Başta ABD, Japonya ve AB olmak üzere felaket haberleri finans sektöründe göreceli olarak azalırken reel ekonomide yoğunlaşıyor. Üretim, gelir ve istihdam kayıpları ürkütüyor. Önü alınamazsa bu sürecin dönüp bir kez daha finans sektörünü vurması kaçınılmaz. Bu, tam bir felaket olur.
Bu ortamda harcama yapmanın mı tasarrufun mu daha evla olduğu tartışılıyor. Bu yılki Davos toplantılarında ilk defa tasarrufa aşırı önem verildi. Haberlere göre özel helikopterler devre dışı kalmış, yemek menüleri mütevazılaşmış, partiler iptal edilmiş. Zenginler kulübünde sergilenen bu üç günlük "tasarruf şovu" dahi küresel kapitalizmin geldiği yeri ifade etmesi açısından çok önemli. Zira bu tercih, bir yandan büyük bir mali kaynak açlığı çekildiği için herkesin bulduğu kaynağın üzerine oturduğu ve kullanmaktan kaçındığı bir ortama, yani aşırı tasarruf kasılmasına denk geliyor. Bu yüzden kredi piyasaları çökmüş, çalışmıyor. Öte yandan üretim ve istihdam çarklarının dönmesi ve büyük bir küresel durgunluğun önlenebilmesi için de aktörlerin harcama yapmaya ikna edilmeye çalışıldığı biliniyor. Aksi takdirde mali piyasaların da çöküşüne doğru yol alacağız.
Böyle bir ortamda "fakirler sabretsin, zenginler şükretsin!" önerisi bir işe yarar mı? Bir bakalım. Kriz ortasında fakir için en iyi sabır "tasarruf", zengin için en iyi "şükür" ise bolca harcamak ve infak etmek olmalı. Modern iktisadın "tasarruf paradoksu" denen kavramı, olayı daha anlaşılır kılıyor. Buna göre sermaye birikimi için tasarruf yapıp, bu kaynağı etkin yatırımlara dönüştürmek gerek. Böylece gelecekteki refah için şimdiki tüketim ertelenmeli.
İyi de, talep edilmeyen ve tüketilmeyen mal ne işe yarar? Bu şartlarda ne üretim, ne de yatırım devam edebilir. Bunun anlamı da şu: Eğer herkes tasarrufa abanırsa, esas bu gelecekteki umumi tasarrufları ortadan kaldırır. O halde bazıları tasarruf etmeli, bazıları da harcamalı mı?
Son 20 senede olan buydu. Asya tasarruf ederken Amerika sorumsuzca harcadı. (Bu arada hani zenginin tasarruf eğilimi fazla, fakirinki ise düşüktü!) Diyelim Asya'yı despotizm zorunlu tasarrufa yöneltti. Peki buna göre Amerika'yı demokrasi mi tüketime çekti? Bunun cevabı "hayır"; ancak ABD'nin mutluluğu şimdilik başka yerlerdeki paryalık hikâyelerine dayanıyor.
Konuya dönelim, küresel bir krizi önlemek üzere yıllardır ABD, Asya'ya yalvardı: "Yeter artık, tasarrufu bırakın da biraz da harcayın. Bizden mal alın da kurtulalım." Asya bunu kabul etmedi ancak tasarrufuyla ABD'yi finanse etmeyi tercih etti. Geleceğin refahı için katmerli bir tasarrufa yöneldi.
Japonların tarihî bir stratejisi var. Ya savaş, ya ticaret, ya da bu adadan göç etmek. ABD son çare olarak bu krize sarıldı. Dünyanın ABD'deki tasarrufunu yok edip, iç etti.
"Harcamak mı, yoksa tasarruf yapmak mı evladır?" konusuna dönelim. Makas ilk defa bu kadar daraldı. Kapitalizm genellikle bu çelişkiye düşmeden mimaride ufak tefek değişiklikler yaparak kaldığı yerden yoluna devam etmeye çalışırdı. Bu yüzden durgunlukta harcamacı Keynezyen model, enflasyonist baskı altında ise daraltıcı para ve maliye politikaları benimsenirdi.
Şimdi ise kimse tasarruf ile harcama arasında bir tercih yapamaz duruma geldi. Çanlar kapitalizm için çalıyor.
Belli ki yine birilerinin tasarruf etmesi, birilerinin ise tüketmesi şeklinde süregelen model tekrar ısıtılıp önümüze konulacak.
Ancak "fakir tasarruf etsin, zengin daha çok harcasın" önerisi bu aşamada geçersiz kalıyor. Zira az sayıda zenginin, çok sayıda fukaranın bıraktığı "harcama boşluğunu" doldurması için çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yemesi, bu arada küresel gelir dağılımının da iyice bozulması gerekiyor. Hani "radikal değişiklikler gerekiyordu." Thomas Friedman'ın Obama'ya çağrısı nerede kaldı: Lütfen radikal olunuz!
Esas olan, zengini daha makul harcatacak, büyük çoğunluğu daha insani bir çizgiye taşıyacak bir düzenin gereğinde anlaşmış olmamız. Ufukta bu gözükmüyor.
İbrahim Öztürk
5 Şubat 2009 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder