30 Mayıs 2009 Cumartesi

Had’siziz: Hadsiz, hudutsuz, sınırsız, zeminsiz, yersiz…

Hiç düşündünüz mü: Ayete’l-Kürsi (2:255), niçin Kur’an tahtının sultanıdır?

Cevabı açık: Allah’ın unutmadığını ve uyumadığını hatırlattığı için. “Unutan” ve “uyuyan” bir Allah tasavvuru, sadece modernlere tebelleş olan bir sapma değil, insanoğlunun en kadim sapmalarından biridir. Hani, “herkesi kendi gibi bilmek” derler ya; bazı insanlar bu “herkes” arasına, haddini aşıp “Tanrı’yı” da dâhil etmişlerdir.

Bu bir akıl savrulması. Mantık tutulmadan, mantûk tutulmaz. Nutkun tutulması, mantık tutulmasından bin kat ehvendir: “Fe ennâ tu’fekûn: Nasıl da savruluyorsunuz?”

Unutan ve uyuyan bir Allah tasavvuruna duçar olanlar üç kısımdır:

1. Kendileri unuttuğu ve uyuduğu için Allah’ı da öyle bilenler. İlleti cahilliktir.

2. Kendilerini uyanık sandıkları için unutan ve uyuyan bir Tanrı temenni edenler. İlleti suçluluktur.

3. Kendileri unutmadıkları halde, Tanrı’nın unutmasını isteyenler. İlleti haddini bilmezlik ve küstahlıktır.

“Resmi Hizmete Mahsus” cenazenin arkasından yazılıp çizilenler, bilinen o acı gerçeği bir kez daha gözümüze soktu: Had’siziz: Hadsiz, hudutsuz, sınırsız, zeminsiz, yersiz…

İmanın bir tanımı da şudur: Haddini bilmek. Hz. Ali, “Her şeyin bir haddi, bir de matla’ı vardır” derken, bir yandan da “Kader nedir?” sorusunu cevaplamış oluyordu. Yani kader, ölçüleri olmaktır. Modern zihnin en bariz vasfı, ölçüyü reddederek yerine ölçüsüzlüğü ikame etmesidir. Bu tavır, özünde imanla taban tabana çelişen bir tavır. İşin ilginci, bu çelişkiye okumuş-yazmış iman sahiplerinin çok kolay düşmeleridir. Bunun da temelinde, imanına “Furkan aşısı” yaptırmayanları pençesine alan “sekülerleşme virüsü” yatmaktadır.

Çelişki, sadece tasavvurda kalmıyor. Oradan başını uzatıp duygu ve düşünceleri kullanarak sınır tecavüzlerine başlıyor. İman-inkâr sınırına yönelik tecavüzlerin inkâr cephesinden gelmesinin şaşırtıcı hiçbir yanı yok. Karanlık için alacakaranlık bir utanç değildir, fakat aydınlık için alacakaranlık bir utanç ve lekedir.

Asıl şaşırtıcı olan, iman cephesinde konuşlanıp da iman-inkar sınırına yönelik tecavüzlere göz yummak, hatta bizzat yeltenmektir. Peşinen söyleyeyim: Bu tarz, sınırların daha da bulanıklaşmasından başka, hiç kimseye hiçbir hayır sağlamayacaktır. Belki küçük hesap yapanlara “çıkar” sağlayacak, kendini tatmin peşinde olanlara “haz” sağlayacaktır. Ama asla “hayır” sağlamayacaktır.

Önce kafalar karıştı, sonra kalpler, sonra itikatlar. İman-inkâr sınırına yönelik her tecavüzün, imanın aleyhine işleyeceği göz ardı edildi. Bu sınırın tanınmaz ve kaygan bir hale gelmesinin ilk olumsuz etkisinin ahlaki sınırlarda görüleceği unutuldu. İşte bu yüzdendir ki, iman-inkar sınırına titizlenmeyenlerin ahlak sınırına titizlenmeleri, laf olsun torba dolsun kabilindendir. Bu ikisi arasındaki farkın büyüklüğü, Mekke Haniflerinin önde geleni Ümeyye b. Ebi’s-Salt’la, Peygamber arasındaki fark kadardır.

Burada, görevi “sınırları korumak” olanlara büyük sorumluluk düşmektedir. Heyhat ki gördüğümüz hiç de sorumluluğa yakışır şeyler değildir. Alın ekranda tevafuken denk geldiğim son bir örnek: Hocaefendi ölen devletlûnun cenazesini kıldırıyor. Kendince mesaj verecek ya, kafasına göre meallendirdiği bir ayet okuyor. Okuduğu ayet Mumtehane (Mumtahine değil) 4. ayetten koparılmış bir parça. “İbrahim babasına “kesinlikle senin için Allah’tan mağfiret dileyeceğim” dedi.”

Siz bundan, “Hz. İbrahim’in babasına rahmet dileme teşebbüsü, Allah tarafından kabul etmediyse bile, hoş görüldü” sonucunu çıkarırsınız, değil mi? Kur’ani gerçek bunun tam tersi. Hz. İbrahim’in bu tavrı, onun örnekliği dışında tutulması gereken “tek istisna” (illâ) olarak sunuluyor. Zira İbrahim babasına kendisi için Allah’tan rahmet dileyeceğine dair söz vermişti (18:47). Babasının niteliklerinin, Allah’ın rahmetine muhatap kılınanlara uymadığını anlar anlamaz “rahmet dileğinden” vazgeçti (9:114). Cenazede okuduğu ayetteki Allah’ın muradıyla, hocanın muradı taban tabana zıttı. Allah’ın muradı, ayetin başında İbrahim ve ona uyanlara örnek olarak gösterilen “Bakın, biz sizi(n hayat tarzınızı) reddediyoruz” tavrıydı. Ama, “reel politik” tavır, hakikatin hatırına galip gelmişti.

Bir kez bu şefkat değil. İçinde hikmet bulunmayan şefkat hamakattir.

Denilebilir ki; “Allah’ın rahmet deryasından dağıtmışsak ne olmuş yani! Katre mi eksilir?” Yoo. Eksilmez. Ama bu bir “gel otur, al götür” meselesi, bir “canın sağ olsun efendi; mal senin, ne verin elinle o gider seninle” meselesi değil ki. Dahası, Allah’ın rahmet denizini destursuz girilecek darı ambarı bilme meselesi de değil. “Bu ne cüret!” der, Hz. Peygamber’e İbn Ubey’in cenazesi dolayısıyla yapılan mükerrer uyarıyı hatırlatır, geçersiniz.

Ama bu, “Allah’ın koyduğu hudutları koruma” meselesi. İman-inkar sınırını yol geçen hanına çevirmeme meselesi. Tabi ki, birilerinin sınır, zemin, ölçü, yer gibi bir derdi varsa. Peki, ama bu tavra neden tevessül edilir? Tesbit edebildiğim kadarıyla sınır sulandırıcı tavrın üç nedeni var: 1) Hep dışlanmışlığın bilinçaltında taht kurduğu aşağılık duygusu; 2) Bu duygunun illeti olan “adam yerine konulmama” korkusu; 3) Bu korkunun gayesi olan “onlardan sayılmak için, önce onları kendinden sayma” taktiği.

Hakikate saygı esastır. Bırakın da herkes dinince dinlensin. Ne olur bir kez de, Kafirun suresini hissederek ve yaşayarak okuyun.

Dış politikada vizyon

DIŞİŞLERİ Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu bir grup gazeteciyle görüşüyor; o anlatıyor, biz sorular soruyoruz.
Önce, dış politikada görüş sahibi olmak için gereken bilgi birikimi ve vizyon genişliği...
Davutoğlu’nun şu sözlerinin altını çiziyorum:
“Avrupa Birliği sürecini, Türkiye’nin son 200 yıllık kendini reforme etme ve gerekli uluslararası şartlara uyum gösterme çabasının, yani bir reform sürecinin parçası olarak görüyoruz.”
Örnekleriyle anlatıyor:
- Avrupa’da 1648 Vesfalya diplomatik düzeni, bizde kargaşalı bir dönemin ardından Köprülüler’in reform dönemi.
- Avrupa’da 1815 Viyana Kongresi, 1839 Tanzimat reformları...
- 1856 Paris Kongresi’yle Islahat Fermanı arasındaki kuvvetli bağ...
- İngiltere’yle savaşmış Atatürk’ün, Batılılaşma reformları ve Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne üye yapması.
Hatırlatayım; MC, İngiliz öncülüğünde bir kuruluştu.
Bu iki asırlık süreçte kanlı savaşlar bile yaşandı ama ana doğrultu değişmedi. Bunun adı bugün AB sürecidir.

Çok yönlü politika?
AB yönelişi bu kadar esaslı olan Davutoğlu’nu, “Türkiye’yi Ortadoğu’ya kaydırıyor, Neo-Osmanlıcı” falan diye suçlayanlarımız olmadı mı?!
Elbette Davutoğlu ‘alafranga bir romantik’ değildir. AB yolundaki karmaşık satrançları çok iyi görüyor. Ortadoğu ve Kafkasya’da güçlenecek bir Türkiye’nin AB sürecinde elinin güçleneceğini de görüyor.
Bu resmin bütününe bakmadan Davutoğlu’nun Ortadoğu’da etkin bir politika yürütmesini “Bizi Batı’dan koparıyor” diye suçlamak ancak önyargıyla veya karmaşık konuları karikatürleştirme hafifliğiyle mümkündür.
Davutoğlu’nun kendisi de sohbetimizde “konjonktürel girişimlerimizi değerlendirirken büyük resmi gözden kaçırmamak” gerektiğini vurguladı.
Ben de AB sürecini kuvvetle savunurum ve elbette egzantrik Sarkozy’nin dillendirip durduğu “Türkiye karşıtı şovenizm”i de görüyorum. Türkiye’nin önünde Merkel’den ziyade, asıl problem Sarkozy ve “Fransız şovenizmi”dir. Ama tarihin temel dinamiklerine aykırı olduğu için, göreceksiniz, “Fransız şovenizmi” zamanla Avrupa’da da büyük tepkilerle karşılaşacaktır. İsveç, bu tepkileri açıkça ortaya koydu zaten; yalnız da değil.

Ermenistan ve Azerbaycan
Kıbrıs’ı başka bir gün yazacağım. Gündemdeki sıcak konu, Ermenistan ve Azerbaycan...
Türkiye Ermenistan’a taviz verdi; Azerbaycan’a ihanet etti!
Sansasyonel manşetler cinsinden kolay ve provokatif laflardır bunlar.
Sohbetimizde Davutoğlu’nun belirttiği gibi, Türkiye’nin yaptığı Ermenistan açılımı,“unutulmuş Karabağ sorununun” yeniden gündeme alınmasını sağladı; ve işte hem ABD hem Rusya, Karabağ meselesinin çözümü için “Minsk sürecini” hızlandırdı. Bu elbette Azerbaycan’ın aleyhine...
Bu noktada diyebilirsiniz ki, bir şey hem Ermenistan’ın hem Azerbaycan’ın ve aynı anda Türkiye’nin lehine olabilir mi?!
Hem Amerika hem Rusya, Karabağ sorununun çözümünü isteyebilir mi?!
Fakat konuya “Kafkasya’da istikrar ve güvenlik” vizyonuyla baktığınızda, bu aktörlerin çatışan menfaatlerinden daha büyük olan ortak menfaatlerini, yani “resmin bütününü” görmek ve göstermek mümkün oluyor, Kafkasya sorunlarının çözümü “uzun ince bir yol” açılabiliyor.
Türk dış politikası ‘büyük resim’ itibariyle doğru yoldadır.
Taha Akyol

Çözüm projesi olmayanlar siyasete girmemelidir...

Güneydoğu Anadolu'nun barış, uzlaşma ve gelişme bölgesi olmasını kim istemez ki?
Genelkurmay başkanları da Güneydoğulu gençlerin dağa çıkmalarını önleyecek yolların açılması gereğini vurgulamıyorlar mı?
Ama bilelim ki her geçen gün sonunda karşılıklı kinlenmeler kemikleşiyor.
Aynı toprakların çocuklarından bir bölümü "Şehit" bir bölümü de "Bölücü terörist" olarak yaşama veda ediyorlar.
Bilinen söylemdeki "Bende bu kuyruk acısı sende bu evlat acısı varken nasıl dost oluruz" mantığı siyasetin de toplumun da üzerine çökmekte.
Bugünün Türkiye'sinde 61 siyasi partinin var olduğu söylenmekte.
Aslında Güneydoğu'yu "Sorun" olmaktan çıkartacak bir planı, bir projesi olmayan kişinin ne parti kurmaya, ne de aktif siyasete girmeye hakkı var.
Söylene söylene posası çıkmış sloganlarla siyaset yapmak ve sadece Ankara'daki pasta dağılımında pay sahibi olmak için siyasi varlık sebeplerini oluşturanlar, kendilerine dönük bir durum değerlendirmesi yapmalıdırlar.

Her alanda kamplaşma
Yeni dünyanın siyaset sahnesinden Türkiye'ye yansıyan tablo "Kamplaşmak" ve "Uzlaşmasızlık" olmamalıydı.
Anadolu toplumunun zenginliğini oluşturan farklı renklerin birbirlerinin düşmanı konumuna itilmelerini önleyemedik.
Beyaz Amerikalıların bir siyahı Başkan seçtikleri çağda yaşadığımızı acaba ne zaman kavrayabileceğiz?
Berlin Duvarı'nın yıkılmasının üzerinden 20 yıl geçti ama biz kafalarımızdaki duvarları yıkamadık.
Uzlaşmaların mesleği olan demokrasiyi de "Cepheleşmeler" e endeksledik.
Bir noktada durup düşünmemiz gerekiyor.
Demokratik siyasette "Ya hep-Ya hiç" mantığına yer yoktur.
Yurt ve dünya sorunlarının tümü ya "Ak" ya da "Kara" çizgisinde tartışılmaz ki...
Bundan 50 yıl önce "Sorun" olarak gündemimize girmiş meselelerin bugün birer "Kriz konusu"na dönüştüklerini görmüyor muyuz?
"Kürt realitesi"ni yok sayarak sonunda "Bölücü terör" le karşı karşıya kalmadık mı?
"Haklı Kıbrıs davamız" çeyrek yüzyıl sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini engelleyen bir çözümsüzlüğün kaynağı konumunda değil mi?

Siyasetin tanımlanması
İmzacısı olduğumuz uluslararası antlaşmaların bizi yükümlü kıldığı konulara el atmayı bile iç uzlaşmasızlıkların rüzgârında sonsuza ertelemiyor muyuz?
Ne TSK stoklarındaki, ne de sınır boylarındaki mayınları yok edip temizlemek konusunda adım atabiliyoruz.
Avrupa'da, Amerika'da, Avustralya'da yerleşmiş milyonlarca Türk şirketler kuruyor, taşınmazlara sahip oluyor.
Ama her özelleştirmede ve her dış sermaye hareketinde hâlâ "Yabancılara vatan peşkeş çekiliyor" diye feryatlar durmuyor muyuz?
Bunların kaynağında da siyasi partiler yok mu?
İşsizliğin, sınıfsal ve bölgesel sosyal adaletsizliklerin, özgürlüksüzlerin, tabuların üzerine gitmek yerine kendileri gibi olmayan ve kendileri gibi düşünmeyenlerin üzerine gitmenin adı "Siyaset yapmak" mı olmalı?
Siyaseti yeniden tanımlamanın zamanı geldi ve geçiyor artık.
MEHMET BARLAS

Yiiğt Bulut'un Evrim Yazısı(1)-Evrime inananlara inanamıyorum! (28.05.2009)

Sevgili dostlar, iki gün önce "kızım neden evlenmiyor" başlıklı yazıda "hayatta tesadüf olamayacağını" daha doğrusu "tesadüflerin" matematiksel olarak "nasıl imkansız" olduğunu "bir genç kızın" 40 milyon kişide "aradığını" bulma ihtimali üzerinden tartışmış ve "matematik olarak" imkansız görünenlerin, nasıl olabildiği noktasında konuyu bırakmıştım. Kaldığımız noktadan itibaren sizden birçok mesaj geldi. Çok önemli katkılarda bulundunuz...

Bugün "aynı olasılık" hesaplarını "evrensel yasalara, doğaya, maddenin ve hücrenin yapısı" gibi konulara uygulamak istiyorum. Daha doğrusu iki kişinin, "minimum ortak aranan şartlarda" akıl-bilinç-istek-duygularını kullanarak dahi "birlikte olmalarının" matematiksel olarak ne kadar "zor" olduğundan yola çıkarak; "milyarlarca hücrenin mükemmel bir şekilde biraraya gelişini" tartışmak istiyorum. Kimilerine göre bu "bir zekanın bilinçli biraraya getirmesi", kimilerine göre "random-raslantısal" bir "gelişme" yani "evrim"!

Dostlarım, canlı hücre yapısını bırakın bir kenara "sadece bir atom" alalım, yanlış anlamayın "atomu da" örneklemede kullanmayacağım. Sadece içine bakalım ve "raslantı sonucu milyon yıllar sonucu oluştu" denilen "elektron" yapısını inceleyelim... Bir atom içinde en çok dikkat çeken nokta, çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh gibi kuşatan elektronların atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmamaları! Olsa ne olur? Felaket olur! Madde olmaz! Biz olmayız!

AMA... Felaket sınırında "dolaşan" matematiksel olarak "olması ihtimali" yüksek olan böyle bir kaza asla gerçekleşmez ! Matematiksel olarak "mümkündür" ama olmaz! Tüm işleyiş mükemmel bir düzen ve kusursuz bir sistem içinde devam eder. Çekirdeğin çevresinde saniyede 1.000 km. gibi akıl almaz bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, birbirleriyle bir kez bile çarpışmazlar! Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan bu elektronların farklı farklı yörüngelerde bulunmaları, son derece şaşırtıcıdır! Şimdi düşünün; atomdan, hücreden, atomların, hücrelerin "birleşmesinden" vazgeçtim, elektronlar "dahi" mükemmel bir "uyum içindedir" ve bu uyum "varoluştan" bugüne devam eder! Bu noktada başka bir örnek verelim. Yine hücreden, evrimden vazgeçtim. Yerde duran bir tahta parçası var. Üstünde bir tezgah var, usta matkapla "çalışıyor"! Şimdi soralım; matkabın çalışır halde yere düşüp "tahtayı" delme ihtimali ne? İstatistikler her ay o atölyede 3 kaza olduğunu ve yaklaşık her 10 çalışma gününde 1 "rastgele" delik açıldığını gösteriyor. Şimdi bir soru daha soralım; aynı deliğin yanına bir "menteşe" çakılması ihtimali ne? Yine istatistikler o atölyede son 3 yıl içinde sadece bir yani 1.000 günde 1 kez aynı yerde duran artık bir parçaya düşen bir "menteşenin" üstünden geçilmesi sonrası "son derece bozuk" bir şekilde takıldığını gösteriyor. Bu iki verinin anlamı; bir delik ve yanına bir menteşe takılması ihtimali 10 binde 1! Lütfen dikkat daha "pencere" falan yapmadık! Tahtayı kesmedik, deliklerini delmedik, menteşe takmadık!

Sevgili dostlar, bu "gerçekler" ve bu "veriler" eşliğinde bir daha soralım; bir tahtanın bir "pencere" olma ihtimalinin "olmadığı" bir gerçek düzeyinde, tek hücrenin "bir zekanın müdahalesi" olmadan bugün gördüğümüz "mükemmel bizi" ortaya çıkarma ihtimali sizce kaç? Yorulmayın ben söyleyeyim; matematiksel olarak böyle bir "ihtimal" yok! Bu gerçeğe "dünyanın oluşumu", "yer çekimi" gibi kanunların da oluşumunu ekleyin! Tekrar ediyorum; böyle bir "ihtimal" matematiksel olarak "ifade edilemez"! Biraz "matematik" bilen, evrim gibi bir "saçmalığa" asla inanamaz! Bana kendi başına "oluşan tek bir pencere" gösterin, ben de inanacağım!

Sonuç: Yukarıda anlattığım çok "basit" veriler ışığında soruyorum; "sizce evrim" sonucu "bu hale gelmemiz" mümkün mü!

Yiğit Bulut

Yiğit Bulut'un evrim yazısı (2)-Evrime inananlara inanamıyorum (II) (30.05.2009)

Sevgili dostlarım, "evrim" Türkiye'de ne kadar hassas bir konuymuş, önceki gün yaşayarak öğrendim!

Sabah kalktığımda "mail" kutularım dolmuş, gazetede "yorumları" giren arkadaşlarımız bunalmaya başlamıştı! Sizden "bilimsel ve dini açıdan" olaya bakan o kadar çok mesaj geldi ki, bunlar başlı başına bir "kaynak" oldu. Eleştirenlere de "katkı" yapanlara da çok teşekkür ediyorum.

Bugün izninizle sizden gelenlerden yola çıkarak hatta alıntılar ile paylaşarak, konuya devam edeceğim. Her şeyden önce "başlığı" çok doğru atmadığımı gördüm. İstediğimi net ifade edememiştim. Doğrusu "Evrim'in varlığına değil varoluşumuzun rastlantısal başladığı" şeklinde algılanan "evrim kavramına inananlar" olmalıydı. Evrimin varlığına "inanmamak" doğru bir tanımlama değil, en azından benim fikrim bu değil...

Evrim "süreklidir", her yerdedir ve "bilinçli bir zekanın yaradılışı başlattığı" süreç içinde "iyiye ve güzele doğru" evrim veya "tekamül" maddi-manevi anlamda devam eder. Bir sistemi kurarsınız, bileşenlerini "tasarlarsınız" sonrasında sistemin işleyişi sırasında karşılıklı etkileşim ile "yeni sonuçlar" ortaya çıkabilir. Bu da "evrimdir" ama "yaratıcı bilinci" inkar etmek gerekmez! Aynı mantık sosyal sistemlerde de geçerlidir. Sistem "evolution-evrim" geçirmek ve bileşenlerin "ihtiyaçlarına" uymak zorundadır. Evrim veya tekamül engellenir ise "birikmiş evrim devrim" getirir! Örnekleyeyim; Fransız Devrimi sosyal-ekonomik-politik sistemin "halkın düşünce dünyasının evrimine, gelişimine ayak uyduramayan" bir yapının yani "engellenmiş" evrimin "devrimi" getirmesidir... Engellenmiş "evrim" her zaman "devrim" değil bazen de "devrim" süsü verilmiş "darbelere" yol açar! Bu darbeler sivil ve askeri kaynaklı olabilir. Toplumun "evrimi" çerçevesinde onu "kapsayamayan" sistemler "kırılır"!

Diğer önemli bir konu, sizden en çok gelen tespitlerden biri de bu; elektronların "evrim" ile ne alakasının olduğu detayı...Bir okuyucumdan aynen aktarıyorum; "...Elinize bir ipe bağlı top alın ve çevirin. Belirli bir hızdan sonra onun aniden yön değiştirerek sizin gözünüzde patlaması olasılığı SIFIRdır. Çünkü evrenin temel yasalarına aykırıdır. Newton yasaları. Şimdi elektron da kalkıp yörüngesinden ayrılıp, hadi bir çekirdeğe çarpayım diyemez..."

Sevgili okuyucumun cevap vermesi gereken "elektron nasıl orada durur hale geldi", bu yasa "nasıl oluştu" sorusudur! Bir bilgisayarı açın "işletim sistemini" kullanmaya başlayın, orada şunu dersiniz; bu "işareti tıklayınca" program açılacak! Peki "o işletim sistemini yani yerçekimini, evrensel yasaları" hangi güç yazdı, oraya koydu? Şimdi içine hiç işletim sistemi yüklenmemiş bir bilgisayar alın, yerçekiminin olmadığı bir dünya düşünün ve "şimdi kurun aynı çıkarımı"!

Hazır sistem üstünde "çalışmak" ve "sebep-sonuç" üretmek kolaydır, önemli olan "üzerinde ahkam kestiğimiz" sistemi "hangi gücün" dizayn ettiğidir!

Sevgili dostlar, canlı-cansız bütün sistemler "sürekli evrim" halindedir! Evren "dışa doğru genişlemeye" yani evrimine devam eder! Bu inkar edilemez! Ama bu evrim "ilk yaratılış sırasında" konan "kuralların içinde kalır"! Ve biz tahmin edilebilen veya algıladığımız kadarıyla "öngörebildiğimiz" bu yapıya "düzen", sıçramalara da "düzensizlik" deriz!

Burada çok önemli bir not düşelim; kuantum teorisi "lineer olmayan" yani bizim "idrak kapasitemize göre" olmaması gereken ama "her seferinde şaşmadan" olan olayları açıklamada önemli bir adım atmış ve aslında "kaos" dediğimiz her şeyin bir üst algılamaya göre "kosmos" olduğunu ispat etme yoluna girmiştir. Bütün ihtimaller aynı anda gerçektir ama her seferinde sadece "olması gereken seçenek" hayata geçer! Elektron her zaman yolunu bulur!

Sonuç: Evren, maddenin yapısı, hücre, organizma ve "bizim içinde bulunduğumuz" algılama ile "logaritmasını yazamadığımız" her olay, "üst algılama seviyeleri" için rahatlıkla görülebilecek mükemmel "matematik", "sebep-sonuç" denklemlerine göre işler. Algılayamadığımız "bölümler" için herkes kendine göre "mekanizmalar" kurar! Kimi "kuantum" der kimi "Bundan sonrasına sadece inanılır sorgulanmaz" der! Algılama düzeyimiz arttıkça göreceğiz ve bileceğiz ki; evrenin özündeki "matematik gerçeklere dayanan sebep-sonuç" yasaları kesindir ve "elle tutulabilir, kağıda dökülebilir" hale gelebilir. Bir mühendis "statik hesabı" kağıda döker, bir çocuk oraya sadece "duvar" diye bakar!

Son söz: Evrim gerçektir, süreklidir ve "sistemi kuran" büyük zekanın sisteme kattığı "bileşenlerden" biridir! Sistemin "özü" veya "sistemi yaratan" kavram değil!

Yiğit Bulut

29 Mayıs 2009 Cuma

'Açılım'a doğru kimlik meseleleri üzerine

Şu görüş yanlıştır: Cumhuriyet kurulduktan sonra Kürtlere karşı yoğun bir asimilasyon politikası uygulanmış ve Kürtler Türkleştirilmeye çalışılmıştır.
Lâkin şunu söylüyorsanız anlaşabiliriz: Cumhuriyet kurulduktan sonra millî temele dayalı üniter bir devlet kurulmuş; ancak bu yapılırken vatandaşların benzeştirilmesini sağlamak için etnik temelli olmayan bir asimilasyon politikası uygulanmıştır. Cumhuriyet ’in zorla Batılılaştırma dayatması, etnik entegrasyon konusundaki baskılardan daha güçlüdür.
Aslında devlet, ‘üst kimlik’ üzerinde durmuş; ‘alt kimliği’ görmezden gelerek zaman içinde entegrasyonun sağlanacağını varsaymıştır.
***
20. asır başlarında Osmanlı ’nın son döneminde, bir taraftan azınlık isyanlarıyla uğraşılırken diğer taraftan da ‘Türk’ unsurunun hâkimiyetinde bir ‘millî devlet’ fikri, milliyetçi/Türkçü akımlar tarafından savunulmuştur. İmparatorluğun en gerçekçi değerlendirmesini yapan II. Abdülhamid , kendi döneminde Anadolu başta olmak üzere İslâm/Türk unsurların yaşadığı coğrafyaya önem vermiştir. Abdülhamid Han , Batı ’nın emperyalizmi karşısında panislamizmi kullanmıştır.
Millî Mücadele döneminde Atatürk , ‘anâsır-i İslâm’ a önem vermiş ve yıkılan İmparatorluğun imkânlarından faydalanmıştır.
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise yepyeni, ‘millî’ ve ‘üniter’ bir devlettir. 1924 Anayasası ’nın 88. maddesine göre; “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir.” 1982 Anayasası ’nın 66. maddesinde ise; ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’ denilmektedir. Her iki düzenlemede de ‘etnik kimliğin’ kastedilmediği; din ve ırk ayrımı yapılmadığı; sadece siyasî ve hukukî ‘üst kimlik’ ten bahsedildiği âşikârdır.
Son döneme gelinceye kadar etnik kimlikler karşısındaki devlet politikası, ‘alt kimliği görmezden gelme’ şeklinde özetlenebilir. Özellikle son çeyrek asırda, ‘Türk kimliği’ nin etnisite kastetmediği ve siyasî üst kimlik olduğu, ‘Vatandaşlık’ ön plâna alınarak izah edilmiştir. Esasen, bırakınız üniter devletleri, federatif siyasî yapılarda bile ‘vatandaşlık üst
kimliği’ tektir.
***
Vatandaşların demokratik hak ve hürriyetler ile kültürel çeşitlilik bakımından geniş bir yelpazenin içinde her türlü imkânlardan faydalanması normal karşılanmalıdır.
Ancak bu imkânlardan faydalanılırken ayrı bir siyasî kimlik talebinin karşılanabilmesi düşünülemez. ‘Millî’ ve ‘üniter’ devletlerde bu ayrılık, devletin ana yapılanmasına ve bütünlüğüne tamamen aykırıdır.
Eğer Anayasa ’daki vatandaşlıkla ilgili tanımlama, etnik kimlik olarak anlaşılıyorsa bunun telâfisi mümkündür. Ancak, Anayasa ’da bunun ötesinde, devletin ‘millî ve üniter devlet olma’ özelliğine zarar verecek bir yapı plânlayanlar varsa boşuna hayâl etmesinler. Zira milletimiz, Türküyle , Kürdüyle bu emrivâkilerin karşısına çıkacak ve her hâlükârda bütünlüğünün bozdurulmasına müsaade etmeyecektir.
***
Türkiye , heterojen etnik kimliklerin yaşadığı, çokkültürlü bir mozaik değildir. En az yüzde 85’i etnik kimlik olarak da Türk olan ve yüzde 97’sinin Türkçe konuştuğu bir ülkedir. Çok daha önemlisi, yaklaşık olarak nüfusun yüzde 10’unu teşkil eden Kürt kardeşlerimiz ile aramızda ‘kültürel kimlik’ bakımından hemen hiç fark bulunmayışıdır.
Başbakan ’ın dediği gibi, herkes kültürel ve etnik kimliğini çekinmeden ifade edebilmeli ve hattâ bundan gurur duyabilmelidir; elbette buna hiçbir itirazımız olamaz. Kürt kardeşlerimizle aramızdaki tek fark olan dilin bir kültür unsuru olarak değerlendirilmesine de karşı değiliz. Bu konuda her türlü yayın faaliyeti serbest olmalıdır. Üniversitelerde Kürdoloji üzerine araştırma yapan enstitülerin kurulması ve Kürtçe ’nin seçmeli dil olarak öğretilmesi de mümkündür.
Lâkin bütün bunlar yapılırken, birliğimizi ve bütünlüğümüzü bozacak faaliyetlerden kaçınmalı ve Türkiye ’de yaşayan herkesin bir parçası olduğu Milletimizin farklılıkları üzerinde değil ortak değerleri üzerinde durmalıyız. İşte o zaman huzur içinde yaşayan, tasada ve kıvançta beraber olan bir Türkiye ortaya çıkacaktır.
Gerçek sosyal açılım da budur.

Hasan Celal Güzel

Mayınlar...

Suriye sınırındaki mayın tartışması başlayalı beri Türkiye’nin ne kadar ‘mayınlı’ bir arazi olduğu da ortaya çıktı. Mayınlar, sadece toprakaltında değil, kafaların da içinde. İlkinin temizlenmesi bile öylesine çetin bir iş ki, ilkine oranla çok daha sıkıntılı olan ikincisinin ‘temizlenme’ süresi o da temizlenebilirse- korkarım
bizim kuşağı gömecek.
Bu arada, istatistiklere girmeyen ‘terörist mayınlar’ da mevcut. PKK’nın döşediği mayınlar dün Çukurca’da altı askerin daha hayatını aldı. Kürt sorununun çözümü doğrultusunda önce ‘iyimser sinyaller’ veren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ardından ‘alarm zilleri’ çalmaya başlamasının hemen ertesine denk düşen ‘PKK mayınları’nın patlaması, örgütün tek taraflı olarak ilân ettiği ateşkes süresinin 1 Haziran’da dolmasına birkaç gün kala, yakın geleceğe ilişkin havayı bir kez daha karartmışa benziyor.
Başbakan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile görüşmek için elini çabuk tutsa iyi eder. Diyarbakır’da dün 72 sivil toplum kuruluşunun ‘şiddete karşı’ ortak çıkışı ve buna ek olarak Ahmet Türk’ün Çukurca olayına ilişkin açıklaması, Tayyip Erdoğan’ın gecikmesizin ‘inisiyatif alması’nı ve Güneydoğu’nun yakın geleceğinin üzerine düşmeye başlayan kara bulutların dağıtılmasını gerekli, hatta zorunlu kılıyor.
***
Mayın konusuna geri dönelim.
Suriye sınırındaki ‘mayın temizliği’nin tartışılmasından önce, zihinlerde oluşturulan rakam kirliliğini temizleyelim. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül dün bu konuda ‘resmi rakamları’ sundu. Buna göre, Suriye sınırına mayın döşenmesine 1956’da karar verilmiş ve 1957-1959 arasında mayınlar döşenmiş. Mayın döşenen arazinin boyu 510 kilometre, eni de ortalama 350 metre.
Tam bu noktada bir palavrayı düzeltmek gerekiyor. Söz konusu arazi için ‘iki Kıbrıs büyüklüğü’nde denmişti. Hani, ‘İsrail’e peşkeş çekileceği’ ileri sürülen arazi; oysa Kıbrıs’ın büyüklüğü 9600 kilometre kare, söz konusu arazinin tamamı ise 216 kilometre kare. Bunun 186 kilometre karesi Hazine’ye, geri kalanı ise Devlet Demiryolları ile başka kuruluşlar ve vatandaşlara ait.
Bu bilginin ne önemi var?
Şu önemi var: Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi yasası çıkarsa, mayınlar temizlendikten sonra buranın tarıma açılmasında vatandaşların toprağının yabancılara devredilmesi gibi bir durum söz konusu değil.
Bir de mayınların temizlenmesiyle birlikte mayınlardan temizlenen arazinin ‘organik tarıma açılması konusu var ki, ‘İsrail’e peşkeş’ iddialarının dayanağı da burası. Bu noktada Vecdi Gönül’ün verdiği önemli bir bilgiyi göz ardı edemeyiz. Gönül, “Arazinin tarım açısından mükemmel olup olmadığı mayınlar temizlendikten sonra ortaya çıkacak. Belki mayın orayı kirletmiştir. Onu bilemiyoruz.
Çünkü mayın kimyasal bir maddedir” diyor. Yani, şu anda kıyamet kopartan, İsrail odağında onca spekülasyona konu olan durum büyük ölçüde bir ‘âfaki’ tartışmanın konusu.
Biraz daha rakamlarla ilgilenelim: Türkiye-Suriye sınırında gömülü mayın tutarı 615 bin 145 olarak biliniyor. Buna ek olarak, Türkiye-Irak sınırında 42 kilometre uzunluğunda bir bölgede 75 bin 115 adet, Türkiye-İran sınırında 109 kilometre uzunluğundaki alanda 191 bin 428 ve Türkiye-Ermenistan sınırındaki 17 kilometre uzunluğunda hatta ise 21 bin 984 mayın var. Yunanistan ile Bulgaristan yani ‘NATO müttefiklerimiz’le ortak sınırlardakiler temizlenmiş.
Bununla birlikte, Türkiye’de askeri depolardaki anti-personel mayınların sayısı 2,5 milyon. Yuka-
rıda sıralanan toprağın altındaki rakamlarla birlikte yaklaşık 3,5 milyon adet mayın ediyor. Dehşet verici bir rakam; ne denli ‘dört yanı düşmanlarla çevrili’ ve dolayısıyla ‘güvenlik kaygılı’ bir ülke olduğumuz ortaya çıkıyor. Tabii, bunun bir de zihinlerde yansıması, bilinçaltlarına girmesi var.
İşin bir önemli yanı ise şu: 2003 Eylül’ünde Ottawa’da bir ‘Mayın Yasağı Anlaşması’ imzalandı. Türkiye bu Ottawa Anlaşması’na 2004 Mart ayında taraf oldu. İmzayı attıktan sonra, 1 Mart 2008’e dek stoktaki 2,5 milyon mayını imha edeceğini taahhüt etti. Bu taahhüdünü yerine getiremedi. Bu tarihe dek imha edilen mayın sayısı birkaç bini geçmiyor. Süreyi geçeli bir yıldan fazla oldu.
Söz konusu yükümlülük, Ottawa Anlaşması’nın 4. Maddesi gereği idi. Aynı Anlaşma’nın 5.Maddesi toprak altındaki mayınların 1 Mart 2014’e dek temizlenmesini öngörüyor.
‘Sicilimiz’ ortada.
Evet, kolay iş değil ama bir de Sırbistan’a bakalım. Sırbistan-Karadağ, Ottawa Mayın Yasağı Anlaşması’na Türkiye’den altı ay sonra Eylül 2004’te taraf oldu. 40 bini Karadağ’da stok edilmiş 1,3 milyon kara mayını vardı. 16 Mayıs 2007 tarihi geldiği vakit, Sırbistan-Karadağ’daki mayınlar temizlendi.
Türkiye’nin bu konuda beceri ya da yetenek eksikliği mi var dersiniz?
Sorun, bence, ‘zihinler’deki mayınlarda.
***
Muhalefet partilerinin ‘demokratiklik’ ölçüleri, bu ölçüleri zaten tartışmalı iktidar partisinden beri geride, hem de çok daha geride bulunan bir ülkeden söz ediyoruz, Türkiye’den söz edildiğinde.
Bu ülkenin tüm muhalefet partileri şu küresellik çağında hem de en koyu cinsinden ‘milliyetçilik’ virüsünü bünyelerinden temizleyememişler. İktidar partisinin bünyesi de o virüsü bol miktarda bünyesinde taşıyor.
Atılması gereken her adım, o yüzden atılamaz durumda.
İç politikada ‘anayasa değişikliği’ Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi ve bu arada AB entegrasyonu için şart ama ‘virüs’ mevcut anayasanın ruhuna sindiği için, bu anayasadan kurtulup yeni anayasa üzerinde uzlaşılamıyor.
Dış politikaya gelince, iki temel tıkanıklık alanının biri Kıbrıs, ikincisi Ermenistan ile normalleşme. Her ikisi de ‘kardeş ipoteği’ altında gibi gözüküyor ama asıl dert içerdeki ‘milliyetçilik’in bu bahanenin ardına kolayca sığınabilecek yaygınlıkta ve derinlikte olmasında.
Kürt sorunu, Kürtlerin ‘kimlik hakları’ alabildiğine genişletildiği takdirde büyük ölçüde ‘şiddetten arındırılarak’ yol alabilir ve çözüm rotasına girebilir halde. Orada da zihinlerden sökülüp atılmayan
‘milliyetçilik’ engeli olanca haşmetiyle dikiliveriyor. O nedenle, Cumhurbaşkanı, aylardır aynı şeyi, bir türlü ‘somutlaştıramadan’ mırıldanıp duruyor. Dilinin altından baklayı çıkartsa, ‘milliyetçilik’in sert salvolarıyla zaten tartışılan makamı sorgulanır hale gelecek.
‘Zihinlerde’ bunca ‘mayın’ varken, milyonlarca mayını depolardan çıkartmak, yüz binlercesini ise toprak altından temizlemek kolay iş değil.
Yıllar alır.
Kolay gelsin...

Cengiz Çandar

Barışın dikenli yollarında…

İlkokulun son sınıfında “yıllıklar” hazırlanırdı, oraya herkes bir arkadaşına hitaben yazılar yazardı.

Benim zamanımda genellikle o yazılar, “hayatın dikenli yollarında sana başarılar dilerim” diye biterdi.

Birisi bir yerden böyle bir laf öğrenmiş, o laf da yayılıvermişti.

Bu cümleyi büyük bir ciddiyetle söyleyen bir oğlan çocuğunun yüzünü hayal ettiğinizde, inanılmaz bir masumiyeti de görebiliyordunuz.

Bugün “barıştan” söz ederken, biraz o çocukların “saflığı” da sızıyor sözlere.

Savaşın devamını isteyenlerin pençeli saldırganlığı karşısında barış istemek biraz masum kalıyor.

Düşünsenize, tam barış görüşmeleri için yol açılırken birdenbire altı genç asker şehit ediliyor.

Bu altı çocuğun öldürülmesinin savaş isteyenler dışında hiç kimseye bir yararı yok.

Kim o mayını patlattıysa amacı, barış iklimini torpillemek.

Sanırım artık kimse bu kanlı tezgâhlarda insanların kaderinin biçilmesine izin vermeyecek.

Bu saldırıya en net cevap DTP’Nin eşbaşkanlarından olan Ahmet Türk’ten geldi.

Türk, ölen askerlerle ilgili açıklamasına “öncelikle bu kardeşlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı, yaralılara da acil şifalar diliyoruz” diye başlıyordu.

“İnsan yaşamını sona erdirmeye yönelik şiddet eylemlerini tasvip etmedik, tasvip etmeyeceğiz,” diye devam ediyordu.

Ardından, ordunun operasyonlarından ve PKK’nın eylemlerinden yakınıyordu.

“Haftalardır yaptığımız çağrılarda askerî operasyonların durmasının önemine işaret ediyorduk, ancak ne yazık ki bu çağrılarımız ve iyi niyetli çabalarımız bugüne kadar hiçbir sonuç vermedi. Ne askerî operasyonlar hızından bir şey kaybetti, ne de eylemler ve saldırılar durdu.”

Ve, en keskin sözünü söylüyordu sonra.

“Ancak açık bir dille ifade ediyoruz, bu saatten sonra her kim ki demokratik bir çözümden yana ise ve her kim ki silahsız bir çözüm arzuluyorsa mutlaka ama mutlaka elini tetikten çekmelidir. Siyasetin önünü açabilmenin olmazsa olmaz koşulu ölümlerin durmasıdır. Bu başarılamadığı zaman, ölümleri durduramadığımız müddetçe hiçbir sorunumuzun çözüm yoluna girmeyeceği gerçeğini bir kez daha tekrarlıyoruz.”

Ahmet Türk, daha önce Neşe Düzel’le yaptığı bir röportajda “PKK ile tabanlarının aynı olduğunu” söylemişti, şimdi bu açıklamayı o “tabanın” üstünde duran bir siyasetçi olarak yapıyor.

Türk’ün bu konuşması barış yolunda bugüne dek atılmış en somut adımlardan biri.

Orduya olduğu kadar PKK’ya da çok açık bir çağrı.

İki tarafa da “elinizi silahtan çekin” diyor.

Başbakan Erdoğan’ın “geçmişle ilgili” konuşmasına karşı çıkarak “faşizan” anlayışlara destek olan Deniz Baykal da dün “barış” konusunda çok olumlu bir adım attı.

O da “barışı” ve “affı” destekleyen bir konuşma yaptı.

Baykal’ın bu konuşması, bu barışçı mesajları da Türkiye’nin geleceği için en önemli hamlelerden biri.

Cumhurbaşkanı Gül’ün, Baykal’ın, Türk’ün “barış” için ortak bir zeminde buluştuklarını, “siyaseti” silahın önüne koyduklarını görüyoruz.

Barış isteyen herkes bu üç lidere de minnet duymalıdır.

Şu anda, daha önce ne yaptıkları, ne dedikleri hiç önemli değil, önemli olan, onların bugün söyledikleri, söyledikleriyle barışın yolunu açmaları.

Onların çağrılarına “silahlılar” uyacaklar mı?

Bu üç liderden çıkan ses, Türküyle Kürdüyle bu “toplumun” sesi.

Kendi toplumunun sesini dinlemeyen pişman olur, hiçbir silah “toplumun iradesini” yenemez.

Ben her geçen gün, Kürt sorununun çözümüne biraz daha yaklaştığımıza inanıyorum.

Şimdi, ordunun operasyonlara biraz ara vermesi gerek.

Bu sorun orada burada birkaç militan öldürmekle çözümlenmiyor işte, biraz durmak, barışa bir şans tanımak, bugün bu topluma yapılacak en büyük iyilik.

PKK da artık mayın patlatmaktan vazgeçmeli, bu barış iklimini bozmanın Kürt halkına bir faydası bulunmuyor.

Ama sorun, bu iki silahlı gücün “aklın sesini” dinleyip dinlemeyecekleri.

Ordu her zaman söz dinlemiyor.

PKK da, zaman zaman kendi liderini bile tekzip edecek eylemler yapıyor.

Dün, PKK’yla bağlantılı oldukları gerekçesiyle tutuklanan DTP’lilerle ilgili iddianame yayınlandı.

İddianamenin büyük bölümü telefon konuşmalarına dayanıyor.

O konuşmalar, DTP yöneticileri ile PKK yöneticileri arasında çok ciddi gerilimler olduğunu da ortaya koyuyor.

PKK’lıların, DTP’li yöneticilerle ilgili şikâyetleri, öfkeleri çok açıkça ifade ediliyor.

“Silah tutan elin” nasıl “patronluk” tasladığını biz ordunun bu ülkede yaptıklarından öğrenmiştik, bunu Kürt siyasetçilerinin de kendi cenahlarında yaşadıklarını açıkça gösteriyor o konuşmalar.

İddianamede çok çarpıcı başka “iddialar” da yer alıyor, bunlardan bir tanesi Fethullah Gülen’e PKK’nın suikast yapacağı iddiası ama doğrusu bu iddiaya dayanak yapılan konuşmadan biz bir şey anlamadık, savcılar o konuşmadan böyle bir sonucu nasıl çıkarttılar bilmiyorum.

İddianameye yansımayan bir şeyler mi var, tam kavrayamadık.

O konuşmayı da aynen yayımlıyoruz.

Çatışmalar, ölümler, mayınlar, operasyonlar, suikastlar, sabotajlarla çok insan kaybetti bu ülke, binlerce çocuğumuzu ölüme teslim ettikten sonra artık bir “sorunumuz” olduğunu, bunu da silahla çözemeyeceğimizi anladık.

Şimdi bu toplum bir çocuk masumiyetiyle, “barışın dikenli yollarında” silahların susmasını istiyor.

Silahlılar kendilerini her zaman daha güçlü, daha vahşi, daha buyurgan hisseder ama “silahsızların” sesine de kulak vermeleri gerekir.

Bazen bir masum çağrı, bütün silahlardan daha güçlü patlar çünkü.

Ahmet Altan

28 Mayıs 2009 Perşembe

İsrail şirketinin ne işi var orada!

İsrail'in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy'nin, Suriye sınırı boyunca yerleştirilen mayınların temizlenmesi konusunda tartışmaların tırmandığı bir dönemde Urfa'da söylediği sözler, özel bir anlam yüklenmese bile, yakışıksızdı. "Bu bölge hem Müslümanlar için hem Yahudiler için çok önemli bir yer. Biz küçüklüğümüzden beri nereden geldiğimizi ve tarihimizi biliyoruz. Bunu küçük çocuklarımız da biliyor. Tabii her Yahudi için bu topraklar ve atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli. Özellikle Şanlıurfa ve Harran bizim için çok önemli…" diyen Bergama doğumlu Levy'nin sözleri, en masum bakışla kamuoyu hassasiyetini istihza ila karşılamaktı. Bu sözlerin, hem de Urfa'da hem mayın tartışmasının alabildiğini tırmandığı bir dönemde hem de İsrail'in bölgeye ilgisinden duyulan rahatsızlık varken söylenmesi çok ciddi bir dikkatsizlik örneğidir. Tarihsel gerçekler, Arz-ı Mev'ud tartışmaları değil kastettiğim. Bazı İsrailliler'in hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayallerinden başka anlam ifade etmeyen söylemler değil. Bugünün, bölgenin gerçeklerinden hareketle söylüyorum bunu. Bir diplomatın, hele bu İsrail gibi bütün bölgede güvensizlik kaynağı olan bir ülkenin büyükelçisi ise, böyle bir hata yapması kabul edilir bir şey değildir.

Türkiye'de İsrail'e yönelik duyarlılığı hafife almak hatta küçümsemek kimsenin haddine değildir. Bu son derece gerçekçi bir tepkidir. Yahudi düşmanlığı ile, yabancı düşmanlığı ile, popüler siyasi söylemin moda ifadeleriyle açıklanacak bir durum değil bu. Daha dün Gazze'deki kıyım yaşanırken Türkiye ayağa kalkmamış mıydı? Kıyımı yapanlar değil de buna reaksiyon gösterenler mi, Türkiye-Suriye sınırına bir İsrail şirketinin yerleşmesine karşı duranlar mı yanlış yapıyor! Üstelik bu duyarlılık sadece Suriye sınırı boyunca değil, bütün Türkiye'de var, bütün bölgede var, bütün dünyada var. Dünyanın her bölgesinde İsrail'e karşı özel bir dikkat söz konusu. Bir olayda İsrail'in daha varsa o olay daha bir özenle ele alınır. Bu gerçeğin suçlusu bütün insanlık değil, İsrail'in kendisidir! Kendisini eleştiren herkesi, her ülkeyi antisemitizmle karalama yaptırımına mahkum olmadan gerçekleri söylemeye, duyarlı olmaya ısrarla devam edeceğiz.

Türkiye ve Suriye, bugün birbirine çok yakın iki ülke. Hiç kimsenin tahmin edemeyeceği oranda bir yakınlık söz konusu. Bundan en fazla rahatsız olan elbette İsrail. Soğuk Savaş döneminde iki ayrı siyasi kampta yer almalarının bedelini iki ülke de ödedi. Bugün, o dönemde örülen kalın duvarları yıkma zamanı. Dikkat edelim; İsrail duvarlar örerken biz duvarları yıkıyoruz. Siyasi yakınlık, ekonomik yakınlık, askeri yakınlık her geçen gün daha da artıyor. Dokuz yüz kilometrelik sınır şimdi işbirliği ve dostluk sınırıdır. Eğer bu sınırın bir bölümünde yüz binlerce mayın varsa, bu elbette ortadan kaldırılacaktır. Geç bile kalındı. Bunun için Ottawa Sözleşmesi gerekmiyor. Bunun için 2014 yılını beklemek gerekmiyor.

Teknik anlamda mayın temizleme konusunda ciddi bir kafa karışıklığı var. Herkes bir başka öneride bulunuyor. Ama şurası gerçek; Mayınları temizlemeyi becerebilen sadece İsrail firmaları değil. Böyle bir şey yok. Türk firmaları da aynı şeyi yapabilir. Daha önce yaptı da. O zaman İsrail'in bu işe bu kadar talip olması sadece ekonomik bir yatırım olarak mı görülmeli? Bununla mı sınırlı? Ya da İsrailli firmaları buraya sokmak için ısrarcı olmanın anlamı ne? Elli yıl önce döşenmiş mayınları temizleyecek bir teknoloji yok mu bu ülkede? Orta ölçekli Anadolu girişimcilerine bölge bölge dağıtılsın, onlar bunun teknolojisini de bulacak, mayınları da pekala temizleyecektir. Günlerdir izliyoruz. Sadece belli çevreler değil, Türkiye'nin hemen tamamı İsrail'in bölgeye girmemesi konusunda ısrarlı. Buna taraftar olan neredeyse yok. O zaman neden bu ısrar?

Bugüne kadar bu ülkeye verilen savunma ihaleleri kamuoyunda ciddi endişelere, itirazlara neden oldu. Haklılık payı olduğu sonraları ortaya çıktı. İhalesiz verilen siparişlere, sonraki fiyat artırmalarına bakınca bu ortaya çıkıyor. Türkiye-Suriye sınırı bizim Ortadoğu ile bağlantımız. Burada hiçbir güvensizlik oluşmamalı. Irak işgali öncesi yine bu güzergah tartışmaya açılmıştı. İskenderun Körfezi'nden Irak sınırına kadar olan kuşak tezkere tartışmalarının içindeydi. Bundan sonra da öyle olmaya devam edecek.

Mesele sadece mayınların temizlenmesiyle sınırlı teknik bir konu mu? Ya da temizlik sonrası organik tarım meselesi mi? Acaba daha başka, Bilediğimiz boyutları mı var? Mesela petrol…

Suriye geçtiğimiz aylarda ulusal petrol rezervini açıkladı. Uzun süren çalışmalar sonrası bir rapor yayınlandı. Pek kimsenin dikkatini çekmedi. Rezervinin 24 milyar varil civarında olduğu ifade ediliyor. Ama daha dikkat çekici yönü, bu rezervler ülkenin kuzey ve kuzey doğusunda. Yani Türkiye'ye yakın yerlerde. Sınırın Türkiye tarafında son zamanlarda yapılan aramalarda ümit verici sonuçlar elde edildi. Mayınların temizlendiğini düşünelim. 180 milyon metrekarelik bir toprak parçası elbette tarım için olağanüstü bir zenginlik. Peki ya petrol için?

Buraların petrol sahaları olabileceğini düşünsek ne olur? Gerçekten bu mayınlar sadece Batı-Sovyet Bloku'nun sınırları olduğu için mi, Suriye'den gelebilecek tehditleri önlemek için mi döşenmişti?

Hiç kimse, bu ülkenin insanının duyarlılığını yadırgamasın. Ayıplamasın, küçümsemesin. Bu duyarlılığın toplumun her kesimi tarafından paylaşıldığını, derin bir akıldan kaynaklandığını düşünüyorum. Türkiye'nin şu an endişe edildiği gibi bir hata yapacağına da inanmıyorum. Yapmamalı. Böyle bir lüksü yok. Varsın İsrail firması olmasın. Ne kaybedeceğiz?

İbrahim Karagül

Kırk dokuz yıl sonra…

Türkiye'ye yapılmış “en büyük kötülük” olan 27 Mayıs Darbesi'nin kırk dokuzuncu yıldönümüydü, dün: 27 Mayıs İhtilali, Türkiye'de darbe süreçlerini başlatmış, sonraki askeri müdahalelerin de temelini oluşturmuştur.

Kimi laikçi-ulusalcı simaların ısrarla öne sürdüğü gibi bir “devrim” değildi, 27 Mayıs…

Bütün damarlarında ABD-NATO'nun dolaştığı 'gayrı milli' bir operasyondu.

*

Yarım yüzyıldır kıyasıya tartışıldığı halde, 27 Mayıs Darbesi'nin perde arkasıyla ilgili bazı temel sırlar, şok edici gerçekler hala gün ışığına çıkabilmiş değildir.

Bunca zamandır 27 Mayıs kapsamında tedavülde bulunan belli başlı 'resmi tarih' ezberlerini sorgulamadan ihtilalin perde arkasındaki temel hakikate ulaşmak mümkün olmayacaktır.

Örneğin, “Demokrat Parti erken seçime gitseydi, ihtilal ve de idamlar olmazdı” kanaati bir yanılsamadan ibarettir.

27 Mayıs Darbesi'nin kurgusallığı, Adnan Menderes'in “infazına” dayalı bir “Gizli Devlet” kararıydı.

Yani, 27 Mayıs darbesinden çok daha önce “kalemi kırılmıştı” Menderes'in…

Kalemi neden mi kırılmıştı?

“Türkiye'ye yapılmış en büyük ihaneti” keşfetmiş olduğu için!

Dramatik hadisenin sırrı “Ankara'daki Washington” gerçeğinde saklıdır…

Washington'a bağlı “Gizli Devlet” mekanizmasının varlığını ve o “bütün kurumların üzerindeki yapı”nın sırrını öğrenmiş, neticede “kontrolden çıkmış” bir “Başvekil” vardı!

“Gizli Devlet” yapılanmasının “kitabına” aykırı davrandığı için idam edilmiştir, Adnan Menderes…

*

Menderes'in 17 Şubat 1959'daki uçak “kazası”ndan “beklenmedik bir biçimde” kurtulmuş olması, 27 Mayıs'ı da beraberinde getirmiştir!

Gerçeği arayan herkes, siyasi tarihimizin karanlık odalarıyla yüzleşmek zorundadır.

Yakın tarihimizdeki sarsıcı hadiselerin perde arkası, yıllardır kamuoyuna sunulduğundan çok farklıdır…

Şok edici derin gerçeklere “komplo teorisi” muamelesi yapmak, toplumu kasten yanıltmak anlamına geliyor.

Zaten, “aslında ne olduğu” eninde sonunda ortaya çıkıyor.

Gerçeklerin üzerini sonsuza kadar örtebilmek imkansızdır.

27 Mayıs'ın çok kirli perde arkası da er veya geç tümüyle gün ışığına çıkacaktır.

*

“Sahibinin Sesi” Yassıada Mahkemesi'nin finalde hangi kararları alacağı “karanlık senaryo”da yazılıydı.

Menderes, Anayasa'yı ihlal eden kurmaca bir yargılamanın sonunda 'hiçbir suçu olmadığı halde' tamamen fabrikasyon iddialara dayalı olarak asılmıştı.

Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın “27 Mayıs Faşizmi” eliyle idam edilmesi Türkiye'de o denli büyük bir yarılma meydana getirmiştir ki, bu büyük yaralar aradan yarım yüzyıl geçtiği halde hala acıyor, kapanmıyor.

*

Ergenekon Davası'nın, -netice itibarıyla- Türkiye'deki darbe süreçlerinin arka planının aydınlatılmasında/deşifre edilmesinde birebir etkili olacağını öngörmek zor değildir.

Ergenekon yapılanmasından yola çıkılarak “derin gezegenimizin” merkezine seyahat edildiğinde…

27 Mayıs'ın öncesine ulaşıp o dönemin gizli şifrelerini de kırmak kaçınılmaz bir sonuçtur.

27 Mayıs 1960 Darbesi, Washington'ın 11 Haziran 1944'ten itibaren Ankara'da gizli hakimiyet kurmasıyla başlayan “karanlık iktidar” sürecinin kurguladığı bir askeri müdahaleydi.

Tamer Korkmaz

1908 tarihli bir mektup: Bahçeli ve Baykal için

Ahmed Midhad Efendi'nin, II. Meşrutiyet'in ilanından yaklaşık iki ay sonra, Tercüman–ı Hakikat gazetesinin 17 Eylül 1908 tarihli sayısında çıkan bir yazısı var.

Fazıl Gökçek'in, İletişim Yayınları'ndan çıkan “Osmanlı Kapısında Büyümek - Ahmed Midhad Efendi'nin Hikâye ve Romanlarında Gayrimüslim Osmanlılar” başlıklı kitabında yer alıyor.

Öyle bir yazı ki bu, Ahmed Midhad Efendi, makalesini sanki dün, Başbakan'ın çıkışından sonra kaleme almış.

Şöyle diyor:

“Her lisanda 'hakikat' ve 'mecaz' denilir iki hüküm vardır ki gerek konuşulur, gerek yazılır iken bu hükümler bilinmeyecek olursa anlaşılmak güç olur.

Bir sözün, bir kelimenin evvelâ hakiki olan manâsı murad olunur. 'Arslan' denildiği zaman o meşhûr yırtıcı hayvan murad olunmak gibi. Kelimenin mecazî olan mânası ise (...) kelimeyi asıl kendi mânasına almak mümkün olmadığı vakit meydana çıkar. Misal-i meşhûrunca (yaygın örnekle) 'Hamamda bir arslan gördüm' demek gibi ki, hamamda gördüğüm şey mahut yırtıcı hayvan olamayacağı, çünkü o yırtıcı hayvan hamama gelemeyeceği için ona benzer bir şey, iri yarı, güçlü kuvvetli bir kahraman görmüş olduğum anlaşılır.

Şu usul-i lisaniyeyi (dille ilgili şu kaideyi) hatıra getirdiğimiz anda 'Hıristiyanlardan kardeş olur mu imiş!' diye bir iki haftadan beri bazı kimseler nezdinde görülegelmiş olan galeyana şaşmamak kabil olmaz...

Eski imlâsı 'karındaş' olan bu kelimenin mânâsı, ikisi bir babanın belinden inip bir ananın rahminden doğan iki kimse arasındaki münâsebettir. Bu mânâya göre Hıristiyanlarla Türkler birbirinin kardeşi olamaz (...)

'Ermeni kardeşlerimiz' ve 'Bulgar kardeşlerimiz' ve 'Rum kardeşlerimiz' denildiği zaman evvelâ bunlarla beraber bir ana ve babadan doğmamış olduğumuz için aramızda mânâ-i hakikiyesiyle (gerçek manasıyla) bir kardeşlik murad olunamaz. Zîrâ dinlerimiz başka başka olduğu için burada 'din' kelimesi bir cihet-i câmia (toplayıcı yön) teşkil edemez. Müslümanlar arasında bulduğumuz mecaz burada bulunamaz. Öyle bir din kardeşliğini biz iddiâ edecek olsak onlar kabul etmezler. Öyle ise ikinci bir mâna-i mecazi arayacağız. Tabii onu pek kolay bulacağız.

Düşünelim ki bir köyde, bir kasabada, bir şehirde Hıristiyanlar ile kapı bir komşuyuz. Doğan güneş cümlemizi tenvir (aydınlatıyor) ve ihyâ ediyor. Yağan yağmur mahsulât-ı arziyesiyle (topraktan çıkan ürünleriyle) cümlemizi besliyor. Yangın gibi, zelzele gibi bir afet cümlemize isabet ediyor. Hatta mine'l-kadim (eskiden) duygularımıza girmiş olduğu vecihle birimizin düğünü diğerimizi de neşelendiriyor. Birimizin hastası, cenazesi diğerimizi de kahırlandırıyor. Elhasıl maişet-i medeniyece (medeni yaşam açısından) birbirimizin ortağı sayılıyoruz. Bu kadar cihat-ı câmia aramızda bir 'kardeşlik' hasıl eder de buna 'öz kardeşlik' ve 'din kardeşliği' diyemeyeceğimize mukabil 'vatan kardeşliği' der isek kıyamet mi kopar? İşte mânâ-i mecâzi (mecazi anlam)...

Türkiye'de müsavat (eşitlik) ha!

İşte Hıristiyanları vatan kardeşliğine bile kabul etmiyorlar.

Onları ayrı ve yabancı addediyorlar. Yabancı addettikten sonra mallarını, canlarını, ırzlarını, hatta dinlerini mübah saymak uzak mıdır? Bir yerde emsâli görüldüğü vecihle (üzere) Hıristiyanlar üzerine hücum bi'l-kuvve (potansiyel saldırı) yine mevcuttur. Kuvveden fiile çıkmak dahi 'mutaassıbâne bir galeyandan başka bir şeye muhtac değildir' derler ki bu zehrin panzehiri bizim için güç ve pahâlı bulunabilir.

Allah aşkına aklımızı başımıza alalım...”

Ahmed Midhad Efendi böyle demiş, 101 yıl önce, içeriden ve yürekten?

Baykal ve Bahçeli ne buyururlar acaba?

Aslında acı…

Aradan geçen 101 yıla rağmen aynı yerde durmak, Baykal, Bahçeli gibi “bakmak” ne acı…

Ali Bayramoğlu

Mayınlara basmayınız

Ne kadar da kolay oyuna geliyoruz. Türkiye epey bir süredir 'küresel bir oyuncu' ve önemli bir 'bölge gücü' olma yolunda; bunu son birkaç yıldır izlenen dengeli dış politika çizgisiyle başardı. Öncelikleri doğru tespit edilmiş, çok yönlü ve barışçı bir çizgi bu. Bölgesel ve küresel ihtilâflarda kolaylaştırıcı veya çözüm getirici bir tavır alacaksa Türkiye, dışarıya bakan yüzünde hiçbir kırışık bulunmaması gerekiyor.

Bunun anlamı, ihtilâflı konulara taraf olan ülkelerle ilişkilerinin yara-bere almamasıdır. İslâm Dünyası'nın ülkeleri ve Afrika coğrafyasıyla yakından ilgilenen Türkiye, ABD ve AB ile ilişkilerini de en üst düzeyde götürmeli, bu arada İsrail'i de etkileşim alanı içerisinde tutmalıdır.

Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi konusundaki gelişmeler, fazla uzağımızda olmayan çevrelerin anlaşılmaz tavırlarıyla, Türkiye'nin zor kazanılmış etkin imajını yok edeceğe benziyor. Sonunda mayın temizlemenin yasal süreci tamamlanır mı, bilemem, ancak böyle giderse o süreç tamamlanana kadar Türkiye'nin herkesin 'gıpta' ile baktığı imajının onulmaz bir yara alacağına her türlü iddiaya girerim.

Türkiye'yi uluslararası arenada kendisine rakip gören İsrail çok akıllı davranıyor. “Mayınları temizleme işi o toprakların 49 yıllığına kendisine bırakılması karşılığı İsrail'e bırakılacak” söylentilerinin gemi azıya aldığı bir ortamda, İsrail'in Ankara Büyükelçisi'nin, “Böyle bir şey yok” demek üzere Şanlıurfa'ya kadar gitmesinin derin anlamını idrak edememek nasıl bir körlüktür?

Şunu iyi bilelim: İsrail bugün işbaşında bulunan Ak Parti hükümetinden hoşlanmıyor; Obama'lı yeni dönemde ABD ile ilişkilerinde kendisine rakip ve istediği türden bir bölge düzeni oluşturmasının önünde en önemli engel olarak görüyor.

İsrail'e, “GAP bölgesinin size bedava verilmesini mi, yoksa Türkiye'nin küresel ve bölgesel iddialarını terk etmesini mi yeğlersin?” diye sorulsa alınacak cevabın ikincisi olacağına kuşkunuz bulunmasın.

Yeni Şafak dahil Ak Parti'ye 'yakın' bilinen medya organlarında çıkan değerlendirmelerde gözardı edilen nokta işte budur: Daha ortada fol yok yumurta yok iken, mayın temizleme işinin hangi şartlarla bir ihaleye konu edileceği henüz bilinmezken, sanki ihale olmuş bitmiş ve İsrail'e verilmiş gibi sesler çıkartmak ne kadar doğru?

2010 yılına gidilen bir dünyada, fazla karmaşık olmayan mayın temizleme işinin, savunma sanayii alanında çalışan bunca yerli şirket varken ve sırf bu konu için yeni şirketler kurulmasına ön ayak olmak mümkünken, işin bir yabancı firmaya verilmesini düşünmek en büyük hatadır. Türkiye bu işi yapabilir, bugünkü teknolojisi yapmaya elverişli değilse varolan teknolojiyi öğrenip uygulayabilir.

Bütün dünyada teknolojik ilerleme savunma alanında başlamıştır; İnternet bile önce askeri amaca hizmet etmesi için devreye sokulmuş, daha sonra sivil alana yaygınlaştırılmıştır. Türkiye'de de savunma sanayii alanında çalışan pek çok şirket var; bu vesileyle o şirketlerin sayısını artıracak özendirici tedbirler pekâlâ alınabilir. Yeter ki, istensin...

TBMM mayın temizleme işiyle ilgili yasayı öncelikle Türk savunma sanayiini göz önünde tutarak çıkartmalıdır.

Ancak bunu yaparken gerekçe “İsrail'e gitmesin diye” olamaz, niçin olsun ki?. Tersine, işi üstlenecek Türk firması, mayın temizleme teknolojisi bir tek orada varsa teknolojiyi İsrail'den ithal etmekte bir an bile tereddüt etmemelidir.

Son günlerde bu konuda yürütülen tartışmalar Türkiye'nin hayrına değil. Türkiye'yi modası geçmiş saplantılar içerisinde göstermek, dış politikada oluşturulan milli çizginin dengelerini bozacak fotoğraflar vermek de öyle...

Kendimizi neden bu kadar küçümsüyoruz ki?

Fehmi Koru

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Nasrallah'a suikast: Pis bir oyun tezgahlanıyor

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'a suikast düzenlense nasıl bir Ortadoğu çıkar karşımıza? Lübnan'da iç savaş, İran'ın bölgeye müdahil olması, bazı Sünni ülkelerin müdahil olmaları, İsrail'in bu ülkeye saldırısı, ABD ve bir çok Avrupa ülkesinin saldırıya destek vermesi, krizi sona erdirmek en azından durdurmak isteyenlerin acizliği… Tam bir kaos, çatışma, yeni suikastler, bütün bölgenin istikrarsızlaşması…

Bu öylesine bir tahmin değil, gerçekten de bu yönde ciddi çalışmalar söz konusu. 7 Haziran'da yapılacak Lübnan Parlamento seçimleri öncesi, bölgede çok tuhaf, endişe verici gelişmeler oluyor. Seçim sonrasının hesabını yapanlar, seçim öncesi bir takım tehlikeli oyunlara başladı bile. Refik Hariri suikastiyle başlayan Lübnan merkezli bölge senaryosu yeni bir aşamaya giriyor. Sadece Nasrallah'a değil, bir çok isme yönelik suikastler yeniden başlayabilir. Seçimin sonucunu etkilemeye yönelik çabaları planlayanlar bugünlerde Şiilerle Sünniler arasında yeni bir çatışmanın hazırlıklarını yapıyor. Neler olduğuna birlikte bakalım:

1- Eş-Şark-ul Evsad gazetesine açıklama yapan Hizbullah'ın üst düzey yöneticilerinden Seyyid Navaf el Musavi; İsrail'in Hasan Nasrallah'a suikast düzenlemeyi planladığını, bunun bölgeyi ateşe atacağını, üstelik bu planın bazı bölge ülkeleri tarafından desteklendiğini, İsrail'in ayrıca seçim öncesi bölgede çok büyük bir tatbikata hazırlandığını, Hizbullah'ın alarma geçtiğini söyledi. İsrail'in beş günlük tatbikatı 31 Mayıs-4 Haziran tarihleri arasında yapılacak.

2- İsrail'in Maariv gazetesi, seçim sonuçlarının İsrail'in Lübnan'a müdahalesi için gerekçe oluşturabileceğini yazdı. Güvenlik çevrelerine dayandırılan haberde; Lübnan'ın Hizbullah kontrolüne girmesinin ya da Hizbullah'ın etkisini artırmasının, bir örgütün devlete dönüşmesi anlamına geldiği, bu durumun İsrail için büyük tehdit oluşturduğu, dolayısıyla Hizbullah'a yönelik İsrail saldırılarının söz konusu olabileceği belirtildi. 14 Mart Bloku ve Gelecek Hareketi'nin lideri Saad Hariri de, 7 Haziran seçimlerinin hem Lübnan hem de Ortadoğu için belirleyici olacağını söyledi.

3- Başta Mısır olmak üzere, bölge ülkeleri Hizbullah'ın içinde bulunduğu muhalif blokun seçimi kazanmaması için olağanüstü çaba harcıyor. Bu ülkeler doğrudan seçim kampanyalarına katılıyor, yoğun propaganda yapıyor. Hatta Mısır'daki Hizbullah operasyonlarının bu seçime yönelik olduğu belirtiliyor. Binlerce gazete Mısır'da bastırılıp Lübnan'da dağıtılıyor. Seçim, Lübnan'ın iç meselesi olmaktan çıkmış durumda. Bu halde adil bir seçim yapılması neredeyse imkansız.

4- Der Spiegel dergisi, Şubat 2005'te Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'ye düzenlenen suikasti soruşturan BM kaynaklarına dayandırdığı bir rapor yayınladı. Raporda suikastin Hizbullah tarafından yapıldığına dair deliller bulunduğu iddia edildi. Derginin haberi, seçim öncesi bölgeyi karıştırdı. Hizbullah, İran ve Suriye, bu iddiaya sert karşılık verdi. Der Spiegel üzerinden seçime müdahale yapılıyordu.

5- Hizbullah bu yayını İsrail'in yaptırdığını açıkladı. Nasrallah, bu yayının ülkede Sünniler'le Şiiler arasında çatışmayı provoke etmek amacıyla hazırlandığını, "çok çok tehlikeli" olduğunu söyledi. Habere tepki gösterenler, bölgede İsrail adına çalışan istihbarat mensuplarına mesaj verildiğini öne sürüyor.

6- Tam bu sırada İsrail, haberi kaynak göstererek Nasrallah hakkında uluslararası tutuklama kararı çıkarılmasını istedi. İsrail, Hizbullah'ın seçimleri kazanması ihtimaline karşı alarma geçti ve Nasrallah'ın Hariri suikastinden sorumlu olduğu iddiasıyla tutuklanmasını istedi. Başbakan Benjamin Netanyahu da, seçim sonucu Hizbullah liderliğindeki blokun Lübnan'ı kontrol altına alabileceğini belirterek, ABD'yi bu "tehlike"ye karşı harekete geçirmeye çalışıyor.

7- Seçimlerden hemen önce İsrail'in tatbikatları başlayacak. Aynı tarihte İsrail Başbakanı Paris'te Nicolas Sarkozy ile Lübnan'ı konuşacak. Öncelikle seçim sonuçları etkilenmek isteniyor. Kamuoyuna bir korku pompalayarak muhalif blokun önü kesilmeye çalışılıyor. Bölgedeki bazı Arap ülkeleri doğrudan taraf durumunda. Hatta bu ülkeler, Hizbullah kazanması durumunda İsrail saldırısına destek verecekler. Gazze saldırısından sonra İsrail'le bölge ülkeleri bir kez daha aynı safta. Gerilimde son nokta Nasrallah'ın Hariri suikastinin sorumlusu olduğunu ilan etmek. Hatta İsrailli yetkililer, tutuklanması için zor kullanılabileceğini bile açıkladılar. Seçim sonucu ve bu iddia İsrail'in Lübnan'a saldırısı için gerekçe olarak kullanılacak gibi.

8- En önemlisi de Nasrallah'a yönelik suikast hazırlığı. İsrail bunu başarabilir mi? Zor. Ama başarırsa bölge ülkelerinden destek alacağı bir gerçek. Tıpkı Şeyh Ahmed Yasin suikastinde bazı bölge ülkelerinden destek aldığı gibi.

Pis bir oyun tezgahlanıyor!

İbrahim Karagül

İstanbul'a bak, olup biteni hemen anlarsın

Demokrasi tabii ki sadece "jestler" ile kurulup geliştirilemez. Hukuktan sosyal politikaya, ekonomiden siyasete onlarca alanda yerine getirilmesi gereken icapları var.

Ancak doğrusu, demokrasinin, hele de nazik dönemlerde büyük "jestler"e de büyük ihtiyacı var.

Bu "jestler"i küçümsememek gerekir; hele de bizimki gibi "jest" yoksunu-yoksulu bir ülkede yaşıyorsak.

AK Parti'nin ilk kez hükümet kurduğu dönemde şuna benzer bir öneride bulunduğumu hatırlıyorum:

"Kurdun mu tek başına hükümeti, hadi o zaman ortada dolaşan pekçok söylentiyi bir çırpıda silecek birkaç büyük jest yap gecikmeden!"

Galiba ilk akla gelebilecek türden birkaç "jest"i de sıralamıştım. Bunlar içinden yer alanlardan birisi şu idi: "Bu hafta ilk işiniz okullardan zorunlu din dersini kaldırmak olsun!"

Bu "jest"i niçin ilk sıralara yerleştirmiştim. Söz konusu dersin "ülkenin sorunları" sıralamasında başa güreştiğini düşündüğüm için mi? Hayır. Ama madem ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Aleviler açısından bu ders büyük bir sorundur; madem ki "AK Parti iktidara geldi" diye bin türlü senaryo üretmeye başlayan "laik" çevreler korkulu-sıkıntılıdır, a zaman yap bu "jest"i de "siyaset"i doğru dürüst konuşmamıza ve yaşamamıza engel olan bu sorun milletin şaşkın bakışları altında senin tarafından çözülmüş olsun. Bu işe Sünni-dindar çevreler ne mi derdi? Bana sorarsanız, bu dersi zorunlu müfredata yerleştirdiği için Kenan Evren'i yere olduğu kadar göğe de sığdıramayanlar dışında kimse dert edinmezdi. Haksız mıyım? Sözünü ettiğim çevreler zaten "Bu ders ile Müslüman mı olunur" demiyor mu idi?

Ama bir de, bu "jest"in ülkedeki "kutuplaşmayı kaldırma" sürecine yapacağı olağanüstü olumlu etkiyi düşünün. Hoş olurdu doğrusu; CHP'yi "zorunlu din dersi"nin kaldırılmasına muhalefet ederken izlemek çok öğretici olurdu doğrusu…

Başbakan, "Düzce Konuşması"nda (bundan böyle bu konuşmadan böyle söz edeceğim) büyük bir "jest" yaptı. Fakat o da ne? Bu "jest" ya görmezlikten gelindi, ya da "söylemesi kolay arkasını görelim" tarzında küçümsenmeye çalışıldı.

İyi, Başbakan güzel söylemişti ama Milli Savunma Bakanı daha üç-beş gün önce milleti ayağa kaldıran bambaşka bir açıklama yapmamış mıydı? Başbakan Yardımcılarından birisi, -bugün "insanları ihanetle suçlamak yakışık almıyor" mealinde konuşsa da- Ermeni Konferansı'nın arifesinde malum lafları etmemiş miydi? Bu ve benzer örnekler hatırlandığında, Başbakan'ın son açıklamalarına nasıl güvenebilirdik?

Görüyorsunuz; bu ülkede doğruyu söyleyebilmek için mutlaka "temiz kağıdınızı" ibraz etmeniz gerekiyor! Söylenilenlere gönülden katılıyor olsanız da, ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor!

Söylenenlere ve söyleyene yönelik akla hayale gelmeyecek türden hakaret yağdıranları hatırlatmıyorum bile. Çünkü onlar düşünmeyi-tartışmayı elden bırakmayarak iyi şeyler tasarlamaktan çoktan vazgeçmişler.

Siz de biliyorsunuz muhakkak. Başbakan'ın başta CHP ve MHP'yi haddinden fazla "öforik" kılan son değerlendirmesinin doğruluğunu-yanlışlığını test etmek çok kolay.

Vazgeçtim Anadolu'nun pekçoğunda bir gayrimüslim kabristanının izinin bile kalmadığı şehirlerini (bu konuda "top sahası" teorisini duymuşsunuzdur muhakkak), sadece İstanbul'da yapacağınız bir günlük gezi bile Başbakan'ın değerlendirmesinin ne derece somut deliller ile temellendirildiğini size hemen o saat anlatacak, hissettirecektir..

Balat, Fener, Hasköy, Dolapdere, Tünel, Kurtuluş, Samatya, Pangaltı… Bu semtlerde gezip dolaşırken hemen her sokakta karşınıza çıkan yüzlerce bina, binlerce apartmanın niçin bu kadar bakımsız, "işgale uğramış", sahipsiz bir durumda olduğu sorusunu kendinize soruyorsunuzdur mutlaka. Nasıl olmuş, neler olmuş da, bir zamanlar içlerinde "birileri"nin iyi-kötü günlerini geçirdikleri bu binalar, bu apartmanlar, bu sokaklar bu hale düşmüş? Nerede bu mekanların sahipleri?

Ne dersiniz? Bu manzara sizin, bir İstanbullu ya da bir İstanbul ziyaretçisi olarak, zihninizi hiç meşgul etmiyor mu? "Hiç de etmiyor" diyemezsiniz, çünkü her şeyden önce buna hakkınız, hakkımız yok. Demek ki İstanbul aynı zamanda -Anadolu ağzıyla söyleyecek olursak- bir "Ah'lı mallar" müzesidir. Bu "müze"ye bakıp da, bu müzeyi gezip de, "Farklı kimliklerden insanlara kucak açan milletler sıralamasında birinciyizdir" diyor musunuz hâlâ?

Başbakan büyük bir "jest" yaptı doğrusu. Vatandaşlarına, bir dönem belediye başkanlığı yaptığı İstanbul'a daha dikkatle bakmalarını ve bundan gerekli sonuçları çıkarmalarını önerdi de diyebiliriz.

Kürşat Bumin

26 Mayıs 2009 Salı

Yazık değil mi, hiç mi ders almayacağız?..

Türkiye yine ilginç dönemlerinden birini yaşıyor. Bazen müthiş geriliyor, bazen kutuplaşmanın çarpıcı örneklerini veriyor.
Hem siyasette, hem toplumda, hem de yargı başta olmak üzere devlet kurumlarının kendi içinde yaşanıyor gerilim ve kutuplaşma, saflaşma...
Kafaları karıştıran bir süreç bu.
Öyle ki, dıştan şöyle bir bakınca neyin ne olduğu kolay anlaşılamıyor. Çünkü çelişkili bir durum ve karmaşık bir yumak söz konusu.
Ama dibini biraz eşelerseniz, bütün bu patırtı gürültünün demokrasi ve hukuk kavgasından kaynaklandığını anlamak o kadar da zor olmuyor.
Örneğin Kürt sorunu ve PKK bu ülkede yıllardır demokrasi ve hukukun üstünlüğü yolunda en büyük engeldir.
Bu engel ya da Kürt sorununun çözümsüzlüğü, Türkiye’de yalnız demokrasi ve hukuk devletini ikinci sınıflığa mahkum etmekle kalmamış, aynı zamanda aş ve iş sorununun doğru dürüst çözülmesini de önlemiştir.
Şimdi Cumhurbaşkanı Gül çıkıyor ve Kürt sorununun çözümü açısından ‘kaçırılmaması gereken bir fırsat’tan söz ediyor.
Ama eş zamanlı olarak bir yargıç çıkıyor, pat diye topa vuruyor:
“Cumhurbaşkanı yargılanmalı!”
Kim bu yargıç?..
Halen Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanan, MHP milliyetçiliğini bile beğenmeyen, Hrant Dink cinayetine açılan yollara özellikle 301 taşlarının döşenmesinde önemli roller üstlenmiş Kemal Kerinçsiz’in “Gelin sizi gözlerinizden öpeyim!” dediği bir yargıçtır, Cumhurbaşkanı Gül’ün yargılanmasını isteyen...
Neden şimdi düğmeye basıyor?
‘Hukuk aşkı’ndan dolayı mı?..
Geçelim.
1990’ları anımsıyorum.
Güneydoğu’daki fiili ateşkes 1993 yılı baharında 33 askerin şehit olduğu Bingöl katliamı ile noktalanmış, Türkiye faili meçhul cinayetlerle birlikte bir hukuksuzluk cehennemi olan Susurluk sürecine kaymaya başlamıştı.
O tarihlerde siyasetin tepelerinde tam bir mutabakat vardı. Devlet, elinin ağır olduğunu, ağzının süt kokmadığını kendi Kürt vatandaşlarına gösterecekti. Kürtler böylece PKK ile, DEP ile kendi aralarına duvar çekeceklerdi.
O günü hatırlıyorum.
Bazı DEP milletvekillerinin TBMM’de dokunulmazlıkları kaldırılmış ve Meclisin önüne çekilmiş polis otolarına ite kaka bindirilip gözaltına alınmışlardı. Ertesi gün Sabah gazetesindeki köşemde, “Meclis demokrasi dersinden çok kötü bir sınav verdi“ diye not düşmüştüm.
DEP’liler uzun yıllar hapis yattı. Bu, hem içte hem dışta Türkiye’yi sıkıştırdı. Kürtler devlete daha çok yabancılaştı. Ve Türkiye’nin ABD ile, AB ilişkileri olumsuz etkilendi.
Bu arada DEP kapatıldı, bir tabela değişikliğiyle HADEP kuruldu; o da kapatılınca, DEHAP çıktı torbadan...
Şimdi sahnede DTP var.
Peki DTP, on küsur yıl önceki DEP’ten daha mı güçsüz?
Hayır, hem oylarını arttırdı, hem de belediye başkanlıklarının sayısını...
PKK da hâlâ dağlarda...
1994’den 2009’a 15 yıl geçti.
Şimdi DTP’ye karşı operasyonlar sürüyor. DTP’li bazı milletvekillerinin 1994’e benzer biçimde yargı önüne sürüklenmeleri isteniyor. Yalnız bu da değil. Gündemde netameli bir konu daha var, tıpkı 1990’lardaki gibi:
DTP’nin kapatılması...
Kapatma davası Anayasa Mahkemesi’nde görülüyor. Karar bir kaç aya kadar çıkabilir.
Bu arada PKK’nın tek taraflı ‘ateşkes’ süresi de haftaya, 1 Haziran’da doluyor.
N’olacak?
Yine aynı filmi mi seyredeceğiz?
DTP’lilere hapis yolu... DTP’nin kapatılması... Güneydoğu’da kan ve ateş... Kürt meselesinde çözüm fırsatından söz eden Cumhurbaşkanı Gül’ü yargılamaya kalkışmak ya da bir başka deyişle, 2007’nin ‘Çankaya savaşları’nı yeniden başlatmak...
Hiç mi ders almayacağız?
Yazık değil mi bu ülkeye?
Oysa, demokrasi ve hukuk mücadelesi çok daha az sancılı olabilir, eğer yaşananlardan ders alabilirsek...

Hasan Cemal

Abdüllatif Şener, Demirel ve Cindoruk çizgisine girmez...- (yazının alt kısmını mutlaka okuyun)

Erbakan'ın Başbakanlığı'ndaki koalisyon hükümetinde Maliye Bakanı olan , Erdoğan'ın Başbakanlığı'ndaki AK Parti hükümetlerinde de Başbakan Yardımcılığı yapan Abdüllatif Şaner'in adını "Türkiye Parti"si olarak belirlediği partisinin kuruluş dilekçesi dün İçişleri Bakanlığı'na verildi.
Kurucu üyelerden eski vali Abdülkadir Sarı, partinin Türkiye'ye hayırlı olmasını dileyerek kuruluş dilekçesini Bakanlığa teslim etti.
Bu partinin ülkeye ve demokrasimize olumlu katkılar sağlayacağına inanarak, ben de Şener ve arkadaşlarına başarılar diliyorum.
Neticede bugünün Türkiye'sinde siyasetin içinde ve dışında bulunan bazı kesimler, ne yazık ki siyaset mesleğinin icrasını "Sivil-asker karması cuntacılık" biçiminde algılamaktalar.
Halkı küçük gören, "Merkezde olmak" ile "Bonapartist olmak" olgularını karıştıran, "Değişim"i "Rejimin tehdidi" biçiminde sunan siyasi kadroları, siyasi partilerin içinde bile görmüyor muyuz?
Abdüllatif Şener'in bu kesimlerle arasına mesafe koyacağına inanıyorum.

Torunları bile olabilir
Çünkü 1954 doğumlu Şener, Demireller (d.1924), Erbakanlar (d.1926), Cindoruklar (d.1933) ile karşılaştırıldığında onların oğlu hatta torunu sayılabilecek tazeliğine karşın, özellikle 28 Şubat post-moderm darbe sürecindeki Maliye Bakanlığı sırasında "Osmanlı'da oyun bitmez" sözünün gerçekliğini, sıkıştırılmış biçimde yaşayarak görmüştür.
Gelin dönelim 1997 post-modern darbe sürecine...
6 Haziran 1997- Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak Kuzey Irak'ta sürdürülen sınır ötesi operasyon sırasında düşen iki helikopter ile ilgili olarak Ankara'da düzenlediği basın toplantısında, operasyonun maliyetinin karşılanması için Başbakanlık ve Maliye Bakanlığı'na istemde bulunduklarını da belirterek "Ancak şu ana kadar herhangi bir ödenek TSK'ya tahsis edilmemiştir. Bu harekâtın maliyetinin ödemesi yapılmadı" dedi.
7 Haziran 1997- Maliye Bakanı Abdüllatif Şener Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Kuzey Irak'ta sürdürülen sınır ötesi operasyonla ilgili yaptığı yazılı açıklamada, bu konuda herhangi bir ödenek sorunu olmadığını belirterek, "Terörle mücadelede hiçbir finansman sorunu söz konusu olmamakta, ihtiyaçlar anında karşılanmaktadır" dedi.

Ağır suçlamalar
8 Haziran 1997-DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk Afyon'da düzenlediği basın toplantısında Genelkurmay'ın, hükümetin, Kuzey Irak operasyonu için ödenek vermediği yönündeki açıklamasını değerlendirirken, "Güneydoğu'da evlatlarımız şehit olurken, Türk ordusu ölüm kalım savaşı verirken, orduya yeterli imkânları vermeyen vatan hainidir" dedi.
9 Haziran 1997- ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, partisinin Başkanlık Divanı Toplantısı'ndan sonra yaptığı açıklamada, terörü destekleyen Müslüman komşu ülkelere, Başbakan Necmettin Erbakan'ın "D-8 hayali" nedeniyle tavır alınmaması sonucu iki Türk helikopterinin düşürüldüğünü söyledi.
10 Haziran 1997- Genelkurmay Başkanlığı'nda, yüksek mahkeme üyelerinden oluşan yargıç ve savcılara "irticai faaliyetler" konusunda bir brifing verildi. Bu sırada Adalet Bakanı Şevket Kazan, TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, hâkim ve savcıların kendisinden izin almadan Genelkurmay tarafından verilecek brifinge katılamayacaklarını söyledi.
Bütün bunları yaşamış ve Genelkurmayla eşgüdüm içinde çıkışlar yapan 28 Şubat siyasetçilerinin, Cindoruk'un, Mesut Yılmaz'ın "vatana ihanet" suçlamalarına bile hedef olmuş bir Abdüllatif Şener, acaba bu noktadan sonra onlar gibi olabilir mi?
Bunu hiç sanmıyorum.

Mehmet Barlas

Gömdüler ama çıkaramıyorlar!

Lütfen bir dakika sessiz kalıp şunun üstüne düşünebilir misiniz?
Sonra...
Gurur duyduğunuz her bir şeyle yine aynen devam edin isterseniz.
***

Ülkenizde...
Hükümetler ile Silahlı Kuvvetler memlekete (şu veya bu nedenle) yüz binlerce mayın gömmüşler.
Şimdi çıkaramıyorlar!
***

Dünkü (ve daha önce bu konudaki çok sayıda) yazının devamı olarak uzatmadan sadece bunu soruyorum:
Mayını kendi topraklarına yıllarca bol keseden döşeyip bir gün mecburen sökmesi gerekince beceremeyen büyük bir devlet size huzur veriyor mu?
***

Başbakan, "Mayın temizleme işinin İsraillilere verilmesinin makul olduğunu" anlatmak için birçok şey söylüyor...
Ama İsraillilerin yapabildiği bir işi "büyük bir devlet" olan bizim neden beceremediğimizi izah etmiyor.
Muhalefet partileri hükümetin niyetini eleştirip duruyor...
Ama bu memlekette kendileri de bir şekilde iktidar olduğu halde, neden mayın dikmekte bu kadar zengin, mayın sökmekte ise bu kadar yoksul olduğumuzu söylemiyorlar.
Türk Silahlı Kuvvetleri milyondan fazla mayın döşemişken ülke topraklarına, Genelkurmay bu mayınları ordunun temizleyemeyeceğini açıklıyor...
"Çünkü" diyor, "Teçhizat ve özel eğitim almış uzman yetersizliği olduğunu" belirtiyor.
Ama, 600 bin kişilik, milyarlarca dolar harcamalık, devlet ve siyaset üstünde vesayet sahibi bir kurumun bunca yılda ne sebeple teçhizat edinemediğini, özel eğitim almış personel yetiştiremediğini söylemiyor.
***

Hükümet, muhalefet ve Genelkurmay...
Silaha, teçhizata, dünyanın en kalabalık ordularından birine, yoksul bir ülkenin dünya parasını hiç tartışmadan ayıran bir devletin neden bu işlerde teçhizatsız, personelsiz kaldığının hesabını vermiyor.
Ne hesap, böyle bir tartışma bile yok.
Bana kızıyorlar, "Yazısını okuyanı tart ederiz" diye bazı askerler tehdit görebiliyor ama binlerce profesyonel ya da tertip tertip asker, "üstüne, üstün ailesine, lojmana, orduevine, gazinoya, kampa, kantine hizmet" işlerinde "mecburi hizmetli" çalıştırılırken, yıllardır neden "uzman personel" yetiştirilemediğini anlatan yok!
***

Neyse gidişteki ricamla bitireyim.
Lütfen bir dakika şunun üstüne düşünür müsünüz:
Hükümetler ile Silahlı Kuvvetler memlekete (şu veya bu nedenle) yüz binlerce mayın gömmüşler.
Şimdi çıkaramıyorlar! Çünkü, 600 bin kişilik orduda teçhizat ve uzman personel yok.
Ama İsrail'de var; di mi!

Umur Talu

Savaş lobisi ile laikçilerin ortak hedefi: Çankaya

Emekli Org. Şener Eruygur'un eşi Mukaddes Eruygur'a ait olduğu iddia edilen yeni bir ses kaydı daha medyaya sızdı. Bunlardan bazılarının üstünden geçmekte fayda var:
* Sabih Kanadoğlu ile Vural Savaş, Şener Eruygur'un yaptıklarını çok iyi biliyor ve takdir ediyorlarmış.
Darbe heveslisi bir komutan var ortalıkta. Bir yandan yasal gözüken ama aslında gıllıgışlı olan, öte yandan da 'Cumhuriyet Çalışma Grubu' gibi yasal olmayan işler yapıyor.
Ancak bu iki adliyeci, Eruygur'un amacını gayet iyi anlamalarına rağmen, onu takdir ediyor, "Bu yaptıkları hukuka ve demokrasiye sığmaz" demiyor.
* Ses kaydındaki bir başka bölüm de, eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile ilgili.
Şener Eruygur, Atatürkçü Düşünce Derneği'ne başkan olduğunda telefonlar kesikmiş.
Bunun üzerine, Şener Beyi pek seven Cumhurbaşkanı Sezer, iki kere 50 milyar (50 bin lira) veriyor. Bir 50 daha verecekmiş ama sonra vazgeçmiş.
Ses kaydı şöyle:
"Üçüncüsünde korktu veremedi AK Parti'den. Şener'i de çok seviyor adam ama o korktu, o mitingde veremedi parayı. Cumhurbaşkanı korkar mı? Büyük hata yaptı. Para lazım, ses düzeni kurulacak, bilmem ne olacak. 'Size para lazımdır hemen onu hızlandıralım' demiş, ondan sonra 'Veremeyeceğim' diye haber geldi."
Geçen Temmuz'da ne yazmıştık?
Milli İstihbarat Teşkilatı, Ergenekon ile ilgili çalışmasını ilk kez 2003 yılında ilgili makamlara (Çankaya, Hükümet, Askeriye) gönderiyor. Sonra bu çalışmayı 2006'da tekrarlıyor. Aynı bilgilendirmeyi tekrar yapıyor.
Yani darbe çalışmalarından haberdar olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Sezer, Köşk gizli ödeneğinden Eruygur'a para akıtıyor.
Hatırlayın: Sezer'in, Köşk'teki tasarruf uygulamaları kamuoyuna gururla yansıtılmıştı.
Yani eski cumhurbaşkanı, halka, "Senin parana gözümün içi gibi bakıyorum" mesajını verirken, aynı anda halkın parasıyla, halkın temsilcisi olan hükümeti alaşağı etmeye çalışıyordu.
İşte bu yüzden, "Ergenekon'un neresinde" sorusu herkes için sorulmalıdır, demiştik!
***

* Ses kaydında bir başka tema da Cumhurbaşkanı Gül'ü yargı kanalıyla Köşk'ten indirme planı.
Bu kez de Mayıs 2008 uzanalım:
Kapatma davasının AKP'yi bitirmekten başka hedefleri vardı: 1) Partiden kopan milletvekillerini, Abdüllatif Şener gibi etki alanlarındaki bir siyasetçiye kaydıracaklardı.
2) Onda sonra da sıra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e gelecekti.
Asıl büyük amaç ise siyasi sistemi kendi çıkarlarına uygun biçimde restore etmekti.
***

Bugün görüyoruz ki Ergenekon davasına rağmen plan bazı zihinlerden silinmiş değil.
* Eğer plan rafa kalkmış olsaydı, Abdüllatif Bey, örgütlü AKP ve karizmatik Tayyip Erdoğan'a rağmen parti çalışmalarına devam etmezdi.
* Plan gündemde olmasaydı, Sincan Ağır Ceza'dan 'Cumhurbaşkanı Gül yargılanmalı' diye bir karar çıkmazdı.
Ve şu çok önemli:
Bu analizleri iç siyaset açısından yapıyoruz ama olayın arkasında Güneydoğu'daki kirli savaş var.
'Kürt Sorunu' denilen şey, aynı zamanda milyarlarca dolarlık bir 'piyasa': Yerli ve yabancı lobiler, hem siyasi açıdan, hem de ekonomik olarak bu piyasanın kapanmasını istemiyor. Saldırıyı sürdürmeleri işte bu yüzden!

Emre Aköz

24 Mayıs 2009 Pazar

Atatürk "bayrak inkılabı" da yapmak istemiş

Cumhuriyet'in Osmanlı'dan kopmuş yepyeni bir devlet olduğu söylenir. Atatürk döneminde devletin isminden hukuk düzenine, yazısından ideolojisine kadar değiştirilmedik pek az şey kalmıştır.Ancak inkılap fırtınasında bir tek Osmanlı sembolüne dokunulmadı.
O da, İstiklal Marşı'nda çehresini çatmasından tarifsiz kederlere düştüğümüzü her gün haykırdığımız ay yıldızlı al bayrağımızdı.
Peki neden dokunulmadı acaba al bayrağa? Hiç değiştirilmesi gündeme geldi mi? Geldiyse nasıl? Ve Atatürk ay yıldızlı bayrak yerine hangi bayrağı getirmeyi düşünmüştü?
Bu konular öteden beri konuşulur ama yazılı değil de, sözlü kaynaklara dayanırdı. Burada yazılı bir kaynağa dayanarak Atatürk'ün Türk bayrağını değiştirmeyi düşündüğünü fakat bir sebeple vazgeçtiğini göreceğiz.
Kaynak, Atatürk'ün yakınında bulunmuş ve Zübeyde Hanım'la yaptığı görüşmeler sayesinde aile kökenleri konusunda bizi kısmen aydınlatmış bulunan Enver Behnan Şapolyo'dur. Yazının künyesi: "Atatürk ve bayrak", Türk Kültürü, sayı: 97, Kasım 1970, s. 30-31.
Enver Behnan Şapolyo, Atatürk'ün yaveri Muzaffer Kılıç'la çok samimidir. Devrimlerin hızla sürdüğü günlerden birinde olmalı, Şapolyo sorar, Kılıç da cevaplar:
- Atatürk bayrağımızı değiştirmeyi düşünüyor mu? Sen bir şey duydun mu?
- Gök bayrağı kabul etmeyi düşünüyor!
- Gök bayrak mı?
- Evet! Atalarımızın kullandığı gök renkli bayrağı[n] yeni devletin bayrağı olmasını düşünüyor, fakat daha bir şey yok!
"Gök renkli bayrak", yani Göktürklerin Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer alan mavi zeminli ve ortasında da bozkurt kafası bulunan bayraktır Atatürk'ün kafasındaki Cumhuriyet'in bayrağı...
Merakını yenemeyen Şapolyo, işin peşini bırakmaz. Atatürk'ün Türk bayrağı olarak, gök bayrağı düşünüp düşünmediğini, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a da sorar. Bayar, Muzaffer Kılıç'ın sözlerini doğrulayan bir cevap verir:
- Atatürk, Cumhuriyet'in resmî bayrağını gök bayrak olarak kabul etmeği düşünmüştü, fakat bu hususta hiçbir neşriyat yapılmadığından, bu bayrağı kabul etmediler.
Celal Bayar'ın sağlığında, üstelik de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi resmî destekli bir kurumun dergisinde çıkan bu yazı üzerinde düşünmeye değer.
Celal Bayar'ın sözlerine göre eğer gök bayrak üzerine yeterli yayın yapılsa ve muhtemelen belgeler tatminkâr bulunsaydı, bugün al bayrağımızın yerinde mavi zemin üzerine kurt kafası bulunan Göktürk bayrağını kullanıyor olacaktık.
Enver Behnan Bey sözlerini şöyle noktalıyor:
"Atatürk harsta [kültürde] milliyetçi, medeniyette Batılı idi. Demek oluyor ki, gök bayrak onun mefkûresinde [idealinde] yaşıyordu. Gök renkli bayrağı kabul etmeyi düşündü, fakat çok güzel olan al bayrağımızdan da vazgeçemedi. (...) Şimdi O'nun kabrini kaplayan semada gök bayrağı hayal ediyorum!"
Dışişleri Bakanlığı'nın Lozan hatası
Dışişleri Bakanlığı'nda Ahmet Davutoğlu rüzgârı kendisini hissettirmeye başladı. Nitekim 19 Mayıs'ın Yunanistan'da resmen "Pontus günü" olarak anılması ve buna hükümet yetkililerinin de katılmasına "misilleme" olarak Dışişleri Bakanlığı hem bir kınama yayınlıyor hem de Lozan'ın bir maddesini hatırlatıyordu. Açıklama, aynı zamanda tarihle ilgili ince bir noktayı da gündeme getiriyordu. Bizimle ilgili kısmı şuydu:
"Bu vesileyle, Kurtuluş Savaşımız sırasında Yunanistan'ın Anadolu'da tevessül ettiği vahşet ve mezalimi ve bu bağlamda, Lozan Antlaşması'nın 59. maddesinin, 'Yunan ordusu veya yönetiminin savaş hukuku kuralları hilafına Anadolu'da sebep oldukları yıkımın Yunanistan tarafından tazmin edilmesi'ni öngördüğünü hatırlatmak isteriz."
Yerinde bir tespit; ancak yanıltıcı bir bilgi. Lozan'ın sözü edilen maddesinde 'tazminat' kelimesi asla geçmez. Ya hangi kelime geçer? "Tamirat" kelimesi vardır ama "tazminat" yoktur. İngilizcesi "reparation", Fransızca metinde ise "reparer" şeklinde ifade edilmiştir.
Zaten eğer Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında geçtiği gibi, Lozan'da Yunanistan'ı 1 lira bile olsa "tazminat"a mahkûm ettirebilmiş olsaydık, bu, dünya önünde Yunanistan'ın suçlu olduğunu ilan anlamına gelecekti. Sadece savaşta Anadolu'ya verdikleri zararı tamir ettirme şartını antlaşmaya koydurabildik.
Ancak İsmet Paşa, bırakın Dışişleri'nin açıklamasında geçtiği gibi 'tazminat' almayı, Yunanlıların resmen ödemeyi kabul ettikleri 'tamirat' bedelini dahi Venizelos'a bağışlamış, sanki avukatlığı kendisine düşmüş gibi, Yunanistan'ın 4 milyar altın Frank tutarındaki tamirat bedelini ödeyecek malî durumu olmadığını söyleyerek TBMM'nin bütün ısrarlarına rağmen Yunanlıları affetmiş, Meclis'te yaptığı konuşmada ise "Barışın bir an önce gerçekleşmesi için tarafımızdan büyük bir fedakârlık" yapıldığını ileri sürmekten çekinmemişti.
Peki İsmet Paşa'ya sormazlar mı? Madem Yunanlıların malî durumu bu parayı ödemeye müsait olmadığı için affediyorsunuz, peki Türkiye'nin durumu çok mu müsait idi de Lozan'da Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi taahhüt ettiniz? Hiç değilse bu borcun 4 milyar altın Frank tutan kısmını Yunanistan'ın üzerine yıksaydınız.
Ben de ne söylediğimin farkında değilim. Bizim bütün borcumuz ne kadardı ki, 4 milyar oradan düşülsün! Açın kitapları bakın, 1933 yılındaki konsolidasyonla borcumuz 962 milyon Franga bağlanmıştı, yani yaklaşık bizim Yunanistan'dan alacağımızın dörtte birine. Şöyle diyelim: Yunanistan'a lütfettiğimiz miktarla Osmanlı'dan kalan borcu biz 4 defa fazlasıyla ödeyebilir, hatta cebimizde yüklüce bir para bile kalabilirdi.
Nedense Osmanlı borcunu ödeye ödeye bitiremediğimizi dillerine dolayan İsmet Paşa kafasındakiler, Yunanistan'a bunun 4 katını hibe ettiğimizi söylemeyi unutuyorlar. Biraz ciddiyet beyler!
Daha Lozan'da yaptığımız o meşhur hesap hatasına değinmedik. Maliye memuru Hüsnü Himmetoğlu sayesinde çift hesaplanan bir borcumuz ortaya çıkmıştı. Ne kadardı biliyor musunuz bu borç miktarı? Tam 300 milyon lira! 300 milyon lirayı gözden kaçıranlar orta halli bir memur kadar hesap kitap bilmiyorlarsa, "Lozan'ı biz kimlere emanet etmişiz?" diye yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?

Mustafa Armağan