14 Ocak 2009 Çarşamba

Türkler,Ermeniler ve kendimiz

Konuk olduğumuz yerlerden biri de Taşnakların merkeziydi. Doldurduğumuz odada, partinin üst sorumlularından olan meslekten bir tarihçi sorularımızı yanıtlamıştı. Doğal olarak sorulardan biri de 'Ermenilere' atfedilen toprak talebi ile ilgiliydi. Taşnak yetkili bu soruya biraz şaşırmış gözüktü. Türkiye'nin Ermenistan'a toprak vermesinin gerçekçilikten uzak bir beklenti olduğunu ima eden bir gülümseme ile eğer bir gün Malatya'da dedesinin babasının oturmuş olduğu evin bir katını satın alıp arada sırada orada oturabilirse kendisi için 'toprak' şartının yerine geleceğini söyledi. Bütün Ermenilerin bu görüşte olduğunu söylemek mümkün olmasa da, en milliyetçi siyasi duruşlardan birini temsil eden Taşnakların resmi sözcüsünün Türkiyeli bir gruba bunu söylemesi, 'Ermenilerin' hangi noktada olduğu hakkında iyi bir fikir vermekte.

Ermeni cemaati için 'toprak', kültürün binlerce yıldan bu yana beslendiği, sınırları belirsiz bir Anadolu parçasına tekabül eder. 'Toprak' kültürü yaşattığı için anlamlı olmuştur. Nitekim Ermeni yerleşimleri epeyce uzun bir süreden bu yana Anadolu üzerinde devlet kurma gibi bir amaç peşinde olmamışlar, bu topraklarda yaşıyor olmanın ve kendini idame ettirmenin yeterli görüldüğü bir anlayış geliştirmişlerdir. Dolayısıyla kadim Ermeni yerleşimlerinin bir yandan Bizans'a imparator ve yönetici verirken, öte yandan da Selçuklu veya Osmanlı yönetimini Bizans'a tercih etmeleri doğal bir durum olarak yaşanmıştır. Çünkü önemli olan adalet ve huzurdur... Sahip olmak ve yönetmek değil. Bu ruh halinin 'Ermenilikle' ilişkisinin olmadığı ise açıktır. Söz konusu bakış, her türlü göçmene bağrını açan ve sürekli kendini yeniden harmanlayıp melezleştiren Anadolu kültürünün genel halini yansıtır.

Bu çok kimlikli kültürde toprağı hak etmek, onun kıymetini bilmekle, onu zenginleştirip paylaşabilmekle ilişkilidir. Yoksa daha fazla kan dökmekle değil... Tam da bu nedenle bugün Ermeni diasporası Türkiye'ye ve Türklere öfkelidir. 'Soykırım' geriliminin nedeni sadece geçmişte yaşananların inkârı değil, onların gözünde 'Türklerin' bugün Anadolu'ya layık olmamasıdır. Sorun kültürel değerleri korumak bir yana, tahrip eden bir devlet siyasetinin sergilenmesi ve bu stratejinin farklılıkların kıymetini bilmeyen bir milli kültürle bütünleştirilmesidir. Bütün Türklerin bu hamurdan olmadığını tabii ki Ermeniler de gayet iyi bilirler. Ama Türkiye halkının kendi fikirsel çeşitliliğini kamusal alana yansıtmamasını, genelde devlet tavrının kabullenildiği şeklinde yorumlarlar.

Tam da bu nedenle birkaç yıl önceki 'Ermeni sempozyumu', Hrant Dink'in cenazesinde sokaklara dökülen yüz binlerce insan ve şimdi gündemde olan özür kampanyası, dünyanın çeşitli yerlerindeki milliyetçi Ermenilerin ezberini bozmakta. Gerçi bazıları 'soykırım' kelimesinin kullanılmamış olmasından hareketle, bu kampanyanın Türkiye'nin resmi tezini desteklediğini bile söyleyebildiler. Ancak gelen tepkiler, çoğunluğun epeyce farklı bir ruh haline geçtiğini ortaya koyuyor.

İç içe geçmiş iki Türk imgesi

Ermeni kimliğini öne çıkaran bu insanlardaki söz konusu yeni algılamayı kavramak üzere önce onların 'Türklere' ilişkin temel varsayımlarına dönmek gerek. Bu değerlendirmeye göre sonunda aynı noktaya varsa da, genel algılamalar açısından iki tür 'Türk' bulunmakta. Bunlardan biri ırkçılığa varan bir tür milliyetçiliğin takipçisi olarak, geçmişte yapılmış olanları her an tekrarlamaya hazır kişileri ifade ediyor. Diğer kategori ise, geçmişi bilen, hatırlayan ama devletten korktuğu için ağzını açmayanlardan oluşuyor.

Ne var ki özür kampanyası gibi eylemler 'Türklerin' hiç de milliyetçi Ermeni algılamasındakine oturmadığını göstermekte. Bu yeni resim 'Türkler' diye bir genelleme yapılamayacağını, dolayısıyla tarihe bakarken de yeknesak bir 'Türk' kimliğinin olmadığını bir kez daha ortaya koyuyor. Öte yandan bu yeni bir tespit de değil... Ama milliyetçi Ermeni siyasetinin unutmuş gözüktüğü bir tespit. Çünkü 1915 kıyımı Ermeni cemaati içinde iki yönlü bir 'Türk' anısı yarattı: Bugün ailesinde 1915'e kurban vermemiş tek bir Anadolulu Ermeni aile bulamazsınız. Ama aynı şekilde aile geçmişinde olumlu bir Müslüman figüre yer vermeyen tek bir Ermeni aile de bulamazsınız. Diğer bir deyişle 1915 Ermeniler için 'öldüren' ve 'kurtaran' Türk imgesini bir araya getirir.

Milliyetçilik Ermenilerin birçoğuna 'kurtaran' Türk'ün unutulmasını zorlasa da, herkes belleğinin bir dip noktasında bu anıları yaşatır... Ayrıca arkada bırakılan kız çocukların hikâyeleri de herkesçe bilinir. Bu ikili imge Ermenilerin pek çoğunda Anadolulu 'Müslüman Türk'ün de kimlik olarak bölünmesiyle kendini gösterir. Söz konusu durumun en ilginç örneklerinden birini, yukarıda bahsettiğim Taşnak ziyareti sırasında yaşamıştık. Grubumuzdan bir arkadaş parti sözcüsüne Müslümanlara nasıl baktığını sormuştu. Cevap aynen şöyleydi: "Bizim Müslümanlarla bir sorunumuz yok... Biz Müslümanları severiz. Bizim karşı olduğumuz şey Türk milliyetçiliği..."

Muhatabımız aslında bu sözüyle Türkiye'deki en temel kimliksel meseleye de dokunmuştu. Çünkü Osmanlı'dan Türkiye'ye geçiş ile Türkiye'nin son dönemi arasında bağlam açısından bir paralellik, ama o bağlamın içeriği açısından bir ayrışma mevcut. Şöyle ki, Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yılları Müslüman kimliğinden bir 'Türk' yaratmanın hikâyesidir. Sonraki dönemde ister istemez karşılaşılan 'demokrasi' bu kimliğin ardındaki kültürel değerleri ön plana çıkarınca, çare 'Türk-İslam sentezinde' aranmıştı. Ama bugün yaşadığımız süreç Müslümanlığın küresel bir anlam kazanmasıyla birlikte yeniden kendi kültürüne sahip çıkması ve Türklükten ayrışmasıdır. Öte yandan bu topraklarda Müslümanlığın 'kültürü' denen şey de sadece dinsel değil, aynı zamanda Anadolu'nun melez birikimine gönderme yapar. Bu nedenle Anadolu zemini üzerine oturtulduğunda dinler arası geçişlilik ne denli doğalsa, Ermenilerin Müslümanlarla ilişkisi de o derece doğaldır.

Bugün 'Ermeni meselesi' denen sorun büyük çapta hurafelerden oluşuyor. Ermenistan'ın toprak talebi gülünç bir önermedir. Toplu tazminat ancak sembolik bir anlam taşıyabilir, çünkü hukuken olanaksız kılınmıştır. Sınırlar ise zaten Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler olma nedeniyle uluslararası garanti altındadır. Geriye bir tek 'soykırım' kalmış gibi gözüküyor... Bunun hiç de küçümsenmeyecek bir talep olduğu açık. Ancak Türkiye kamuoyunun bilmesi gerek ki 'asıl' talep bu değil... Diaspora Ermenileri ile temas ettiğinizde, ezberci siyasetle geçen ilk dakikalardan sonra, bu durumu anlarsınız. 'Asıl' talep geçmişin hatırlanmasıdır. Bu ortak yaşanmışlığın bölünmüş bir bellek üzerinden parçalanmasına karşı çıkılmasıdır. 'Ermenilerin' talepleri kendi yaşadıkları 'felakete' soykırım denip denmemesinden ziyade o 'felaketin' karşısında namuslu ve vicdanlı bir insani duruş sergilenmesidir. Ancak şurası da açık ki, eğer 'Türkler' bu tavrı göstermezse, sadece Ermeniler değil bütün dünya soykırım zorlamasında bulunacaktır.

Bu noktada bu kelimenin de iki farklı alanda işlevsel olduğunu gözden kaçırmamakta yarar var. Bunlardan biri psikolojik... Bu kelime inkârcı yaklaşıma duyulan öfkenin taşıyıcısı olarak karşımıza çıkıyor. Öteki işlev ise hukuksal ve bu alanda fazla bir hareket alanı da bulunmamakta... Çünkü Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ne göre son derece geniş tanımlanmış bir soykırım kavramı var. Öyle ki tek bir kişi öldürülmemiş bile olsa, bir topluluğun kültürel açıdan kendisini yeniden üretmesini engelleyen sistematik bir devlet stratejisinin başka türlü adlandırılması son derece güç. Nitekim günümüzde bile her an yeni soykırımlara şahit oluyoruz. Diğer bir deyişle bu kavramın iyice 'normalleştiği' bir siyasi atmosferin içinde yaşıyoruz.

O halde hep sorulan soruya gelelim: Acaba Türkiye'deki insanlar bundan neredeyse yüz yıl önce olmuş ve farklı bir devlet yapısında yaşanmış olan bir olayla aralarına niçin mesafe koyamıyor? Geçmişi niçin normalleştiremiyor? Düşünün ki Osmanlı'yı bir 'Türk' devleti saymak bile pek mümkün değildir... Çok kimlikli, çok kültürlü, hukuksal ayrışmaları zorunlu kılan ama sosyal alanda her türlü melezleşmeye de imkân veren bir sistem içinde yüzyıllar boyu yaşandı. Nitekim Taşnaklar da dahil olmak üzere, Ermeniler 1914 yılının son günlerine kadar kendilerini Osmanlı saydılar ve epeyce küçük bir militan grup dışında, Osmanlı'nın ihyası durumunda milliyetçi projelerden vazgeçmeye hazırdılar. Bu durumu bizzat Taşnak dergilerinden takip etmek mümkün...

Dolayısıyla soru şudur: Eğer Osmanlı zihniyet olarak çok kimlikliliğe bu denli yatkınsa ve Cumhuriyet de imparatorlukla kültürel bir kopuşu bu denli önemsemekteyse, hâlâ İttihatçı kimlik stratejisinden kurtulamamanın açıklaması nedir? Tarihe serinkanlı bir bakış bize bu sorunun yanıtını açıklıkla verir. Mesele kültürel kopuşu böylesine zorlayan yeni rejimin gerçekte İttihatçı yönetimle siyasi ve ideolojik bir süreklilik içinde olmasıdır. Ermeni kıyımında rol almış olan insanların bir bölümü Cumhuriyet döneminde bürokrat, siyasetçi veya ideolog olarak devletin içinde yer almaya devam etmiştir. Cumhuriyet'in azınlıklara karşı siyaseti ise hiçbir değişiklik olmadan İttihatçı zihniyeti sürdürmüştür. Dahası yeni rejim İttihatçıların alt kadrolarını istihdam etmiş, onları korumuş, günümüzde 'devlet içinde devlet' intibaı veren bir kadrolaşmanın zeminini hazırlamıştır.

Birbirini besleyen milliyetçilikler

Ancak mesele sadece suçlunun gizlenmesi veya benimsenmesi meselesi değil... Cumhuriyet aynı zamanda 'temiz' bir tarih yaratmanın, bu tarihten hareketle kimlik üretmenin ve söz konusu kimlik etrafında devlete itaatkâr bir toplum inşa etmenin de çerçevesini oluşturdu. 'Türk' kimliği bugün hâlâ esas olarak topluma değil, devlete ait bir kimlik... O nedenle devlet her fırsatta bu kimliği güçlendirmek için çaba sarf ediyor. Toplum ise devleti yitirdiğinde kimliğini de kaybedeceğini sanarak, 'millileşen' her konuda devletin yanında yer alıyor. Vatandaşlığın tanımı bile buna göre şekilleniyor... Nitekim devletin istediği gibi düşünen, onun istediği gibi konuşanlara vatandaş, diğerlerine vatan haini muamelesi yapılabiliyor.

Bu sürekli inşa halinin en kritik noktalarından biri ise 'Ermeni meselesi'... Çünkü bu konu devletin üretmiş olduğu geçmişin gerçekliğe tekabül etmediğini ortaya koyan bir döneme gönderme yapmakta. Bu nedenle söz konusu mesele Türkiye'de devletçi siyasetin meşruiyetini sorguya açıyor. Devlet ise bunu engellemeye çalıştığı ölçüde, Ermeni kimliğini Türklüğün anti tezi gibi sunuyor. Aynen Ermeni milliyetçilerin Türklüğü kullanması gibi... Öyle ki bugün her iki taraftaki milliyetçiler için de ötekinin kimliğinin 'dışlanması', kendi kimliklerini oluşturma sürecinin ayrılmaz parçası haline gelmiş durumda. Oysa bu toprakların artık 'kendisini' hatırlamaya ihtiyacı var. 'Kendisinin' ne denli melez, karışık, iç içe ve zengin olduğunu fark edip, bunun keyfini çıkarmaya ihtiyacı var. Milliyetçilik hiçbir toplumun kendini sakınamadığı bir hastalanma hali... Ama bu topraklarda sıradan bir hastalıktan öte, kişiyi insanlığından çıkaran, toplumun dokusunu bozan bir yozlaşma. İyileşmenin yolu tarih üretmekten değil, geçmişi hatırlamaktan geçiyor. Çünkü 'kendimiz' o unutulmuş, unutturulmuş geçmişin içindeyiz hâlâ...

Etyen Mahcupyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder