17 Ocak 2009 Cumartesi

Ersöz: Silopi'den Ergenekon'a…

25 Ocak 2000… HADEP İlçe Başkanı Serdar Tanış ile HADEP üyesi Ebubekir Deniz, Silopi Jandarma İlçe Komutanlığı'na gittikten sonra ortadan kaybolmuştu.

"Silopi kayıpları" Türkiye'nin 10 yılına, doksanlı yıllarına damgasını vuran, bir ucu devlet içi çetelere, diğer ucu örgütleri de kuşatan kanlı ve karanlık rantlara giden faili meçhul cinayetli "dehşet günleri"ni hatırlatmıştı.

Sadece hatırlatmakla kalmamış, endişe yaratmış, "toplumsal bir güvensizlik" ve "negatif enerji üretimi"nin merkezi olmuştu.

2009 yılındayız…

Tanış ve Deniz'den hâlâ haber yok…

Kimi kanıtlar var ama.

Tanış'ın bilgisayarında bulunan, İçişleri Bakanlığı'na yazdığı dilekçe ve dilekçedeki şu sözler:

“Halen Silopi HADEP İlçe Başkanlığı'nı yapmaktayım. Eylül 2000 tarihinde Genel Merkez tarafından atamam yapıldığından bu yana güvenlik güçleri tarafından bu görevimden vazgeçmem için uyarılmakta ve tacize uğramaktayım. Son olarak 02.01.2001 tarihinde, babam Cizre'den Silopi'ye giderken askeri kontrol noktasında alıkonulmuştur. İlçe komutanlığında benim nerede olduğum, neden HADEP'ten ayrılmadığım konusunda sorgulanmış, kendisine perşembe günü Alay Komutanlığı'nda bulunmam söylenmiştir.

Perşembe günü Diyarbakır'dan komutanlığı arayıp, işlerim nedeniyle söylenen tarihte orada olamayacağımı bildirdim. Cuma günü babam tekrar Silopi İlçesi Merkez Komutanlığı'na götürülmüştür. Burada Alay Komutanı ile telefonda görüştürülmüştür. Alay Komutanı telefonda babama, 'Serdar bugün mutlaka buraya gelmeli. Gelmediği takdirde bir daha Şırnak topraklarına ayak basmasın. Bastığı takdirde kendisini öldüreceğim. Kime giderseniz gidin. Yerim, mekânım, rütbem bellidir' dedikten sonra telefonu kapatmıştır. Şu anda Şırnak iline gidememekteyim. İşlerimi yapamaz haldeyim...”

Bu alay komutanının bilmeyen kalmadı, iki gün önce tutuklanan Ergenekon firarisi emekli tuğgeneral Levent Ersöz olduğunu…

İlginç değil mi, Levent Ersöz yakalandığında yanında Silopi'deki yardımcılarından biri vardı.

Levent Ersöz o dönem ifade dahi vermedi…

Üstelik başka iddialar varken…

Şırnak'ta olup biten, Tanış'a yönelik tehditlerden ibaret değildi.

Cizre HADEP İlçe Başkanı Mehmet Dilsiz vardı, tehdide uğrayan örneğin…

Şu sözlerini kaydetmişim:

“Ben de Serdar gibi atamayla gelen İlçe Başkanıyım. Serdar'ın gördüğü baskıları ben de gördüm. Serdar'ın olayında adı geçen Alay Komutanı beni de bizzat tehdit etti, öldürmekten söz etti. HADEP faaliyetine son vermemi istiyordu. Parti binası kiralamak için görüştüğümüz mülk sahiplerine kadar herkesi tehdit ediyorlar. Ben çiftçiyim, sınırda arazim var. Araziye ekim yapmam yasaklandı. Eve kapandım. Cep telefonumu değiştirdim. Ama onu bulup oradan da aradılar. Çarşamba günü Gaffar Okkan öldürüldü. Perşembe günü Serdar kayboldu. Cumartesi günü gelen bir telefondaki ses: “Ben Azrail'im, sen de cehenneme gideceksin. Serdar'a ne oldu biliyor musun, Serdar'ı bir daha hiç kimse göremeyecek...”

Sonra neler oldu?

Ordu bu kişiyi bir üst rütbeye çıkardı…

Tuğgeneral yaptı…

Dahası Jandarma İstihbarat Dairesi'nin başına geçirdi.

Veli Küçük'te aynı gelişme yaşanmamış mıydı?

Susurluk'un albayı tuğgeneral yapılmamış mıydı?

Ergenekon darbe yönü bir yana, bir de ayağı var…

Ali Bayramoğlu - Yenişafak

Erk arıyorsanız, Encümen-i Daniş'i takdim ederim

Son dalgayla gözaltına alınanlara 'Encümen-i Daniş' hakkında soru sorulduğunu yazdı gazeteler. Dikkatinizi çekmişse merak da etmişsinizdir. Çok meraklılarınız arasından beni ayıplayanınız çıkmışsa sevinirim.

Geçen yılın başlarında bazı komutanların birbiri ardına itirafları medyaya yansıdığında bu işin arkasında başka bir iş olacağından duyduğum kuşkuyla yazdığım Kulis'in başlığı 'İtiraf mevsimi' idi. Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun görev süresi biterken yerine Org. Hilmi Özkök gelmesin diye katlandığı zahmeti yazmıştı bir meslektaş...

Kıvrıkoğlu'nun “Bu açıklamaları yapmaya bir-iki eski bakan da beni teşvik etti” dediğini işitince şunları yazmıştım: “Encümen-i Daniş'ten arkadaşları olmalı o eski bakanlar... Belki de, bu tarzda bir çıkışı Encümen-i Daniş olarak planlamışlardır... / Yoksa hiç duymadınız mı Kıvrıkoğlu'nun da içinde yer aldığı, bazı eski politikacılar ve akademisyenlerden oluşan Encümen-i Daniş'i... / Ben onu anlatmaya başlayana kadar 'Neden?' sorusu üzerinde düşünün derim.”

Şimdi fark ediyorum ki, o günlerde verdiğim anlatma sözünü tutmamışım.

Oysa Encümen-i Daniş bir zamanların kudretlularının ileri yaşlarda da güç politikası oynamalarını sağlayan kuruluşun adı.

'Kuruluş' dediysem “Üyeleri kimlerdir?” merakından kurtulmak için Dernekler Masası'na müracaat ederek cevap alabileceğinizi sanmayın. Herhangi bir merkezi de yok bu kuruluşun... Ancak kendileri fena halde varlar. 15 günde bir toplanıyor ve ülkenin durumunu görüşüyorlar. Genel Sekreterin kaleme aldığı raporu Başkanın imzasıyla seçtikleri devlet yöneticilerine gönderiyorlar.

Süleyman Demirel ile Ahmet Necdet Sezer Çankaya Köşkü'nde otururlarken onlara gönderirlermiş, başbakanlara da... Sezer “Aksatmadan gönderin” demiş, gönderileni okur ve gereğini yerine getirirmiş...

Öğrendiğime göre, Encümen-i Daniş'in 'mektup arkadaşı' listesinde Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan yok... Herhalde Meclis Başkanı Köksal Toptan ile Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a gidiyordur raporları...

Eski başbakanlar, bakanlar, genelkurmay başkanları, kuvvet komutanları, sefirler, tanınmış bürokratlar, bazı üniversite hocaları... 40 kişiyle sabit tuttukları, ancak ölümle boşalan üyeliklerine mevcutların tamamının onayıyla yeni isim seçen kuruluşun üyeleri hep devlette üst düzey görev yapmış insanlar...

Moda Deniz Kulübü'nde iki haftada bir yapılan toplantılarına katılım genellikle yüksek oluyor...

Çok çok uzun yıllar önce toplantı mekânlarına tesadüfen uğrayıp bu kadar önemli simayı birarada gördüğümde merakım tutuşmuştu. Aradım, o zaman yazdığım Encümen-i Daniş yazımı bulamadım. Ortalıkta dönmekte olan garipliklerin kaynağını keşfettiğimi düşünmüştüm o gün; şimdiden geçmişe bakınca fazla hatalı düşünmediğim anlaşılıyor...

Sağolsun, dönemin başbakanı Tansu Çiller 40 kişi adına önemli bir şahsın imzasıyla kendisine gönderilen mektubu 1995'te basına sızdırmıştı da Encümen-i Daniş adıyla bir kuruluşun varlığını geniş kitleler o vesileyle öğrenmişti.

“Uzun zamandan beri açıkça ve pervasızca, anayasaya dayalı demokratik ve laik düzenimizi kökten tahrip etmeyi ve yerine şeriata dayalı devlet düzenini zorla uygulamayı amaçlayan beyan, eylem ve davranışlara girildiği görülmektedir” diye başlıyordu mektup ve “Türkiye'yi temelinden yıkmak, ülkeyi ve milleti bölmek isteyen sorumsuz kurum ve kişilere karşı şu yasal, idari ve yargıya yönelik ciddi tedbirlerin alınmasını öneririz” diye devam etmekteydi.

İstedikleri, öncelikle Kur'an Kurslarının yaygınlaştırılmaması, İmam Hatiplerin sayısının da azaltılmasıydı.

1995'te talep ettiklerinin hayata geçirilmesi için 28 Şubat post-modern darbesinin yaşanması gerekti. Ülkeye 28 Şubat sürecini yaşatan komutanların hepsi, istisnasız hepsi, Encümen-i Daniş'te üye olarak hizmet veriyorlar bugün...

DP iktidarının daha en başlarında garip bir-iki icraatı vardır; meselâ Milliyetçiler Derneği'nin kapatılması... O icraatların Encümen-i Daniş üyelerinin Bayar ve Menderes ikilisine gönderdikleri mektupların sonucu olduğu anlaşılıyor.

Yakın zamanların en önemli -fakat akim kalmış- eylemlerinden biri de, Turgut Özal'ı cumhurbaşkanı seçtirmeme girişimiydi. Encümen üyeleri aralarından Fethi Çelikbaş'ı aday göstererek seçimi kilitlemeyi düşündüler; bunu yaptılar da... Özal onlara rağmen seçildi.

2007 yılında yaşanan 367 saçmalığı ile cumhurbaşkanlığı seçiminin kilitlenmesinde oynadıkları rolü bilmiyoruz; ama tahmin edebiliyoruz.

Tarihini 1800'lü yıllara kadar dayandırıyor, yakın tarihini bile Atatürk'ün silâh arkadaşlarıyla başlatıyorlar, ama Encümen-i Daniş'in bir 'erk' (yoksa 'ERKE' mi demeliydim?) haline gelişi Fahri Korutürk dönemiyle başlıyor. 1980 sonrasının bir ürünü Encümen-i Daniş, 1980 sonrası olanların bir bölümü de onların ürünü...

Demek savcılar 'Encümen-i Daniş' konusunu da soruşturuyorlar ha!

Taha Kıvanç

Norveç ve Türkiye

KÜÇÜK bir ülke olan Norveç'in birtakım özellikleri vardır. Kısaca sayayım:

1. Meşrutî krallıktır.

2. Orada gerçek bir demokrasi vardır.

3. Hukukun üstünlüğü prensibi geçerlidir.

4. İnsan haklarına bağlı ve saygılıdır.

5. Laik değildir. Devletin dini vardır (Norveç Lüteryen Kilisesi).

6. Tam bir din, inanç, düşünce, tenkit hürriyeti vardır,

7. Orada Müslüman bir kız üniversiteye başı örtülü olarak gidebilir.

8. Son derece temiz ve şeffaf bir ülkedir. Temizlik notu yıllara göre 10 üzerinden 8-9'dur. Orada kokuşma yoktur.

9. Norveç iyi ve doğru idare edilen bir ülkedir.

10. Nüfusu 4 milyon 700 bin, yüzölçümü 324 bin Km2'dir.

11. Norveç'in deniz altından çıkan petrol ve doğalgaz üretim geliri vardır.

12. Norveç Avrupa Birliği üyesi değildir. İki kere referandum yapılmış, halk ülkenin Birliğe katılmasını istememiştir.

13. Fert başına düşen yıllık gelir 50 bin doların üzerindedir.

14. Dünyada en fazla basın hürriyeti olan ülke Norveç'tir.

Norveç devleti son on iki yıl içinde, petrol ve gaz gelirlerinin 220 milyar dolarını kötü günler için saklamıştır. Parlamento, bu konuda çıkardığı bir kanun ile bu paranın yılda sadece % 4'ünün bütçeye alınmasına izin vermiştir.

Bütün dünyayı pençesi içine alan kriz baş gösterince Norveç, bir kenara koymuş olduğu, nüfusuna göre gerçekten çok büyük bir meblağ olan bu parayı akıllıca kullanmaya başlamıştır. Öyle ya, ak akçe kara gün içinmiş...

İşte iyi idare edilen temiz ve şeffaf bir ülke...

Bize gelelim:

1. İç ve dış borçlarımız akıl almaz derecede yüksektir. Bunların faizini bile ödemekte zorlanıyoruz. Faiz ve borç ödemek için devletin, milletin mallarını haraç mezat satıyoruz.

2. Temizlik ve şeffaflık notumuz 10 üzerinden 4'tür. Yani pislik ve kokuşma içindeyiz.

3. Ergenekonlarla mergenekonIarla boğuşup duruyoruz.

4. Gelir dağılımında korkunç bir adaletsizlik görülüyor....

5. Kara günler için bir kuruş bile ayırmamışızdır.

6. Japonya'dan uzman getirttik, deprem konusunda İstanbul'u inceleyip rapor verdi. Büyük bir depremde şehrin binalarının yüzde 65'i yıkılacakmış. Son çıkartılan kanunlara ve nizamlara göre yapılan sözde sağlam nice yeni bina da yıkılacakmış...

7. Şimdi rantçılar ormanları yağmalamak için bekleşiyor. Hele bir kanun çıksın... Bu rantlarla ülkenin borçları birkaç senede ödenebilir. Kimin umurunda...

İşte Norveç krallığı, işte Türkiye...

Mehmet Şevket Eygi

'Akil adam' ihtiyacı

Konu giderek olağanüstü dar ve kısır bir alana hapsedilme tehlikesini içinde barındırır hale gelmeye başladı. Fazla geç olmadan bir 'âkil adamlar' müdahalesine ihtiyaç var gibi...

Ergenekon sürecinin en başından işin bu noktaya varacağını hesaplayamamış olacaklar ki, ülke içinde etkili bir kesim, aylar ve aylar boyu, konuyu küçümseyen, aldırmazlıktan gelen bir tavır takındı; özellikle silâh ve mühimmatın her kazılan yerden pırtlak gibi çıkması yüzünden Ergenekon ile ilgili kamuoyu algılaması değişmeye yüz tuttuğundan beri, o tavır müthiş sırıtıyor.

Yalnız sırıtsa iyi, o tavrın sahipleriyle Ergenekon arasında doğrudan bir ilişki varmış gibi bir hava da doğuyor. Kuşkuların büyümesi, bir 'derin komplo' ile karşı karşıya bulunulduğu kanaatine sahip olanların kamuoyunda sayıca artması, inanmaz ve küçümser görünenleri yalnızlığa da mahkum ediyor. Tersi bir davranış sergilemeye başlasalar bile, âni dönüş, bir süre sonra kamuoyu tarafından masum bulunmaya yetmeyebilir.

Sayıları giderek azalan inkâr cephesi içerisinde muteber kişiler, siyasi açıdan önemli örgütler ve değerli kurumlar da var. Kendilerini anlatmakta zorlandıkları daha şimdiden fark ediliyor.

Dün o cepheden biri, olan-bitene evrensel hukuk kurallarından hareketle itiraz ediyordu: “Tamam. Böyle bir çeteleşme varsa, hukuka uygun yollardan git, şüpheliyi bul, yargıya ver, cezası neyse ödesin. / Buna kim ne der? / Ama siz o süreci toplumu terörize etmek amacıyla kullanırsanız, elbet birileri çıkar, yapılanın yanlış olduğunu söyler.”

Buna rağmen itirazının havada kaldığı ne kadar da belli.

Şimdi bulunduğumuz noktadan bir adım sonrasında vahim yanlışlıklarla karşı karşıya kalabiliriz.

Bizden önce benzeri süreçlerle yüzleşmek zorunda kalmış ülkelerde, tam bu noktada, tabloya 'âkil' bilinen kişi veya kişiler girmişti. Sözgelimi, İtalya'da, “Evet, Gladio var” açıklamasıyla ortaya atılan, çok uzun yıllar siyasî hayatın içinde yer almış, sekiz kez başbakanlık yapmış Gilio Andreotti olmuştu. 'Gladio' diye bir örgütün varlığını bugün biliyorsak, bunu, Andreotti'ye borçluyuz.

Dün adı 'Ergenekon' ile anılan eski bir Genelkurmay Başkanı (Org. İsmail Hakkı Karadayı), gidişin vahametini tespit ettikten ve 28 Şubat'ı “Bir ihtilal değildi, meşru zeminlerde yaşanan bir olaydı, MGK zemininde alınan kararlarla ilgiliydi” olarak tanımladıktan sonra, eski bir Cumhurbaşkanı'nın (Süleyman Demirel) adını anmış...

Demirel'in “TSK bölünürse ülke de bölünür” dediğini hatırlatıyor Org. Karadayı...

TSK bölünmeden ülke bölünmeye yüz tutmuş durumda oysa; inkârcı ifadelerle ortaya atılan her figür, yalnız kendi inanılırlığını zedelemiyor, ne olup-bittiğini anlamaya çalışmak dışında bir merakı olmayan, hiç kimseyi önyargıya muhatap etmeyen, gerçeği öğrenmek isteyen kişileri karşı-cepheye de itiyor.

İnkâr etme niyetinde olmayanlar bile sayıları giderek azalan inkârcılar cephesine yazılıyor bu kargaşada.

Kargaşayı sona erdirecek olan samimiyettir. Samimi ifadelerle gözler önündekilerin inkârı değil, samimi ifadelerle olmuş bitmişin açıklaması: 'Ergenekon' gerçekte nedir? NATO güdümünde 1950'lerde kurulan örgüt bugüne kadar resmen ne tür olaylara karışmıştır? Kararları kimler, hangi düzeyde vermişlerdir? Kim veya kimler sistemi istismar etmiştir?

Tabii sonunda milletten bir de küçük özür...

Hiç kuşkunuz olmasın, bu yalınlıkla gerçekleşecek bir 'kabul' bizde dağları eritecek bir etki yapabilir.

Var mı böyle 'âkil' adamlar, varsa öne ilk kim çıkacak?

Fehmi Koru

Hangi 'Korku Cumhuriyeti'?

Ergenekon sürecinin ulaştığı istasyonla birlikte ilk bakışta bir “alacakaranlık kuşağı”na girmişe benziyoruz. Kimisi “Korku Cumhuriyeti” olduk diye feryat figan. Öyle mi olduk gerçekten?
“Korku Cumhuriyeti” sıfatı Samir Khalil takma ismini kullanan Iraklı bir entelektüelin, Kenan Makiya’nın Saddam Irak’ı için yazdığı bir kitabın adı idi (Republic of Fear). Saddam 2003 yılında yıkılana dek, o kitap Irak’ın durumunu en mükemmel tasvir eden kitaptı.
2009 Türkiye’si 1980’ler ile 1990’lar arasının Irak’ına benziyor mu?

O Irak’ta yani kimilerinin bugün arkasından gözyaşları akıttığı Saddam döneminde 180 bin Kürt ve onbinlerce Şiî Irak’lı soykırım boyutlarına varan katliam kampanyalarıyla öldürülmüşlerdi. Ülkede siyasi muhalefetin esamesi okunmuyordu.
Böyle bir Türkiye var mı 2009 yılında?

Tersine, Ergenekon denilen canavarın dokunulmazlığı sürseydi, o vakit asıl “Korku Cumhuriyeti”ne doğru geçiş yapacağımız anlaşılıyor. Türkiye, o kadar “Korku Cumhuriyeti” değil ki, “Ergenekon avukatları” en şirret biçimde karşı-kampanya yürütebiliyorlar. Aylarca sürdürdükleri “karartma” yetmedi, güneş balçıkla sıvanmaz hale geldi; bu kez “sulandırma”ya başlandılar. Toprak altından çıkartılan silahlar “lâubalilik” kaldırmaz hale gelince, bu kez soruşturmanın usûl hataları üzerine “Korku Cumhuriyeti” tezini inşa etmeye çalışır oldular.
Ülkenin bir çok basın kuruluşunun birinci sayfaları, köşeleri, en önde gelen televizyon ekranlarının kumandası onların elinde. “Korku Cumhuriyeti” yanıltması, Ergenekon avukatlığının en çarpıcı savunma metni, Ergenekon mağdurlarına yani Türkiye halkına, Türkiye demokrasisine, Türkiye’de demokrasi mücadelesine yöneltilen en etkileyici saldırı söylemi haline getirildi.

Usûl, esası yok edemez; gözlerden kaçıramaz.
***
Esas, Ergenekon soruşturmasının, usûl üzerinden “Korku Cumhuriyeti oluyoruz” söylemiyle yürütülen ve soyut iddiaları ya da bazı hezeyanları dile getirmeye imkân veren yanı değil. Esas, Türkiye’de bir askeri darbe ortamı oluşturmak amacıyla sabotajlar ve suikastlara girişmeyi tasarlamış olan bir yapının açığa çıkartılması ve devlet yapısından ve toplumdan ayıklanması için yürütülen bir soruşturmayla ilgili.
Ümit Kıvanç, ne kadar güzel yazmıştı:

“Zorundan başlayalım: O silahları kim, niye gömdü? Ne yapılacaktı onlarla? Haydi, “anlamıyoruz”cular, lütfen mâkûl bir cevap. PKK Ankara’da karakol basarsa bunlarla karşı saldırı yapılacaktı, falan deyin. Ya da işi büyütüp, işgalci ABD ordusuna karşı gerilla savaşı örgütlenecekti gibi birşeyler..? Metal Fırtına olayı? Ha?
Ben hemen cevap vereyim, zahmet olmasın: Bizi öldüreceklerdi.
O halde şimdi “anlamıyorum” diyen, bizi öldürmelerini de umursamayacaktır. Bu kadar.
Başka soru: O silahları Teknosa’dan mı, Carrefour’dan mı alıyorlar? Akmerkez’de var mı? Ben nadiren de olsa gidiyorum buralara, hiç gözüme ilişmiyor. Niye?
Yine girmeyin zahmete; buyurun:

O silahların, bombaların falan çoğu düpedüz Türkiye Cumhuriyeti ordusuna ait. Ya da bilmediğimiz birtakım resmî kurumlara. Bunlar kayıtsızsa başka rezalet, kayıtlı ve yokluğu fark edilmemişse başka rezalet. Yarbay cephaneliğe giriyor, “Koçum, şuradan on iki el bombası sarsana, akşama misafir gelecek,” diyor. (Adede takılmayın, takım olsun diye on iki.) Üçüncü bir ihtimal daha var: Bunlar birilerinin bilgisi dahilinde birilerine verilmiştir. Nasıl? Şimdi hiç anlamıyorlardır herhalde...”

İşte, “esas” Ümit Kıvanç’ın bu içinde bulunduğumuz durumu “Korku Cumhuriyeti” vaveylâsı altında “anlamakta zorluk çekenler” için yazdığı bu alaycı satırların dayandığı somut veriler.
***
Yani Ergenekon soruşturmasının “esası”, toprağın altına gizlenen sabotaj ve suikast silahları, bunları oraya gömen ve kullanmak amacı taşıyanların oluşturdukları askeri-sivil örgütlenmenin açığa çıkartılması ve haklarında gereğinin yapılması ile ilgilidir.
Bunun yapılması halinde, Türkiye’nin devleti modern bir demokratik devlet olarak güncellenebilecek; öyle güncellenebilecek ki, başta Avrupa Birliği, dünyanın demokratik uluslar ailesi içinde yerini sağlama bağlayarak- alabilecektir.

Bu “senaryo”nun alternatifi, Türkiye’nin, Üçüncü Dünya zemininde patinaj yapmaya devam etmesidir. Saydam bir devlet olmaktan uzaklaşarak, perde arkası pazarlıklarla, komplo düzenekleriyle, siyasi suikastlara ve sabotajlara açık, laik ama gerçekten bir “korku cumhuriyeti” halinde varlığını sürdürmesidir.

Bu nedenle, Ergenekon soruşturması, basit bir “adlî süreç” ya da “yargı işleyişi” olmanın ötesinde, Türkiye’nin geleceğinin nasıl olacağının tanımıyla doğrudan ilişkilidir.
Nasıl bir ülke istersiniz; Ergenekon avukatlarının “Korku Cumhuriyeti” nidaları arasında “sabotaj ve suikast silahları”nın ve onların göndereceği nice insanın toprak altında kalacak olmaları olgusunun karartıldığı bir ülke mi? Yani, gerçekten bir “Korku Cumhuriyeti” mi?
Saydam bir devlet yapısı kazanmış, vatandaşlarının can ve mal güvenceleriyle uygar ve özgür biçimde yaşayacakları bir ülke mi? Ergenekon’a ilişkin mücadelede, Ergenekon’un yenilmesi durumunda ulaşacağımız istasyon budur.
Hangi “Korku Cumhuriyeti”nden yanasınız?
Birinci safta yer alanlar, Ergenekon soruşturmasının usûlüne takıldılar.
İkinci saftakiler, “esas”la uğraşıyorlar.
Usûl hatası yapmamak da çok önemli, doğru.
Ama...
“Esas”ı kaçırmayın...



Cengiz Çandar-Radikal

Dikkat: Misilleme yapabilirler!

Karşı hamle ya da misilleme . Eğer Ergenekon iddia edildiği tipte bir örgüt ise kendisine karşı yürütülen operasyona mutlaka cevap verecektir. Aksi halde yenilgiyi kabullenmiş demektir.
ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu'na geçen temmuz ayında yapılan saldırıyı hatırlıyor musunuz?
El Kaide üyesi olduğu iddia edilen kişiler, küçük bir kaleyi andıran konsolosluğa, mantıksız bir biçimde, paldır küldür hücum etmişlerdi.
Neticede kapıda görevli üç polisimiz şehit oldu. Saldıranlar öldü. Ellerine hiçbir şey geçmedi.
Saçma sapan bir intihar eylemiydi bu.
Bence olay Ergenekon'un karşı hamlesiydi.
Çünkü Ergenekoncular kendilerini ulusalcı ilan ediyor. ABD'ye ve AB'ye karşı olduklarını ileri sürüyorlar. Avrasyacılığı savunuyorlar.
Dolayısıyla operasyonda öncelikle ABD parmağı arıyorlar. (Ne de olsa ilk Ergenekon'u kuran ABD ve NATO idi.)
Ayrıca Emniyet'ten de hoşlanmıyorlar. Çünkü Ergenekoncuları, Emniyet istihbaratı izliyor. Birçok Ergenekoncu teknik takip sonucu yakalandı.
Konsolosluk saldırısı hem ABD'ye, hem de Emniyet'e mesajdı. (10 Temmuz 2008, Sabah)
Bugüne gelirsek.
Örgüt zorda: Operasyon yavaş yavaş, adım adım yukarıya doğru uzanıyor. Dağılması bir yana; kimi muvazzafların kariyeri yanacak. Üstelik de cezaevine konacaklar.
Aynı şekilde örgüte üye olmuş işadamlarını, öğretim üyelerini, medyacıları da kötü günler bekliyor.
En azından itibar kaybına uğrayacaklar. Kimi iflas edecek, kimi memuriyetten atılacak, kiminin alnına kara leke sürülecek. (Yüzsüz İbişler için hava hoş; o da ayrı konu.)
Yani hem üyelerinin geleceği, hem de ideolojisi gereği Ergenekon yönetiminin misilleme yapması gerekiyor.
Misillemenin büyüklüğünden çok şekli (tarzı ve hedef seçimi) Ergenekon'un 10'uncu dalgadan sonraki halini ortaya koyacak.
Mesela: Akıllıca bir saldırıda mı bulunacak, yoksa umutsuzca mı? Soruşturmayı yavaşlatacak zekice bir saldırı mı yapacak, yoksa savcılara derine inme şevki verecek bir yanlış hamle mi olacak? Soruşturmaya izin verdiği için Genelkurmay'ı tehdit edecek düzeyde bir saldırı mı olacak, yoksa alt kademeden birilerine mi yönelecek?
Yakında göreceğiz.
Not: Her türlü patlamaya, kaza olduğu söylense de bu açıdan bakmakta yarar var.

Emre Aköz

Tarih

İngiliz yazar Aldous Huxley, "İnsanların tarihten çok az ders çıkarmaları, bize tarihin öğrettiği en önemli derstir" der.
Dün İran'da bir dönemin sona ermesinin, Şah Rıza Pehlevi'nin 16 Ocak 1979'da tacını, tahtını ve vatanını terkedip sürgüne gitmesinin 30'uncu yıldönümüydü.
Onun ayrılmasından iki hafta sonra sürgündeki Humeyni, Tahran'a dönecekti.
Şah'ın ilk durağı Mısır oldu. Bir hafta kadar Assuan'da kaldı. Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı zor durumda bırakmamak için Kral 2'nci Hasan'ın davetiyle Fas'a geçti. Başkan Jimmy Carter, Şah'ı ABD'de görmek istemediklerini açıkladı. O günlerde Fransız gizli servisinin bir görevlisi apar topar Rabat'a gitti ve Şah'ı barındırmaya devam ederse kraliyet ailesi üyelerine İranlılar tarafından suikast düzenleneceğini haber verdi. Kral Hasan şantaja boyun eğmeyi reddetti ama Şah onu da zora sokmamak için Bahamalar'a gitti. İşte orada kanserin iyice ilerlediği ortaya çıktı. Carter inanmadı, Şah'ın hastalığını ABD'ye girmek için bahane olarak kullanmasından kuşkulandı. Özel doktorlar gönderdi. Evet; tümörler karaciğerine, böbreklerine, tiroid bezlerine kadar yayılmıştı. New York'ta bir hastaneye yatırılmasına izin vermek zorunda kaldı. Hastaneye kabulünden birkaç gün sonra Tahran'da sayıları 400'ü bulan ve kendilerini "İmam Humeyni'nin izindeki öğrenciler" diye tanımlayan bir grup ABD Büyükelçiliği'ni basıp görevlileri rehin aldı.
Şah hemen hastaneden çıkarıldı, başka bir ülkeye gönderilmek üzere Teksas'taki askeri üsse nakledildi. İlk adres Meksika'ydı; reddetti. Panama sıcak baktı ama sonra "Gelirse İran'a teslim ederim" dedi. Şah, ilk durağa, Mısır'a dönmek zorunda kaldı ve 27 Temmuz 1980'de son nefesini verdi.
Tahran'da rehin alınan Amerikalılar'a gelince; cehennemde uzun bir yolculuğa çıkarıldılar. Carter yönetimi mollaları dize getirmek için her türlü yolu denedi: İran'dan petrol ithalatını durdurdu, diplomatik ilişkileri kesti, ABD'deki İran yurttaşlarından yüzlercesini sınırdışı etti, İran'ın Amerikan bankalarındaki hesapları donduruldu, rehineleri kurtarmak için operasyonlar düzenlendi. Hiçbiri fayda etmedi. Arada Tahran ile Washington arasında sayısız gizli görüşme yapıldı; İranlılar bazen yumuşadılar, bazen sertleştiler; ABD yönetimi bazen umutlandı, bazen karamsarlığa kapıldı...
Taraflar arasındaki bilek güreşi 444 gün sürdü. 52 rehinenin ölüp ölüp dirildikleri 444 gün. ABD'nin 40'ıncı Başkanı Ronald Reagan'ın 20 Ocak 1981'de yemin ederek görevi devralmasından 8 dakika sonra salıverildiler.

Tahran'dan Gazze'ye aynı çile
Gazze faciasındaki gelişmeler, yakın tarihin o dramatik döneminden pek farklı değil.
İsrail ve Hamas temsilcileriyle Kahire'de aralarındaki Türkiye'nin de bulunduğu arabulucuların çabalarıyla yürütülen dolaylı görüşmelerde sona yaklaşıldığı söyleniyor.
Hemen ardından Hamas'ın İsrail'e süresi dolunca yenilenebilecek bir yıllık ateşkes önerdiği haber veriliyor.
İsrail'in bu teklife pek sıcak bakmadığı, süresiz ateşkeste ısrar ettiği bildiriliyor.
Sonra Hamas'tan bir başka açıklama yapılıyor: "İsrail'in ateşkes için öne sürdüğü koşulları reddediyoruz."
Daha sonra bölgeyi dolaşan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon (dün Ankara'daydı), önümüzdeki günlerde ateşkes ilanından umutlu olduğunu "Müjdeliyor".
Daha daha sonra İsrail, "Önümüzdeki hafta ateşkes olabilir" diyor.
Önümüzdeki günlerde, gelecek hafta... Yani? ABD'nin 44'üncü Başkanı Barack Obama'nın yemin edip görevi devralmasından hemen sonra. Yani yine bir 20 Ocak'ta.
20 Ocak 1981'de 52 Amerikalı rehine salıverilmişti.
20 Ocak 2009'da 1.5 milyon Filistinli rehine serbest bırakılacak.
Ama geriye sayma işlemi boyunca, son dakikanın son saniyesine kadar Gazze'ye karadan, denizden, havadan bomba yağmaya devam edecek.
Süre dolduğunda bilanço kimbilir kaç kurbana yükselecek.
Biz bu yazıyı hazırlarken haberlerde 1.133 ölüden söz ediliyordu. 444'ün üç katına yaklaşmak üzere!
Reagan'ın bir sözüyle noktalayalım: "Politikanın dünyanın en eski ikinci mesleği olduğu söylenir. Yaşadıklarım bana birincisinden pek de farkı bulunmadığını gösterdi.. ."

Erdal Şafak

16 Ocak 2009 Cuma

Sizce Ergenekon aceleye mi getirildi.

Devrilecek olanlar sessiz ama gözlemciler çok öfkeli...
Osmanlı İstanbul'undan anılarını bizlere aktaran yazarlar ne yazık ki kalmadı. Ahmet Rasim, Refii Cevat Ulunay, Burhan Felek gibi meslek büyüklerimiz artık hayatta değiller.
"Fuhş-u Atik" gibi, "Sayılı Fırtınalar" gibi kitapları ne okuyan var, ne de bu kitaplar artık ilgi çekiyor.
Oysa onları okurken, mesela "Mahalle" olgusundaki aktörlerin rütbelerini de öğrenirdik.
Örneğin başlarına sıfır kalıp siyah fes, sırtlarına altından sakız kuşağı görünen camadanvari yelek, yakası büzmeli siyah gömlek, bacaklarına bol paçalı pantolon, ayaklarına da arkası basık yumurta ökçeli kundura giyen "Kabadayılar "ın, küçültmek istedikleri kişilere "Külhanbeyi" dediklerini bilirdik...
O yazarların anlattıklarında, bugünü de anlamamıza yarayacak kıssalar ve hisseler doluydu.
Ergenekon davası dolayısıyla avukatların, savcıların ve yargıçların devrede olduğu tartışmaların gündemde bulunduğu günümüzde, eski İstanbul'un acar avukatlarına ait bir anekdotu, bu kitaplardan aklımda kaldığı kadarıyla aktarayım.

Tecavüz değil birleşme
Hâkimin önünde bir tecavüz davası vardır. Mahallenin bıçkını, bir genç kıza tenhada tecavüz etmiştir. Bıçkını da sözünü ettiğimiz acar avukatlardan biri savunmaktadır.
Duruşmada sanığın avukatı, tecavüz edilen kıza, mütecavizi işaret ederek sorar:
- Bu adam seni yere yatırıp, soydu mu?
Kız "Evet " der.
Avukat sert bir ifade ile kızı azarlar gibi sorar:
- Yoksa bu sırada bağırıp çağırdın mı?
Kız bu üsluptan ürkerek, "Hayır, bağırıp çağırmadım" diye cevap verir.
Bu cevap üzerine avukat hâkime döner, "Gördüğünüz gibi bu bir tecavüz vakası değil, gönül rızası ile gerçekleşen bir birleşmedir" der.
Ergenekon davası dolayısıyla hatırladığımız bu anekdottaki tecavüze uğrayan genç kızı, şu anda demokrasimiz veya yasama organımız temsil etmiyor mu?
Dün Radikal'de İsmet Berkan durumu pek güzel anlatmıştı:
"Biz hâlâ savcının ek iddianame mi hazırlayacağını yoksa yeni bir dava mı açacağını bilmiyoruz. Bilmediğimiz başka bir şey, savcının 2003-2004 yıllarındaki darbe girişimlerini soruşturmasına dahil edip etmediği.
Eğer bu girişimler soruşturmaya dahil değilse, Ergenekon'da gerçekte neyin soruşturulduğunu merak etme hakkımız doğar.

Derin sessizlik
Ama savcıya da fazla yüklenmemek gerek bence. Baksanıza, darbeyle devrilecek olan hükümet bile konunun üzerinde neredeyse hiç durmadı, ne 'Sarıkız' ı ne de 'Ayışığı-Yakamoz' planlarını araştıracak, soruşturacak bir şey yaptı.
Sadece hükümet mi? Baksanıza Meclis, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in 'Darbe günlükleri' hakkında bir ' Meclis araştırması' açılmasını bile sağlayamadı. Siyaset kurumu, Ergenekon'a çok uzak duruyor, hele hele darbe girişimlerini duymak bile istemiyor."
Darbe ile devrilecek olanların olayı sessizce izlediği bu ortamda biz medya mensupları birbirimizle boğuşup duruyoruz.
Bu boğuşma öylesine çileden çıkmış durumda ki, yeraltından Silahlı Kuvvetler'e ait kaçırılmış silahlar ve cephane çıkıyor. Yine de bazılarımız bunu hiç yokmuş gibi görmezden gelip, "Ergenekon yoktur " diye boğuşmamızı sürdürmüyor muyuz?
Bir de CHP Genel Başkanı Baykal'ın Ergenekon avukatlığına soyunması yok mu ortada?
Belki Nasrettin Hoca, olayı anlamamıza yardım edebilir.

İnsanlar ve öküzler
Bostan'a birkaç kavun karpuz toplamak için izinsiz giren Hoca, bostan bekçisine yakalanmış.
Bostan bekçisi öfkeyle sorgulamış Hoca'yı:
- Ne arıyorsun bostanımda?
Hoca ne desin?
- Sıkıştım, defi hacet ediyordum ağam, demiş.
Bekçi üstelemiş, "Nerede dışkın" diye sormuş.
Hoca çaresiz, ilerideki öküz pisliğini kanıt olarak göstermiş.
Bu kanıt bostan bekçisini daha da öfkelendirmiş, bağırmış Hoca'ya:
- Bu gösterdiğin öküz pisliği!
Hoca bu noktada gülmüş,
- Ağam insan gibi edecek vakit mi bıraktın ki, demiş.
Ne dersiniz Ergenekon aceleye mi getirildi?
Şöyle adam gibi darbe yapacak vakit tanınmadan, dava açmak, zanlıları gözaltına almak, silahları bulmak, sizi de rahatsız ediyor mu?

Mehmet Barlas

Sen Amerikalı mısın yavrum?

Sen bir garip Türk memurusun, kendini CIA ajanı falan mı sandın?
Nasıl kendi kafana göre iş tutmaya kalkarsın? Sen kim oluyorsun?
Ne o öyle, Ermeni patriği var vurulacak, Alevi dedesi var bomba atılacak, alışveriş merkezi var patlatılacak... O fıkrada olur oğlum fıkrada, süt var sağılacak, pestil var kurutulacak, erişte var kesilecek, imam var...
Sen kendini Maraş'ta sandın galiba? O eskidendi yavrum, aradan otuz sene geçti, o katliamdan umulan sonuç daha o zaman elde edildi, sen uyuyorsun...
Dedeyi öldüreceksin Aleviler ayaklanacak, patriği vuracaksın aydınlar sapıtacak, elinde çantasıyla torbasıyla kadınlar kızlar ölecek halk köpürecek... Ortalık gene karışacak...
Sonra da ordu darbe yapacak!
Ne için? NATO'dan çıkmak, Rusya'yla ittifak yapmak için!
NATO'dan çıkmak için NATO'dan izin istedin mi koçum?
Sen kendini George Bush mu sanıyorsun da, örneğin Birleşmiş Milletler için demiş olduğu gibi "parasını ben veriyorum, kafam kızarsa kapatırım" havalarına giriyorsun?
Sen bir garip taşeronsun, Amerika sana ne kadar "melanet" hakkı verirse o kadarını yaparsın, kendine gel...
Memur maaşı yetmezse ele geçirdiğin eroini satarsın, yolunu bulursun, hatta köşeyi dönersin... Ama yerini bil.
Darbe kışkırtmak için Washington'dan yeşil ışık yandı mı koçum? Yanmadı. O zaman trafik ışığını Amerikan lambası sanma. Işığı görmeden dışarı çıkana tıpta "prematüre" derler.
CIA örgütünün Ankara istasyon şefiyle gizlice görüştün mü, Amerikan yönetiminin ötekileri değil de seni tutması için onu ikna ettin mi? Herif durumu Virginia eyaletinin Langley kasabasına rapor etti mi, oradan Beyaz Saray'a ulaştırıldı mı? Ulusal güvenlik danışmanı bu rapora kendi şerhini koydu mu? Dışişleri bakanı görüş belirtti mi? Başkan onayladı mı? Yooo... O zaman ne demeye kendi kendine gelin güvey oluyorsun?
"Our boys have done it" demişlerdi... Sen kimin "boy" usun oğlum? Olmak istediğin, "malienki malçik", yani küçük çocuğun Rusçası... Babanı değiştiremezsin.
Yani ne yapacaktın, oyundan çıkmak için izin mi isteyecektin, bacağı çeken futbolcunun kulübeye "beni çıkarın" diye el kol sallaması gibi?
Sen kim oluyorsun de kendi kafana göre rejim değiştirmeye, blok değiştirmeye kalkıyorsun?
"Ruslarla iş tutan" amirlerin kendilerini kurtarabilecekler mi ki sonra dönüp seni kurtarsınlar bakalım?
Sen taşeronsun oğlum, taşeron... İnşaatın mal sahibi de değilsin müteahhidi de... Sen ayakçısın.
Senin işin, eğer kabul edecek olursan Jim, örneğin kalabalığa ateş edecek özel timi Yeşilköy'de karşılamak, minibüse bindirip Taksim'e getirmek, otele yerleştirmek, viskisini vermek, olaylardan sonra da boş kovanları toplamak, herifleri sağ salim tekrar uçağa bindirip uğurlamak falan... Yani, peşkir tutmak!
Unutuyordum: Yakalanırsan seni ve arkadaşlarını tanımazlar Mister Phelps.
Yoksa bunu televizyon dizisi mi sanmıştın?

Engin Ardıç

Örtsek örtsek, nasıl örtsek?

Cumhuriyet tarihinin AKP yönetimi aşamasında, ülkenin geleneksel korumacı ve kollamacısının koruma ve kollama yönteminin dünyada kabul edilmez hale gelmesiyle, bu işlevin Yargı’ya düştüğü ya da Yargı tarafından sırtlanıldığı, bir süreden beri konuştuğumuz, tartıştığımız bir konu oldu.

Şu son birkaç günde iki örnek-olay daha eklendi, “Vatan-kurtaran-Yargı” dizisine: YARSAV Başkanı Eminağaoğlu’nun vatanî heyecanlarla dolu beyanatı ve Sabih Kanadoğlu’nun Tuncay Güney DVD’leri üstüne dile getirdiği görüşler.

Kanadoğlu, Tuncay Güney’in hiçbir sözü ciddiye alınmamak gereken bir şarlatan olduğu kanısında (bu, o cephenin savunma stratejilerinden biri) ve “bütün dava”nın onun söylediklerine dayandığını ileri sürerek, bütün davanın boş olduğunu ima ediyor. Böyle bir durum olduğu için “ Türk yargısı”nın düştüğü duruma da esef ediyor.

Bir “çözüm önerisi” olduğunu gördük. Şu dönemde Sabih Kanadoğlu’nu hep bir “çözüm önerisi sahibi” olarak görüyoruz –Cumhurbaşkanı seçimi konusunda, 367 buluşu konusunda gördüğümüz gibi. Bu dönemde Yargı’ya böyle önemli bir işlev düşmüşse, vatanperver bir yargıç da “emekli oldum” falan demeden çabaya katılmalı, eriştiği “tecrübe” düzeyinden daha genç meslektaşlarının da yararlanmasına imkân hazırlamalı, 367 gibi “içtihat”larından Türk hukukunu yoksun bırakmamalı.

Bu konuda da “çözüm önerisi” kısmen “zaman” etkenine bağlı. İş, sadece kötü yürütülmekle kalmıyor, uzuyor da. Uzaması, insanları mağdur ediyor. Onun için çalışan savcıların yanına başkalarını da göndererek soruşturma vb. bütün bu işlerin hızlıca yürümesini sağlamak gerekiyormuş. Bunu da Yargıçlar ve Savcılar Yüksek Kurulu (herhalde “durumdan vazife çıkararak”) yapabilirmiş. YARSAV’ın “yıldırımlar yaratan” başkanı da Kanadoğlu’nun bu yeni esinlenmesinin kaynağı olabilir. Öyle yargıç ve hukuk adamlarının bu işi çözmek üzere tayin edeceği kişiler, herhalde sayıca çoğunluğu da meydana getirerek, Tuncay Güney gibi şarlatanların hezeyanına dayandırılmış bu “kötü niyetli siyasi dava”yı –devamına gerek görmeyerek- sona erdirirler.

Şarlatanın sözleriyle başlamış olsa da, o zamandan bu zamana seyri içinde epey somut çukura tosladı bu dava. Örneğin YARSAV Başkanı’nın davanın boşluğuna ilişkin âteşîn konuşmasının akşamında pek de boş sayılmayacak silahlara ulaşıldı. Birtakım suikast, cinayet planlarından da söz ediliyor ki, yabana atılır gibi değil.

Ama bunlar belli ki Sabih Kanadoğlu’nu ve onun gibi davranmayı seçmiş olanları ilgilendirmiyor. Şimdiki kavga, artık savunulamayacak birilerini feda etmek gerekse de, bu işin kalburüstü takımını temize çıkarmak için veriliyor.

Veriliyor da, süreç, “feda edilecek”lerin tanımını da değiştiriyor. Henüz Susurluk aşamasındayken, Çarkın Markın, birtakım polisler vardı. Onları gözden çıkarmak kolaydı. Birkaç yıl yatmak çok da önemli sayılmazdı öyleleri için. Sonra birkaç armağan, falan, gönülleri de alınırdı. Ama, örneğin, İbrahim Şahin’i gözden çıkarmak olmazdı (“tehlikeli” bile olabilirdi). Böylece –bundan “yükseği”ne olabilir?- Cumhurbaşkanı Sezer belleğini yitirmiş bu değerli elemanı affetti. Tuğgeneral Veli Küçük ise ifade bile vermedi, Büyük Millet Meclisi’nin davetine uymaya tenezzül etmedi.

Oysa şimdi bu ikisi de pek kolay savunulur, aradan cımbızla çekilip çıkarılır gibi görünmüyor. Gözden çıkarılamayacak olanların rütbesi habire büyüyor. Kanadoğlu cephesinin telâşının bir nedeni de bu olsa gerek.

Bu arada bir de “geç gelen” ve “doğru adrese gelmeyen” yarbay konusu çıktı. Daha ilk günden son derece dikkat çekici bir olay var burada. TSK’nın yeni Yüksek Komuta kademesi şimdiye kadar bu süreç karşısında “correct” davrandı. Gidişatın bizim gibi gözlemciler üzerinde bıraktığı izlenim, o “kademe”nin de bir temizlikten yana olduğu doğrultusunda. Bunun olmaması, Silahlı Kuvvetler’in içeride ve dışarıdaki prestijinde ağır yara açar. Gözönünde bulundurulacak dengeler neyin nesidir bilemem ama, bu işlere karıştığı besbelli kişilere kurumsal destek, açıklanabilecek bir şey değildir. Onun için o yarbayın durumu da son derece önemli.

Murat Belge

İsrail e yardım kampanyası!!!

Almanya’da yaşayan bir dostumuz “burda da kampanya var” deyince çok sevindim…

Sadece Türkiye’deki Türklerin değil yurtdışındaki Türklerin de duyarlı davranıp Filistin’e destek kampanyasını çok anlamlı bulmuştum…

Sonra “Allah sizlerden razı olsun” cümleleri kurmaya başlayınca sözlerime müdahale etti…

“Hayır” dedi “beni yanlış anladın…”

“Filistin’e destek kampanyası değil İsrail’e destek kampanyası…”

Afalladım birden…

Nasıl?dedim!!!

“Burda en büyük iki alışveriş merkezi İsrail’e destek kampanyası düzenlemiş”dedi…

Yeryüzünün en büyük katili bütün vahşetini tüm hızıyla sürdürürken…
Kundaktaki bebeleri katletmeye devam ederken…
Masum halka bombalar yağdırırken…
Bütün insanlık tarafından lanetlenirken…

Hala ona destek veren bir halk mı vardı?

Konuyla ilgili varsa bilgi ve belgeleri yollamasını istedim…

Bilgi aynen şöyle;

Türklerin alışveriş yaptıkları iki büyük alışveriş merkezi var…

Aldi ve Lidl..

Fiyatlar ucuz olduğu için Türkler burdan alışveriş yapıyorlar…

Hatta Türklerle Aldi torbası artık birbirine yapışmış gibi duruyor…

Aldi’nin kurucusu kardeş olan iki musevi…

Ve bir kampanya düzenliyorlar…

“Bugün Almanya'nın neresinde olursanız olun, Aldi ve Lidl'den yaptığınız alısverişin her kuruşu İsrail'e yardım olarak gidecek.”

Hatta bu kampanya Alman televizyonlarında bangır bangır duyuruluyor…
Yahudilere karşı eziklik duygusu içinde olan Almanlar akın etmişler Aldi’ye…
Bu durumun farkında olan az sayıdaki Türkler boykot etmişler alışveriş yapmayarak ama…

Değişen bir şey yok…

Yahudi malları satılmaya devam ediyor…
İsrail de filistinlilere bomba yağdırmaya…

Yahudi halkına sevgisini ifade eden Müslüman yazarlar geldi aklıma…
Aydın Doğan’ın satılık kalemleri…
Yahudinin maaşlı tetikçileri…
Ve daha neleri neleri…

Sonra aklıma Yahudi malını satan alışveriş merkezlerini tıka basa dolduran Müslümanlar geldi…

Filistinliler can derdiyken burada zevk ve sefa içinde olanlar geldi…

Bir kez daha kahroldum…

Bu kampanyaları bizler mi yapmalıydık…
Yoksa Yahudiler mi?

Utandım kendimden…

Ve şunu düşündüm…

“Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.”

GÜNÜN SÖZÜ

“Ey iman edenler!Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin.Onlar birbirlerinin dostudurlar.Sizden kim onları dost edinirse,şüphesiz o onlardan olur.Şüphesiz Allah,zalim kavmi doğru yola iletmez.”

MAİDE 5/51

Cevdet Kara

Silivri olmasaydı

Rusya ile Ukrayna arasındaki doğalgaz krizi uzadıkça Avrupa daha fazla üşüyor. İthalatta büyük ölçüde Rusya'ya bağımlı olan bazı ülkelerde, okullar ve kamu binaları bile tatil edildi. Krizden en fazla etkilenen ülkeler Bulgaristan, Slovakya ve Moldova.
Türkiye'de ise şu ana kadar ne ısıtmada ne de sanayide ve elektrik üretiminde kesinti söz konusu. Krizin iyi yönetildiğini kabul etmeliyiz. Öncelikle, sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) terminalleri tam kapasiteyle çalıştırılmaya başladı, yeni siparişler verildi. Rusya'dan gelen ikinci hattan daha fazla gaz istendi. Depolar çalıştırıldı. İkili yakıt kullanan termik santrallerde ikinci yakıta geçilirken barajlarda kullanılmayan kapasiteler devreye sokuldu.

Burada 2007 Temmuz ayında gerçekleşen iki önemli olayın bu krizi atlatmamızda büyük pay sahibi olduğu bir gerçek. Birincisi Azerbaycan gazını Türkiye'ye ulaştıran boru hattının devreye girmesi, diğeri de Silivri'deki ilk doğalgaz yeraltı deposunun açılışı. Bunlara ilave olarak, ekonomik kriz sebebiyle doğalgaz ve elektrik tüketiminde düşüş yaşandığını da belirtmeliyiz.

Kriz olsa da olmasa da, 2007'deki iki açılışın, Türkiye'nin Rusya'ya ve Rus gazına olan bağımlılığı azaltma, arz-talep dengesini kurma açısından son derece kritik bir dönüm noktası olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.

Türkiye, şu an Rusya, İran ve Azerbaycan'dan boru hatlarıyla gaz temin ederken Cezayir ve Nijerya'dan da LNG olarak tankerlerle ithalat yapıyor. Çeşitlendirme çalışmalarına rağmen Rusya'nın payı yüzde 63. Bu ülkeden gaz 1987'de faaliyete geçen Batı Hattı ile 2005 yılında açılan Mavi Akım hattından alınıyor. Kesinti, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan'ı geçerek Türkiye'ye ulaşan ilk hatta. Bu hattan çekilmekte olan günlük 40 milyon metreküplük gaz iki haftadır gelmiyor. Bu 140 milyon metreküpe yaklaşan Türkiye tüketiminin yüzde 30'unu teşkil ediyor.

Rusya, takviye için Mavi Akım'dan gönderdiği gazı günlük 8 milyon metreküp artırdı. Azerbaycan'ın ve İran'ın gönderdiği gazda pek bir değişiklik şimdilik yok. Açıklandığına göre, esas takviye, Silivri depolarından yapılıyor. Bu kış dönemine 1 milyar 648 milyon metreküp rezervle giren TPAO'ya ait Silivri deposu, maksimum kapasiteyle çalışarak sisteme günde 16,7 milyon metreküp gaz aktarmaya başladı. Yani kesintiyle oluşan açığın yüzde 42'sini bu depo karşılıyor. Bunların dışında LNG alımı ve özel sektöre ait diğer depoların takviyeleri de söz konusu.

Daha önceki kesintilerde hop oturup hop kalkan Türkiye, bu sefer, aldığı tedbirlerin rahatlığını yaşıyor ve böyle bir vasatta doğalgazda indirimi tartışabiliyor. Ya bu depo yapılmamış olsa, Azerbaycan gazı getirilmeseydi? Muhtemelen, Bulgaristan'ın yaşadıklarına benzer sıkıntıları biz de yaşıyor olacaktık.

Peki bu yeterli mi? Hayır. Doğalgaz kullanımı bütün Türkiye'ye yayılıyor, tüketimimiz her geçen yıl artıyor. 2000 yılında 15 milyar metreküp civarındaki tüketim 2008'de 37 milyarı geçti. Bu yüzden daha büyük depolara, kaynak çeşitlendirmesine ihtiyacımız var.

Gelişmiş bazı Avrupa ülkeleri, yıllık tüketiminin yüzde 15-20'si dolayında depolama kapasitesine sahip. Biz bu oranın çok gerisindeyiz. Ama coğrafî açıdan uygun bir yapıya sahip Türkiye. Tuz Gölü'nün altı Silivri'deki deponun birkaç misli gazı depolayabilecek potansiyele sahip. İhale aşamasına gelmiş bu proje hızlandırılmalı.

Nabucco projesiyle de önemli bir geçiş ülkesi olmak isteyen Türkiye hem kendi arz güvenliği hem de güvenilirliği açısından yeni depolar yapmalı. Ani fiyat dalgalanmalarına karşı da bir nevi sigorta bu. Ayrıca kriz dönemlerinde sıkıntıya düşen ülkelere satış yaparak bu işten para kazanmak da mümkün. Şu an bazı Avrupa ülkeleri arasında bu tür alışverişlerin olduğunu görüyoruz.

Ama ne kadar depo yaparsak yapalım, kaynakları çeşitlendirirsek çeşitlendirelim enerjide ithalata bağımlılığı azaltmak mecburiyetindeyiz. Nükleer enerjiyle bir an evvel tanışılmalı, alternatif yerli kaynaklar daha hızlı harekete geçirilmeli.

Kadir Dikbaş

Araplar bizi arkamızdan vurdu mu?

İslam ve insanlık adına birleşme ve dayanışmanın tam zamanında bazı kimselerin "Araplar bizi arkamızdan vurdular" hikâyesini gündeme getirmelerine isyan eden sevgili Metin Boşnak, ABD'den şu yazıyı göndermiş:
"…Sayın Bardakçı, "Din meselesi bu kadar bağlayıcı ise, biz, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde devletin hâkim ve en kalabalık unsuru olan Müslümanlar'dan neden kazık yemiştik ve Anadolu'da cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan ayaklanmaların bahanesi neden hep 'din' olmuştu?" diyor. Aslında Bardakçı yeni bir şey söylemiyor: Türklere 80 yıldır anlatılan bir masalı tekrar ediyor. Bu masal, 'Araplar ve diğer Müslüman kardeşleriniz, I. Dünya Savaşı'nda sizi sattı' diye başlar ve 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur' diye de noktalanır. Türk'ün özellikle de Müslüman dostu yoktur...
Masal budur. Peki gerçek nedir?
"Gerçek şudur: Osmanlı'nın çöküş döneminde Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında gerçekten isyanlar başgöstermişse de, bu unsurların bir bütün olarak "ihanet ettikleri" kesinlikle söylenemez. Hatta Araplar sözkonusu olduğunda, Osmanlı'ya isyan edenlerin küçük bir azınlık olduğunu, buna karşılık Arap kabilelerinin çoğunun Osmanlılık ve Müslümanlık bağıyla İstanbul'a sadakat gösterdiklerini söyleyebiliriz.
"Kürtler ise, daha da belirgin bir sadakatle önce Osmanlı İmparatorluğu'nu ardından da Milli Mücadele'yi desteklemişler ve Müslümanlık bağının getirdiği "kardeşlik"ten asla taviz vermemişlerdir. Ankara'nın kendisi bundan taviz verene kadar...
"…Her Türk genci 'Araplar'ın I. Dünya Savaşı'nda bize ihanet ettiğini' öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı'nda Mekke Şerifi Hüseyin'in İngilizler ile anlaşarak Osmanlı'ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin'in "Araplar"ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, "Arapların ihaneti" söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:
"Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in Hicaz'da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916'da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun 'askeri açıdan' tayin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği 'bağımsızlık vaadi' ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin'in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani asıl cephenin gerisi'nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. Asıl cephe, önce Şüveyş Kanalı ve Kanal Harbi'nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin'de kurulmuştur. Filistin'de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye'de, Irak'ta, Lübnan'da Türk kuvvetlerini 'arkadan vuran' herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul'a yani Türkiye'ye sadık kalmıştır... Arabistan Yarımadası'nın Hicaz bölümünden Akabe'ye kadar olan 'cephe gerisi' dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur."
"Aynı gerçek… Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, şöyle vurgulanıyor: "O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı'nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George'un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. (Osmanlı İmparatorluğu'na isyan eden) Faysal'ın Arabistan'daki taraftarları, bir istisnaydı."
"…Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Dr. Zekeriya Kurşun'un ifadesiyle, 'I. Dünya Savaşı'nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.' Bu hakikati teslim etmekle birlikte, Arap milliyetçiliğinin Osmanlı'da Türk milliyetçiliğinden daha önce geliştiğini belirtmek gerekir. Arap milliyetçiliği, 1860'larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'na ve yönetimindeki "Türklere" karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken "Arapların İslam öncesi tarihlerine" ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu.
Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı'ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye'deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı'ya ve Hilafet'e bağlılık duygusu vardı. Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar "ayrılıkçı" olmadığına dikkat çekerek şöyle demektedir:
"Görülüyor ki Arapların 'milli' hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil Hıristiyan Araplardı…
Kurtuluş Savaşı'nda da ne kitlesel bir "Arap ihaneti" ne de "Kürt ihaneti" yaşandı. Aksine Kürtler, Kurtuluş Savaşı'nı canla başla desteklediler. Mustafa Kemal Paşa, "Müslüman kardeşliği" temasına dayalı propagandasıyla onları kazandı.
"… Şeyh Said isyanı ise, ancak Kurtuluş Savaşı'nın bitmesi ve "Müslüman kardeşliği" temasının hızla yok olup, yerine "herkes Türk'tür" anlayışının belirmeye başlamasından sonra patlak verdi..."

Hayrettin Karaman

Senin linç ettirdiğin liberaller ne olacak?

Birçok şeyden korkan (mesela ‘Yahudi medyası’ diye anılmaktan korkan) Ertuğrul Özkök, Ergenekon davasından da korkuyormuş.

Hançeresini patlatırcasına ‘Çeteler temizlensin’ diye bağırıyormuş.

Fakat, karşısında kendilerine hálá ‘demokrat’, hálá ‘liberal’ demeye utanmayan faşist bir ‘linç mangası’ varmış.

Bunlar, savcıyı bir kenara çekmiş, parmağını Özkök’e uzatarak, ‘Ne duruyorsunuz, onları da içeri alın’ diye bağırıyormuş.

Burada, araya girip, bir iki düzeltme yapmam gerekiyor.

Birincisi, Özkök ne zaman ‘çeteler temizlensin’ diye bağırmış?

Ben hatırlamıyorum.

Birkaç cılız Ergenekon itirazı dışında, onun kaleminden şöyle okkalı bir karşı-çete yazısı okuyamadık...

Bağırdıysa da, demek ki sesi o kadar gür çıkmadı.

Kapatma davası ve Deniz Feneri olayında daha bir kıyıcı, daha bir gürül gürüldü...

Hele, ‘biat medyası’ diye efelenmeleri, Kemalist lince maruz kalmış Atilla Yayla’ya ‘Keşanlı Galileo’ diye güya esprili yüklenmeleri, sol husyesi görevi verdiği ‘terbiyesiz kalem’le birlikte Başbakan’a gürlemeleri, Hilton arazisine imar izni vermeyen siyasileri ‘itin bilmem neresine’ sokmaları...

İstediğinde, pekala ‘gür’ ve ‘gümrah’ olmasını biliyormuş.

Sıra Ergenekon’a gelince neden bağırdığı halde sesini duyuramıyor?

Demek ki bağırmıyor...

Demek ki, ‘bağırmış gibi’ yapmayı tercih ediyor ve bunu yememizi bekliyor.

Biz de inadına yemiyoruz.

Diyoruz ki, ‘Bu kadar bombayı, bu kadar cinayeti, açığa çıkmış bu kadar darbe girişimini niçin sorun yapmıyorsunuz? Bu görevin üzerinizden alınmasını mı bekliyorsunuz?’

İkincisi şu:

Diyor ki Özkök, ‘Bir avuç güya liberal gazeteci, güya aydın, iktidarı ele geçirmiş, entelektüel bir faşist rejimi payidar kılmış. Hava neredeyse 12 Eylül’ün sivil versiyonu... En küçük itirazınızı yazsanız anında sırtınıza ‘Darbeci’ ve ‘Ergenekoncu’ etiketini yapıştıracak.’

Değil misiniz?

Darbeci ve muhtıracı değil misiniz?

28 Şubat’a destek veren, ‘Topyekün savaş’, ‘İşi bu defa silahsız kuvvetler halletsin’, ‘Paşa başkanı hizaya soktu’ manşetlerini atan kimdi?

Karargahta pişen haberleri gazete sayfalarına çakan kimdi?

Onca asparagas, onca karargah çıktısı, kişilik haklarına saldıran onca manipülatif haber kimin eseriydi?

Her şeyin ‘hukuktan ibaret olmadığını’ yazan kimdi?

Kenan Evren’i, ‘kendi halinde yaşlı, sevimli, tonton bir adam’ olarak resmeden kimdi?

Pakistan Yüksek Mahkemesi’nin darbeyi onaylayan kararını, ‘28 Şubat’ın meşruiyet belgesi’ diye yutturan kimdi?

Demek ki, iktidarı ele geçirerek ‘faşist bir rejimi payidar kılan’ güya gazeteci, güya aydın birtakım liberaller, Ergenekon konusunda sesin gür çıkmadığı için seni linç ettirmeye uğraşıyor.

Öyle mi?

Kim bunlar?

İsim ve adres ver, gidip birlikte pataklayalım...

Peki, senin linç ettirdiğin liberaller?

Onlar ne olacak?

Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Altan biraderler, Mahir Kaynak ve Mahir Sayın’ı suç örgütlerine hedef gösteren, insan hakları savunucusu Akın Birdal’ın kurşunlanmasına neden olan ‘Andıç’ belgesini Hürriyet gazetesinin manşetine çakan sen değil misin?

Bu ülkeye (ve bazı liberallere) özür borcu yok mu senin?

Hâlâ çıkıp nasıl konuşabiliyorsun?

Ahmet KEKEÇ

15 Ocak 2009 Perşembe

Kazmaya devam, parametreler değişmeye devam edecek!

Ergenekon Terör Örgütü operasyonlarında topraktan fışkıran saldırı silahları Ergenekon Törer Örgütü'nü (ETÖ) "fasa-fiso" olarak görenleri bile şaşkına çevirdi.

Çünkü parametre değişti.

Silah parametresi ETÖ denkleminin sonucunu büyük ölçüde etkileyecek.

Ama hâlâ bazı çevreler bu "Bu kadar silahla darbe mi yapılırmış", "Bunlar darbe yapmaya yetmez" gibi sözler etmeye devam ediyorlar.

Etsinler bakalım, nereye kadar devam edebilecekler.

Onlar, gökte "la ilahe illallah" dahi yazsa Allah'a inanmayacak kadar cahil, gözü kulağı mühürlü kimselerdir ancak.

Ortada bunca delil var...

Topraktan fışkıran bunca silah...

Örgütlenmiş onca devlet görevlisi...

Tutuklanmış eli silah tutan askerlersiviller...

Var var var!

Daha ne delil arıyorlar inanmak için?

Bir görmedim, duymadım, bilmiyorumcular var, bir de inkarcılar var.

CHP'de bir kesim bu inkarcıları temsil ediyorlar.

Darbe olduğunda bile, -ki 28 Şubat'ta öyle davrandılar- ne darbesi bu bir sivil toplum hareketidir dediler.

Allah'tan korkun be. El insaf!

Yerin kulağı var

E.. benim de kulağım var

Peki ben yer miyim?

Yemem.

Yemiyor millet artık.

"Bu kadar silahla darbe mi olurmuş" diyenlere söyleyecek çok sözümüz var.

Değil küçük çaplı bir orduya yetecek kadar silah, tek bir tabanca ile, dededen kalma bir çakaralmaz ile bile Türkiye'ninki gibi bir orduya sahip bir ülkede her şeyi yapmak mümkündür.

Darbe gelenekte var.

Her on yılda bir gelmişler...

Partileri, Meclis'i kapatmış, siyasi liderleri hapsetmiş...

Başbakanları bakanları asmışlar. Sayısız hükümet yıkıp, bir o kadar muhtıra vermişler.

Toplumdaki bir kısım gelişmeler karşısında sürekli rahatsızlıklarını bildirip "Askerler rahatsız" manşetleri attırmışlar.

Böyle bir ülkeyi darbe ortamına itmekten kolay ne olabilir ki?

Zaten ETÖ'de TSK'nın nüfuzunu ve gücünü kullanarak TSK'yı sahaya çekmeye çalışan bir örgütlenme.

Peş peşe öyle birkaç siyasi cinayet işlersin ki, ülke bir anda hallaç pamuğuna döner.

Sonra da gelip sükuneti sağlarlar.

Hiç kimse de "11 Eylül günü akan kan nasıl oldu da 12 Eylül'de bitti" sorusunun cevabını vermez, veremez.

Ya da kimse "28 Şubat günü irtica vardı da 1 Mart'ta irtica nasıl ortadan toz duman oldu" sorusunun cevabını aramaz. Kaos politikası yani... Bunu denediler.

Danıştay baskını, Hrant Dink ile başlayan cinayetler devam edecekti.

Plan bir Ermeni'yi, bir Kürt'ü, bir Sabetayisti öldürerek toplumu kamplaştıracaklardı.

Toplum bir birine düşecek, sağda solda patlayan bombalar toplumda huzuru kaçıracaktı.

Böylece ülke askeri darbeye müsait hale gelecekti.

Bu sefer tutmadı. Beceremediler. Fenersiz yakalandılar.

Bundan sonra da beceremeyecekler. Çünkü gerçekten çok ağır bir darbe yediler. Yani, kazmaya devam.

Kazdıkça parametreler değişecektir.

Alınacak daha çok mesafe var, daha gidecek çok yol var, dağların ardında dağlar var.


Nuh Gönültaş

Filistin sorunu nedir?

Çoğu insan Filistinlilerin geçen asrın ikinci yarısından bu yana çektiği acının ne olduğunu bilmiyor. Çünkü halkı Müslüman olsa da, konu hakkında bilgisi ve fikri olan insan sayısı çok az.
Medyadan edinilen bilgilerle yetinenler, her nasılsa İsrail ara sıra Filistinlileri öldürüyor, Filistinliler de ona karşı direnmeye çalışıyor, diye düşünüyorlar. İsrail sivil katliamlarda çok ileriye gittiğinde infial gösteriliyor, sonra tekrar herkes susuyor. Ve böyle sürüp gidiyor.
"Filistin sorunu" bütün "sorunların anası"dır. Öylesine doğrudan ve dolaylı etkileri var ki, bu sorun köklü bir biçimde çözülmedikçe ne bölgenin tamamı istikrara kavuşur, ne artık her şeyin birbiri içine girdiği küresel dünyada barış ve huzur sağlanır. Sorunun Filistinlileri aşan boyutları vardır.
İngilizler, üçüncü bir ulus olarak, bir halka (Filistinlilere) ait toprakları binlerce senedir dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan dağınık bir kavme (Yahudiler) verdiler. Gerek İngilizlerin gerekse İsrail'i tasarlayan Siyonistlerin bakış açısından Filistin toprakları üzerinde yaşayanların herhangi bir önemi; dolayısıyla kaale alınmaya değer hakları yoktu. Çünkü onlara göre "İnsansız topraklar, topraksız bir ulusa" verilmeliydi. Yahudiler, diyasporada yaşayan bir ulustu, toprakları yoktu, Filistin üzerinde ise "halk veya ulus" tanımı kazanmayı hak edecek insanlar yaşamıyordu. Bu durumda Tevrat'ın da referanslarından hareketle bu "insansız topraklar"ın toprak arayışındaki "Yahudi ulusu"na verilmesinden başka daha doğal ne olabilirdi?
İkinci garabet, İngiliz ve Amerikalıların -ve elbette diğer Batılı ülkelerin- karar ve dayatmasıyla daha ilk kuruluşunda BM, bir halkın toprağını alıp binlerce senedir bu topraklar üzerinde yaşamayan insanlara verdi. İsrail, BM kararıyla kurulmuş olan yegane devlettir. Ama aynı İsrail, bugüne kadar 1967'de alınmış olan 242 sayılı karar dahil olmak üzere BM'nin ve Güvenlik Konseyi'nin kararlarına uymuş değil. Ona altın tepsi içinde toprak sunan BM'yi İsrail tanımıyor.
Bu çerçevede 1948'de İsrail'e tarihî Filistin topraklarının yüzde 56'sı verilmişken İsrail, 1967 savaşı ve arkasından gelen işgallerle bunu yüzde 78'e çıkarmış bulunuyor. Hukukî açıdan "Filistin sorunu" dediğimizde akla ilk gelen "işgal"dir. Fakat kuşkusuz mesele bundan ibaret de değildir. Filistin sorunu şu beş temel noktada toplanmaktadır:
1) İsrail'in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi. Bunun için işgal ettiği toprakları boşaltıp sahipleri olan Filistinlilere devretmesi gerekir.
2) İsrail, terör, tedhiş, etnik arındırma, sindirme, baskı ve başka yollarla 2,5 milyon Filistinliyi kendi vatanlarından sürmüş, onları sağda solda mülteci kamplarında yaşamaya mecbur etmiştir. Sorunun ikinci ayağı mülteci Filistinlilerin kendi yurtlarına dönmesinin sağlanmasıdır.
3) Üçüncü önemli sorun, İsrail kesintisiz olarak dünyanın her bölgesinde yaşayan Yahudileri İsrail'e getirtmekte ve bunlara Filistinlilerin toprakları üzerinde yerleşim alanları açıp yerleştirmektedir. Yerleşimcilerin sayısı arttıkça ve yerleşim alanları genişledikçe Filistinliler biraz daha toprak kaybına uğramaktadırlar ki, özellikle bugün işgal altındaki Batı Şeria'nın başına gelen budur. Dışarıdan gelen yerleşimciler Filistinlilerin topraklarını işgal etmekle kalmıyorlar, zeytinliklerini, bağ-bahçelerini, evlerini ve mal varlıklarını gasbediyorlar.
4) Sorunun dördüncü ayağı Kudüs'ün statüsü meselesidir. İsrail, açık bir dille Kudüs'ü İsrail'in "ebedî başkenti" ilan etmekle, her üç din için kutsal olan bu tarihî şehri hiç kimse ile paylaşmaya niyetli olmadığını açıklamış bulunmaktadır.
5) Filistin sorununun beşinci ve belki de çözüm ihtimali neredeyse sıfır olan boyutu Mescid-i Aksa konusudur. Yahudiler, her ne pahasına olursa olsun Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etme kararındadırlar. Mabedin inşa edilebilmesi için Mescid-i Aksa'nın yıkılması gerekir. Ne dindar Yahudiler ne Siyonistler bu projeden taviz vermeyi düşünmüyorlar. Sadece uygun zamanı kolluyorlar.
14 Ocak 2009, Çarşamba
Ali Bulaç

14 Ocak 2009 Çarşamba

Türkler,Ermeniler ve kendimiz

Konuk olduğumuz yerlerden biri de Taşnakların merkeziydi. Doldurduğumuz odada, partinin üst sorumlularından olan meslekten bir tarihçi sorularımızı yanıtlamıştı. Doğal olarak sorulardan biri de 'Ermenilere' atfedilen toprak talebi ile ilgiliydi. Taşnak yetkili bu soruya biraz şaşırmış gözüktü. Türkiye'nin Ermenistan'a toprak vermesinin gerçekçilikten uzak bir beklenti olduğunu ima eden bir gülümseme ile eğer bir gün Malatya'da dedesinin babasının oturmuş olduğu evin bir katını satın alıp arada sırada orada oturabilirse kendisi için 'toprak' şartının yerine geleceğini söyledi. Bütün Ermenilerin bu görüşte olduğunu söylemek mümkün olmasa da, en milliyetçi siyasi duruşlardan birini temsil eden Taşnakların resmi sözcüsünün Türkiyeli bir gruba bunu söylemesi, 'Ermenilerin' hangi noktada olduğu hakkında iyi bir fikir vermekte.

Ermeni cemaati için 'toprak', kültürün binlerce yıldan bu yana beslendiği, sınırları belirsiz bir Anadolu parçasına tekabül eder. 'Toprak' kültürü yaşattığı için anlamlı olmuştur. Nitekim Ermeni yerleşimleri epeyce uzun bir süreden bu yana Anadolu üzerinde devlet kurma gibi bir amaç peşinde olmamışlar, bu topraklarda yaşıyor olmanın ve kendini idame ettirmenin yeterli görüldüğü bir anlayış geliştirmişlerdir. Dolayısıyla kadim Ermeni yerleşimlerinin bir yandan Bizans'a imparator ve yönetici verirken, öte yandan da Selçuklu veya Osmanlı yönetimini Bizans'a tercih etmeleri doğal bir durum olarak yaşanmıştır. Çünkü önemli olan adalet ve huzurdur... Sahip olmak ve yönetmek değil. Bu ruh halinin 'Ermenilikle' ilişkisinin olmadığı ise açıktır. Söz konusu bakış, her türlü göçmene bağrını açan ve sürekli kendini yeniden harmanlayıp melezleştiren Anadolu kültürünün genel halini yansıtır.

Bu çok kimlikli kültürde toprağı hak etmek, onun kıymetini bilmekle, onu zenginleştirip paylaşabilmekle ilişkilidir. Yoksa daha fazla kan dökmekle değil... Tam da bu nedenle bugün Ermeni diasporası Türkiye'ye ve Türklere öfkelidir. 'Soykırım' geriliminin nedeni sadece geçmişte yaşananların inkârı değil, onların gözünde 'Türklerin' bugün Anadolu'ya layık olmamasıdır. Sorun kültürel değerleri korumak bir yana, tahrip eden bir devlet siyasetinin sergilenmesi ve bu stratejinin farklılıkların kıymetini bilmeyen bir milli kültürle bütünleştirilmesidir. Bütün Türklerin bu hamurdan olmadığını tabii ki Ermeniler de gayet iyi bilirler. Ama Türkiye halkının kendi fikirsel çeşitliliğini kamusal alana yansıtmamasını, genelde devlet tavrının kabullenildiği şeklinde yorumlarlar.

Tam da bu nedenle birkaç yıl önceki 'Ermeni sempozyumu', Hrant Dink'in cenazesinde sokaklara dökülen yüz binlerce insan ve şimdi gündemde olan özür kampanyası, dünyanın çeşitli yerlerindeki milliyetçi Ermenilerin ezberini bozmakta. Gerçi bazıları 'soykırım' kelimesinin kullanılmamış olmasından hareketle, bu kampanyanın Türkiye'nin resmi tezini desteklediğini bile söyleyebildiler. Ancak gelen tepkiler, çoğunluğun epeyce farklı bir ruh haline geçtiğini ortaya koyuyor.

İç içe geçmiş iki Türk imgesi

Ermeni kimliğini öne çıkaran bu insanlardaki söz konusu yeni algılamayı kavramak üzere önce onların 'Türklere' ilişkin temel varsayımlarına dönmek gerek. Bu değerlendirmeye göre sonunda aynı noktaya varsa da, genel algılamalar açısından iki tür 'Türk' bulunmakta. Bunlardan biri ırkçılığa varan bir tür milliyetçiliğin takipçisi olarak, geçmişte yapılmış olanları her an tekrarlamaya hazır kişileri ifade ediyor. Diğer kategori ise, geçmişi bilen, hatırlayan ama devletten korktuğu için ağzını açmayanlardan oluşuyor.

Ne var ki özür kampanyası gibi eylemler 'Türklerin' hiç de milliyetçi Ermeni algılamasındakine oturmadığını göstermekte. Bu yeni resim 'Türkler' diye bir genelleme yapılamayacağını, dolayısıyla tarihe bakarken de yeknesak bir 'Türk' kimliğinin olmadığını bir kez daha ortaya koyuyor. Öte yandan bu yeni bir tespit de değil... Ama milliyetçi Ermeni siyasetinin unutmuş gözüktüğü bir tespit. Çünkü 1915 kıyımı Ermeni cemaati içinde iki yönlü bir 'Türk' anısı yarattı: Bugün ailesinde 1915'e kurban vermemiş tek bir Anadolulu Ermeni aile bulamazsınız. Ama aynı şekilde aile geçmişinde olumlu bir Müslüman figüre yer vermeyen tek bir Ermeni aile de bulamazsınız. Diğer bir deyişle 1915 Ermeniler için 'öldüren' ve 'kurtaran' Türk imgesini bir araya getirir.

Milliyetçilik Ermenilerin birçoğuna 'kurtaran' Türk'ün unutulmasını zorlasa da, herkes belleğinin bir dip noktasında bu anıları yaşatır... Ayrıca arkada bırakılan kız çocukların hikâyeleri de herkesçe bilinir. Bu ikili imge Ermenilerin pek çoğunda Anadolulu 'Müslüman Türk'ün de kimlik olarak bölünmesiyle kendini gösterir. Söz konusu durumun en ilginç örneklerinden birini, yukarıda bahsettiğim Taşnak ziyareti sırasında yaşamıştık. Grubumuzdan bir arkadaş parti sözcüsüne Müslümanlara nasıl baktığını sormuştu. Cevap aynen şöyleydi: "Bizim Müslümanlarla bir sorunumuz yok... Biz Müslümanları severiz. Bizim karşı olduğumuz şey Türk milliyetçiliği..."

Muhatabımız aslında bu sözüyle Türkiye'deki en temel kimliksel meseleye de dokunmuştu. Çünkü Osmanlı'dan Türkiye'ye geçiş ile Türkiye'nin son dönemi arasında bağlam açısından bir paralellik, ama o bağlamın içeriği açısından bir ayrışma mevcut. Şöyle ki, Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yılları Müslüman kimliğinden bir 'Türk' yaratmanın hikâyesidir. Sonraki dönemde ister istemez karşılaşılan 'demokrasi' bu kimliğin ardındaki kültürel değerleri ön plana çıkarınca, çare 'Türk-İslam sentezinde' aranmıştı. Ama bugün yaşadığımız süreç Müslümanlığın küresel bir anlam kazanmasıyla birlikte yeniden kendi kültürüne sahip çıkması ve Türklükten ayrışmasıdır. Öte yandan bu topraklarda Müslümanlığın 'kültürü' denen şey de sadece dinsel değil, aynı zamanda Anadolu'nun melez birikimine gönderme yapar. Bu nedenle Anadolu zemini üzerine oturtulduğunda dinler arası geçişlilik ne denli doğalsa, Ermenilerin Müslümanlarla ilişkisi de o derece doğaldır.

Bugün 'Ermeni meselesi' denen sorun büyük çapta hurafelerden oluşuyor. Ermenistan'ın toprak talebi gülünç bir önermedir. Toplu tazminat ancak sembolik bir anlam taşıyabilir, çünkü hukuken olanaksız kılınmıştır. Sınırlar ise zaten Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler olma nedeniyle uluslararası garanti altındadır. Geriye bir tek 'soykırım' kalmış gibi gözüküyor... Bunun hiç de küçümsenmeyecek bir talep olduğu açık. Ancak Türkiye kamuoyunun bilmesi gerek ki 'asıl' talep bu değil... Diaspora Ermenileri ile temas ettiğinizde, ezberci siyasetle geçen ilk dakikalardan sonra, bu durumu anlarsınız. 'Asıl' talep geçmişin hatırlanmasıdır. Bu ortak yaşanmışlığın bölünmüş bir bellek üzerinden parçalanmasına karşı çıkılmasıdır. 'Ermenilerin' talepleri kendi yaşadıkları 'felakete' soykırım denip denmemesinden ziyade o 'felaketin' karşısında namuslu ve vicdanlı bir insani duruş sergilenmesidir. Ancak şurası da açık ki, eğer 'Türkler' bu tavrı göstermezse, sadece Ermeniler değil bütün dünya soykırım zorlamasında bulunacaktır.

Bu noktada bu kelimenin de iki farklı alanda işlevsel olduğunu gözden kaçırmamakta yarar var. Bunlardan biri psikolojik... Bu kelime inkârcı yaklaşıma duyulan öfkenin taşıyıcısı olarak karşımıza çıkıyor. Öteki işlev ise hukuksal ve bu alanda fazla bir hareket alanı da bulunmamakta... Çünkü Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ne göre son derece geniş tanımlanmış bir soykırım kavramı var. Öyle ki tek bir kişi öldürülmemiş bile olsa, bir topluluğun kültürel açıdan kendisini yeniden üretmesini engelleyen sistematik bir devlet stratejisinin başka türlü adlandırılması son derece güç. Nitekim günümüzde bile her an yeni soykırımlara şahit oluyoruz. Diğer bir deyişle bu kavramın iyice 'normalleştiği' bir siyasi atmosferin içinde yaşıyoruz.

O halde hep sorulan soruya gelelim: Acaba Türkiye'deki insanlar bundan neredeyse yüz yıl önce olmuş ve farklı bir devlet yapısında yaşanmış olan bir olayla aralarına niçin mesafe koyamıyor? Geçmişi niçin normalleştiremiyor? Düşünün ki Osmanlı'yı bir 'Türk' devleti saymak bile pek mümkün değildir... Çok kimlikli, çok kültürlü, hukuksal ayrışmaları zorunlu kılan ama sosyal alanda her türlü melezleşmeye de imkân veren bir sistem içinde yüzyıllar boyu yaşandı. Nitekim Taşnaklar da dahil olmak üzere, Ermeniler 1914 yılının son günlerine kadar kendilerini Osmanlı saydılar ve epeyce küçük bir militan grup dışında, Osmanlı'nın ihyası durumunda milliyetçi projelerden vazgeçmeye hazırdılar. Bu durumu bizzat Taşnak dergilerinden takip etmek mümkün...

Dolayısıyla soru şudur: Eğer Osmanlı zihniyet olarak çok kimlikliliğe bu denli yatkınsa ve Cumhuriyet de imparatorlukla kültürel bir kopuşu bu denli önemsemekteyse, hâlâ İttihatçı kimlik stratejisinden kurtulamamanın açıklaması nedir? Tarihe serinkanlı bir bakış bize bu sorunun yanıtını açıklıkla verir. Mesele kültürel kopuşu böylesine zorlayan yeni rejimin gerçekte İttihatçı yönetimle siyasi ve ideolojik bir süreklilik içinde olmasıdır. Ermeni kıyımında rol almış olan insanların bir bölümü Cumhuriyet döneminde bürokrat, siyasetçi veya ideolog olarak devletin içinde yer almaya devam etmiştir. Cumhuriyet'in azınlıklara karşı siyaseti ise hiçbir değişiklik olmadan İttihatçı zihniyeti sürdürmüştür. Dahası yeni rejim İttihatçıların alt kadrolarını istihdam etmiş, onları korumuş, günümüzde 'devlet içinde devlet' intibaı veren bir kadrolaşmanın zeminini hazırlamıştır.

Birbirini besleyen milliyetçilikler

Ancak mesele sadece suçlunun gizlenmesi veya benimsenmesi meselesi değil... Cumhuriyet aynı zamanda 'temiz' bir tarih yaratmanın, bu tarihten hareketle kimlik üretmenin ve söz konusu kimlik etrafında devlete itaatkâr bir toplum inşa etmenin de çerçevesini oluşturdu. 'Türk' kimliği bugün hâlâ esas olarak topluma değil, devlete ait bir kimlik... O nedenle devlet her fırsatta bu kimliği güçlendirmek için çaba sarf ediyor. Toplum ise devleti yitirdiğinde kimliğini de kaybedeceğini sanarak, 'millileşen' her konuda devletin yanında yer alıyor. Vatandaşlığın tanımı bile buna göre şekilleniyor... Nitekim devletin istediği gibi düşünen, onun istediği gibi konuşanlara vatandaş, diğerlerine vatan haini muamelesi yapılabiliyor.

Bu sürekli inşa halinin en kritik noktalarından biri ise 'Ermeni meselesi'... Çünkü bu konu devletin üretmiş olduğu geçmişin gerçekliğe tekabül etmediğini ortaya koyan bir döneme gönderme yapmakta. Bu nedenle söz konusu mesele Türkiye'de devletçi siyasetin meşruiyetini sorguya açıyor. Devlet ise bunu engellemeye çalıştığı ölçüde, Ermeni kimliğini Türklüğün anti tezi gibi sunuyor. Aynen Ermeni milliyetçilerin Türklüğü kullanması gibi... Öyle ki bugün her iki taraftaki milliyetçiler için de ötekinin kimliğinin 'dışlanması', kendi kimliklerini oluşturma sürecinin ayrılmaz parçası haline gelmiş durumda. Oysa bu toprakların artık 'kendisini' hatırlamaya ihtiyacı var. 'Kendisinin' ne denli melez, karışık, iç içe ve zengin olduğunu fark edip, bunun keyfini çıkarmaya ihtiyacı var. Milliyetçilik hiçbir toplumun kendini sakınamadığı bir hastalanma hali... Ama bu topraklarda sıradan bir hastalıktan öte, kişiyi insanlığından çıkaran, toplumun dokusunu bozan bir yozlaşma. İyileşmenin yolu tarih üretmekten değil, geçmişi hatırlamaktan geçiyor. Çünkü 'kendimiz' o unutulmuş, unutturulmuş geçmişin içindeyiz hâlâ...

Etyen Mahcupyan

Ordunun Ergenekon’u tasfiye çabası

Kazdıkça çıkıyor.

Kazdıkça çıkanlar bile kızartmıyor bazılarının yüzünü.

Deniz Baykal son aylardaki başlıca meşgalesi olan Ergenekon avukatlığını, partisinin Meclis grubunda yüzü hiç kızarmadan sürdürürken, bir gözümle televizyonda onu izliyorum, bir gözüm bilgisayar ekranında...

O Meclis grubuna üye bir milletvekilinden gelen elektronik postayı okuyorum.

Geçen cuma bu sütunlarda yayımlanan “Ergenekon’un avukatlığından utanan CHP’lilere” başlıklı yazıma değiniyor:

“Suikast listeleri çıkıyor... Sivas’ta katliam hazırlığı yapıldığı bilgisi çıkıyor... Toprağın altından lav silahı, el bombası çıkıyor. Kazdıkça bu memleketi, faili meçhullerin karanlığına mahkûm edenlerin foyası ortaya çıkıyor. Bütün bunlar olurken, sayın genel başkanımız ‘Ben bu davaya inanmıyorum’ diyor. Baykal’ın Ergenekon’un avukatlığını yapmasından utanan CHP’liler olduğunu yazmışsınız. Onlardan biri de benim.”

* * *

Bir CHP milletvekilinin, hem de sadece siyaseti değil, orduyu da içinden bilen bir CHP milletvekilinin bu samimi feryadı bir gazeteciyle paylaşmasını, henüz kamuoyu önünde, kendi ismiyle, yüksek sesle feryat etme noktasına gelmemiş bile olsa, önemsiyorum.

Bazı kurumlarda, sahneyi Ergenekon’un avukatlığını üst perdeden sürdüren siyasetçilerin, hukukçuların, kalemşorların kapmış olması, o kurumların içinden yükselen sessiz feryada sağır kılmamalı bizi.

En “Ergenekoncu” gözüken genel başkanın partisinde, en “Ergenekoncu” gözüken yargı kurumlarının bünyesinde, en “Ergenekoncu” görünen genel yayın yönetmenlerinin gazetelerinde darbelerin, suikastların, bu memleketi kaosa sürükleme planlarının Ergenekon soruşturması aracılığıyla deşifre edilmesinden memnun olanlar da var zira.

Dahası ve çok daha önemlisi, Ergenekon’un Türk Silahlı Kuvvetleri içinden sökülüp atılması gerektiğine inanmış ordu mensupları var.

Türkiye’nin darbelerle, faili meçhullerle belirlenmiş makûs talihinin artık değişebileceği umudu da bence asıl buradan besleniyor.

* * *

İhsan Dağı dünkü Zaman’da “Rus yanlısı darbe ve Ergenekon” başlıklı bir makale yazdı.

Batı’nın ve Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki Ergenekon karşıtlarının sürece bakışını mükemmel anlatan bu makaleden bazı satırları birlikte okuyalım:

“Amacı dışına çıkan ve ‘Rusçu’ bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio’su artık korunup kollanmıyor... Böyle bir ülkede, elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı ‘Rusçu’ bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınır mı?.. Üstelik bu klik, sadece ordu içinde yükselmeye değil, Özden Örnek günlüklerinden anlaşıldığı gibi fiili bir darbeyle yönetime el koymaya çalışmış. Ama başaramamışlar; ‘Rusçu’ bir darbeye izin verilmemiş!”

İhsan Dağı, yaptığı analizin yol açabileceği kestirmeci yorumları da öngörerek devam ediyor:

“Bunlardan, Ergenekon soruşturmasında ABD/NATO parmağı olduğu sonucu çıkmaz. Tasfiyeyi yargı yapıyor; ama dikkat; tasfiye edilen Ergenekon resmî bir kurumun uzantısı. Dolayısıyla da bu örgütün arkaplanında bulunan güçlerin tasfiye işlemine yönelik tutumu önemli. Nedir bu tutum? Sessizlik; ordunun ve ordu üzerinden ABD/NATO’nun sessizliği.”

Peki, ordunun kurmay kademesi, Ergenekon’un tasfiyesine niye “sessiz” kalıyor?

Cevabı yine İhsan Dağı’dan aktarıyorum:

“TSK üst yönetimi bu soruşturmalara izin vererek kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalışıyor. Bir yandan da ‘Ankara trafiği’ne çıkarak ordu içinde hâlâ vurucu bir güç olan bu grubu yumuşatmaya çalışıyor.”

* * *

On üç yıl Washington’da gazetecilik yaptım.

Bu yıllar bana, ABD’nin Türk ordusuyla arasındaki ilişkinin kalıcı biçimde yıpranmasını asla istemeyeceğini öğretti.

Bununla beraber, Amerikan siyasetinin ve ordusunun Türkiye’yi iyi tanıyan mensuplarının, TSK’nın Soğuk Savaş sonrasındaki performansına kuşkuyla baktıklarına da birçok kez tanık oldum.

Türk ordusunun Washington’da, “gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya’nın etki alanına giren, Avrupa Birliği sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs’ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye’nin küreselleşmeyle uyumlu toplumsal değişiminden de, giderek Türkiye toplumundan da kopuk” bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözlemledim.

* * *

Yukarıda aktardığım gözlemin yol açabileceği kestirmeci yorumların farkındayım.

Ama bu gözlemden, Ergenekon soruşturmasında ABD parmağı olduğu sonucu çıkmaz.

Doğru teşhis, İhsan Dağı’nın da yazdığı gibi, TSK’nın üst kademesinin Ergenekon soruşturmasına engel olmayarak kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalıştığıdır.

Doğru ama eksik bir teşhis bu...

Ergenekon soruşturmasına izin vererek bu kanlı, karanlık örgütü kendi bünyesinden söküp atmaya çalışması, TSK’nın Batı’yla ilişkisinin sıhhati açısından “elzem” hale geldi; buna inanıyorum.

Ama ötesi de var...

TSK’nın sadece Batı gözündeki değil, toplum nezdindeki imajını düzeltmesinin yolu da Ergenekon’un tasfiyesinden geçiyor.

Suikastlardan darbelere... adaletin önünde olmasa da, bu memleketin vicdanında çoktan mahkûm edilmiş suçların gölgesinden kendisini kurtarmayan bir ordu, artık bu milletin sinesinde rahat edemeyecek.

Bunu iyi bilen TSK mensupları var ve onların “sessizliği” anlamlı.

Yasemin Çongar

Sağımız solumuz Ergenekon

Sabah evden erken çıktığım için Taraf'a da göz atamamıştım. İş yerine varıp internete girdiğimde bir haber sitesinde Etyen'in yazısı çıktı karşıma. “Ermeniler, Türkler, kendimiz” başlıklı güzel bir yazı.

Etyen, uzun uzun, ince ince analız ediyor malum ruh halini. Ermenilere atfedilen “toprak talebi”ni nasıl anlamak gerekir, Ermeni cemaati için “toprak” neye tekabül ediyor; “her türlü göçmene bağrını açan ve sürekli kendini yeniden harmanlayan Anadolu kültürü” çerçevesinde bu ne anlama geliyor; “İç içe geçmiş iki Türk imgesi” nasıl bir şeydir; “inkârcı yaklaşıma duyulan öfke” nasıl analiz edilmelidir; “birbirini besleyen milliyetçilikler” sorunu konuyu anlamamızda nasıl merkezi bir role sahip; “milliyetçilik” niçin “hiçbir toplumun kendini sakınamadığı bir hastalanma hali”…

Dedim ya, Etyen'in son dönemlerde yazdığı en iyi yazılardan birisi ile karşı karşıyayız.

Yazıyı okuyunca “Yarınki yazım bu yazının şerhi olsun bari” dedim içimden.

Tam o sırada haber sitesinde yazının altına düşülen “Yorumlar”a takıldı gözüm.

Olay sabah erken saatlerde gerçekleştiğinden altta sadece iki yorum yer alıyordu. (Sonradan bollaşmıştır muhakkak!)

Yorumlardan birisinin başlığı: “sayın yazar demek gelmiyor içimden” şeklindeydi. Altını okumadım tahmin ettiğiniz gibi.

İkincisi “Öylemi Sayın Mahçupyan peki” başlığını taşıyordu. “Peki”den sonra nelerin sökün edeceği besbelli olduğu için onu da geçtim.

Sonra da, “Türkiye'ye küsüp” yazıya şerh düşmekten vazgeçtim. Aynı zamanda üzülerek tabii ki; Ergenekon denilen “ahtapot” nasıl da yaygın-paylaşılan bir şey böyle… Son derece güzel bir yazı bir şey anlatamıyorsa, benim şerhimin ne kıymeti olabilirdi ki?

Söylemişlerdi ama bakmayı unutmuştum. Sakarya Üniversitesi'nde “Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi” adıyla vaftiz edilen bir enstitü varmış. “Yorumlar”dan kaynaklanan bir çağrışımla açtım siteyi bu sefer. “Merkez”in “biz kimiz” çerçevesinde sitesine koyduğu iki satır açıklamada şöyle deniyor: “…özellikle bazı çevrelerce gündeme getirilen sözde soykırım hakkında araştırma yapmak…”

“Yahu bu ne acelecilik böyle” dedim içimden. “Daha ilk günden 'sözde' dediğinize göre, Merkez'i kapatabilirsiniz artık.” Bu nasıl bir “Araştırma Merkezi” böyle…

Dedim ya, Ergenekon denilen “ahtapot” nasıl da yaygın-paylaşılan bir şey böyle…

“Merkez”e ulaşmışken “Arabozucu Kampanyaya Tepkiler” başlıklı “araştırma”ya da şöyle bir göz attım. Aktarıyorum: “Ankara, Erzurum, Malatya,Tokat, Kayseri, Eskişehir, Çankırı, Erzincan, Sakarya, Hacettepe Üniversitesi Senatosu'ndan yapılan açıklamada 'Ermenilerden Özür Dileme” kampanyası ile ilgili, geçmişte yaşanan ve tarihe mal olan olayların belirli bir sebep-sonuç ilişkisi içinde ve tarih metodolojisi ile değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.”

Görüyorsunuz, çok hoş bir metin bu. “Tarihe mal olmuş olaylar”, ”sebep-sonuç ilişkisi”, “tarih metodolojisi” filan, ne güzel terminoloji bu böyle…

Ergenokon'u küçümsemenin niçin yanlış olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

Sonra bir gazete haberine ilişti gözüm. Bir dönem Yeditepe Üniversitesinde görev almış bir öğretim üyesi, Bedrettin Dalan'ın yakın çevresinin “aleviler”den oluştuğuna dikkat çekmiş. Eksik olmasın, gazete de bizim dikkatimizi çekiyor.

Ergenekon'un kollarının nerelere uzandığından söz ediyordum ya…

İnsan Hakları Derneği eski İstanbul Başkanı avukat Eren Keskin, Eşkişehir Osmangazi Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanı hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Hani şu artık “sebep-sonuç ilişkisi” ve “tarih metodoloji” çerçevesinde anlaşılması gereken ünlü pankartlara ilişkin. “Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez” / “Köpeklere Giriş Serbesttir” pankartları yani.

Düşünebiliyor musunuz; Türkiye bu asırda bunu da görebildi.

Federasyon Başkanı ve (herhalde) federasyon yöneticileri boyunlarında geleneksel eşarplar ve ellerinde söz konusu pankartlarla kamera karşısına geçmişler.

Bana göre de (herhalde size göre de) yukarıda tasvir ettiğim bu sahne Anayasa ve Ceza Yasası'nın “ırkçılıkla mücadele”ye ilişkin maddeleri çerçevesinde işlem görmelidir. TCK'nın “Ayırımcılık” başlıklı 122. maddesi “kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım yaparak..” diye başlamıyor mu? Anayasa'nın 10. maddesi “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” demiyor mu?

Demek ki, pek çok yerde olduğu gibi Osmangazi'de de karşımıza çıkan bu tutum, eğer Anayasa ve ceza yasasının bir değeri ve gücü var ise, ilgili makamların “tebessümü” ile karşılanmayıp hak ettiği yasal soruşturmayı geçirmelidir. Dünyada herkesin “ırkçı” ama sadece bizim son derece “hoşgörülü” olduğumuzu bir kere daha tekrar etmenin sırası değildir.

Radikal'de bir dönem yayımlanan (ve niçin son verildiğine hâlâ bir anlam veremediğimiz) yazılarını “hasretle” hatırladığımız Turgut Tarhanlı'nın “ırkçılıkla mücadele”ye ilişkin şu tespiti ne kadar yerindeydi: “Belki bazılarına ilginç gelebilir, ama çocuk pornografisi ve ırkçı, ayrımcı medyayla mücadele etmek arasında, kategorik olarak hiçbir fark bulunmuyor.”

İşte böyle… Ergenekon denince durmak lazım; çünkü sağımız solumuz Ergenekon.

Kürşat BUMİN 14/01/2009

Bu savcı çok olmaya başladı

Eski Başsavcı Sabih Kanadoğlu gazetecilere açıklama yapıyor, onurunun zedelendiğini filan söylüyor, arkasında bizim Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu ‘hazır kıta’ ve ‘sapasağlam’ bekliyor...

Hangi sıfatla orada bulunuyor?

Kanadoğlu’nun yakını, akrabası, iş ortağı filan mı?

Olay ne?

Devletin kolluk güçleri, yargı kararıyla, bir evde arama yapmış.

Doğrudur, yanlıştır...

Sonuçta bir yargı kararıdır.

Realize olacaktır.

Peki, yargı kararının icra edildiği evde Ömer Faruk Bey’in işi ne?

Devlete yardımcı mı oluyor?

Hayır.

İcra yetkisini mi kullanıyor?

Hayır.

Polise vaziyet mi ediyor?

Hayır.

Hiçbir yetkisi ve sıfatı yok. Sadece ‘protestocu’ kadrosundan orada bulunuyor.

Devleti ve yargı kararlarını protesto eden bir Cumhuriyet Savcısı...

Düşünebiliyor musunuz?

İnsan düşünmek bile istemiyor.

İşin daha da vahim tarafı şu:

Bu savcı halen görev başında... Üst yargı kurumlarından birinde çalışıyor.

Hani, ‘Ergenekon davası’ sonuçlandığında ‘temyiz’ makamı olarak devreye sokulacak kurumun, yani Yargıtay’ın sıralamada ‘ikinci’ gelen savcısı...

Bu savcı, çürük raporu tartışmalarıyla gündeme gelmişti...

Hatırlayacaksınız...

Bir süre, aldığı çürük raporunun ‘sağlamlığına’ kamuoyunu inandırmaya çalıştı. Çünkü, raporda bazı muğlak hususlar vardı ve ‘evrakta sahtecilik’ şüphesi uyandırıyordu.

Ben ‘müddei’nin yalancısıyım...

Mesela, 17 yaşında bilmem ne ameliyatı olmuş, 20 yaşında olmuş gibi göstermiş... 1984 yılında hastaneye yatmış, 1988 yılında ‘taburcu olmuş gibi’ göstermiş... Rapor için heyet heyet dolaşması gerekiyorken, dolaşmamış. Bir doktorun verdiği raporla yetinilmiş.

Böyle şeyler...

Uzun incelemeler sonucunda, ‘çürük raporu’nun sağlam olmadığına karar verildi.

Eminağaoğlu ne yaptı?

Gitti, ‘daha sağlam’ bir çürük raporu aldı ve çok sevdiği askerlik görevinden kurtuldu.

Savcımız, aynı zamanda, ‘illegal’ olduğu yönünde spekülasyonlar bulunan meslek örgütü YARSAV’ın başkanı.

Bir kamu görevlisi olan Eminağaoğlu ‘YARSAV Başkanı’ sıfatıyla sık sık kamuoyu önüne çıkıyor... Açıklamalar yapıyor, demeçler veriyor, Cumhuriyet gazetesine birbirinden önemli makaleler yazıyor.

Bir gün Cumhurbaşkanı Gül’e çakıyor...

Bir gün Başbakan Erdoğan’a...

Ertesi gün hükümete...

Bir sonraki gün Meclis’e...

Bir sonraki gün demokratik parlamenter sisteme...

Kamu görevlisi değil, adeta muhalefet partisi sözcüsü.

Deniz Baykal bile bu kadar faal ve etkili değil.

Kolluk kuvvetlerinin eski Başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun evinde yaptığı aramayı ise, ‘hukukun üstünlüğüne saldırı’ olarak yorumlamıştı.

Bir yargı adamı olan ve yargının tasarruflarını sahiplenmesi gereken Eminağaoğlu, bizatihi yargı kararı olan sıradan bir ev aramasını ‘saldırı’ olarak yorumluyor.

Düşünebiliyor musunuz?

Fazla düşünmeyin...

Neyse gereğini yapın...

Hükümet mi olur, Adalet Bakanı mı olur, HSYK mı olur...

Birileri devreye girmeli ve gereğini yapmalı...

Bu savcı çok olmaya başladı çünkü...

Ahmet KEKEÇ – Star 14/01/2009

Krizde ihracat düştü ama ihracatçı kâr etmeye başladı

TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi, artık krizi konuşmak yerine sonrasına hazırlık yapılması gerektiğini belirterek, 'Krizin etkileri de oldu. Bir miktar kurlar yerine geldi ve bizim rekabet gücümüz arttı. İhracat rakamımız düşse bile ihracatçı firmalar kâr elde eder hale geldi' diyor.

Geçenlerde Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi ile krizin ihracata etkisi üzerine sohbet ediyoruz... Sohbetin detaylarına girmeden önce, birkaç veriyi sizlerle paylaşayım ki, tabloyu net bir şekilde görelim.
Her ne kadar geçen yılın aralık ayı sonu itibariyle ihracatta yüzde 25 civarında düşüş gözükse de yılın tamamına baktığımızda yüzde 21'e yakın bir artış göze çarpıyor. İhracatçılar ise 2009 yılında ihracatta yüzde 17 gibi bir daralma bekliyor.
Bu da; Amerika ve Avrupa'da beklenen büyümenin negatif olması, ihracat yaptığımız pazarlarda daralma olacağını, dolayısıyla da krizin ihracatı yakından etkileyeceğini gösteriyor. Tabi bu etki sadece pazar daralmasından kaynaklanmıyor. Petrol fiyatlarındaki düşüşün emtia fiyatlarına yansıması ve dolar/euro paritesi de bu etkide rol oynuyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, bu çerçevede 2009'da durum daha vahim boyut alacak. Hele ki, global krizin Türkiye'yi asıl nisan-mayıs aylarında daha da derin etkileyeceği beklendiğine göre...
İşte işin ilginç tarafı da burada. Çünkü ihracatçılarımız, Amerika ve Avrupa pazarından doğan açığı kapatmanın yollarını başka pazarlara yoğunlaşarak bulmaya başlamışlar bile.

Açığı yeni pazarlar kapatacak
Yine konuyu rakamlarla anlatalım. 2007 yılında AB'ye yaptığımız ihracat 60.2 milyar dolar ve ihracatın toplamdan aldığı pay yüzde 57 iken, 2008 yılına geldiğimizde bu rakam 63.2 milyara çıkıyor ama toplamdan aldığı pay yüzde 49.5'e düşüyor. Bu da ihracatın başka bölgelere kaydığının ispatı.
Mesela Ortadoğu'ya yaptığımız ihracat 2007 yılında 7.2 milyar dolar ve toplam içindeki payı yüzde 6.88 iken; 2008'de ihracat 14.6 milyar dolara, toplam içindeki pay da yüzde 11.47'ye yükseliyor.
Aynı şekilde Afrika'ya 2007 yılında 5.3 milyar dolar ihracat gerçekleştirmişiz. Toplam içindeki payı da yüzde 5 olmuş. 2008 yılında ise ihracat 7.8 milyara çıkmış.
Sizleri daha fazla rakama boğmak istemiyorum. Ama Bahreyn, Şili, Estonya, Birleşik Arap Emirlikleri'nde de durum aynı. Yani, bunlar ihracatçılarımızın bulduğu yeni pazarlar ve bu pazarlara yapılan ihracat da ciddi artışlar görülüyor.

Artık krizi konuşmayalım
Bu noktada gelelim Mehmet Büyükekşi ile sohbetimize. Nitekim Büyükekşi, 2009 yılında Türkiye'nin ihracatını bu yeni pazarların kurtaracağını söylüyor. Hatta bir adım ileri giderek, "Evet, biz küçülmeyi bekliyoruz ama onu da zaman gösterecek" diyor.
Bu tezini de şöyle destekliyor: "Dünya Bankası'nın 2009 büyüme tahminlerine baktığımızda Avrupa ülkelerinde küçülme beklenirken, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yüzde 3 ila 8 arasında büyüme bekleniyor. 2001 yılında da kriz yaşamıştık ve hepimiz ne yapacağımız şaşırmıştık. O dönem ihracatımız 25 milyar dolardı. Şu anda 130 milyar doları aştı. O zaman 8 sektörümüz 1 milyar dolar ihracat yapıyordu, şimdi 19 sektörümüz yapıyor. Yine o dönemler 5 ülkeye ihracat yapılıyordu, şimdi 28 ülkeye."
Sohbetimiz sırasında Mehmet Büyükekşi, şu anki krizi artık konuşmanın çok fazla yararı olmadığına da değiniyor. "Kriz 2009 yılında ihracatı sekteye uğratabilir. Hatta 2010 yılında da belki dünyadaki ticaretin gelişimine göre sıkıntı olabilir" diyor ve ekliyor: "Ama bizim sıkıntı bittiğinde hazır olmamız, hazırlık yapmamız lazım."

Rekabet gücümüz arttı
Bu noktada Büyükekşiye şunu soruyorum: "Türkiye'de irili-ufaklı birçok ihracat yapan şirket var. Özellikle son yıllarda neredeyse herkes ihracatçılığa soyunmuştu. Bu kriz bir anlamda sektörde konsolidasyon açısından iyi oldu diyebilir miyiz?"
TİM Başkanı, "Hiçbir firmamız için iyi oldu diyemeyiz" şeklinde başlıyor anlatmaya ve krizin olumlu etkilerini şöyle sıralıyor: "Türkiye'de zaten aşırı değerli TL politikası vardı. Şimdi bir miktar kurlar yerine geldi ve bizim rekabet gücümüz arttı. İhracat rakamımız düşse bile ihracatçı firmalar kâr elde eder hale geldi. İkincisi de; bu firmalarımızın ayakta kalabilmesi için Eximbank kaynaklarının artırılıp, bir an önce finansal yapılarının düzeltilip bu kriz döneminde bundan sonraki problemlere karşı yenilik yapan, Ar-Ge'ye önem veren firmalar haline gelmesi bizim için çok önemli. Bunlar olursa biz bu krizden daha güçlü çıkabiliriz."
Mehmet Büyükekşi ile sohbetimizden çıkardığım sonuç, ihracatçıların 2009'dan çok fazla endişe etmediği. Aslında bir anlamda 'ölüyoruz, bitiyoruz' edebiyatı yapmak yerine moralli olmaya çalışıyorlar dersem sanırım daha doğru olur.
Son olarak Mehmet Büyükekşi'nin konuşmamızda ortaya attığı bir iddiayı da sizlerle paylaşayım: "Uzun dönemde ihracat hedefimiz belirledik. Cumhuriyetimizin 100. yılında 500 milyar dolarlık ihracat hedefimiz var. Bunu da gerçekleştireceğiz."

Noyan Doğan

YARSAV Soruları

YARGITAY Başkanı Sayın Hasan Gerçeker Ergenekon soruşturması hakkında sorumlu ve özenli bir dil kullanıyor, tartışmalarda taraf olmaktan dikkatle sakınıyor. Doğru bir hukuk ilkesini ifade etmekle yetiniyor:
“Yargılama devam ediyor. Bizim bu aşamada bir şey söylememiz yanlış olur! Hukuk her şeyi kendi içinde halleder.”
Yargı mensuplarına yakışan budur; vakur ve adalet mesleğine uygun bir duruştur.
Gerçeker devam ediyor:
“Soruşturma sonuçta Yargıtay’a gelecek. Yargıtay’ın bu konuda görüş belirtmesi yanlış anlamalara sebep olur...”
Gazeteciler haklı olarak YARSAV’ın açıklamalarını sorduğunda Yargıtay Başkanı şu cevabı veriyor:
“YARSAV dernek. Ama Yargıtay adli yargının en tepesindeki kurum!..”
Yargıtay Başkanı’nın bütün bu söylediklerine tüm kalbimle ve zihnimle katılıyorum.
Ama aklıma takılan sorular da yok değil...

Merak ediyorum
Madem “YARSAV dernek”tir, buna karşılık “Yargıtay adli yargının en tepesindeki kurum”dur, öyleyse bir dernek kendi özel görüşlerini nasıl olur da Yargıtay binasında açıklayabilir?!
Yargıtay’ın kurumsal olarak “konuşmama” özeni gösterdiği bir adli konuda, bir derneğin görüşlerini Yargıtay binasında ilan etmesi “yanlış anlamalara sebep” olmaz mı?!
YARSAV Başkanı Sayın Emin Ağaoğlu, bir Yargıtay savcısıdır; emekli falan değildir, kamu görevi devam ediyor. Ağaoğlu’nun ateş püsküren basın toplantısında onu coşkuyla alkışlayanlar da Yargıtay’ın bazı üyeleridir!
Merak ediyorum; hangi tavır doğru?
Adli soruşturma hakkında Yargıtay’ın “konuşmama” kararı mı?.. Yoksa YARSAV’lı Yargıtay mensuplarının öfkeli, gösterili basın toplantısı yaparak görüşlerini ilan etmeleri mi?!
Evet, merak ediyorum, hangisi doğru?
Sayın Yargıtay Başkanı’nın tavrı benim yargıya güven ve yargıya saygı duygularımı güçlendirmiştir. Ama YARSAV’ın Yargıtay’da basın toplantısı yaparak tartışmalarda keskin ‘taraf’ haline gelmiş olması beni kaygılandırmıştır: YARSAV Başkanı’nın öfkesi ve onu alkışlayan yargıçların keskin tavrı, yarın önlerine gelecek herhangi bir dosyaya bakışlarını etkiler mi? Etkilemez mi?
Bilmediğim için kaygılıyım zaten.
Sayın Başkan Gerçeker ve Yargıtay’ın sayın üyeleri, ne dersiniz, kaygılanmakta haksız mıyım?

İzin alındı mı?
Yargıtay Başkanı “Bu aşamada bir şey söylememiz yanlış olur” dediği halde YARSAV nasıl oluyor da öfkeli, gösterili basın toplantısını Yargıtay binasında yapıyor?
Yargıtay Başkanı’ndan izin alarak mı?
İzin aldıysa Sayın Başkan’ın sözlerine ne diyeceğiz?
Yoksa YARSAV, Yargıtay Başkanı’ndan izin bile almadan mı Yargıtay binasını kullandı?! Eğer böyle ise, en azından, bu nezaketsizliği yaptırtan öfke adalet adına kaygı verici değil midir?
Sayın Başkan Gerçeker... Ben ömrüm boyunca “yargının tarafsızlığını” savundum; o yazılarım daha çok kavramların felsefi anlamlarıyla ilgiliydi... Şimdi bambaşka bir endişe hissetmeye başladım: 1970’lerde polis teşkilatında yaşanmış vahim POL-DER ve POL-BİR kutuplaşmasına benzer bir kutuplaşma mı oluşacak yargıda?!
Kestiği parmağın acımaması gereken adalet bunu kaldırabilir mi?!
Bu sorumu, adalet dağıtan bütün vicdanlara soruyorum.

Taha Akyol

13 Ocak 2009 Salı

Acemiler için Ergenekon

Özel harekâtçı İbrahim Şahin'in tutuklanmasıyla birlikte Susurluk da gündeme girdi. Susurluk neydi, Ergenekon nedir? Bildiklerimizi temize çekmeye çalışalım:
Ergenekon'u 3 safhaya ayırabiliriz:
1) Solcuların 1970'lerde Kontrgerilla adını verdiği örgütlenme Ergenekon'un birinci aşamasıydı. NATO vasıtasıyla ABD tarafından kurulmuştu.
"Amacımız Sovyet işgaline karşı yeraltı mücadelesi yapmak" denmişti ama asıl hedef Avrupa ülkelerinde ve bu arada Türkiye'de, sol kesimi ezmek ya da en azından etkisiz kılmaktı.
1977'deki 1 Mayıs katliamı ve CHP Başkanı Ecevit'e suikast ile Anadolu'da Alevi-Sünni çatışması çıkarma çabası, Ergenekon1'in eylemleriydi.
Ergenekon1'in ideolojisi, ABD-Batı yanlısı bir milliyetçilik ve keskin bir komünizm karşıtlığıydı.

2) Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasıyla, kısaca Gladio dediğimiz bu yapılanmaya son verildi. Yani ABD ve NATO ellerini bu örgütlerden çekti. Birçok ülkede yeraltı orduları tasfiye edildi.
Türkiye'de ise aynı tarihlerde Kürt sorunu ve PKK vardı. Silahlı Kuvvetler'in denetimindeki Ergenekon1 örgütlenmesi tasfiye edilmeyerek, Güneydoğu sorununa karşı kullanıldı. İşin içine polisler, siyasetçiler, aşiretçiler, mafyacılar da dahil edildi.
Artık Ergenekon2 aşamasına geçilmişti.
PKK'ya yardım ettikleri gerekçesiyle Kürt işadamları yargısız infazla öldürüldü. Onların yönettiği uyuşturucu trafiğinin bir bölümüne Ergenekon2'ciler hâkim oldu.
Ergenekon2'nin varlığını kamuoyu Kasım 1996'daki Susurluk kazası ile öğrendi. Polis, siyasetçi-aşiretçi ve mafyacı aynı otomobildeydi!
Ergenekon2'ye, Susurluk adını verdik.
Susurluk ideoloji olarak ulusçu ve şovendi. Komünizm karşılığının yerini artık Kürt karşıtlığı almıştı. Demokrasi ve insan hakları ile dalga geçiliyordu.
İttihatçılık hortlamıştı.
Kanun dışı operasyonlar, Cumhurbaşkanı Demirel'in "Devlet bazen rutin dışına çıkar" ve Başbakan Çiller'in "Bu vatan için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir" sözleriyle meşrulaştırıldı.

3) PKK'nın başı Abdullah Öcalan'ın 1999'da Türkiye'ye teslim edilmesiyle birlikte Ergenekon2'nin işlevi hemen hemen bitmişti.
Fakat elde gıllıgışlı işlere meraklı bir kadro ve eskiden kalma silahlar vardı.
1999'dan sonra yeniden yapılanmaya gidildi. 2002'de AKP'nin iktidar olmasıyla Ergenekon3 harekete geçti.
Bu son Ergenekon'un ideolojisi Kemalizm artı Avrasyacılıktı. Yani: ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığı, laikçilik, ulusalcılık, küreselleşme düşmanlığı, Rusya-Çin eksenine sempati, vb.
Ergenekon3'ün en önemli özelliği kadro çeşitlenmesi oldu. AKP karşıtlığı temelinde bir siyasi hareket örgütlendi.
Yapılanmaya işadamları, üniversite öğretim üyeleri, medyacılar, solcular da dahil edildi.
Bu arada AB süreci ve küreselleşme, TSK'de fay hatları oluşturmuştu.
Ergenekon1 (Kontrgerilla) ve Ergenekon2 (Susurluk) devletin (ki merkezi ordudur!) tam denetimindeydi.
Ergenekon3 ise eski ekol emekli generallerin ve TSK'nin bir kısmının (darbe heveslisi otoriter zihniyetin) uzantısı oldu. Hem mutabakat sağlanamadığı, hem de ABD ve AB karşı olduğu için darbe yapılamadı.
Ve geldik 10 puanlık soruya:
Tamam mı devam mı?

Emre Aköz

Neden Hamas?

İsrail'in son Gazze katliamıyla ilgili önemli yazılar kaleme alan Hayrettin Karaman Hoca, Yeni Şafak'taki dünkü yazısını şöyle bitiriyordu: "Hamas'ı ortadan kaldırmayı, İsrail'in istediği şartlarda küçük ve uzun vadede yok olmaya mahkûm bir 'sözde Filistin devleti'nin kurulmasını çözüm sayanlar muhatap bile alınmamalıdır."

Kişisel olarak ben de bazı yazarları artık ciddiye almamaya başladım. Çünkü "Hizbullah, İran, Hamas, İsrail.. hepsi teröre başvuruyor"; veya "İsrail katliam yapıyor, ama Hamas da tahrik etti" veya "Hamas, İran'ın bölgedeki enstrümanıdır" veya "İsrail'in yaptıklarına soykırım demeyin, Gazze'yi toplama kampı olarak tanımlamayın" diye yazanlar, ya -iyi niyetle de olsa- İsrail'in psikolojik savaş teknikleri doğrultusunda veya Filistin meselesinin özünden habersiz yazıyorlar veya adalet duygularını kaybetmiş bulunuyorlar.

27 Aralık'ta Hamas 6 ay süren ateşkesi bozmuş değildi. 19 Haziran 2008'de Mısır'ın arabulucuğuyla imzalanan ateşkese göre, İsrail 10 gün içinde kapıları açacak, Gazze üzerindeki ablukayı kaldıracaktı. İsrail buna uymadığı gibi 6 aylık süre içinde tam 132 saldırı düzenledi, 22 Filistinliyi öldürdü. Arada Gazze'den İsrail tarafına füze atıldı, ama atanlar Hamaslılar değildi, anlaşmaya taraf olmayan İslami Cihad grubundan kimselerdi. Hamas, bunları tutukladı. Hamas, Gazze'de hayat çekilemez noktaya geldiği halde, sırf uluslararası kamuoyu nezdinde anlaşmaya sadık kaldığını göstermek için sabretti. Fakat zaten İsrail saldırıya çoktandır hazırlanıyordu. Ordu sözcüsü Avi Benayahu "1,5 yıldır askerlerimiz Negev Çölü'nde saldırının tatbikatını yapıyordu." açıklamasını yaptı.

Raşid el Gannuşi, İsrail'in karşısında Filistinlilerin iki seçeneği olduğunu söylüyor: Ya açlık ve yoksunluğa mahkum olmuş olarak zillet içinde ölmeyi kabul edecekler veya şerefleriyle direnip ölecekler. El Fetih ve Arap rejimleri, çoktandır birinci seçeneği kabul etmiş bulunuyorlar, Hamas ikinci yolu tercih ediyor.

Şerefiyle ölmenin İsrail'e getirdiği maliyet, her aşamada biraz daha meşruiyet krizine düşmesi, daha çok saldırganlaşması, sivil ve çocuk katliamı yaptıkça ölümcül kabz haline girip hem kendisini hem destekçisi Amerika ve Batı'yı da büyük bir felakete doğru sürüklemesidir. Hem vicdan ve feraset sahibi Yahudiler hem Carter gibi liderler bunu dillendiriyorlar. Bu yüzden İsrail'in Hamas'a olan kini dinmiyor; çünkü değil el yapımı füze, Filistinli çocuklar ona taş attığında bile daha çok cinnet geçiriyor. Bazı yazarlar 'Kardeşim, üzerine taş atsan da psikolojisinin bozulduğunu biliyorsun, buna rağmen niçin böyle yapıyorsun?' diye Hamas'ı suçluyorlar. Filistinlilere köleliği kabul edin ve ölün diyorlar. Halbuki rahmetli Bediüzzaman, "Üzerine vahşi bir canavarın geldiğini görsen, eline geçirdiğin bir süpürge veya çalı çırpıyı bile ona karşı salla; çünkü bakarsın korkar." der. Ölüm makinesi İsrail ordusu karşısında Hamas'ın füzeleri ve taşları işte bu çalı çırpı türünden şeylerdir, gel gör ki, Bediüzzaman Hazretleri'nin dediği oluyor, canavarın korkudan ruhu derin bir sarsıntı geçiriyor.

Hamas'ın affedilemez "iki suçu daha var". İlki, İran-Hizbullah ve Hamas arasındaki yakınlaşmanın "Ortadoğu'da Sünni-Şii ekseninde yeni çatışma stratejisi" geliştirenlerin fesat planını akamete uğratmasıdır. Arap kamuoyu Filistin için kan ağlarken liderler, Şimon Peres'e "Hamas'ı bitirin" diye ricada bulunuyorlar. İran ve Hizbullah ise Hamas'ın yanında yer almak suretiyle Sünni kamuoyunda itibar kazanıyorlar. Hamas bitirilmedikçe Şii-Sünni savaşı gerçekleşemez.

Ali Bulaç