24 Eylül 2009 Perşembe

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Entellektüel Sadomazoşizm

Bessam Tîbî, Batı'da yaşayan Arap asıllı bir aydın. Yıllardan beri kendi
beynini öz elleriyle yiyen bir idrak hastası gibi, kendisinin de ait olduğu
İslam'a savaş açan ABD ve Batılı müttefiklerinin cephanesine "entellektüel"
katkıda bulunuyor. Türkçe'ye "Yeni Uluslararası Radikalizm-Siyasal ve
Anarşist İslam'ın Meydan Okuyuşu" diye çevirebileceğim bir kitap kaleme
almış.


Kitabında, Batılı efendilerini, kendi öz değerleri olan İslam'a ve İslami
değerlere karşı isterik bir edayla kışkırtıyor. Bessam Tîbî, Selman
Rüşdi'nin biraz daha entellektüel olanı. Kitabı da "The Satanic Verses"in
daha rafine bir türevi.


Ben, Tîbî ve Rüşdî gibilerinin psikolojisine "entellektüel sadomazoşizm"
diyorum. Bildiğiniz gibi "sadomazo"lar, kendi kendilerine işkence etmekten
hoşlanan, bununla "tatmin" olan "ruh hastalarıdır".


Biz bu hastalığı II. Sultan Mahmud döneminden beri tanıyoruz. II. Mahmut,
atalarının devşirme geleneğini tersine çeviren adam. Bir yandan Yeniçeri
Ocağı'nı topa tutan II. Mahmut, bir yandan da Müslüman'ların cins
çocuklarını toplayarak Paris'e gönderiyordu. Bu çocuklar, ülkelerine
"Batı'nın yeniçerileri" ya da "kontr devşirmeler" olarak döneceklerdi.


Efendisi M. Reşit Paşa'ya "Sensin ol fahr-i cihan-ı medeniyyet" diyerek
"peygamber" payesi veren Şinasi sözkonusu "Batı'nın yeniçerilerinden"
sadece biriydi. Son 'Halife' Abdulmecid Efendi, Morning Post Gazetesi'nin
kendisiyle yaptığı 7 Aralık 1918 tarihli söyleşide, "Biz Türkler bütün
kültürümüzü Fransa ile İngiltere'den aldık" derken, bir anlamda doğru
söylüyordu. Tabii, cümledeki "biz Türkler"in yerini, "Biz 19. Yüzyıl
Osmanlı aydın ve aristokratları"nın alması şartıyla.


O günden bu güne, içimizdeki beyaz casuslar, emellerini müstevlilerin
emelleriyle birleştirip, kendi değerlerine, düşmandan beter düşmanlık
ettiler. Son yıllarda, entellektüel sadomazoşizmin ne derekelere
inebileceğinin çarpıcı örneklerine şahit olduk. Filistin meselesine bir
Siyonist gibi, Bosna ve Kosova'ya bir Sırp çetnik'i gibi, İran ve Sudan'a
bir Amerikan Coni'si gibi bakan Türkeyi'deki bunca aydın makulesinin
İslam'a bir "haçlı" gibi bakması hiç de ilginç değil.


Bu nedenle Cezayir haberlerini bir Fransız gibi veriyorlar. Bu nedenle,
Fransa'daki başörtülü kız Esma Nur'un davasına, Le Pen'ci bir "dazlak" gibi
"düşman"ca yaklaşıyorlar. Bu nedenle, kamuoyunu "Pişmanlık Yasası"na
hazırlamak için, eli kanlı katillere "insancıl maskelerini" takarak
yaklaşanlar, başörtülü öğretmenlerin, gencecik kız öğrencilerin
coplanmasını görmezden geliyor, kimi zaman da alkış tutuyorlar.


Bir İslami İlimler profesörü olan Prof. Dr. Ömer Abdurrahman'ı, her türlü
insanlık ve edep dışı bir tavırla "Kör İmam" ilan eden de bu beyaz casuslar
değil miydi? "Görme özürlü" demeyi bile incitici bulup "görme engelli"yi
tercih eden Batı'nın yeniçerilerinin, İslam sözkonusu olunca,
insanlıklarını nasıl rafa kaldırdıklarının tipik bir örneğiydi bu.


Tüm entellektüel sadomazoşistlere, tüm beyaz casuslara ibret olsun için
Londra'da haftalık yayınlanan Vasat dergisindeki bir söyleşiden (sayı 367,
8-14 Şubat 99) alıntı yapmak istiyorum. Söyleşi Prof. Ömer Abdurrahman'ın
ABD'li avukatı, aynı zamanda ABD Barolar Birliği eski başkanı da olan R.
Clarck'la yapılmış:


"- Yargıtay'ın cezayı onaylamayı geciktirmesinde bir takım siyasi nedenler
olabileceğini düşünüyor musunuz?


"- Elbette. Bu dava, daha önce de ifade ettiğim gibi, salt İslam'a saldırı
davasıdır. Amacı ise, tüm İslam alimlerinin, görme engellisine varıncaya
dek �Dr. Ömer Abdurrahman gibi- terörle içli-dışlı oldukları inancını
yaymaktır. Bu dava, İslam'ı, Batı'da bir "şeytan" olarak tanıtmanın aracı
kılınmıştır. Bu hedefe ulaşmak için, bundan daha güzçel bir fırsat
olamazdı. Fakat, bu amacı güdenlerin ellerinde, Üstad'a atılan suçlara
ilişkin delillerin olması gerekiyordu. Ne ki, şu ana kadar, hiç bir delil
sunabilmiş değiller. /�/ Öyle görünüyor ki, bu dava, salt siyasi bir
karardır ve amacı da bu zatın hayatını mahvetmektir. Tabi ki bu bir
cinayettir. Hatırlamak gerekir ki, bu zatı, ABD polisi, yasalara aykırı
olarak ülkere giriş yaptığı için tutukladı. Gayesi de sınırdışı etmekti,
yargılamak değil."


Söyleşiden, Şeker hastası olan Prof. Abdurrahman'ın, kasıtlı ihmal sonucu
25 kiloya düştüğünü (Hapisaneye girdiğinde 100 kilo imiş), Clarc'ın, Prof
Abdurrahman'ın ricası üzerine ta Mısır'ın Asyut'una gelip ailesini ziyaret
edip teselli ettiğini, daha da ilginci Clarc'ın, Prof. Abdurrahman'ın
savunması için ücret almadığını ve verilenleri de kabul etmediğini
öğreniyoruz.


İçimizden çıkan "entellektüel sadomazoşistler"lerden, İslam'a ve
Müslümanlara karşı R. Clarck kadar objektif olmalarını beklesek, fazla şey
mi beklemiş oluruz?

11 Eylül 2009 Cuma

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kadir, Kıymet, Gece..

el-Kuddus, Allah'a ait bir sıfattır. İslam vahyinin zirvesi olan Kur'an, bu sıfatı yalnızca Allah için kullanır. Sözcüğün gramatik yapısı gereği, anlamı hem "özünde mutlak mukaddes olan"a, hem de "kutsal kılma yetkisi yalnızca kendisine ait olan"a tekabül eder.

Bunun birinci anlamı, Allah dışında kutsayıcı bir otoritenin reddidir. Böyle bir davranış, Allah'a has bir niteliğin başkalarına yakıştırılması anlamına gelen "şirk"e tekabül eder. İkinci anlamı ise, "mutlak dokunulmazlık" mânâsındaki kutsalın sınırlandırılmasıdır. K-d-s kökünden gelen kelimelerin Kur'an'daki kullanımı üzerine yapılacak kısa bir araştırma, eski vahiylerden Kur'an vahyine gelinceye kadar kutsalın alanının nasıl daraltılıp, en sonunda yalnızca Allah'a has kılındığını açıkça ortaya koyacaktır.

İslam zaman ve mekan tasavvurunda, mutlak iyi ya da kötü bir zaman yoktur. Zamanın ya da mekanın iyi-kötü olması, insana nisbetledir. İyi kullanılan zaman-mekan, kötü kullanılan zaman-mekan vardır. Farklı bir ifadeyle, uğurlu ve şanslı, ya da uğursuz ve şanssız bir zaman-mekan bulunmamaktadır. Zamanı ve mekanı iyi ya da kötü kılan insanın duruşudur. Hz. Peygamber'in, her "uğurlu" ya da "uğursuz" (tıyera) nitelemesini cahiliyye aklıyla özdeşleştirip reddetmiş olması, bundandır. Çünkü böylesi bir akıl, insanın ruhsal donanımını iflasa götürmekte, manevi güç ve yeteneklerini köreltmektedir.

Eğer yeryüzünde bizzat kutsal (dokunulmaz) bir mekan olsaydı, bu "Kâbe" olurdu. Oysa ki tarihte onlarca kez Kâbe'nin doğal afete maruz kaldığını biliyoruz. Konunun otoritesi Ezraki Kâbe'nin 60 küsür kez yıkıldığından söz eder. Yemenli Hıristiyan komutan Ebrehe Kâbe'ye saldırdığında ilahi bir cezaya çarptırılırken, Kâbe'yi mancınıkla yıkıp-yakan Haccac engellenmemiştir. Müşrikler Kâbe'nin içerisine tüm şirk sembollerini doldurabilmişlerdir. Kâbe'nin başından geçen bu zıt olaylar, kutsalın mahiyeti konusundaki İlahi Takdir (kadir/kader)'i tesbit amacıyla külli bir okumaya tâbi tutulmalıdır.

Eğer zamanlar içerisinde mutlak mukaddes bir zaman olsaydı, bu Kadir Gecesi olurdu. Çünkü, Kur'an vahyi, kendi beyanına göre o gece inmeye başlamıştı. Yine kendisi bu iniş gecesinin bir Ramazan ayına tekabül ettiğini ifade buyurmaktadır. (2.185) Kur'an Kadir Gecesi'ne bir tam sure ayırmıştır. (97. Sure) "Kadir Gecesi", "değer gecesi"dir. Allah tarafından değerli kılınmış bir gecedir (krş. 44.3). Bu değer ayette rakamla ifade edilmiştir: "Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır!"

Bin ay, yaklaşık seksen üç yıl eder. Bunun anlamı, dolu dolu yaşanış bir insan ömrü demektir. O halde bu ayet şöyle de okunabilir: "Kadir gecesi bir ömürden daha hayırlıdır!" Kadir Gecesi'ne atfedilen bu değer, bizzat geceden mi kaynaklanmakta, yoksa geceye değerini veren başka bir unsurdan mı? Bu sorunun cevabını birinci ayet açıkça vermektedir. Buna göre, bu muhteşem gece, tüm değerini Kur'an'dan almaktadır. Çünkü Kur'an, bu gecede inmeye başlamıştır. Bir geceyi 30.000 kat daha değerli kılan unsurun geceye/zamana ait olmadığı, bu gecenin sabit bir zamana tekabül etmemesinden de anlaşılır. Zira, üzerinde konuşulan zaman, Kameri takvime ait bir zamandır ve Kameri'yi Şemsî takvimden ayıran en tipik özellik de sabit değil sürekli değişken olmasıdır. Buna göre, Kameri yıl içerisinde kutsal kılınan her tür zaman parçası (Ramazan, Kadir Gecesi, İsra ve Mirac Gecesi gibi) kutsallık ve bereketini, bizzat kendilerinden değil, kendi dışlarındaki bir 'değerden' almaktadırlar. Kur'an'ın ay takvimini zaman belirleme ölçüsü olarak zikredip (10.5), bunu Güneş yılıyla eşitlemek için yapılan bir sahtekarlık olan "nesi" uygulamasının mantığını eleştirmesinin nedeni de bu olsa gerektir. (9.37)

Kadir Gecesi'ne, 30.000 kat değer getiren unsurun Kur'an olduğu anlaşıldıktan sonra, tüm kutsallık ve bereketin herhangi bir sabit zaman parçasına/geceye değil Kur'an'a izafe edilmesi doğru ve makul olandır. Bunun anlamı da şudur: Ey insan! İndiği zamana dahi 30.000 kat değer yükleyen bir Kitab, indiği kendi halinde bir çöl kasabası sakini olan Abdullah'ın oğlu Muhammed'i 'Âlemlere rahmet' olan bir elçi eden, sıradan bir çöl kasabası olan Mekke'yi, 'Kentlerin Anası' olan mübarek ve muhterem belde eden bu vahiy, eğer senin yüreğine, zihnine, hayatına ve dünyana da inerse, sana bir gecesi bir ömür kadar bereketli bir hayat bahşeder, senin duygu, düşünce ve eylem potansiyelini binlerce kat artırır!

Ashabtan bazı kimseler rüyalarında Kadir Gecesi'nin Ramazan'ın son yedi gününde olduğunu görüp bunu Rasul'e haber verince, Rasulullah "Görüyorum ki rüyalarınız Ramazan'ın son yedi gecesi hakkında birbirini tutuyor. Artık kim Kadir Gecesi'ni arayacaksa onu Ramazan'ın son yedisinde arasın" (Buhari ve Müslim) buyuracaktır. Yüzyıllardır Müslüman geleneği, rivayetlerin de katkısıyla, Ramazan'ın 27. gecesini Kadir Gecesi niyetine ihya etmekte, yüz milyonların yanık yürekleri Rablerinin rahmet ve şefkat pınarına binbir umutla kurumuş dudaklarını dayamaktadır.

Bu sembolik kutlamada tek yürek olmuş yüz milyonların biricik arzusu şu muştuya nail olmaktır: "O gece boyunca melekler, Rablerinin izniyle (ölü canlara) hayat taşımak için bölük bölük inerler; her çeşit barış, huzur, saadet ve güven taşırlar...ta şafak sökünceye dek!.." (97.4-5)

Çünkü, vahyin taşıdığı barış, huzur, saadet, güvenlik ve özgürlük (selam) tek çeşit değildir; duygu, düşünce ve eylem olarak bireyin tüm hayatını kapsar. Sadece bireysel değil toplumsal barış, huzur, saadet ve güvenin de tesisi fıtratla aynı kaynağa ait olan vahyin diriltici soluğuna (ruh) muhatap olmakla gerçekleşir.

Biz bu gecede, başta bu toprakları vahiyden mahrum edenlerin hidayeti ve ıslahı olmak üzere, herkes için dua edeceğiz. Çünkü çok susadık.

5 Eylül 2009 Cumartesi

ABDURRAHMAN DİLİPAK

“Sabah” ne kadar “laikçi” ise “Hürriyet” o kadar “İslâmcı” mı?!

Hürriyet’te Özkök’ü de, Hakan’ı da, Ali Bulaç’ın açıklamalarını da okudum.. Doğrusu ilk günki performans beni kesmedi..

Özkök bu dinle yüzleşme tecrübesinde nerede durduğundan kendi de emin değil. Ama Kabe’ye gidip de Kabe’de namaz kılmadan geri dönen “ilk umreci” olarak anılacağından kuşku yok..
Aslında bu girişim yeni olmasa da, moda tabiri ile yeni bir “açılım” denemesi..
Ahmet Hakan’ın “İslâmcılığı” yetmemiş ki, Zaman’dan Ali Bulaç’ı da dışarıdan kadroya dahil etmişler..
Bakalım bu işin tiraja etkisi ne olacak.. Piyasa bu açılımı satın alacak mı?
Baştan söyleyeyim, Dindar kesim bu açılıma mesafeli duracak.. Laikçi kesim ne yapar bilmiyorum. Ama belli bir kesimin saldıracağı muhakkak.. Bu kadar “dindarlığa” bile birileri tahammül etmeyecek..
Hani Fehmi Koru’nun Hürriyet’in başına geçeceği iddiaları da dolaşıyor ya ortalıkta, Milliyet’le Hürriyet arasında da ortak bir haber platformu oluşturulmaya çalışılıyor bu arada. Sanki Özkök yeni yönelişleri, ürkek bir şekilde test ediyor gibi.. Özkök her iki zıt kesimden de korkuyor..
Dindar kesime, yanına Ahmet Hakan’ı da alarak yaklaşması ne kadar doğru bir tercih bilmiyorum.. Ali Bulaç, yazılanlar konusunda bilgi yanlışına düşülmesini önleyici bir redaktör olarak görev yapabilir belki.. Ama daha fazla kimsenin bir şey beklememesi gerek..
Bana kalırsa bu iş bu şekli ile ve bu merhalede basit bir magazin olayı.. Yani Ayşe Arman’ın tesettüre girmesi gibi bir şey..
Ama, madem böyle bir açılım başlattılar, bunun geri dönüşü de yok.. Geri dönerlerse ya da burada dururlarsa her iki kesimden de sert eleştiriler alırlar.. Hatta bu işi bir istismar, tiraj kaygısı, dinin magazinleştirilmesi, laikliğin sulandırılması şeklinde yorumlayanlar olacaktır.. Ali Bulaç, orada hakem rolünde, ama o bu yolculuğun bir parçası değil.. İşin dini boyutu ile ilgili. Bir de herhalde, gelen eleştirilere cevap sadedinde hakem olacaktır.. Mesela Özkök’e, yok kadın - erkek birlikte tavaf etse de, saflar birlikte olsa da ayrı ayrı, herkes kendi yerinde namaz kılıyor diyecektir. Zaten çok büyük cemaatlerde bu hep böyledir. İran’da da.. Umrede şeytan taşlama yok, onu da hatırlatmıştır herhalde.. Peygamber Efendimiz Cidde’ye gitti mi sorusuna Ali Bulaç da gülmüştür, verecek cevap bulamamıştır muhakkak. Şarap haram olmadan şarap içme sorusuna da..
Yani Özkök ve Hakan, Mekke’ye umreye giderken eldeki tirajdan da olabilirler..
Sanırım eskiden beri gündemde olan, ertelenmiş ve ama sonunda hazırlıksız bir şekilde aceleye getirilmiş bir ziyaret sözkonusu.. Sadece sipariş üzerinden teknik bir hazırlık yapılmış gibi. İşin bilgi boyutu, manevi / ruhani boyutu hiç hesaba katılmamış sanki!.. Hatta kendileri bir şey yaparken, bunun toplumda nasıl anlaşılacağına illişkin de fazla bir endişeleri olmamış..
Bana göre, Sabah’taki kadın objesi ile, Hürriyet’teki umre resimleri yer değiştirmiş gibi.. Herkes karşı tarafı yakalamak için oltaya yem takıyormuş gibi bir havası var bu işin..
Karşı kesimin ön yargısını kırmak, onlarla iletişim kurmak, onları etkilemek ve hatta aslında dönüştürmek isteyen bir takdik olarak vitrine çıkarılıyor bu imajlar.. Ama işin ilginç yanı, dönüştürmek isterken, kendileri de dönüşüyor bu insanların..
Bu çabaların toplumda sebeb oldukları, tetikledikleri bir tartışma var aslında. “Ne oluyor, nereye gidiyoruz, kim kimdir”. Her kafadan bir ses çıkıyor. Sonuçta fanatikler ve agnostikler kazanıyor!..
Özkök eğer bu açılımında başarılı olamazsa, inandırıcılığını ve ciddiyetini kaybedecek. Eğer başarılı olursa, bu işin burada durması mümkün değil. Daha yolun çok başında.. Hatta Hakan’ın gittiği yoldan geri dönmesi ve arkasında bıraktığı işaret taşlarını izleyerek Hürriyet’e kılavuzluk etmesi gerekecek.. Ama sanırım Hürriyet yeni limanlara doğru yol alırken de yolcularının çoğunu/okurlarının çoğunu yolda kaybedecek..
Yıllar önce laikçi kesimin dine ve dindara, camiye bakışındaki sakatlığı ilk gören politikacıların başında gelir Murtaza Çeliker.. Ama o zaman da bunu anlatamadı. Çünki birileri çatışmadan medet umuyordu.. Rekabet değil kavga istiyordu.. Ötekileri bastırarak kendi dünya görüşünü ötekilere dayatacaktı.. Onun için uzlaşmaya, diyaloğa yanaşmadılar.. Zaten soğuk savaş vardı. Sağ-sol, ilerici-gerici, Türk-Kürt, Alevi-Sünni kavgaları ile bugünlere geldik.. Sünniler çocuklarını İmam Hatibe, Aleviler ve solcular çocuklarını Köy Enstitülerine göndereceklerdi. İmam ve öğretmen kavga edecekti, birileri de gelip milleti kurtaracak, onlara adam olmayı öğretecekti..
Bu oyunun ilk farkına varan ve yeni bir siyaset modeli, ekonomi modeli kurgulanması gerektiğini anlayanlardan biri de sol kesimde İdris Küçükömer’di. Ama olmadı.. Birtakım fırsatlar kaçırıldı..
Fabrika ve cami arasındaki siyasi kamplaşmanın bugün Türkiye’yi nereye getirdiği ortada.. Sağcılar camiyi sahiplenirken, solcular okul ve fabrikaya sahip çıktılar..
Ha! Sahi şimdi bu işin ciddiyet ve samimiyetini test etmek için bakalım Özkök Hürriyet’te mescid açacak mı? Oruç tutan personel için iftar menüsü hazırlanacak mı, gece nöbetine kalan oruçlular için sahurda yemek verilecek mi?
Çok zor bir şey mi bunu yapmak!..
Moskova’da, ABD’de, İngiltere’de bile bu “açılım” gerçek oldu.. “Bizim Sovyet” bakalım daha ne kadar direnecek!
Sahi inanalım mı, “savaş baltalarının gömüldüğüne” ve “topyekun savaşın sona erdiğine”
Sahi bu işin arkasında siz yine biraz da, “iyi saatte olsunlar”ın “toplum mühendisliği” gibi bir hava sezinliyor musunuz? Özkök “konu mankeni” mi? Yoksa Hürriyet okurları test mi ediliyor?
Yazı dizisinin ilk günü, o beklediğim pırıltı yoktu haberde. 2. Gün de öyle.. Ali Bulaç bu vesile ile güzel şeyler yazıyor, ama bizim kesimden kimsenin Ali Bulaç’ı okumak için Hürriyet alacağını sanmıyorum. Kitapları, yazdığı gazetesi var.. Bulaç Hürriyet’te ödünç alınmış, eğreti, biraz da savunma kalkanı, iyiniyet ifadesi olarak meşruiyet gerekçesi gibi duruyor orada..
Bu ümmet, genel olarak bataklıkta açan güllerden hazer eder.
Selâm ve dua ile..

3 Eylül 2009 Perşembe

YUNUS EMRE TOZAL

Nazar-ı Hikmet

Hikmeti yitirdiğimiz günden beridir, kâinatı okuyamadık, kâinatı okuyamayınca kendimizi okuyamadık, kendimizi okuyamayınca da Rabbimizi okuyamadık. Hikmet hayatımızdan çıktığı an ötekileştik, dünyevileştik, kendimiz olmaktan çıkıp başka bir varlık haline dönüştük.

Parçalandık, bölündük, ayrıldık. Bütünü gözden kaçırdığımızdan hikmeti kaybettik. Modern insan bütün olanı, daireyi göremediği için kalabalıklar içerisinde yalnızlıkları oynamaya mecburdur. Teknoloji, para, güç, konfor, cinsellik, bencillik, eğlence, rekabet, hırs ve tüketimin bütün gücüyle insanı tutsak kıldığı, pragmatist felsefenin hâkim olduğu yeni bir dünya düzeninde anlamımızı arıyoruz. C.Pavese’nin şu sözü aslında bu durumu özetliyor:

“Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.” Dünya döndükçe küreselleşiyoruz, küreselleştikçe bizi “biz” yapan değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Hissizleşiyoruz, hissizleşen yüreğimize bombalar atılması gerekiyor uyanmamız için. Dünyayı imar etmek görevli halifeler olduğumuzu, yüreğimizi fethetmemiz ve yürekleri fethetmemiz gerektiğini, hikmet-i nazar-ı unuttuk mu? Kainata hikmet nazarından bakamadığımız için mi, anlamdan, vahiyden uzaklaşıyoruz?...

Eşyaya hikmet nazarından bakabilmek, hakkın tüm varlık âleminde kendini açımlarken; tecelli ederken onda var olan hikmet de tüm varlıklara yansıyacağından insanın eşref-i mahlûkat olduğunun idraki anlamında mühimdir. Eşyaya yansıyan hikmet, Varlık açılımının aynı zamanda bir bilim açılımı da olacağını fark edersek, anlamın doruk noktasına; vahye yolculuk yapar, Hıra’mıza çıkarız; kendimizi anlamanın ötesinde bize ruhundan üfleyen El-Vedud’u anlayabilme, idrak edebilme; tefekkür edebilme noktasına adım atmış oluruz. Bazı tasavvufî akımlarda bilen ile bilinenin bir olmasını, “ittihadü’l âlim ve’l ma’lum” şeklinde formüle edilişini şöyle açıklayabiliriz:

En yüksek noktadaki bilgiye bütünleşerek ulaşmak. Hakikati tavaf eden insanın, tavaf ettikçe hakikate yaklaşması… Eşyaya nazar-ı hikmetle bakarak insanın kendisine zulmetmemesi, kendisini bulunduğu konumdan ayırmaması… W. Chittick bazı mutasavvıfların, Allah’ın yaratma sevgisinin âleme varlık bahşettiğini söylerken bunun hemen arkasından, mütekabil insanî Allah sevgisinin Allah’la yarattıkları arasındaki mesafeyi yakınlaştırdığını ilave ederken, mutasavvıfların Hz. Peygamber’in ‘Allah vardır ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu’ sözünü böyle yorumladıklarına dikkat çekmiştir.

Başka iklimler yönlendiriyor kalplerimizi, eviriyor çeviriyor, inşa ediyor hayatımızı… Acı olan, kayboluşumuzun farkına varamayışımız; en büyük kayboluşun aslında kayboluşumuzu fark etmeyişimiz olduğunun bilincinde olamayışımız. “Arzularını yaşamaya bak”, “Anı Yaşa”, “Gülümse”, “Bu fırsatı kaçırma, mutlu ol” gibi telkinlerin aslında nefse itaati telkin ettiğini, hedonistçe yaklaşımların “tüketiyorsan, mutlusun” sözleriyle içimizi şeytana çevirdiğini ne zaman fark edeceğiz? J. J. Rousseau şöyle yazmıştı: “Çocuğun daha duygu dünyası gelişmeden, zihin dünyasına çok ağır, programlar yüklüyoruz… Size ben bir çocuk teslim ediyorum. Bu çocuk doktor olsun, hâkim olsun, rahip olsun diye değil, adam yani insan olsun diye teslim ediyorum.” Adam yetiştirmeye çalışmak bu kadar zor mu?...

İçini Boşalttığımız Kavramlar

Muallimi Allah olan bir sınıftır dünya.
Allah’ın himayesinde bir tahsildir hayatımız.

Mukaddes ders kitaplarımız, tarih boyunca Rabbimizden insanlara gönderilmiş kitaplardır. Bunların Kur’an hariç diğerleri tahrif edilmiştir.

Peygamberler muallimi Allah olan sınıfta, hatalarımızı, yanlışlarımızı, sıratım müstakimden sapabileceğimiz, kayabileceğimiz, düşebileceğiz noktaları öğrendiğimiz Allah’ın elçileri. İnsanı “insan” yapan tarafını hayatıyla, mücadelesiyle, örnekliğiyle dile getiren; insanı eşref-i mahlûkat yapan özelliğini hatırlatan Allah’ın sevgili kulları…

Kıyamete kadar müfredatı güncel ders kitabımız Kuran.

Ders kitabını hayatına tatbik eden, uygulayan talebelerin ismi Müslüman, mümin, muvahhid.

Hakikati tavaf eden müminlerin mücadelesinde direnenlerin, bu yolda malıyla, canıyla, kalemiyle cihat edip canını ortaya koyanların, mücadele edenlerin, direnişi dirilişe çeviren müminlerin ismi Mücahid, şehit.

Silkinip okuma eylemine girişmeli. İnsanoğlunun omzunda dağların taşıyamadığı bir yük var. Yolu uzun ve kavisli. Her an yoldan çıkma, yoldan kayma tehlikesinin bulunduğu bir yol… Suçlular olarak ortalıkta gezerek suçlu arıyoruz pervasızca… Niçin hâlâ başımızı duvarlara vurduğumuz halde, kurtulamıyoruz hafakanlardan? “Ey insanoğlu, seni kerim olan Rabbine karşı aldatan nedir?”² sorusuna niçin cevap vermekte zorlanıyoruz?...

Bir duruşumuz olmalı…

Karanlıklardan korkmadığımızı kanıtlamalıyız semaya. Hafakanları korkuttuğumuz belli olmalı duruşumuzla. Loş çığlığımızı en kuytu karanlıklara saklamamalı, haksızca korkutulan kuşları şefkat kafeslerinde /avuçlarımızda/ besleyebilmeliyiz…

Bir duruşumuz olmalı…

Ağlayan güllerin mehveş süveydalarını ve solgun yaprakların ümitsizliğini ılık bir titremeyle bahara adamalı. Kıyam gününe hazır bekletilmeli güller ve yapraklar… Her acıyla filizlenen çiçeği, her aşkıyla pembeleşen gülü ekmeli gamzelerimize… Ve ardından göğü mesrur kanat çırpınmaları kaplamalı… Duruşumuzla ölüme hazır olduğumuzu anlatabilmeli kainâta!...

Bir duruşumuz olmalı…

Asiliğe asillik içerisinde cevap vermeli ve ardından kapanan kapılara aldırmamalı. Acımalı fakat her zaman münzevi duyguların arasında kalmalı… Mütedeyyin olmalı, mütebessim olmalı…

Bir duruşumuz olmalı…

Havanın kaprislerine güneşin secde etmeye gidişi de eklenince bir mum gibi aydınlatmalı karanlıktan korkanları. Elimizde çomak, yüreğimizde aşk ile yol almalı dervişçe çöllerde…
Sevgiyle çağırmalı bulutların ağlayışlarını... Ve toprağa düşen cemrelerce hissetmeli yangını yüreğimizde…

YUNUS EMRE TOZAL

Kâinatı, Kendini ve Rabbini Okumak

Modern çağın parçalanmış kimlikleriyiz. İstemediğimiz, bize ait olmayan bir hayatı yaşamaya mecbur(mu) bırakılıyoruz. Farkında olmadan ötekileşiyoruz, ötekileştiriyoruz, tek(tip)leşiyoruz, tek(tip)leştiriliyoruz.

Modern çağ yeni kavramlarla, yeni kelimelerle, yeni algılarıyla hayatımızı alt-üst etti. Evine giren insan, evini bir Hıra’ya dönüştüremediği ve nefsini dizginleyemediği için tutsak kaldı. Aile içi iletişimsizlikten ziyade teknolojinin sunduğu imkânlar ile sanal diyaloglar kurulmaya başlandı. Hayatımızı işgal eden, insanı sanal bir varlığa çeviren bu iletişimsizliğin temelinde, insanın bilinçsizliği; şuursuzluğu yatıyor elbet. Eşyayı kendisine ilah edinen insan, ilk emri “oku” olan Rabbini nasıl tanıyacaktır? Şahsiyetini inşa edemeyen, iç dünyasının eğitimini tamamlayamamış insan, yüreğini fethedememiş insan, kendi yüreğini nasıl fethedecek ki başkalarının da yüreklerini fethedebilsin? Çevremizdeki dünyayı düğmeye basmakla idare ettiğimiz zannına kapılıyoruz. Kumandalar, klavyeler, cep telefonları… Düğmeye basmakla “ol”duğumuzu, varoluşumuzu gerçekleştirdiğimizi sanıyoruz. Düğmeye basmakla sesini açtığımızı sanıyoruz dünyanın. Düğmeye basmakla vicdanımızdaki sükut çığlığımızı susturduğumuzu mu sanıyoruz?...

Modern dünyanın sunduğu hayat perspektifiyle imtihan üzere dünyaya gönderilen insanın mecbur bırakıldığı kötülük-iyilik algısı bilinçsizliği ve bunun ötesinde de hayatını bilinçsizlik üzerinde sürdürüyor olması, insanı, insanlığı, kaçınılmaz bir kargaşaya sürüklüyor. Başka bir ifadeyle, bölüştürülmüş bir ayrılık içinde siyah ve beyazın, doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün, hak ile zulmün belirsizliğinde, ayrı oluşlarının bilinçsizliğinde yaşıyor insan. Dolayısıyla modern zamanlara has modern hastalıklar yaşıyor insanlık. Anksiyete ve şizofreni gibi hastalıklar, en sağlıklı insanların bile her an yaşayabilecekleri ruhsal bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar konumunda olması şaşırtmamalı bizleri. Jaques Ellul bu yüzden makineleşen insanın tekrardan özgürlüğünü kazanmasına, güzel şeyler hayal etmesine umutsuzca bakıyordu: Tabiatın veya koşulların ondan talep ettiği adaptasyonlarda ne olursa olsun teknik özelliklerinde ve seyrinde kendine özgü olmaya değil, daha fazla kendisi olmaya zorluyor. Asimile ettiği her şey onun özelliklerine güç katıyor. Güzel, hoş bir şeye dönüşmesini ummak boşuna.”

Modern yaşamın coşkunluğunun, hazzın sonuna kadar tatmin edilebilirliğinin ve yaşamdaki mutluluğun sadece haz ile elde edilebilir inancının duygu patlamalarına yol açacağını, ne kadar bayağı ve anlamsız oluşunu iş işten geçtikten sonra mı öğreneceğiz? Teknolojinin esiri altında bambaşka hayatlar yaşayan insan nasıl kendisine gelebilir? Modern dünyanın baskını altına alınan insan, baskı altına alınan bilgiye nasıl ulaşılır? Savaşarak mı? Tahrir Vazifeleri adlı kitabında İsmet Özel bu konuya şöyle değinir:

“Eşya eşittir insan denkleminin bozulabilmesi, eşya aracılığıyla bir durum (statünün) değil de, bir bilgi, bir bilme türü açığa çıkıyorsa mümkün olabilir. Bu da ancak dil yoluyla itminan sahibi olabilen insanların kültürü biçimlendirdikleri şartlarda gerçekleşir. Eğer insan hayatı teknoloji ve piyasa arasında kurulan koalisyonun sultası altındaysa ve insanlar eşyayı (gücün, refahın) bir işareti saydıkları halde, eşya insanın (kimliğini, kişiliğini) işaret etmiyorsa toplum hayatında yapısal bir baskı ve şiddet yürürlüktedir. Bu baskı bilgiyi örter. Demek ki bilginin aydınlığa kavuşması baskının savılmasını gerektirir. Dil yoluyla itminan sahibi olmakla savaşçı olmak böylece aynı kapıya çıkar.”

Sekülerleşmiş insan, bugün için hakikat zemininden son derece uzakta yaşamaktadır. Maskeli yaşam insanı hakikatten uzaklaştırmakla kalmamış, haz, heyecan, şöhret, makam-mevki sevgisi gibi insanı kendisine tutsak bırakarak, insanı tahrif eden yönleriyle menfaatçilik kapanına kıstırmış, modern birey haline dönüştürmüştür. Onun için doğru, güzel olan; hak olan, acele problemler ve yakıcı sorunlar olarak sürekli önündedir. Maskesini çıkaramadığı müddetçe de önünde olacaktır, vicdanının sesini susturamayacaktır.

Doğrunun bir yalan olmamasını, iyinin kötüye dönüşmemesini, güzelliğin yerini çirkinliğe bırakmamasını, zulmün adaletin yerine ikame edilmemesini ve insan hayatının kargaşa içinde yuvarlanmamasını garanti eden üstün bir yasa; adalet; güvenlik var mıdır? Bir koşturmaca içerisindeyiz. Kuytu kuyulara düşmüşüz. Hak ile batılın mücadelesi içerisinde yüreğimiz bir kıvılcım bekliyor. El-Vedud’’a yâr olabilecek bir kıvılcım… Kâinata eşref-i mahlukat olarak gönderilen insan, nereden, nasıl başlamalı ki, zulmün yerini adalet alsın, çirkinliğin, fenalığın ve azgınlığın yerini güzellikler alsın, iyi kötüye dönüşmesin?...

MUSTAFA İSLAMOĞLU

ALLAHım!
Ey alemlerin Rabbi!
Ey sevgiyi sevgiyle yaratan!
Ey seven, sevdiren ve sevindiren!
Ey rahmetin sonsuz kaynağı!
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Ey gönüllerin mutlak hakimi!

Ey zâtını hamd ile azîz olduğum!
Ey zâtını hamdden âciz olduğum!
Ben, layıkıyla övemem Seni!
Sen, övdüğün gibisin kendini!
Seni, layıkıyla ancak Sen tanırsın!
Seni, layıkıyla ancak Sen översin!
Hamd’im Sana mahsustur, senâm Sanadır!
Umudum, korkum ve sevdam Sanadır1
Özümü Sana çevirdim, Sana tutundum!
Elimi Sana açtım, gönlümü Sana sundum!

Beni kovmaz diye kapına geldim
Affı boldur diye affına geldim
Tuttum günahımdan yüzüme perde
Kulluk edemedim lütfuna geldim!

ALLAHım!
Kanadı kırık bir kuş gibiyim.
Uçsam uçamıyor, göçsem göçemiyorum.
Yarım bırakılmış bir düş gibiyim.
Yardan da serden de geçemiyorum.
Menzile erememe korkusu sardı benliğimi
Kolum kanadım kırık, gönlüm bin pare!
Ey kalpleri evirip çeviren, ey gönüller sahibi!
Yaraları saran, dağılanı toplayan Sensin!
Varlığım Senin varlığının şahidi
Varlığım Senin rahmetinin şahidi

ALLAHım!
Ey Vedud olan!
Hem seven, hem de sevilmeyi dileyensin.
Ey varlığı sevgi olan, ey sevginin sonsuz kaynağı!
Biz var ettiğini severiz, Sen sevince var edersin.
O sonsuz hazinenden bizim için de bir sevgi var et!
O sonsuz sevgi selinin içine bizi de kat; sev bizi!
Sen seversen sevdirirsin; sevdir bizi!
Sevdiğini cennetinle sevindirirsin; sevindir bizi!

ALLAHım!
Varsın, bütün kainat varlığının aynası.
Birsin, bütün mevcudat birliğinin şahidi.
İnanmışız her ne ki tek, o Yaratan’dır
Biliriz ki her ne ki çift, o yaratılandır.
Her şey Sana muhtaç, hiçbir şeye muhtaç değilsin Sen.
Ehad’sin, Vahid’sin, Samed’sin Sen!

ALLAHım!
Maddedeki her atomun tesbih ettiği Sensin.
Nefes alan her canlının zikrettiği Sensin
Akıl emanet ettiğin her varlığın aklettiği Sen
Duyan ve duyuran her duyunun hissettiği Sensin.
Kadr ü kıymet bilenlerin şükrettiği Sen
Varlığı nimet bilenlerin hamd ettiği Sensin!

ALLAHım!
Yalnız Senden yardım diler yalnız Sana kulluk ederiz.
Seni sığınak, barınak, tutamak bilir Ya ALLAH deriz.
Şeytandan Sana sığınır e’uzü billah deriz
Her işe Seninle başlar bismillah deriz.
Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz.
Versen de alsan da elhamdülillah deriz
Hayran kaldığımızda maşALLAH,
Pişman olduğumuzda estağfirullah deriz.
Sevindiğimizde ALLAHüekber,
Üzüldüğümüzde inna lillah deriz.
Canımız sıkıldığında fe-sübhanALLAH,
İlendiğimizde katelehumullah deriz
Zafer kazandığımızda nasrun minALLAH,
Rızık kazandığımızda er-rızku ala’llah deriz
Bir işi arzu ettiğimizde inşALLAH
Bir işi başardığımızda bi-izni’llah deriz
Güçlük karşısında la-havle ve la-kuvvete illa billah
Söz verdiğimizde vALLAH ve billah deriz.

ALLAHım!
Ben kulum, Sen ALLAH’sın.
Ben isteyenim, Sen verensin
Ben susayanım, Sen su verensin
Ben muhtacım, Sen ihtiyaç giderensin
Ben kendine yetmeyen, Sen her şeye yetensin
Ben beni bilmeyen, Sen beni benden iyi bilensin.
Ben bende olmayan, Sen şahdamarımdan yakın olansın.
Kul kulca ister, Sen ALLAH’ça verirsin
Halim arzuhalimdir, duruşum duam
Sensizken neyim var, Senliyken ne gam?

ALLAHım!
İmanı olanın imkanı tükenmez
İmandan ve Kur’an’dan ayırma!
Kur’an’dan mahrum kalana ışık erişmez
Kitaba uyanlardan kıl, kitabına uyduranlardan kılma!
Kur’an’ı bizden razı, bizi Kur’an’dan razı kıl!
Hesap gününde Kur’an’ı şahit kıl, şekvacı kılma!
Kur’an’ı bize aç, bize Kur’an’ı aç
Susuz yüreklere vahyi ellerimizle saç!
İnsanlık zaman çölünde bu suya muhtaç Ya Rabbi!

ALLAHım!
Sorunlarımızın elinde imanımızı kar gibi eritme!
İmanımızın elinde sorunlarımızı kar gibi erti.
Bizi dünyalıklarımızın altında at etme.
Dünyalıklarımızı altımızda Burak et!
Sahip olduklarımızın bize sahip olmasına izin verme!
Aklımızı ak, aşkımızı ak, yüzümüzü ak eyle!
İmtihan potasında bizi cevher et, cüruf etme!
Bize götüreceğimiz yükü yüklet!
Götüremeyeceklerimi yükletme!
Kahrından lütfuna sığınırız ALLAHım!
Celalinden cemaline sığınırız ALLAHım!
Senden Sana sığınırız ALLAHım!
Yalnız Sana sığınırız ALLAHım!

ALLAHım!
Beni ALLAH’la aldatanlardan etme!
ALLAH’la aldatanlara aldananlardan etme1
Şeytanın eylemlerimizi süslemesine izin verme!
Şeytanın süslediği emellerimize izin verme!
Bana Hz Adem’in tevbesini, Hz Nuh’un direncini ver.
Hz İbrahim’in imanını, Hz İsmail’in teslimiyetini ver.
Hz Yakup’un dirayetini, Hz Yusuf’un iffetini ver
Hz Musa’nın celadetini, Hz Harun’un sadakatini ver.
Hz Davud’un sadasını, Hz Süleyman’ın gayretini ver.
Hz Eyyub’un sabrını, Hz Lokman’ın hikmetini ver.
Hz Zekeriyya’nın hizmetini, Hz Yahya’nın şahadetini ver.
Hz Meryem’in adanmışlığını, Hz İsa’nın safiyetini ver.
Ve Hz. MUHAMMED (s.a.v)’in muhabbetini ver Ya Rab!

ALLAHım!
Bana eşyanın hakikatini göster.
Bana hakikate itaat, batıla isyan liyakati lütfet.
Dininin derdini derdim kıl, özel dertlerimi satın al.
Öyle aziz dertlere mübtela kıl ki, dermana bakmayayım.
Bana, tadına doyum olmayan kerim acılar yaşat
İrademi inayetsiz, bilgimi hikmetsiz bırakma ALLAHım!
İmanımı gayretsiz, sadakatimi mesnetsiz bırakma ALLAHım!
Mizacımı fıtratsız, ahlakımı nezaketsiz bırakma ALLAHım!
Hayatımı muhabbetsiz, ahretimi cennetsiz bırakma ALLAHım!
İmanımı aklımın elinde esir etme!
Aklımı hissiyatımın elinde rezil etme!
Hissiyatımı şehvetimin elinde zelil etme!

ALLAHım!
Ağlamayan gözden, sızlamayan özden, kızarmayan yüzden Sana sığınırım.
Şirkten, küfürden, müşrikten,
Cahilden, gafilden, kafirden Sana sığınırım.
Harama dayalı servetten,
Hak edilmemiş şöhretten Sana sığınırım.
Korkaklıktan, pısırıklıktan, kıskançlıktan Sana sığınırım.
Hasetten, fesattan, kesattan, nifaktan,
Fısktan, fücurdan Sana sığınırım.
İftiradan, ihanetten, cimrilikten, kincilikten
Sana sığınırım.

ALLAHım!
Benliğimin yaktığı ateşte yakma beni!
Beni nefsime kul etme, kul et nefsimi Sana
Bir lahza dahi bana bırakma beni!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana
Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster!
Sen bildirmezsen bilemem, göremem göstermezsen.
Gönlüme huzur, gözlerime nur, dizime derman ver!
Sen “Ol!” deyince olur, olmaz “Ol!” demezsen.
Canana can, cana canan, kalbe ferman ver!
Al işte ellerim, uzattım Sana
Ne olur, ne olur bırakma beni bana!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana
ALLAHım, ellerimi bırakma!

ALLAHım!
Bırakma bizi!
Tut elimizi!

Amin…amin…amin….

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Modern şehirler, açından ölmüş ruhlar galerisidir. Fiyakalı bedenler, ölü ruhlara tabut olmuştur. Kur'an böyleleri için “giydirilmiş kalaslar” ifadesini kullanır. O andan itibaren, insanın 'insan' yanı ortadan çekilmiş, 'beşer' yanı öne çıkmıştır.

Ruh için, 'ölüm' bir mecazdır. Ruhlar ölmezler. Ama zaten, ölüm dediğimiz şey boyut değiştirmekten başka nedir ki? Ölüm yokluk değildir, ölüm intikaldir. Bu açıdan bakınca ruhun ölümünden bahsetmek, tıpkı ruhunu yitirmiş cansız bir ceset gibi, hayatın kadavralaşmasını getiren bir ruh intikalinden bahsetmektir. Sadece intikalinden değil, aynı zamanda “intiharından” bahsetmektir.

Açından ölecek kadar ruhu aç-susuz bırakmak, elbet bir intihardır. Fiziki bir intiharın sonucu cesedi mezara gömmektir, manevi bir intiharın sonucu ruhu cesede gömmektir. Ruha mezar kılınmış bir cesedin, yemekhane, yatakhane, işhane ve abdesane arasında hortum olmaktan öte yapacağı bir şey yoktur. Böyle birinin hayattan anladığı, aynı dünyayı paylaştığı diğer canlılarla ortak olan biyolojik hayattır. Böyle bir hayatın derinliği yoktur. Çünkü dünya ile sınırlıdır. Zaten, ceset tabutunda ruhun cenazesi, ancak öte yüzü olmayan tek dünyalı bir hayat anlayışıyla taşınır. Yoksa bir insan cesedini ruhunun mezarı yapmaya nasıl razı olur?

Bu vahim akıbeti önlemenin yolu, ruhun açlığını fark eden bir kendindelik halidir. Ancak kendinde olanlar fark ederler ruhların da acıkacağını ve susayacağını. Midenin açlığını beyne enzimler haber verir. Sahibini uyararak onu beslenmek için harekete geçmeye yöneltirler. Yani enzimler, bir tür iç “rasul”, yani “elçi”dirler. Onlar olmasaydı, insan kendi açlığından haberdar olmazdı.

Allah'ın Rasulleri olmadan da insan ruhunun açlığından haberdar olamıyor. Onlar birer ruh enzimi görevi yapıyorlar. İnsana ruhunun açlık ve susuzluğunu haber veriyorlar. Onu, ruhun gıdasına yönlendiriyorlar. Onu, ruhu var eden ve kendi emrinde tutan Allah'ın donattığı mükellef “gök sofrasına” davet ediyorlar. O sofra vahiyden başkası değil.

İnsanoğlu, neyi yiyince hayat bulacağını, neyi yiyince hayatının kararacağını o sofraya bakarak öğreniyor. Varlığı, hayatı ve kendisini o sofra üzerinden okuyor. O sofraya bakıp, sofranın sahibi ve kendisi hakkında bilgi ediniyor. O sofrada öğreniyor ruh ve onun halleri olan akıl, irade, bilinç, idrak ve izanın nasıl beslenip büyütüleceğini, nasıl korunup kollanacağını.

Ramazan, gök sofralarının tacı olan Kur'an vahyi kendisinde indirildiği için ayların sultanı oldu. Vahyin doğum ayının oruç suretinde kutlanmasının hikmeti, ruhların da acıkacağını, hatta açlıktan kırılacağını fark ettirmektir.

Ruhun açlığını fark eden, hayatın kadavralaşmasına razı olmaz. İnsanın kadavralaşmasına razı olmaz. Kendisinin kadavralaşmasına razı olmaz.

Aç ruhunu doyurmak için sahici beslenme kaynakları arar. Bu arayış onu kendi içine yöneltecek, kendi yüreğinin kapısına getirecektir. Tüm mesele de budur. Modern hayat, tüm unsurlarıyla, insanın kendinden uzaklaşması üzerine kurgulanmıştır. Kışkırtıcı cazibesiyle insana kendini unutturmayı hedefler. Kendini unutan insan kendini tutamaz. Kendini tutamayanın, kendini kaybetmesi mukadderdir.

Oruç tutmak, işte bu yüzden kendini tutmaktır. İnsan ne ziyan işliyorsa hep kendini tutamadığı için işlemektedir. Tutamadığı dilinin cezasını, tutamadığı elinin cezasını, tutamadığı nefsinin cezasını, tutamadığı içgüdülerinin cezasını, tutamadığı öfkesinin cezasını çekmektedir.

Kendini tutmak, kendinden yana olmaktır. Kendini tutanı, Allah'ın da tutacağı aşikârdır. Kendini tutmayanı, Allah niçin tutsun? Kendini tutmak için kendine yönelenin, içinde ilk karşılaşacağı Zat, kendine şah damarından daha yakın olandır. O'nun farkına vardığında, fıtratındaki kul olma ihtiyacının gerçek adresini bulmuş olacaktır. Bu onu kula ve nefsine kul olmaktan koruyacaktır.

İslam, işte bunun için insanlığın ilk ve son sığınağıdır. Çünkü insân-ı kâmil (insân-ı mükemmel değil) yetiştirme potansiyelini o taşımaktadır. İnsanın kadavralaşmasını, ancak İslam önleyebilir. Kafirler istemese de, bu böyledir. İslam var olduğu sürece, hayata dair umutlar hep var olacaktır. Hayatı içeriden savunan birileri hep var olacaktır.

Müslüman dünyaya savaş açan ve Müslümanları terörize eden egemen güçler, İslam'ın ruhunu kurtarmaktan söz ediyorlar. Bu çirkin bir ikiyüzlülüktür. İnsanlığın ruhuna tecavüz edenlerin, İslam'ın ruhunu kurtarmaktan söz etmeye hakları yok. Kaldı ki onlar, insanı kadavralaştıran bir geleneğin varisidirler. Kurtaracaklarsa, önce kendi ruhlarını kurtarmalıdırlar. Allah için oruç tutan bir tek Müslüman bulunduğu sürece, İslam'ın ruhu yaşayacaktır.

1 Eylül 2009 Salı

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kur'an ve Ramazan (2)

“Kur'an'ı sana nazil oluyormuş gibi oku!” Bu kadim tavsiye, bütün Kur'an okuma kılavuzlarının bir numarası olmak zorundadır.

Bunu söylemek kolay, fakat gerçekleştirmek zordur?

Tahmin ettiğiniz gibi zorun da zorudur, ama imkansız değildir.

Bunu gerçekleştirmek için önce ortada bir “sen” olmalı. Yani kendi kendinin farkında bir “ben”. Varlığını idrak etmiş bir ben. Bu idrakini gerçekleştirmek için varlık sancısı çekmiş bir ben. Bu sancıyla kendi kendini doğurmuş bir ben.

Ortada bir ben varsa, her benin bir de hakikat meselesi vardır. Dile dokununca “dil”i yakan, yani yüreği yakan bir meseledir bu.

Ben ve hakikatin bir araya geldiği yerde, bir yolculuktan söz ediliyor demektir. Bitimsiz bir yolculuktan... İnsanın kendisini sırtlanıp yola koyulduğu yolculuktan... Benden yola çıkıp sonunda yine bene vardığı yolculuktan... Yürümekle varılmayan, fakat varanların yürüyenler olduğu bir yolculuktan... Yolcunun aynı zamanda yol olduğu, yolun aynı zamanda yolcu olduğu bir özge yolculuktan.

Harita: Vahiy.

Rehber: Peygamber.

Pusula: Akıl.

Azık: İbadet.

Binek: Dünya ve tüm dünyalıklar.

Yolcunun akıl pusulası, sahte manyetik saptırıcılardan korunmalı ki, istikamet açısında bir sapma olmasın. İstikamet açısındaki milimetrik bir sapma her adımla büyüyecek, sonunda kilometrelere tekabül edecektir.

İstikamet açısı sapmış bir yolcuyu, her attığı adım, maksadına yaklaştıracağı yerde uzaklaştırır. Bu tıpkı cahilin dindarlığına benzer. Cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. İşbu nedenle her namazın farzı olan “istikbal-i kıble”, aslında bir istikamet kontrolüdür.

Peki, akıl pusulası manyetik tuzaklardan ve sahte saptırıcılardan nasıl korunmalı?

İşte bu noktada, Ramazan'ın sunduğu imkâna başvurmak gerek. Dahası, Ramazan'ı bize bir imkân olarak sunan maksada, yani vahye başvurmak gerek. Kur'an'ı bir fetiş nesnesi olmaktan çıkarıp, hayatı inşanın bir numaralı öznesi bilmek gerek.

Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Vahiy bu projeyi, tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa ettiği insanlar eliyle gerçekleştirir. Dün bunu mükerreren yaptı. Dün yaptığı şeyi bugün de yapar. Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isteyenlere rağmen yapar. Bu ilahi bir emanet olan vahye sadakatin gereğidir.

Varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmekle görevli olan insan, bilinen tarihi içerisinde kendisine verilen bu emanete her zaman sadık kalamamıştır. İnşa sorumluluğunu yerine getirme konusundaki her ihmal ve başarısızlık, insanoğluna pahalıya patlamıştır. Tüm peygamberler ve onlarla gelen ilahi mesajların nihaî amacı, insana unuttuğu ya da kasten terk ettiği inşa sorumluluğunu hatırlatmaktı. Emanete ihanet anlamına gelen her sorumsuzluk, sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda ahlakî yozlaşmayı derinleştiriyor, uyarıcılarını dinlememekte direnen toplum kendi kendisini çöküşe mahkûm ediyordu.

Allah-insan diyalogu anlamına gelen tüm ilahi vahiylerin zirvesini temsil eden Kur'an vahyi, rehberliğin kişilerden ilkelere geçtiğinin de habercisiydi. “Peygamberlerin sonuncusu”na gelen son vahiy olmasının anlamı da buydu. Bu aynı zamanda modern zamanların hangi istikamette gelişeceğini haber veren ilahi bir işaretti. İnsanlığın gelecekteki yönelişlerinin artı ve eksilerini göstermesi açısından da hayli anlamlıydı. Madem Allah'ın hayata sürekli müdahil olduğuna iman ettik, o halde modern hayatın da Allah'ın müdahalesi dışında olmadığına yüreğimiz basmalı. Kur'an'ın telkin ettiği iman bunu gerektirir.

Modern hayat bu perspektifle okunduğunda, insanlık tarihinin en büyük şanssızlığı olduğu gibi, en büyük şansı olma potansiyelini de içinde taşır. İnsanlık, tarihinin hiç bir döneminde modern dönemlerde olduğu kadar küresel bir sapmanın kurbanı olmamıştı. Fakat bu insanlık ailesine, tarihinin hiçbir döneminde tahayyül edemediği küresel bir istikamet tayini imkânını da birlikte sunmaktadır.

Bu imkânın kullanılması imana bağlıdır. Tüm Ramazanların kendisini takviye için teşri kılındığı imana.

Her mümin Ramazan'la ilişkisini bu imkânı kullanma açısından da gözden geçirmelidir.

Ramazan var oldukça, vahyin hayatı inşa umudu da var demektir.

30 Ağustos 2009 Pazar

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kur'an'ı yüzünden değil yüreğinden okumak!

Ramazan'ın şanındandır. Her mahallede mukabele okumaları başlayacak. Cıvıl cıvıl bir Kur'an iklimi saracak her yanı. Şeytanlar bağlanacak. Şeytanlar ki sürüsü bir para; görüneni, görünmeyeni. İnsan suretlisi, kravatlısı, papyonlusu, medyalısı, gazetelisi, sivili, resmisi, resmi hizmete mahsus olanıyla her tür şeytan.

Halkımız, Kur'an'ı yeni öğrenmeye “yüzünden okumak” veya “yüzüne okumak” adını verir. Hoş ve isabetli bir ad. Yüzünden veya yüzüne okumak tavsifi, öncelikle “ezberden okumayı” ayırmak için kullanılır. Öyle ya, ezberden okuyan, yüzüne okuyandan daha mükbuldür. Tabiî ki yüzüne okumak da, hiç okumamakla kıyaslandığında bir gelişmedir. Aslında hiç okumamanın da gerisinde bulunanlar var. Onlar “Kur'an'ın canına okuyanlar”. En rezil olanları da “Kur'an'a meydan okuyanlar”. Allah onların şerrinden emin eylesin.

Kullananların çoğu farkına varmasa da, aslında “yüzüne okumak” tabiri, anlamadan okumanın en basit şeklini ifade eder. Peki, anlamadan ve satırdan okuyanınki “yüzüne okumak” ise, ezbere okuyanınki nedir? Onunki yüzeysel okumadır, derinliğine okuma değil. Zira Kur'an vahyinin ilk emri olan “oku”, doğrudan anmayı içerir. Size biri “Oku, ama anlamasan da olur” dese, yüzüne “ Sen iyi misin?!” dercesine şaşkın şaşkın bakmaz mısınız?

Peki, böyle bir şeyi Allah der mi? Kur'an'ı “apaçık bir Arapça” ile indirdiğini söyleyen Allah! Ki Arapça ile indirilmesi, anlaşılması için insanların konuştuğu bir dille indirilmesi vurgusunu taşır. Kur'an'ı iki de bir “mübin” sıfatıyla (hem açık ve anlaşılır, hem de açıklayıcı) tavsif eden Allah... “Kur'an üzerinde hiç derin derin düşünmüyorlar mı?” buyuran Allah... Kur'an'ı “Tefekkür eden bir topluma” ithaf eden Allah... Sık sık “Ne kadar da azınız düşünüyor” diye tabir caizse sitem eden Allah... Yunus suresinin 100. ayetinde “Aklını kullanmayanı pisliğe mahkûm edeceğini” buyuran Allah...

Yüzüne okuma tabiri bana hep Türkçemizdeki “yüzüne gülme” tabirini hatırlatır. Sizin için iyi şeyler düşünmeyen biri, en azından sizinle samimiyeti bulunmayan biri size tebessüm ediyorsa, bunu “yüzüme gülüyor” diye ifade edersiniz. “Yüzden” olanlar, yürekten olmayanlardır. “Sathî yerine uydurulan “yüzeysel” kelimesi de bu vurguyu taşır: Derinden olmayan, sanki kazımaya kalksanız yerinde yeller esecekmiş gibi duran.

Kur'an'ı yüzünden okumak da, Kur'an'ın yüzüne gülmek gibi bir şey. Kur'an'la samimiyetini ilerletmek isteyen müminler, “mukabele” okuma işini, yüzüne okumayla sınırlı tutamazlar. Düşünün ki, hanımefendiler her Ramazan mukabele okuyorlar. Kimileri bu işi 10 yıldan beri, kimileri 20,30 hatta 40 yıldan beri yapıyor. Bunca senedir Kur'an'ın “yüzüne okuyan” bu hanımlar bir türlü derinden okumaya teşebbüs etmiyorlarsa, Kur'an onlara darılmaz mı yani, hep yüzüne güldükleri Kur'an'ın bir de içine, yüreğine gülmüyorlarsa... Hep yüzünden tanıştıkları Kur'an ile samimiyeti bir türlü ilerletemiyorlarsa... Yürekten tanışmayı denemiyorlarsa...

Kur'an'ı anlama çabası, onu “içinden okuma”, dahası, “yüreğinden okuma” çabasıdır. Allah kelimelerin kalbine manaları indirmiştir. Kelimelerin kalbine indirilen manalar mümin insanın da kalbine inmelidir. Bunun için, Kur'an'ın yüzünden okumak yetmez. Ta ciğerinden okumak şarttır. Kur'an'ın yüzüne gülene, Kur'an da yüzüne güler. Kur'an'ın yüreğine gülene, Kur'an da yüreğinden güler.

Ağzını açan anlaşılmayı ister. Gülün açması, bülbülün ötmesi, kuzuların melemesi bile bir mesaj taşır. Yani “anlamanın” konusudur bütün bunlar. Kâinattaki her sesin bir manası vardır. Peki, İlahi sesin manası olmasın mı? Allah abesle iştigal etmekten münezzehtir. Kaldı ki vahiy bir “tilavet kitabı” değil, bir “hayat kitabı”dır. Bu yüzden hayata inmiştir. Onu değiştirmek için, kendi ifadesiyle muhataplarını “karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için” inmiştir.

Kur'an'ın aydınlığı, onu anlayan bir akla ve kalbe düşer. Düşünsenize bir, “Ben anlamıyorum, ama yaşıyorum” demek nasıl bir garabettir? Sahabe-i kiram, on ayet alırlar, onu iyice anlar, özümser ve yaşarlar, sonra bir on ayet daha alırlarmış. Biz birbirimize sahabenin Kur'an karşısındaki bu ciddi duruşunu anlatacağımıza, falancanın bir gecede Kur'an'ı kaç kez hatmettiği türünden asılsız fasılsız menkıbeleri anlatıyoruz. Dolayısıyla, Kur'an tasavvurumuz da “anlamaya ve yaşamaya” odaklı bir tavavvur olmaktan daha çok “otomatik tekrara” dayalı bir tasavvur olup çıkıyor.

Sonuç mu? Sonuç ortada: Kur'an, dünyanın en çok okunan fakat en az anlaşılan ve yaşanan kitabı olup çıkıyor.

Ramazan mukabelelerini, Kur'an'ı hayata taşımak için bir vesile bilelim. Binlerce, on binlerce evden yükselen Kur'an tilaveti, önce anlamayı hedefleyen bir Kur'an kıratına dönüşsün, sonra da hayata. Binlerce, on binlerce evden yalnızca Kur'an sedaları değil, bununla birlikte Kur'anî bir hayat yükselsin. İşte asıl o zaman Ramazan gelir. Gelir ve hiç gitmez. Gelir ve Kur'an'ın diriltici soluğunu alır getirir. Getirir de bedenini ölü kalbini taşıyan bir tabut gibi gezdiren canlı cenazeleri diriltir.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Sözlerin sultanını getirmeseydi ayların sultanı olamazdı

On bir ayın kirliliği üstümüzde. Bu kirlilik el kirine, ayak kirine benzemez. Onları yıkarsın gider, Bu kirlilik yürek kiri, zihin kiri, akıl kiri, hepsinden öte tasavvur kiri.

Bilinç kirlenmesi çağın amansız bir hastalığı. Bilinci ve yüreği kirlenen insan, bu kirliliği bir biçimde elinin dokunduğuna bulaştırıyor. Sözü, düşünceyi, duyguyu kirletiyor. Kirli zihinle Kur'an okusa, zihnindeki kirlenmişliği ona da bulaştırıyor.

İbadet etse, tadını alamıyor. Tıpkı dünyanın en nefis yemeği pis bir kaba konulunca nasıl yenilmez oluyorsa, işte öyle,

Bilinç ve akıl, kâlp ve duygu kirlilliği kirlenmiş bir organ kadar kolay temizlenmiyor. “Yıkarsın gider” diyemiyorsunuz. Bu, diğerinden bin beter bir kirlilik. Kirlilik manevi olunca, ondan arınmanın yolu ve yordamı da manevi olmak zorunda.

İşte ibadetler, insanı arındırmanın, onu yaratan Allah tarafından belirlenmiş yöntemleri. Allah tarafından belirlenmiş; çünkü insanı yaratan, onun zaaflarını herkesten, hatta kişinin kendisinden de daha iyi bilir. Kur'an'ın dediği gibi: “Yaratan/yarattığını bilmez mi?”

Bildiği içindir ki, insanı manevi kir ve paslarından temizleyecek reçeteleri de en güzel o yazar. Vahiy, işte bu reçetelerden oluşmuş ilahi bir şifa hazinesidir.

İbadetler kendi başlarına amaç değildirler. Onlar, gerçekleştirecekleri daha üst amaçlar için araç kılınmışlardır.

Oruç ibadeti de öyle. Her ibadetin amaç ve hikmeti vardır, fakat bu amaç ve hikmeti, bazen o ibadeti emreden ilahi mesajın içerisinde açıkça yazılı olarak bulursunuz; bazen de, derin düşünme ve tüme varım yöntemiyle vahyi okuma sonucunda bulursunuz.

Oruç ibadetinin amacı, birincisine girer. Bizzat orucu emreden ayet şöyle başlar: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı!” Bu ilahi talimatın hemen ardından, oruç ibadetinin insanda gerçekleştirmek istediği amaç açıkça yer alır: “Leallekum tettekûn: Umulur ki, sorumluluk şuuruna ulaşırsınız.”

Evet, orucun amacı, insanda “sorumluluk şuurunu” uyandırması, diri tutmasıdır.

Kime karşı sorumluluk şuuru?

Önce insanın kendi varoluşuna karşı sorumluluk şuuru... Çünkü insan yaratılmışların tacı, Allah'ın şaheseri olarak bir amaç uğruna yaratılmıştır.

Dolayısıyla kendi varoluşunun amacını sormak, aramak ve bulmak zorundadır. İşte insanın kendisine karşı sorumluluğu budur.

İnsan kendisine karşı sorumluluğunun bilincine varırsa, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincine de varacaktır. İşte bu, Kur'ani ifadesiyle “takva”dır.

Bu bilinç kendisinde yer ettikten sonra insan, diğer insanlara, tabiata ve eşyaya karşı sorumluluğunu da idrak edecektir.

Bu anlamda oruç tutmak, insanın kendi iç dünyasına karşı olan sorumluluğunu yerine getirmesi anlamını taşır. Zayıflayan ruhun beslenmesi için ruhun doyurulması. Çünkü on bir ay boyunca bedene yapılan yatırım ruhu, aklı, bilinci geri plana itmiş, onları zayıf bırakmıştır. Oysa ki insanı insan eden eti kemiği değildir. O halde mesele insanı insan eden değerlerin takviye edilmesi, onların beslenmesi ve yüceltilmesidir.

İnsan, kendisini insan eden yerlerini beslediğinde karanlıkta kalan gönlü aydınlanacak, aklı aydınlanacak, bilinci aydınlanacak ve görmeyen gönül gözü görmeye, gönül kulağı işitmeye, gönül burnu koku almaya başlayacaktır.

Bu manevi gelişme, insan bilincini yüceltecek ve insan ibadeti sayesinde Rabb'iyle arasındaki ilişkiyi aktif hale getirecektir.

İşte bu ilişkide insandan yükselen ubudiyyet (kulluk) olacaktır. Allah'tan buna karşılık olarak inen ise rububiyyet (Rablik) olacaktır. Adresini bulan her yükseliş bir “miraç” olacaktır. Tabi bunun Allah tarafından verilen karşılığında ise “nüzul” yer alacaktır. Ve işte vahiy, insanoğlunun varlık sorularına Allah'ın verdiği bir cevaptır ve Allah'ın insana tenezzül buyurmasının bir sonucudur.

Son vahiy, Mekke'de, Hıra dağında bir Ramazan gecesi inmeye başlamıştı. Biz mü'minler vahyin doğum ayı olduğu için Ramazanı “ayların sultanı” bilmişizdir. Çünkü o, “sözlerin sultanı” olan vahyin insanoğlunun kararan ufkunu aydınlattığı aydır. Buradan şu sonuç çıkar: Ramazan sözlerin sultanını getirmeseydi, ayların sultanı olamazdı.

O halde Ramazan aslında Kur'an ayıdır ve bu ay tüm kutsallığını vahiyden almıştır. Bunun insana verdiği mesaj şu olsa gerektir:

Vahiy indiği ayı böylesine mübarek kılıyorsa, indiği geceyi bin aydan/bir ömürden (bin ay= 83 yıl) daha hayırlı kılıyorsa, ey insanoğlu ya Kur'an vahyi senin yüreğine, hayatına, evine, şehrine ve ülkene inerse senin değerini kaça katlar, bunu hiç düşündün mü?

Ramazan, Kur'an'la bütünleşme ayı olmalı. Kur'an sadece elimizde ve dilimizde değil, yüreğimizde, aklımızda, hepsinden öte hayatımızda olmalı.

Kur'an'ın hayatımızda olması için zaten yüce olan Kur'an'ı yüceltmeye kalkışmak gibi bir şaşkınlığı bırakmalıyız. Kur'an'ın bizi yüceltmesi için yapmamız gerekeni yapmalıyız. Hiç olmazsa bu Ramazan'da “Ey Rabbim! Ben, bana gönderdiğin mesajı şimdiye dek açıp okuyup anlamadığım için senden af diliyorum!” diyerek, Kur'an vahyine imha olmuş iç dünyamıza inşa ettirmeliyiz.

Bunu sadece kendimiz için değil, vahyin ışığına muhtaç diğer insanlar ve bu topraklarda mahzun ve mükedder olan imanın geleceği için de yapmalıyız.

Hoş geldin Ramazan, nahoş olan bizleri de hoş et!

28 Ağustos 2009 Cuma

MUSTAFA İSLAMOĞLU

“Küfre karşı orucumu bozarsam, kefaretim cehennem olsun!”

Sanki göklerden bir el uzanmış da, dünyanın yetimi en bol, öksüzü en kalabalık ailesinin başını okşuyor gibi, gözyaşını siliyor gibi, yaralarını sarıyor gibi...

Ramazan ikliminin şu topraklarda estirdiği havayı kokluyor musunuz?

Taşların bağlanıp köpeklerin salındığı şu ülkede, bir aylığına da olsa, şeytanlar bağlanacak melekler rahat edecek.

Kim bilir, nice garipler vardır ki kapıları Ramazandan Ramazana çalınır. Nice fakir fukara vardır ki, kursaklarından Ramazandan Ramazana doyası bir şeyler geçer. Nice kimsesizler vardır ki, Ramazan onların kimi kimsesi olur.

Söyleyin, Ramazan bir insan adı olsaydı ne kadar dua alır, ne kadar sevilirdi? Bu dualar ve sevgiler ona cennetin kapılarını açmaya yetmez miydi? O halde işte fırsat: Ramazanla bütünleşip serapa Ramazan olmak sizin elinizde.

Ak bir sevdayı içinde bir bebek gibi büyütenler için Ramazan'ın ifade ettiği mana çok derin. Onlar Ramazanın kitleler üzerindeki etkisine bakar, Allah'ın dönüştürücü gücünü müşahede ederler. Bin tatlıya bedel acının üzerine bir kez daha ant içerler.

Aşkın modasının geçmediğini, geçmeyeceğini söyleme cesaretleri artar. Tüm âşık u sâdıklara seslenirler. Sevdanız, acınız ve aşkınız mübarek olsun!

Yenişehirli Avni Bey, o ölümsüz mısralarında ne diyordu:

Sanman taleb-i devlet-i câh etmeğe geldik

Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik

Eyvallah üstadım! Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik, eyvallah!

Bu âleme “sahip olmak” için geldiğini sananlar gücün, paranın, karının, sarının, sapın, samanın ardında bir ömür koştursunlar. Biz “şâhid olmak” için geldiğimizi unutmayalım. Değilmi ki biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik? Bizi âh ederken görenler şekvacı olduğumuzu sanmasınlar. Bizim varlık sebebimiz bu. Cefa çektiğimizi sananlar da, safa sürdüğümüzü sananlar da yanılırlar. Hani, öyle demişti ya bu âleme bir yâr için ah etmeğe geldiğini bilenlerden biri olan Erbilli Es'ad Efendi:

Gören sanır ki sefadan sema-ı râh ederem

Döner döner bakaram kûy-i yâre âh ederem

Ya dostum! Sen dönen herkesi raks ediyor mu sanırsın? Yanılırsın. Bazıları işin keyfinde olabilir. Ama bir yâr için ah edenler, yârın yoluna bakıp “âh” etmek için dönerler.

Bazı bedbahtlara ramazan hiç gelmedi. Yazık. bazılarının kapısına kadar geldi, içerisinin manzarasını pencereden görünce kapıyı bile vurmadan dönüp gitti. Bazılarının kapısını vurdu, fakat açmadığı için kaybetti. Bazılarının yürek hanesine girdi, girdiğine gireceğine bin pişman oldu. Çünkü orayı Ramazan gibi bir gök misafirine hazır etmemişti. Gideceği günü iple çekiyor. Bazılarına ise bir geldi, pir geldi, Geldi ve bir daha hiç gitmek istemedi. Gitmedi. Bir aylığına gelmişti, ama geldiği yerde o kadar izzet ikram gördü ki, o kadar sevildi ve sevdi ki, ne hane sahibi konuğundan ayrılabildi, ne konuk hane sahibinden.

İşte bu sonuncuların Ramazanı mübarek oldu, hayatı Ramazan oldu. Şahid oldular, şahid buldular. Günah orucunu hiç bozmadılar. Harama karşı bir ömür sürecek bir oruca niyet ettiler. “Küfre ve şirke karşı tuttuğum orucumu bozarsam, keffaretim cehennem olsun!” dediler.

onlar orucu tuttu, oruç onları tuttu. Sadece oruç tutmakla kalmadılar, kendilerini de tuttular. Yani kendilerini kaybetmediler, şahsiyetlerini kumara yatırmadılar, izzet ve şereflerini ütülmediler. Onlar orucun başını dik tuttu, oruç da onların başını.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Ayların sultanı geldi, gönül sarayı harap

Ramazan'ı ayların sultanı kılan vahyin o ayda inmeye başlamasıdır. Ramazan'ı Kur'an ayı olarak bilip tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve nihayet hayatı Kur'an'la yeniden inşa etmek, Ramazan'la yüzden değil, özden ilişki kurmak demektir. Çünkü vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Benzetmemizden yola çıkarak söyleyecek olursak Kur'an Allah'tan insanlığa gönderilmiş bir mektuptur. Bu mektupta insanoğlunun iki cihan saadetinin formülleri kayıtlıdır.

Allah'tan kendisine gelen mektupla yüzeysel ilişkiye girenle damardan ilişkiye giren bir olur mu? Bir başka ifadeyle, Allah'ın insanlığa gönderdiği mektubu yüzden okuyanla özden okuyan bir olur mu? Veya vahyin sadece zarfıyla yetinip mazrufunu, yani içini merak etmeyen kimsenin vahye karşı ciddiyeti hangi kategoriye girer?

Netice şuraya geliyor: Eğer insan ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, ibadetlerle ilişkisi de yüzeysel kalmaya mahkûmdur. Yani Allah'tan gelen mektup hükmünde olan vahyin sadece zarfına bakan, Allah'a yollanmış mektup hükmünde olan ibadetlerin içini de boş bırakacaktır.

Yapılacak şey belli: Ramazanı fırsat bilip onun varlık sebebi olan vahiyle candan yürekten bir ilişkiye girmek. Vahyin inşasına kendini açmak için, bedenin önceliğini akleden kalbe, iradeye ve ruha vermek. Orucun maksadının, işte bunu gerçekleştirmek olduğunu unutmamak.

Müslüman şahsiyetin ve İslâm medeniyetinin kurucu unsurlarından biri olan Ramazanın bu fonksiyonunu tekrar diriltmek onun Kur'an ayı olduğunu unutmamaktan geçiyor. İmha edilmiş Müslümanca algı dünyamız inşa ve ihya edilmedikçe, imha edilmiş beşeri coğrafyamız inşa ve ihya edilemeyecektir. Kavramlar sıhhatine kavuşmadıkça, eylemler sıhhat bulmayacaktır.

Eğer Ramazan gelir de vahiy gelmezse, Ramazanın ruhunu öldürmüş oluruz.

Nedeni açık. Çünkü vahiy, ayların sultanının konuk olacağı saray olan kalbimizi tahkim eden, orayı tamir ve inşa eden bir usta. Kalbimiz bu usta elinden geçmedikçe, orada sultanı ağırlamak ne mümkün?

Sultan gelir, hoş da gelir, fakat bizi hoş bulmaz. Ya boş bulur, ya da nahoş bulur. Bu Ramazan gibi bir imkânın öldürülmesi demektir. Düşünebiliyor musunuz, Allah biz insanlara Ramazan gibi muhteşem bir kredi açıyor, bizse onu çarçur ediyoruz.

Burada ölü ibadet, diri ibadet diye bir ayrım yapmak lazım.

Ölü ibadet amacını gerçekleştirmez. İnsanı sırtlanıp Allah'a yaklaştıran bir Burak değil, insanın sırtında bir yük olur. İbadetin amacı gerçekleşmeyince, insan ondan haz almaz. Onun tadı yürek damağına değmez. Baştan savılması gereken bir unsur gibi görülür.

Ayların sultanına, baştan savulması gereken bir unsur muamelesi yapmanın vahim sonucunu düşünebiliyor musunuz? Böyle bir hane sahibinden ilahi misafir neden razi olsun? Ramazan da olmayacaktır. O yürekte kalıcı bir tat bırakmadan kaçarcasına gidecektir.

Ya bir de tersini düşünün: Eğer sultana layık bir ağırlama yapılırsa, eğer hane sahibi tarafından memnun edilirse, bu kutlu konuk ev sahibini bir biçimde memnun edecektir. Onun gönlünü görecek, ona getirdiği sonsuz bereketten hak ettiği kadar bırakacaktır. O bereketle, çöle dönmüş yürekler göle dönecektir. O bereketle, açlıktan can çekişen ruhlar kendine gelecektir. O bereketle, iman ele, ayağa, göze, kulağa ve dile gelecektir.

25 Ağustos 2009 Salı

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Ramazan festival değildir!

Din insan içindir. İbadetlerden Allah'ın değil insanın çıkarı vardır. Çünkü muhtaç olan insan, ihtiyaç giderense Allah'tır.

Allah-insan ilişkisinde ibadet insandan Allah'a ulaşan bir bilinçtir. Bu, “takva”nın ta kendisidir. İzutsu'nun yerinde tesbiti ve Esed ve Fazlur Rahman gibi muasır âlimlerin ona katılarak kullandıkları karşılığıyla “sorumluluk bilinci”...

Bu bir miraçtır. Her miraç bir “uruc”un, yani “yüceliş ve yükselişin” eseridir. İbadetlerle insan bilinci, insanlık evreninin ufkuna yükselir. Bu yükselişi Allah karşılıksız bırakmaz. Ubudiyyetiyle kendisine yönelen kula O da rububiyyetiyle yönelir ve rahmetiyle “nüzul” eder.

Allah tarafından gerçekleştirilen her nüzul, aynı zamanda bir tenezzüldür. Onun rahmetiyle insanlığa tenezzülü, peygamberlerde vahiy suretinde tecelli etmiştir.

Tüm vahiylerin zirvesi olan Kur'an vahyi, işte böylesine bir ilahi tenezzülün eseridir. “Nüzul” kelimesi Arap dilinde, “misafirin önüne çıkartılan mükellef ziyafet sofrası” anlamına gelir. Bu mana akılda tutulursa, vahyin nüzulünün ne demeye geldiği daha iyi anlaşılır.

Evet, vahiy Allah'tan insana indirilen bir “mâide”, muhteşem bir gök sofrasıdır. Bu sofra insana, insan tarafını geliştirecek gıdalar sunar. İnsanın diğer canlılarla paylaştığı hayvânî boyutunu değil, onun insânî boyutunu besler.

Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. İnsan olmanın asgari sorumluluğunu fark ederek bilincini yücelten insanda, muhteşem bir akıl ve şahsiyet inşa eder. Tıpkı ilk muhatabı olan Sevgili Peygamberimizin tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa ettiği gibi...

İnsan yeryüzündeki varoluş amacını, ancak vahyin inşa ettiği bir bilinçle gerçekleştirebilir. Bu bilince ulaşması için insanın önce kendi anlam ve amacı üzerinde ciddi bir biçimde düşünmesi gerekmektedir.

Sahi insan hiç amaçsız olabilir mi? Ortalama ömrü insan ömrünün yüzde biri kadar olan bal arısının dahi bal yapmak gibi muhteşem bir amacı olsun da, yaratıklar evreninin şaheseri olan insanın bir amacı bulunmasın mı?

Kendisini diğer canlılardan ayıran fıtrat, akıl, irade ve diğer yetenekleriyle insan başıboş bırakılacağını, dünya bahçesinde keyfince at oynatacağını, eline verilen bunca iç ve dış imkanı nefsinin istediği gibi tahrip ve tarumar edeceğini mi düşünmektedir?

İnsanın yaratılış gayesi, “yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa” etmektir. Vahiy, bu inşanın ustası olan insanın kullanma kılavuzu, prospektüsüdür. İnsan, kendi varoluş amacını doğru ve maksimum düzeyde gerçekleştirmek istiyorsa, öncelikle kendisini vahyin inşasına açmak zorundadır.

Yoksa mı?

Yoksa, işte yaşadığınız çağda olduğu gibi insan yok olur. Onun yerini insan kılığına girmiş cilalı ve maskeli nesneler alır. Siyasal ve ekonomik krizlerin tamamının kendisinden neşet ettiği “adam krizi” kronikleşir. Gerçeğin yerini yalan, hakikatin yerini imaj, değerin yerini fiyat, işlevin yerini simge, adaletin yerini güvenlik sendromu, devletin yerini dev, milletin yerini canavarlaşmış bir oligarşi alır.

Peygamberlerin çağrısını diriltmekten başka çıkar yol yok. Tüm peygamberlerin çağrısı, insanın varoluş amacını gerçekleştirme çağrısıydı. Bu çağrıya sırt dönmek, aslında insanın insanlığa yapacağı en büyük zulüm ve küresel bir ahlaksızlıktı. Bu çağrının zirvesini teşkil eden Kur'an'ın çağrısı da buydu.

Ramazan, işte bu çağrının öznesi olan Kur'an'ın doğum ayıdır. Bu doğumun oruçla kutlanması, aslında vahyin çağrısının ruhuyla mükemmel bir uyum arz eder. Çünkü oruç, insanın insan tarafını geliştirmek için hayvan tarafına “dur” demektir. İnsanın ruhunu zenginleştirip içgüdülerini dizginlemektir.

Bu amacın gerçekleşmesi, yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmek için yaratılan insanın, yani “usta”nın eğitilmesi demektir. Bunun için de, Ramazan hem oruç ibadetiyle bir nefis ve ruh terbiyesine, hem de vahiyle bir tasavvur ve akıl terbiyesine dönüşmelidir. Ancak o zaman amacını gerçekleştirmiş olur.

İbadetler insan-Allah ilişkisinde, insanın Allah'a gönderdiği birer mektuba benzerler. İçi boş bir zarfın adresine ulaştığını düşünsek bile, bu, muhatabı tarafından kâle alınacak bir mesaj olmayacaktır.

İşte içi boşaltılmış ibadetler, böylesi içi boş bir zarfa benzerler. Bu, en azından ciddiyetsizlik olarak telakki edilecek, dahası, amacını hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir. Ramazanı, Osmanlı'nın kanında mikropların gezdiği çöküş dönemlerinin eseri olan “direkler-arası eğlencelerle”, onun modern versiyonu olan “konserlerle” kutlamaya kalkmak, Ramazana bir iyilik değil, onun ruhunu öldürüp cesedinin üzerinde festival yapmaktır.

Bu yukarıdaki anlayış, bireysel planda Ramazanı varsıl şişmanların bir “diyet ayı”, yoksul zayıflarınsa bir “beslenme ayı” gibi algılamalarından daha vahim bir algı biçimidir.

Neden hep “Kur'an'ın inşası” deyip durduğumuz anlaşılmıyor mu? Çünkü bu sorun, “Ben müslümanım” diyen ve samimiyetlerinde zerrece kuşku olmayan insanların İslam'ını vahyin inşa etmemesinden kaynaklanıyor.

Ne olursunuz, hangi faaliyeti yapıyor olursanız olunuz, önce tasavvurunuzu, aklınızı ve kişiliğinizi vahyin ellerine teslim ederek, kendinize bir istikamet açısı çizdiriniz. Vahyin elleriyle bir temel attırınız. Dine, dünyaya, insana, eşyaya, Allah'ın “gör” dediği yerden bakmanız ancak buna bağlı... Müslümanlığınızın Allah tarafından ciddiye alınması ancak buna bağlı...

Ondan sonra mı? İster siyasetçi olunuz, ister ekonomist... İster sanatçı olunuz, ister futbolcu... İster belediye başkanı olunuz, işter cumhurbaşkanı.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Bize rağmen yine de hoş geldin!

Ramazan, Allah'ın belirlediği gündemdir. Müminlerden bir ay boyunca tali ve günübirlik gündemlerle meşgul olmayıp, Allah'ın belirlediği gündemi yaşamaları istenir.

Ramazan, bir iç imar seferberliğidir.

Ramazan, insanın hep ihmal ettiği iç dünyasına yapması gereken seferin ideal zamanıdır.

Ramazan, nefsi terbiye, ruhu tezkiye ve şeytanı tasfiye etme dönemidir.

Ramazan, dört boyutlu maddeye beşinci bir boyut eklemek için insana verilen İlahi bir fırsattır.

Herkesin herkesle meşgul oluyor göründüğü dünyada, insanın en az ilgilendiği kendisidir. Herkesin hep birilerini kurtarmak için koşturduğu bir ortamda, insanın en çok ihmal ettiği yine kendisidir.

Ramazan, bir yıl boyunca yangın kovalayan, hatta yoksa önce yangın çıkarıp arkasından söndürmek için seğirten eteği tutuşmuş itfaiyecilerin kendi eteklerindeki yangını söndürme vaktidir.

Ramazan, hayatın yoğun ve karmaşık trafiğinde bir yıl boyunca seyreden insanın bakım ve onarıma, rektefiye ve revizyona alınmasıdır.

Tahrip edemediği değerleri tahrif eden “seküler/laikçi mantık” ve bu mantığın şifa bulmaz tezgahtarları Ramazan'ı “geleneksel bir şenlik”, Ramazan Bayramı'nı “şeker bayramı”, Kurban Bayramı'nı da “et bayramı” olarak lanse ediyorlar.

Gündemine alanlar için bir rahmet ve mağfiret sağanağı olan Ramazan'ı “iftar pidesi” ve “sahur davulu” edebiyatına kurban etmek olayı sulandırmaktır. Oysa ki Ramazan çok fazla dünyevileşen hayatımızın yeniden dinileştirilmesi ve ona aşkın bir boyut eklenmesinde bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirilebilir.

Şimdi kendimizle tanışmanın tam vakti...

Ümmetin coğrafyasında kan gövdeyi götürüyor.

Müslümanlar uluslararası ve ulusal küfür odaklarının kıskacında.

Üniversal kafirler, bölgesel kafirler, tümü tek yumruk olup İslâm'a ve onun evrensel değerlerine saldırıyorlar.

İslâm ümmeti param parça. Her bir parçanın başına musallat edilen ulusal devletler ve baskıcı rejimlerin zulmü sürüyor.

Düşünce felç.

İlim kör.

Hikmet yitik.

Hırsızlar yönetici.

Alimler namussuzlar kadar cesaretli değil.

Böyle bir zamanda geldin ey Ramazan.

Hoş geldin ama hoş bulmadın.

Hoş bulmadın, çünkü:

İslâm İslâm'a düşman.

Müslümanın Müslümana tahammülü yok.

Papyonlu hocalar,

Köşe dönücü hacılar,

Feminist bacılar var artık.

İmanlara illet, müminlere zillet tebelleş oldu.

Kimileri dolmuşa binerken, kimileri de dolmuş taşlıyor.

Çocuğun boğuluşunu seyredenler cesedini paylaşamıyorlar.

Sevgiyi tanımadan “Müslüman” olanlar var.

Entel takılanlar, nostaljik takılanları 'ti'ye alıyor.

“Telsiz güdümlü füze”lerden sonra, telsiz güdümlü beyinler de çıktı.

Yamuk bakanlar, hatayı bakışında değil de baktığında arıyorlar.

Kerameti kendinden menkul beyler, efendiler, beyefendiler “beş arşın atlamak” için Haleb'i yetersiz buldular, artık “uzay istiyorlar.

Yeryüzünün şu kurak mevsiminde çölleşmiş gönüllerimizin dudakları çatladı.

Ey rahmet ayı,

Ey Ramazan,

Bize rağmen, yine de hoş geldin.

14 Ağustos 2009 Cuma

SÜLEYMAN SARGIN

Dua etmek vefanın gereğidir

Huneyn Gazvesi'nin ardından Allah Resûlü, Ensar'dan bazılarının küçük bir meseleden dolayı kendisine biraz kırıldıklarını haber aldı.

Bunun üzerine hemen Ensar'ın bir yerde toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Ensar toplandı ve Allah Resûlü onlara şu hutbeyi irad buyurdu:

"Ey Ensar topluluğu! Duydum ki gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hâsıl olmuş. Size şunu hatırlatmak isterim; ben geldiğimde, siz dalalet içinde değil miydiniz? Allah benimle sizi hidayete erdirmedi mi?

Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi?

Ben geldiğimde, siz birbirinize düşman değil miydiniz? Allah benimle sizin kalplerinizi birbirinize ısındırmadı mı?"

Ensar bu sözlere gözyaşları içinde hep bir ağızdan şöyle karşılık verdiler: "Evet, evet Yâ Resûlallah! Minnet Allah'a ve Resûlü'nedir."

Bu hadisede mü'minlere mazhar oldukları nimetlerin hatırlatılması ve bunun onlar tarafından da kabul ve ilan edilmesi vardır.

Bizler asr-ı saadette bulunamadık. Efendiler Efendisi'nin mübarek huzurlarıyla müşerref olup, dizlerinin dibinde oturamadık. Ama bize Allah'ı, Resûlullah'ı, Kur'an'ı hatırlatan ve bütün güzellikleri öğreten kutlu insanlar tanıdık. Bu sebeple mazhar olduğumuz nimetleri yâd etmek ve dualarımızda o kutlulara yer vermek hem bir tahdis-i nimettir hem de vefamızın gereğidir:

Yâ İlahel âlemin ve yâ ekramel ekramîn!

Bizler Sen'in ve Habib-i edibinin unutturulduğu karanlık bir devirde yetiştik. Maddeciliğin dört bir yanı karabasan gibi sardığı, anarşinin sokakların hâkim rengi haline geldiği, dinin folklor gibi yaşandığı bir dünyada neş'et ettik. Sen bize lütfunla, kereminle yolumuzu aydınlatacak kutlu bir Rehber gönderdin.

O bize Seni, Kitab'ını ve Resûl-i Ekrem'ini tanıttı. Pozitivizimle ağır hasar görmüş kalplerimize ve kafalarımıza Pîr-i Mugân'ın eşsiz külliyatını ve tevhid delillerini nakşetti. Kur'an'ı asrın idrakine söyleten o nadide eserleri ve eserlerin büyük müellifini biz onunla tanıdık.

Efendimiz'in "İnsanlığın İftihar Tablosu" olduğunu ondan öğrendik. Nebiler Serveri'nin hicranını ilk o anlattı bize. Camileri lebaleb dolduran hüşyar gönüller, onun irşadıyla Allah Resûlü'nün aralarında gezdiğini müşahede ettiler. Rahmet Peygamberi'ni, saçlarını okşarken, sırtlarını sıvazlarken gördüler. "Ne zaman geleceksin Yâ Resûlallah!" duygusunu o yeşertti gönüllerimizde.

Saadet asrının muhteşem tablolarını kürsüden ve minberden tıpkı bir sinema ekranı gibi gözümüzde ve gönlümüzde o canlandırdı. Sahabe sevgisini o nakşetti sinelerimize. Hamza'nın yiğitliğini, Hz. Ali'nin velayetini, Hz. Ebû Bekir'in sadakatini, Hz. Ömer'in adaletini ondan dinledik. Hz. Osman'ın nasıl bir haya insanı olduğunu anlatırken kendisi de kürsüde buram buram terliyordu.

Mus'ab'ın kütükte doğranan et gibi nasıl şehit edildiğini, Hz. Enes'in savaştan sonra ancak parmaklarının ucundan tanınabildiğini, Abdullah ibn Cahş'ın kahramanlıklarını ilk o anlattı bize. Nesibe'nin harp meydanında nasıl bir tayfun gibi estiğini, Sümeyye'nin şehadetini, büyük kadın Hz. Hatice'nin fedakârlıklarını, Hz. Fatıma annemizin çilesini ve hasretini de anlatan oydu. Bilal'in okuyamadığı ezanını, Ebû Akîl destanını gözyaşları içinde dinlemiştik. "Yâ lel-ensâr!" nidaları yürekleri hoplatırken, cemaatle birlikte cami duvarları da gözyaşlarını akıtıyordu.

Ya Rabbi! Biz o Rehber ü Rehnü-mamız'dan fedakârlığı, cömertliği, hasbiliği, diğerkâmlığı öğrendik. Abdurrahman b. Avf'ın, Hz. Osman'ın nasıl hesapsız infakta bulunduklarını dinlerken derin muhasebelere daldık. Hz. Ebubekir'in malının tamamını getirip nasıl verdiğini belki hâlâ anlayamadık ama Allah yolunda infak etmenin cami çıkışında verilen küçük sadakalardan ibaret olmadığını anladık. "Himmet" ilk defa onun sayesinde girdi hayatımıza.

Mefkûre insanı olmayı öğretti bize. Bunu yaparken bizi tarihimizle barıştırdı. Bize Selçukluları, Osmanlıları o sevdirdi. Nasıl şanlı bir tarihimiz olduğunu, o tarihin şeref levhalarını dinleyerek anladık. Şark'ın şanlı sultanı Selahaddin'i, Osman Gazi'yi, Ertuğrul Gazi'yi, Alparslan'ı, Hz. Fatih'i, Yavuz Sultan Selim Han'ı, Abdülhamit Cennet-mekân'ı adlarının sonuna "aleyhi'r-rahmetü ve'l-ğufran" ekleyerek dinledik. "Yaşatmak için yaşamak" olarak özetledi mefkûremizi. "İnsanlarla Allah arasındaki engelleri kaldırıp onları Rabbileriyle buluşturmak" olarak tarif etti vazifemizi. Bunun için anadan, yardan, vatandan ve arkadaştan geçmek gerektiğini belletti milyonlarca yüreğe. Bunun adını da "adanmışlık" koydu.

İslam'ın sevgi ve merhamet dini olduğunu anlattı yılmadan, yorulmadan. Her türlü şiddete, anarşiye, teröre ve kanunsuzluğa İslam'ın kapalı olduğunu kalplerimize ve kafalarımıza kazıdı. Başkaları için yaşamanın lezzetini tattırdı bize.

Selefe saygıyı da onda gördük biz. Edebin, terbiyenin ne olduğunu ilk o gösterdi bize. Allah Resûlü'nün mübarek adını her andığında yerinden doğrulan oydu. Sahabeden, tabiûndan ve selef-i salihinden bahsederken kelimeleri nasıl hassasiyetle seçtiğine şahit olduk her seferinde.

İlmin tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini, mefkûre insanı olmak ve yaşatmak için yaşamak lazım geldiğini öğretti.

Tevazuun ne olduğunu onda gördük. "Hiç" olmayı, "sıfır" olmayı, Allah karşısında konumumuzun ne olduğunu o hatırlattı. Gecelerin içindeki sırlardan bahsetti bize. Dua dua yalvarmayı, kasıkları çatlarcasına dua etmeyi, seccadelerde kıvranmayı anlattı, anlatıyor. Bize "teheccüd"ü o öğretti, gözyaşı gerçeğiyle onun sayesinde tanıştık. onu tanıdıktan sonra "Erkek adam ağlar" demeye başladık. Burnumuzun kemikleri onu tanıdıktan sonra sızlar oldu.

Ya Rabbi! Biz onun ilmine, irfanına, ameline, aksiyonuna, heyecanına, gözyaşına, milleti ve tüm insanlık için çektiği ızdıraba, uykusuz gecelerine, ibadet hassasiyetine, kulluktaki derinliğine, dilinden düşmeyen dualarına, kul hakkına karşı hassasiyetine, sevgisine, şefkatine, vefasına, merhametine, keremine, cömertliğine, adaletine ve daha nice güzelliklerine şahit olduk.

Ne olur Ya Rab! ona hep rahmetinle muamele et. ona hayırlı, bereketli, uzun ömürler nasip et. Sıhhat ve afiyet lütfeyle. Kendisine yakîn-i tâm, ihlâs-ı etem ve zühd-ü tâm ihsan eyle. Bulunduğu her zaman ve mekânda onu rûhu'l-kudüs'le te'yid buyur. Her türlü insî ve cinnî şeytanın, amansız düşmanların hilelerinden, tuzaklarından, komplolarından, iftiralarından ve kötülüklerinden onu muhafaza eyle. Dünyada ve ahirette bizi bir an bile ondan cüdâ eyleme. Kalbî irtibatımızı kuvvetlendir. onu daha iyi anlamayı, söylediklerini idrak etmeyi bize nasip eyle. Hissiyatına, derdine, ızdırabına ortak olabilme şuuruna bizleri ulaştır.

Ey Rabbimiz! Biz ondan razıyız, Sen de razı ol. Biz şahidiz Sen de şahit ol. Âmin.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Kur'an ve Ramazan (1)

Kur'an'da Ramazan ayından söz eden ayet (2.185) biri diğerinin sebebi olan iç içe geçmiş unsurlardan oluşur. Buna göre:

1. Ramazan'ın sebebi Kur'an'dır.

2. Kur'an'ın sebebi hidayet, yani rehberliktir; hem de bütün bir insanlığa.

3. Hidayetin sebebi "beyyinât" ve "furkân"dır. Hidayet ancak bunlarla gerçekleşir.

Beyyinât, "tezini isbata yeterli olan hakikatin apaçık belgeleri" anlamına gelir. Furkan ise "hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden seçip ayırma niteliği ya da yeteneği" anlamına gelir.

Kur'an'ın rehberliği ancak beyyinat ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinat Kur'an'ın kendisinde sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur'an'ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl "furkan" olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinat'ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar.

Fakat bunun ilk ve olmazsa olmaz şartı Kur'an'ın nesneleştirilmesidir ki, maalesef bu böyle olmuştur. Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp 'kutsal nesne' haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti:

Birinci aşama: Lafız mânâ ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan "maksat" ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mânânın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve mânâya dayanarak anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla "okumak" yerine, onu "tilavet" ettiler. Bu aslında, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafızla kapatmak demekti.

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur'an da sadece "mushaf"a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu 'yüceltiyorlardı'. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini "yücelterek" ödeme çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir "sus payı"na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.

Yeri gelmişken belirteyim: son yıllardaki "Kur'an okuma ve anlama" çabaları, ne yazık ki yukarıda aktardığım süreci tersine çevirememiştir. Hatta, klasik dönemlerdeki bu sürecin tam ters dönmüş modern bir versiyonu haline gelmiştir. Çünkü bu çabalar vahyi inşa edici bir özne haline getireceği yerde, vahyi üzerinde beyin fırtınalarının estirildiği, zihin egzersizlerinin yapıldığı bir "yap-boz" haline getirmiştir. Sonuçta modern tasavvurla klasik tasavvur aynı gözede, vahyi nesneleştirme gözesinde buluşmuşlardır.

Bu süreçte vahyin yönü yüz seksen derece değişmişti. İnşa edici olarak vahiy yukarıdan aşağı inen bir hitab iken, özneleşen vahiy aşağıdan yukarıya ruh taşıyan bir "uçan halı" haline getirilmişti.

Kur'an algısında meydana gelen bu tarihi kırılma, özetle şöyle gerçekleşti:

Anlam hayatın içinde 'üretilemeyince' form tüketildi. Tüketilen form inşa edici özelliğini yitirmeye başladı. Buradan sonra tüketenlerin kimliğine göre ikiye ayırmak gerekiyor:

Birincisi hissi nesneleştirme, ikincisi aklî nesneleştirme�

Hissi nesneleştirme hepimizin malumu: Anlam tükenince form yüceltilir. Yüceltilen form, makulün değil mahsusun konusu haline gelir. Mahsusun konusu olan kutsal bir form ise, anlaşılmaz tilavet edilir, yaşanmaz fetişleştirilir.

Aklî nesneleştirme ise, malum olmanın ötesinde bizim neslimizce "bittecribe sabit" olan bir algı türü: Mahsusun karşısında yer almıyor, çünkü "makul" değil, sadece "akılcı". Diğerinin tam karşısında yer alıyor, dengesizliğin karşı kutbunda yani. Asıl zaafı, vahyi kişiliğini inşa edici bir özneye dönüştürememek. Çünkü, algı biçimi yanlış. Tıpkı, hissi algıda olduğu gibi, bu algının yanlışı da nesneleştirme. Tek fark var, o da "hissi" değil "akli" olması.

Vahyin nesneleştirilme hikayesi, yolcunun rehbersiz kalma hikayesidir.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

ENGİN ARDIÇ

Tepkinizi görelim yavrular

Yalçın Küçük'ü bilirsiniz, kızıl boyun atkısıyla, kalpakla ya da Lenin kasketiyle dolaşan "egzantrik" bir adamdır... Kitapları genellikle bin sekiz yüz sayfa çeker, Küçük de içeri girip girip çıkar...
Kimileri onun hakkında, "hakaret davası açacağım ama cezai ehliyeti çıkmayabilir, beraat eder, onun için hiç uğraşmıyorum" demişlerdir.
Bu adam Ergenekon davasında yargılanıyor.
Kitaplarını okumadım. Zamanım değerli.
Ve de pişman oldum, meğer ne "incileri" varmış ne incileri...
"Emperyalist Türkiye" diye bir kitabı varmış örneğin... (Yahu biz emperyalizmin pençesinde kıvranan mazlum bir ülke değil miydik, şimdi de tam tersine emperyalist mi olduk?)
Bu kitapta Atatürk hakkında yenilmez yutulmaz laflar var.
Profesör Küçük, Atatürk'ü "İngilizler'in adamı" olmakla suçluyor!
İddiasına göre Atatürk, Sivas Kongresi'nde de "mandacılığı" savunmuş! Herkesle birlikte kongrede bu yönde oy verdiğini söylüyor.
(Bu mandacılığın mandayla mandırayla ilgisi olmayıp, bağımlı bir yönetim biçimi olan Fransızca "mandat" kelimesinden gelmektedir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bizden koparılan eski topraklarımızdan Filistin ve Irak İngiliz, Suriye ve Lübnan da Fransız "mandat'sına" girmişlerdi.
Bildiğiniz sömürgenin kibarcası... Bizde de "Amerikan mandat'sı" isteyenler vardı, en başta da ünlü Halide Edip Hanımefendi, hani "cumhuriyet kadınlarımızdan"... O kadar cumhuriyet kadınıydı ki, cumhuriyetin on beş yılını kocasıyla birlikte yurt dışında sürgünde geçirdi, çünkü Atatürk'e "diktatör" demişti. Yurt dışında doğrudan İngilizce olarak yazdığı "The Turkish Ordeal" isimli kitabında Atatürk'e en ağır saldırıları yöneltti, sonra Türkiye'ye döndüğünde bunun Türkçe çevirisi olan "Türk'ün Ateşle İmtihanı" kitabında o bölümleri sansür etti... Cumhuriyet kadınıdır, şimdi defilelerde falan canlandırıyorlar...)
Bakınız, Yalçın Küçük de Atatürk için neler demiş: "Kendine güveni olmayan, kıstırılmışlık kompleksi içinde, kuvvetlinin önünde başını eğen, hep bir koalisyondan diğerine kayan, gücünden emin olduğu zaman eski koalisyon ortaklarına son derece acımasız"...
Yuh!
Bakınız daha başka neler demiş: "Çok vesveseli, kompleks içinde yaşayan, sevgisiz bir insandır.
Annesini sevmez. Annesinin cenazesine gitmiyor. Sevgisiz ve acımasızdır. (...) Sevgiyi bilmeyen, acımayı bilmeyen, kimseye güvenmeyen, herkesi kendine karşı komplo hazırlayıcısı olarak gören, bir 'aydınlanmamacı' despot olan Mustafa Kemal'i hiçbir romancı ya da yönetmenin sevimli yapabileceğine ihtimal vermiyorum. En gerçekçi film, Müthiş İvan'ın başarısız bir kopyası olabilir."
Pes!
Bu ifadeler kitabında da yer alıyor, kendisine duruşmada da soruldu... Hani canım şu "Tayyip'in yaptırdığı mahkeme"(!) var ya Silivri'de, orada...
Bekliyoruz, ikide bir bize küfür edenlerden tık yok...
Biz Atatürk hakkında asla ve asla böyle sözler etmedik. Etmeyiz.
Peki Yalçın Küçük'e niçin en ufak bir tepki göstermiyorlar?
Yalçın Küçük "onlardan" olduğu için mi?
Atatürk'e bu lafları eden adam nasıl onlardan oluyor?
Yoksa onlarda mı bir keleklik var?
Yoksa bize yaptıkları saldırıların altında Atatürkçülük gayreti değil de apayrı ve çok özel kuyruk acıları mı yatıyor?
Kim Atatürkçüymüş, kim değilmiş arkadaşlar?
Haksızlığın, insafsızlığın, iftiranın, hakaretin de bir sınırı olmalıymış, değil mi arkadaşlar?

3 Ağustos 2009 Pazartesi

MEHMET TURAN

Hem vatan haini, hem milli kahraman

Talha Uğurluel hocamızın Tuzla'da düzenlemiş olduğu tarih seminerlerinden birindeyim. İçerisi, seminerin başlamasına yarım saat olmasına rağmen tıklım tıklım dolu. Yanımdaki arkadaşla Abdülhamit döneminden bir iki konuyu tartışıyoruz. Önümüzde oturan genç bir adam, sohbetimizden hoşlandı olsa gerek ki, bize birkaç soru sordu. Konu döndü dolaştı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Enver Paşa'ya geldi. Konuşmalarından muhafazakâr birisi olduğu bariz belliydi. Onun için (genellikle sağ görüşlü zihniyetlerinde ortak düşüncesi) çok sevdiği biricik Osmanlı'sını yıkan adam hainden başka bir şey olamazdı. Hatta o bir ara daha da ileri giderek: "Bütün İttihat ve Terakki üyeleri haindir" dedi. Fakat dün tarih kitapları yazılırken sadece sağ değil, sol görüşteki birçok kimse de biricik Atatürk'lerini kimseyle kıyaslayamadıkları için aynı suçlamaların altına imza atmışlardı.

Bu suçlamaların asıl sebebi ise ya Enver Paşa'yı tanımıyorlar ya da art niyet sahibiler. Enver Paşa daha gençlik yıllarından itibaren Rumeli ve Makedonya'da ayrılıkçı çetelerle durmadan mücadele etmiş ve daha sonradan bilindiği üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılmıştır. Zeki ve bilgili bir asker olması da onun İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde yükselmesine vesile olmuştur. Kendisi Balkanlardaki birçok dili konuşabilen ve strateji alanında uzman bir kişilikti.

O, 23 Ocak 1913'de Bab-ı Ali'ye baskını gerçekleştirirken de, (Burhan Felek anılarında, Beyazıt meydanındayken beyaz bir atın üstünde, elinde kılıçlı olarak gördüğünü söyler.), Osmanlı'yı Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında sokarken de asla devleti parçalamayı düşünmemişti. Tek hedefi parçalanmakta olan bir imparatorluğu yeniden ayakta tutabilmek istemesi ve bunun da ancak Asya'dan Avrupa'ya uzanan bir Müslüman - Türk birliği ile sağlanacağını düşünmesiydi. Son nefesini bile Tacikistan'da (o zamanki adıyla Türkistan) 1922 yılında Sovyet Kızılordusu'na karşı vermiştir.

Bugün hâlâ birçok tarih kitabında ve bazı tarihçilerce ona hayalperest ve maceraperest denir. Fakat bu yorumları yapanların Birinci Dünya Savaşı dönemini iyice incelemesi gerektiğini ısrarla söylüyorum. Çünkü ortada ne bir macera ne de bir hayal vardı. Onun düşünceleri aslında hayal değil, tam aksine; eğer Birinci Dünya Savaşı kazanılsaydı, galibiyetin doğuracağı sonuçlardı. Düşünün; İngiltere, Rusya ve Fransa bırakın artık anlaşma yapmayı, neredeyse Osmanlı'yı kendi aralarında paylaşır hale gelmişti. Zaten daha önceki yapılan anlaşmalarda elimiz kolumuz bağlanmıştı. Yapılacak bu savaş öncesi son anlaşmada; olsa olsa vatanı teslim anlaşması olurdu. Çünkü zaten Osmanlı yıkılmanın eşiğinde... Ekonomi batmış. Milliyetçilik akımlarının da etkisiyle gerek Balkanlar, gerekse Ortadoğu ve Kuzey Afrika ayrılmak için can atıyor. Kim kaldı geriye; Almanya. Zaten o dönemde sanayisi, ekonomisi ve askeri gücüyle Avrupa'nın en güçlü devleti konumunda. Üstelik sadece Almanya değil, diğer devletler de (İtilaf Devletleri hariç) Osmanlı'yı savaşa sokmak istiyor. Şimdi soruyorum size: Siz olsaydınız ne yapardınız?

Osmanlı'nın son dönemlerini bilenleriniz vardır. Ama yine de hatırlatayım. Malum, imparatorluk çöküş içerisinde. Ekonomi yok gibi, olanlar da ecnebilerin elinde. Hatta o dönemin gözde mesleklerinden casusluğa dahi hiç ama hiç önem verilmiyor (Sultan Abdülhamit'in bile son dönemlerinde kullandığı muhbirler, kurumsal olarak bir yapıda hizmet etmediği için pek sağlıklı olmuyordu). Bu casusluk konusunu da es geçmemek lazım. Çünkü Osmanlı'nın yıkılmasında en büyük role onlar sahipti. İşte burada bir hatırlatma yapalım; ilk casusluk teşkilatını kuran da Enver Paşa'ydı. (Teşkilat-ı Mahsusa.) Her neyse, üzülerek söylüyorum ki, imparatorluğun son iki-üç asrında, bazı padişahlar devletin o eski ihtişamlı günlerini hayal eder ve o gün devletin içinde bulunduğu zor döneme sebep olanları suçlardı. Aradan kaç asır geçti ama bugün hâlâ aynı geleneği bizim toplumumuzda ve yöneticilerimizde görebilirsiniz. İşte Osmanlı yıkıldığında bir hain ve suçlu lazımdı ki, millet rahat etsin. O hain de başarısız bir komutan olan Enver Paşa oldu. Koskoca imparatorluğu bir Enver Paşa yıkmıştı sanki. Diğer nedenler değil de, en çok bu ilgilendirir oldu bazı tarihçileri.

Bugün artık son padişah Vahdettin hepimiz tarafından hain değil, mecburi olarak sürgüne gönderilen bir padişah olarak kabul görmekte. Aynı şekilde neden Enver Paşa'ya bir merhamet eden yok?

En çok üzüldüğüm de, Laik Cumhuriyeti yıkıp yerine Sosyalist düzeni getirmeye çalışan, polis vurup karakol basan, banka soyan bazı insanlar bu ülkede bugün iyilik meleği, barış elçisi, kardeşliğin temsilcisi ve neredeyse kahraman gibi lanse edilirken; yıllarca dağlarda gecesini gündüzüne katıp bu vatan uğruna canını vermiş bir asker hain ilan ediliyor ve tarihini bilmeyen yeni kuşaklar da onu hain olarak tanımaya devam ediyor. Nedense o ilklerin yönetmenleri; olmayan kahramanlıkları ekranlarda göstermekten fırsat bulup da Enver Paşa için bir belgesel yapamadılar. Hatta bırakın onları, birçok aydınımız bu konuda bir tek makale yazmadı. Bilindik bir kıyamet alameti bu durumu açıklar gibi: "Dünün hainleri bugün kahraman, kahramanları ise hain olacak."

Her şeyi anlarım da, muhafazakar kesimin bu suçlamaları yapmasını asla anlamıyorum. Daha küçüklüğümüzden beri bize birini suçlamadan önce on kere düşünülmesi gerektiğini söyleyenler, Enver Paşa'nın hakkını nasıl ödeyecekler, orası da ayrı bir muamma.

Sağ olsunlar Kurtlar Vadisi senaristleri üç yıl önce Polat Alemdar'a mahkemede Enver Paşa ile ilgili birkaç açıklama yaptırtmıştı da, ondan sonra birilerinin aklı başına gelmişti. Polat karakteri mahkemede; "Hainle kahraman arasındaki farkı tarih belirler. Tarihe nereden bakarsak gerçek odur" dedi ve ekledi: "Enver Paşa; 1907'de eşkıya, 1908'de hürriyet kahramanı, 1914'de Başkomutan vekili, 1918'de sürgünde bir komutan, 1923'de vatan haini ilan edildi."

Daha sonra Zaman gazetesinde Osman İridağ'ın, Enver Paşa'nın torunuyla yaptığı röportajda bazı gerçekler ortaya çıkmış ve tekrar birilerine hatırlatılmıştı. Tıpkı torununun da dediği gibi: "Atatürk'ü Çanakkale'ye Enver Paşa yollamıştı." (6 Mayıs 2006)

Bugün İlber Ortaylı başta olmak üzere pek çok tarihçi de Enver Paşa'nın hain olmadığını açıkça dile getirmiştir. Hatta İlber Hoca'nın da dediği gibi; "Otuz üç yaşında Harbiye Nazırı olmuş birisinin hata yapmaması imkânsızdır."

Ayrıca Sarıkamış'ta şimdilerde abartıldığı gibi doksan bin değil, yaklaşık otuz bin civarı askerimiz şehit olmuştur. Sarıkamış'ta olan faciayı Enver Paşa'nın üzerine yıkmak çok büyük bir haksızlıktır. Bugün birçok komutan da kabul etmiştir ki, Enver Paşa'nın yapabilecek pek bir şeyi yoktu. Zaten Karadeniz'de batırılan erzak gemileri aç ve yarı çıplak olan askerlerin daha fazla beklemesini önlemişti.

Bizde vatan haini ilan edildi ama bugün Ermenistan ve Rusya'ya karşı verdiği mücadele sayesinde Azerbaycan'ın milli kahramanlarından birisidir Enver Paşa. Siz tarihte başka bir hain daha gördünüz mü; vatan haini ilan edildikten sonra bile o millet için savaşan ve o millet için canını veren? Üstelik defalarca da er olarak da olsa, vatanı uğruna orduda yer almak istediğini karşılık alamadığı mektuplarında yazmışken...

Bütün bunlara rağmen benim asıl merak ettiğim, eğer Birinci Dünya Savaşı'nı Almanya ile birlikte Osmanlı kazansaydı, bugün ona hayalperest, maceraperest ve vatan haini diyen bir tek kişi kalır mıydı? Ben yine halka kızmıyorum! Hâlâ 1923'ten kalma düşünceleri ezberleyen ve yorum yapmaya aklı ermeyen tarihçilerimiz dururken...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

NEDİM ODABAŞ

Mizah kültürümüz

Matbaaların web ofset ile tanışmadığı dönemlerde dönemin ünlü bir yazarı bir sonraki günün makalesinin başlığını koymuş. "Ben bu memleketin öksüzüyüm" O gece bu yazıyı dizen mürettip, öksüzüyüm kelimesindeki S harfini unutmuş ve ertesi gün yazı "Ben bu memleketin öküzüyüm" diye çıkmış. Tabi, yazarımız epey bir madara olmuş...

Bir sonraki gün, okuyucularından, "Bu bir mürettip hatasıdır" diye özür dilemiş. Kendisiyle polemik içinde olduğu ünlü başka bir yazar ise bu yazıya istinaden, "Bu olsa olsa bir mürettip sevabıdır" diyerek vatandaşın madara olmasını katmerlemiş.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile dönemin yazarları arasındaki polemikleri bir edebiyat şaheseri olarak hala okumaktayız. Bugün nerde böyle polemikler...

Ne polemik kültürümüz var, ne mizah kültürümüz. Gazeteleri açıyorsunuz, yazarlar arasındaki seviyesiz, ölçüsüz atışmalar, "Tencere dibin kara, seninki benden kara" türündeki restleşmeler ve daha neler neler.

Bir ülkenin edebiyatı, bir ülkenin mizahı o ülkenin görünen yüzüdür, aynasıdır. Bir ülkenin önünde yürüyen gazetecilerinin kullandığı üslup, birbirlerine karşı yaptıkları restleşmeler o ülkenin edebi ve edep seviyesini gösteren en önemli göstergedir.

Öte yandan bir ülkenin televizyonlarındaki mizah programları, o ülkenin demokrasisinin, özgürlüğünün, edebiyat kalitesinin zirve noktasını gösterir.

Önceki günlerde yaz döneminin başlangıç günlerinde bir televizyon kanalının ekranlarında Harbi TV diye bir programa denk geldim. Aman Allahım o neydi öyle...

Mizah bu kadar mı seviyesiz olur, insanı güldürmek adına yapılan şaklabanlıklar bu kadar mı düşük kalitede olur....

Mizah ile yarışmayı birleştiren programlar var...

İzliyor musunuz bilmiyorum. Ver Coşkuyu adında bir program. Bilumum hayvanatın ve haşeratın insanların üzerine boşaltıldığı ve bundan komedi ve yarışma çıkarıldığı program.

Nerede o Levent Kırca ve ekibinin bir dönem yaptığı Olacak O kadar Televizyonu ve orada kullanılan üslup. Hani, Olacak O Kadar ekibinin başörtülülerle ilgili bir esprisi vardı. Unutmak mümkün mü?

Mizah bir ülkenin edebiyat zirvesidir. Bizim üretebileceğimiz mizah bu kadar mı? Bizim üretebileceğimiz mizah, komedi Recep İvedik'le mi sınırlı?

Bizim üretebileceğimiz mizah, bu kadar mı sığ? Bizim üretebileceğimiz mizah bu kadar mı düzeysiz?

Aslında yaşadığımız bu kısırlık, 1980 sonrasında üretilmeye çalışılan toplumsal bir projenin yansımasıdır.

Düşünmeyen, konuşmayan, fikir üretmeyen, analiz etmeyen bir toplumsal yapı oluşturmanın verileridir. Verilen her şeyi alan kabul eden, televizyonlarda yayınlanan tuzu kuru ailelerin tuzu kuru tiplerin iffeti değil şehveti başrole koyan, ahlaksızlığı içselleştiren, nerde akşam orda sabah yaşam tarzını dayatan anlayışı olduğu gibi kabul eden bir insan prototipi oluşturma projesidir bu.

"Koyun gibisin kardeşim, sallayıverince celep sopasını katılıverirsin sürüye" diyen şairin dizesindeki gibi....

Her şeyi bitirilmiş bir toplum.... Okumayan, konuşmayan, sadece izleyen ve izledikleriyle hayatı yorumlamaya çalışan bir toplum.

Bu toplumdan kime hayır gelir....

İbret alabilene....

Anlayabilene!

İBRAHİM TENEKECİ

Ne mutlu türkü diyene

Türkülerin önemine dair ne kadar uzun soluklu cümleler kurarsak kuralım, yine de derdimizi tam olarak anlatamayız. Sözgelimi, Balkanların milli hafızamızda bu kadar güçlü bir şekilde yer etmesinin nedeni, ders kitapları falan değil, türkülerdir. "Aldı düşman bizim nazlı Budin'i" türküsünü hangi yazı veya haber karşılayabilir?

Türküleri en yanık sesleriyle söyleyenlerin yanı sıra; bunları derleyen ve konuyla ilgili akademik çalışmalar yapanları da ciddiye almalı, emeklerine saygı göstermeliyiz.

Ömrünün elli yılını türkülere veren Mehmet Özbek, bu isimlerden biri: Halk müziğiyle ilgili önemli çalışmalara imza atmış, ciddi etkinliklere katılmış, televizyon ve radyo programları hazırlamış, yurtiçi ve yurtdışından türküler derlemiş.

Günlerdir, Mehmet Özbek'e ait muazzam bir eseri tekrar ve tekrar okuyorum. Ötüken Yayınları'ndan çıkan 512 sayfalık bu eser, Türkülerin Dili adını taşıyor. TRT halk müziği repertuarına giren 5773 türkü metni incelenerek hazırlanmış bu esere kısaca "türkü sözlüğü" diyebiliriz.

Bu sözlüğün en önemli özelliği, kullanımdan düşmüş veya düşmekte olan kelime ve kelime gruplarına da yer verilmesidir. Türkülerde geçen ve özellikle yeni nesillerin anlayamadığı bu kelimeler, alfabetik sırayla ve örnekli olarak veriliyor.

Mesela Ülkü Tamer'in Alleben Öyküleri isimli kitabının adı nereden geliyor diye düşünüyordum. Türkülerin Dili'nden öğreniyorum ki; Alleben, Gaziantep'te eskiden bir sayfiye ve piknik yeriymiş, şimdi ise şehrin ortasında bir park alanı... "Yoğurt pınarı" anlamına da geliyormuş.

Ülkü Tamer'in Antepli olduğunu da hatırlarsak, kitabın ismi bir anda karşılığını bulmuş oluyor. Hatta Alleben'in türküsü bile var:

"Alleben'e geldim yoruldum durdum

Dokuz bıçak attım böğründen vurdum

Son üstü kendi canımdan oldum

Sebep oldu oğlum tatlı canıma..."

Kitabı okudukça, buna benzer birçok sürprizle karşılaşıyorum. Bir diğer sürpriz de, kelimelerin zaman içindeki anlam değişmeleri... Toplumlar gibi, dil de değişiyor, dönüşüyor.

Mesela "terlik" kelimesinin bugünkü anlamı malum. Eskiden ise "başa giyilen bere, başlık, takke" anlamına da geliyormuş.

Bir örnek daha verelim: Hayvanların yazın yattığı ya da dolaştığı dört yanı çevrili, üstü açık yere "salak" deniliyormuş. İkinci anlamı da otlak. Bugün ise "salak" denildiğinde, kimsenin aklına bunlar gelmiyor. Hemen, "salak" kelimesini Karacaoğlan'dan bir türkü ile örneklendirelim:

"Yaylayı gölleri gezdim yoruldum

Issız kalmış av ettiğim salaklar..."

Türkülerde, Anadolu insanının ahlakını da görmemiz mümkün. Şimdiki duruma bakınca, o insanları ne çok arıyoruz:

"Sevdiğimi versinler

Gerisi anam bacım..."

Kitapta yer alan kelime ve deyimlerden örnekler:

Ağız eğmek: Minnet etmek, ricada bulunmak, yalvarmak

Al bayrak açmak: Düğün dernek kurmak, evlenmek

Balyemez: Eskiden kullanılmış olan uzun menzilli bir top çeşidi

Boş kâğıdı: Evliliğin sona ermiş olduğuna dair belge

Gök giymek: Mavi giymek, yas tutmak

Gönül suyu: Gözyaşı

Heves bağlamak: Heves etmek, çok istemek

Kuşhane: Küçük tencere

Küllü baş: Felakete uğramış dertli baş

Lisanlara gelmek: Dile düşmek, dedikoduya konu olmak

Ömür defteri: Sevap ve günahların yazıldığına inanılan defter

Peygamber tavukları: Sahipsiz, ortada dolaşan tavuklar

El üzmek: İlişkiyi kesmek, el çekmek

Vücut ehli: Varlık sahipleri, insanlar

Yeni ay: hilal

Yok günü: Yokluk zamanı, yoksullukta

Yola gitmek: Gelenek ve göreneğe uymak

Yol eri: İnancına bağlı kişi

Zemistan: Kış mevsimi

Türkülerin Dili'nde sadece kelime ve deyimler, özel isimler ve konuyla ilgili türkü örnekleri değil; dil, ağız, ses hadiseleri gibi teknik bilgiler de var.

Uzun sözün kısası: Mehmet Özbek'in yıllarını verdiği bu esere, ben günlerimi vermişim, çok mu?