13 Haziran 2009 Cumartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Rahmân'ın merhametten mahrum kulları..

Allah'ın Kahhâr ismi de vardır, Cebbâr ismi de. O her durumda iradesini yürütür, kahredilmeyi hak edeni cezalandırmada üstüne yoktur. Fakat -tabir caizse- kartvizitinin başına Kahhar ve Cebbar yazmamıştır. Ya ne yazmıştır? Rahmân ve Rahîm.

Rahmân “safat-ı müşebbehe”dir. Rahmeti Allah'ın zatına nisbet eder. Sadece özneye işaret eder. O öznenin nesnesine ilişkin hiçbir şey söylemez. Öznenin merhametle dolup taştığını söyler. Öznedeki bu merhametin asli ve zati olduğunu söyler. Özneden sadır olan her bir işin özünde bu vasfın bulunduğunu söyler. Yani O'nun bizzat merhametli olduğunu ifade eder. Zati sıfatlar, öznenin zatından nesnenin cevherine tecelli eder. Bu tecelli “ontolojik” bir hakikat olur; tıpkı “kadın rahmi” gibi. İşbu yüzden Allah Rasulü “İnne'r-Rahme şecnetun mine'r-Rahman: Anne rahmi Rahman'dan bir daldır” buyurmuştur.

Rahîm mübalağa ile ism-i faildir. Özneye bir eylem fiil formuyla nisbet edilirse, onun o fiili bazen yapıp bazen yapmadığına, bazen terk edip bazen terk etmediğine delalet eder. Fakat bir özneye fiil ism-i fail formuyla nisbet edilirse, o öznenin o fiili sürekli yaptığına, hatta “meslek” edindiğine delalet eder. Rahîm ismi, “merhamet Allah'ın mesleğidir” vurgusunu içerir. Kufe dil okulu “İsm-i fail süren fiildir” der. Doğrudur. Allah'ın Rahîm olması, rahmetinin sürekli, bitimsiz, kesintisiz olduğunu gösterir. Rahîm sırf bir ism-i fail değil, bir mübalağa veznidir. Bu durumda Rahman Rahîm ile birlikte şu manaya gelir: O zatında merhametle dolup taşan, işinde merhametle dolup taşan. Özünde merhametin sonsuz kaynağı, işinde merhametin sonsuz faili…

“Ahlak” kelimesi lafzi manasıyla Allah için kullanılamaz. Çünkü ahlak yaratılmış olmakla alakalı bir şeydir. Ahlak, yaratılış amacına (mâ hulika leh) uygun davranmaktır. Ahlak yaratılışla (hilkat) ilgilidir. Dolayısıyla yaratılmışlar için kullanılır. “Allah'ın ahlakıyla ahlaklanın” türünden sözler Allah için hakiki manada kullanılamazlar. Olsa olsa mecazi manada kullanılabilirler. Tıpkı “göz”, “el”, “taht” gibi. Gazzali Allah'ın güzel isimlerine ilişkin yazdığı el-Maksadu'l-Esna'sında bu sözü hadis diye nakletse de hadis değildir. Fakat derin hikmetlerle doludur.

Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak, o ünlü Buhari hadisinde geçtiği gibi “Allah'ın güzel esmasını ihsa etmek” demektir. Yani ilahi esmanın insan üzerindeki yansımalarının görünmesidir. Eğer insan Allah'ı tanısa ve anlasaydı, kendi kartvizitinin başına da Rahman ve Rahim olandan yansıyan bir şefkat ve merhamet yansırdı.

Eğer bu şefkat ve merhamet yansımamışsa, bu nasıl Müslümanlıktır, bu kime Müslümanlıktır? Müslüman olmak, Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Kayıtsız şartsız teslim olduğunuzu iddia ettiğiniz Allah zatını sonsuz şefkat ve merhametin kaynağı olarak tanıtacak, fakat O'na kayıtsız şartsız teslim olduğunu söyleyen bir Müslüman'a O'nun sonsuz şefkat ve merhametinden bir pay yansımayacak… Şefkat ve merhameti din kardeşlerinden dahi esirgeyecek. Bu hastalıklı bir tavırdır. Okurum şu satırlarında yerden göğe haklıdır:

“Hocam, çevremde farklı islami hassasiyetleri ön plana çıkaran değişik gruplardan samimi Müslüman kardeşlerim var. Ve ben inanıyorum ki, hepsi de oldukça samimi. Fakat hiç durmadan birbirlerini dışlayarak, hatta ve hatta ötekileştirerek, aralarını fiziksel olmasa da psikolojik olarak inanılmaz ayrılıklara gebe hale getiriyorlar. Bu şu anda benim İslam ümmetinde gördüğüm ve üzülerek izlediğim beni ve benim gibi düşünen pek çok müslümanı oldukça rahatsız ettiğini düşündüğüm bir konu.

Sizin bir sohbetinizde bahsettiğiniz, neden şeytanın ötekileştirme için en uygun bir varlık olduğunu ve de eğer böyle yapmaz isek insanların birbirlerini ötekileştireceğini (siz gerçi ehli kitabın müslümanları ötekileştirdiğini söylemiştiniz) belirterek çok müthiş bir tespitte bulunmuştunuz.

Neden hocam ihtilaflarımızı bir kenara bırakarak ittifaklarda birleşemiyoruz? Neden sahabenin sahte bir peygambere bile gösterdiği hoşgörüyü müslümanım diyen insanlara gösteremiyoruz? Neden kendi düşünce sınıfımız dışındaki insanları farklı fıkhi kavramlar ile niteliyoruz? Neden… neden…

Acaba diyorum onlar mı haklı? Yoksa benim bu ittifaklarda birleşmiş, ihtilaflarını da zaman içinde belirli bir konsensüs içerisinde çözmeye çalışan ve de çözen tek yumruk haline gelmiş islam ümmeti hayalim bir ütopya mıdır?”

Ütopyalar “düş ülke”lerdir sevgili okurum. Yani, “yok ülke, olmayan ülke”. Oysa İslam ümmetinin tarihi, bu arzunuzun gerçekleştiği yüzyılların tanığıdır. Sosyolojik bir kuraldır: bir kez gerçekleşen bir daha gerçekleşir. Eğer gerçekleşmiyorsa, bunun müsebbibi bizleriz. Kendi adını Müslüman koyan bizler. Yani, Allah'a kayıtsız şartsız teslim olduğunu söyleyenler.

Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet pınarından bir yudum içmeyip de kendini O'na tam teslim olmuş sayanların yüreklerinde kardeşlerine dahi yer yoksa, Allah size neden yardım etsin?

Son söz: Sizin kendi imanınız için ne dediğinizin hiçbir önemi yok. Önemli olan Allah'ın sizin imanınız için ne dediğidir.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Tatil yok, tebdil var

En çok tatili, tatile en az ihtiyaç duyanların yaptığı bir ülke Türkiye. Hatta, haybeden para kazananların, yatmaktan yorulunca, yatacak yer değiştirmesi gibi bir şey olarakta anlaşılıyor tatil.
Bu tür bir tatil mantığı, sadece sistemin hormonlu "para babalarına" özgü değil. Üniformalı-üniformasız bürokrasi ve icazetli siyasetçi taifesi de aynı tatil mantığına sahip.

Türkiye'de kurulu düzenin gerçek yüzünü, ülkenin en iyi kıyılarının, en mutena doğa parçalarının, kimlerin hizmetine kapatıldığına bakarak rahatlıkla öğrenebilirsiniz. Özellikle bürokrasinin, milletin kesesinden binbirgece masallarını hatırlatan mekanlarda ve ortamlarda sözümona "tatil" yapması, "el kesesinden hovardalık" sözünü hatırlatır cinsten...

Güya, sahillerin kamunun hizmetine açık kalması, yasalarla garanti altına alınmış. Gelin görün ki, en müstesna kıyı şeritlerinde bir kurum ve kuruluşun kanun dışı "işgaliyle" karşılaşırsınız. Çoğu 'dokunulmazlar' zümresine dahil olan bu kurumlara ne kanun işler ne mahkeme...

Fakat islami hassasiyeti olan insanların kendilerine ait mekan ve tesislerde denizden yararlanmak için el kadar bir kıyı şeridine tente çekip kadınların inançlarına uygun olarak denizi kullanma teşebbüslerine şiddetle karşı çıkılır.

Bu karşı çıkma kimi zaman fiili taciz ve tecavüze kadar vardırılır. Tesisini dindar ailelerin hizmetine tahsis eden bir patrondan dinlemiştim: Beş yıldızlı tesisin bulunduğu kıyı şeridinin küçük bir bölümüne, müslüman hassasiyeti taşıyan hanımlar için portatif bir tente yerleştirmişler. Fakat bu girişim, resmi makamların baskı ve tacizi yetmemiş gibi, gayr-ı resmi "makamların" ve kendini 'laik' olarak niteleyen militer ruhlu sivillerin fiili tecavüz ve saldırılarına hedef olmuş, hatta kurşunlanmış...

Kendi hayat tarzını silah zoruyla herkese dayatan bir zihniyetin, muhalif gördüğü kesimleri aynı suçla suçlaması "yavuz hırsız" meselini hatırlatıyor...

"Tatil mantığı" demiştik, değil mi?

Evet Türkiye'deki egemen sınıfların tatilden anladığı, aslında "masum bir dinlence" değil, içerisinde kaçamak ve hovardalıkların da yer aldığı ama mutlaka alkol duvarının aşıldığı "eğlence" anlamına geliyordu. Türkiye'yi silah zoruyla 'modernleştirme' projesinin bir unsuru haline getirilmişti bu "ille de haramlı" tatil anlayışı...

Şimdi, egemen sınıfın horladığı mahrum ve mağdur kesimler arasında, yepyeni bir tatil anlayışı boy veriyor. Bu anlayışın eksenini inancın çizdiği sınırların çiğnenmemesi oluşturuyor.

Bu kesimler, akıllarını içkiyle uyuşturmak yerine yorulan bedenlerini dinlendirip, acıkan akıllarını doyurmak için okumayı tatilin vazgeçilmez bir unsuru olarak görüyorlar. Bu arada muhabbete acıkan ruhlar da ihmal edilmiyor. Birbiriyle dost olan aileler, daha bir tanış olmanın, biliş olmanın imkanını yakalıyorlar. Büyük kentlerin eksik bıraktığı insani ve islami ilişkilerini tamamlamak ve güçlendirmek için, tatili harika bir rehabilitasyon ortamına çevirebilen çok güzel örneklere şahit olabiliyoruz.

Eğer akıllı tercihler ve bilinçli programlar yapılabilirse yaz mevsimi, bir aile eğitim seferberliğine dönüştürülebilir. Kent ortamında iş stresinin boş bıraktığı insani alanlar, tatil münasebetiyle mükemmel bir surette doldurulabilir.

Biliyorum ki, sizin elinizde de okumak için alıp bir türlü okumaya fırsat bulamadığınız bir yığın kitap birikmiştir. Şimdi onları okumanın, okunanlar üzerinde tefekkür etmenin tam zamanı.

İster kısa bir değişiklik olsun diye döndüğünüz köyünüz ve kasabanızda, isterse tatilinizi geçirmek için gittiğiniz bir mekanda olsun, her yer zihninin ve ruhunun açlığını farkedenler için bir okul, bir mektep haline getirilebilir. Yeter ki isteyin.

Ne diyordu Kur'an: (Bir işi) bitirip kurtulunca, (başka bir işte)le yorul!" (İnşirah 7)

Tatil yok, tebdil var...

EKREM DUMANLI

Metafizik derinlikten kaçarak Nereye kadar?
(CumaErtesi ekinden)


'Sinema insan gerçeğinden kaçamaz; çünkü gücünü o gerçekten alır. Düşündürürken de eğlendirirken de, ağlatırken de hep o gerçeğin derinliği ölçüsünde değer kazanır. Bir filmin etkili ve kalıcı iz bırakması da buna bağlıdır. Mesela varlık, yokluk, ölüm gibi konular sadece felsefe ya da dinin meselesi değildir. Edebiyat, sanat, kültür de bu derin mevzunun peşindedir. Sinemanın bundan kaçması ya da kaçınması düşünülemez.

Çok şık örnekler de öyle söylüyor zaten. Mesela Flatliners (Çizgiötesi/1990) bu konuda müthiş bir örnek sergiler. Bir grup tıp öğrencisi ölümün mahiyeti üzerine deney yapmaya kalkınca, bunu kafaya takınca, kendilerini ilginç bir sürecin içinde bulur. Öldükten sonra neler olacağını merak eden mütecessis gençler elektroşokla birbirinin hayatına birkaç dakikalığına son verir. Kalp atışlarının düz bir çizgiye dönüştüğü geçici ölüm anında neler hissettiklerini yakalamaya çalışırlar. Başrollerini Julia Roberts, Kevin Bacon ve Kiefer Sutherland'ın yaptığı film, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiden yola çıkarak en derin felsefî konuları içerecek bir çılgın senaryoya dönüşüverir. Aslında herkesin o daracık zaman aralığında yakaladığı şey bir günahla vicdanın çatıştığı yeri işaretliyordu.

Sadece ölüm ya da ölüm sonrası değil; hayatın manası da varlığın hikmeti de edebiyat ve sanatın ana temaları arasında yer alıyor. Sinemanın bu gerçekten kaçması mümkün mü? Mesela Carl Sagan'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan ve başrolünü Jodie Foster'ın oynadığı Contact (Mesaj/1997) da aslında fizik-metafizik tartışmasının tam merkezindedir. Filmin kahramanı bir bilim kadını. Evrenimiz dışında bir başka dünyanın var olabileceğini düşünür ve en son teknolojiyi kullanarak evrenin diğer ucundan gelecek bir mesaj arar. Büyük bir şirketin sponsorluğunda kurulan bir bilim merkezi imkân sağlar ve uzayın derinliklerine seyahat için uzay aracı ile fırlatılır. Ancak bambaşka bir âlemde gözlerini açar. Cennetleri çağrıştıran ve güzelliği ile göz kamaştıran bu âlemde karşısına çocuk yaşta kaybettiği ve büyük bir özlem beslediği babası çıkar. Ne var ki uzay aracının aslında fırlatılamadığı, denizin dibine doğru çakıldığı ve kendisinin de son anda kurtarıldığı söylenir. Kahramanımız, babasıyla görüştüğünü nakleder ama bazı bilim adamları buna inanmaz. Somut bazı veriler de inanmayanları doğrular mahiyettedir. Lakin birkaç dakikalık kaza anına rağmen düşüş sırasında açık olan kayıt cihazı onlarca saat kayıt yapmıştır. Başka bir âlem? Başka bir boyut? Metafizik?

Sinemadaki metafizik unsurlar sadece din-bilim bağlamında yeni kapılar açmaz aslında. Kimi zaman kendine göre bir romantizm de üretebilir. Mesela bütün zamanların en güzel aşk hikâyelerinden biri olan Ghost'ta (Hayalet/1990) sevgili, öldürüldükten sonra aşkına bir kerecik de olsa dokunmak ister. Yakın arkadaşının ihanetine uğramıştır. Ve katil, sevgilisinin yanındadır. Film içinde görülür ki vefat edenlerin ruhları çok da uzağımızda değildir. Rüya, yakaza, kabir, haşir, berzah gibi değişik açılardan ele alınabilecek dünyaların sinemaya aksedebilmesi biraz da ilhama bağlıdır; tıpkı bizdeki katı pozitivist takıntılardan kurtulmaya bağlı olduğu gibi.

Field of Dreams (Düşler Tarlası/1989) bir Türk yapımı olsaydı büyük bir ihtimalle eleştirmenler tarafından delik deşik edilirdi. Düşünün ki boş bir tarladan gizemli fısıltılar gelir. Cihetsiz ses, ısrarla 'Buraya bina edersen, o gelecek' diyor. Ne tuhaftır ki bu sesi sadece tarla sahibi (Kevin Costner) ve ailesi duyuracaktır. Ekonomik sıkıntıdan dolayı yakın dostları tarlanın satılması gerektiğinde hemfikirdir. Ne var ki esrarengiz ses yükselecek, devasa bir beyzbol sahası yapılmasına vesile olacaktır. Beyzbol oyuncularından biri, kahramanın babasıdır ama gençlik dönemini yaşamaktadır. Küçük yaşta babasını kaybeden adam babasının genç haliyle beyzbol oynarken aile bağlarının ne denli güçlü bir duygu olduğunu hissedersiniz. Bir tartışma sırasında evin çocuğu yere düşer ve doktora ihtiyaç duyulur. O esnada yardım edebilecek doktorun tek şansı boyut değiştirmeyi göze almasıdır.

Metafizik beslenmelerin senaryolara katkısını teyit edecek çok sayıda film ismi verilebilir. Ancak asıl önemli olan bu filmleri peşi peşine sıralamak değil; kaba pozitivizmi aşacak senaryolara hazır hale gelmektir. Türk sineması, tıpkı kurguya dayalı sanatların diğer modern ürünlerinde olduğu gibi yakasını bir türlü materyalist felsefeden ve aşırı bilimsellik takıntısından kurtaramıyor. Dünya sineması da bu girdaba bizim kadar saplansaydı senaryo kısırlığı dayanılmaz ölçülere ulaşırdı. Bruce Willis'in başrolünü oynadığı Altıncı His'e (Sixth Sense/1999) benzeyen yüzlerce film var. 4 dalda Oscar'a aday olan Green Mile (Yeşil Yol/1999) masumiyetini ispatlayamadığı için iki çocuğu öldürmekten idam cezasına çarptırılmış bir adamın hikâyesini resmediyor. O hikâyede manevî güçlerle ortaya konan sahneler evliya menkıbelerinde tasvir edilen olaylardan geri değildir. Buna rağmen etkileyicidir; çünkü bu duygular da insan gerçeğinin bir parçasıdır. Bizde "olağanüstü olayların" yaşandığı bir senaryonun yazılabilmesi için "evliya menkıbelerini" işlemek gerekiyor. Çünkü ilkel pozitivizm anlayışı bize her şeyin laboratuvar gözlemine dayanması gerektiğini dayatıyor ve bu önermeyi modern bir amentüye dönüştürüyor. Oysa artık "ne laboratuvarda var olan her şey vardır, tespit edilemeyen yoktur" düşüncesinin geçerliliği söz konusudur ne de Comte'nin söylediği "Biz bir şeyin niçinine değil nasılına bakarız." sözünün sanattaki geçerliliği kalmıştır. Zaten insanoğlu hem nasılı merak ediyor hem niçini...

Vaktiyle Osman Sınav'ın bir TV dizisinde kahraman "mucizevî bir şekilde" hayata dönmüştü de senaryo yaylım ateşine maruz kalmıştı. Modern zamanda hikâyelerin sürekli mercek altına tutulurken "nasıl bir mesaj veriliyor" sorgusuna maruz kalması ve orada "rejime yönelik bir tehdit" beklenmesi, hikâyeleri tam takır kuru bakır mesafesine indirgemiştir. Mesele sihir, keramet, cin, şeytan vesaire gibi noktalara kayılması değil. Mesele, üretici zekânın insan ruhuna yakın durması ve bu yolla insan gerçeğini keşfederken daha evrensel bir dil yakalamasıdır.

Tabii ki insandan kaçmayan sinema, insana yaklaştıkça çatışmaya da yaklaşacak. Bedenle ruhun, nefisle şeytanın, iyilikle kötülüğün nasıl da iç içe girdiğini görecek, gösterecek. İzninizle o çatışmanın aksettirilmesine de bir sonraki yazıda değinelim.

A.TURAN ALKAN

Mütevelli kızı sevmenin âdâbına dair

Hürriyet gazetesinde "Divriği Ulucami mahvoluyor" başlığı dikkatimi çekti. Yalçın Bayer'in köşesinde yazılanların mahiyetini anlamak her zaman mümkün olmuyor, galiba okuyucu mektuplarından seçmeler yayınlanıyor bu köşede; bu durumda Yalçın Bayer sadece "seçki" mi yapmaktadır yoksa sütununda yayınladığı mektupların fikrî, ilmî ve mantıkî sorumluluğunu da paylaşmakta mıdır, bir garip tarz.

Okuyucunun mektubu iktibas edilmeyecek kadar uzun; fakat Türkçe'ye yeni bir ufuk açması muhtemel bir ibâreyi aynen alıyorum: "Böyle bir yapıta sahip olduğumuz için çok gurur duyarken sanat şaheserlerinden, güzel duygulardan 1947'den bu yana iki yıldır iktidar olan sağcı, dinci görüşlerle sanatsız, bilimsiz, yobaz ve yoz bir topluma dönüşmemizden ötürü de çok üzüldüm."

"Deveye boynun eğri demişler de 'nirem doğru ki?' demiş" hesabınca bu garip cümlenin tashihini yapmaya benim bilgim kifayet etmez; "1947'den bu yana iki yıldır iktidar olan sağcı, dinci görüşler" formülüyle sunulan yeni tarihi bilgiler ise Modern Türk Siyasi Tarihi'nde yeni bir çığır açacak kadar sarsıcıdır! Mektup sahibini ve yayıncıyı tebrik edip sadede geliyoruz. Okuyucu ezcümle diyor ki, "Taşkışla'daki Divriği Ulucami sergisini gezdim. İlk olarak minarenin hali beni rahatsız etti. Minare tepesindeki eğri-büğrü hoparlörler çok çirkin: "Dünyanın en güzel eserini mahvetmiş", ikincisi o canım minareler... 800 yıldır ayakta..."

Bir dakika bir dakika!

Minareler değil bir kere; Divriği Ulucami hâlâ orada duruyor; bir tane minaresi var; üstelik 800 senedir orada durduğu da doğru değil. Külliye'nin kuzeybatı köşesindeki tek minarenin 1530 sularında Kanuni Sultan Süleyman'ın direktifiyle binayı berkitsin, payanda olsun diye yaptırıldığını cümle-âlem biliyor. Minare siz bilemediniz 480 yaşında, 800 nereden çıktı şimdi?

Devam ediyoruz: Okuyucu kızmış, "bu hoparlörler yüzünden cami bir-iki yüzyıl içinde yıkılır" diyor ve uzmanlığını konuşturuyor: "Hoparlörlerin, tutucularının kablolarının kendi ağırlıkları vardır. Montaj için çakılan dübeller, çiviler ve delikleri vardır. Hoparlörlerin aldığı rüzgâr, yağmur ve kar güçleri vardır. Çivi benzeri tutuculardan sızıntılar olur, böcek yuvaları oluşabilir. Hepsinden önemlisi ezan okunurken ses gücünün neden olduğu güçlü bir titreşim vardır. Titreşim, frekansı yüksek hafif bir deprem gibidir. O canım minareler bu ek güçler hesaplanmadan yapılmıştır. Her mühendis, aklı statiğe, dinamiğe biraz eren her sağduyulu insan bunu görür ve bilir..."

Pekâlâ, kim bu canım "minareleri" matkapla, dübelle delmeye cür'et etmiş olabilir; cevabı hazır: "dincilerin zulmü". Arkadaş diyor ki, "İktidar başta çok kişinin özlediği Hz. Muhammed dönemi, sünneti içinde hoparlör mü vardı?" Yoktu! N'aapılsın? Kaldırılsın!

Ey okuyucu arkadaş şunu baştan söylesen; yorgunu yokuşa sürmesen, sapla samanı birbirine karıştırmasan, en azından gezmeye gittiğin sergideki fotoğrafları yakın gözlüğünü takarak incelesen olmaz mıydı? Yıkılacak diye üzerine titrediğin minarenin orijinal bile olmadığını bilmeden başımıza Venedik Kriterleri komiseri kesilmeni, şimdi biz nasıl hoş görelim?

Şöyle yekten, "Bilumum minare hoparlörler yasaklansın; dinciler de camilerden süpürülsün" de, canımı ye; ondan sonra sanat tarihi kurslarına mı yazılırsın, silbaştan Türkçe öğrenmeye mi sıvanırsın, paşa gönlüne kalmış.

"Gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla" faslına geldi sıra; bu bahri, okuyucu mektubunu doğru dürüst gözden geçirmeksizin yayınlayan kişiye gönderilmiş bir sitem fiskesiyle kapatalım; diyor ki şair: "Çünkü vakfetmeyecektin cihet-i aşka tenin / Mütevelli kızı sevmek, ne vazifendi senin?

ŞAHİN ALPAY

TSK'nın saygınlığını koruma davası

"Ergenekon Terör Örgütü" ile ilgili soruşturma ve dava ile ilgili görüşlerimi çeşitli vesilelerle dile getirdim. Bu soruşturma ve davayı, Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi, askerî darbeler döneminin kapanması ve yakın geçmişte devleti savunma adına işlenen cinayetlerin, yargısız infazların aydınlanması için büyük bir fırsat olarak görüyorum.

Ancak bugüne kadar bu davayla ilgili olarak iddianameye giren bilgiler ve belgeler hakkında yorumda bulunmaktan kaçındım. Zira her ne kadar bu bilgi ve belgelerin pek çoğunun gerçekliğine dair karineler ortada ise de, bunların yargı süreci tarafından doğrulanmasını beklemek gerektiğine inandım. Ancak dün Taraf gazetesinin bütün baş sayfasını ayırarak duyurduğu ve gerçek olabileceği hakkında (ne yazık ki) hiç kuşku duymadığım belge üzerine bazı şeyler söylemek istiyorum.

Ergenekon soruşturmasında tutuklanan emekli asker (Ergenekon davasında avukat) Serdar Öztürk'ün bürosunda ele geçirilen ve 3. Ergenekon iddianamesine girmesi beklenen belge, Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3. Bilgi Destek Şube Müdürlüğü (eski adıyla Psikolojik Harp Dairesi) başkanı Deniz Piyade Kurmay Albay Dursun Çiçek'in imzasını taşıyan, Nisan 2009 tarihli (evet Nisan 2009 tarihli!) "İrtica ile Mücadele Eylem Planı..." "İrticai grupların" Ergenekon davası aracılığıyla TSK'yı yıpratmaya çalıştığı iddiasından hareket eden Eylem Planı "İcra" bölümünde, "Laik ve demokratik düzeni yıkmak, şeriata dayalı bir İslam devleti kurma hayalinde bulunan AKP hükümetine ve ona destek veren çeşitli gruplar ile Fethullah Gülen grubu başta olmak üzere radikal dinî oluşumlar hakkındaki gerçekleri gün yüzüne çıkarmak" için başlıca şu psikolojik savaş faaliyetlerinin icrası öngörülüyor:

"Fethullah Gülen'ciler (FG) gemi azıyı aldılar, doğrudan TSK'ya saldırıyorlar teması işlenecek, muhafazakâr vatandaşların bile 'Pes doğrusu, biz de Elhamdülillah Müslümanız, ama FG'ciler TSK'ya saldırmak için provokasyon yapıyorlar' dedirtecek çalışmalar yapılacak... Askerî suç kapsamında yapılacak Işık evleri baskınlarında, silahlı terör örgütü oluşturmak doğrultusunda, silah, mühimmat, plan, vb. materyal bulunması sağlanarak FG grubu 'Silahlı Terör Örgütü' kapsamına aldırılacak ve soruşturmalar askerî yargı kapsamında yürütülecek...

"Nurettin Veren gibi isimlerin TV programlarında FG grubu hakkında istediğimiz temalar doğrultusunda açıklamalar yapmaları sağlanacak... PKK'nın Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Irak'ın kuzeyinde bulunan FG'cilere ait okul, dersane ve yurtlara eylem yapmıyor olmasının iki örgüt arasında bağ olduğu yönünde haberler yaptırılacak... İhbara dayalı ev baskınları yaptırılarak, buralarda silah ve mühimmatın yanı sıra, FG'ciler ile irtibat kurulması istenen oluşumlara (Yahudilik, CIA, MOSSAD, Moon tarikatı, Humeyni, vb.) ait objelerin aynı ortamda bulunması sağlanacak..."

Bu belge hakkında düşündüklerimi, benden de iyi ifade ettiği için, buraya Ahmet Altan'ın Taraf'taki yorumundan bir bölümü aynen aktarıyorum: "Ergenekon örgütünün bir parçası ordunun içine uzanıyor. Bunu yakalamaya uğraşmıyorlar. Ergenekon cephaneliğinden ordunun silahları çıkıyor. Bununla da uğraşmıyorlar. Hükümeti şeriatçı ilan etmek ve bir cemaatin üyelerini 'silahlı terör örgütü' kılığına sokmak için planlar yapmakla uğraşıyorlar. Bu Fethullahçı denen insanlar suç işliyorlarsa, devlet 'belgelerini' bulur ve yargılar. Devlet, yargı, polis, ordu 'ben bunlardan kuşkulanıyorum, bunların evinde silah bulunmasını sağlayayım' diyemez. Bunu yapmak suçtur. Devletin ve ordunun suç işleme özgürlüğü yoktur. Ordu bunu bir türlü anlamıyor. Plan üzerine plan yapıyor. Ona buna iftira atmak, dehşet salmak, panik yaratmak ve insanları bölmek için plan yapan ordu olmaz..."

Doğrusu, ordu suç işleme özgürlüğü olmadığını bir türlü anlamıyor mu, yoksa ordu içinde hâlâ bunu anlamayanlar mı var, bilmiyorum. Umarım Ergenekon davası bunu aydınlatır; TSK'yı söz konusu suçlardan arındırmak, dolayısıyla onun onurunu ve saygınlığını korumak davası niteliğini de kazanır.

FEHMİ KORU

İşin şakası yok: Darbenin her türlüsü suçtur

İnsanın aklı-havsalası almıyor: Genelkurmay Harekât Başkanlığı için 'Kurmay Kıdemli Albay' unvanlı bir subay tarafından hazırlanmış 'İrticayla Mücadele Eylem Planı' adlı raporda Ak Parti ve Fethullah Gülen cemaatine yönelik bir dizi eylem öngörülüyor... Bir Ergenekon tutuklusunun ofisinde ele geçen plan akıl dondurucu ayrıntılarla dolu.

İşte size planın başlıkları: Ak Parti içindeki ajanlar harekete geçirilip partide bölünme yaşanıyormuş hissi verilecek... 'Işık evleri'nde silâh ve mühimmat bulunması sağlanarak Cemaate karşı 'silâhlı terör örgütü' davası açılacak... Bazı hedef kişiler hakkında medyada 'kara propaganda' yapılacak... Ermenistan ve Yunanistan ile ilgili haberler tepki uyandıracak biçimde kullanılarak milliyetçi partilerin tabanı genişletilecek... Ergenekon sanığı subaylar hakkında 'masum oldukları, irticayla etkin mücadele ettikleri için üzerlerine iftira atıldığı' şeklinde haberler yayınlatılacak...

Hadi bakalım, çıkabilirseniz çıkın bu işin içinden...

Genelkurmay Başkanlığı, dün, 'konunun bütün yönleriyle incelenmesi' amacıyla bir soruşturma açıldığını duyurdu.

Şu aşamada söylenebilecek olan şudur: Genelkurmay Başkanlığı dün başlattığı soruşturmanın sonucunu hiç vakit kaybetmeden, mümkünse bugün, kamuoyuyla paylaşmalıdır. Konunun üzerinden geçecek her yeni gün hem Türkiye'nin hem de Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin (TSK) imajının biraz daha zedelenmesine yol açacaktır...

Haberi veren gazete üzerinde unvan ve ismin açıkça görüldüğü belgesini de yayımladı. İmza şu sırada faal görevde olan bir subaya ait. Genelkurmay Başkanı dün sabah Taraf gazetesini görür görmez imza sahibi subayı çağırtıp yapılan (veya yapılmayan) çalışmayla ilgili kesin bilgiyi almış olmalıdır. Tabii daha önce böyle bir planın hazırlandığından kendisi bizzat haberdar değil idiyse...

Bakın, bu son cümleyi yazmam bile 'imaj zedelenmesi' sürecinin başladığına işaret ediyor. Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde böyle bir çalışmanın Başkan'dan habersiz yapılmış olması bir 'cunta' faaliyetini akla getirir. Böyle bir çalışmanın Genelkurmay Başkanının ilgisi ve bilgisi dahilinde yapılmış olması ise elbette düşünülemez; aksi halde, bu, ciddi bir görev suçu olur...

Daha önce ortalığa saçılan kritik belgeler hep eski günlere aitti; yakın dönemlerle ilgili iddiaların bir bölümü ise 'Ergenekon' davası içerisinde yargı konusu... Bu son belge doğruysa, şimdi ilk kez, görevi başında bir TSK mensubunun mevcut siyasi iktidara karşı kapsamlı bir eylem planı hazırladığı görülüyor. Suçun ciddiliği meydanda.

Bugüne kadar kamuoyunun bilgisi dahiline girmiş benzer belgeler ilgili kurumlar veya olaylarla doğrulanmıştı.

Eldeki belge de doğruysa ilk elde öğrenilmesi gereken bir tek ayrıntı var: Bu bir cunta faaliyeti midir, yoksa hiyerarşi içerisinde oluşmuş tepeden verilen emirlerle yerine getirilen bir görevin ifası mı? İki durum da kötüdür, hem de ikisi de birbirinden daha kötü...

Genelkurmay Başkanlığından beklenen açıklamanın mümkünse hemen bugün yapılmasını istememin bir sebebi de siyasi iktidarın tavrının o açıklamaya bağlı olmasıdır; o tavrın alınmasının uzaması da ülkenin çok aleyhine. Hiçbir demokratik ülkede, herhangi bir siyasi kadro, kendisine bağlı bir kurumun, iktidardaki varlığına karşı 'psikolojik savaş' yürütme hazırlığı içerisine girmesini sineye çekemez çünkü.

Darbenin ve darbe girişiminin her türlüsü suçtur. Herhalde iktidar da –doğrulanması akabinde- belgeden hareketle demokratik sisteme karşı kalkışma içerisine girenlerle ilgili hukuki süreci derhal başlatacaktır.

Mutlaka başlatmalıdır.

12 Haziran 2009 Cuma

HASAN CEMAL

AB’de bugün artık 2003-2004’ün pozitif resmi yok.
Türkiye inandırıcılık sorunu yaşıyor!


Gazetemiz Milliyet’teki haberin başlığı çarpıcıydı: “Cinayete 20, kitabına 28 yıl hapis istendi!”
Haberin spotu şöyleydi:
“Hrant Dink cinayetinin sanığı Ogün Samast 20 yıl hapis istemiyle yargılanırken, ‘Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’ adlı kitabı yazarak altı ayrı suç işlediği iddia edilen arkadaşımız Nedim Şener hakkında 28 yıl hapis istemiyle ceza davası açıldı.”
Evet, Nedim Şener yargılanıyor.
Gelsin bakalım şimdi bu davanın haberleri Brüksel’e, Berlin’e ve siz de çıkıp deyin ki, “Türkiye’de basın özgürlüğü vardır, ifade özgürlüğü gelişmektedir.”
Diyebilir misiniz?
Deseniz, inandırıcı olabilir misiniz?
Sanmıyorum.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, yüzde 12.1’lik oyla fevkalade iyi bir sonuç almış olan Alman Yeşiller Partisi’nin lideri Cem Özdemir’le geçen gün sohbet ediyorduk.
Şöyle dedi:
“Türkiye’nin 2003-2004’deki, hatta 2005 yılındaki pozitif resmi bugün tümüyle olmasa bile kaybolmuş durumda. O dönemde Türkiye inandırıcıydı. Yüzde 90 öyleydi. Şimdi bu hava yok. Türkiye bir şey söylediği vakit, ‘Yapın da görelim, çıkarın da görelim!’ deniyor. Çünkü çok şey söylendi ama yapılmadı.”
İnandırıcılık...
Bu sorun özellikle 1990’larda Türkiye’nin en önemli dertlerinden biriydi. Çünkü Ankara’daki zayıf, güçsüz koalisyon hükümetleri yıllar yılı tutulmayan sözler vermişti Avrupa platformlarında...
Bu hava 2000’lerin başından itibaren değişmişti. Ama son yıllarda yine maalesef eskiye benzemeye başladık.
Cem Özdemir şöyle dedi:
“Soru işaretleri su yüzüne çıkıyor. Çünkü zig zaglar çiziliyor. Aynı zamanda ‘AKP hükümeti Türkiye’yi nereye taşımak istiyor?’ sorusu da bazen kendini belli ediyor buralarda... Bir şeyler yapılması lazım. Mesela Kıbrıs’ta bir adım atılsa, AB ile üyelik müzakerelerinde 8 fasıl birden açılır, bu da müthiş bir şey olur.”
Yani bir şeyler yapmak...
Brüksel ve Berlin’i kapsayan Türkiye-AB turunda kulağıma en çok bu çalındı:
Türkiye bir şeyler yapmalı!
Yapacakları sır mı?
Hayır değil. Yol haritası belli. Henüz belli olmayan siyasal irade! Ankara kendi göbeğini kendi kesecek.
Başka çaresi yok.
Brüksel’de üst düzeydeki güvenilir bir Türk diplomatik kaynağı geçen gün şöyle diyordu:
“Avrupa Birliği bir ‘medeniyet projesi’dir. İlle de AB üyeliğiyle irtibatlı kılınması doğru değil. Türkiye bu yolda kararlılıkla yürürse, sonunda AB’ye katılmasa da, bugünkünden çok daha iyi bir konuma gelir. Kaldı ki böyle bir yolun izlenmesiyle, AB de Türkiye’siz yapamayacağı bir noktaya gelebilir.”
‘Bu nokta’ya da şöyle değindi:
“Bu nokta, ‘süper güç dengesi’dir. Avrupa Birliği’nin süper güç olabilmesi için Türkiye’ye kesin ihtiyacı var. Bu bakımdan Türkiye’nin askeri gücü, gitgide büyüyen ekonomisi, genç ve dinamik nüfusu, işgücü, Batı’nın enerji yolları güvenliğindeki konumu, bütün bunlar Türkiye’yi AB açısından vazgeçilmez bir noktaya itiyor.”
İyi güzel.
Peki ya Ankara ne yapacak?
Başbakan Erdoğan kararlı mı?
Bir başka deyişle:
Hükümet önümüzdeki dönemde ‘siyasal reform süreci’ne odaklanacak mı?
Yoksa genel seçimleri öne sürüp, muhalefeti bahane gösterip ipe un mu serecek?

HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yeni Avrupa ve biz

Biz Türkiye'de kendi meselelerimize boğulmuş yaşarken Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı. Sonuçlar İngiltere, Fransa ve Almanya hatta Avusturya, Danimarka ve Macaristan açısından iç açıcı değil. Bu kötümser tabloyu adı geçen ülkelerde sol ve liberal blokun yitirdiği büyük oy oranı hazırladı. Parlamento söz konusu olduğunda sosyalistler % 5.7, liberaller % 2 oy yitirdi. Sadece Yeşiller oylarını % 1.6 artırdı. Sonuç olarak AP'de 182 Sosyal Demokrat, 296 Muhafazakâr, 80 Liberal Demokrat, 48 Yeşil milletvekili var.
Ülkelere göre bakarsak durum büsbütün vahim. İngiltere'de Muhafazakârlar 24, Avrupa Karşıtı Parti 13 milletvekili kazandı. SD'lar 11, LB'ler 10 sandalye elde etti. Fransa'da Sağ Birleşik Parti 30, SD'lar 14, Çevreciler 14, LB'ler 6 mv kazandı. Almanya'da ise Hıristiyan Demokrat Parti 42, SDP 23, Yeşiller 14, LP 12, Radikal Sağ 8 sandalye çıkardı. Neresinden bakılırsa bakılsın sağ partilerin damgasını vurduğu bir sonuç.

Ne güven ne katılım...
Seçimlerin iki önemli sonucu daha var.
Birincisi, AP'nin 1979'dan bugüne kadarki tarihinde en düşük katılım yaşandı. Dünyanın her yerinde düşük katılımlı seçimlerde sağ öne çıkar, sol geride kalır. Bu defa da bu kural işledi. İkincisi, bu durumu hazırlayan gerekçe, yani seçmenin siyasete güvenmemesi. Devam eden krizin seçmende siyasete bir güven bırakmadığı vurgulanıyor. Şimdi öne çıktığı görülen sağ partiler üstünde de bu durum bir etki meydana getiriyor. Onlar da bu seçimlerde oy yitirdi. Kısacası bir seçmen tepkisinden söz edilebilir.
Şu sorulabilir: madem ki böyle bir tepki vardır, hatta bugünkü krizi de sağ partiler yaratmıştır, ne demeye sol böyle bir yıkıma uğradı? Cevap çok açık: kriz ortamlarında seçmen dönemin sonuna kadar gitmek istiyor. Su geçerken at değiştirmekten korkuyor. O halde işlerin daha da sarpa saracağından endişe ediyor. Gene öyle olduğu açık. Seçmen krize karşı önlemler almış hükümet partilerine her şeye rağmen bir kredi açtı. Bütün bunlardan sonra soru şu: acaba kriz ağırlaşırsa, kitleleri daha da etkilerse sol bir kayma ortaya çıkar mı?
Henüz bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Problem de o: içinde yaşadığımız dünyaya sol bir gelecek tasavvuru sunabiliyor mu? Düşünmemiz, tartışmamız gerekiyor ama sonucun sol lehinde olması dünyada ciddi bir model değişikliği meydana getirecektir; o kesin. 1979'da başlayan büyük sol kayma belki de bu şekilde sona erecektir. Fakat henüz bu konuda açık bir şey söylemek çok zor.

Peki, ya biz?
Sonuçların Türkiye bakımından önemi ortada. Türkiye'yi AB tam üyeliği için destekleyenler ağır bir yenilgi aldı. Türkiye karşıtları mecliste büyük bir çoğunluğa sahip. İşimizin zor olduğunu artık sağır sultan da biliyor. Buradan bir çıkışın yakalanması çok zor görünüyor. Hele ırkçı ve radikal sağı da ekleyince Türkiye'nin mücadelesi daha da zorlaşacak.
Şunu da belirtelim: İngiltere'de oluşan sonuç iş başındaki İşçi Partisi'ni o kadar ürküttü ki, Lizbon Antlaşması'nın halkoyuna sunulmasından, reddedilmesinden söz edilir oldu. Yani, bırakın Türkiye'yle olan ilişkilerini AB'nin kendi iç ilişkileri de gitgide daha karmaşık bir hal alıyor.
Bu durumda bizim yapmamız gereken bir tek şey var: hız kesmeden yola devam etmek. Avrupa'daki sağ hareket kendi sonuna yaklaştığında kimsenin kuşkusu olmasın sağ değerlerin engellediği Türkiye-AB bütünleşmesi çok daha kolay bir biçimde gerçekleşecektir.
Yeter ki, biz o gün hazır olalım.

MEHMET BARLAS

Her konuda denklemler var

YENİ MATEMATİK

Siyasal ve toplumsal gerginliklerden, bütün dünyayı gülümseten olgulara bakmayı unutuyoruz.
Birkaç yıl önce "Yeni matematik" üzerine kurulu denklemleri yazmıştım.
Bunları yine hatırlatayım... Belki bir tebessüme sebep olur bunlar:
Akıllı patron+akıllı çalışan= Kâr
Akıllı patron+aptal çalışan= Üretim
Aptal patron+akıllı çalışan= Terfi
Aptal patron+aptal çalışan= Mesai
Akıllı erkek+akıllı kadın= Aşk
Akıllı erkek+aptal kadın= İlişki
Aptal erkek+akıllı kadın= Nikâh
Aptal erkek+aptal kadın= Hamilelik
İnsan ilişkilerini irdeleyen bu denklemler şöyle devam ediyor:
- Bir kadın, "nasıl olsa değişir" diye bir erkekle evlenir.. Ama erkek değişmez.. Bir erkek ise "hep böyle kalır hiç değişmez" diye bir kadınla evlenir.. Ama kadın değişir..
- Bir kadın iyi bir koca buluncaya kadar geleceğe endişe ile bakar.. Bir erkek, evlenene kadar, gelecekten endişe duymaz..
- Başarılı erkek, karısının harcayabildiğinden daha fazla para kazanan erkektir.. Başarılı kadın, böyle bir koca bulan kadındır..

GÜLAY GÖKTÜRK

Minarenin boyu

Nilüfer Göle'nin son kitabını (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa) henüz okumadım.


Ama kitap üzerine yaptığı bir iki söyleşiyi okurken/dinlerken dikkatimi çeken bazı noktalar geçen yazımda (Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor) ele aldığım konuyla yakından ilgiliydi.

"Şu anda Avrupa, bizim 90'lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor" diye yazmıştım o yazıda.

Göle'yi dinlerken yaşadığımız dönemin Avrupa için neden "en sancılı" dönem olduğu meselesi biraz daha netleşti kafamda.

Bakın ne diyor Göle:

"Göçmenler Batı'da farklılıklarını göstermekten de keyif alır duruma geldiler. Avrupalı Müslümanlar artık Müslümanlıklarını daha çok görünür kılmaya çalışıyor."

Gerçekten de basına kadar yansıyan "çatışma noktaları"na baktığımızda Avrupalı Müslümanlar'ın son yıllarda içinde yaşadıkları toplum içinde erime, kendilerini belli etmeden, farklılıklarını törpülemeye çalışarak yaşamak yerine kendi kimliklerini daha görünür kılma çabasında olduklarını, bir başka deyişle "kimlik siyaseti" güttüklerini görüyoruz.

Dikkat edin, geçmişte kızının mayo giymesini istemeyen dindar aile, bu çelişkiyi çocuğa rapor alıp jimnastik dersine sokmayarak halletmeye çalışırdı. Şimdi, kızının dinine uygun kılıkla havuza girme hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidiyor.

Eskiden dinini, gelenek ve göreneklerini kendi kendine, pek de göstermeden yaşarken şimdi orucuna, namazına, bayramına saygı istiyor. İşyerinde ibadet yeri, helal etli yemek garantisi, ramazanda iftar molası talep ediyor.

Ve Göle'nin deyişiyle, bütün bu karşı karşıya gelişlerde birbirlerinin tolerans eşiğini deniyorlar. Zaman zaman çatışıyor; hatta şiddete varan çatışmalar yaşıyor, zaman zaman da pazarlık ediyorlar. Mesela, şehrinde art arda inşa edilen camilerden rahatsız olan Avrupalı, Müslüman göçmenle pazarlığa giriyor: "Cami yapıyorsun, bari minaresiz yap." Ama Müslüman göçmen uzlaşmıyor. Diktiği minareleri, o toplumdaki varlığının meşruiyetinin simgesi olarak görüyor ve tam tersine minareleri daha da yükseltmeye çalışıyor. "Beni görmezden gelemezsin, beni yok sayamazsın; ben de dinim de burada, senin yanıbaşındayız" demeye getiriyor.

Bu, Avrupalı'nın 60'lı yıllardan bu yana sürdürdüğü göçmen politikasına; yani "burada yaşayacaksan bana benzemeye çalış" politikasına karşı bir başkaldırı elbette ve sanırım kaçınılmaz bir başkaldırı... Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesi, bir tarafın kendini inkâr etmesi ya da gizlemesi temelinde yürüyebilecek bir şey olabilir mi? Böyle olursa sağlıklı bir toplumsal yapı doğabilir mi?

Öte yandan, "ev sahibi" Avrupalı'nın da bu başkaldırıdan huzursuzluk duymaması düşünülebilir mi?

İşte Avrupalı'yı panikleten ve "Müslüman Türkiye"nin AB dışında kalması talebini her geçen gün daha yüksek sesle ifade etmesine yol açan bu tablodur.

Aslında bu bizim 90'lı yıllarda yaşadığımız sürece çok benzer bir süreç. Bizde de "laikçi" elitlerin korkuları, "Eyvah, kuşatılıyoruz; yaşam tarzımız elden gidiyor" paranoyaları, kamu alanındaki görünürlükle birlikte başladı. Dindarlar daha çok kendi köşelerinde yaşarken, kamu alanına pek çıkmazken; çıktıkları zaman da "oldukları gibi" değil, modernitenin kabul sınırlarını gözeterek ve kendilerini bu sınırlara uydurmaya çalışarak çıkarken, 90'lı yıllardan itibaren farklı davranmaya başladılar. "Ben buyum, beni olduğum gibi kabul etmek ve kamu alanında bana da yer açmak zorundasın" dediler. Zaten kıyamet de o zaman koptu.

Biz şu anda 90'lı yıllarda yaşadığımız şoku atlatma bakımından Avrupa'dan epey ileride bir noktadayız ve bu anlamda Avrupa'nın bizim deneyimimizden öğreneceği çok şey var.

Ama hemen söylemek gerekir ki, bugünkü sancılı sürecin yaşanmadan atlatılması imkânsız. Avrupa bu süreci yaşamak zorunda; Müslümanlar belki bir süre daha kimlik siyasetini ön plana çıkarmak zorunda. Ama unutmayalım ki iki farklı kültür arasındaki bu karşılaşma ve çatışma hali iletişimsizlikten, çelişkilerin üstünü örterek geçiştirmekten, birbirini görmezden gelerek yaşamaktan daha iyidir. Çünkü yaşanan çatışma da olsa bir iletişimdir ve iletişim varsa birbirini etkileme, uzlaşma, anlaşma ihtimali de vardır.

Türkiye de, Avrupa da gelecekte mutlaka kimlik siyasetlerinin daha geri plana çekildiği, onun yerini karşılıklı etkileşimin, ortaklaşa yaşam mekanları ve ortak bir dil oluşturma çabalarının aldığı günlere varacaktır.

Sözümüzü yine Göle'nin bir cümlesiyle bitirelim:

"Birliktelik hukuk oluşturur, birliktelik sorumluluk oluşturur, birliktelik yeni sorunlar oluşturur ama hiçbiri öldürücü, çözümsüz değildir. Bu durum hem bizi hem de kabiliyetlerimizi geliştirir, en iyisi de sorun çözme kabiliyetimizi geliştirir."

ŞAMİL TAYYAR

Ülkücüleri teğet geçti Alperenlere yöneldi

Ergenekon davasında 100. duruşma dün geride kaldı. Rutin davalarda her duruşma arasının ortalama İstanbul’da 3 ay, Ankara’da 2.5 ay olduğu dikkate alınırsa, bu davada en az 20 yıllık mesafenin kat edildiği söylenebilir.

Buna rağmen; davayı sulandırmaya ve soruşturma sürecini etkisizleştirmeye çalışanlar, yargının kronik hantal çalışma sisteminin faturasını Silivri’deki hakim ve savcılara çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir yandan da davayı Veli Küçük etrafındaki küçük grupla sınırlandırıp beyin takımını aklama peşindeler.

Daha tehlikesi, bu soruşturmayla büyük ölçüde akamete uğrayan provokatif eylemlere yeniden başlama arzusunun canlanmasıdır. Kaotik ortamda daha kolay sıyırabileceklerini düşünüyor olabilirler.

Soldan devşirme Ulusalcı taifenin kol ve kanatları kırık vaziyette. Mitingler yoluyla yeniden taban tutmaya çalışıyorlar ama kan kaybı sürüyor. Ülkücü-Milliyetçi tabandaki filizlenme gayretleri ise arzu edilen seviyede değil.

Gençlerin sokağa dökülmesine şiddetle karşı çıkan Devlet Bahçeli’yi devirme planları ise tutacak gibi gözükmüyor.

Ülkücüleri teğet geçmiş durumdalar. Ama Alperenlere doğru ilerliyorlar.

Yeni oyun sahası

Hrant Dink cinayeti öncesi siyasi tarlanın sürülmesi karşısında sessiz kalmayan, sorumluları cezalandıran ve Alperenleri yeniden samimiyet testinden geçiren Muhsin Yazıcoğlu’nun şüpheli bir helikopter kazası sonucu ölümü, onlar için fırsat yarattı.

Alperenlerin ‘başıboş’ kaldıklarını düşünüyorlar. İstihbarat raporlarına da yansıdığı gibi Alperenleri ‘işlemeye’ çalışıyorlar. Bu kaygının, BBP yöneticilerine de doğrudan veya dolaylı iletildiğini düşünüyorum.

O nedenle, Alperen Ocakları, şu anda Ergenekon’un en önemli ‘oyun sahası’ durumunda.

Yazıcıoğlu’ndan sonra BBP’de genel başkanlık koltuğuna oturan Yalçın Topçu da Alperen Ocakları Genel Başkanı Abdullah Gürgür de tehlikenin farkında.

Teyakkuz halindeler.

Topçu ve arkadaşlarının desteklenmesi gerekir. Aksi halde, kışkırtıcılık prim yapar hale gelirse, Alperenler üzerinden Türkiye’yi kan gölüne çevirmek isteyenlerin hesabı çok pahalıya patlayabilir.

Bir gece ansızın

Bu açıdan bakıldığında; dün Taraf’ın manşetine taşıdığı, Alperen Ocakları Kayseri İl Başkanlığı’nın DTP milletvekilleri ve Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e gönderdiği, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz’ sloganlı Türkiye haritasının akılcı izahı güçtür.

Diğer taraftan böyle bir öfkeye kaynaklık edecek, toplumun birleşme yerlerini kanatacak ve Ergenekon’a muradını altın tepside sunacak ‘Kürdistan haritası’ gibi bölücü açıklama ve yaklaşımlardan kaçınmak gerekir.

Bizlere düşen ise sadece sebebi veya sonucu haklı gösterecek şekilde kurgulardan ve parçacı önermelerden kaçınmak, münferit hadiselerden genel kaidelere ulaşma çabasından uzaklaşmaktır.

Onun içindir, dün Ahmet Altan’ın köşesine taşıdığı, ‘Belli ki Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra Alperenlerin önü açılmış’ ifadesini, iyi niyetinden şüphem olmasa da maksada matuf bulmadım. Böyle bir ifade, hem BBP, hem Alperen Ocakları yönetimi için haksızlık olur.

Bulaşanı atarız

BBP Genel Başkanı Yalçın Topçu’yla da Alperen Ocakları Başkanı Abdullah Gürgür’le de dün uzun uzun görüştüm. Ayrıca, kendileri baş başa durum değerlendirmesi yaptılar. Alperen Ocakları Kayseri İl Başkanı Yaşar Bekir Soğman’ın tavrını, gerekçesi haklı bile olsa izlediği yöntemden rahatsızlardı.

Aldıkları ilk karar, disiplin mekanizmasını işletmek oldu. Soğman hakkında inceleme başlatıldı. Görevinin devamı, bu inceleme sonucuna bağlı.

Topçu, çok açık konuştu: ‘Rahmetli Muhsin başkanımızın bize emanetini daha da yüceltmek istiyoruz. Onun demokrasi ve hukuk mücadelesine gölge düşürecek hiçbir hareketin içinde olmayız. Yasa dışı gruplara bulaşanlar olursa onları asla içimizde barındırmayız, tespit ettiğimizde gereğini yaparız.’

Örgütte itaatsizlik, disiplinsizlik, kopukluk var mı?

‘Asla’ dedi Topçu.

Alperen Ocakları Genel Başkanı Abdullah Gürgür de bu görüşe destek verdi: ‘Biz partiden ayrı bir eğitim ve kültür örgütüyüz. Aldığımız eğitim ve terbiye gereği, büyüklerimize karşı asla saygısızlığımız olmaz. Onlara danışır, görüşlerine önem veririz. İtaatsizlik veya disiplinsizlik sözkonusu olamaz.’

Peki, Ergenekon, Alperen Ocakları’nı teslim alabilir mi veya bölebilir mi?

Gürgür, kendinden çok emindi: ‘Bizi kanun dışı faaliyetlerin içine çekmek isteyenlere karşı çok yoğun önlemler aldık. 16 yıldır büyük emek harcıyoruz. Aramıza gizli birimler giremez. Çünkü, bizim teşkilatlanmamızın temelinde uhuvvet ve samimiyet vardır. Aramıza sızmak isteyenler, kendilerini hemen belli ederler.’

Hrant Dink cinayetine bazı isimler karıştı...
Gürgür: ‘Aramıza giremedikleri için bazı yerlerde bir iki ay teşkilatlara girip çıkıp, sonra fırsatını bulup fotoğraf çektirerek Alperenlerle bağlantılı gibi göstermek isteyebilirler. O hadiseden sonra tedbirlerimizi daha da arttırdık. Dışarıdan yönlendirmeye açık bir teşkilat değiliz.’

Başkanın çağrısı

Buraya kadar tamam.

Hem Topçu’nun hem Gürgür’ün barış ortamının tesisi ve derin oyunların bozulması için çağrıları var. Gürgür, ‘Gençlerimizi tahrik edecek eylemlere karşı hukuk mekanizması daha iyi işletilsin’ diyor.

BBP Başkanı Topçu’nun çağrısı doğrudan DTP’li vekillere: ‘Türk anaları ve Kürt analarının gözyaşları birbirine karıştı deyip gelin terörü lanetleyin, ben de meclise koşarak gelip sizi kucaklayayım.’

Derin gizli güçlere karşı taahhütleri önemli, barış mesajları pozitif. Çok da zor bir iş değil. Neden olmasın?

AHMET KEKEÇ

Atın gitsin

Prof. Baskın Oran, CHP’nin Sosyalist Enternasyonal’den atılması için, örgüt üyelerine mektup göndermişti.

Oran mektup yazma gerekçesini şöyle açıklıyordu: ‘Eğer CHP Sosyalist Enternasyonalden atılırsa, bu partiyi bir parça sallayıp kendine getirebilir. Benim amacım CHP Sosyalist Enternasyonal’den atılsın, adam olsun tekrar alınsın.’

Hoca, iyi niyet göstermiş.

Ben ‘büsbütün atılması’ gerektiğini düşünüyorum...

Sosyalist Enternasyonal’in, Avrupa’nın, Amerika’nın, Asya’nın, hatta Afrika’nın kapıları CHP’ye kapatılmalıdır.

Bunu hem CHP’nin yararına, hem de büyük bir yalana son vermek adına istiyorum.

Parti, bir süredir Sosyalist Enternasyonal’in tarassutu altında.

İzleniyor...

Gerçi, CHP Genel Başkan Yardımcısı muhterem Onur Öymen ‘Hayır, yok böyle bir şey’ demişti ama...

Evet, var böyle bir şey.

İzleme sonucunda, ‘solcu’ ve ‘sosyalist’ olmadığına hükmedilirse, CHP Sosyalist Enternasyonal’den atılacak. Yerine de herhalde AK Parti’yi yahut (meşrebinize göre) AKP’yi alırlar. Çünkü, icraatları ve ‘reform çabaları’yla görünürdeki en solcu parti AK Parti.

Daha solcusu çıkıncaya kadar bu böyle devam edecek.

Türk gazetecilerin Alman Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier’e sorduğu soru şuydu:

‘Türk sosyal demokratlarına nasıl bakıyorsunuz? Türk sosyal demokratlarının AB sürecine bakışını nasıl yorumluyorsunuz?’

İşte cevap:

‘SPD olarak CHP ve Deniz Baykal ile ilişkilerimiz var. Ancak son altı yedi yılda CHP’de bazı tavırlar, bazı değişiklikler var. CHP’nin Avrupa’dan yana tavır almama tutumunu yadırgadığımı, anlamakta güçlük çektiğimi vurgulamak istiyorum... CHP’nin iç politikadaki tutumunu da anlamakta güçlük çekiyorum. İç reform sürecine yönelik tavrı, ceza yasasına ilişkin tavrı... Yalnızca 301 konusunda değil, düşünce özgürlüğünün sınırlarının genişletilmesine karşı genel muhalif tavrını da anlamakta zorlanıyorum...’

Sosyalist Enternasyonal’in CHP konusundaki tutumunu da şöyle açıklıyor Steinmeier:

‘Bu olaylar neticesinde Sosyalist Enternasyonal içinde izleme grubu oluşturduk. CHP’nin programını yeniden gözden geçirmeyi amaçlıyoruz. CHP bunu hoş karşılamadı. Gelişmeye tepkisel bakıyorlar. Ama CHP ile olan ilişkilerin bu noktaya gelmesi, Alman sosyal demokratlarının ve Avrupa’daki diğer sosyal demokrat partilerin onu yanlış anlamasından kaynaklanmıyor.’

Hani, muhterem Öymen, ‘Avrupa bizi yanlış anlıyor’ diyordu ya...

Bilakis, doğru anlıyorlarmış.

Bir kendi durumlarına bakıyorlar, bir de ‘sosyalist’ olması gereken ama bir türlü olamayan CHP’nin durumuna...

Sonra da hükümlerini veriyorlar: ‘Bunlar bize değil, daha çok faşist dönemlerin nasyonalist partilerine benziyor...’

Haksızlar mı?

Sen hem darbeleri ve muhtıraları savunacaksın, 12 Eylül anayasasının değiştirilmesine karşı çıkacaksın, 301’in muhafaza edilmesi için elinden geleni ardına koymayacaksın, içinde ‘emek’ geçen bir tek cümle kurmayacaksın, statüko adına ne varsa sahipleneceksin, hem de ‘bedava tarafından’ solcu olacaksın.

Baskın Oran ve Steinmeier ‘umudunu’ koruyor ama bana kalırsa hiç umut yok.

Sosyalist Enternasyonal’de reyim olsaydı, ‘Bu CHP’nin düzeleceği yok, atın gitsin’ derdim.

11 Haziran 2009 Perşembe

YILDIRAY OĞUR

Sen de herkese faşist diyorsun...

Bir parti lideri düşünün.

Genç, yakışıklı. İyi eğitimli. Üst düzey yöneticilik yapmış.

Kısa filmler çekiyor. Ateist.

Politik olarak kendine liberteryan diyor. İktidara gelirse doğrudan demokrasiye geçecek, devleti küçültecek, vergileri düşürecek.

Düşünce özgürlüğünde sınır tanımıyor. Hayvan hakları anayasaya girsin diye çalışıyor. Eşcinsel evlilikleri, ötenazi hakkını savunuyor. Hatta uyuşturucu kullanımı serbest olsun diyor.

İstanbul’da yaşasa demokrasi, insan hakları için yayımlanan tüm bildirileri imzalayacak bir sivil toplumcu namzedi. Al ÖDP’ye genel başkan, Ekşi Sözlüğe ‘suser’ yap. Önüne aydın-yazar ekle Radikal 2’ye yazı yazdır. Türkiye’de insan hakları diye AB projesi hazırla, başına koy. Binnaz Toprak’ın yanına ver Türkiye’deki mahalle baskısını araştırsın.

Zaten partisinin adı da Özgürlük İçin Parti.

Siz böyle bir partinin liderine faşist der misiniz?

O kadar mı şirazeden çıktınız? O kadar mı düşmanlık dolusunuz?

Ama gelin görün ki geçen hafta Türkiye’de ve Avrupa’daki tüm gazeteler, ondan, son AB Parlamentosu seçimlerinde büyük oy patlaması yapıp sandıktan ikinci sırada çıkan Hollandalı aşırı sağcı, faşist lider olarak bahsettiler.

Ve sonuna kadar haklıydılar.

Çünkü onun adı Geert Wilders...

Wilders’e faşist dendiğine bakıp aklınıza dazlak kafalı bir neo-Nazi ya da bir siyah takım elbiseli ağır abi gelmesin hemen.

Ne geldiyse başımıza bu önyargılarınızdan geldi zaten.

Beyaz yakalıdır, tıpkı ondan önce hareketin lideriyken öldürülen eşcinsel faşist lider Pim Fortuyn gibi çok şıktır Wilders.

Sarışın uzun bakımlı saçları vardır, yakışıklıdır. Tıpkı geçen yıl bir trafik kazasında ölen Avrupa’nın en seksi erkeği seçilmiş Haider gibi.

Gençtir, heyecanlıdır, filmler çeker. Fitne filmi küresel kriz çıkarmıştır. Sanatçı ruhludur. Tıpkı Avusturya’nın rapçi faşist lideri Heinz-Christian Strache gibi.

Avusturya’daki aşırı sağcı partinin adının da Özgürlük olması sadece bir tesadüf değildir zaten.

Eşcinsel bir Hollandalıysanız, Wilders sonuna kadar sizin evlilik hakkınızı savunur.

Ötenazi hakkını kullanmak isteyen bir Hollandalıysanız, Wilders sizin ölme hakkınızı da savunur.

Daha serbest ve daha çok çeşit uyuşturucu kullanmak isteyen bir Hollandalıysanız da Wilders ve partisi sizinle beraberdir.

Hollanda’da yaşayan bir Yahudi iseniz size ters bakan olursa, yanınızda, babası Nazilerden kaçmış bir Yahudi olan Wilders’i bulursunuz.

Düşüncenizden dolayı başınıza bir iş geldiyse, kendisini bir özgürlük savaşçısı olarak tanıtan Wilders sizin düşüncenizi ifade hakkınız için gerekirse ölür.

Liberteryandır Wilders. Onunla oturup Amsterdam’daki Leidseplein’da biranızı yudumlayabilir, Spinoza’dan konuşabilirsiniz

Ama sakın ona göçmen, üstüne üslük bir de Müslüman olduğunuzu söylemeyin.

Bir anda o sarışın, o sanatçı, o şık, o Amsterdam beyefendisi gider. Pazubandını takar, o özgürlükçü partinin lideri çizgisinden kayar.

Peki, şimdi bu liberteryan, bu hayvan hakları savunucusu, homofobi, anti-semitizm karşıtı, uyuşturucu kullanılmasını bile savunan özgürlükçü, katılımcı demokrat Wilders’e; sırf Müslümanlardan ve göçmenlerden nefret ettiği, onların Hollanda’da yaşama hakkına saygı duymadığı için faşist mi diyeceğiz?

Bunun, sosyalist, insan haklarından yana, 301’e, savaşa karşı, Kürt sorununda çözümü savunan, azınlık sorunlarına duyarlı Eğitim-Sen’e; sırf başörtülülerin başı örtülü olarak ÖSS’ye girmesine izin veren düzenlemeyi Danıştay’a götürüp iptal ettirdi diye faşist demekten ne farkı var?

Bu, “Acil Demokrasi” diye şarkı yazıp, parmakları ağrırcasına “peace” işareti yapıp sonra da “cumhurbaşkanının karısı türbanlı olmasın” demek için Cumhuriyet Mitinglerinde coşkulu konserler veren rock gruplarına faşist demek kadar haksız değil mi?

Bu, 12 Eylül işkencelerinden kafasında bit çıkmış, oturup darbe karşıtı kitap yazmış, solcu bir sinema oyuncusunun tüm bu mazisini unutup; sırf bugün darbe istediği için ondan faşist diye bahsetmek kadar ölçüyü kaçırmış olmak değil mi?

En iyisi siz politik doğruculuktan şaşırmayın, bir çam devirmeden, camiada namınızı kötüye çıkarmadan Avrupa’nın yeni mahsul beyaz faşistleri Wildersleri, Stracheleri unutun.

Zaman 12 Eylül 1980 saat: 03.59’da dursun.

Bırakın bizim faşistimiz yine siyah takım elbiseli, kavruk yüzlü, beyaz çoraplı, belinde kasaturalı o bıçkın delikanlı kalsın.

Onlar kalleşçe saldırsın. Biz faşizme karşı omuz omuza verelim. Hatta o faşistleri akıttıkları kanda boğalım.

Birbirimize faşist deyip ağzımızın tadını bozmaya ne gerek var.

Hem onların faşistlerinin bu seviyeye gelmesi için kaç yüzyıl geçti, değil mi?

AHMET ALTAN

Yazıcıoğlu öldürüldü mü?

Yargıtay Başsavcısı’nın konuşmasını dinlediğinizde bile bazı çevrelerin nasıl “bela” aradıklarını görebiliyorsunuz.

Başsavcı, “ekonominin öne çıkmasından ve gelişmeden” yakınıyordu.

Düşünün ki bu ülkede “ekonomik gelişmelerden” şikâyetçi başsavcılar var.

Kriz olsun, ekonomi tıkansın, ortalık birbirine girsin istiyor gibiler.

Daha önce buna benzer konuşmaları, Ergenekon sanığı yazarlardan da duymuştuk.

Bir “krizden” medet umuyorlardı.

Darbe ortamı için en iyi yolun bu olduğuna inanıyorlardı.

Memleketin batmasına razı olabilecek bir çıldırma hali yaşıyor birileri anlaşılan.

Bu çıldırmışlığın sadece “ekonomik kriz” duasına çıkmakla kalmayacağı da aşikâr.

“İnsanlar sürünsünler, perişan olsunlar, işsiz ve aç kalsınlar yeter ki darbe olsun” noktasına geldiyseniz elinizdeki bütün imkânları ülkeyi tarumar etmek için kullanabilirsiniz.

Darbe döneminin bittiğini, Ergenekon soruşturmasının durmadığını, dünyanın gelişmiş ve demokrat bir Türkiye istediğini fark ettikçe de öfkeleri artacak.

Kışkırtacak işler yapmayı da deneyecekler.

Kitlesel, kanlı bir eylemi bile zorlayabilirler.

Nasıl yapacaklar bunu?

Eskiden ellerinde MHP vardı.

Devlet Bahçeli, çok tutucu politikalar izliyor, zaman zaman fevkalade şoven açıklamalar yapıyor ama MHP gençliğini sokağa çıkarmıyor.

MHP’yi “sokak eylemciliğine” sürüklemiyor, partisini darbecilere kullandırmıyor.

Geriye ne kalıyor?

Bu kanlı kışkırtmaların tek adresi şimdilik Alperenler.

Muhsin Yazıcıoğlu, ölümünden önce Şamil Tayyar’a, “bizim tarlayı önceden sürmüşler” diyerek tedirginliğini belli etmişti.

Demokrat aydınlarla bir toplantı düzenleyip konuşmak istiyordu.

Anlatacağı bir şeyler vardı herhalde.

Ve, bir kazada öldü.

O kazanın bir suikast olup olmadığı çok tartışıldı.

Elde bir belge, bir delil yok ama gelişmelere baktıkça insan o kazadan daha fazla kuşkulanıyor.

Çünkü Alperenler tuhaf işlere girişiyorlar.

Son olarak, DTP milletvekillerine, üstünde “bir gece ansızın gelebiliriz” yazan kartlar göndermişler.

Kürtleri tehdit ediyorlar.

O kadar kolay tehdit edilebilecek bir kitle değildir Kürtler.

En aşağı on beş yirmi milyon insandan bahsediyoruz.

Dağda silahlı binlerce Kürt var, onların şehirlerde sempatizanları var.

Üstelik bu insanlar öfke dolu.

Gençleri daha da öfkeli.

Bütün toplumun ve devletin çok özenli davranması gereken bir çizgi bu.

Alperenler bu çizgiyi rahatça geçebilecek gibi davranıyorlar.

Ne olacak peki geçerlerse?

Allah etmesin, böyle bir tehditten sonra bir DTP’linin başına bir iş gelirse ne olacak?

Belli ki Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra Alperenlerin önü açılmış.

Birileri, onlara “yürüyün” demiş.

Onlar da yürüyorlar.

Daha önce Ege kasabalarında, Sakarya’da küçük çaplı toplumsal kışkırtmalara şahit olmuştuk.

Bunlar bir yayılırsa, bir daha önünü almak sanıldığı kadar kolay olmaz.

Cehenneme döner ülke.

Çok kan akar.

Alperenlerin ya da o çocukları yönlendirenlerin öyle “nasihatle” yola gelmeyeceği, çıkaracakları belanın kendilerini de vuracağını anlamalarının pek mümkün olmayacağı seziliyor.

Onlar bu işi kaşıyacaklar.

“Bir gece ansızın gelebiliriz” diye babalanacaklar, belki “ansızın gelmeye” de kalkışacaklar ama “geldiklerinde” neyle karşılaşacaklarını hiç bilmeyecekler.

Bu işi başından kesmek gerekiyor.

Birincisi yasal önlemlerle bu kışkırtmalara engel olmak.

Ama bu elbette yeterli değil.

Asıl önemli olan, bu “kışkırtılmaya” açık ortamı değiştirmek.

Kimsenin kışkırtmalarla bozamayacağı sağlamlıkta bir huzur ve güven iklimi yaratmak.

Bu da başbakana düşüyor.

Eğer başbakan bir an önce, bu gerginliği giderecek adımlar atmazsa, ülkeyi rahatlatmazsa, insanlara “barış geliyor” umudu vermezse...

“Ekonomik gelişmeden” yakınan başsavcılar, “Kürtler ölsün demek fikir özgürlüğüdür” diyen eski yargıçlar, “ansızın gelebiliriz” diyen Alperenlerle birileri toplumu kanlı bir kaosa götürecek adımları atacak.

İşaretler artık çok açık.

Başbakan bu işaretleri görmek zorunda, görmüyorsa çevresindeki birileri ona göstersin.

Sadece Türkiye değil bizzat başbakanın kendisi ve partisi de tehlikede.

Alperenler “Kürtleri” tehdit ediyor ama asıl tehdit ettikleri Türkiye.

Asıl tehdit ettikleri başbakan.

Başbakan Erdoğan, DTP Başkanı Ahmet Türk’e vereceği randevunun tarihini belirlerken sadece Kürt tarafına bakmasın bence, kafasını çevirip bir de Türk tarafına baksın, başsavcıya baksın, Alperenlere baksın...

Unutmasın ki “bir gece ansızın gelmek” için bekleyen “başka birileri” var, Alperenler sadece onların öncüleri.

İBRAHİM ÖZTÜRK

Kriz, kimleri teğet geçiyor?

Eğer bugün yaşadığınız sıkıntıları krizin içine gömüp, 'kriz geçer, işler yoluna girer' diye kendinizi avutuyorsanız, başınızı kuma gömmüşsünüzdür ve gerçekten çanlar sizin için çalıyor demektir.

Kriz, bir öğretmendir ve bundan öğrenmeniz ve mucibince isabetli 'tepkiler' vermeniz gerekir. Ancak kriz, tepki vermeniz gereken birçok 'meydan okumadan' sadece birisi. Değişen pazar şartları; Çin ve Hindistan gibi yeni rakiplerin devreye girmesi; yeni teknolojiler gibi maliyetleri ve tercihleri değiştiren gelişmeler; değişen müşteri beklentileri; demografik yapı; yeni fırsatları tetikleyen gelişmeler (değişen yasal mevzuat, AB reformları, yasaklar, yeni teşvikler) tepki verilmesi gereken diğer bazı durumlardır.

Bütün bu krizler kime teğet geçiyor acaba? Benim tespitlerim şunlar: Temel ihtiyaç maddesi gibi talep esnekliği düşük olan malları üretip satanlar, döviz borcu olmayanlar, iç-dış pazar dengesi kuranlar, dahası pazar değiştirme kabiliyeti yüksek olduğu için rotasını AB pazarından, krizden çok etkilenmeyen İran, Irak, Cezayir ve diğer Afrika ülkeleri gibi göreceli kapalı ekonomilere kaydırabilenler, yatırım halinde ve büyük stoklarla yakalanmayanlar, yani etkin yatırım yapanlar ve ürün farklılaştırmasını başaranlar dışsal meydan okumaları fırsata çevirebiliyor.

Bu maddelerin her birine yeri geldikçe burada değiniyorum. Bugün de bunlardan sonuncusuna değinmek istiyorum. Türkiye, dünyaya hâlâ 'gönüllü kölelik esasına göre' fasoncu yani tedarikçi olarak eklemlenmiş durumda. Fakirleştirici biteviye gayret bizden, tevfik Allah'tan, marka ve parayı cebe indirmek ise Batı'dan. Bunu yıkmak, bu çağın en büyük dini ve milli görevi. Türk'ün yeni Ergenekon'u, halkına mayın döşemek ve kurşun sıkmaktan değil, katma değer ve kaliteye dayalı bir dünya inşa etmekten geçiyor. Kabadayılık ve kaba kuvvet Türk'ü tarif etmemeli.

Hedefimiz önce marka millet olmak, ardından da büyük milli markalara ulaşmaktır. Bunun yolu Ar-Ge, Ür-Ge, tasarım, inovasyon ve kaizen çalışmalarını şirketin içine indirgemekten geçiyor. Üniversite öğrencilerine hâlâ kaizen ve girişimcilik dersleri verilmiyor.

Markaya giden yolda ürün geliştirme ve farklılaştırma önemli bir adım. Bu dünyada 'her şeyden bir şeye, bir şeyden de her şeye açılan kapı vardır'. Makrodan mikroya, mikrodan da makroya geçişi sağlayacak bir öğretiden ve zihni dönüşümden geçmek şart. Hem ormandan tek tek ağaçlara hem de tek tek ağaçlardan bütüne yani ormana gidebilmeliyiz.

Bunu işadamına uygularsak, işadamı işiyle ilgili çıkış yolunu gösterecek birçok ipucunu çok alakasız yerlerde bile bulabilir. Yeter ki, kafa oralarda olsun, yaşayan bir zihin ve görebilecek bir göz olsun. Bir de bana göre yenilikçilik yapacak işadamının temel felsefesi insana faydalı olmaktır. Uyduruk hareketlerle sözde 'talep oluşturmak' bana göre değil. Bu yüzden yenilikleri yapacak kişi üniversitenin odasına hapsolmuş hoca ya da 'sosyalleşme özürlü' aykırı tipler değildir. Yenilikçi, araziden gelen kişidir, yani gerçek girişimcidir. İhtiyaçlar keşiflerin anasıdır da ondan.

Peki ama, babasından miras kalan yol, yordam ve ürünlerini 'milli varlık' sanan işadamımızın dikkatini nasıl çekebilirim? İsrailoğulları Hz. Musa'ya, "Rabb'ine söyle de kudret helvasından (bıldırcın eti) bıktık, artık bunu değiştirsin." demişti. Anlayacağınız, insan bıkıyor ve yoruluyor. Değiştirme ve yenilenmek gerekiyor. Değişimi öldüren, sadece kendi geleceğini öldürür. Dışarıda hayat devam eder. O halde değişim ile faydalı olmak arayışını merkeze almalıyız. Şimdi size şaşırtıcı bir örnek vermenin zamanı geldi. Bir sonraki yazıyı bekleyin.

10 Haziran 2009 Çarşamba

GÜLAY GÖKTÜRK

AP seçimleri ve Seçkinler Araştırması

Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin kısa vadede eskisine oranla daha büyük güçlüklerle karşılaşacağını gösteriyor.

Açık söylemek gerekirse, "ne zaman tam üye olabileceğiz" sorusunun cevabı hiçbir zaman çok önemli olmadı benim için. Çünkü Avrupa Birliği'ne girmeyi, girmek için yapılanlardan daha az önemli buldum hep. Türkiye'yi yönetenler bu değişiklikleri yapmak için Avrupa'nın sopasına ihtiyaç duydukları için, ben de bu "sopanın" eksik olmamasını istedim. Mühim olan, başlayan değişimin hız kesmemesiydi. Bunun için de umudun umutsuzluğa dönüşmemesi gerekliydi. Umutsuzluk baş gösterirse, tersine rüzgarlar esmeye başlayabilir; "boşuna demokrasi" homurtuları yükselebilirdi.

Ama son yıllarda aldığımız mesafeye baktığımda bu tip endişelerim de azalıyor artık. Dolayısıyla

geldiğimiz noktada bu meseleyi bizden daha çok Avrupa'nın meselesi olarak görüyorum; daha açık ifadeyle, Avrupa'nın kendi kimliğini değişen dünya koşullarında yeniden tanımlayıp tanımlayamayacağı meselesi olarak...

Son Avrupa Parlamentosu seçimleri bir kez daha ortaya koydu ki, sorun Sarkozy'nin inadından ya da Merkel'in tutuculuğundan kaynaklanmıyor. Sorun, Avrupa halklarının kendi içindeki yabancıdan, göçmenden, özellikle de kendi içindeki İslam'dan duyduğu korkudan kaynaklanıyor. Zaten Sarkozy, Merkel gibiler de kendi kamuoylarındaki bu duyguyu iyi okudukları için böyle siyaset yapıyorlar ve o yüzden de AP seçimlerinde daha büyük oylar alıyorlar.

Biz şimdiye kadar bu liderlerin üyeliğimize karşı tutumlarını "iç siyaset icabı böyle yapıyorlar" diyerek küçümsemeye çalıştık. Oysa bu toplumlar demokratik toplumlar ve siyasetçilerinin de kamuoyundaki eğilimlere göre siyaset yapmasından daha normal bir şey olamaz. Dolayısıyla, karşı karşıya olduğumuz şey, birkaç siyasetçinin direnişi değil, Avrupa kamuoyunun önemli bölümünün direnişidir ve bu direniş kırılmadan, en azından zayıflamadan, Avrupalı olmamız; deyim yerindeyse, ev sahiplerinin muhalefetine rağmen "apartman yöneticisinin" katakullisi ile çaktırmadan Avrupa Evi'ne girmemiz zor görünüyor.

X x x

Peki Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor?

Bu sorunun cevabını almak için uzağa gitmenize hiç gerek yok; açın şu son "Seçkinler Araştırması"nı okuyun, sebebi anlarsınız. Araştırmayı yapanlar Türkiye'de konuştukları o 40 "seçkin" yerine Avrupa'nın "laikçi" elitlerinden kırk kişiyle konuşsalardı -biraz daha edeplice bir üslupla- aynı cevapları alırlardı.

Aslında cevap çok basit: Biz kendi kendimizi sevmezken, bir yanımızı "iğrenç", "dayanılmaz" bulurken Avrupa'nın bizi sevmesini ve bağrına basmasını nasıl bekleyebiliriz?

Biz, yıllardır İslami kesimi neden dışlamaya çalıştıysak, neden kendimizden bir parça olarak kabul etmediysek, Avrupalılar da Türkiye'yi o yüzden dışlamaya, içine almamaya çalışıyor.

Çeşitli kereler yazdım: Biz 1995'ten bu yana neden şeriat paranoyaları içinde yaşıyorsak; yaşam tarzımızı değiştirecekler diye kabuslar görüyorsak, onlar da aynı sebeple aynı korkuları yaşıyor. Onlar da tıpkı bizim yıllarca korktuğumuz gibi, dini aidiyetimiz yüzünden Avrupa'nın yaşam tarzını değiştirmemizden, İslami kimliğimizle Avrupa'nın kamusal alanında boy göstermemizden, Avrupa'nın rengini, kokusunu "bozmamızdan" korkuyorlar.

İslami kesim bizim için nasıl "öteki" ise biz de bir bütün olarak Avrupa için "öteki"yiz işte...

2002'den beri her seçim arifesinde herkesin diline pelesenk olan şu meşhur "Tayyip'in önünü kesmek" cümlesini hatırlayın. Ve o cümledeki "Tayyip" sözcüğünü çıkartıp yerine "Türkiye" sözcüğünü yerleştirin. "Türkiye'nin önünü kesmek"... İşte Avrupa'nın yapmaya çalıştığı da bu. Bundan anlamayacak, başka derin sebepler arayacak ne var?

Biz hâlâ başı örtülü kadınlarımızı, Meclis'imize, resmi resepsiyonlarımıza, devlet dairelerimize, üniversitelerimize sokmamakta diretirken, Avrupalı'nın o başı örtülü kadınları kendi içinde istememesinde yadırganacak ne var?

Biz hâlâ kendi kendimizle yüzleşememişken, bir parçamızı inkâr etmeye, yok edememişsek de yok saymaya çalışırken, onların da bizim, Avrupa'nın bir parçası olduğumuz gerçeğiyle yüzleşemeyişlerinde şaşıracak ne var?

Tıpkı bizim aydınlarımızın büyük çoğunluğunun çok uzun süre savunduğu gibi, onlar da İslam'la demokrasinin bağdaşmadığını, şeriat hedefinin İslam dininin ayrılmaz bir parçası olduğunu, bir Müslüman'ın demokrasiyi savunmasının ancak takiye olabileceğini düşünüyorlar.

Şu anda Avrupa, bizim 90'lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor.

Doğrusu bütün bu kavrayışsızlıklar, bütün bu korkular için onları fazla suçlayamayız. Biz şeriat fobisinden kurtulabilmek için on yıllarımızı verdik ve hâlâ da tam olarak baş edemedik. Onlar bu yolda daha dünkü çocuk sayılır. Düşünecek, tartışacak ve zamanla onlar da kavrayacaklar.

AHMET KEKEÇ

Hani bunlar faşizme karşıydı

Peşinen söyleyeyim: Bu yazıyı ağzı bozuk akademisyenler; Turgut Özakman okurları; CHP’nin ‘başımıza gelmiş en iyi şey’ olduğuna inanan serseriler; ‘slm’, ‘nbr’, ehu ehu’ şeklinde tuhaf sesler çıkaran çağdaş Türk gençliği ve kadrolu sapıklarım okumasın.

Onlarla uğraşacak zamanım yok.

Hem zamanım yok, hem takatim yok.

Uzasınlar...

Sözüm, karşıt düşüncede de olsa ‘fehmetmesini’ bilen akıl ve vicdan sahiplerine:

Hepimiz, Hürriyet yönetmeninin ‘sevimli, yaşlı, tonton bir adam’ diye tavsif ettiği Kenan Evren’in tezgahından geçtik. Öldük, işkence gördük, sürüldük, kitaplarımızı yaktık, vs...

Bu satırların yazarı bile, henüz ‘politik bir figür’ olarak temayüz etmediği halde, evinde bulundurduğu kitaplar yüzünden iki kez gözaltına alındı.

Ne mi oldu?

Dayağımı yedim ve çıktım.

Enis Batur’un borcu vardır bana... Yakalattığım (!) kitaplardan birinin kapağında ‘Şiir ve İdeoloji’ yazıyordu çünkü.

Neyse, ufunetiyle hayatımızı karartan 12 Eylül, akabinde ‘kurumları’yla da canımıza okumaya devam etti. Bu kurumlardan en tanıdık olanı Yüksek Öğretim Kurumu’dur... Kısaca YÖK...

Çok değil, on yıl öncesine kadar, kendilerine ‘aydın’ sıfatını uygun gören herkes, tüm akademisyenler, tüm sanatçılar, tüm Kemalistler, tüm Maocular, tüm milliyetçiler, tüm CHP’liler, hatta tüm şairler YÖK’e, YÖK siyasetine karşıydı.

Bu kurum, çünkü, tüm aydınların, tüm solcuların, tüm şairlerin, tüm İlhan Selçuk’ların, tüm Emre Kongar’ların temelden karşı çıktıkları 12 Eylül darbesinin ürünüydü ve asıl işlevi eğitim-öğretim işlerini düzene sokmak, kaliteli üniversiteler kurmak, bilimsel özerkliği sağlamak değil, statükoya kul köle olacak nesilleri yetiştirmekti.

Böyle diyorlardı.

En sert YÖK eleştirisini CHP yapıyordu. Bu partinin programında YÖK’ü ortadan kaldırmak, ‘eğitim-öğretim işlerine çeki düzene vermek’, demokratik bir maarif sistemi kurmak ilk sıraları işgal ediyordu.

Sonra ne mi oldu?

Hepsi 12 Eylül çizgisinde birleştiler.

Kendilerine ‘aydın’ sıfatını uygun gören herkes (bunlardan biri şairdir; hem kötü şiirler, hem kötü yazılar yazmaktadır, aynı zamanda kötü bir insandır, aynı zamanda terbiyesiz bir adamdır) parlamentoya, TBMM’den çıkan meşru hükümete ve irade-i milliyeye karşı, bir cunta mahsulü olan YÖK’ü savunmaya başladı.

Çünkü, başkanlığını Erdoğan Teciç’in yürüttüğü YÖK, üniversiteleri hem ‘kamu güvenliğine’ memur etmiş, hem de bir tür ‘Hitlerjugend kuşağı’ yetiştiren laik dergahlar haline getirmişti.

Gün geçti, devran döndü, YÖK’e vaziyet eden kafalar değişti. Bununla birlikte yönetim, spekülasyondan uzak daha mütevazı kadrolara elverdi.

Peki, YÖK’ün (kurumsal olarak) yarattığı sakınca ortadan kalktı mı?

Hayır...

İçeriğinden boşaltılmış olması, zaten ‘faşizan niyetlerle’ kurulmuş bir kurumu daha özerk, daha akademik, daha çağdaş kılmaz... ‘Kurumsal’ varlığı devam ettiği sürece, YÖK başlıbaşına bir ‘sakınca’ olarak ortada durup duracaktır.

Dolayısıyla, bu kurumun derhal ve acilen ortadan kaldırılması gerekiyor.

İktidar partisinin geçmişte bu yönde bir çalışması vardı, muhalefet engeline takıldı.

Peki, muhalefetin niçin böyle bir derdi yok?

İşte YÖK el değiştirdi, artık ‘öteki çocuklar’ vaziyet ediyor.

Pekala bu kurumun ‘kurumsal varlığını’ tartışmaya açabilirler.

Malzeme çok...

Kendilerine ‘aydın’ sıfatını uygun gören akademisyenlerimiz, sanatçılarımız, şairlerimiz, Kemalistlerimiz, Maocularımız niçin (YÖK’ün ortadan kaldırılmasına yönelik) bir huruç hareketi başlatmıyorlar?

Silivri’dekilerin darbe yapıp iktidara gelmesini, YÖK yönetiminin yeniden ‘bizim çocuklara’ elvermesini mi bekliyorlar?

9 Haziran 2009 Salı

DEMİRAY ORAL

Devlet ricali Türkçe Olimpiyatları’na...

Memlekette devlet ricalinin üslup sorunu olduğu malumunuz. Ancak sorun onunla bitmiyor ne yazık ki; asıl mühimi Türkçe ve konuşma sorunu var.

Ben çoğu zaman söylenenlerden kesinlikle bir şey anlamıyorum ve dinlerken sürekli İnönü Stadı’nda “Harhar hol hol hol” tezahüratı yapılıyormuş ruh halini yaşıyorum. Hadi Beşiktaş taraftarı “Kartal gol gol” gibi basit dört kelimeyi yan yana söylemek isterken aşırı heyecan ve yüksek desibel bağımlılığı nedeniyle bir türlü başarılı olamıyor. Peki devlet büyüklerinin sorunu nedir arkadaş?

Geçen gün bindiğim uçağın pilotu bir ara konuştu. Daha doğrusu konuşmak istedi. Ama biz yaklaşık bir dakikalık bu konuşmadan sadece başlangıçtaki “ben kaptan pilotunuz bilmem kim...” ve en sondaki “bizimle uçtuğunuz için teşekkürler” kısmını tahmin yoluyla anlayabildik.

Arada ne dedi, kesinlikle fikrimiz yok. Uçak düşüyor paraşütlerinizi takın dese, ölümü her canlı tadacaktır kıvamında dünyanın en cool insanları olarak Guinness’e geçeceğiz.

Hadi pilotu idare edelim. Ama memleketin başsavcılarını, genelkurmay başkanlarını, valilerini, siyasetçilerini ne yapacağız?

En taze örnek Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya. Yemin ediyorum geçen hafta televizyondan izlerken Yalçınkaya’nın kimi sözlerinden yine tahmin yoluyla bir şeyler anlayabildim. Misal, en çok tartışılan şu ifadesi: “Muhafazakâr partiler öne çıktıkça artan radikalleşmeyle birlikte, ekonomik büyüme ve modernizasyona daha çok vurgu yapılmak suretiyle laikliğin gündemden düşürüldüğü ve tanımının değiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.”

Türkçe Olimpiyatları’nda kaçıncı olur sizce bu ifade?

Peki, eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın övünerek “ben yazdım” diye açıkladığı meşhur e-muhtıra metnini hatırlayan var mı? Türkçe katliamının şahikasını görmek isteyenlere tavsiye ederim.

Bakın İstanbul Valisi Muammer Güler topuna girmiyorum bile! (Onunkine tahmin yetmez, olmayana ergi metodunu kullanmak lazım.)

Ekunumi, laayıklık filan diyen siyasileri, umudu kestiğimiz için artık içselleştirdik. Onlara da girmeyelim, çıkamayız.

En iyisi taraftar, pilot, devlet ricali el ele seneye mecburen yine Türkiye’de yapılacak Türkçe Olimpiyatları’na hazırlanalım derim. Devletin Türkçesiyle bölünmez bütünlüğü için...

Hep birlikte çalışalım: Kartal gol gol gol...

CENGİZ ÇANDAR

Kürt sorunu: Çözüm yanılgıları, çözüm kozları...

Kürt sorununun bu kadar ‘geniş bir katılımlı’ tartışıldığı pek az dönem var. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ara ara verdiği çözüme yönelik ‘iyimser mesajlar’ ve ‘çözüm fırsatı’nın ortaya çıktığına ilişkin açıklamalar ‘askeri olmayan çözüm’ umutlarını canlandırmış durumda.
‘Askeri olmayan çözüm’den çok geniş bir çoğunluğun anladığı PKK’nın silahlarını bırakması, ‘silahsızlanması’ ya da ‘silahsızlandırılması’.
PKK’ya yakın ya da PKK etkisindeki çevreler için ise, ‘askeri olmayan çözüm’e doğru yol alabilmek için, yani PKK’nın ‘silahsızlanması’nın konuşulur hale gelebilmesi için öncelikli olan PKK’ya karşı ‘askeri operasyonların durdurulması’. Bu sağlandığı takdirde, PKK’nın silahsızlandırılmasının konuşulabileceğini ima ediyorlar. PKK’nın askeri lideri Murat Karayılan, bunu imanın ötesinde, Hasan Cemal söyleşisinde Kandil’de açıkladı.
Hükümetin ‘çözüm isteği’ne sahip olduğuna kuşku yok ama raflarda da tutsa bir ‘çözüm plânı’ bulunduğu kuşkulu. Hükümetin PKK’yı muhatap olarak düşünmediği anlaşılır bir tavır ama PKK ile ‘organik ilişkileri’ inkâr edilemeyecek olan ve yasal zeminlerde siyaset yapan DTP’yi de dışlamasıyla çözüm doğrultusunda nasıl yol alabileceği anlaşılamıyor.
Başbakan, tam tersine DTP ile ‘yumuşama sinyalleri’ vererek Abdullah Gül’ün uyandırdığı umutları beslemek yerine, DTP ile bildik-tanıdık polemiği canlandırarak,
o çizginin tecridi üzerinden sonuç almayı hesaplıyor olmalı.
Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın (ya da kurum olarak Silahlı Kuvvetler’in) ülke gündeminin bu maddesine ilişkin görüş ve anlayış birliği içinde oldukları spekülâsyonu orada-burada işitiliyor. Genelkurmay Başkanı, bu konuda görüşlerini açıklamış olduğu için, elimizde bir ipucu var.
***
Orgeneral İlker Başbuğ, daha önce de çeşitli vesilelerle açıkladığı bu konudaki görüşlerini, son kez Amerika’da iken de seslendirdi. Şöyle dedi:
“...TSK olarak bizim tutumumuz çok açık. Kültürel özgürlüklere evet. Bireysel kalmak şartıyla. Devlet kültürel özgürlüklerin önünü açabilir. Bunun dışında, yok toplumsal haklar vesaire gibi düşüncelerin biz yanında değiliz. TSK olarak bizim için önemli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren var olan iki niteliğidir. Biri ulusdevlet, ikincisi üniter devlet. Biz ne ulusdevletin çivisini oynatma konusunda tavır alırız ne de üniter devletin. İnsanlar Kürtçe öğrenmek isteyebilir. Açar kursunu. Genel prensip çok açık, net. Kültürel özgürlüklerin önünü açarsınız...”
Bu hükümetin görüşleri ve yaklaşımını da bire bir yansıtıyor mu? Bilemiyoruz. Ancak, daha önce de Orgeneral Başbuğ’dan duyduğumuz bu görüşler ile Kürt sorununun çözümü doğrultusunda yol alınabileceği düşünülüyorsa, işte burada hataya düşülüyor demektir.
Türkiye’deki Kürt sorununun ‘kimlik sorunu’ boyutu, Kürtlerin Kürtçe öğrenme ihtiyacının karşılanması ve aralarında Kürtçe konuşmalarına izin verilmesi değil.
Kürtçe kurslarını büyük bir atılım zannetmek yanılgısına daha önce de düşüldü. Batman’da açılan kurslara pek kimsenin devam etmediği görülünce şaşırıldı. Kürtlerin anadili zaten Kürtçe, niçin Kürtçe öğrenmek için kursa gitsinler. Onlar Kürtçe’yi biliyorlar. Öğrenmelerine gerek yok.
Konu, kimlik hakları ile ilgili. Türkiye’de Kürtlerin ‘Kürtçe öğrenim’ hakkı var mı? Bu, ‘grup hakları’na girer dolayısıyla ‘kültürel özgürlükler’in ‘bireysel kalması’ anlayışına aykırıdır derseniz yok.
Ülkemizin Kürt yoğun yerleşimlerinde yerel yönetimlerin çift dilli hizmet vermesini, yol işaretleri gibi levha ve tabelaların Kürtçe de yazılabilmesi kabul görüyor mu?
Zira bu da ‘kültürel özgürlükler’in ‘bireysel kalması’nı aşarak ‘grup hakları’ içinde mütalaa edilebilir.
Kürt vatandaşlarımız değiştirilmiş yer isimlerinin iadesini toplu olarak talep etseler, bu da ‘grup hakları’ çerçevesi içinde görülmez mi?
Bu tip ‘temel haklar’ şayet ‘ulus-devletin çivisini çıkartmak’ ve ‘üniter devleti zaafa uğratmak’ gibi görülerek, ‘kültürel özgürlüklere bireysel kalmak kaydıyla evet’ argümanıyla yerine getirilmeyecekse, Kürt sorununun ‘askeri olmayan çözümü’nü yakın gelecekte hayal bile etmemek doğru olur.
***
Genelkurmay Başkanı, ‘üniter devlet’in korunması gerekçesini vurgularken, Yugoslavya’nın başına gelenleri örnek göstermiş. Yani, Yugoslavya gibi olmamak için, etnik grup haklarından ve ademî merkeziyetçi yapıdan uzak durmak gerek veya bunları önlemek gerek diye bir sonuç çıkarabiliriz.
Ne var ki, Türkiye’nin kurak fikir ortamında birçok şey gereği gibi tartışılmadığı için Yugoslavya’nın niye öyle kanlı bir savaştan sonra dağıldığı ve ortadan kalktığı da doğru dürüst konuşulmadı ve ‘üniter devletin faziletleri’ne örnek gösterilir hale geldi.
Oysa Yugoslavya, farklı etnisitelere dayalı bir federal yapı olduğu için savaşla parçalanıp dağılmadı. Soğuk Savaş sona erdiği, Yugoslavya adındaki yapıyı bir arada tutan ‘sosyalizm’ çöktüğü için parçalandı. Yugoslavya’yı federal yapısı içinde birarada Yugoslavya Komünistler Birliği adındaki ‘tek parti’ rejimi ve sosyalizm ideolojisi idi. Ülkenin kurucu lideri Tito’nun 1980’de ölümünün ardından, 1989-1991 aralığında Soğuk Savaş’ın bitimiyle, sosyalizm ideoloji olarak Yugoslavya’yı bir arada tutan zamkı çözdü. 1992’de Yugoslavya’yı dağıtan savaşlar başladı. Önce Slovenya, sonra Hırvatistan ve Bosna-Hersek ve 1999’da Kosova ile.
Örnek doğru bir örnek değil. 28 eyaletten oluşan, sekiz ayrı dini inanç ve sayısız dil grubunun yer aldığı dünyanın en büyük yedinci coğrafyasında kurulu, dünyanın 1.1 milyar nüfusla en kalabalık ikinci ülkesi Hindistan niçin dağılmıyor?
Orada, ülkeyi bir arada tutan zamk, parlamenter demokrasi!
Aslında Türkiye’nin Kürt sorunu, bazı bakımlardan çözüm avantajına sahip. PKK’nın İmralı’daki lideri ‘Kürt kimliğinin anayasal güvence altına alınması’ndan -üstelik Kürt sözcüğü bile kullanılmadan- öteye bir şart koşmuyor. Kandil’deki askeri lideri ise üzerine basa basa ‘üniter devlet’i kabul ettiklerini bildiriyor.
Bütün bunları çözüm doğrultusunda ‘koz’ olarak değerlendirmek çok zor olmamalı. Çok zor gelmemeli...

HASAN CELAL GÜZEL

Siyasî kimlik tektir

Anayasa’nın ‘Siyasî Haklar ve Ödevler’ bölümünde, Türk vatandaşlığı, seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma hakları, siyasî partilerle ilgili hükümler, kamu hizmetlerine girme hakkı düzenlenmiştir. Bu maddelerde bazen ‘Türk’, bazen de ‘Türk vatandaşı’ tâbiri kullanılmıştır.
‘Türk’ tâbiri bir etnik kimlik değil, ırkı ve dini ne olursa olsun, bütün vatandaşları ifade eden bir ‘üst kimlik’tir. 66. maddedeki, ‘Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz’ hükmü, bir etnik kimlik olarak değerlendirilirse, sanki etnik bakımdan Türk olmayanlar vatandaşlıktan çıkarılır gibi ters bir anlam ifade edecektir. Gene, 70. maddede, ‘Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir’ hükmü, sanki Türk olmayanlar kamu hizmetlerine girme hakkına sahip değildir şeklinde
ters yorumlanabilir. Halbuki bu örneklerde kastedilen Türk vatandaşı/Türkiye Cumhuriyet Vatandaşı olmaktır.
Bu ifadeleri ‘etnik vurgu’ olarak değerlendirenler, ya çok kötü niyetli ya da ahmaktır.
Türk, İngiliz, Fransız, Alman gibi ifadeler, aslında genellikle isim olarak değil, sıfat olarak kullanılır.
Geçenlerde Air France uçağı düştüğünde, içinde bir ‘Türk’ var diyenler, bu acı olayda kaybettiğimiz kişinin etnik kimliğini değil vatandaşlığını kastetmektedirler.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nde bugüne kadar siyasî haklar ve ödevler bakımından, vatandaşlar arasında hiçbir ayrımcılık yapılmamıştır. Bırakınız milleti teşkil eden aslî unsurları, ‘azınlıklar’ açısından da siyasî haklar azamî ölçüde tanınmıştır. T.C. vatandaşları hukuk önünde eşittirler. Diğer konularda olduğu gibi, seçme, seçilme ve kamu hizmetine girme hakları bakımından da aralarında hiçbir ayrım yapılmaz.
Etnik bakımdan Türk asıllı olmayan Kürt, Arap, Çerkez, Laz gibi unsurlar, etnik menşelerine bakılmaksızın her türlü siyasî mertebelere ve devlet mevkilerine gelmiş; en önemlisi de bu durum yüzde 87’lik ana kitlede hiçbir rahatsızlığa sebep olmamıştır. Meselâ, Cumhuriyet’in kuruluşunda İkinci Adam İnönü’nün ve yeni kaybettiğimiz Ecevit’in Kürt asıllı oluşu, toplumumuz bakımından hiçbir ayrımcı yoruma sebep olmuş değildir.
Son zamanlarda bu gerçekleri dile getirdiğimizde, kendisini Talabani ile Barzani’nin sözcüsü gibi gören bazı kalemşörler, önemli olanın ‘Kürt kimliğiyle’ bu mevkilere gelişidir demektedirler. Bu iddia, çeşitli bakımlardan yanlıştır.
Bir defa, bu mevkilere gelenler kendi etnik kimliklerini gizlememektedir. Kaldı ki, Türkiye gibi ‘millî ve ‘üniter’ bir devlette, toplumu meydana getiren kültürel zenginlik ve çeşitlilik, hiçbir şekilde siyasî ve hukukî kimliğin bölünmesi sonucunu doğurmaz.
Federatif devletlerde dahi, siyasî üst kimlik tektir. Ancak konfederasyonlarda vatandaşlık kimliği ve siyasî kimlikler çeşitlenebilir. Konfederasyonların da tek devlet bütünlüğünde olduğu ve parçalanmadan devam ettiği görülmemiştir.
***
Bugünlerde ortamı müsait bulan ‘açılımcılar’, millî ve üniter devlet yapımızda gedik açmak için bütün toplarını ateşlediler. ‘Anayasal Vatandaşlık’ peşine düşenler mi istersiniz, ‘çokkültürlülük’ yaftası altında mozaikçilik yapanlar mı? Ya, dağlara taşlara yazılmış millî sloganları, bir asırdır okullarda okuduğumuz antları değiştirmeyi açılım zannedenlere ne demeli?
Her zaman demokrasiden, insan hak ve hürriyetlerinden yana olduk. Her türlü demokratik açılımdan yanayız. Tamam da, Türkiye ‘tek milletli’ ve ‘tek bayraklı’ bir devlettir. Milletimizi oluşturan bütün unsurlar başımızın üstündedir. Ancak, bu unsurlar, Türk Vatandaşlığı üst kimliğini parçalayacak ayrı siyasî kimliklere sahip olamazlar. Türkçe, devletin resmî dilidir.
Bu temel ilkelerden tâviz vermeden ve yüzde 95’lik ‘Türk Sorunu’ oluşturmadan yapılacak düzenlemeleri destekleriz.
Lâkin, burasının ‘Türkiye’ olduğunu da kimse aklından çıkarmasın...

8 Haziran 2009 Pazartesi

MEHMET BARLAS

Sadece başbakanların sözlerine karşı mı tepki gösterilir?

Yargının bağımsızlığına karşı çıkan bulmak pek zordur. Ama "Yargının tarafsızlığı" gündeme gelince, bu konuda bazı kesimler kemküm etmeye başlarlar hemen.
Aslında bu "Tarafsızlık" meselesi özünde problemli bir kavramdır.
Futbol hakemleri bile maçın sonucuna göre "Karşı taraflı" ilan edilmezler mi?
Tarafsız cumhurbaşkanlarımızın kaçının tarafsız olduklarını hatırlıyorsunuz mesela?
Bağımsız olması istenen yargının en önemli görevlilerinden biri olan Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya'nın son konuşmasındaki şu cümle, enine boyuna tartışılıyor şimdi:
- Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, artan radikalleşmeyle birlikte, ekonomik büyüme ve modernizasyona daha çok vurgu yapılmak suretiyle, Batı tipi demokrasilerin ayrılmaz parçası olan laikliğin gündemden düşürüldüğü ve tanımının değiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.
Yargının tarafsızlığını istemeyi bir süre için unutalım.

Nerede tarafsız tepkiler?
Ama Başsavcının bu söylemi üzerine hiç olmazsa ekonomi yazarlarının "Tarafsız tepkiler" seslendirmeleri gerekmez miydi?
Düşünün ki her gün borsa, piyasa, global kriz ve benzer alanlarda yorumlar yapıyorsunuz.
Bu sırada bir yargı mensubu ekonomiyi ön planda tuttuğunuz için sizin laikliği gündemden düşürmeye çalıştığınızı düşünüyor.
Ekonomiyi ve büyümeyi kendilerine dert edenlerin muhafazakâr partilere yaranmak için böyle yaptıkları, aslında asıl amacın laikliği gündemden düşürmek olduğu bir yargı mensubu tarafından ileri sürülüyor.
Geçen hafta Başbakan Erdoğan nedeni anlaşılamayan bir öfkeyle "AK Parti yerine AKP diyenler edep dışı davranıyor" içerikli bir tepki seslendirmişti.
Başbakan'ın bu söylemine pek çok yorumcu haklı olarak karşı tepki gösterdi.

Başsavcı haklı mıdır?
Özellikle Başbakan'ın "Bizim Yargıtay Başsavcılığı'nda olan kısaltılmış adımız AK Parti'dir. Herkes bunu böyle yazmaya mecburdur. Böyle yazmıyorsa bu edebe, adaba sığmaz" diye konuşması hemen her kesimde yadırganmıştı.
Çünkü adı nasıl yazılırsa yazılsın, Yargıtay Başsavcılığı'nın son dönemdeki en önemli girişiminin "AK Parti"nin kapatılması istemli dava olduğunu herkes hatırlamaktaydı.
Neticede Başbakan Erdoğan'ın AKP diyenleri edebe davet eden çıkışına hiçbir art düşünce taşımadan AK Parti yerine "AKP" diyen yorumculardan da tepkiler geldi.
O tepkileri seslendirenler AKP olarak adını telaffuz ettikleri partinin AK Parti olarak kapatılması istemli davaya hedef kılınmasının karşısında yer almışlardı.
Ama bugüne kadar ekonomiyi ve de modernizasyonu ön plana çıkartan yorumculardan Başsavcı Yalçınkaya'nın sözlerine bir tepki geldiğini göremedik.
Kısacası yargının tarafsızlığını beklemekten şimdilik vazgeçsek bile ekonomik büyümeyi ve modernleşmeyi vurgulayan meslek sahiplerinin tarafsız olmalarını bekliyoruz.
Tepki sadece başbakanlara gösterilmez ki...
Örneğin dünkü The Sunday Times gazetesi "Başta Çin, Hindistan, Türkiye ve Brezilya olmak üzere, yükselen ekonomilerde canlanma işaretleri ortaya çıkmaya başladı" diye yazmaktaydı..
Ne dersiniz?
Bu İngiliz gazetesi de laikliği gündemden düşürmeye mi çalışıyordu dün?

YILDIRAY OĞUR

“Mahalle Baskısı” AKP’yi kapatır mı?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tam olarak şöyle dedi:

“Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, artan radikalleşmeyle birlikte, ekonomik büyüme ve modernizasyona daha çok vurgu yapılmak suretiyle, Batı tipi demokrasilerin ayrılmaz parçası olan laikliğin gündemden düşürüldüğü ve tanımının değiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.”

Korktunuz mu?

Korkmalısınız çünkü insan kavrayamadığından, tanımlayamadığından korkar.

Batalım, ölelim, bölünelim, sürünelim, darbe olsun ama laik kalalım fanatizmi her an yeni bir laiklik krizi çıkartıp Türkiye’yi bu ekonomik krizde dibe vurduracak bir delilik yapabilir.

Hâlâ korkmadıysanız size kötü bir haberim var.

Bu konuşma uzun süredir konuşulan Başsavcı’nın yeni bir AKP kapatma davası hazırlığı içinde olduğunun açık ispatıdır.

Ve bu kez Başsavcı sadece torununa yaptırdığı Google taramalarına, yıllardır biriktirdiği gazete kupürlerine güvenmiyor.

Önceki kapatma davasından dersler çıkarmış. O davanın kapatmayla sonuçlanmamasının arkasında dünyadan yükselen itirazlar olduğunu kavramış. Türkiye’de iktidar partisini kapatmanın Batı’yı ikna etmeden mümkün olmadığını bilerek hazırlanıyor davaya.

İlk AKP kapatma davası iddianamesinin ortasına bir “Bağımsızlık uğruna da al kanlara boyandık” yazmadığı kalmış Başsavcı’nın. Şimdi “Batı tipi demokrasilerin ayrılmaz parçası olan laiklikten” dem vurması bundan.

Ama yeni kapatma davasına Batı’nın bu kez sesini daha az çıkarmasına neden olacak ana tema Başsavcı’nın konuşmasının başka bir yerinde gizlenmiş.

Şöyle diyor:

“Venedik Komisyonu Raporu’nda ifade edilen yasaklama ilkeleri sadece ‘şiddet’ ile sınırlı değildir. Bu ilkeler arasında, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük de bulunmaktadır. Laiklik, dinsel hoşgörüyü sağlayan ve güvence altına alan ilkedir.”

Anlıyoruz ki Başsavcı bir önceki kapatma davasının döndüğü Venedik Kriterleri’ne uygun bir yeni kapatma davasının peşinde.

Kriterlerin üzerinde çalışmış ve işine yarayacak bir kavram bulmuş: Hoşgörüsüzlük.

Dikkat ettiyseniz konuşmasının devamında, birlikte saydığı ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi maddelerin değil, parti yasaklama gerekçesi olarak “hoşgörüsüzlüğün” üzerinde duruyor ve hoşgörüsüzlüğü sadece dinsel hoşgörüye bağlayıp, laiklik ile arasında ilişki kuruyor.

Bu sözlerle cehenneme giden taşların dizildiğini fark etmem ise tamamen tesadüfen internette gördüğüm başka bir haber üzerine oldu.

ABD’de neo-con çevrelerin etkin olduğu Washington Enstitüsü adlı düşünce kuruluşunun Türkiye masasının başındaki Soner Çağaptay’ı artık biliyorsunuz. Türkiye’nin ‘Hirsi Ali’si. Hirsi Ali kadın sünnetinden kaçmış, İslamofobikliğinin kişisel bir gerekçesi var. Çağaptay ise eğer Fatih Çarşamba’da çarşaflı, cüppeli bir kalabalık tarafından linç edilmekten son anda kurtulmadıysa bir profesyonel. İşi, Türkiye’deki askerî vesayetin Batı’daki halkla ilişkilerini yürütmek. Bulabildiği her fırsatta Batılılara “Türkiye’ye şeriat geliyor, bunun önündeki tek engel ordudur” diye anlatmak için gecesini gündüzüne katmasının sebebi bu.

İşte bu Çağaptay’ın Washington’daki enstitüde son konuşmacı konuğu kimdi biliyor musunuz?

Binnaz Toprak.

“Mahalle Baskısı” araştırmasıyla bize Adapazarı’nda, Malatya’da merhaba ve günaydın yerine selâmünaleykümün yaygınlaştığını, Sivas’ta cuma günleri esnaf akın akın camilere koşturduğu için trafiğin kilitlendiğini, AKP iktidarında iş bulmak isteyenlerin yalancıktan Umre’ye gittiğini, başörtülü kadınların başı açık kadınların toplantılarında çığlık çığlığa “Başı açıklara ölüm” diye bağırdığını anlatan değerli hocamız.

Açık Toplum Enstitüsü, Boğaziçi Üniversitesi gibi Batıda prestijli markaların imzasını taşıyan, yine Batı kamuoyunda seslerine kulak verilen bazı liberal demokrat, liberal sol isimlerin de “Yalan mı canım, Anadolu’da içki içilecek yer kalmadı” diyerek arka çıktığı araştırma tam Türk neo-con Çağaptay’ın dişine göre.

Çünkü “Mahalle Baskısı” kavramı uzun süredir Batı kamuoyunda artık foyası dökülen itibarsız Kemalist fasaryalardan sonra AKP’ye karşı korkuları tetikleme ve “Ama Türkiye’nin özel şartları var” gerekçesini meşrulaştırma gibi bir iş görüyor.

Aynı araştırmanın yeni kapatma iddianamesini Venedik Kriterleri’ndeki hoşgörüsüzlük gerekçesi üzerine kuracağının sinyallerini veren Başsavcı Yalçınkaya’nın da ilgisini çekeceğini tahmin etmek zor değil.

Yani Başsavcı’nın yeni kapatma davası iddianamesinden içinden Mahalle Baskısı Araştırması çıkarsa kimse şaşırmasın.

Hâlâ Mahalle Baskısı Araştırması’nın sosyolojik değeri dışında ne işe yaradığını anlamayanlar varsa lütfen yine Açık Toplum’un desteğiyle yapılan bu kez karşı mahallenin “faşizmini” teşhir eden “Seçkinler ve Sosyal Mesafe Araştırması”nın medyada kendisine kaç santimetrekare yer bulabildiğine bir baksınlar.

TÜSİAD Erke Dönergeci’nin peşinde

Amerika’da başlayıp dünyayı etkisi altına alan mali krizin ardından toplam talebin gerilemesiyle ekonomik durgunluk ortaya çıktı. Satılamayan mallar ve duran üretim bütün ülkelerde işsizliği arttırdı.

Ekonomik durgunluğun sadece para politikası tedbirleriyle giderilemeyeceği gözle görülen bir gerçekti. Bu nedenle IMF, G-20 ülkeleri ve diğer ülkelerin ekonomi yönetimleri, küresel durgunlukla mücadele için maliye politikası araçlarının devreye sokulmasına karar verdiler.

Böylece ülkelerde kamu harcamaları arttırıldı, vergiler azaltıldı. ABD’de bütçe açığının ulusal gelire oranı yüzde 13,2’ye yükseldi. Avrupa ülkelerinde de bütçe açığının ulusal gelirlerine oranı yüzde 6’yı aştı.

Kısacası, ekonomik açıdan doğru olan yapıldı. Ekonomik durgunluğun giderilmesi için en güvenli ve kesin önlem bütçe açığının merkez bankası kaynaklarıyla kapatılmasıdır. Böyle bir durumda, borçlanmanın toplam talep üzerinde kısıtlayıcı etkisi olmaz. Çünkü bankalardan alınan borçlar atıl para depolarından karşılanmazsa, başkalarına verilen kredilerde kesintiye neden olur. Oysa devletler, merkez bankalarına borçlanırsa gelecek yıllarda finansman yükü yaratacak olan borç yükü altına da girmiş olmazlar. ABD, Avrupa, Japonya ve pek çok ülke ekonomik durgunluğu gidermek için merkez bankası kaynaklarını kullandılar. Merkez bankalarına büyük tutarlarda borçlandılar.

Türkiye’ye gelince... Türkiye, yaşanan dünya ekonomik krizinde ihraç pazarlarının daralması nedeniyle imalat sanayiinde istihdam kaybına uğradı. İşsizlik yüzde 16,1’e yükseldi.

Dış talebin azalması sonucunda ortaya çıkan bu olumsuzluğu gidermek için iç talebin canlandırılması şart. İşte bu nedenle kamu harcamalarının arttırılması ve vergilerin azaltılması gerekiyor. Hükümet de öyle yapıyor ve genişletici bir maliye politikası uyguluyor.

Hükümet, 2008 yılının ekim ayından itibaren yerel yönetimlere kaynak aktararak kamu harcamalarını arttırıyor. İşveren sosyal güvenlik primlerinin 5 puanını devlet ödüyor. Vergi barışı yaparak ve vergileri indirerek harcanabilir geliri arttırmaya çalışıyor. Yapılan harcama artışları ve vergi indirimlerine rağmen hükümet, Merkez Bankası’ndan borçlanmıyor. Sadece bankalar sistemine borçlanarak bütçe açığını kapatmaya çalışıyor.

Hükümetin izlediği bu temkinli borçlanmaya rağmen bazı kesimler rahatsız olduklarını belirtiyorlar. Onlar, yaşanan bu ekonomik durgunluk döneminde hem tüketimin, hem tasarrufun artmasını hem de bütçenin açık vermemesini istiyorlar.

Nitekim TÜSİAD, geçen hafta başbakan tarafından açıklanan ve 500 bin kişiye istihdam sağlamayı hedefleyen “teşvik tedbirleri”nin neden olacağı bütçe açığından tedirgin olduğunu açıkladı.

Peki, TÜSİAD olarak hem mallarınızın satılmasını istiyorsunuz, hem vergilerin indirilmesini talep ediyorsunuz, hem de kendi payınıza düşen sosyal güvenlik primlerinin devlet tarafından ödenmesi konusunda ısrarcı davranıyorsunuz. Bütün bunların ardından da bütçenin açık vermemesini istiyorsunuz. Lütfen söyler misiniz, bu nasıl olacak? Siz de pekâlâ biliyorsunuz ki, böyle bir denklemi ancak “Erke Dönergeci” mümkün kılabilir.

Biliyorsunuz, Erke adında bir firma, “Bilimsel Düşüncenin Gücü” sloganıyla basında büyük bir reklam kampanyası yapmıştı. “Erke Dönergeci” adıyla enerji tüketmeden, bedava elektrik üreten bir teknoloji bulduğunu iddia etmişti. Bazı emekli paşaların da katıldığı toplantıda bu buluşla ilgili sorular ‘gizlilik’ gerekçesiyle yanıtsız bırakılmıştı.

Anlaşılan TÜSİAD da ekonomide böyle bir buluşun peşinde. Hem tüketim artacak, hem tasarruflar artacak, hem ekonomik durgunluktan çıkılacak hem de bütçe açık vermeyecek. Eğer Erke Dönergeci enerji tüketmeden enerji üretilebiliyorsa, ekonomide de kamu harcamaları arttırılarak ve vergiler indirilerek denk bütçe sağlanabilir. Hatta TÜSİAD endişelenmesin diye konvansiyonel bütçe fazlası bile verilebilir. Neden olmasın? TÜSİAD da sivil paşalardan bir takım oluşturup makro ekonomi yönetimi için bulduğu Erke Dönergeci’ni kamuoyuna anlatmalı.

Süleyman Yaşar

7 Haziran 2009 Pazar

Müslümanım, İslâmcı değilim...

İslâmcılık adıyla yeni bir doktrin, ideoloji çıkarttılar. Bendeniz bunu kesinlikle kabul etmiyorum, benimsemiyorum. Müslüman olmak bana yetiyor.

Müslümanlıkta olumlu, faydalı, müsbet çeşitlilikler vardır.

İtikaden Mâturidî mezheben Hanefîyim.

Şu veya bu tarikata mensubum demek bence yanlıştır.

Tarikat reklamı yapılmaz.

Ülkemizde çok faydalı dinî cemaatler var. Bunlardan birine mensup olmak iyidir, cemaatçilik yapmak iyi ve doğru değildir.

Dindar bir Müslümana dinci demek de yanlıştır. Zaten bu dinCİ kelimesini din düşmanları çıkartmıştır.

Dinini, vatanını, devletini, halkını savunan Müslümanlara terörist demek yanlıştır. Onlar, fıkıh ve şeriatin hükümleri dairesinde savaşıyorlarsa yaptıkları iş cihaddır, kendileri de mücahidtir.

Müslümanlar dinî alt-kimliklerini bayraklaştırmamalıdır.

Lüzum ve zaruret varsa "Ehl-i Sünnet Müslümanıyım..." denilebilir.

İslâmcılık tuzağına düşülmemelidir.

Cemaatlere ve tarikatlara karşı değilim; cemaatçiliğe ve tarikatçılığa karşıyım.

İkinci Mahmud'tan bu yana Türkiye'de ve İslâm âleminde dine en büyük hizmeti Nakşîler yapmıştır.

Tekkelerin ve tarikatların kapatılmış olmasına rağmen Türkiye'de İslâm'a ve Ümmet'e en büyük hizmeti tasavvuf mensupları yapmaktadır.

Nurculuk tarikat ve cemaat değildir. Risale-i Nur yoluyla imana, İslâm'a, Kur'ân'a büyük hizmetler edilmiştir.

Kendilerini Nurcu olarak tanıtanların hepsi gerçek Nurcu değildir.

1. Gerçek Nurculukta tarikatçılık ve cemaatçilik yapılmaz.

2. Gerçek Nurculukta din ve iman hizmetleri parayla yapılmaz.

3. Gerçek Nurculukta, din ve siyaset, din ve particilik birbirine karıştırılmaz.

4. Gerçek Nurculukta, Ehl-i Sünnet ve Cemaate aykırı hiçbir şey yoktur.

5. Gerçek Nurculuk tefrikayı, hizipleşmeyi, Nurcu geçinenlerin birbirleri aleyhinde konuşup gıybet yapmalarını kabul etmez.

6. Bediüzzaman hazretlerinin sağlığında bir tek Nur hareketi vardı. Bugün yirmi kadar... Hangisi aslına uygun, hangisi değil?

7. Gerçek Nurculukta müsbet veya menfi kavmiyetçilik yoktur.

Bugün Nurcu geçinen bazıları, Bediüzzaman hazretlerinin hizmet metodlarına aykırı işler yapmaktadır.

Müslümanlıkta mânevî üstünlük takva iledir. Takva da ilimle, irfanla, yüksek ahlâkla, faziletle, mürüvvetle, ihlâsla olur. Lâfla, edebiyatla, ben çok dindarım demekle olmaz.

Farz namazları açıkça ve cemaatle kılmak fazilettir. Nafile ibadetleri göstermek riyakârlık ve faziletsizliktir. Biz her gece kalkıyor ve teheccüd namazı kılıyor, tesbihat yapıyoruz reklâmı yapanlar münafıktır. Nafile ibadetler söylenmez, gösterilmez, fahr ve reklâm konusu yapılmaz.

Bugünkü Diyalogçuluğun Bediüzzamanla, Nurculukla, Risale-i Nurlarla bir ilgisi yoktur.

Nakşîlik çok yüksek, çok ulvî, çok muazzez bir tarikattir ama sırf Nakşî olmakla kişi yükseklik ve üstünlük kazanamaz. Takva bakımından daha ileride ise Kadirî Nakşîden üstündür.

Ben filan veya falan şeyhe bağlıyım... Benim tarikatım feşmekân tarikattır diye durmadan reklâm yapan, vır vır eden kimselere acınır.

Allah Kur'ân'da bütün mü'minleri kardeş yapmıştır. Bu kardeşliği bozanlar kötü ve günahkârdır.

Adamda Ümmet şuuru yok, tarikat veya cemaat asabiyeti çok... Böylesi iyi ve olgun Müslüman değildir.

Kendisine iyi diyen Müslüman iyi değildir.

İyi Müslüman ise iyiyim demez.

İyi Müslüman değil ise yine iyiyim diyemez.

Futbol kulübü tutar gibi tarikatçılık ve cemaatçilik yapanlar cahil kimselerdir.

Dinde holiganlık yoktur.

Bize şeref olarak iman ve İslâm yeter.
İSLÂM'IN SAF, DOĞRU ve TEMİZ YORUMU

İslâm İslâm diye feryat etmek yetmez. Bid'atsiz, reforme ve deforme edilmemiş, yanlış yorumlanmamış, Kur'ân'a ve Sünnete yâni aslına uygun, cumhur-i ulemânın anlattığı saf ve katışıksız İslâm için çalışmak, insanları ona çağırmak, ona bağlanmak, onu savunmak gerekir.

Yıllar önce bozuk bir mezhebe bağlı olan birisi "Sizin en sağlam hadîs kaynağı olarak gösterdiğiniz Buharî'de belki sadece iki sahih hadîs vardır" demişti.

Bu kişinin İslâm'ı aslına uygun İslâm değildir.

Yetmiş iki bozuk fırkanın mensupları İslâm İslâm demez değil.

İslâm'ın çeşit çeşit beşerî yorumları bulunmaktadır. Önemli olan şu ölçülere uygun olan gerçek ve saf İslâm'dır.

* Kur'ân'a uygun İslâm,

* Sünnete uygun İslâm,

* İcmâ-i ümmete uygun İslâm,

* Cumhur-i ulemânın anlattığı ve öğrettiği İslâm.

* Hepsi din konusunda âdil olan Ashab-ı Kiram radiyallahu anh efendilerimizin anladığı ve anlattığı İslâm.

* Yüce Allah'ın göndermiş olduğu bozulmamış, tahrife uğramamış ilâhî ve münzel (hak katından indirilmiş) İslâm.

* Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara tebliğ ettiği, kendi hayatına uyguladığı İslâm.

* Sevad-ı A'zam İslâm'ı.

* Ondört asırdır nesilden nesile icazetli ulemâ, fukaha, eimme tarafından bize ulaştırılan İslâm.

İşte gerçek ve saf İslâm budur.

Bunun dışında çeşit çeşit, türlü türlü yanlış yorumlar vardır.

Fazlurrahman'ın Tarihselcilik ekolü bu yanlış yorumlardan biridir.

Gerçek ve saf İslâm'a, Kur'ân'ın ve Sünnetin doğru yorumuna bağlı Müslümanların Fazlurrahman fırkasından uzak durmaları gerekir.

"Kur'ân âyetlerinin ve sahih hadîslerin önemli bir kısmı tarihseldir, hükümleri bugün geçerli değildir" dediniz mi, bir müddet sonra elinizde din diye bir şey kalmaz.

"Eskiden etler kontrol edilemiyordu. Şimdi ediliyor. Binaenaleyh, vaktiyle trişin yüzünden haram kılınmış olan domuz eti yenilebilir" diyen çıkarsa, dinden de çıkmış olur.

Din bir bütündür. Bu bütünün aslî ve zarurî bir hükmünü inkâr, red, tekzib eden (yalanlayan) iman dairesinden çıkmış, küfre sapmış olur.

İslâm dini zinayı büyük bir günah, büyük bir suç olarak kabul etmiştir. Batı medeniyeti ise suç saymıyor. İslâm'ı bu konuda AB standartlarına uygun hale getirmek kişinin imanını götürür.

İmanın şartları altıdır. Bu altı şarttan, temelden olan kaderi inkâr eden dinden çıkmış olur.

Tesettür konusunda ondört asırlık genel bir icmâ vardır. Bunu inkâr edenin Müslümanlığı tehlikeye girer.

Müslümanları sekülerleştirmek isteyenler İslâm'ı yıkmak istiyor.

İslâm'ın, Kur'ân'a ve Sünnete dayanan doğru yorumunu bırakıp da bid'atlere sapanlar yanlış yoldadır.

Diyanet'in mezhepler üstü olmasını savunanlar var. Bu da son derece yanlıştır.

Komşumuz İran'da Şiîlik ve Şiîler hâkimdir. Aramızda fitne ve fesat çıkartılmamalıdır. Lakin Türkiye'nin Şiîleştirilmesi faaliyetlerine kesinlikle karşı çıkarız.

Türkiye'deki Sünnî itikadın, Sünnî fıkhın, Sünnî kültürün yıkılmasına, onun yerine şu veya bu bid'at cereyanlarının ve mezheplerinin getirilmesine izin vermeyeceğiz.

Mert iseler taqiyyeyi bıraksınlar ve açık, samimî bir şekilde "Sünnîlik yanlıştır. Biz onun yerine ılımlı ve evcil Fazlurrahman mezhebini getirmek istiyoruz..." desinler.

Saman altından su yürütmesinler.

Müslüman, temiz ve şeffaf kişidir. Din ve iman kardeşlerine taqiyye yapmaz, onları aldatmaz.

Çok yüklü ücretler karşılığında dini tahrife, tağyire, bozmaya çalışanlar iyi bilsinler ki, bu iş için aldıkları ücret ateştir.

Mehmet Şevket Eygi