10 Haziran 2009 Çarşamba

GÜLAY GÖKTÜRK

AP seçimleri ve Seçkinler Araştırması

Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin kısa vadede eskisine oranla daha büyük güçlüklerle karşılaşacağını gösteriyor.

Açık söylemek gerekirse, "ne zaman tam üye olabileceğiz" sorusunun cevabı hiçbir zaman çok önemli olmadı benim için. Çünkü Avrupa Birliği'ne girmeyi, girmek için yapılanlardan daha az önemli buldum hep. Türkiye'yi yönetenler bu değişiklikleri yapmak için Avrupa'nın sopasına ihtiyaç duydukları için, ben de bu "sopanın" eksik olmamasını istedim. Mühim olan, başlayan değişimin hız kesmemesiydi. Bunun için de umudun umutsuzluğa dönüşmemesi gerekliydi. Umutsuzluk baş gösterirse, tersine rüzgarlar esmeye başlayabilir; "boşuna demokrasi" homurtuları yükselebilirdi.

Ama son yıllarda aldığımız mesafeye baktığımda bu tip endişelerim de azalıyor artık. Dolayısıyla

geldiğimiz noktada bu meseleyi bizden daha çok Avrupa'nın meselesi olarak görüyorum; daha açık ifadeyle, Avrupa'nın kendi kimliğini değişen dünya koşullarında yeniden tanımlayıp tanımlayamayacağı meselesi olarak...

Son Avrupa Parlamentosu seçimleri bir kez daha ortaya koydu ki, sorun Sarkozy'nin inadından ya da Merkel'in tutuculuğundan kaynaklanmıyor. Sorun, Avrupa halklarının kendi içindeki yabancıdan, göçmenden, özellikle de kendi içindeki İslam'dan duyduğu korkudan kaynaklanıyor. Zaten Sarkozy, Merkel gibiler de kendi kamuoylarındaki bu duyguyu iyi okudukları için böyle siyaset yapıyorlar ve o yüzden de AP seçimlerinde daha büyük oylar alıyorlar.

Biz şimdiye kadar bu liderlerin üyeliğimize karşı tutumlarını "iç siyaset icabı böyle yapıyorlar" diyerek küçümsemeye çalıştık. Oysa bu toplumlar demokratik toplumlar ve siyasetçilerinin de kamuoyundaki eğilimlere göre siyaset yapmasından daha normal bir şey olamaz. Dolayısıyla, karşı karşıya olduğumuz şey, birkaç siyasetçinin direnişi değil, Avrupa kamuoyunun önemli bölümünün direnişidir ve bu direniş kırılmadan, en azından zayıflamadan, Avrupalı olmamız; deyim yerindeyse, ev sahiplerinin muhalefetine rağmen "apartman yöneticisinin" katakullisi ile çaktırmadan Avrupa Evi'ne girmemiz zor görünüyor.

X x x

Peki Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor?

Bu sorunun cevabını almak için uzağa gitmenize hiç gerek yok; açın şu son "Seçkinler Araştırması"nı okuyun, sebebi anlarsınız. Araştırmayı yapanlar Türkiye'de konuştukları o 40 "seçkin" yerine Avrupa'nın "laikçi" elitlerinden kırk kişiyle konuşsalardı -biraz daha edeplice bir üslupla- aynı cevapları alırlardı.

Aslında cevap çok basit: Biz kendi kendimizi sevmezken, bir yanımızı "iğrenç", "dayanılmaz" bulurken Avrupa'nın bizi sevmesini ve bağrına basmasını nasıl bekleyebiliriz?

Biz, yıllardır İslami kesimi neden dışlamaya çalıştıysak, neden kendimizden bir parça olarak kabul etmediysek, Avrupalılar da Türkiye'yi o yüzden dışlamaya, içine almamaya çalışıyor.

Çeşitli kereler yazdım: Biz 1995'ten bu yana neden şeriat paranoyaları içinde yaşıyorsak; yaşam tarzımızı değiştirecekler diye kabuslar görüyorsak, onlar da aynı sebeple aynı korkuları yaşıyor. Onlar da tıpkı bizim yıllarca korktuğumuz gibi, dini aidiyetimiz yüzünden Avrupa'nın yaşam tarzını değiştirmemizden, İslami kimliğimizle Avrupa'nın kamusal alanında boy göstermemizden, Avrupa'nın rengini, kokusunu "bozmamızdan" korkuyorlar.

İslami kesim bizim için nasıl "öteki" ise biz de bir bütün olarak Avrupa için "öteki"yiz işte...

2002'den beri her seçim arifesinde herkesin diline pelesenk olan şu meşhur "Tayyip'in önünü kesmek" cümlesini hatırlayın. Ve o cümledeki "Tayyip" sözcüğünü çıkartıp yerine "Türkiye" sözcüğünü yerleştirin. "Türkiye'nin önünü kesmek"... İşte Avrupa'nın yapmaya çalıştığı da bu. Bundan anlamayacak, başka derin sebepler arayacak ne var?

Biz hâlâ başı örtülü kadınlarımızı, Meclis'imize, resmi resepsiyonlarımıza, devlet dairelerimize, üniversitelerimize sokmamakta diretirken, Avrupalı'nın o başı örtülü kadınları kendi içinde istememesinde yadırganacak ne var?

Biz hâlâ kendi kendimizle yüzleşememişken, bir parçamızı inkâr etmeye, yok edememişsek de yok saymaya çalışırken, onların da bizim, Avrupa'nın bir parçası olduğumuz gerçeğiyle yüzleşemeyişlerinde şaşıracak ne var?

Tıpkı bizim aydınlarımızın büyük çoğunluğunun çok uzun süre savunduğu gibi, onlar da İslam'la demokrasinin bağdaşmadığını, şeriat hedefinin İslam dininin ayrılmaz bir parçası olduğunu, bir Müslüman'ın demokrasiyi savunmasının ancak takiye olabileceğini düşünüyorlar.

Şu anda Avrupa, bizim 90'lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor.

Doğrusu bütün bu kavrayışsızlıklar, bütün bu korkular için onları fazla suçlayamayız. Biz şeriat fobisinden kurtulabilmek için on yıllarımızı verdik ve hâlâ da tam olarak baş edemedik. Onlar bu yolda daha dünkü çocuk sayılır. Düşünecek, tartışacak ve zamanla onlar da kavrayacaklar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder