehri arasındaki dar alanda ve daracık Gazze Şeridi’nde tükenebilir.
Böyle bir ‘Ortadoğu denklemi’nde ABD, savaş ve çatışmaya sırtını dönmüş bir Türkiye’yi elinin tersiyle itemez.
Böyle bir ‘Ortadoğu denklemi’nde, o bölgeyi 400 yıl yönetmiş olan Türkiye ise, İsrail’in peşinden sürüklenemez.

Cengiz Çandar

6 Şubat 2009 Cuma

Halifelik mi? One minute... One minute...

Davos'taki Erdoğan, Arap âleminin ve İslam dünyasının gönlünü fethetti. Türkiye'ye duyulan sempati zirvelere çıktı. Tabii haklı olarak bu coğrafyalarda beş asır yönetimde bulunmuş Osmanlı hatıra geldi. Onun, milletlerin şuuraltı müktesebatındaki müspet yeri bir daha canlandı. Osmanlı... Onu ne biz ne de dünya henüz doğru dürüst araştırmadı. Bir gün o da olacak.

Ancak, Sayın Erdoğan'a yönelik teveccühü abartanlar da var. Hatta birilerinin kulağına kar suyu kaçırtacak boyutlara taşıyanlar da var. Lübnan'da basılan ve Arap dünyasında büyük saygınlığı bulunan Dar El Hayat gazetesinde Cihad el Hazen şunları yazdı:

"Erdoğan bir Müslüman olarak bizi gururlandırdı. İsrail zulmüne sessiz kalan liderlerimiz yüzünden Arap olduğumuzdan utanıyoruz. Onurumuzu ve şerefimizi Erdoğan kurtardı. Osmanlı Devleti yeniden kurulmalı. Erdoğan, halife ve padişah ilan edilmeli. Müslüman dünyasının başına geçmeli."

Tabii bu satırları okuyan ve AK Parti seçim kazanınca, oy verenleri "göbeğini kaşıyan adam" olarak aşağılayan Hürriyet Gazetesi'nin yazarı durur mu? Dün, "Halife hazretleri hazır... Hemen bir deve bulmalı" diye yazıverdi.

Aslında konu çok ciddi. Türkiye'de makul büyük çoğunluğu, sırf dine olan bağlılıkları ve saygıları yüzünden potansiyel tehlike olarak gören bir zihniyet var. Özellikle Demokrat Parti'nin iktidar olduğu 1950'den beri bu büyük çoğunluk, "gerici", "yobaz" diye hakarete uğruyor. AK Parti'nin yüksek oy yüzdeleri ile üst üste iktidar olması, bu kesimi daha da öfkelendirdi. Mesela Davos'ta Sayın Başbakan'ın toplumun yüzde 80 desteğini alan duruşu, bunları adeta çileden çıkardı. Arap âlemindeki ve İslam coğrafyasındaki teveccühü de hazmedemiyorlar. "Araplaşma", "Ortadoğululaşma" etiketleri yapıştırıldı bile.

Bir Arap gazetesinde yukarıdaki satırlar da çıkınca "Ha.. biz dememiş miydik?" diye hemen devreye giriverdiler.

Onun için konuyu ciddiye alıp bu halifelik mevzuu üzerinde durmalıyız.

Öncelikle, günümüzün büyük kanaat önderlerinden Sayın Fethullah Gülen'in konuya yaklaşımını hatırlatmak istiyorum. Sayın Gülen'in değerlendirmesi şöyledir:

"Zannediyorum, bir kısım süper güçler hilafet meselesini çıkartarak, bir de onu vuruşma ve sürtüşme mevzuu yapmak istiyorlar. Mesela Türkiye, Pakistan, Endonezya ya da başka bir ülkede hilafet meselesi ortaya atılırsa, diğer ülkeler buna karşı çıkacaktır. Zira ulus devletler kurulmuştur. Herkes kendi bağımsızlığını elde etmiştir. Dolayısıyla bu konuya nasıl yaklaşacakları bellidir. Başkaları da bir kısım hesaplarla bunu yapmış olabilirler." (Mehmet Gündem, Fethullah Gülen'le 11 Gün, Alfa Yayınları, sayfa 165-169)

Müslüman ülke yöneticilerinin bugün en büyük yanlışı, dünyayı doğru okuyamamalarıdır. Kutuplaşmanın, küresel terörün en büyük tehdit olduğu dünyamızda hilafet meselesi en büyük kavga sebeplerinden biri olur. Demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının, evrensel insanî değerlerin öne çıktığı bir dünyada, Müslümanların hedefi, küreselleşmenin nimetlerinden de istifade ederek gönüllere girmek olmalıdır. Bu da lafla değil, temsille olur.

Türkiye'nin devlet politikası ise bellidir: Kendi değerlerimiz üzerinde ayağa kalkarak Avrupa Birliği'nin tam üyesi olmak.

Bu hedef bizi Doğu'dan koparmaz. Türk dünyasından, Arap âleminden, İslam coğrafyasından uzaklaşmamız da gerekmiyor. Tam tersine onlara daha da yakın olmalıyız. Sağlam kültürel ve ekonomik ilişkiler kurmalıyız. Onlar nezdindeki itibarımız, kredimiz, bizi AB'nin daha saygın, daha güçlü, daha önemli -belki de en önemli- üyesi yapar. Böyle bir Türkiye'nin üye olduğu AB, dünya için de gerçek bir alternatif olur. Medeniyetler çatışması yerine medeniyetler ittifakı için de; Doğu'dan, Türk dünyasından, İslam âleminden güç alan bir Türkiye, çok şey ifade eder. Dünyanın; evrensel insanî değerlerde buluşarak, evrensel bir barış kurması da kanaatimizce, ancak bu yolla mümkün olabilir.

Onun için iyi niyetle bile olsa bu hilafet meselesi ortaya atılınca Davos'un meşhur sloganı ile "One minute... One minute..." demeliyiz...
HÜSEYİN GÜLERCE

Yeni anti-Semitler kimler?

Türkiye'de anti-Semitizm var mı? Sözü hiç uzatmadan sadede gelelim ve itiraf edelim: Evet, var. Ancak bu ülkede anti-Semit arayanlar ne Gazze'ye destek mitinglerine baksınlar ne de muhafazakâr-dindar kesimlere, pek bulamazlar.

Yeni kuşak anti-Semitler modern, kentli, eğitimli ve laikçi kesimlerden çıkıyor. Bundan dolayı kutlanması gereken iki 'yazar' var, ki bunlara yakın yayın organları İsrail'e yönelik tepkiler ve Başbakan'ın Davos çıkışıyla anti-Semitizm'in tahrik edildiği iddialarını gündeme getirdiler. Oysa bu 'efendiler'in yapmaları gereken, anti-Semitik eğilimleri tahrik eden yayınlara daha fazla aracılık etmemek, yarattıkları çevre ve fikir kirliliğiyle yüzleşmek...

Açıklayalım; son yıllarda Sabetaycılık üzerine yapılan sistematik yayınlarla 'anti-Semitik' bir zihin ve algı dünyası yaratıldı. Sabetaycılık üzerine yazılan abuk sabuk kitapların, internette dolaşan mesajların ve televizyon programlarının haddi hesabı yok. Yaptıkları, açıkça kafatası avcılığı, şecere çöpçülüğü. Memleketin neredeyse tüm kalburüstü aydınları, gazetecileri, akademisyenleri, işadamları ve siyasetçileri 'Yahudi' kökenli dönme/Sabetayist olmakla 'suçlandılar'. Evet suçlandılar, bu kafatası avcıları ve şecere çöpçüleri için Yahudi kökenli olmak bir 'komplo'nun parçası olmakla, 'suçlu' olmakla eşanlamlıydı. Kimse de bu meczupların 'karalama, itibarsızlaştırma ve etkisizleştirme' kampanyalarına ses çıkarmadı. 'İtham' edilen insanlar, bir atasözüne uygun davranmayı tercih ettiler: 'İte dalaşacağına çalıyı dolaş'!

Ulusalcı 'refleksleri' uyarması amaçlanan Sabetaycılık yayınlarıyla çizilen tablodan görülen, memleketin adeta 'Yahudi kökenliler'in istilası altında olduğuydu; yeniden bir 'ulusal kurtuluş savaşı'na hazır olmak gerekiyordu... Meseleyi o kadar abarttılar ki, devletin kurucusunun bile bir Sabetayist olduğunu ima eden yazılar yazdı bu 'ulusalcı şecere avcıları'; onlara göre Türkiye Cumhuriyeti bile bir 'Yahudi' projesiydi. Hatta İsrail, Yahudilerin kurduğu 'ikinci' devletti. Birincisi mi? Türkiye... Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında bile 'Musa'nın çocukları' yalanları yazıldı.

Eğer bugün anti-Semitizm'i konuşacaksak bu yayınlara kimlerin çanak tuttuğunu sormak gerek. Bugün muhafazakârları anti-Semit olmakla suçlamaya yeltenenler, abuk sabuk bu kitaplardan yüz binlerce basarken acaba ne düşündüler? Hadi ismini de koyarak soralım; Doğan Kitapçılık, ilkel bir anti-Semit düşünce biçimine altyapı hazırlayan kitapları nasıl ve neden yayınladı? Bu sistematik iftira makinelerini yayınlamaya ve D&R'ların başköşelerinde satmaya devam edecekler mi? Bu iftira ve yalan makinelerini bugün susturmaya karar verseler bile, anti-Semit fikirlerin yayılmasına yaptıkları katkının 'onuru'nu göğüslerinde taşıyacaklar.

Toparlarsak; bugün anti-Semit arayanlar, ulusalcı hareketin yayınlarına, yazarlarına, strateji ve taktiklerine bakmalı. Anti-Semitizm bu hareketin yapıtaşlarından, tutkallarından birisi. Hatta ulusalcı yapılar ile muhafazakâr-dindar kesimler arasında köprüler kurulması için de Sabetaycılık iddiaları ve 'sözde' araştırmaları kullanıldı; Yahudi karşıtlığı zemininde 'ortak bir söylem ve amaç' geliştirilmeye çalışıldı. Laikçi radikallikleriyle dindar kesimlerden uzak düşen ulusalcılar 'Sabetaycılık' etrafında 'Yahudi düşmanı' duruşlarıyla bu kesimlerde etkili olmayı, 'vatanseverlik'lerini ispat etmeyi denediler. Bu cenahtan 'Kızılelma koalisyonu'na takılan üç beş garip böyle bir zeminde ikna edildi.

Sonuçta; Goebbels'in ulusalcı çocukları işlerini yaptılar, hem de iyi yaptılar. Korku, kuşku ve çevrelenmişlik duygusu yaratarak, her taşın altında bir 'Yahudi parmağı' bularak, devletin ve toplumun önde gelen her ismine 'Yahudi kökenli' damgası vurarak modern, kentli, eğitimli ve fakat yalnız ve güvensiz kesimler arasında 'yeni anti-Semitik' bir dalga yarattılar. Yalnız, şimdi dönüp de bunun çamurunu başkalarının üzerine atmasınlar.

Anti-Semitizm ve her türlü ırkçılık bir insanlık suçu, bir cinnet ve cinayet fikri. Ancak bunu kimse dindar muhafazakârların üzerine yıkmasın, hele şimdi. Yeni anti-Semitizm ulusalcılığın veled-i zinası.
İHSAN DAĞI

Fişleme rezaleti

Paris’te 1572 yılında bir Ağustos gecesi, Katolik militanlar, Protestanların daha önce tespit ettikleri evlerinin kapılarını gizlice işaretlediler ve gece yarısından sonra sabaha kadar işaretledikleri evlerdeki 50 bin Protestanı katlettiler.
Bu işaretleme, fişleme ve benzeri ayırımcı eylemler, Orta Çağ’ın Engizisyon Mahkemelerini, cadı avını, yakın tarihteki faşist ve komünist diktatoryaların yaptıkları insanlık dışı faciaları hatırlatıyor.
***
Türkiye’de, ırk, din ve mezhep ayrımcılığı tarihin hiçbir döneminde yaşanmamıştır. Ancak, ne yazık ki, tek parti hegemonyası dönemindeki baskılar ve devletin meşruiyet dışında kalan kısmı, işaretleme ve fişleme yaparak bir ayrımcılığa sebep olmuştur. Özellikle Millî Şeflik Dönemi’nde parti devletinin partizan ve ayrımcı politikası buna örnek olarak gösterilebilir. CHP diktası devrinde yaşanan ‘Varlık Vergisi Faciası’, milliyetçilerin fişlenerek işten atılmaları ve tabutluk işkenceleri, bu devrin çok sayıda utanç verici hâdiselerinden yalnızca bir kısmıdır.
14 Mayıs 1960 tarihinde DP’nin iktidara gelmesiyle demokrasiye geçilmiştir ama merhum Menderes’in de itiraf ettiği gibi, Demokratlar iktidar olmuş ancak muktedir olamamışlardır. 6-7 Eylül Olaylarındaki işaretlemeler ve yağmacılık, devletin meşruiyet dışında kalan unsurlarının tertibidir.
27 Mayıs 1960’ta başlayan Darbeler Dönemi’ndeki fişlemeler herkesin malûmudur. Eski Demokrat bir ailenin mensubu olarak adımız ‘kuyruk’ ya da ‘gerici’ idi. Üniversiteden atılan 147’ler, ordudan atılan subaylar ve daha niceleri bu antidemokratik ve insan haklarına aykırı fişlemenin neticeleridir.
12 Eylül’de, Başbakanlığa ve bakanlıklara cunta temsilcisi olarak atanan albayların ilk işi, kamu personelini fişlemek, sağcı-solcu, ilerici-gerici vs. diye ayırmak olmuştu. Dönemin sonunda, Başbakanlık’tan Genelkurmay’a kamyonlar dolusu evrak taşınmıştır.
Lâkin, en bayağı fişlemeler, 28 Şubat Darbesi döneminde illegal ‘Batı Çalışma Grubu’ çetesi tarafından yapılmış; hattâ subay ve astsubay ailelerinin muhbir olarak kullanılması için dahi genelgeler gönderilmiştir.
***
Ben her türlü fişlemenin karşısındayım: Nüfus idareleri, normal kimlik bilgilerini elbette toplayabilmeli; sabıka kayıtları tutulabilmeli ve TÜİK normal istatistikleri derleyebilmelidir. Ancak, bunun dışında, kişilerin düşünceleri, dinî inançları (ya da inançsızlıkları) ve özel hayatları ile ilgili bilgilerin toplanması ve fişlenmeleri, hiçbir gerekçeyle hoş görülemez.
12 Eylül sonrasında ANAP iktidara geldiğinde ‘fişleme’ konusunda vaziyet şuydu: Herhangi bir yöneticilik görevine atanacak kişi hakkında hem MİT, hem de Emniyet İstihbaratı fişlemelere bakar ve kişi hakkındaki bilgileri ‘gizli’ kaydıyla Başbakanlığa gönderirlerdi. Başbakanlık, o kişinin atama kararnamesinin ekine bu istihbarat bilgilerini iliştirmek zorundaydı. Fişleme bununla da bitmiyordu. Cuntacı Evren Paşa, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde damadına özel bir istihbarat birimi kurdurmuş daha ‘derin’ bir fişleme yaptırıyordu. Aynı utanç verici işi, bu kadar örgütlü olmasa da A. N. Sezer de yaptırmış, apartman kapıcılarından müsteşar tahkikatında bulunmuştu.
Başbakanlık Müsteşarı olarak ilk işim, bu antidemokratik fişlemeye son verip, bu konuda yeni bir yönetmelik düzenlemek olmuştu.
***
Ergenekon Soruşturması ile bir defa daha ortaya çıkmıştır ki, meşruiyeti tartışılan bir takım devlet kuruluşları ve TSK içindeki darbe odakları, aynen 28 Şubat’taki Batı Çalışma Gurubu Çetesi’nin bir devamı gibi, bu insanlık dışı fişlemeye devam etmişler. San Bartelmi Yortusu’nda Protestan evlerinin kapılarına işaret koyanlarla, darbe yaptıkları takdirde, asılacak, hapsedilecek, işinden atılacak kişileri fişleyenler arasında ne fark vardır, bana söyler misiniz?...
Ergenekoncu emekli general Jitemci Levent Ersöz, komutanın (Org. Şener Eruygur ) emriyle fişleme yaptıklarını kabul ediyor. Aralarında önde gelen bakanların, milletvekillerinin ve idarecilerin de bulunduğu binlerce kişilik bu fişleme iki yıl önce elime geçti ve derhal Ankara Savcılığı’na intikal ettirdim; ancak hiçbir netice alamadım.
***
Bu fişleme rezaletini protesto ediyorum. İnsanların fişlenmediği demokratik ve hür bir toplum olabilmemiz için herkesi tepki göstermeye çağırıyorum.

Hasan Celal Güzel

Tayyip Erdoğan fotoğrafına İsrail çarpısı

Abanın altından sopa gösterme aylarına giriyoruz. 24 Nisan tarihi yaklaşırken Ermeni soykırım tasarısının Amerikan Kongresi'ne sunulması ve Amerikan başkanlık açıklamasında "soykırım" sözcüğünün kullanılıp kullanılmayacağı Türkiye-ABD ilişkilerinin üzerinde "Damokles'in kılıcı" gibi sallanmaya başlıyor. Tam bu noktada, Türkiye'nin Amerika'daki İsrail lobisine ihtiyacının altı çizilmeye başlanıyor. Dolayısıyla Türkiye'nin İsrail'e herhangi bir nedenle "yan bakması", doğrudan doğruya Türk-Amerikan ilişkilerini Türkiye aleyhine etkileyecek bir "koz" haline dönüştürülüyor.
Davos ertesinde İsrailliler de şimdiye dek ellerini sürmemeye özen gösterdikleri "kartlar"ın masada olabileceğini ima etmeye başladılar. Alın dünkü Haaretz gazetesindeki bir köşe yazısının dikkate değer satırlarını:
"Bir telefon görüşmesinde Kürdistan bölgesinin bir üst düzey yetkilisi Irak Kürdistan köylerine Türk topçu ateşini 'Sizin Gazze'ye yaptığınıza benziyor' diye karşılaştırdı. Bununla ilgili olarak Türk kaynaklarına göre, Kürdistan'daki PKK eğitim kamplarının yerine ilişkin istihbarat Türkiye'nin İsrail'den satın aldığı ve almaya devam ettiği pilotsuz uçaklar tarafından toplanıyor.
Ermeni katliamı konusunda olduğu gibi, İsrail, Kürt köyleri bombalandığında dilini ısırmıştı. İlişki Türkiye'nin daha önemli olduğu bir dönemde oluşturulmuştu. Şu sırada ise İsrailli yetkililer sadece off the record görüşmelerde Türkiye'ye karşı öfkelerini ifade ediyorlar ve Türkiye'nin çok yakında iki ay içinde Amerikan Kongresi'nde Ermeni konusu gündeme geldiği vakit İsrail'in yardımına ihtiyacı olacağını hatırlatıyorlar."
Bu satırların yer aldığı yazının başlığı ise "Erdoğan'ın ikiyüzlülüğü İsrail-Türkiye ilişkilerini incitmemelidir".
Bu yazı başlığına yansıyan ve yazıda yer alan görüşleri ve duyguları paylaşan epey bir sayıda yetkili-yetkisiz, etkili-etkisiz Türk de bulunuyor.
Tayyip Erdoğan fotoğrafı üzerine İsrail çarpısının çekildiği anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan'ın Türk hasımları, İsrail'de Tayyip Erdoğan fotoğrafı üzerine çekilen çarpının Washington'a da sirayet etmesi için ellerini ovuşturuyorlar. Ulusalcılığın, hızla "Amerika ve İsrail muhibbi" haline dönüşmekte olduğuna işaret eden ilginç bir zaman dilimindeyiz.
Amerika'nın İsrail'e karşı Davos'ta ifadesini bulan görüşlerinden ötürü Tayyip Erdoğan'ın ipinin Washington tarafından çekilmesinin, bazı çevrelerde istendiği bir sır değil.

Ancak bu arzu ve isteklilerin pek dikkate almadığı bir olgu var: İsrail, Gazze saldırısıyla birlikte zayıfladı. İsrail'e kendisini dayayan bir tutum da ister istemez zayıf bir zemin üzerinden hareket etmek durumunda.
İsrail'in Gazze saldırısı, bu saldırıya karar veren İsrail liderlerinin hesaplarının aksine, İsrail'i zayıflattı. İsrail, Gazze ve Davos sonrası, hem askeri hem diplomatik ve hem de siyasi açıdan Gazze öncesine oranla çok daha zayıf bir konumda.
Evet, askeri olarak da öyle. Zira, Gazze, İsrail askeri makinesinin sınırlarına ulaştığını ortaya koyuyor. İsrail'in müthiş ateş gücünün Gazze'yi yerle bir etmeye ve oran olarak 22 gün içinde 50 bin TC vatandaşının ölümüne denk düşen sayıda Filistinli öldürmeye gücü var. Bunların üçte biri çocuk. Ayrıca, binlerce binayı da dümdüz edecek kadar güçlü bu askeri makine.
Ama İsrail, her ne gerekçe ile olursa olsun, çok kısa süre içinde ikinci bir Gazze saldırısı tekrarlayabilir mi?
Gazze saldırısı çapında bir saldırıyı çevresindeki herhangi bir Arap gücüne karşı kullanabilir mi? Örneğin Lübnan'a saldırabilir mi?
Hayır.
İsrail'in anlı şanlı askeri gücü işte tam da bu nedenle Gazze'de sınırlarına dayanmıştır. Şu anda İsrail'in büyük bir askeri güce sahip olmasının pratik bir değeri yoktur.
Gazze sonrasında İsrail'in bir diplomatik ağırlığından söz edilebilir mi? Hangi ülke, herhangi bir adım atmadan veya bir pozisyon belirlemeden "Acaba İsrail ne der, ne düşünür" sorusunu kendisine sorar? Hangi ülke, İsrail'i incitmemeyi, karşısına almamayı düşünerek siyaset üretmeyi tasarlar?
Doğru cevap, "Hiçbir ülke" değil mi?
Gazze sonrası İsrail'in "siyasi prestiji" kalmış mıdır? "Moral highground" denilen "ahlaki meşruiyet" İsrail için toptan kaybolmuştur.
İsrail; askeri, diplomatik ve siyasi alanlarda Gazze'de bir şey kazanmamış, aksine kaybetmiştir.
Kimsenin, bu arada Amerika'nın bile İsrail'e ihtiyacı yoktur; tam tersine İsrail'in başta Amerika ve bu arada Türkiye'ye ihtiyacı artmıştır.
Arabayı atın önüne koymayalım; mevcut "Ortadoğu denklemi"nde İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacı, Türkiye'nin ihtiyacından katbekat fazladır.

Peki ya Türkiye-İsrail ilişkilerinde Davos'la birlikte meydana gelen "çatlak" nedeniyle Amerikan Yahudi-İsrail lobisi Ermeni soykırım tasarısına ilişkin Türkiye'den desteğini çekerse? Ya, "Ermeni soykırım tasarısı"nın Kongre'den geçmesinin önünde yollar açılır ya Başkan Obama, başkanlık açıklamasında "soykırım" sözcüğünü kullanırsa?
Pekâlâ. Soruyu şöyle de sormayı deneyelim: "Tek süpergüç ABD ile Ortadoğu'nun en önemli gücü Türkiye arasında çok yönlü olmak zorunda olan ilişkileri her yılın ilk çeyreğinde Ermeni soykırım tasarısına rehin bırakmak ve giderek Türk-Amerikan ilişkilerinin tümünü; Türkiye'nin İsrail'in pervasız, dar görüşlü ve tehlikeli Ortadoğu politikasının tutsağı yapmak ne derece geçerlidir?
Böyle bir yaklaşım ne kadar sürdürülebilir? Sürdürülmeli midir?
Eğer, "Ermeni soykırım tasarısı" Washington'ın ve İsrail'in elinde Türkiye'ye karşı her yıl kullanacakları bir "koz"a, Türkiye'nin ensesinde sallanacak bir "Damokles kılıcı"na dönüşmüşse, bu "koz"u elinde tutanlar, o kılıcın sapına sarılanlar düşünsün.
Zira, Ermeni soykırım tasarısı geçer ve Başkan Obama, her Amerikan başkanının yaptığı gibi -sanki çok hoş bir kavrammış gibi- "katliam" sözcüğü yerine "soykırım"ı telaffuz ederse, iş biter.
Hangi iş biter?
Amerika'nın bazı çevrelerinin Türkiye'yi rehin aldıkları "koz" kullanılmış olur ve biter. İsrail'in Türkiye'yi Ortadoğu'da yedeğine alma hesabı biter.
Biterse, sonuçlarını Türkiye'den ziyade onların düşünmesinde yarar var. Dolayısıyla Türkiye'nin kendisini İsrail'e ve giderek Washington'a rehin bırakmasının, "Ermeni soykırım tasarısı" ve "Kürt sorunu" korkusundan ötürü Ortadoğu'da elde ettiği "moral liderliği" terk etmesinin ve yanlış politikaların stepnesi olmasının gereği yok.
Ermenistan'la yakınlaşmaya devam, Kürt sorununu çözüm yönünde yol almaya devam. Türkiye, bunları zaten yapmak zorunda ve ABD ile ilişkilerini "İsrail ipoteği"nden de kurtarmaya mecbur.

Bu konuda söyleyeceklerimiz daha bitmedi. Yarına devam…

Cengiz Çandar

Bir muhalefet tarzı

Yazacağım yazı ilk bakışta Davos’la ilgili gibi görünse de aslında niyetim Türkiye’de oldukça yaygın olan bir “muhalefet etme” biçimini eleştirmek.

Davos Çıkışı üzerine yapılmadık eleştiri-suçlama kalmadı. Bunlardan bir kısmı Başbakan’ın yeminli düşmanlarından geliyordu ki, onlara zaten ağzıyla kuş tutsa yaranamayacağını artık biliyoruz.

Ama bir de bu grubun dışında kalan geniş bir kesim var ki, onlar bir yandan hükümetin iyi şeyler yapmasını isterken bir yandan da her olumlu icraatta, yapılana şöyle içten gele gele bir “bravo” demeden, yapmadıklarını öne sürerek yapılanın değerini küçültmeye ve “muhalif tavrını” sürdürmeye çalışıyor.

Bu defa da aynı şey oldu. Başbakan’ın zulme karşı çıkan, mazluma sahip çıkan ve bu uğurda dünya çapında bir “dokunulmazlık” “eleştirilmezlik” zırhına sahip bulunan bir yönetime cesaretle kafa tutan tavrı gündeme geldiği anda, önce şöyle içten bir destek vereceklerine ona hemen “kendi mazlumlarını” hatırlatmaya koyuldular.

Filistinli çocuklar için kükreyenler, Güneydoğu’da ölen Kürt çocukları için de aynı duyguları duymuyorsa, ortada bir samimiyetsizlik vardı! Hamas’ın ikili yapısını tahlil eden ve onunla ilişki kurulmasını savunan biri, DTP’nin ikili yapısını görmüyorsa ve ona elini uzatmıyorsa Davos çıkışının inandırıcı olması beklenemezdi! Böyle söylediler.

Aslında işaret edilen çifte standartlar büyük ölçüde doğruydu. Ama amaç yapıcılık olsaydı, bütün bunları tersten söylemek de mümkündü. Örneğin, “Sen Kürt çocukları ölürken aynı duyarlılığı göstermedin, öyleyse bu tavrın samimi değil” demek yerine, “Çok iyi yaptın, hadi aynı duyarlılığı Kürt çocukları için de göster” demek de vardı.

“DTP’yle ilişki kurmadın da Hamas’la neden kurdun” demek yerine, Başbakan’ın Hamas için yaptığı değerlendirmeyi, önümüzdeki günlerde DTP’yle ilişkilerini normalleştirmesi için örnek göstermek, onu bu yönde teşvik etmek de mümkündü. Ve bence niyeti üzüm yemek olan birinin yapması gereken de buydu. Bu negatif tutum sadece bu olayda ortaya çıksaydı üstünde durmaya değmezdi.

Ama bu her zaman böyle oluyor. Bakıyorsunuz, Hükümet siyasetin en büyük tabularından birini yıkıp Kürtçe televizyon yayınını başlatıyor; bazıları yapılana kulp takmak için hemen başlıyor sıralamaya: “Sen burada Kürtçe TV’ye izin verirken bazı insanlar hâlâ Kürtçe konuşmaktan yargılanıyorsa, Kürtçe yüzünden başı belaya giren yığınla insan varsa bu açılımın üzerinde düşünmek gerekir” Ya da, türban yasağını kaldırmaya kalktığında, hemen diğer insan hakkı ihlalleri geliyor gündeme.

“Türbanı hallediyorsun da şunu şunu neden halletmiyorsun” Alevi açılımı yapınca Müslüman olmayan dini azınlıkların hak ihlalleri; dini azınlıkların sorunları konusunda iyi bir iş yapılınca ise Alevilerin çözülmemiş sorunları öne sürülüyor. Sonuçta yapılan iş ne kadar olumlu olursa olsun, bir kulp takmayı, yapılan işin değerini küçümsemeyi beceriyor.

Bence bu muhalefet tarzının arka planında siyasi sebeplerden çok psikolojik sebepler var. Bazı aydınlarımız tepeden bakan bir tavırla akıl vermeye, ikaz etmeye, yol göstermeye o kadar alışmış ki, bir kere olsun, şöyle sade bir şekilde, bir adım geri çekilerek kayıtsız- şartsız, muhalefet şerhsiz bir takdir hissi belirtmek elinden gelmiyor. Çünkü kendisini her şeyden çok önemsiyor. Türkiye’de iyi şeyler oluşuna sevinmenin önüne kendi egosunu geçirebiliyor. Hükümete karşı takındığı tavır destek anlamına gelirse kendi öneminin azalacağını - ya da belki varlık sebebinin ortadan kalkacağını- sanıyor.

Gülay Göktürk

İslam dünyasında Türk olmanın keyfi

Binlerce Türk ve Suudi bayraklarıyla donatılmış caddelerden geçmek güzel bir duygu. Riyad caddeleri bayram havasını yansıtıyor.

Gazeteci arkadaşlarımız, kebapçıda, Starbucks'ta paraların Tayyip Erdoğan tarafından ödendiğini duyunca keyifleri tavana vuruyor. Şu sıralar İslam dünyasını bir Türk olarak dolaşacaksın arkadaş. Türk Büyükelçiliği'nin verdiği resepsiyonda bir işadamımız, "Bugünlerde her şey değişti, diyor.

Türk olarak hiç olmadığı kadar itibar görüyoruz." Bu ortamda bir Suudi gazetesi Başbakan Erdoğan'ı "Halife ilan etme"ye kadar vardırmış işi... Kimileri İran'a karşı Amerika ya da Suudiler'in Türkiye'ye rol vermesinden söz ediyor. İşin şakası bir yana, İslam coğrafyasında Türkiye'nin önünde bir alan açıldı, ama bunu yönetmek için akıl her şeyden öne geçti.

Bir yandan açılan alanları görmek, bir yandan ayağımızın yerden kesilmemesi, bir yandan da dolduruşa gelmemek gibi bir dengeyi telkin ediyor tarih Türkiye'ye...

İşte size bir haber: Cumhurbaşkanı Gül, Suudiler'in bu sene bütçelerinin yüzde 25'ini eğitime ayırdıklarını söylüyor. İşte size bir haber daha: İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin, 100 bin öğrenciye hizmet veren, 18 bin çalışanı bulunan Kral Suud Üniversitesi'nde görüşmeler yapıyor.

Üniversite yöneticileri, önümüzdeki bir - iki yıl içinde Nobel Ödülü sahibi 40 bilim adamını ders vermek üzere davet ettiklerini, bunun 20'sinin önümüzdeki yıl derslere gireceğini söylüyor. Aynı üniversite, Türkiye'den 50 öğretim üyesi istiyor. Nasıl bir alan açıldığı görülüyor.

Cumhurbaşkanı Gül ile, FNNS isimli Türk firmasının zırhlı personel taşıyıcı modernizasyonunu yaptığı bir fabrikayı ziyaret ediyoruz. 300 aracın yenilenmesi planlanmış, 50'si yenilenmiş. Türk firması, bu işi, başka ülke firmalarından çok daha uygun fiyatlar vererek almış.

Alan memnun satan memnun gibi bir şey. Suudilerin şu anda, Körfez Savaşı sırasında aldıkları 100 bin füzenin yenilenmesi planları var. Burada da Türk teklifi ile başka ülkelerin teklifleri arasında büyük farklar ortaya çıktığı ifade ediliyor. Savunma sanayii alanı öylesine bir hacim teşkil ediyor ki, ufku olan meydana çıksın, demek gerekiyor. Evet, çok reel alanlarda koşturulacak cins atlara ihtiyaç var.

Eğer bunu yaparsanız, Suudi Arabistan'la ilişkiniz, güya Amerika'nın çizdiği proje gereği, İran'ın bölgesel rolünü dengeleme şablonunda mütalaa edilmez. Bunu başarırsanız, Gazze konusunda ortaya koyduğunuz tavır, Türkiye'nin Amerika, İsrail ve Batı ilişkilerinde köklü meydan okumalara ve kamplaşmalara imkan vermez. Suudi Meclisi üyeleriyle sohbet yapan Ahmet Davudoğlu'na, otantik kıyafetleri içinde, sakalları deyim yerindeyse göbeğinde bir Meclis üyesi "İsrail'le ilişki içinde olmanız Ortadoğu'da barışa hizmet ediyor" diyor.

İlginç değil mi? Bir iki gün içinde Mahmud Abbas Türkiye'ye geliyor. Hani Türkiye Hamasçı politikalara angaje olmuştu? Türkiye, İran'la, Suriye ile de iyi ilişkiler götürüyor, Hamas gerçeğini gözardı etmiyor, Suudilerle yan yana duruyor, ama Batı ile de sağlıklı - sağlam ilişkiler kuruyor. İslam dünyası, Türkiye için çok engin bir kulaç atma alanı.

Yeter ki akıl gücümüz bunu sağlayabilsin, Türkiye ahenk içinde dünyaya seslenebilsin. Davos'tan bu yana tarihi günler yaşadığımız kuşkusuz.

Belki de 1 Mart'tan sonra...

Belki de 17 Aralık 2007'den sonra...

Haydi hayırlısı...

Uçmadan, gururlanmadan, ayakları hep yere basarak, her hamleye emek vererek Türkiye için daha güzel günlere...

Ahmet Taşgetiren

5 Şubat 2009 Perşembe

Krizde harcayalım mı, tasarruf mu edelim?

Başta ABD, Japonya ve AB olmak üzere felaket haberleri finans sektöründe göreceli olarak azalırken reel ekonomide yoğunlaşıyor. Üretim, gelir ve istihdam kayıpları ürkütüyor. Önü alınamazsa bu sürecin dönüp bir kez daha finans sektörünü vurması kaçınılmaz. Bu, tam bir felaket olur.
Bu ortamda harcama yapmanın mı tasarrufun mu daha evla olduğu tartışılıyor. Bu yılki Davos toplantılarında ilk defa tasarrufa aşırı önem verildi. Haberlere göre özel helikopterler devre dışı kalmış, yemek menüleri mütevazılaşmış, partiler iptal edilmiş. Zenginler kulübünde sergilenen bu üç günlük "tasarruf şovu" dahi küresel kapitalizmin geldiği yeri ifade etmesi açısından çok önemli. Zira bu tercih, bir yandan büyük bir mali kaynak açlığı çekildiği için herkesin bulduğu kaynağın üzerine oturduğu ve kullanmaktan kaçındığı bir ortama, yani aşırı tasarruf kasılmasına denk geliyor. Bu yüzden kredi piyasaları çökmüş, çalışmıyor. Öte yandan üretim ve istihdam çarklarının dönmesi ve büyük bir küresel durgunluğun önlenebilmesi için de aktörlerin harcama yapmaya ikna edilmeye çalışıldığı biliniyor. Aksi takdirde mali piyasaların da çöküşüne doğru yol alacağız.
Böyle bir ortamda "fakirler sabretsin, zenginler şükretsin!" önerisi bir işe yarar mı? Bir bakalım. Kriz ortasında fakir için en iyi sabır "tasarruf", zengin için en iyi "şükür" ise bolca harcamak ve infak etmek olmalı. Modern iktisadın "tasarruf paradoksu" denen kavramı, olayı daha anlaşılır kılıyor. Buna göre sermaye birikimi için tasarruf yapıp, bu kaynağı etkin yatırımlara dönüştürmek gerek. Böylece gelecekteki refah için şimdiki tüketim ertelenmeli.
İyi de, talep edilmeyen ve tüketilmeyen mal ne işe yarar? Bu şartlarda ne üretim, ne de yatırım devam edebilir. Bunun anlamı da şu: Eğer herkes tasarrufa abanırsa, esas bu gelecekteki umumi tasarrufları ortadan kaldırır. O halde bazıları tasarruf etmeli, bazıları da harcamalı mı?
Son 20 senede olan buydu. Asya tasarruf ederken Amerika sorumsuzca harcadı. (Bu arada hani zenginin tasarruf eğilimi fazla, fakirinki ise düşüktü!) Diyelim Asya'yı despotizm zorunlu tasarrufa yöneltti. Peki buna göre Amerika'yı demokrasi mi tüketime çekti? Bunun cevabı "hayır"; ancak ABD'nin mutluluğu şimdilik başka yerlerdeki paryalık hikâyelerine dayanıyor.
Konuya dönelim, küresel bir krizi önlemek üzere yıllardır ABD, Asya'ya yalvardı: "Yeter artık, tasarrufu bırakın da biraz da harcayın. Bizden mal alın da kurtulalım." Asya bunu kabul etmedi ancak tasarrufuyla ABD'yi finanse etmeyi tercih etti. Geleceğin refahı için katmerli bir tasarrufa yöneldi.
Japonların tarihî bir stratejisi var. Ya savaş, ya ticaret, ya da bu adadan göç etmek. ABD son çare olarak bu krize sarıldı. Dünyanın ABD'deki tasarrufunu yok edip, iç etti.
"Harcamak mı, yoksa tasarruf yapmak mı evladır?" konusuna dönelim. Makas ilk defa bu kadar daraldı. Kapitalizm genellikle bu çelişkiye düşmeden mimaride ufak tefek değişiklikler yaparak kaldığı yerden yoluna devam etmeye çalışırdı. Bu yüzden durgunlukta harcamacı Keynezyen model, enflasyonist baskı altında ise daraltıcı para ve maliye politikaları benimsenirdi.
Şimdi ise kimse tasarruf ile harcama arasında bir tercih yapamaz duruma geldi. Çanlar kapitalizm için çalıyor.
Belli ki yine birilerinin tasarruf etmesi, birilerinin ise tüketmesi şeklinde süregelen model tekrar ısıtılıp önümüze konulacak.
Ancak "fakir tasarruf etsin, zengin daha çok harcasın" önerisi bu aşamada geçersiz kalıyor. Zira az sayıda zenginin, çok sayıda fukaranın bıraktığı "harcama boşluğunu" doldurması için çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yemesi, bu arada küresel gelir dağılımının da iyice bozulması gerekiyor. Hani "radikal değişiklikler gerekiyordu." Thomas Friedman'ın Obama'ya çağrısı nerede kaldı: Lütfen radikal olunuz!
Esas olan, zengini daha makul harcatacak, büyük çoğunluğu daha insani bir çizgiye taşıyacak bir düzenin gereğinde anlaşmış olmamız. Ufukta bu gözükmüyor.

İbrahim Öztürk

Düze kıran mı girdi?

Hepiniz bilirsiniz; hani deveye sormuşlar, inişi mi seversin yokuşu mu diye? Düze kıran mı girdi cevabını vermiş...
Başbakan’ın Davos çıkışı, birkaç emekli büyükelçi ve az sayıda yorumcu dışında herkes tarafından, hattâ müzmin ve şedit muhalifi Baykal ile Bahçeli tarafından da müspet karşılandı. Bu arada, müspet karşılayanlardan bazılarının, bu çıkışın seçim yatırımı olarak kullanılmaması ikazını da unutmamalıyız.
Dış basın-yayın organlarından olay hakkında başlıca üç kategoride tepki geldi:
Bunlardan ilki, Başbakan Erdoğan’ın terörist olarak belirtilen Hamas’tan yana tavır aldığını; Yahudi düşmanlığına zemin hazırladığını, diplomatik skandala sebebiyet verdiğini ve bu çıkışla Türkiye’nin makas değiştirerek yönünü Doğu’ya dönüp Batı’dan koptuğunu ileri süren, genellikle İsrail’in kontrolündeki Batı medyası oldu.
İkincisi, olaydan üzüntüsünü ifade eden; Erdoğan’ın sert tepkisiyle birlikte Perez’in konuşma şeklini ve moderatörün hatâsını da değerlendiren; ancak bu olayın Türkiye-İsrail ilişkilerini fazla zedelemeyeceğini belirten, nispeten tarafsız ve gene ağırlıklı olarak
Batı medyası oldu.
Üçüncü olarak ise, Arap ve İslâm ülkeleri medyasında, Erdoğan’ı padişah ve halife olarak teklif edecek kadar mübalağalı ve Başbakan Erdoğan’ın çıkışını heyecanla destekleyen yansımalar görüldü.
***
İlk günlerin sıcaklığı azalınca, özellikle birinci kategorideki yabancı medyadan etkilenen ve Başbakan Erdoğan’ı tenkidi görev edinmiş bizim malûm köşe yazarları sazı ellerine aldılar:
Erdoğan, diplomatik skandal yaratmışmış;
Hamas’ın destekçisi ve yandaşı olmuşmuş;
Nasır olmuş ve Arap-İslâm Dünyası’nın liderliğine oynamışmış;
Türkiye’yi gelişmiş, demokrat ve lâik Batı (ABD, AB) ekseninden çıkarıp azgelişmiş ve dinci Doğu eksenine kasıtlı olarak oturtuyormuşmuş;
Bu yüzden Türkiye büyük zarar görürmüş ya da ileride görecekmişmiş vs.vs...
***
Türkiye, bugüne kadar beceriksiz, korkak, pasif politikacılar ve diplomatlar tarafından âdeta iğdiş edilmişti. ‘Mîsâk-ı Millî’ gibi temel bir andın yanlış yorumu, uzun yıllar boyunca Türk diplomasisini kendi sınırları içine hapsetmişti. Öyle ki, bu ülkede sınırlarımızın dışında Türk ve Müslüman kabul etmez, modernizmi körü körüne Batılılık kompleksiyle karıştırırdık.
Rahmetli Atatürk, Hatay’ın ilhakıyla bu diplomasiyi peşinen reddetmişti. Merhum Menderes ve Zorlu da Kıbrıs politikasıyla bu gelenekselleşmiş zilletten kendilerini arındırmışlardı. Merhum Ecevit’in Barış Harekâtı da bu korkak diplomasinin önemli bir istisnasıydı. Rahmetli Özal, bütün hayatı ve icraatı müddetince bu pasivizmle mücadele etmiş ve Türkiye’yi bir ‘Merkez Ülke’ konumuna sokmak için elinden geleni yapmıştır.
İşte Gül-Erdoğan eksenli yeni dış politikamız ve diplomasi anlayışımız, arada parlayan yıldızlara rağmen uzun süren bir zillet devrini kökünden değiştirmiştir. Tarih, Başbakan’ın Davos çıkışını, Türkiye’nin kendi gücünü farkettiği ve yeni ufuklara açılışını başlattığı bir milât olarak kaydedecektir.
***
Türkiye’nin dış politikası elbette değişmelidir ve değişmektedir de... Lâkin bu değişiklik, Türkiye’nin ‘çağdaş uygarlık düzeyi’nden sapması, Batı ittifaklarından vazgeçmesi, lâiklikten yüz çevirmesi istikametinde meydana gelmiyor.
Yıkanmış beyinlerdeki ikilemin ne kadar çağdışı olduğunun farkında değil misiniz? Körü körüne Batı’nın kuyruğuna takılarak bağımlı kalmak ile Üçüncü Dünya Ülkelerine padişah olmak dışında bir yolumuz yok mudur? Düze kıran mı girdi?...
Huntington’un İslâmafobik telkinlerinden kurtulup Tanzimat’tan beri devam eden westernizasyon idefiksinizi bir yana bırakırsanız, gücünün farkına varan Türkiye’nin dış politikasındaki değişimi idrak edebilirsiniz.

Hasan Celal Güzel

Mehmet Emin Karamehmet

Bu ülkenin “kara kutusu” medyadır.
Gerçekleri açıklamak için değil de saklamak için “dizayn” edilmiş bir medya olduğundan, bütün sırlar “medyanın” tepe noktalarında saklıdır.
Gazete patronlarıyla, gazete yöneticilerinin “devletle” ve daha da önemlisi “derin devletle” ilişkilerini bütün ayrıntılarıyla öğrendiğimizde, aslında Türkiye’nin “gerçek yüzünü” de görebiliriz.
Hangi gazete patronu hangi generalle görüşüyor?
Niye görüşüyor?
Patronlarla generallerin ne ilişkisi var?
Birbirlerine ne gibi iyilikler yapıyorlar?
Dünkü gazetelerde, Ergenekon sanığı olarak tutuklanan emekli General Levent Ersöz’ün açıklamaları yer aldı.
Ersöz’ün konuştuğu kişiler arasında halen medya patronluğunu sürdüren bir isim de var.
Mehmet Emin Karamehmet.
Çukurova Holding’in, Akşam gazetesinin, Show TV’nin, Skytürk televizyonunun sahibi.
Ayrıca büyük bir telefon şirketinin kurucusu ve ortağı.
Bu adamdan generaller ne istiyor?
Bu adam generallerden ne istiyor?
Ersöz, yaptığı konuşmaların önemli bölümünü kaydettiği için konuşmalarla ilgili bilgiler basına yansıdı.
14 Ağustos 2008’de Aktüel dergisinde Tuncay Opçin bu konuda geniş bir haber yayınladı.
Habere göre, Karamehmet’in, Tuncay Özkan’ı “medya grup başkanlığından” uzaklaştırması o sırada Jandarma Komutanı olan Orgeneral Şener Eruygur’u rahatsız etmiş.
Levent Ersöz bu rahatsızlığı Karamehmet’e şöyle anlatıyor:
“Komutanımızın size selamı var. Kendisi yurtdışında. Kendisi ile görüşmemiz esnasında şunları size iletmemizi istedi. ‘Tuncay Bey’le ilgili bunu Mehmet Bey’den beklemezdim’ dedi. Kendisi çok üzüldüler. Bir iki yıllık sıkıntıları paylaşmış, sizlere yardımcı olmuş bir insan.”
Eruygur, “Mehmet Bey’den beklemezdim” dediğine göre Karamehmet’in, o sıralarda darbe hazırladığı daha sonra ortaya çıkan bu generalle, “beklentiler” yaratacak kadar yakın bir ilişkisi bulunuyor.
Ama bence asıl ilginç olan, Ersöz’ün komutanından bahsederken söylediği şu cümle:
“Bir iki yıllık sıkıntıları paylaşmış, sizlere yardımcı olmuş bir insan.”
Bir Jandarma komutanı bir medya patronuna hangi konularda “yardımcı” olabilir?
Ne için yardım ediyor?
Ne karşılığında yardım ediyor?
Yok, “bir iki yıldır” Karamehmet’e yardım eden Tuncay Özkan’sa, Ersöz “komutanını” değil de Özkan’ı kastediyorsa, o zaman da soru şu:
Özkan, “paşaların bilgisi dahilinde” ne yardımı yaptı Karamehmet’e?
Bu sorulara Nazlı Ilıcak 29 Ağustos 2008’de yazdığı bir yazıyla cevap veriyor:
“Benim düşüncem şöyle: Karamehmet, Nuray Başaran’la pek çok askeri (mesela MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ı), bu arada Şener Eruygur’u da devreye sokup, Danıştay’dan Pamukbank’ın iadesi yolunda bir karar çıkarttı.”
Pamukbank Karamehmet’e aitti, bankaya yasalar uyarınca devlet el koymuştu.
Ilıcak, Karamehmet’in “paşaların” yardımıyla bankasını geri aldığını ileri sürüyor.
Doğru mu bu iddia?
Karamehmet bu konuda herhalde bir açıklama yapmalı.
Çünkü Karamehmet’in “yanında çalışan bazı gazeteciler aracılığıyla” paşalarla iş görüşmeleri yaptığı da kayıtlarda yer almış.
Aktüel’de çıkan habere göre, Karamehmet’in sahibi olduğu Akşam Gazetesi’nin Ankara temsilcisi Nuray Başaran, Jandarma İstihbarat Başkanı Levent Ersöz’le konuşuyor.
Kayıtlara göre şöyle diyor:
“Mesela ben size geldiğimde o parklar projesinin iznini buralarda takip etmiştim. Sizden mesela jet hızıyla çıktı o olurlar. Devlette, diğer kurumlarda iş yürümüyor.”
Parklar projesi ne?
Jandarma Komutanlığı’nın “parklarla” ne alakası var?
Karamehmet, neden bir proje için ihtiyacı olan izni almak için adamını “Jandarmaya” gönderiyor?
Jandarma neden o izni sağlıyor?
O izni hangi yoldan sağlıyor?
Ve, aldığı o izin karşılığında Karamehmet Jandarmaya ne veriyor?
Karamehmet, darbe hazırlığı yaptığı “darbe günlükleriyle” ortaya çıkan generale, “izinler” karşılığında nasıl bir hizmet veriyor?
Bugün, Karamehmet’in sahibi olduğu Akşam Gazetesi’nde ve Skytürk televizyonunda, Ergenekon çetesinin soruşturulmasını savunan, hukuktan yana çıkan, darbe girişimlerini eleştiren “demokratlara” karşı sistemli olarak saldırılıp iftira atılıyor.
Bu saldırılar, o işbirliğinin “devamı” mı?
O işbirliği hâlâ sürüyor mu?
Karamehmet’in generallerle ilişkileri kayıtlara geçmiş.
Ersöz “size yardımcı olmuş bir insan” dediğinde, Karamehmet “ne yardımı” demiyor, yardımın ne olduğunu biliyor.
Şimdi o yardımın ya da yardımların ne olduğunu herhalde açıklamak zorunda.
O açıklamazsa biri ona sormalı.
“Senin paşalarla ne işin vardı” demeli, “o yardımlar neydi” diye sormalı, “proje izni için niye generallere adam gönderdin” sorusunu dile getirmeli.
Karamehmet’in bütün istihbarat teşkilatlarının ilgisini çeken bir telefon şebekesinin kurucusu olduğunu da unutmayın, o telefonlarla ilgili bir yardım da istendi mi kendisinden.
Karamehmet’in generallerle ilişkisi aydınlığa kavuştuğunda sanırım Türkiye’nin karakutusu olan “medyanın” da sırlarını çözmeye başlayacağız.
Şimdi Türkiye’nin Karamehmet’e dönüp sorması gerekiyor.
“Anlat bize, neydi o ilişkiler, o yardımlar, o işbirliği?”

Ahmet Altan

Durgunlukta IMF programı

Türkiye'nin IMF ile aylardır yürüttüğü müzakere beklenmedik şekilde kesildi. Önce "ara verildi" dendi ama son demeçlerden öyle anlaşılıyor ki IMF ile görüş ayrılığı basit bir uzlaşmayla aşılacak cinsten değil. Başbakan'ın ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek'in, "IMF kabul edemeyeceğimiz koşular öne sürüyor" iddiası soruna dramatik bir boyut kazandırdı. Spekülasyonlar yoğunlaştı. IMF'nin diğer ülkelere kıyak geçerken Türkiye'ye haksızlık yaptığı iddiaları duyulur oldu. Hatta IMF'nin "son dakikada yeni koşullar öne sürüyor" olmasının Türkiye'yi sıkıştırmak isteyen Yahudi lobisinin işi olduğu dahi iddia edildi. Bu akıl almaz komplo teorisine birinci elden şahidim.
IMF ile anlaşmazlık rakamsal düzeyde bilinmese de müzakerelerin maliye politikasında tıkandığı bir sır değil. IMF heyeti Ankara'yı terk etmeden önce yaptığı yazılı açıklamada tıkanıklığın nedenini, "orta vadeli mali kural konusundaki görüş ayrılıkları" şeklinde tanımlamıştı. Daha kasım ayı başında IMF'nin çiçeği burnundaki baş iktisatçısı Olivier Blanchard durgunluk ortamında maliye politikasının kaçınılmaz olduğunu savunduktan sonra, sınırları şöyle ifade ediyordu (Finance and Development, "Repairing the Damaged Global Economy"): "Olumsuz yan etkilerden kaçınmak için, mali genişlemenin geçmişte düşük kamu borcu ve disiplinli politikalar sayesinde mali manevra alanı oluşturmuş ülkelerde koordineli bir şekilde uygulanması hayatidir."
IMF'nin baş iktisatçısı, genişleyici yani bütçe açığını artıran maliye politikalarını sadece düşük borç oranına ve geçmişte uyguladıkları disiplinli politikalar sayesinde düşük enflasyona sahip, bütçelerinde yeterince mali manevra alanına sahip ülkeler için öneriyor. Türkiye bu ülkelerden sayılabilir mi? Net borç oranının yüzde 30'un altına düştüğü ya da AB hesabıyla yüzde 40 civarına gerilediği gerçek. Ancak reel faizler halen çok yüksek. Döviz borçlarının da faizi birkaç puan artmış durumda. Enflasyon da yüksek ve düşmeye devam etmesi gerekiyor. Bu koşullar maliye politikasına fazla geniş bir manevra alanı bırakmıyor.
Ancak öte yandan durgunluk koşullarında daraltıcı bir maliye politikası da mantıklı değil, çünkü ekonomik küçülmeyi daha da derinleştirir. Bu bakımdan IMF'nin son dönemde imzaladığı stand-by anlaşmalarında maliye politikasının nasıl bir stratejik çerçevede ele alındığını bilmek gerekiyor. Bu bilgi IMF müzakereleri üzerindeki spekülatif bulutları dağıtmak için iyi bir yol olabilir. Bu amaçla Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkez'inde IMF'nin Ukrayna, Macaristan, Letonya ve Pakistan ile imzaladığı stand-by anlaşmalarının maliye politikalarını mercek altına aldık (Betam, Araştırma Notu No. 23). Bu araştırmanın geniş bir özetini bugünkü Referans'ta okuyabilirsiniz.
Bu ülkelerin kabul ettiği IMF programlarının iki önemli ortak özelliği var: Birincisi, 2009'da kaçınılmaz hale gelen durgunluğu daha da derinleştirmemek için maliye politikası her ülkenin kamu borcuna ve diğer makro dengesizliklerine göre az ya da çok gevşetiliyor. Ancak 2010'dan itibaren büyümenin yeniden başlayacağı kabulü çerçevesinde, maliye politikası, 2009'daki gevşemenin dozuna ve ekonominin yapısal sorunlarına bağlı olarak yine az ya da çok sıkılaştırılıyor. Helen en berbat durumdaki Letonya ve Macaristan'ın anlaşmalarında kamu çalışanlarının ve emeklilerin reel gelirlerini düşürecek gelir politikaları öngörülüyor. IMF bunu Türkiye'den en zor dönemde bile talep etmedi.

Ez cümle, IMF'nin enflasyon, cari açık gibi dengesizliklerin giderilmesinde maliye politikasında orta vadeli bir disiplin talep ettiği görülüyor. Başa dönersek, IMF heyeti "orta vadeli mali kural" derken tam da bu yaklaşımı kastediyor olmalı. IMF ile anlaşma yapılmazsa ne olur? Dünyanın sonu olmaz. Sadece daha derin bir durgunluk yaşarız. Bu derinleşmenin doğal sonucu olarak da zaten artmakta olan işsiz sayısı daha çok artar. Nedenler bir başka yazıya kaldı. Ama umarım nedenleri açıklamama gerek kalmadan hükümet IMF ile anlaşır.
Seyfettin Gürsel

Terör ve Terör örgütü

İşte, ezeli ve korkarım, ebedi sorunumuz: Toplumsal konulardaki, “kavram karmaşası” ve bunun ardından gelen, “kafa karışıklığı”...

Kendimi bildim bileli, ortalıkta bir “terör” sözcüğü dolaşır. Tabii buna bağlı olarak; “terörist”, “terör örgütü”, “anti-terör örgütü” vb. gibi, bir dizi kavram gündeme gelir. Peki, bu terör, ne demektir? Acaba bu konuda, bir “düşünce birliği” (consensus), var mıdır? Hiç zannetmiyorum.

En iyi olasılık, yaklaşık bazı kavramlar vardır ama; böylesine gündemde olan bu olguyla ilgili olarak, herkesin kabul edeceği bir kavram yoktur. Herkesin kabul edebileceği bir kavram yoktur. Zira, toplumsal konularda kavramları barıştıranlar; genellikle, kendilerinden yana “yontmak için”, bu kavramları karıştırırlar. Ve sonunda ortaya, yukarda da değindiğim gibi; bir “kavram kargaşası” ve bunun doğurduğu, bir “kafa karışıklığı”, çıkar.

Bu köşede, şimdiye dek; toplumsal yaşamın, pek çok kavramını açıklamaya çabaladım. Bugün de, “terör” kavramını ve bundan kaynaklanan bazı kavramları, anlatmaya çabalayacağım. Terör; bir ülkede, toplumsal yapıyı sarsmak ve baltalamak için girişilen, her türlü zorbalığa verilen addır.

Fakat terör; sadece, toplumsal yapısını, bozmak ve sarsmak istediği ülkenin, sınırları içinde gerçekleşmez. Bir ülkenin düzenini hedef almış olsa bile; kimi zaman, o ülke sınırları dışında da, zorbalığa başvurabilirler. Örneğin; 1970’li yıllarda; El Fetih, Filistin sorununu dünyaya anlatabilmek ve İsrail’le mücadele edebilmek için, uluslar arası uçuş yapan Uçakları kaçırır ve bazen de; yolcularını indirerek, o uçakları havaya uçururdu. Buradaki amaç; İsrail’e sağlanmış olan ABD desteğinin ve uluslar arası desteğin, kesilmesi idi. 1967 Arap-İsrail savaşında; Arapların yenilmesi üzerine, El Fetih için, bu tür girişimlerden başka çare kalmamıştı. Zaten El Fetih, daha sonra, yasal çerçeve içinde bir siyasal örgüte dönüşecek ve Filistin halkının, kaderi üzerinde etkili olacaktır.

Terör örgütü; terör yapmayı, terörist girişimlerde bulunmayı, hedefleyen örgüttür. Doğal olarak, “yeraltında” örgütlenirler. Fakat kimi zaman; yerüstünde de, legal görünen bir örgütleri olur. Terörist de; bu örgüte bağlı olarak, terör girişimlerinde bulunan kişidir. Kimi zaman; “devlet teröründen”, söz ederiz. Devlet, toplumsal yapıyı sarsmak ve baltalamak istemeyeceğine göre, bir devlet teröründen söz etmek, fazla anlamlı olmamaktadır.

Fakat eğer devlet, yasal yollardan sapar ve “yasa dışı” eylemlere kalkışırsa; o zaman, teröristlerle aynı paralele düşer ve pekala, bir “devlet teröründen”, söz edebiliriz. Zaten, bu türden devlet terörünü gerçekleştiren kişiler; çoğu kez, saklı kimliklerle yaşarlar. Devlet terörü yapanların; bir “yasal”, bir de “yasa dışı”, kimlikleri vardır. Zaten, bunların bağlı oldukları örgütlerin de, bir yasal ve yer üstündeki yapısı; bir de, yasadışı ve yeraltındaki yapıları vardır.

Örneğin; (artık reddedilmesi mümkün olmayan), “jandarma İstihbarat Teşkilatı”, (JİTEM), aslında legal bir devlet kuruluşudur ve jandarma için, gerekli istihbaratı yapar. Fakat bir de; genellikle, PKK itirafçılarından oluşan, illegal yapısı varmış. İşte bunların, yasa dışı işleri ve özellikle, bulaştıkları “faili mechuller”, düpedüz devlet terörü demektir.

Zanlılarının, Silivri’de yargılanmakta olduğu, “Ergenekon” da, bir terör örgütüdür. Bu örgütün, bir “darbe” yapacağını asla düşünemeyiz. Fakat, bir darbe ortamı hazırlamak için, memleketi karıştırabileceğine, kuşku duymamamız gerekir.

Gelelim, Gazze’de yapılan, demokratik seçimleri kazanarak iktidara gelmiş olan, Hamas örgütüne. Doğrusunu isterseniz; Hamas’a ve onun yöneticilerine ve uyguladıkları politikalara, asla sempatiyle yaklaşmıyorum. Ateşkesi bozmak için, İsrail’i tahrik etmelerini de; kadın ve çocukları, hedef haline getirmelerini de; yanlış buluyorum.

Fakat Hamas, “uluslararası balonların” ilan ettikleri gibi, bir terör örgütü değildir. Kendince, bir “savaş halindedir” ve Davut ve Golyad’ın kavgasına benzese de, İsrail’le savaşmaktadır. Bunun adı, terör değildir. Kimi süper zekalılar, Hamas’la PKK’yı benzetmek istiyorlar.

Vallahi pes... Hamas; meşrutiyetini reddeden bir devletle, savaş yürütmektedir. PKK ise; Türkiye’yi karıştırmak isteyen, bir örgüttür. Benzerlik, bunun neresinde?..

Bu arada son olarak, şunu belirtmek isterim ki; terör, “sokaktaki adamı”, silahsız insanları, vurur. Bu konuyu da, bir başka yazımda ele almak istiyorum.

Toktamış ATEŞ

4 Şubat 2009 Çarşamba

Demirel haklı, ödetebilirler Türkiye'ye ama nasıl?

Demirel, Erdoğan’ın Davos çıkışıyla ilgili olarak, “Uluslararası meselelerde birtakım faturalar çıkar ve keserler faturayı, farkında bile olmazsın” demiş...

Haklı Demirel.

Kaç kere gidip geldiği için, kendi hayat tecrübesiyle sabit olan bu siyasal gerçeği çok iyi biliyor.
Böyle bir tedirginliğin izleri yalnız Demirel’de değil, iş dünyasıyla basında, diplomatik çevrelerimizde de var.

Evet, fena ödetebilirler.

Ama nasıl, hangi koşullarda?

Eğer ekonomik reformlara yan çizer de, Türkiye’yi 1970’lerdeki gibi 70 sente muhtaç edersen...
Fena ödetirler tabii.

Dış kredi musluklarını 1970’lerdeki gibi kısmaya başladıkları vakit bir anda elin kolun bağlanır.
Eğer Kıbrıs sorununu çözmezsen, Kıbrıs’ta çözümün değil de sorunun yanında olursan, türlü çeşitli hesaplarla çözümsüzlüğe oynarsan...

Fena ödetirler tabii.

1970’lerdeki gibi Türkiye’ye silah ambargosu da koyarlar, Türkiye’nin altınlarını da rehnederler, elinden bir şey gelmez.

Eğer Türkiye’nin demokrasi ve hukuk sorunlarını dert edinmezsen, askeri otoritenin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması gerçeğini yıllar yılı görmezlikten gelirsen...

Fena ödetirler tabii.

12 Mart 1971’de ya da 12 Eylül 1980’de olduğu gibi, Türkiye bir sabah vakti yine tank sesiyle uyandığında, Pentagon’un uçsuz bucaksız loş koridorlarından, “Nihayet yaptı bizim çocuklar!” diye sevinç çığlıkları kulağına çalınır ama çaresiz kalırsın.

Eğer Kürt sorunu onca yıl askerin tekelinde kalır ve sen de bu sorunu yalnız terör ve yoksulluk olarak görmeye devam edersen... Meselenin insan hakları, hukuk ve demokrasi boyutlarına gözlerini kapamaya devam edersen...

Fena ödetirler tabii.

Aş ve iş sorununu çözmek için, Türkiye’yi kalkındırmak için gerekli kaynaklar özellikle 1980’lerden itibaren Güneydoğu ve Ege’de silahlanmaya harcanırsa, birden kendini öylesine bir kısır döngüde bulursun ki, dışarıya karşı elin kolun bağlanır, şaşırır kalırsın.

Evet, fena ödetirler.

Siyaset sahnemizde bu acı gerçeği, Türkiye’nin 70 sente muhtaç hale geldiği dönemi ve 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü Başbakan olarak yaşamış olan Sayın Demirel’den daha iyi bilen biri herhalde yoktur.

Kısacası:

Eğer ayakların yere sağlam basmıyorsa...

Sorunlar yumağıyla baş edemiyorsan...

Yumağı çözmek için önce hangi ucu çekeceğini bilemiyorsan...

Bir ‘oyun plan‘ın yoksa...

Demokrasiydi, hukuk devletiydi, özgürlükler düzeniydi, insan haklarıydı hiç derdin değilse...
Günlük deyişle:

Evinin içi çok dağınıksa...

İşte o zaman, hiç kuşkun olmasın, faturayı bir anda keserler!

Dün Demirel’e kesmişlerdi.

Hem de kaç kez.

Bugün Erdoğan’a kesebilirler mi?..

Üçüncü yazı yarın.


Hasan CEMAL

Erdoğan-Davutoğlu

Tarihimizde siyaseti Prof. Ahmet Davutoğlu kadar etkilemiş, lideri Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine hâkim ilkelere yeni bir dil ve işlerlik kazandırıp onları değişik mecralarda farklı kalıplara dökmeye ikna edebilmiş bir başka ‘danışman’ herhalde yok. Hatta cumhuriyet yıllarında bu vasıfta dışişleri bakanı da.
Davutoğlu başarısını kuşkusuz Başbakan Erdoğan’ın kendisine açtığı alana ve homurdanmaları şahsen göğüsleme kararlılığına borçlu.. ‘Dış politika bizim işimiz’ diyen muhafazakâr hariciye bürokrasisi ona yüksek sesle itiraz etmiyor, işbirliği yapmaktaki isteksizliğini perdeliyorsa; bunun sebebi Erdoğan’ın tavrının bilinmesi..
Erdoğan’ın Davutoğlu üzerinden geleneksel Türk dış politikasını ve ana hatları Atatürk tarafından belirlenmiş siyaseti ters istikamete çevirecek bir yol izlediği iddiaları doğru değil..
Şu sözler Atatürk’ün: ‘Hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe herkese mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz.. Aksine müsaade edemeyiz.. Harp ancak zaruri ve hayati olduğu takdirde meşrudur... Öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye harbe girilebilir. Aksi halde harp cinayettir. Fakat, ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu hatta hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik.. Eğer harp bir bombanın patlaması gibi, birden bire çıkarsa, milletler buna mani olmak için silahlı mukavemetlerini ve mali güçlerini, saldırgana karşı birleştirmekte kararsızlık göstermemeli; en süratli ve etkin şekilde saldırgana, taarruzunun yanına kar kalmayacağı gösterilmelidir.’
Atatürk’ün sorunların krize dönüşmesini önlemek için bölgesel ittifakların tesisini önemsediğini, hayatta olduğu dönemde hiçbir gizli anlaşma yapmadığını, Musul konusundaki duyarlılığına rağmen Irak Kralı Faysal’ın Türkiye ziyaretinde yaptığı konuşmada çizdiği barış ve güvenlik çerçevesini, İran’la Afganistan arasında hudut anlaşmazlığı ortaya çıktığında ihtilafı çözmek için bizzat devreye girişini de unutmamak lazım..
Bunlara ve Erdoğan’ın son Brüksel ziyaretinde yaptığı konuşmada Türkiye’nin AB tam üyelik hedefi doğrultusunda 2009 senesi içinde önemli adımlar atacağının işaretlerini vermiş olmasına bakarak ‘Sapma nerede’ diye sormak lazım..
Kaldı ki Erdoğan’ın benimsediği Davutoğlu’nun yaklaşımlarının ve bu yaklaşımların nihai hedefinin sır olan bir yanı da yok..
“Modernite Avrupa-Merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihi birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte, Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıya. Staretejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjonktüre daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.”
Davutoğlu’na Hamas’la ilişkiler penceresinden bakmak ve onu radikal İslami hareketlerin sözcüsü gibi görüp göstermek, şayet bilgi eksikliğine dayanmıyorsa olsa olsa kötü niyetle izah edilebilir.. Zira, Davos’ta Tayyip Erdoğan’ın öfkesine muhatap olan ‘moderatör’ Washington Post yazarı David Ignatius’un fark ettiği gerçeği görmezden gelmek veya önemsememekle siyasi tahlil yapma iddiasını bağdaştırmak zor.. Ignatius 21 Aralık 2008 tarihli yazısında, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk gibi hassas bir zeminde diplomatik girişimleri yönettiğine işaret ettiği Prof. Dr. Davutoğlu’nun, Ortadoğu’yla ilgili geliştirdiği ‘domino etkisi’ teori konusunda ABD Başkanı Obama’nın dikkatini çekmişti... Bölgede her olumlu gelişmenin domino etkisiyle başka olumlu gelişmeleri davet ettiğini, her olumsuz gelişmenin başka olumsuzlukları doğurduğunu savunan Davutoğlu, İsrail’in Gazze’ye saldırmasının, kısa süre içinde yapılacak İsrail, Filistin, Irak, Lübnan ve İran seçimlerini etkileyeceğini ve bu ülkelerin hepsinde radikal hareketlerin güç kazanmasını sağlayacağını savunuyordu.. Sormak lazım ‘Yanlış mı’ diye..
Son bir not: Umarım Prof. Ahmet Davutoğlu’nun günlük tutmak alışkanlığı vardır ve aldığı notlar ilerde bugünü anlamayı sağlayacak çalışmaların kaynağı olur. Benzer bir dileği ‘ Tarih not tutma alışkanlığı olanlara dayanılarak yazılır’ diyerek geçmişte Tayyip Erdoğan için de söylemiştim.. Başbakan konusunda fazla ümitli değilim, o yüzden keşke Davutoğlu tutuyor olsa diyorum..

Avni Özgürel

İsrail için Erdoğan’la asla, Ortadoğu için Türkiye’siz asla...

Davos’un Tayyip Erdoğan’ın ve onunla birlikte Türkiye’nin “Ortadoğu’da arabuluculuk” misyonunu uçuracağı besbelli idi. O gece BBC’ye konuştuğum vakit, Erdoğan-Peres atışmasının yakın vâde bakımından “ilk kurbanı”nın Türkiye’nin bir muhtemel İsrail-Suriye arabulucuğu olacağını söylemiştim.
İsrail’in hem sol-liberal Haaretz hem de sağ-muhafazakâr Jerusalem Post gazeteleri dün Associated Press haber ajansına dayalı bir haberi yayımladılar. Buna göre, isminin açıklanmasını istemeyen bir üst düzey İsrail hükümet yetkilisi Tayyip Erdoğan için “Bundan sonra hiçbir konuda arabuluculuk yapmayacak. İsrail ile Araplar arasında arabulucu olarak konumu bitmiştir, bu kesin. İsrail tarafından asla bir güvenilir aracı olarak kabul edilmeyecek” demiş.
İsrail politikasını açıklamaya yetkili olmadığı için isminin saklı tutulmasını isteyen yetkili, “bu konuda bir resmi karar alınmamış olmakla birlikte İsrail liderlerinin Tayyip Erdoğan’dan söz ediş şeklinin bir arabulucu olarak ona güvenmediklerini ortaya koyduğunu” belirtmiş ve eklemiş: “İsrail’in hoşnutsuzluğu kişisel olarak Erdoğan’a yöneliktir ve İsrail’in işbirliğine değer verdiği Türkiye ile bir kopma olarak anlaşılmamalıdır.”
Hiçbir İsrail liderinin Davos performansının ardından Tayyip Erdoğan’a bir arabulucu olarak güvenemeyeceğini biz de zaten olayın sıcağı sıcağına söylemiştik.
Öyleyse, Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu Tayyip Erdoğan’ın davranışı yüzünden zarar görmemiş midir? Nasıl olur da Erdoğan’ın davranışının Türkiye’yi Ortadoğu’da güçlendirmiş olduğu söylenebilir?
İsrail-Suriye ya da İsrail ile Ortadoğu’daki “oyun”un bir Arap aktörü arasında “arabuluculuk rolü”, evet, ortadan kalkmıştır. Ancak, bu, Davos’ta Erdoğan’ın kararlı ve sert İsrail eleştirisi nedeniyle değil, İsrail’in Gazze’ye karşı yönelttiği vahşi saldırı nedeniyle kalkmıştır.
Eğer İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Ankara’ya gelip Tayyip Erdoğan ile görüştükten birkaç gün sonra Gazze’ye öyle bir saldırı başlatılırsa, Türkiye, ister istemez, İsrail ile Suriye arasında “barış arabulucusu” konumundan çıkar, “İsrail’in kirli çamaşırlarını taşıyan bölgesel hizmetçisi” görüntüsüne dönüşürdü. Zaten, İsrail’in Gazze saldırısı başladığı anda, Tayyip Erdoğan o “arabuluculuk misyonu”na son verdiğini kendisi açıklamıştı.
Öyle bir işlev, zaten Türkiye için Ortadoğu’da “ikinci sınıf” bir rol idi.
Ve evet, Davos, Türkiye’nin İsrail nezdinde “arabuluculuk misyonu”nu sona erdirmiştir ama Ortadoğu’da profilini güçlendirmiştir.
***
İsrail açısından bazı can sıkıcı veriler mevcut. 2000 yılından Gazze saldırısı başlayana dek 634’ü çocuk olmak üzere 3000 Filistinli öldürüldü. Gazze saldırısının ilk günü 250 kişi. “Kan banyosu” teneffüse girdiği vakit yani silahlar geçici olarak 22 gün süren saldırıların ardından sustuğunda- 1360 Filistinli üçte birine yakını çocuk- ölü, 5000 yaralı ve İsrail’in kaybı 13.
Gazze nüfus oranı ile Türkiye’ninkini karşılaştırdığınızda, bu, 22 gün içinde 15 bin dolayında çocuğun olduğu 50 bin dolayında ölü ve 150 bin dolayında yaralı demektir! Bunların arasında Hamas mensubu sayısı 46 olarak açıklandı.
Neredeyse “soykırım” etiketini hak edecek çapta bir katliam!
Tayyip Erdoğan, “Türkiye Başbakanı” sıfatını taşıyarak bu “çirkin fotoğrafı” İsrail Cumhurbaşkanı’na karşı dillendirdiği anda Türkiye, Ortadoğu’da “moral liderlik” konumuna yükselmiştir.
İsrail’de (ve Amerika’nın en hararetli, sorgusuz-sualsiz İsrail destekçisi kesimlerinde) Tayyip Erdoğan ismine ne ölçüde alerji varsa, Ortadoğu’nun her yerinde tam da aynı nedenle o ölçüde güçlü bir sempati ve o sayede de Türkiye’nin Ortadoğu’daki potansiyel “yeni rolü”ne destek canlanmıştır.
Bunun en tipik örneğini, ezeli Nobel adayı, büyük Arap şair ve yazarı Adonis’in “Türkiye: Kış Uykusundan Çıkan Bölgesel Güç” başlığı ile güncesine dün düştüğü notta görebiliriz. Suriyeli Alevi kökenli, İslamcılığa son derece karşıt görüşleriyle bilinen, uzun yıllar Paris’te yaşadıktan sonra bir süredir Beyrut’ta Lübnan vatandaşı olarak yaşamakta olan Adonis, dün güncesinde şu satırlara yer vermişti:
“Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan, Gazze’deki soykırımı nedeniyle Siyonist Devleti eleştiren hiç kuşkusuz en güçlü lider olmuştur. Erdoğan yönetimindeki Türkiye, şu anda Yakın Doğu’da barışı, istikrarı ve hakkaniyete dayalı siyasi çözümleri oluşturmak bakımından Avrupa’nın tümünden daha güçlü durumdadır. Türkiye kendine yeterli bağımsız bir Ulustur ve Ortadoğu’nun tümünü dört yüz yıl boyunca yönetmiştir. Türkiye uzun bir kış uykusundan uyanmış ve bölgede baş güç merkezi olmaya karar vermiştir... Mısır ve Suudi Arabistan gibi sözde ‘ılımlı’ Arap devletleri korku içinde boyunlarını eğmişler ve yeni, canlanmış bir Türkiye’nin beklemedikleri ortaya çıkışıyla kala kalmışlardır. Türkiye Yakın Doğu’da belirleyici bir güç merkezi olmayı istiyor ve öyle davranıyor, çünkü Lübnan, Suriye ve Irak’ın istikrarından çıkarı var. Bugüne dek Lübnan, Suriye ve Irak; ABD, Avrupa, Mısır ve Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’daki daha geniş çaplı politikalarının piyonları durumundaydılar. Türkiye’nin şu andaki siyasetleri bundan ayrılıyor. ‘Benim arka bahçemde ve sınırlarımın dibinde savaş bölgeleri bulunmasına artık son verilsin’ diyor. ABD ve İsrail’in bu mesajı açık ve yüksek sesiyle işitmeleri ve anlamaları gerekiyor.”
Bir Mısırlı siyasal bilimci Hasan Nafai, Davos’ta izlediği manzara üzerine “El-Masri el-Yewm”de (Bugünkü Mısır) bu gözlemi doğrulayan şu duygulara yer vermişti:
“Heyecan verici sahneyi izedikten sonra, Erdoğan gibi liderlerin tepkisiyle, aynı durumda kalsalar Arap liderlerinin nasıl bir tepki vereceklerini karşılaştırmadan edemedim. İkisinin arasında derin bir fark olacağını düşünmek fazla vakit almadı. Böyle bir karşılaştırma bizim liderlerin aleyhine sonuç verir. Nedeni açık: Bizim liderlerimiz tahtlarına tutunmak şehvetinden ve illegal kanallardan para edinmekten başka hiçbir şeye inanmıyorlar.”
Tayyip Erdoğan’ın üzerinden Türkiye’nin Ortadoğu’da “moral liderliği” eline geçirmesi, böylesine bir bölgesel-kitlesel ruh haleti üzerine oturuyor.
Adonis’e dönelim... Adonis, Avrupa’nın Türkiye’nin Yakın Doğu’da belirleyici rol oynamasına ilişkin kararından memnuniyet duymasına da değiniyor ve “Güçlü ve aktif bir Türkiye, Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde daha büyük ağırlık taşıyacaktır” diye yazıyor.
Türkiye’nin Davos ertesinde ABD ve AB nezdindeki konumunu daha da güçlendirebileceği değerlendirmesini yaptığımız vakit, benzeri bir bakış açısı ve algılamadan hareket ediyoruz...
***
Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeni ve iç politikanın dar kalıplarına kapılarak heba edilmediği taktirde “avantajlı” yeni konumu, çok büyük ölçüde “jeopolitik”in ve “Obama dönemi Amerika’sı ile yenilenmek zorunda” olan bölgesel dengelerin ve tabii bir de ayrıca Gazze sonrası Ortadoğu denkleminin ürünü.
İsrail, bu denklemde, Gazze öncesine oranla zayıflamış durumdadır. İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı, Türkiye’nin İsrail’e ihtiyacının kat kat üzerindedir. Geldiğimiz nokta, “İsrail’i küstürürsek başımıza ne gelir” gibisinden hezeyanlara kapılmak yerine, “İsrail, bir de İran’dan gayrı Türkiye’yi karşısına alırsa ne hale gelir?” sorusunun ortaya atılacağı bir zaman dilimini ifade ediyor.
Bir Amerikalı güvenlik analisti (Stratfor) George Friedman, son bir hafta içindeki gelişmeler üzerindeki tahlilinde, “Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu bölge dışındaki gözlemcilerin pek iyi fark edemediğine” işaret ederek “Türkiye şu ana kadar, en güçlü İslam ülkesi ve o ölçüde de ekonomik bakımdan etkili ve tarihi olarak bölgenin lideri bir ülkedir. İslâm dünyasının lideri rolüne tekrar yükselmemesi, bugünkü şartlarda çok zordur” diye yazıyor.
Obama Amerikası’nın Türkiye ile Ortadoğu’da işbirliği zorunluluğu da işte bu olgudan kaynaklanıyor.
Türklerin hatırı sayılı bir bölümü bu olguyu bir türlü kavrayamasa da, bu böyle...

Cengiz Çandar

Bir devlet mesleği

Devlet olmanın getirdiği en önemli avantaj vatandaşın ancak küçük ölçekte yapabildiklerinin tüm ülkeyi etkileyecek ölçekte yapılabilmesidir. Gerçi devlet teorisi üzerine uğraşanlar bu faaliyet alanlarından birinin de cinayet işlemek olduğunu muhtemelen hesaba katmamışlardı ama devletin şiddet tekeline sahip bir örgütlenme olduğunu da teslim etmişlerdi. Nitekim bu toprakların egemen devletleri de bu ‘avantajı’ fazlaca kullandılar ve bunun bir geçim kaynağı olarak vatandaşa sunulabileceğini de keşfettiler. Böylece devlet cinayetleri bu topraklarda bir imtiyaz alanı haline geldi. Birtakım kişilerin kendine has suç örgütlenmeleri formatında devletle bütünleşmelerini ifade eden söz konusu faaliyetler, zaman içinde kendi hiyerarşisini, geleneğini ve hatta ritüellerini oluşturdu. Birçok insan meslek olarak bu alanda ‘iş’ tuttu, zengin oldu, ailesine makbul bir isim bıraktı...

Cinayetin devlet eksenli bir meslek alanı olarak temayüz etmesinin geçmişi, aslında modernleşme maceramızla çakışır. Çünkü bu işlerde asgari bir disiplin, merkeziyetçilik ve denetleme şarttır. Aksi halde örgütlenmenin kalıcılığı sağlanamazken, suç etrafında bir rant piyasası oluşturma imkânı da boşa harcanmış olur.

Nitekim modernleşme bu alanda ‘rasyonel’ örgütlenmeleri mümkün kılarken, ideolojik açıdan müdahale edilmesi gereken sorunlar da üretmişti. Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanan millileşme hareketleri devletin ilk kez büyük organizasyonların cazibesine kapılmasına neden oldu ve ilk sınav 1915’te verildi... Hapishanelerden çıkarılan suçlulardan, ‘meslekten gelen’ katillerden de yararlanılarak oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa Ermenilerin tehcirine ‘nezaret’ ederek, kendisinden beklenen ‘işi’ yaptı. Ermeni kaynakları zaman aralığını 1923’e kadar genişleterek 1,5 milyon kişinin öldüğünü iddia etti, ama sadece o yıla indirgendiğinde de kabaca 1 milyon rakamı telaffuz edilmekteydi. Cumhuriyet rejimi bu iddiaya bir müddet sessiz kalsa da, tartışmayı görmezden gelmenin devletin milli çıkarları aleyhine olduğunu anlamıştı. Öte yandan ‘kimseyi öldürmedik’ türünden karşı çıkışların siviller vasıtasıyla yapılması teşvik edilse de, gerçeklikten bu kadar uzak bir beyanın devlete yakışmayacağı ve ciddiye alınmayacağı da belliydi. Dolayısıyla muteber bir Dışişleri mensubuna yazdırılan bir kitapla, ölü sayısının 400 bin olduğu itiraf edildi. Bu muhtemelen asgari rakamdı ama önemli olan devletin gayrı resmî bir biçimde de olsa, kendi örgütlediği suç şebekesinin ‘performansı’ hakkında toplumu aydınlatmasıydı.

Benzer bir olayı 1993 sonrasında Güneydoğu’da yaşadık... Birkaç yıl içinde binlerce köy, mezra ve ormanlık arazi yakılıp boşaltıldı. Çok sayıda insan zulüm yöntemleri uygulanarak yerinden edildi. Yapanlar bir suç örgütü değildi... Bu kez başrolde Jandarma vardı. Ama yaşananların bilançosu benzer bir siyasi tartışmaya neden oldu. Kürtlerin sözcüleri ve sivil toplum örgütleri 3 milyon kişinin zorla yerinden edildiğini öne sürmekteydi. Devlet yine bir süre buna kulaklarını tıkadıysa da, dış dünyanın da aynı rakamı kullanmaya başlaması karşısında bir adım atmak zorunda kaldı. Bu kez Hacettepe Üniversitesi aracı oldu ve bilimsel bir çalışma sonucunda gerçek mağdur adedinin 1 milyondan biraz fazla olduğu ortaya çıktı. Böylece devlet dolaylı bir biçimde iddialara yanıt verirken kendi yaptığını da itiraf etmiş oluyordu.

İki olay arasındaki farklılık birincisinde yarı formel ancak aşikâr bir biçimde görevli olan suç örgütlenmesinin, ikinci olayda durumdan yararlanan bir ‘girişimci şirketler ağı’ gibi çalışmasıydı. Siyasi ortam bölgede iktisadi ve siyasi nüfuzun el değiştirmesine imkân tanıdığı ölçüde, bu ‘girişimciler’ suç piyasasına dahil oldular. Bu arada hem PKK hem de Jandarma içindeki çeşitli odakların söz konusu imkânlardan yararlanmamaları da tabii ki düşünülemezdi...

Ancak mesele sadece para kazanmak şeklinde özetlenemezdi, çünkü istenen sonuçları yaratmak doğrudan cinayet işlemeyi de gerektirebilmekteydi. Böylece Teşkilat-ı Mahsusa’nın günümüzdeki karşılığı olduğu hissini veren bir örgütlenmeye gidildi. Bu öyle bir teşkilattı ki hem formel olarak devletin merkezi ile irtibatlıydı, hem de formel bürokratik hiyerarşi ile gerektiğinde yok sayılacak kadar gevşek bir bağ içindeydi. Hem devletin memurlarından oluşuyor, hem de devlet memuru olmayanları istihdam ediyordu. İnsan öldürmenin ‘işin’ kendisi haline dönüştüğü ‘departmanlara’, aynı zamanda piyasa payının büyütülmesi için uğraşan yönetim kadrolarına sahipti.

Adına kısaca JİTEM denen bu teşkilatın son yıllar içinde 17 bin kişi öldürdüğü bir süredir söylenmekteydi. Devlet yine önceleri sesini çıkarmadı. Sonra belki dolaylı bir bilginin sızmasına razı oldu. Nitekim eski JİTEM mensubu Abdülkadir Aygan, cinayetlerin yüzde 80’inin bu örgüt tarafından işlendiğini, sadece Diyarbakır için rakamın 700 olabileceğini söylüyor. Diğer şehirleri de eklediğimizde toplam siyasi faili meçhul rakamını muhtemelen 5000 civarına çekebiliriz. Bunun bir kısmı formel, bir kısmı enformel ilişki sistemleri içinde halledilmiş...

Sözün kısası gerçek rakamlar devlette var. Eninde sonunda öğreniyoruz... Bazen saygın bir diplomat veya üniversiteden, bazen de böyle daha içerden birinden...

Etyen Mahcupyan

Türkiye’nin sahici başbakanı

Üslup içeriktir.

Sadece konuşurken, yazarken değil...

Susarken de öyledir.

Vücut dilinin kemiği yoktur çünkü.

Siz susarsınız; gövdeniz, elleriniz, gözleriniz susmaz...

Siz sessizken aslınızı onlar anlatır.

Sahici misiniz, sahte mi?

Susmakla saklayamazsınız.

Ağzınızı açtığınızda da durum değişmez.

Suflörünüzün söylediklerini de tekrarlasanız, ezberden de konuşsanız, anlık bir feveran içinde de olsanız kelimelerinizden ziyade üslubunuzdur sizi ele veren.

Sözlerinizin arkasına saklanamazsınız.

* * *

Türkiye’nin başbakanı sahici bir adam.

Bakın, “hesapsız” demiyorum...

Yontulmamışlıktan, el değmemişlikten, kendine hâkim olamamaktan, düşünmeden davranmaktan söz etmiyorum.

Tam tersine...

Recep Tayyip Erdoğan siyasi refleksleri genelde çok kuvvetli; bazen doğru, bazen yanlış çıksa da siyasi öngörüleriyle hareket eden; bazen cesaretiyle hayran bıraksa, bazen ürkekliğiyle ürkütse bile her iki tavrı da ince hesaplara dayandıran bir adam.

Ve bence, Recep Tayyip Erdoğan bütün bu özellikleriyle birlikte sahici bir adam.

* * *

Başbakan son günlerde iki hayırlı iş yaptı.

Birinde muhatabı Şimon Peres’ti, diğerinde Çetin Altan.

İsrail’in Nobel Barış Ödülü sahibi cumhurbaşkanına çıkışırken de izledim onu...

Türkiye’nin dev yazarına Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü verirken de.

Davos’taki “van minıt”larını da dinledim Aya İrini’deki “deniz yıldızları”nı da...

Kelimeleri kadar üslubuna da dikkat ettim.

Konuşurken vücuduna baktım, susarken vücuduna baktım.

Ve gerek Peres’e öfkesinde, gerek Altan’a saygısında, o öfkeyi ve o saygıyı her iki olayın ima ettiği siyasi anlamın, muhtemel popülist hesapların ve diplomatik inceliklerin ötesine taşıyıp hakikaten inandırıcı, hakikaten kalbî kılan bir sahicilik gördüm.

* * *

Davos’ta kopan fırtınanın siyasetteki izdüşümü üç boyutlu...

Birincisi, Erdoğan’ın, herhalde savunma psikolojisiyle saldırganlaşan Peres karşısında sinmeyi ve toplantının yöneticisi tarafından susturulmayı reddederek Türkiye halkının Gazze konusundaki iç sesini dünyaya en yüksek perdeden duyurmasının, sadece bu memlekette ve bölgede değil, esasen uluslararası düzeyde yarattığı yankıdır.

Bu yankıya dikkat edin; içinde gurur var, saygı var, tasvip var, gıpta var.

İkinci boyut, Erdoğan’ın Davos’ta verdiği mesajın özünü ilgilendiriyor.

Türkiye Başbakanı orada, sadece Gazze’deki insanlık ayıbını kınamakla kalmadı; bu ayıbı durdurmak için devreye girmekte geciken dünya devletlerine de teessüfünü bildirdi ve bunu yaparken, bu ayıbın bir “Yahudi ayıbı” gibi yansıtılmasına karşı gayet net konuştu.

Erdoğan’ın Davos’taki mesajı, bu boyutuyla, doğru ve yerindeydi ve yine sadece bu memlekette ve bölgede değil, esasen uluslararası düzeyde haklı bulundu.

Üçüncü boyutsa iç siyaset boyutudur...

Başbakan’ın Davos’taki resti, bir yanıyla, partisine anketlerde birkaç puanlık sıçrama sağlayacak kadar etkiliydi; AKP teşkilatı bu etkiyi hızla iç siyasete tahvil etti.

Öte yandan, Erdoğan’ın Peres’in yüzüne doğruları söylemesinden anlaşılabilir bir rahatsızlık duyan İsrail devletiyle ABD’deki Yahudi derneklerinin tepkisi, AKP’ye düşman çevre tarafından katlanıp katmerlenerek Türkiye’de tedavüle sokuldu.

Erdoğan’ı Batı nezdinde “Erbakanlaştırma” gayretlerinde başarısız kalmanın acısını yıllardır içinde taşıyan bu malum çevre, Davos’ta aldığı riskten medet umup Başbakan’ı yıpratmak istedi ama bunun da nafile bir çaba olduğu görüldü, görülüyor.

Nitekim, Erdoğan’ın Davos’taki tavrı, tam da Cengiz Çandar’ın dünkü Radikal’de yazdığı gibi, Türkiye’yi Arap ve Müslüman dünyada “moral liderlik” konumuna taşımakla kalmadı; Erdoğan’ın konuşmasına dikkat edenler, Türkiye’nin bu moral liderliği, yine Çandar’ın vurgusuyla, “dinî kimliği” ile değil, “insani ve demokratik değerler” üzerinden üstlendiğinin farkına vardılar, varıyorlar.

* * *

Amma ve lakin ben bu yazıyı bunları anlatmak için yazmıyorum.

Ben, Erdoğan’ın Davos’taki çıkışının etkisini, özünde, bazılarının “Kasımpaşalılık” diye aşağılamaya çalıştığı sahiciliğinde görüyorum.

Birkaç kelimelik İngilizcesi ile kendisine hakkaniyetli davranılması için çırpınarak, kolunu tutmak isteyenin kolunu tutarak, Peres karşısında bir anda “siz”den “sen”e kayarak, hatta arada “Tevrat’ın altıncı maddesinde der ki” gibi tuhaf sözler de sarf ederek gösterdiği tepkinin içeriği ne kadar sahiciyse, Erdoğan’ın üslubu da o kadar sahiciydi.

Ve bu, bende saygı uyandırıyor.

Zira çeyrek yüzyıldır süren iç savaşında kendi çocuklarını kendi çocuklarına öldürtegelmiş eli kanlı bir devletin başbakanı olarak Gazzeli çocukların hesabını sormasındaki ironiyi nihayete erdirecek olanın da, esasen Erdoğan’ın tepkisinin sahiciliği olduğuna inanıyorum.

Erdoğan’ın, Davos sonrasında Nasrallahlaşmak ya da Chavezleşmek yerine, bölgede ve dünyada sahici bir “moral lider” olarak kabul görmesinin koşulunu, bu çıkışındaki “insani ve demokratik” özü, Kürt meselesinde atacağı adımlara da taşımasında görüyorum.

* * *

Davos’taki çıkışındakine benzer bir ironi, Erdoğan’ın Aya İrini’deki konuşmasında da vardı.

Başbakan, “Türkiye artık Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ülke değildir” derken, Taraf’ın ve Ahmet Altan’ın biriken dava dosyaları gözümün önüne geldi ister istemez ve “Doğru” dedim içimden, “Türkiye artık Çetin Altan’ı değil, Çetin Altan’ın oğlunu, oğullarını mahkeme kapılarına çağıran ülke.”

Ama bu ironi Erdoğan’ın konuşmasının güzelliğini eksiltmedi.

Metin yazarının kaleminden çıkma “Doğu’nun yaralarını sarmak... Batı’nın ortak değerlerinde buluşmak... çetelerle mücadele etmek... daha gidecek çok yolu olmak” ve Çetin Altan’ın yıllardır “gör dediği” gibi “Türkün Türke propagandasına saplanmamak” vurguları, Başbakan’ın ağzında hakikaten inandırıcı geldi bana.

Zira, daha sonra Çetin Altan kürsüde konuşurken, sahnenin bir kenarında esas duruşta beklediğini fark ettim Erdoğan’ın.

Ve onun o sessiz, o dinleyen halinde sahici bir saygı gördüm.

Yasemin Çongar

Temel çelişki

Benim gençliğimde solcuların en önemli tartışması “temel çelişkinin” ne olduğu üzerineydi.
Aslında bu tartışmanın bütün toplumu kapsayacak biçimde yaygınlaşmaması bence Türkiye için ciddi bir eksiklik oldu.
Toplum çok önemli bir bakış açısından yoksun kaldı.
O zamanlarda solcular en belirgin biçimde iki değişik “temel çelişki” anlayışı etrafında kümelenmişlerdi.
Ana soru şuydu:
“Temel çelişki işçi sınıfı ile burjuva sınıfı arasında mıdır yoksa emperyalizmle milli güçler arasında mı?”
Bugün, sınıfların, dünyanın, teknolojinin geçirdiği değişimleri kabul etmekte ve algılamakta zorluk çeken solcuların bir kısmı yeryüzünde de Türkiye’de “temel çelişkiyi” hâlâ bu iki çatışmadan birinde bulma eğiliminde tartışmalarını sürdürürler.
Teknolojinin ilerleyerek robotları keşfedip “insan gücünü” fabrikalardan çıkarması “işçi sınıfını” da pratikte yok olma sürecine soktu.
Bu çok önemli bir adımdı.
İnsanın, daha mükemmele doğru gelişerek, “bedeniyle” değil “aklıyla ve yaratıcılığıyla” üreteceği bir döneme geçmesi tarihî bir dönüşümdü.
Ama bazı solcular, tarifleri itibariyle geleceğe dönük ve ilerici olmak zorundayken bunun aksine “geçmişe âşık” olup, tarihî gerçekler sonucunda kaybolan bir sınıfın “kayboluşuna” ağıt yakmayı bir “solculuk” anlayışı olarak sürdürürler.
Siyasetin içinde “folklorik” bir renk olarak kalmaktan zevk alırlar.
Kimseye de bir zararları yoktur, kendi aralarında tartışıp, kendileri gibi düşünmeyenlerin “gerici” olduğunu sanma hazzını bir tür zihinsel uyuşturucu gibi kullanırlar.
“Emperyalizmle milli güçler arasındaki” çatışmayı “temel çelişki olarak” görenlerin önemli bir kısmı ise solculuğu iyice “yerelleştirip” faşizme doğru kaydı.
“Emperyalist” denilen gelişmiş Batı ülkelerinin artık “gelişmemiş ülkelerin” doğal kaynaklarını “sömürüp” onları “fakir” bırakmasının mümkün olmadığını göremediler.
Bilgisayarlar, optikler, lazerler üreten bir teknolojiye sahip olan ülkeler, “sömürüp fakirleştirmeye” uğraştıklarında, kendi mallarını, laptoplarını, ipodlarını, robotlarını satacak “pazarları” yok ederler.
Bunun için de o “pazarları” geliştirmek zorundadırlar.
O yüzden, gelişmiş dünya, gelişmemiş olanlara “siz de gelişin” diyor.
“Siz de gelişin, zenginleşin, ürettiğimiz malları alabilecek düzeye gelin.”
Benim çocukluğumda “toplu iğne bile üretemiyoruz” diye yakınan bir ülkenin bugün dünyaya araba, televizyon, buzdolabı ihraç edebilecek düzeye gelmesi bu değişimin sonucudur.
Eski “emperyalistlerin” bugün Türkiye’ye “daha fazla demokrasi olsun ülkenizde, insan haklarına riayet edin, eğitime, sağlığa önem verin” diye baskı yapmasının ana nedenlerinden biri “gelişmiş” ülkelere olan ihtiyaçlarındandır.
Bu değişim, “eski emperyalistleri” Türkiye’de “demokrasi isteyen” güçlere dönüştürürken, Türkiye’deki eski solcuların önemli bir kısmı da “gelişmiş ülkelere” karşı çıkma adına onların önerdiği “demokrasiye” de karşı çıktılar.
“Milli güç” olarak “orduyu” benimsediler.
“Darbe savunucusu” solcularla, “demokrasi isteyen emperyalistler” gibi mizahi bir sonuç çıktı ortaya.
Ama bu Türk usulü siyasal mizahın hayata yansıması “sol” görünüşlü darbeci faşistlerin bir bölümünün Ergenekon türü çetelerin içinde yer almasına yol açtı.
Artık benim gençliğimde tartışılan “temel çelişkilerin” hiç biri hayatın içinde yer almıyor.
Almıyor ama bu, hayatımızda “temel çelişki” yok anlamına gelmiyor.
Hayatın her alanında çeşitli güçler arasında “çelişkiler” sürüyor.
İşçi sınıfı yok olmaya doğru gidiyor ama “işçiler” henüz tümden hayattan çekilmediler, hâlâ işçiler var ve işçilerle patronları arasında bir çelişki bulunuyor.
Kürtlerle devlet arasındaki çelişki kanlı bir çatışma halinde varlığını her gün hissettiriyor.
Anadolu zenginleriyle İstanbul zenginleri arasında da “iktidar paylaşımına” dayanan bir çelişki var.
Köylülerle kentliler arasında bir çelişki varlığını sürdürüyor.
Siyasette muhafazakârlarla laikler arasında çelişki en şiddetli biçimiyle kendini gösteriyor.
Değişimden yana demokrat ilericilerle, değişimi “emperyalizmle” bir tutan ulusalcılar arasında tam anlamıyla bir çelişki yaşanıyor.
Yeryüzünde “globalizmden” yana olanlar, “ulus devletten” yana olanların çelişkisi yer alıyor.
Her yerde, her alanda çelişkiler yaşanıyor anlayacağınız.
Ve, bugünde aynı soruyla karşı karşıyayız.
“Temel çelişki” ne?
Yani bunca çelişkili ilişki arasında, değiştirmek ve düzeltmek için hangi “çelişkiye” öncelik tanımalı ve o çelişkiyi gidermek için mücadele etmeliyiz?
Bizim zihinsel mücadelemizin “omurgasını” hangi çelişki oluşturacak?
CHP-AKP çelişkisini hayatın merkezine yerleştiren insanlar da var bu ülkede.
Muhafazakâr-laik çelişkisini en temel çelişki olarak görenler de var.
Globalizm-ulus devlet çatışmasını ana unsur olarak değerlendirenler de var.
Neyin temel çelişki olduğu konusunda vereceğimiz karar, bizi, varlığımızı, kimliğimizi, mücadelemizi belirliyor.
Doğrusunu isterseniz ben Türkiye’de “temel çelişkinin” ordu-toplum çelişkisi olduğuna inanıyorum.
Türkiye, orduyu siyasetin içinden çıkarıp kışlasına geri gönderemezse toplumunu geliştiremeyecek, gelişmiş dünyanın bir parçası olamayacak.
Bugün yargının çalışmasını, siyasetin gelişmesini, demokrasinin kökleşmesini, Türkiye’nin dünyanın saygıdeğer bir parçası olmasını, her ırktan, her dinden vatandaşın bu ülkede eşit muamele görmesini engelleyen güç ne yazık ki ordu.
Ben temel çelişki olarak bunu görüyorum.
Siz neyi temel çelişki görüyorsunuz?
Buna vereceğiniz cevap, dediğim gibi, kimliğinizi ve varlığınızı belirleyecek.

Ahmet Altan