22 Temmuz 2009 Çarşamba

NEDİM ODABAŞ

Mizah kültürümüz

Matbaaların web ofset ile tanışmadığı dönemlerde dönemin ünlü bir yazarı bir sonraki günün makalesinin başlığını koymuş. "Ben bu memleketin öksüzüyüm" O gece bu yazıyı dizen mürettip, öksüzüyüm kelimesindeki S harfini unutmuş ve ertesi gün yazı "Ben bu memleketin öküzüyüm" diye çıkmış. Tabi, yazarımız epey bir madara olmuş...

Bir sonraki gün, okuyucularından, "Bu bir mürettip hatasıdır" diye özür dilemiş. Kendisiyle polemik içinde olduğu ünlü başka bir yazar ise bu yazıya istinaden, "Bu olsa olsa bir mürettip sevabıdır" diyerek vatandaşın madara olmasını katmerlemiş.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile dönemin yazarları arasındaki polemikleri bir edebiyat şaheseri olarak hala okumaktayız. Bugün nerde böyle polemikler...

Ne polemik kültürümüz var, ne mizah kültürümüz. Gazeteleri açıyorsunuz, yazarlar arasındaki seviyesiz, ölçüsüz atışmalar, "Tencere dibin kara, seninki benden kara" türündeki restleşmeler ve daha neler neler.

Bir ülkenin edebiyatı, bir ülkenin mizahı o ülkenin görünen yüzüdür, aynasıdır. Bir ülkenin önünde yürüyen gazetecilerinin kullandığı üslup, birbirlerine karşı yaptıkları restleşmeler o ülkenin edebi ve edep seviyesini gösteren en önemli göstergedir.

Öte yandan bir ülkenin televizyonlarındaki mizah programları, o ülkenin demokrasisinin, özgürlüğünün, edebiyat kalitesinin zirve noktasını gösterir.

Önceki günlerde yaz döneminin başlangıç günlerinde bir televizyon kanalının ekranlarında Harbi TV diye bir programa denk geldim. Aman Allahım o neydi öyle...

Mizah bu kadar mı seviyesiz olur, insanı güldürmek adına yapılan şaklabanlıklar bu kadar mı düşük kalitede olur....

Mizah ile yarışmayı birleştiren programlar var...

İzliyor musunuz bilmiyorum. Ver Coşkuyu adında bir program. Bilumum hayvanatın ve haşeratın insanların üzerine boşaltıldığı ve bundan komedi ve yarışma çıkarıldığı program.

Nerede o Levent Kırca ve ekibinin bir dönem yaptığı Olacak O kadar Televizyonu ve orada kullanılan üslup. Hani, Olacak O Kadar ekibinin başörtülülerle ilgili bir esprisi vardı. Unutmak mümkün mü?

Mizah bir ülkenin edebiyat zirvesidir. Bizim üretebileceğimiz mizah bu kadar mı? Bizim üretebileceğimiz mizah, komedi Recep İvedik'le mi sınırlı?

Bizim üretebileceğimiz mizah, bu kadar mı sığ? Bizim üretebileceğimiz mizah bu kadar mı düzeysiz?

Aslında yaşadığımız bu kısırlık, 1980 sonrasında üretilmeye çalışılan toplumsal bir projenin yansımasıdır.

Düşünmeyen, konuşmayan, fikir üretmeyen, analiz etmeyen bir toplumsal yapı oluşturmanın verileridir. Verilen her şeyi alan kabul eden, televizyonlarda yayınlanan tuzu kuru ailelerin tuzu kuru tiplerin iffeti değil şehveti başrole koyan, ahlaksızlığı içselleştiren, nerde akşam orda sabah yaşam tarzını dayatan anlayışı olduğu gibi kabul eden bir insan prototipi oluşturma projesidir bu.

"Koyun gibisin kardeşim, sallayıverince celep sopasını katılıverirsin sürüye" diyen şairin dizesindeki gibi....

Her şeyi bitirilmiş bir toplum.... Okumayan, konuşmayan, sadece izleyen ve izledikleriyle hayatı yorumlamaya çalışan bir toplum.

Bu toplumdan kime hayır gelir....

İbret alabilene....

Anlayabilene!

İBRAHİM TENEKECİ

Ne mutlu türkü diyene

Türkülerin önemine dair ne kadar uzun soluklu cümleler kurarsak kuralım, yine de derdimizi tam olarak anlatamayız. Sözgelimi, Balkanların milli hafızamızda bu kadar güçlü bir şekilde yer etmesinin nedeni, ders kitapları falan değil, türkülerdir. "Aldı düşman bizim nazlı Budin'i" türküsünü hangi yazı veya haber karşılayabilir?

Türküleri en yanık sesleriyle söyleyenlerin yanı sıra; bunları derleyen ve konuyla ilgili akademik çalışmalar yapanları da ciddiye almalı, emeklerine saygı göstermeliyiz.

Ömrünün elli yılını türkülere veren Mehmet Özbek, bu isimlerden biri: Halk müziğiyle ilgili önemli çalışmalara imza atmış, ciddi etkinliklere katılmış, televizyon ve radyo programları hazırlamış, yurtiçi ve yurtdışından türküler derlemiş.

Günlerdir, Mehmet Özbek'e ait muazzam bir eseri tekrar ve tekrar okuyorum. Ötüken Yayınları'ndan çıkan 512 sayfalık bu eser, Türkülerin Dili adını taşıyor. TRT halk müziği repertuarına giren 5773 türkü metni incelenerek hazırlanmış bu esere kısaca "türkü sözlüğü" diyebiliriz.

Bu sözlüğün en önemli özelliği, kullanımdan düşmüş veya düşmekte olan kelime ve kelime gruplarına da yer verilmesidir. Türkülerde geçen ve özellikle yeni nesillerin anlayamadığı bu kelimeler, alfabetik sırayla ve örnekli olarak veriliyor.

Mesela Ülkü Tamer'in Alleben Öyküleri isimli kitabının adı nereden geliyor diye düşünüyordum. Türkülerin Dili'nden öğreniyorum ki; Alleben, Gaziantep'te eskiden bir sayfiye ve piknik yeriymiş, şimdi ise şehrin ortasında bir park alanı... "Yoğurt pınarı" anlamına da geliyormuş.

Ülkü Tamer'in Antepli olduğunu da hatırlarsak, kitabın ismi bir anda karşılığını bulmuş oluyor. Hatta Alleben'in türküsü bile var:

"Alleben'e geldim yoruldum durdum

Dokuz bıçak attım böğründen vurdum

Son üstü kendi canımdan oldum

Sebep oldu oğlum tatlı canıma..."

Kitabı okudukça, buna benzer birçok sürprizle karşılaşıyorum. Bir diğer sürpriz de, kelimelerin zaman içindeki anlam değişmeleri... Toplumlar gibi, dil de değişiyor, dönüşüyor.

Mesela "terlik" kelimesinin bugünkü anlamı malum. Eskiden ise "başa giyilen bere, başlık, takke" anlamına da geliyormuş.

Bir örnek daha verelim: Hayvanların yazın yattığı ya da dolaştığı dört yanı çevrili, üstü açık yere "salak" deniliyormuş. İkinci anlamı da otlak. Bugün ise "salak" denildiğinde, kimsenin aklına bunlar gelmiyor. Hemen, "salak" kelimesini Karacaoğlan'dan bir türkü ile örneklendirelim:

"Yaylayı gölleri gezdim yoruldum

Issız kalmış av ettiğim salaklar..."

Türkülerde, Anadolu insanının ahlakını da görmemiz mümkün. Şimdiki duruma bakınca, o insanları ne çok arıyoruz:

"Sevdiğimi versinler

Gerisi anam bacım..."

Kitapta yer alan kelime ve deyimlerden örnekler:

Ağız eğmek: Minnet etmek, ricada bulunmak, yalvarmak

Al bayrak açmak: Düğün dernek kurmak, evlenmek

Balyemez: Eskiden kullanılmış olan uzun menzilli bir top çeşidi

Boş kâğıdı: Evliliğin sona ermiş olduğuna dair belge

Gök giymek: Mavi giymek, yas tutmak

Gönül suyu: Gözyaşı

Heves bağlamak: Heves etmek, çok istemek

Kuşhane: Küçük tencere

Küllü baş: Felakete uğramış dertli baş

Lisanlara gelmek: Dile düşmek, dedikoduya konu olmak

Ömür defteri: Sevap ve günahların yazıldığına inanılan defter

Peygamber tavukları: Sahipsiz, ortada dolaşan tavuklar

El üzmek: İlişkiyi kesmek, el çekmek

Vücut ehli: Varlık sahipleri, insanlar

Yeni ay: hilal

Yok günü: Yokluk zamanı, yoksullukta

Yola gitmek: Gelenek ve göreneğe uymak

Yol eri: İnancına bağlı kişi

Zemistan: Kış mevsimi

Türkülerin Dili'nde sadece kelime ve deyimler, özel isimler ve konuyla ilgili türkü örnekleri değil; dil, ağız, ses hadiseleri gibi teknik bilgiler de var.

Uzun sözün kısası: Mehmet Özbek'in yıllarını verdiği bu esere, ben günlerimi vermişim, çok mu?

MEHMET ŞEVKET EYGİ

Sabataycı Okullar ve Üniversiteler

ÜLKEMİZDE cemaat okulları, üniversiteleri, hayır kurumları bulunmaktadır. Meselâ:

Robert College Amerikan Evangelist misyonerlerinin okuludur.

İstanbul'daki Notre Dame de Sion Fransız Katolik okuludur.

Sabataycı cemaatin veya lobinin de okulları ve üniversiteleri vardır. Bunu inkâr etmek "Biz Atatürk okulları ve üniversiteleriyiz" demek gerçeği değiştirmez ki...

Heybeliada'daki Rum Ortodoks Ruhban Okulu'nda da baş köşede Atatürk resmi vardı. Atatürk resmî var diye o okul Atatürkçü mü olur?

Atatürk resmi olmayan bir tek İmam-Hatip okulu, İlahiyat fakültesi gösterebilir misiniz?

Evet ülkemizde Sabatay (Avdetî, Selanik dönmesi) okulları vardır. Bunların pîri Selanikli Şemsi efendidir. Şemsi efendinin asıl adı Şimon Zvi'dir. Ve kendisi gizli Sabataycı hahamıdır.

Sabataycı okulları ve üniversiteleri Atatürkçülüğe hizmet perdesi altında ne yaparlar? Sabataycılığa hizmet ederler. Kendi çocuklarını "iyi" yetiştirirler, Müslüman çocuklarını da kendilerine benzetmeye çalışırlar.

Sabataycıların Sabataycılığa hizmet etmeleri normaldir. Katolik Katolikliğe, Evangelist Protestanlığa, Bahaî Bahaîliğe, Yahudi Yahudiliğe hizmet eder.

Müslümanlar İslâm'a hizmet ederler mi? Maalesef hepsi hizmet etmez. Yahudiliğe, Nasranîliğe, misyonerliğe, Sabataycılığa hizmet eden nice Müslüman biliyoruz.

Türkiye'de Sabatay cemaatinin okul ve üniversiteleri vardır. Bu gerçeği kimse inkara yeltenmesin.

İşin vahim tarafı bu değildir. İmam-Hatip okulları ve İlahiyat fakülteleri dahil bütün Türkiye okullarında Sabataycılığın ağır baskı ve etkileri bulunmaktadır.

Bizdeki resmî millî eğitim Sabataycılığa uygun bir eğitimdir.

Resmî ideolojide haddinden fazla Sabataycılık tuzu biberi salçası bulunmaktadır.

Sabatay Sevi, Şimon Zvi, Moiz Kohen Tekin Alp ve daha nice Sabataycı ve Yahudi, modern Türkiye'nin kurucuları heyetine dahildirler.

Bir alimler, araştırıcılar ekibi kurulsa ve bunlar sağlam bilgilerin ve belgelerin ışığında son iki yüz yıllık tarihimizin ihtilallerini, darbelerini, yeniliklerini, değişimlerini inceleseler bu dediklerim gün ışığına çıkacaktır.

Tevhid-i Tedrisat devrimi "Tevhidî Tedrisat"a karşı yapılmıştır.

Sayın Kültür Bakanımız "Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Mektebi" mutlaka açılacaktır dedi.

Peki soruyorum: İslâm medreseleri de açılacak mıdır?

Hiç sanmam. İslâm medreselerinin açılması Sabataycılığa aykırıdır.

Yazık!.. Şu İslâm memleketinde Sabataycılar kadar hürriyet ve haysiyetimiz yok.

GENEL MÜDÜR NE YAPMALI?

BELLİ bir tarikata veya cemaate mensup bir Müslüman bir kurumun veya kuruluşun başına geçti, dizginleri ele aldı. Kendisine yetki verildi. Neler yapmalı, neler yapmamalıdır?

1. Yapacağı ilk iş: İşin ehli değilse istifa etmelidir. İş, makam, mevki, masa bir emanettir. Emanete ehil olmak gerekir. Ehil olmadığı emaneti zimmetinde bulundurmak emanete hıyanettir.

2. Ehil ise ve kurum içinde yeni bir kadro kurmak istiyorsa mutlaka ehliyetli, liyakatli, istidatlı, kabiliyetli elemanlar almalıdır.

3. Kurumun mensubu olduğu tarikatin veya cemaatin arpalığı haline getirmemelidir.

4. Müslüman kesimde ehliyetli, liyakatli, değerli elemanlar varsa bunları seçip alırken, çeşitli cemaatlere mensup olmalarına dikkat etmelidir.

5. On Sünnî eleman alıyorsa iki de ehliyetli Alevî eleman almalıdır.

6. İslâm'ı, ülkeyi bir bütün olarak ele almalı; mensubu bulunduğu parçayı bütün ile özdeşleştirmemeli; çeşitliliğe dikkat etmelidir.

7. Bütün Türkiye'yi Şucu, Bucu veya Ocu yapmak heves ve hayaline sahip olmamalıdır.

8. Her hâl ü kârda âdil, munsif (insaflı), bilge, geniş ufuklu olmalıdır.

9. "Bizim cemaat çok büyük, bizim efendi çok ulu, ötekilere aldırma..." zihniyetine sahip olmamalıdır.

Müslüman partizanlık yapmaz, nepotizm yapmaz, cemaat ve tarikat asabiyetine sahip olmaz.

Müslüman şu veya bu tarikata ve cemaate mensup olabilir ama tarikatçi veya cemaatçi olamaz.

Olgun ve akıllı Müslüman BÜTÜN'ü PARÇA'nın içine sığdırmak ve sıkıştırmak gibi akılsızlıklar, mantıksızlıklar, beyinsizlikler yapmaz.

Aksine ilmiyle, irfanıyla, hikmetiyle, tedbiriyle, ince siyasetiyle, geniş ufkuyla, sabır ve tesamuhu ile, müdarası ile âlemi kendine hayran bırakır. Böylelerinin ellerinden öpülür.

NEZİH UZEL BEY

Nezih beyin jübilesindeki konuşmamdır

TÜRKİYE'de birbirlerini tutan üç grup insan vardır. Masonlar, Mülkiyeliler (Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunları) ve Galatasaraylılar.

Aslında bunların içinde Müslümanların da bulunması gerekir. Bu ayrı ve netameli bir konudur, geçelim.

İsmiyle müsemma Nezih beyefendi ile aramızda kadim bir dostluk vardır. İkimiz de Galatasaraylıyız ama dostluğumuzun temeli bu değildir. İlim, irfan, sanat, kültür, tasavvuf, medeniyet bağları bağlar bizi birbirimize.

Bendeniz Nezih beyi şöyle tanırım:

O medenî ve şehirli bir insandır.

O bir kitap ehlidir. Özel kütüphanesi ve kitapları vardır. Kitap okur, kitabı sever.

O bir sanat ehlidir. Tasavvuf musikisi ile meşgul olur, bendir vurur, ney çalar, ilahî okur.

O bir sohbet ehlidir. Kendisi ile ülfet ve ünsiyet edilir. Gıybetsiz, dedikodusuz faydalı konuşmalar yapılır meclisinde.

Nezih bey mal için, para için yaşamaz; yaşamak için az miktarda gelire ihtiyacı vardır, onu temin edince fazlasını istemez ve aramaz. Para onun için gaye değil, vasıtadır. Bu anlattığım haslet zamanımızda ne kadar önemlidir bir bilseniz.

Nezih bey kitaplar telif etmiş, Fransızca'dan tercümeler yapmıştır. Ne mutlu kültüre, ilme, irfana katkıda bulunanlara.

Nezih bey kerem ve mürüvvet sahibidir. İmkanı olduğu zaman ahçı tutup dostlarına ve yaranına ziyafet verdiği günleri hatırlıyorum.

Nezih beyin devlethânesinin kapıları ehl-i irfana her zaman açık olmuştur.

Nezih bey her zaman mütebessimdir, hiçbir zaman abusu'l-vecih olmamıştır.

Nezih beyin kadr ü kıymeti bilinmiş midir? Maalesef bilinmemiştir. Vefalı toplumlar, kabiliyetli fertlerine hizmet ve faaliyet imkanı sağlar. Bu imkanlar Nezih beye sağlanmış mıdır?

Marifet iltifata tâbidir

Müşterisiz metâ zâyidir

Nezih bey için jübile tertipleyenlere teşekkür ediyorum.

BEYOĞLU'NDA GEZERKEN

SULTANAHMET'ten tramvaya bindim, Karaköy'de indim. Tünel ile Beyoğlu'na çıktım. Galatasaray'a doğru yürüyorum. İstanbul'un en lüks ve oldukça pahalı pastahanesi Markiz yemek vermeye başlamış. Vitrininde yazılı, çorba 1,5 lira. Gözlerime inanamadım... Nereden nereye...

Biraz ilerledim, sağ tarafta halka halinde büyük bir kalabalık, ortada sarıklı bir kimse sema yapıyor. Evet Mevlevî seması. Ne olur ne olmaz diye fazla yaklaşıp da yakından bakamadım.

Böyle bir şey 1930'larda olsaydı, yer yerinden oynardı. Ertesi gün Nadir Nadi'nin Cumhuriyet'i manşet atar, mürteciler (gericiler) gemi azıya aldı, Beyoğlu'nda tarikat seması yaptı... Gazi Mustafa Kemal Paşa özel trenle Ankara'dan İstanbul'a gelir, özel mahkeme kurulur, sorgu esnasında semacının çarpık kemikleri düzeltilirdi...

Yürüyorum... Zengin fakir halkın kıyafeti dökülüyor. Açıklar bir türlü, kapalılar bir türlü. Pembe giysiler içinde, saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmış, üzerine rengarenk bir eşarp bağlamış genç kızlar, yanlarındaki erkeklerle el ele tutuşmuşlar yürüyorlar.

Galatasaray'a geldim. Eyvah!.. Aslı Han kapalı. Boş zamanlarımda okumak için eski Sélection ve Historia dergileri alacaktım. Avrupa Pasajı'na girdim. Antikacı dostumdan nefis ciltli "Rusya ve Doğu" adında Fransızca bir kitap ile iki küçük Çin porseleni aldım. Kitabın sonunda Deli (Büyük Petro'nun) vasiyetnamesi var. Bir de Saint Saëns'ın Samson ve Dalila operasından bir şarkının notalarını aldım. Üzerinde Osmanlıca nefis hatlar var. Hattat Halim efendinin kaleminden... "Darülelhan Külliyatı (Sülüs)... Sen Sans (Divanî)... vs" Eskiden kitap isimlerini, resmî daire tabelalarını, haritalardaki yazıları büyük hattatlara yazdırırlarmış. Hepsi de birer sanat şaheseri olurmuş.

Boğazkesen caddesinden Tophane'ye indim. Yolda, Şifa fırınından nefis bir köy ekmeği aldım, tramvayla eve döndüm.

Beyoğlu'ndaki iyi şeyler: Eski güzel binalar restore ediliyor... Çok güzel kafeler açılmış... Avrupa'dakilere benzer büyük ve zengin çeşitli sahaf dükkanları...

Taksim'den Tünel'e sel gibi akan kalabalık nafile... Beyoğlu'nda 1945'ten 1952'ye kadar yedi sene okudum. Eskiden İstiklal Caddesi'nde beyefendiler, hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar dolaşırdı. Elbiseler ütülü, gömleklerin yakaları kolalı, ayakkabılar pırıl pırıl cilalı. Beyoğlu halkının yarısı Rumca konuşurdu. Efharisto poli... kala... ena triya tesera pende... ena deka... Altmış yıl öncesinden kalmış hatıralar, bilmem doğru yazabildim mi?

Beyoğlu'nda oturan seçkin Rum, Ermeni, Yahudi, Frenk vatandaşların evlerinde güzel şahsî kitaplar vardı. Bunların hepsi pazara düştü. Bugün antikacıdan aldığım kitap da Arsen isminde bir Ermeninin terekesinden çıkmış...

21 Temmuz 2009 Salı

LEYLA İPEKÇİ

Örtünmeden örtünmek (1)

Göz gördüğü kadar gösterir de. Işığı aldığı kadar, baktığını da aydınlatan, ışığını onda yansıtan bir özelliği vardır gözün. Mesela sevdiğini güzel görür, çünkü uzayda başıboş olarak gezinen güzellik kavramını bir sevgilinin yüzüne tutarak, onda kadrajlar, somutlaştırır.

Evet, görünmezi görür göz. Fakat ne yaparsa yapsın, kendine bakamaz. Kendini görebilmek için, sevdiğinin gözlerinden yansıyan bakışlara ihtiyacı vardır. Müthiş bir yolculuktur bu.

Seven ile sevilenin giderek iç içe geçtiği, birbirinde eridiği, birbirini çoğalttığı ve bütünlediği, sonra bazen ayrıştığı, ayrışırken kesiştiği, kesişirken kavuştuğu bu bakış sayesinde gerçeğin bize görünmeyen boyutlarını da görmekteyizdir.

Gerçeğin aşkın boyutunu gören bu mecazi göz, örtünen bir kadına baktığında yalnızca bir kumaş parçası görmez. Daha fazlası vardır. Örtü, hakikatin aşkın boyutlarına doğru bir yolculuktur öncelikle.

Aynı şekilde, bu yolculuğa çıkanlar, örtüsü içindeki kadının da tenden ibaret olmadığını görürler. Ailesinin, mahallesinin, devlet otoritesinin baskısıyla örtünen bir kadın konu dışıdır.

Çünkü başkasının rızası için örtünmek veya herhangi başka birşey yapmak, başkasına kul olmaktır. Ancak sözüne güvendiği ve kalbiyle teslim olduğu sevgilisinin kendisinden beklediklerini kendi iradesiyle yapan âşık bir kadın, her şeyi O’nun için yapmanın kudretini taşıyabilir.

Ve ancak başkalarının sözüne veya kendi egosunun isteklerine teslim olmayan kadın, ilahi aşkın ‘açık uç’larına doğru yol alacaktır. Bu kadın; cinsiyetinin ötesine geçebilmiştir.

Seven ve sevilen olmanın cinsiyeti yoktur, sevgili olmaktan başka.

Demek ki: Örtü nasıl bir kumaş parçası değilse, kalbindeki ‘aşkın irade’yle örtünen kadın da asla yalnızca görünebilir niteliklere indirgenebilen, yalnızca tenden ibaret kalan ve yalnızca bu dünyayla hemcins olan bir kadın değildir.

“Başörtüsü etrafı görmeyi engelliyor, farklılıkları yok ediyor, herkes birörnek oluyor” gibi çok ‘görünür’ bir bakışa sıkıştırılmış ve hiyerarşik olarak kendi bakışının üstünlüğüne vurgu yapan bir algıyla örtünen kadına bakmak: Kendine bakamayan göz olmaktır.

Bu gözle örtünen kadına bakmak, onu kadavralaştırmaktır.

***

Hepimiz, biricik olduğumuzu biliriz. Anlam ortadan kalktığında tüm vücutlar benzeyecektir zaten. Farklılaşma çabası ise biricik olduğunu bilen insanı yatay bir eksene mahkûm bırakıyor. Gözü metafiziğinden koparıyor.

İnsan gerçekliğine birörnekler arasındaki ince ayrıntılarla ulaşmanın mümkün olduğunu bize unutturuyor. Dünyanın görünmez ama bilinebilir bağlantılarını kurmamıza engel oluyor.

Bize binlerce saat fazla mesai yaptıran birbirimize karşı farklılaşma hırsımız, ironik bir şekilde bizi yeniden benzer kılmıştır bu arada. Dekoltenin derinliğine, kravatın desenine indirgenmiş sığ farklılıklarla insan biricikliğine odaklanmak mümkün müdür?

Bana kalırsa, herkesin biricik olduğu bir dünyada, asıl esaret, ötekilere kendi biricikliklerinde bakma çabası ortadan kalktığında başlıyor: “Başörtüsü şöyledir böyledir.” Veya “başını örtenler şudur budur.”

Tüm bu tanımlar, insanı bir ‘göz yanılgısı’na tutsak hale getiriyor. Vicdanının örtülerini örterken, apaçık olan hakikate karşı onu körleştiriyor. Acımasızlaştırıyor. Kendine bakamayan gözüyle yine kendi bakışına tutsak hale getiriyor. Ve dahası, karikatürize bir biçimde kendi egosuna kulluk ettiriyor onu.

***

Kalp iradesiyle, yani aşkla yapılabilen şeyler ibadettir. Kendi eylemini aşan bir ‘sarih’ niyetle yapılırlar çünkü. İnsan gerçekliğinde aşkın bir boyut olduğunun ispatıdır bu aynı zamanda.

Sevgilinin beklentilerine değil de, egonun beklentilerine teslim olduğumuzda ise tatmin olmak neredeyse imkânsızlaşıyor. Ne örtünerek, ne de açılarak.

İster inançlı olalım ister olmayalım, örtülü kadın imgesi bize tanrısal söze teslim olmanın ‘görünür’ halini işaret ediyor. Sırlarla dolu bir hakikatin her an mevcudiyetini hissettiriyor. Örtülü kadının gündelik hayat ile metafizik hayat arasında kozmik bir bağlaç olduğunu sezdiriyor.

Dünya ile gayb arasındaki her çeşit ayrıştırma ve parçalamaları, tüm göz yanılgılarını ortadan kaldırıyor. Ötelerin buradaki izdüşümünü görünür kılıyor giderek. Bakışlarımızı baktığımızla birleştiriyor.

Örtünmek; sadece doğayla, ötekilerle veya kâinatla ahenk sağlama biçimi değil, aynı zamanda nesnelere karşı bir mesafe alma biçimidir. Eşyanın gizli yüzünü açar.

Bu anlamda, sosyolojik bir olgunun ötesindedir bence örtünmek. Sosyolojiden ziyade, sanata yakın. Gören ile görünen arasında bir estetik uzay oluşturur. İnsanlığa hem gören hem görünen olmanın imkânlarını sunar.

Bizdeki kalp zekâsı belki bu sanatsal estetiği görecek kadar yüksektir. Ama vicdanın ve kalbin üzerindeki süslü örtüler, öylesine çamurlu bir sığlığa çekiyor ki bizi, apaçık olandaki gerçek, örtülü hale geliyor giderek.

Oysa hem seven hem sevilen olmanın yolculuğu, gözden göze kesintisiz bir biçimde sürüyor.

LEYLA İPEKÇİ

Örtünmeden örtünmek (2)

Rüyalardaki simgelerin rüyayı gören kimse açısından neyi temsil ettiğini anlayabilmek için rüyanın yorumlanması, yani tabir edilmesi gerekir. Tabir etmek; öte tarafa geçmek, nehri geçmek anlamına geliyor.

William Chittick’in Hayal Âlemleri adlı kitabında İbn Arabî’yi yorumlarken belirttiği gibi, dünya adı verilen ‘rüya’yı tabir etmek için gerçeğin ardındakine geçebilmek, onu keşfetmek gerek. ‘Simgelerle örtülü rüya’yı bir biçimde okuyarak yalınlaşmak, gerçeğe yaklaşmak istersek tabii.

Örtülü kadına erkeğin boyunduruğuna girmiş, kapatılmış, yok edilmiş, eksiltilmiş ikinci sınıf bir kadın olarak baktığımızda: Bir zaman dilimine ait siyasi veya ideolojik alana tüm evrensel bakış açımızı hapsetmiş oluyoruz.

Üzeri örtülü olan her gerçeklik, kendisinden ille daha az, ille daha eksik bir anlam ifade etmek zorunda değildir halbuki.

Kadını örtüsünün içine hapseden bakış, öncelikle onun iç özgürlüğünü hadım eden bir bakıştır bence. Kadının görünüşünü, erkeğin gözüne indirgeyerek onu bu dünyada kadavralaştırmış olursunuz.

Kadın örtüsünün içinde, örtü onun üzerinde diye tarif edilen ‘durum’ da aslında tam açıklamıyor gerçeği. Çünkü örtü kadının dışında, ondan bağımsız, mesela çantasında ya da kafasında veya üzerinde taşıdığı bir ‘şey’ değil.

Örtünmek bizzat bir varoluş hakikati. Örtülü kadın: Yalın bir niyetin dışavurumu, sonsuz teslimiyet ve güvenin yansıması olarak da okunabilir. Örtünmek bir emanet olur giderek. O’ndan kalp iradesiyle alınır, O’na iade edilir.

Uzay boşluğunda bir kadının örtüsüyle temsil ettiği değer, tabir gerektiriyordur artık. Onu ille ‘hararetli’ erkek bakışlarından korunmaya indirgemek, örtünmenin metafiziğinden uzaklaştırıyor bizi.

Mahalle veya erkek baskısından başka, sosyolojik parametrelerin ötesindeki anlamlarını keşfetmediğimiz sürece: Örtülü kadından geriye ‘ikinci sınıf’ bir nitelik kalıyor hep.

Örtülü sembollerin neyi temsil ettiğini keşfetmek; rüyasını tabir etmek isteyen kişi olmak değil midir biraz da? Örtülü olanın açılması, bazen, açık olanın örtülmesini gerektiriyor.

Sözgelimi ancak örtündüğü vakit erkekle kendini eşit hissettiğini söyleyen bir kadının ‘erkek dünya’da örtüsüyle neyi temsil ettiğine veya ‘rüya’sını nasıl tabir ettiğine yakından bakma çabası da bir çeşit ‘empati denemesi’ olabilir. Yargılamak için değil, anlamak için.

Örtünen kadın için örtüsü öz değil, kabuktur. Daryus Şayegan, örtülü olanın kaldırılması ve açık olanın örtülmesi arasında sürekli bir döngü oluştuğunu söylüyor. O halde örtünmenin somut olarak tanımlanması ve algılanması mümkün değildir:

“İşte bu durum, sırrın ortaya çıkış yönüdür. Çünkü sır, dizginlenemeyen ve özel bir tanımla sınırlanamayan bir olgudur.” Yaklaşma ve uzaklaşmayı, çekme ve itmeyi, gizleme ve açık etmeyi bir başka biçimde izlersiniz artık. Kadın ile erkek arasında olduğu gibi, insan ile kâinat arasında da sırrın varlığına delalet ediyordur zaten kabuk.

Örtünün önünde ve ardında kesintisiz olarak devam eden gerçeğin bölünmüş ve parçalanmış olmadığını fark etmişsek, dünyanın sırlı boyutları açılmaya başlar. Kabuklardan birini daha soyabiliriz artık.

Varoluşun boyutlarındaki sonsuz estetik bir kez görünür olduğunda, ‘içerisi’ ile ‘dışarısı’ arasında hiç kesintiye uğramadan süren o şeyin mahrem adını alan özgürlük olduğunu görürüz.

Ve bence mahremin her an var olması, insanı çerçevesiz, büsbütün ölçüsüz, kuralsız ve değersiz bırakan, vicdanını esir alan her şeyden kurtarmaya ve giderek özgürleştirmeye başlar. Bunu biraz açayım.

***

Mahrem ortadan kalktığında, içerisi ile dışarısı arasındaki denge bozuluyor. İnsana ait giz ortadan kalkıyor. Görünenin ardında hiçbir şey yokmuş gibi. Göz, kendi metaforundan, metafiziğinden kopuyor.

Mahrem olmadığında sır da ortadan kalkıyor. Ama gerçeğin örtülü kısmı, tabir edilmeyi bekleyen bir yüzü var. Onu keşfettiğimizde görüyoruz ki: Dünyayı her daim diri tutan sır, zamanların ve mekânların ötesinde devam ediyor.

Örnek vereyim. Suyu, ateşi, havayı bölüp parçalayamıyoruz. Ama onları kendi amaçlarımız doğrultusunda çerçeveleyebiliyoruz, farklı boyutlara, bambaşka biçimlere dönüştürebiliyoruz.

Çünkü onlardaki sır, farklı boylamlarda mevcudiyetini sürdürüyor. Mahrem de böyle hiç parçalanamayan bir şey işte. İnsanın vicdanını, iç ile dış arasında kendi özgürlüğünü koruyabildiği o yerde, milimetrik bir dengede tutuyor.

Mahrem, iç özgürlüğümüzün kimse tarafından ihlal edilemeyen sınırıdır bence. Bir tutam ölçüdür belki. Ölçü olmadan, hudut olmadan özgürlük başıboşluk anlamına geliyor sadece.

İşte örtünen kadının mahremle olan ilişkisi kadim dünyada olduğu gibi modern dünyada da bir özgürleşme ‘rüya’sı olarak tabir edilmeyi bekliyor.

YASEMİN ÇONGAR

Mağlubu olmayan çözüm

Galibi olmayan bu savaşı ancak mağlubu olmayan bir çözüm bitirebilir.

Devlet artık bunu biliyor...

Bu savaşı kazanamayacağını biliyor.

Barışın, ancak savaşan taraflara kendilerini “mağlup” hissettirmeyecek bir çözümle mümkün olacağını, devlet içindeki anahtar kurum ve şahıslar artık anlıyorlar.

***

Fatih Çekirge dün Hürriyet’te, “Eğer bir sonuca gidilecekse bunun kilidi şu sözle açılacaktır: Mağlubu olmayan bir çözüm... Yani kimse diğerine ‘Bileğini büktüm’ demeyecek...” diye yazdı.

Çekirge, bunu yazmadan önce kimlerle konuştu bilmiyorum ama bu yaklaşımın, PKK’nın dağdan indirilmesi projesinin devlet içindeki lokomotiflerine egemen olduğunu biliyorum.

Görevi bırakmadan, bu projeyi başarıya ulaştırmak isteyen Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Emre Taner’in böyle düşündüğüne inanıyorum.

***

Bu nedenledir ki devlet, Abdullah Öcalan’ı resmen muhatap almazken, fiilen muhatap alacağı bir çözüm için düğmeye bastı.

Bu nedenledir ki devlet, “dağdan indirme” projesinin kültürel, siyasi, iktisadi açılımlarla da bütünleştirilmesi gerektiğini artık teslim ediyor.

Ve bu açılımların, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin “birinci sınıf vatandaş” olmasını güvenceye alacak yasal düzenlemelerle desteklenmesi yönünde kesin bir olmasa da, en azından bunu imkân dahilinde gören ve giderek olgunlaşmakta olan bir siyasi tahayyül var artık.

***

Ancak şu da var...

Savaşan tarafların, yani devlet ile PKK’nın, birbirlerine karşılıklı olarak “bileğini büktüm” dememesi, “mağlubu olmayan bir çözüm” için gerekli ama yeterli değil.

Mühim olan, çeyrek yüzyıldır süren savaşın birinci derecedeki mağdurlarının, yani kendilerini “mağdur” hissetmemesi artık asla mümkün olmayanların “mağlup” hissetmemesini de sağlayabilmek.

Ve bunu sağlayabilecek tek şey, gerçek.

***

DTP lideri Ahmet Türk bir süre önce olağanüstü bir çıkış yaptı; Türkiye’de 17 bin 547 faili meçhul cinayet işlendiğini hatırlatıp “bugüne kadar yargılanmayan failleri kardeşlik adına affetmeye hazır olduğunu” söyledi.

Ahmet Türk gibi yaşanan acıları yakından bilen birinin bu cümlesi önünde sessizce başımı eğmekten, bu cümledeki yüce gönüllülüğe ve kudrete saygı duymaktan başka ne yapabilirim?

Bunu uzun zamandır düşünüyorum.

Ve içimdeki ses, Ahmet Türk’ün derin bir saygı ve samimi bir hayranlık duyduğum bu cümlesine karşı isyan ediyor.

Bu cümleye, tıpkı daha önce Ergun Babahan’ın yaptığı gibi, itiraz ediyorum.

Cizre’de Albay Cemal Temizöz’ün bilgi ve talimatı dahilinde işlenen elli beş cinayetin tanıklıklarını okuyunca...

Şemdinli’nin Ormancık Köyü’nde Albay Ali Çamurcu’nun önderliğindeki işkenceleri ve kaçırılıp öldürülen 12 korucunun Derecik Taburu’na gömüldüğünü öğrenince...

Güneydoğu’dan Taraf’a gelen yeni “toplu mezar” ihbarlarının peşine düştükçe...

Muhabirlerimize anlatılan yeni katliam hikâyelerini dinledikçe...

Devlet adına hareket eden birtakım adamların eliyle işlenen bu suçların üstünü asla örtmememiz ve, hayır, bu suçları henüz unutmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Evet, belki kurbanların yakınları bu vahşetin sorumlularını affedebilirler bir gün ama önce o vahşetin gerçeğini milletçe bilmemiz ve sorumlularını yargılamamız gerek.

Ergun Babahan’ın, benim henüz Ahmet Türk’ün cümlelerini sessizce düşünmenin ötesine geçemediğim bir anda yazdığı şu satırlara katılıyorum:

“Kendine devlet diyen bir organizasyonun temel görevi, toprakları üzerinde yaşayan yurttaşlarının can güvenliğini sağlamaktır. Yakın geçmişte kimi kamu görevlilerinin bu görevi ihmal bir yana, yurttaşların canını kendi eliyle aldıkları anlaşılıyor. DTP lideri Ahmet Türk’e katılmak mümkün değil. Sayın Türk, Kürt meselesi çözülürse, bu faili meçhulleri unutacaklarını söylemişti. Bence buna hakkı yok. Türkiye bu dönemi açılmamak üzere kapatacaksa, katillerden mutlaka hesap sormalı. Rütbesi, mevkii ne olursa olsun.”

***

Geçen hafta bu sütunda yazdım:

Çeçenistan’daki kirli savaşın takipçisi Anna Politkovskaya, bu savaşın kurbanı olmadan kısa süre önce, “Savaşın kirinin Rus devletinin çehresinden silinmesinin tek yolu, savaşın günahlarının kefaretinin ödenmesidir; bu da ancak gerçeklerin gün ışığına çıkmasıyla mümkün” demişti.

Türkiye için de aynı şey geçerli; mağlubu olmayan bir çözümü ancak “gerçek” sağlayabilir.

Devletin PKK ile savaşında, onbinlerce asker ve PKK militanı öldü.

Bu devlet, Kürt çocuklarının eline silah alıp dağa çıkmasını önleyemedi; bu devlet, eline silah verdiği Türk çocuklarının o dağlarda ölmesini önleyemedi.

Savaşın bir yüzü bu; asker aileleriyle PKK’lı ailelerinin aynı derinlikteki acısının özeti bu.

Ama savaşın bir de “kirli” yüzü var.

Devlet bu “kir”den artık temizlenmeli.

Devlet adına hareket eden birtakım adamlar, Güneydoğu’da eline silah almamış vatandaşlara ettikleri zulmün, kıydıkları masum canların hesabını yargı önünde vermeli.

***

Birileri, o çok sevdikleri sözü kullanarak “rövanşist” diyecektir bu çağrı için.

“Kürt meselesinde çözüm için tarihî fırsat var” gibi çok önemli bir sözün arkasına sığınarak gerçekleri unutmamızı isteyeceklerdir.

Yanılmış olurlar; yanıltmaya yeltenmiş olurlar.

Çünkü kalıcı bir barış, savaşın eli silahlı taraflarından da önce, silahsız mağdurlarının kendilerini “mağlup” hissetmemesiyle mümkün.

Bugünlerde yeniyetme bir heyecanla “yaşasın barış” nidaları atmaya başlayan dünün şahinlerine dikkat edin bence.

Onlardan, “Aman canım, toplu mezarları kazdırmayın; Temizöz İddianamesi’ni ciddiye almayın; Ergenekon Davası’nı abartmayın... Bunlar ortalığı bulandırıyor; çözümü erteliyor; barışı zorlaştırıyor” türü sözler işiteceksiniz.

Bu sözler karşısında, bir an için durun...

Ve gerçek bir barışın ancak gerçekler üzerine kurulabileceğini düşünün.

ŞAHVELED ÇOBANOĞLU (AZADLIK GAZETESİ)

Türkiyədə Azərbaycan şoku

Son həftənin Türkiyə mətbuatını izləsəniz, Azərbaycanla bağlı bir təəssüf və şok görəcəksiniz. Azərbaycan qazı uğrunda gedən “savaş”dan Türkiyənin məğlub çıxması hələ indi-indi gündəmə gəlir və bunun səbəbləri üzərində dartışırlar. Qaz əldən çıxıb. Üstəlik, bir az dərinə getsək, görəcəyik ki, Türkiyəyə bu məsələdə atıblar - Azərbaycan qazını alıb Avropaya satmaq niyyətində olan Ankara sonda “Nabucco” ilə daşınacaq qazın 15 faizini almaq iddiasından da əl çəkdi. Daha doğrusu, məcbur oldu. Avropa və Qərb hər cəhdlə layihənin baş tutmasını istəyirsə, Türkiyə buna nə deyə bilər?! Əngəl olmağın da mənası yoxdur, heç olmasa tranzit ölkə olmaq şansı uğrunda bəxtini sınamağa dəyər.
Bəli, Türkiyə biabırçı bir sonluqla üzləşdi. Türkiyə ilkdən sona düşdü. Indi bu layihədə onun önəmi Azərbaycan qazından pay uman hər hansı Şərqi Avropa ölkəsi qədər də deyil. Heç Gürcüstan qədər də deyil, çünki Gürcüstan da öz payını alıb və alacaq.
Indi Türkiyənin yerini Rusiya tutur. Qazı bizdən ruslar alıb satacaq. Baxmayaraq ki, Rusiyanın öz qazı dünyanın yarısına yetər. Türkiyə mətbuatı bunun səbəbləri üzərində baş sındırır. Lakin izahlarda Türkiyənin Azərbaycanla bağlı uzaq səhvlərinin acı nəticələrini yaxın günlərdə axtarmaq kimi yeni səhvlər üstünlük təşkil edir. Ümumi nəticə budur: oyunu yaxşı oynaya bilmədik.
“Oyun” məsələsi yaxşı etirafdır. Illərdir Azərbaycanla bağlı doğru siyasət yeritmək əvəzinə, onun neft-qaz padşahı ilə dostluğa, əməkdaşlığa can atan Türkiyə nədən bu günləri görmürdü? Məgər Türkiyə anlamır ki, təkcə qaz layihəsindəki maraqlarını itirməyib, sözün hər mənasında Azərbaycanı itirib?
Türk jurnalistləri “Azərbaycan qazı” ifadəsini işlədir. Gülməlidir. Biz özümüz də bu səhvə yol veririk. Məgər Azərbaycanın qazı var? Qaz Ilham Əliyevindir. Necə istəyir, elə də satır. Guya onu satanda Azərbaycan xalqının fikir və iradəsini nəzərə alan var?!
Türkiyə bir qardaş kimi də, bir strateji müttəfiq kimi də Azərbaycanı itirib. Onun yanlış siyasətinin bu cür nəticələnməsində təəccüblü heç nə yoxdur. Türkiyə illərdir bizim hakimiyyətin Azərbaycan xalqını əzməsinə, onun iradəsini tapdamasına göz yumub, saxta seçkilərə haqq qazandırıb, insan haqlarının pozulmasına təbəssüm göstərib, hətta avtoritar hakimiyyətin güclənməsinə, bu ölkədə monarxiya qurulmasına yardım edib. Indi özü həmin hakimiyyətin onu dışlaması ilə üz-üzə qalıb.
Indi azərbaycanlılar Ərdoğana da, Baykala və Baxçalıya da bir bezin qırağı kimi, sadəcə qışqıraraq yaxşı danışmağı bacaran türkiyəlilər kimi baxırlar. Biz illərdir Türkiyənin Azərbaycana yönəlik bu siyasətini tənqid edir, onun qardaşlığa, qonşuluğa, insanlığa zidd olduğunu deyirdik. Onun Türkiyənin ziyanına olduğunu deyirdik. Həm də şok içində idik. Bizi bizim qədər sevən bir ölkədən bunu gözləmirdik. Azərbaycanın dünyada yeganə arxası olan Türkiyədən bunu gözləmirdik. Canımız bildiyimiz, Vətən saydığımız Türkiyədən bunu gözləyə bilməzdik.
Amma Türkiyə bu yolla getdi. Dünyada və Qafqazda ən böyük müttəfiqi olan Azərbaycan xalqını məyus etdi, onu əzən hakimiyyətlə dostluq etməyə üstünlük verdi. Azərbaycanı itirdi, amma indi oturub Azərbaycan qazını itirmələri haqda mülahizələr qururlar. Biləsiniz ki, biz azərbaycanlılar o qazı, o nefti çoxdan itirmişik. Deyəsən, fil qulağında yatmısınız. Azərbaycan da artıq Türkiyənin yanında deyil, erməniləri silahlandıran Rusiyanın yanındadır.

MÜMTAZER TÜRKÖNE

Ankara'da Adalet Bakanı; İstanbul'da, Diyarbakır'da hakimler var

Dün Ergenekon davasında yargıç karşısına çıkan koca koca generaller vicdan ve cesaret sahibi savcı ve hakimlerin eseri. Bu manzaradan rahatsız olanlar da bu savcı ve hakimlerin ayağını kaydırma telaşında. Silivri'deki davanın kaderi Ankara'da HSYK'da belirleniyor. İcranın temsilcisi olan Adalet Bakanı, bağımsız yargıyı temsil eden Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu'na tek başına direniyor. HSYK'nın yıllık hakim-savcı atama kararını Bakan, tek başına engelliyor. Neden bir Allah'ın kulu çıkıp, "Hükümet bağımsız yargıya müdahale ediyor" diyemiyor? Acaba neden?
HSYK'nın da varlık sebebi olan "hakim teminatı"nı, HSYK değil Adalet Bakanı koruyor da ondan. Savcı ve hakim zor davaları vicdanı ile taşırken sırtını HSYK'ya dayar. Çünkü HSYK, kanunun 1. maddesinde belirtildiği üzere hakim ve savcıların özlük işlerini "mahkemelerin bağımsızlığı ile hakimlik ve savcılık teminatı esaslarına göre" düzenler. Bakan engel olduğu için HSYK'nın çıkaramadığı kararname ise İstanbul ve Diyarbakır'daki Ergenekon ve faili meçhul davalarının savcı ve hakimlerini sırtından hançerlemek amacı taşıyor. Bu hukuk cinayetini Adalet Bakanı araya girerek, hatta kendini siper ederek engellemeye çalışıyor. Yargı bağımsızlığını yargıçlardan oluşan bir kurul değil, hükümetin bir bakanı koruyor.

Sadece Milliyet'te Mehmet Y. Yılmaz'ın itirazına rastladım. Bu itirazı, Mülkiye'de almış olması gereken hukuk derslerinin hocalarına havale etmek lâzım. Şu cümleyi kuran bir öğrenci Hukuk Başlangıcı'ndan geçemez: "HSYK, savcılık kurumunun itibarını sarsan bu tür uygulamaları cezalandırmayacaksa, neyi cezalandıracak?" Ergenekon savcılarını kasteden köşe yazarı, "Böylesine kötü bir iddianameyi yazabilen savcılara karşı HSYK'nın bir yaptırımı olmayacak mı?" sorusunu da ekliyor. HSYK'nın şu anda ceza davası veya disiplin soruşturması değil, bir atama kararnamesi hazırladığını bilmemesi mümkün mü? Haklarında tek disiplin soruşturması olmayan savcı ve hakimler hakkında bir tasarruf söz konusu olan.

Bu sözler gerçekten "hukuk bilgisizliği" ile malûl. HSYK'nın görevi Ergenekon iddianamesi hakkında karar vermek veya iddianame hazırlayan savcıları sorgulamaya almak değil. HSYK'nın görevi tam tersine, hakimin ve savcının önünde bir kalkan oluşturmak. Özlük haklarının, HSYK'nın koruması altında olduğunu bilmenin güveni içinde savcı ve hakim işini yapacak. Hiç kimse savcıya ve hakime "ayağını denk al, yoksa seni sürdürürüm" diyemeyecek. Ergenekon savcılarına bunu diyenler var mı? Var. Peki bunlar kimler? Ve sürdürmeye kalkarlarsa bu işi kimin eliyle yapacaklar? HSYK'nın çıkartamadığı kararname ile tartışılan konu da bu değil mi? Birileri Ergenekon savcılarını ve hakimlerini sürdürmeye çalışıyor, birileri de sürmeye karar veriyor. Aydınlıkla karanlık arasında süren bir savaşa tanıklık ediyoruz. Aydınlık yükseliyor, karanlık direniyor. Aydınlık yükseldikçe, karanlığın içinde kimlerin saklandığını ve ne işler çevirdiklerini görüyoruz.

Diyarbakır'daki, İstanbul'daki hakim ve savcıların sağa-sola sürülmeye kalkılması bir hukuk cinayetine tam teşebbüs fiili. Bu teşebbüs Ergenekon davası için "doğal yargıç" prensibinin çiğnenmesi demek. Aslında karanlığın çaresizliğinin, çaresizliğin getirdiği çılgınlığın bir göstergesi. Ne yapacaksınız? Güneşi balçıkla sıvayıp, karanlığı sürdürmek mümkün mü?

Fısır fısır konuşuluyor. Sizler de duyuyorsunuzdur. "Devletin bütün kirli çamaşırları (faili meçhul cinayetler ve karargâhlardaki darbe planları kastediliyor) ortalığa saçılıyor. Bu savcılara, hakimlere bir dur diyen olmazsa ortada devlet falan kalmayacak." Verilecek cevap basit: "Savcılar, hakimler işlerini yapmaz, bu kiri ve pisliği temizlemezse ortada devlet kalmayacak. Güvenliği sağlamak için verilen silahı cinayet için kullananların hüküm sürdüğü bir devleti hangi babayiğit yaşatabilir?"

Neyse ki endişe edecek bir durum yok: Ankara'da basiret ve feraset sahibi bir Adalet Bakanı, Diyarbakır ve İstanbul'da da savcılar ve hakimler var.

EMRE AKÖZ

Bir burjuva manifestosu

Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (MÜSİAD) kurucusu, eski başkanı, işadamı Erol Yarar'ın cesur ve gerçekçi sözleri, Ergenekon davasındaki gelişmeler ve özellikle Üçüncü İddianame'nin açıklanmasıyla güme gidebilir.
Halbuki enine boyuna tartışılması gereken sözler bunlar. İşte bazıları:

***

"Bazı aşırılıkları gözlüyorum ama 'bir lokma, bir hırka' felsefesine de inanmam. Bu bize yutturulmuş bir zokadır!
"Allah verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister.
Osmanlı padişahının giyimi Karacaoğlan gibi değildi. Ölçü minimum giyinmekse İmamı Azam'ın giyimini nasıl izah edeceğiz? Evi Bağdat'ın en güzel eviydi."
"Zekatımı veriyorsam İslam'da kimse 'niye böyle yapıyorsun' deme hakkına sahip olmuyor. Malının tümünü infak etmeyi Allah'ın Resulü de izin vermiyor."
"Zannediyoruz ki adam zenginleştiği halde fakir hayatı yaşayacak. Öyle bir şey yok."
"Bir insanın kibirli yürümemek kaydıyla zengin olduğu anlaşılmalı sokakta. Fakir anlasın da gelip derdini anlatsın diye. Mao gibi gri kıyafetlerin giyildiği bir düzene inanmıyoruz ki!" (Fadime Özkan'ın söyleşisi, Star gazetesi, 20 Temmuz)

***

Bu cümleler sanki bir manifestodan; 'İslami Burjuvazi', 'Otantik Burjuvazi' ya da 'Muhafazakar Burjuvazi', hatta 'Yeşil Sermaye' gibi terimlerle nitelenen burjuvazinin manifestosundan alınmış gibi.
Zenginlik ile o zenginliğin ortaya serilişi (tüketim) arasında daima engeller olmuştur Türkiye'de.
Hayatta kalmayı sağlayacak 'basit tüketim' (su, ekmek, barınak, vb.) haricindeki tüm tüketim biçimleri, özellikle de 'lüks tüketim' yerden yere vurulmuş, ayıplanmıştır bizde.

***

Tüketim kültürünü karalayan sadece bürokratik ideolojiyi dile getirenler değil elbette.
Kimliğinin birinci sırasına Müslümanlığı koyanlar tarafından da aşağılandı, küçümsendi, ötekileştirildi lüks tüketimciler.
Üretim ve ticaret ile kazanmak ve bu parayı 'marka' saat, hızlı otomobil, Boğaz'a nazır yalı satın almak kabahat gibi sunuldu.
Hatırlayın: Yerel seçimler öncesi Saadet Partisi, cip kullanan Müslümanlara laf ediyordu.
İşte bu bakımdan Erol Yarar'ın sözleri bir burjuva manifestosu gibi: "Kazanırım da, harcarım da ve bu İslam'a aykırı değil" diyor.
Çekinmeden, sıkılmadan: Gururla!

MEHMET BARLAS

Bizim bu kavram kargaşası arasında işimiz zor

Ailenin küçük çocuğu ağlıyormuş.
Babası sormuş:
-Yoksa ağabeyin sana el mi kaldırdı?
Küçük hıçkırıklar arasında cevap vermiş:
-Elini indirdi de...
"Ergenekon" adı ile bilinen davaları izlerken, hukuk ve siyaset hayatımızda cevabı aranan soru, bu fıkradaki durumu hatırlatıyor.
Soru şöyle olabilir:
-Asker ve sivil kişilerin darbe girişimcisi bir örgütlenmenin üyeleri olarak yargılanmaları durumunda, eğer darbe yapılmamışsa, bunun örgütlenme aşamasında saptanıp yargılanması hukuka ve yasalara uygun mudur? Küçük çocuğun ağabeyi elini sadece kaldırmış olsaydı, kardeşini dövmüş sayılabilir miydi?
Bu bizim hayatımız...
Çoğulcu anayasal demokrasiye bakışımız da, askeri müdahaleleri değerlendirme biçimimiz de bize özgü içerikli.
Örneğin şöyle içerikli tartışmalar da gündemimize girmedi mi geçen haftalarda?
-Küçük rütbeli cunta kurup sivil siyasete ve idareye müdahaleleri "Askeri darbe"dir. Ama Silahlı Kuvvetlerin emir-komuta zincirine dayalı olarak sivil siyasete ve idareye müdahalesi, anayasal bir görevin yerine getirilmesidir?

Kim üstünmüş acaba?
Bu şekilde sade kavramları değil kurumları da kafamızdaki kargaşaya konu ediyoruz.
Örneğin "Hukukun üstünlüğü" nün dünyamıza egemen olmasını beklerken, birileri "Yargının üstünlüğü"nü bunun yerine ikame etme çabası içinde değil mi?
Anayasa Mahkemesi'nin kanun koyucunun yerine kendisini koymasını, Anayasa ile kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmasını, Anayasa'nın açık emrine rağmen iptal kararlarının bunların gerekçeleri yazılmadan açıklanmasını, doğal görmeye başladık.
Şimdi de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun "Yargının bağımsızlığı" gerekçesi ile yargıya ve devam eden davalara müdahale etmesinin doğru olup olmadığını tartışıyoruz.
Bütün bunlar acaba ne anlama geliyor?
Geçenlerde bir hiper markette bir hanımefendi geldi yanıma,
-Bu iktidarı mutlaka sona erdirmek gerekir. Bunlar bir türlü eğitemediğimiz cahil ve bilinçsiz kitlelerin oyları ile iktidar oldular, dedi.
Ben de güldüm,
-Haklısınız hanımefendi... Bu toplumda zaten sadece siz ve ben hem eğitimli hem de bilinçliyiz, bizim dışımızdaki herkes cahil, dedim.
Bu sözlerimi dinledikten sonra şöyle bir düşündü.
Sonra gülmeye başladı...

Sağ-duyu meselesi
Sovyetler Birliği çöküp dağıldıktan ve ideolojik savaş sona erdikten sonra erkeklerde "sol-duyu" pek kalmadı.
Ama kadınların sağ-duyuları hâlâ hayatımıza ışık tutmakta.
Böyle bir kadının kocası, içerideki odadan karısının yüksek sesle ve sayı saydığını duymuş.
Kadının sesi sayılar büyüdükçe yükseliyormuş.
-25, 26, 27, 28... 36, 37, 38, 39...
Ve birden kadının feryat ettiği duyulmuş:
-40... İmdat... Odada bir kırkayak var...
Evet... Ayakları saya saya kimimiz "Darbe geliyor" kimimiz de "Şeriat geliyor" diyoruz.
Bereket bazı bilgili ve bilinçli insanlarımızın el ve ayak parmaklarının toplamı sadece 20... Bu yüzden 40'a kadar sayamadan "İmdat" diye bağırıyorlar.

REŞAT NÛRİ EROL

Halk, faizli parayı nasıl yener?

Önce, "Değişen Dünya ve Türkiye" dedik; değişen dünya ve Türkiye'yi anlattık.

Sonra, "Para, faiz, enflasyon ve Halk Ekonomisi" dedik; bütün bu değişim ve değişikliklerin ardından, "faizli ekonomi"nin "Halk Ekonomisi" karşısında mutlaka yenileceğini hatırlattık.

Bugün de, "Halk faizli parayı nasıl yener?" diyoruz.

Kestirmeden cevap: "Faizsiz kaydî para" ile yener. Ama bunu sözle söylemek yetmez. Önce dersimizi iyi çalışmalı, plan ve projeleri hazırlamalı; ondan sonra o plan ve projenin mekanizmalarını kurup yapılması gerekenleri yapmalıyız...

***

Halk faizli parayı nasıl yenecektir?

1. Günümüz "faizli ekonomi dünyası"nda üretilen her türlü değerler "para" ile alınıp satılmaktadır. Bu durum dünyayı tek pazar hâline getirmekte, bugünkü ekonomik denge böyle oluşmaktadır. Oysa "Adil Ekonomik Düzen"de değerler "para" ile değil, "senet"le alınıp satılmaktadır. Para ile mallar değil, senetler alınıp satılmaktadır.

Mal = İşletme Senetleri * Fiyat

Para = Senet * Senet Değeri

İşte, "Halk İşletmeleri" bu gibi daha başka zorunluluklarla bunu yapacak ve sonunda "faizli karşılıksız kâğıt para"nın reel ekonomiye olan hakimiyeti sona erdirilecektir.

2. Faiz yerine "faizsiz kredileşme sistemi" getirilecektir.

Yani, kişi veya işletme kullandırdığı para kadar kendisi "faizsiz kredi" kullanacaktır.

Faizli ekonomide fiyatlar zamanla durup dururken artmakta ve satılmayan satılmamaktadır. Halbuki "Halk Ekonomisi"nde faiz olmadığı için zamanla fiyatlar artmayacak, dolayısıyla eski mallar satılabilecektir. Böylece "faizsiz sistem"de fiyatlar ucuz olacağı için "faizli sistem" piyasadan çekilmek zorunda kalacaktır.

3. Halk ekonomilerinde "Genel Hizmet Kooperatifleri" kurulacak; bunlar sayesinde küçük işletmeler bağımsız kalacaklar ama büyük işletmeler gibi hareket edeceklerdir.

"Genel Hizmet Kooperatifleri"nin hizmet ve katkıları sayesinde küçük ve orta ölçekli işletmeler büyük işletmelerin tüm imkanlarını elde edeceklerdir.

Oysa büyük işletmeler halka dayanmadıkları için eksiktirler; bundan dolayı halk ekonomisi ile rekabet edemeyeceklerdir.

4. Sanayileşme çağından önce halk bilgisiz ve ekonomik olarak kapalı idi. Sanayileştikten sonra bugünkü imkanlar içinde halkın gözü açılmıştır.

Artık tekel sermayenin zannettiği gibi insanlar geri zekâlı ve aptal değildirler. Bu da onların bağımsızlıklarını düşünmelerine ve kazanmalarına imkan veriyor. Sömürü sermayesinin halkla savaşı kesinlikle başarılı olamayacak, sonunda mağlup olacaktır.

"Adil Ekonomik Düzen"de karşılıksız bir kuruş bile para olmayacaktır.

Şöyle ki; insanlar "ürettikleri ürünleri" ambarlara verecekler, karşılığın da "senet" alacaklardır. Sonra bu senetleri bankaya götürüp paraya çevireceklerdir. Senet karşılığı olanlar paraya çevrilecek, mal karşılığı olanlar senede çevrilecektir. Diğer hizmet, kira ve verginin payları da mal olarak verileceğinden, "Adil Ekonomik Düzen"de karşılıksız hiç bir şey olmayacaktır.

İşte bu şekilde, halk faizli parayı yenmiş olacaktır.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

ENGİN ARDIÇ

Çiğnenecekse biz çiğneriz, size ne oluyor?

Murat Belge canalıcı bir soru atmış ortaya, bugüne kadar hiç aklıma gelmemişti!
Diyor ki: "1924 Anayasası'yla İstiklal Mahkemeleri kurulabilmiş ve takır takır işlemişse, aynı anayasayla DP'nin Tahkikat Komisyonu kurması nasıl suç olur?"
Bu komisyonun anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle üç kişi asıldı bu ülkede. Köpek, bebek, kadın donu ve cımbız meselesi gibi şaklaban suçlardan asacak değillerdi ya, buna dayanarak astılar.
Biz de elli yıldır hep şöyle düşündük: Evet, asılmamaları gerekirdi, adamlara yazık oldu ama o komisyon işi de olacak iş değildi canım...
Öyle miydi?
Anayasada böyle bir komisyon "tanımlanmamıştı", peki İstiklal Mahkemeleri, yani "olağanüstü bir devrim mahkemesi" tanımlanmış mıydı?
Gerçek şu ki, CHP ellili yılların sonlarına doğru "bir daha seçim kazanamayacağını" anlamış, son derece hırçın muhalefet yaparak, ülkeyi gererek, sinir bozarak darbe kışkırtmaya koyulmuştu... Basın da buna çanak tutuyordu... (Son yıllarda yaptıklarıyla bir karşılaştırın isterseniz.)
İktidar, CHP'nin "darbe kışkırtıp kışkırtmadığını" araştırmak amacıyla mecliste bir komisyon oluşturdu (tahkikat, "araştırmalar" demek)...
28-29 Nisan 1960 öğrenci ayaklanmaları bunun üzerine patlak verdi. Öğrenci liderleri, aynı zamanda CHP gençlik kolları militanlarıydı, olayların arkasında CHP vardı.
Komisyon da tam da bunu araştırıyordu işte... Üstelik bir yaptırım yetkisi de yoktu. Mahkeme falan değildi. Kimseyi asacak kesecek hali de yoktu.
Fakat ayaklanma amacına ulaştı. Adnan Menderes, komisyonun dağıtıldığını açıkladı. Yani yenilgiyi kabul etti. İş bitmiş, CHP kazanmış sayılırdı.
Ama bu açıklama çok geç, ancak 26 Mayıs akşamı geldi... Darbeye sekiz saat kala... Ok yaydan çıkmıştı!
O günden bugüne hep tartışılır: Menderes Tahkikat Komisyonu'nu daha önce, mayıs ayı başlarında ya da ortalarında kapatsaydı, erken seçime gideceğini söyleseydi, darbe yapılabilir miydi, yapılamaz mıydı?
Fakat Tahkikat Komisyonu'nun "haklı olabileceği" hiç dillendirilmedi...
Daha doğrusu, "haksız olmayabileceği" hiç düşünülmedi.
Menderes o dönemdeki "yargıya güvenemediği için", açık konuşalım, yargıyı "CHP yanlısı" bulduğu için kendi göbeğini kendi kesmeye kalkmış, araştırmayı yasamaya yaptırmıştı...
Eh, Salim Başol ve Altay Ömer Egesel de ne kadar güvenilir olduklarını sonradan kanıtladılar doğrusu!
Ama İstiklal Mahkemeleri o zaman yürürlükte olan anayasaya aykırı değilse, bu komisyon da değildir. Yok eğer Tahkikat Komisyonu anayasa aykırıysa, İstiklal Mahkemesi de aykırıdır.
Kimin ruhu kimin ruhundan özür dileyecek?
Laf aramızda, darbe yapmak, yani yürürlükteki anayasayı ortadan kaldırmak, sonra da dönüp o anayasayı çiğnedi diye adam asmak hangi mantığa sığar? O zaman Milli Birlik Komitesi üyelerinin de intihar etmeleri gerekirdi!
Yoksa, Aristo mantığı, diyalektik mantık falan gibi bir de "bürokrat mantığı" mı vardır okullarda okutulmayan?
Baksanıza, şimdi o mantığa göre cumhurbaşkanları da yargılanırmış bal gibi!... Yani, anayasa çiğnenebilirmiş!
İsterseniz "Nevzat Tandoğan mantığı" diyelim: "Bu memlekette anayasa çiğnenecekse onu da biz çiğneriz arkadaş!"

ENGİN ARDIÇ

The party boys

İngilizce'ye çevireceksiniz efendim, bir lafın, bir ismin, bir deyimin içinin dolu mu boş mu olduğunu anlamak için şaşmaz mihenk taşıdır, İngilizce'ye tercüme edeceksiniz.
Örneğin "hisli duygular" ya da "ilgi ve alaka" gibi sözleri, deneyin bakalım, çevirebilir misiniz?
Biz eskiden parti isimlerini çevirir çevirir gülerdik.
"Happiness Party"... Saadet Partisi.
"National Salvation Party"... Milli Selamet Partisi.
"Motherland Party"... Anavatan Partisi.
"True Path Party"... Doğru Yol Partisi.
Bu isimlerle bir Batı ülkesinde seçmenden oy istersen, sana gülerler.
Partinin programı, partinin isminde "mündemiç" olur: Komünist Partisi, Sosyalist Parti, Sosyaldemokrat Parti, Liberal Parti, anlarım.
Ya da tarih boyunca yer etmiş, hiçkimsenin yanlış anlamasına mahal bırakmayacak kadar bilinmiş ve tanınmış olur, kısaca öyle anılırlar, "Tory" partisi, "Whig" partisi, tamam. (Türk seçmeni anlamadı ama zarar yok, bunlar bizim seçimlere katılacak değiller.)
"Justice and Development"... Adalet ve Kalkınma... Ne dediği, ne istediği belli.
"Nationalist Movement"... O da tamam.
"Democratic Society"... O da belli. (Yasak olduğu için "Kurdish Party" diyemiyorlar ama gene zarar yok, bilen biliyor.)
Ama "Turkey Party" olmaz... Türk Partisi değil (Turkish), dikkat isterim, Turkey Party.
Hindi partisi mi bu yahu?
Sorarsan, "efendim biz bütün vatandaşları kucaklamak amacıyla yola çıkmış olaraktan" falan filan...
Sanki, Türk azınlıklar barındıran bir komşu ülkede, gözlerini anavatana çevirmiş, bizden medet uman bir "etnik kuruluş" gibi kokuyor.
"Young Party"... Gençlik Partisi değil (Youth), kafadan genç parti... "Daha yeni kurulduk" demek yani! Eee, aradan sekiz yıl geçti, ne zaman kongreye gidip adını "Ortayaşlı Parti" yapacaksınız?
Bir de adının tam zıddı olan partiler var, onlar daha da eğlencelidir:
Demokrasiyle de solla da uzaktan yakından ilgisi olmayan Demokratik Sol Parti gibi... ("The Ecevit Family Party", azıcık tuhaf kaçar... Robert College'den 1944 mezunu sınıf arkadaşlarını toplamışsın da Artie Shaw orkestrası eşliğinde "swing" yapıyormuşsun gibi... Altemur da Suna'yı havaya atıp tutuyor!)
Yalnızca ve yalnızca bir memur partisi olan, eski Teşkilat-ı Mahsusa ajanları tarafından örgütlendiği halde kendini önceleri halk tarafından oluşturulmuş gibi pazarlayan, sonra da "halka rağmen halk için" havalarına giren Cumhuriyet Halk Partisi gibi...
Onu değil İngilizce'ye, Arnavutça'ya da çevirseniz nafile.

28.05.2009

ALİ ÜNAL

Her meselenin başı

Geçen hafta bu sütunda, İslâm dünyasının üç asırlık asıl meselesinin iman meselesi olduğu üzerinde durulmaya çalışılmıştı. Maalesef bu, Müslümanların, özellikle Müslüman aydınların büyük çoğunluğu tarafından da anlaşılamayan bir meseledir.
Anlaşılamamasının en önemli sebebi de, imanın "cihad-ı ekber"le münasebeti, yani kişinin kendisini, nefsaniyetini aşma meselesi olmasıdır. Geçen hafta mealleri nakledilen âyetlerde de açıkça ifade edildiği üzere, Müslüman'ın onu mağlûp edebilecek en büyük düşmanı kendisidir; Müslüman, kendisini yendiği, İslâm imanı içinde yoğrulabildiği takdirde onu hiçbir güç yenemez. Ve Müslümanlar, üç asırdır bizzat kendilerinin mağlûbu oldukları için başkalarına da mağlûpturlar. Bu önemli gerçek sebebiyledir ki, bazı büyük rasûller bile, kendi seviye ve muhasebe ölçülerine göre hata gördükleri davranışları için yaptıkları tevbe ve istiğfarda "Hiç kuşkusuz ben, kendime zulmettim" diyerek inlemişlerdir.

Bediüzzaman, "Taklidî bir iman da makbuldür; böyleyken, neden bu kadar iman üzerine duruyorsun?" sorusuna özetle şu cevabı vermiştir: "İman, basit bir kabulden ibaret değildir. Nasıl güneşte, her bir cam parçası ve su kabarcığında yansıyan güneşçiklerden, bütün deniz yüzeyinde, yeryüzünde ve ayda yansıyan güneşlerden bizzat güneşin kendisine kadar mertebeler varsa, imanda da böyle mertebeler vardır. Hakikî imanı elde eden bir insan, bütün kâinata meydan okuyabilir." Evet, iman, bir bakıma İslâm'ın tamamıdır; İslâm'ın tamamını tahsil etmek, temelde imanı tahsil etmektir. Nihaî noktada iman ve İslâm birleşir, aynı olur. "Müslüman olarak ölebilme" emri ve duası, imanla ölebilme emri ve duasıdır.

Nasıl insan, sadece bedenden, sadece akıl veya zihinden, sadece kalb veya ruhtan ibaret değilse, iman da sadece aklî veya zihnî kabul, sadece kalbî ve ruhî teslim ve tecrübe, sadece bedenle tatbik değildir. İman, bunların hepsidir. O, vicdanın dört rüknü, ruhun dört fakültesinden zihin ile Allah marifetine ulaşmanın, irade ile Allah'a ibadetin, kalb veya lâtife-i Rabbaniye ile Allah'ı müşahedenin ve his ile Allah'ı sevmenin toplamıdır.

İman, sahibine apayrı, bütün ve bu bütün içindeki her parça birbiriyle tam uyum içinde apayrı bir dünya açar. O, sahibini kalbinden, ruhundan sır, hafî, ahfâ gibi iç fakültelerine, tahayyül, tasavvur, taakkul, tefekkür, iz'an, iltizam, tasdik, itikad gibi bütün zihnî meleke ve faaliyetlerine, bakma, görme, işitme, koklama, dokunma gibi bütün dış duyularına kadar bütünüyle yeniden inşa eder. İman, sahibini Cenab-ı Allah ile, diğer insanlarla, tabiî çevresi, yani bütün varlıklarla, dolayısıyla kendisi ile bambaşka ve birbirleriyle tam uyum içinde münasebet halkaları içine alır. Gerçek iman sahibi, geçici dünya hayatına ebedî hayat açısından bakar ve onu bu açıdan öyle tanzim eder ki, dünya hayatı ruhunda onun için Cennet'in izdüşümü olur. Belki o, Mevlânâ'nın neyi gibi aslî vatanından kopmuşluğun yangınını içinde duyar; aslî vatanından kopmuşların bunun farkında olamayışlarının ve dünyadaki hallerinin ateşleri içinde kavrulur. Ama bu, ona ihtimal Cennet hayatının hazzından öte haz verir. İman, Allah korkusu ile Allah sevgisini aynîleştirir, ikisini de sonsuz haz kaynağı haline getirir. İman, sahibine dünyada tam özgürlük kazandırır; iman sahibi, ancak Allah'ın önünde eğilir; sadece O'ndan korkar; gerçek sevgiyle sadece O'nu ve başka sevilecekleri de O'nun sevgisiyle sever. İman, sahibiyle diğer varlıklar arasında öyle bir bağ kurar ki, bir insan, kendisine yapılan, malına, mülküne yapılan haksızlık karşısında duyduğu infialin en azından aynısını başka mü'minlere, başka insanlara, mazlumlara, onların mallarına da yapılması karşısında duymuyor, duyamıyorsa imanın manâsını anlamamış demektir.

İman, mü'minin, Müslüman'ın en küçük cüzlerine kadar bütün bir hayat serüvenidir; hayatın içtimaî, iktisadî, siyasî başka bütün boyutları, imanla olan münasebetin sadece tezahüründen ibarettir.

İBRAHİM ÖZTÜRK

Bütçe açığını kapatmak...

Merkezî yönetim bütçesi yılın ilk yarısında 23,2 milyar TL açık verdi. Bütçe gelirleri hiç artmazken, bunun içindeki en büyük alt kalem olan vergi gelirleri yüzde 5'e yakın geriledi. Harcamalar ise yaklaşık yüzde 25 arttı.
Yıl sonu için revize bütçe açığı hedefi yuvarlak hesap 50 milyar TL. Hükümet hiç olmazsa bu hedefi tutturmak için yılın başından beri açtığı kesenin ağzını büzmeye başladı. Gayet doğal. Bu sütunda kaç defa uyardık, "Her kalkan beni de kurtar diye feryat ediyor ancak bir de bunun telafi edileceği günler gelecek, bunu da unutmayın." diye. İşte o günler geldi. Peki, bütçe açığı nasıl kapatılır, en isabetli ve adil yöntem acaba nedir?

Üç yöntemden bahsedilebilir. Para basmak, borçlanmak ve cari dönemde verilen bütçe açığını hemen ardından kalıcı hale getirmeden kapatmak. Türkiye tarihsel olarak ilk ikisini gözü kapalı olarak çokça denemiştir. Sonucu ise kronik enflasyon ve borç dağları olarak tam 10 senemizi yok etti.

Unutmayın, hem bütçe açığı vermek, hem de bunu kapatmak için tercih edilen araçlar gelir dağılımını etkiler. Bu, toplumsal adalet açısından son derece önemli sonuçlar doğurur. Halk, kimin parasıyla kimin kurtarıldığına, günün sonunda açıkların yükünün kime nasıl dağıtıldığına bakar.

Kısaca ilk iki yönteme değinmek gerekirse, para basıp açık kapatmanın veya borç ödemenin sonu enflasyondur. Bilhassa ekonomik durgunluk ortamında bu daha da cazip gözükür. Açığı kapatırken öte yandan da likidite artar, faizler düşer ve ekonomi canlanır. Aslında şimdiki kriz ortamında zaten bu türden genişleyici para politikası dünyada ve Türkiye'de uygulanıyor. Ne var ki, ekonomiyi canlandırmak için yapılan bu uygulama ile para basarak açıkları kapatmak ve borçları ödemek karıştırılmamalı.

Türkiye'de bütçe açıkları, bunun kapatılması yöntemleri ve sonuçları konusunda çokça çalışma var. Para basarsan enflasyona sebep olur, 30 sene yüzde 60 bandında bir enflasyon ile bütün göstergeleri karartırsın.

Öte yandan borçlanırsan bütçe açığının yükünü sürekli gelecek nesillere aktarırsın. Fon piyasasının derinliğine göre faiz oranları artar, özel sektör yatırımları dışlanırken, artan faizler sanal refah etkisi üzerinden tüketimi körükler. Böylece reel büyüme oranı borçlanma oranının gerisine düştükçe borç dağları artar.

Burada yüksek faizin tasarrufu artırdığı şeklinde kısa vadede bir şaşılık oluşur. Halk da bu zokayı yutabilir. Şöyle ki; bir avuç zengin kişi ve kurum, mantar gibi türeyen bankalar üzerinden devlet tahvilleri alıp 'faaliyet dışı kazanç' olarak faiz gelirini cebine indirir. Hatta bu suretle likit yatırımlarını enflasyondan korur, reel faiz arttıkça da net kâr elde eder.

Ancak gerçek şudur ki, bir gün bu borçları o ülke vatandaşlarının tümü öder ve bunun yolu da vergilerden geçer. Nimeti peşinen az kişiye, bedeli bütün topluma dağılır ve gelir dağılımı böylece bozulur.

Şu zincire bakın: Yıllar evvel bütçe açığı kimin için yapılmıştı? Bunu fonlayarak para kazananlar kimler? Yıllar sonra defter-i kebiri sıfırlamak yükü kime düşüyor? Lafı ağzımızda ezmeyelim, bugünkü neslin aymazlığı sebebiyle borç ertelemek bir kul hakkıdır, devlet hırsızlığıdır, ahlaksızlıktır.

Faiz ve tasarrufa dönmek gerekirse, ulusal tasarrufları artıracak olan kesinlikle yüksek faizler değildir. Makro ekonomik dengelerin korunup gözetildiği bir ortamda, özel kesim yatırımlarının yüksek düzeyde ve uzun yıllar devam ettirilmesi tasarrufun gerçek adresidir.

Konuyla ilgili olarak Türkiye'nin son 40 senesinden öğrendiğimiz en temel iki ders var: Çok istisnai bir konjonktür hariç, bütçe açığı para basmak suretiyle kapatılmamalı. İki, yapısal hale gelen bütçe açıklarının reel büyümeden kopuk bir süreçte borçlanma ile devam ettirilmesi imkânsızdır.

O halde geriye üçüncü ve hükümetin şimdi yaptığı yöntem kalıyor: Dünkü açığı, bugün gerekli bedeli ödeterek kapatmak. Burada bu yöntemin ne kadar adil ve ahlakî olduğunu irdelemek gerekiyor. Acaba son zamlar ve eli kulağında olan yeni vergileri nasıl değerlendirelim? (Devam edeceğim) Hele hele reel büyüme oranı borçlanma oranının gerisine düştükçe borç dağları artar.

ENGİN ARDIÇ

Geriden ciddi gazeteler

Bu haltı bir teki yese üstünde durmam, birden fazlası yiyince dayanamadım... Karl Malden öldü. Çok sevilen bir oyuncu, çok tonton bir adamdı, Yeşilçam ağzıyla "karakter artisti"... Michael Jackson öldüğü için Amerika'da tam on iki budala intihar etmiş, Malden için kimse kendi tatlı canına kıymadı.
"Ciddi" gazetelerimiz şöyle başlık attılar: "San Francisco sokakları sahipsiz kaldı!"
Yetmişli yıllarda böyle bir dizi vardı (hayal meyal hatırlıyorum), Malden de bu dizide bir dedektifi oynuyordu da, ondan.
Buna karşılık Malden'in Marlon Brando'nun yanısıra döktürdüğü "İhtiras Tramvayı" (doğru tercümesi "Arzu Adlı Bir Tramvay" olmalıydı) ve"Rıhtımlar Üzerinde" filmlerini, Burt Lancaster'le başabaş oynadığı"Alcatraz Kuşçusu"nu, Montgomery Clift'le "İtiraf Ediyorum", Eli Wallach ile "Taşbebek" filmini, hele General Omar Bradley'i unutulmaz şekilde canlandırdığı "Patton"u en az beşer kere seyrettim...
Hay Allah, kitle gazetesinde değil de "entel" gazetede çalışan biz miyiz yoksa?
Arkadaşlar halka inecekler ya (l sesi yumuşak okunacak), ille televizyon dizisi...
Tamam da, Malden ölünce San Francisco sokakları niçin sahipsiz, polissiz, komisersiz kalsın?
Yani o rolde çok başarılı olunca kendisini SFPD kadrosuna mı almışlardı?
Niçin "Alcatraz hapisanesi müdürsüz kaldı" ya da "Amerikan ordusunda paşa darlığı başladı" yazmıyorsunuz? "Blanche Dubois ile şimdi kim evlenecek?" yazmanızı beklemiyoruz, onu yazabilseniz maaşınıza zam isteme hakkınız doğacak...
Bu "ucuz magazinci" tavrı, eskiden Yeşilçam basitliğiyle bütünleşmiş "lumpen gazeteciliğidir"... Öyle bir özel dünya ki, yapımcısı da lumpen, teknik kadrosu da lumpen, seyircisi de lumpen, basını da lumpen, okuru da lumpen.
Hani "Türkân Şoray gelinlik giydi" yazarlar, kenar mahalle kızları da merak ederler bakarlar, ay acaba Rüçhan Adlı sonunda nikâhı bastırmış mı?... Bir de ne çıksa beğenirsiniz (bu cümlecik Cem Yılmaz gibi okunacak), meğerse "film icabı" giymiş kız ayol... Mahsuscuktan... Ay vallahi bunlar kavuşamayacaklar... Aynı basitliği, aynı çapsızlığı politikaya uygulayınca bakın ortaya ne çıkıyor:
Aynı gazetenin birinci sayfasında bir araştırma... "Halkın yüzde 43'ü yeni parti istiyor"...
Başlığın yanında da bir tekerlek, hani oyların dağılımını gösteren baklava tepsisi...
Tekerleğin büyük dilimi, hayır, yüzde 48... "İşgüzarlık" edip ayrıntısına bakarsan, halkın yüzde 48'i de, yani daha fazlası da, yeni bir parti istemiyormuş meğer! Ama hızlı okuyup geçersen yuttun gitti. İşte okur"manipüle" edildi bile (Babıali lumpenleri "maniple" derler.)
Eh, yemin etsen başın ağrımaz, yalan yazmadın ki... Senin yazdığın da doğru... Karl Malden'in oynadığı film gibi...
Ama haberi veriş tarzın hergelece.
Hükümete gıcığın var, Deniz Baykal'a da kızıyorsun ya, elbette böyle vereceksin.
Kendini ve okuyucunu kandıra kandıra da tirajın yerlere düşecek, ağlayacaksın: Göbeğini kaşıyan ayılar hangi gazeteyi okuyacaklarını da bilmiyorlar kardeş!

04.07.2009

ENGİN ARDIÇ

-İstanbul'u kim aldı? -Vallahi ben almadım hocam...

Berberde tıraş oluyordum, manikürcü hanım kız yekten dedi ki: "Engin Bey, siz bu işleri bilirsiniz, Brezilya Avrupa Kupası'nda niçin oynamıyor?"
Ben bu işleri bilirdim. İlkokul ya da ortaokul mezunu olduğuna göre onun da bilmesi gerekirdi ama bilmiyordu.
Elbette herkes gibi hayat pahalılığından yakınıyor, az kazandığı için ileniyor, hükümete de çok kızıyordu.
Koyu bir Galatasaray ve CHP taraftarıydı.
"Eğitim şart" diyenler mükemmel bir genel kültür sağlamışlardı halka...
Bu eğitimin ne kadar okkalı olduğunu anlatmak için otuzlu yılların ders kitaplarının kalınlığından dem vurulur. Sonra gelen karşıdevrimci iktidarlar, ders kitaplarını bozmuşlardır.
O kalın kitaplarla yetişen nesil, Türkiye ile Yunanistan arasında bir "nüfus mübadelesi" olduğunu ömrünün sonuna doğru ancak duyabilmiştir örneğin, o da, meraklıysa... İzmir'i de Yunan ordusunun "kaçarken yaktığını" sanır. Birinci Dünya Savaşı'nda "müttefiklerimiz yenildikleri için bizim de yenik sayıldığımızı" düşünen, Çanakkale muharebelerinin "kurtuluş savaşımızın bir parçası olduğunu" öğrenmiş pırıl pırıl kuşaklarımız vardır.
Şimdi de halkımızın kültür düzeyinin olağanüstü düşüklüğünden yakınan çok...
Ölçü olarak da, televizyondaki bilgi yarışmaları alınıyor.
Bu yarışmalar, bilgi ölçmek için değil, para dağıtmak için düzenlenirler. Asıl amaç da seyirci toplamaktır elbette.
On beş yıl kadar önce televizyonda "Türkiye'nin başkenti neresidir?" gibi ağır sorular sorulurdu...
Sonra baktılar ayıp oluyor, düzeyi iki gıdım yukarı çekmek istediler. İlkokul birinci sınıf değil de, ilkokul üçüncü sınıf.
Bir keresinde, "bir ulusu simgeleyen, direğe çekilen, renkli beze ne denir" diye soruldu.
Yarışmacının yanıtını o gün bugün hiç unutmam: "İngiliz kumaşı!"
Bir keresinde daha da ciddi olmak istediler, Polonya'nın başkentini sordular.
Cahil bir insan buna ne cevap verebilir ki? Belki Budapeşte der, belki Bükreş...
Ama tutup da "Polonya'nın başkenti Avusturya" demez. Yarışmacı, dedi.
Çünkü o yarışmaya bilgisini ölçmek ve becerebilirse paraya dönüştürmek için katılmamıştır, "ne pahasına olursa olsun" bir şeyler kapmak için katılmıştır. Öyle olmasa, elifi görse mertek sanan kenar mahalle karıları "çok ihtiyacım var Mehmet Ali Bey, ne olur yardım edin" diye ağlamazlardı, bilmediklerinden ötürü utanırlardı.
Bilmesi gereken biliyor Polonya'nın da yerini, üçgenin iç açılarının da toplamını, merak etmeyin.
Dün okudum, bir arkadaş gene yakınmış... Bu ne biçim hükümetmiş? Televizyonda bilgi yarışmalarına katılanlar, cumhurbaşkanımızın kim olduğunu, İstanbul'un alındığı yılı, yılın son ayını bilmiyorlarmış...
Belki de sizi işletiyorlardır! Hani belgesel isteyip de eğlence programı seyredenler, ya da cumhuriyet mitingine katılıp da oyunu AKP'ye verenler gibi!

ÜNAL TANIK

AYM, Recep Peker’in hayali olan Cumhuriyet Konseyi

Mehmet Recep Peker, Cumhuriyet’in tipik asker-bürokrat kurucu isimlerinden biri. 61 yıllık hayatı süresince Cumhuriyet’e şekil veren isimlerden biri oldu.

Aslında Recep Peker’i tanımak için, birkaç cümle ile hayat hikâyesine bakmakta fayda var. 1889’da doğan Peker, Harbiye ve ardından Harp Akademisi’ni bitirdi. Libya’da, ardından patlak veren Balkan Savaşları’nda ve eskilerin Harb-i Umumi dedikleri Birinci Dünya Savaşı’nda bulundu.

Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Mehmet Recep Peker İkinci Meclis seçiminin ardından 1924’te kurulan Fethi Okyar kabinesinde Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) oldu. Okyar’ın Şeyh Sait ayaklanmasına karşı yumuşak davrandığı gerekçesiyle protesto için istifa etti.
Hayatında hep sertlikten yana bir çizgisi oldu.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dört defa genel sekreterliği görevini üstlendi. Kuruluştan itibaren etkili oldu ise de ülkeye damgasını vurduğu tarih 1930’lu yıllar oldu. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’den sonra “üçüncü adam” idi.

Daha sonraki yıllarda ise farklı şekillerde kurulan hükümetlerde görev aldı.

Partiyi 1935 kurultayına hazırlayan Başvekil İsmet İnönü, parti sekreteri Recep Peker’i iktidardaki partilerin tüzüklerini araştırmak için faşist İtalya ve Hitler Almanyası’na gönderdi.

Bu kurultay, hastalığı artık belirginleşmeye başlayan Mustafa Kemal Atatürk sonrası hazırlık oluşturması bakımından İsmet İnönü için hayati öneme sahipti.

İnönü ve Peker için 4. Kurultay, aynı zamanda CHP içindeki “Kadro” tabir edilen sol hareketi ve liberal kanadı tasfiye etme açısından bir tasfiye operasyonu olacaktı.

Recep Peker, rejimin en etkili organı olarak görülen ve kısaca “Genbaşkur” olarak adlandırılan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nda “Atatürk adına” kararlar alabilen ve açıklamalar yapabilen birisi idi. Parlamentoya gidecek milletvekili adaylarının tek belirleyici heyetinde idi. Dahası, tek parti rejiminin ideologu olarak bilindi.

Faşist ve Nazi partilerinin tüzüklerini inceleyen Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştüğü meşhur 1935 kurultayı için yeni parti tüzüğü hazırladı.

İnönü’nün hazırladığı yeni tüzük, onay için "Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanlığı" görevini resmen üzerinde bulunduran Atatürk’ün onayına sunulmak üzere Çankaya Köşkü’ne gönderildi.

Bugünkü karşılığı ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunan Katib-i Umumi Hasan Rıza Bey (Soyak) hatıratında, Atatürk'ün böyle bir değişikliğin kendisinin onayına sunulmasına hem kızdığını, hem bozulduğunu anlatır.

Hasta Atatürk’ün bu tüzük değişikliğini imzalayacağını düşünen İnönü ve Peker’in hayalleri Çankaya’nın tavrı ile yıkılır.
Dosyayı, akşamdan incelemesi için teslim eden Hasan Rıza Bey, sabah geldiğinde sırtında bornozu Atatürk’ün dosyayı incelediğini görür.

Atatürk, “Zorbalar” diyor ve ekliyor: “İnanılmaz şey. Ben memleketi hala bir tek parti ile idare etmekte olduğum için utanıyorum. Ama bazı arkadaşlarımız bu hali devamlı kılmak istiyor.”

Atatürk’ü çileden çıkaran şey, Nazi ve Faşist partilerin tüzüğünde olan yeni bir kuruluşun ihdası idi. "Yüksek Faşist Konsey" benzeri Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde görev yapacak Yüksek Cumhuriyet Konseyi kurulmasına şiddetle karşı çıktı.

Atatürk, Hasan Rıza Bey’e sorar:

- İsmet bunu görerek mi imzalamış?

Atilla İlhan, 22 Mart 2003’te verdiği bir röportajda İnönü-Peker ikilisinin girişimini değerlendirirken şöyle diyor:

- Yani, Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi gümbürtüye gidiyor… Tüzüğün bir kısmını Gazi, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi.

İnönü ve Peker, Yüksek Cumhuriyet Konseyi projelerini hayata geçiremediler. Ama parti-devlet fikrini rejime dahil etme yolunda önemli bir mesafe aldılar. Nitekim Peker, “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” ilanını bu kongrede yaptı.

Bu kongreden sonra Recep Peker, Kemalizm’in sol çizgide ilerlemesini sağlamaya çalışan “Kadro hareketi”ni ve liberal açılımları savunan öteki kanadı büyük ölçüde tasfiye sürecini başlatır.

Peker, Ülkü dergisi etrafında oluşturmaya çalıştığı Kemalizm ideolojisini topluma benimsetmenin yolunu burada açtı. Topluma Atatürk’ün Nutuk’unu "Türk’ün mukaddes kitabı", Halkevleri ve Çankaya’yı da "mabedine" dönüştürmeye çalıştı. Peker’e göre halkın damarlarında dolaşan “kirli kan” bu mabetlerde temizlenecekti.

Her ne ise… O tarafı ayrı bir konu…

İnönü, Recep Peker aracılığı ile 1935’te hayata geçiremediği fikrini 1960 ihtilali sonrasında başardı. Adına “Yüksek Cumhuriyet Konseyi” diyemedi Anayasa Mahkemesi dedi.

HÜSNÜ MAHALLİ

Cezayir modeli ve PKK

Dünkü AKŞAM'da Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya'nın AK Parti Milletvekili İhsan Arslan ile uzun bir sohbeti vardı. Konu Kürt sorunu.

Sohbetin bir yerinde Sayın Arslan Kürt sorununun çözümü ile ilgili düşüncelerini anlatırken 'Cezayir Modeli'nden söz ediyor .Oysa terör boyutu hariç Cezayir'de yaşananlarla Türkiye'de yaşananlar arasında çok büyük fark var.

Cezayir'de terör eylemlerini yapan kısa adı FİS olan radikal İslamcı bir grup. 1992'de yapılan yerel seçimlerin ilk turunda İslamcılar büyük zafer kazanınca geleneksel devlet güçleri seçimin ikinci turunu ve sonraki parlamento seçimlerini iptal etti. Bunun üzerine FİS ve benzeri gruplar silahlı mücadeleye başladı. Bu mücadelede şimdiye kadar yaklaşık 100 bin insan öldü. Devletin FİS'i silah ile bitirme çabası hep sonuçsuz kaldı çünkü halkın büyük bölümü 1954'ten bu yana iktidarda olan Cezayir Kurtuluş Cephesi Partisi'nin politikalarından nefret eder duruma gelmiş ve 'dini inanç' herkesin siyasal ve sosyal yaşamını güçlü bir şekilde etkilemeye başlamıştı. Çünkü din Cezayir halkının 131 yıl süren Fransız işgaline karşı mücadelesinde en önemli silahı idi. Nitekim bunu bilen Fransız işgal güçleri sömürgecilik yıllarında hem dini hem de dinin dili olan Arapça'yı yasaklamıştı.

Durum böyle olunca Cezayir örneği ile Türkiye'deki Kürt sorunu arasında bağlantı kurmanının kolay olmadığı gürülür.
Ancak her iki örneğin buluşabileceği tek bir nokta var o da sorunun çözümüne yönelik uzlaşma anlayışları.

Haziran 2005'te 'Barış ve Ulusal Uzlaşma' projesini ilan eden Devlet Başkanı Butaflika öncesinde FİS ve benzeri grupların liderlerine temsilciler göndererek beklentilerinin ne olduğunu öğrendi. Bu beklentiler çerçevesinde projesini açıklayan Butaflika FİS liderlerinin ülkeye dönüşlerine izin verdi ve proje kapsamı içinde sözünü verdiği yasaları çıkarmaya başladı. Bu yasaların başında toplu katliama ve kamu yerlerini hedef alan büyük eylemleri yapanların dışına ülke içinde ve dışındaki tüm silahlı militanları kapsayacak genel bir af ilan edildi. Yine projeye göre FİS militanlarını hedef alan her türlü yasal kovuşturmalar durdurulacak, tutuklu ve mahkumlar serbest bırakılacak, haksız yere işten atılanlar işlerine geri alınacak, faili meçhuller araştırılacak ve kayıplarla ilgili soruşturmalar yapılacak, devlet tarafından haksızlığa uğratılanlar, zarar görenler ya da öldürülenlere maddi tazminat ödenecek.
2005 Eylül'ünde yapılan referandumda halkın %98'nin desteğini alan bu uzlaşma projesinin zaman zaman aksayan uygulamalarına rağmen Cezayir'de durum büyük ölçüde sakin. Dini eğilimlerin giderek toplumda güçlenmesine rağmen FİS'ten ayrılan bir grup, El Kaide desteğiyle eylemlerini sürdürmeye çalışıyor. Bazı yabancı ülke ve güçlerin de bunlara destek verdiği söyleniyor. Çünkü bu ülkeler çok zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Cezayir'de barış ve istikrar istemez ve istemeyecektir.

Tıpkı Türkiye'yi rahat bırakmak istemedikleri gibi. İşte bu nedenle Türkiye'nin Cezayir örneğinden dersler çıkarmasına ihitiyacı yok. Çünkü PKK ve Kürt sorunu yalnız Türkiye'yi ilgilendiren bir sorun değil. Bu sorunun Irak, Suriye ve İran boyutu var ve neredeyse bu ülkeler Türkiye ile birlikte dünyanın merkezi sayılıyor. İşte bu nedenle Türk devlet ve hükümetine düşen görev soruna bu bakış açısından bakmak ve bunun bilinciyle çözümler üretip uygulamaktır. Tüm bu gerçekleri bilen Abdullah Öcalan da tavrını ona göre belirlemektedir.

Son 5 yılda en az 10 kez yazdım: PKK ve Kürt sorunu yalnız ve yalnız Abdullah Öcalan ile görüşülerek çözülür.
Ya da tersinden okuyarak Abdullah Öcalan ile görüşülüp anlaşmadan PKK ve Kürt sorunu çözülmez. Bunun dışında konuşulan ve tartışılan her şey teferruattır!

OSMAN ÖZSOY

Bugün 20 Temmuz...

20 Temmuz 1974’te gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekatı’nın 35. yılı.
Kıbrıs Savaşı’na ait haberler arasında benim ilgimi çeken iki çarpıcı anekdot vardır. Birini Kıbrıs’ın efsane lideri Sayın Rauf Denktaş’tan dinlemiştim. Kıbrıs çıkarmasında meleklerin katkısına yönelik duygulu bir hikayedir. Yeri geldiğinde bunu da aktarmak istiyorum.
Diğeri de aslında çok bilinen bir mevzu ama yazmaktan da, okumaktan da, denk düştüğünde anlatmaktan da keyif aldığım hoş bir tarihi anekdottur. Bugün sizlere ondan söz edeceğim.
Telefon sesiyle uyandığında henüz güneş doğmamıştı. Uyku mahmurluğuyla telefondaki sese kulak verdiğinde duyduklarına inanamadı. Şoförünü aradı ve acilen gelmesini istedi. Beklemeye tahammül edemediğinden, vakit kaybetmemek için üstünü bile değiştirmeden pijamalarla sokağa fırladı.
Arabasız gidemeyeceğini sokağa fırlayınca anladı. Henüz gün ışımamıştı. Seyir halinde bir kamyonet gördü ve el etti. Bindiğinde ekmek servisi yapan kamyonet olduğunu anladı. Şoförden kendisini derhal Dışişleri Bakanlığına götürmesini rica etti. Şoförün kendisine ‘deli mi acaba?’ diye tereddütle baktığını görünce, dışişleri bakanı olduğunu, fakat acilen bakanlığa gitmesi gerektiği için bu vaziyette sokağa fırlamak zorunda kaldığını söyledi. Şoför inanmadıysa da, sabahın o erken saatinde bir çatlak nedeni ile başına daha fazla iş almamak için yolu üzerindeki bakanlık önüne bırakmak suretiyle en azından başından savmak ve ondan kurtulmak istedi.
Kulaklarına inanamadı...
Yukarıdaki satırlar bir romandan alınma değil. Yaşanmış bir olay.
Tarih 20 Temmuz 1974. Yukarıda bahsi geçen kişi dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Callaghan. Olayı anlatan da bizzat kendisi. Telefonda duyduktan sonra sokağa fırlamasına neden olaysa, Türk ordusunun sabaha karşı Kıbrıs’ın Girne sahillerine çıkarma yaptığı haberi.
Türk askerinin Kıbrıs’a çıktığını haber alır almaz Callaghan’ın pijamayla sokağa fırladığına dair haberler, o günlerde İngiliz kamuoyunda büyük ilgi görür. Ülkenin çıkarlarını düşünen sorumlu devlet adamı imajı ona gün gelir başbakanlık yolunu da açar.
Nitekim 1976'da Harold Wilson'dan Başbakanlığı devralır. 1978 seçimlerini Muhafazakar Parti kazanınca Margaret Thatcher başbakan olur. 1980'de genel başkanlığı Michael Foot'a bırakır. Ardından, Avam Kamarası’ndan Lordlar Kamarası üyeliğine terfi eder.
Callaghan’ı sokağa fırlatan olayın temelinde, Türkiye’nin böyle bir harekata asla girişemeyeceği düşüncesi vardır. Çünkü Türk askeri, 1683 Viyana Bozgunu’nda bu yana yaklaşık üç asırdır ilk kez ileri bir hamle yapmakta ve kendi milli sınırları dışındaki bir toprağa Türk bayrağı dikmektedir.
Kıbrıs meselesinde tüm Batı ülkelerinin gösterdiği ortak hassasiyetin temelinde işte bu can alıcı nokta yatmaktadır. Nitekim o günlerde Avrupa ayağa kalkar. Türkiye’ye ambargo uygulanmakla kalmazlar, tecrit politikası da izlenir. Türkiye dışlanır. Kıbrıs sorununun bu kadar uzamasında amiyane tabirle bu kuyruk acısının etkisi de vardır.
Türkleri Avrupa’dan atmak üzere Viyana Bozgunu öncesi Papa öncülüğünde oluşturulan Kutsal İttifak’ın izlerini bugün bile görmek mümkündür. Bu sürecin Kıbrıs harekatı ile bir frenlenme noktasına girmesi Batı ülkelerini oldukça huzursuz etmiştir. One Minute’ın bu kadar etki yapmasının bir nedeni de budur. Alışageldikleri düzenin rayından sapma ihtimali uykularını kaçırmaktadır.
Türkiye Kıbrıs davasında ilk tarihi kazanımını, 5-11 Şubat 1959 tarihinde Zürich’te yapılan görüşmelerde elde etmiştir. Kurulmasına karar verilen Kıbrıs Cumhuriyeti içinde, Kıbrıs Türk Toplumu’nun hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alan anayasal güvenceler sağlanmış, bu yöndeki anlaşmalar da 19 Şubat 1959’da Londra’da imzalanmıştır. Türkiye’nin elde ettiği bu diplomatik başarıyı Avrupa bir türlü içine sindirememiştir.
Kıbrıs’ın bedeli ağır oldu...
Bu diplomatik başarıdan 1 yıl sonra gerçekleşen 27 Mayıs darbesinde eğer dış destek vardıysa (ki, olmaması düşünülemez), darbe sonrası idam edilen dönemin Başbakanı Menderes’le Dışişleri Bakanı Zorlu’nun en büyük suçlarının bu olduğunu düşünürüm. Aynı yıl içinde Londra yakınlarında düşen ve Adnan Menderes’in sağ olarak kurtulduğu uçak kazasını da oldum olası kuşkulu bulurum.
Dışişleri Bakanı Callaghan’ı pijamayla sokağa fırlatacak kadar öfkelendiren tarihsel saplantıya karşı dikkatli olunmalıdır. Aynı hassasiyet parametresi içinde meselelere yaklaşıyor olmadıklarını düşünmek gaflet olur.
35 sene önce pijamayla sokağa fırlayan dönemin İngiltere Dışişleri bakanı, sonraki yılların başbakanı Callaghan, Londra'nın güneyinde East Sussex'deki evinde 2005 yılında 93 yaşında öldü. 1945'te Cardiff milletvekili seçilerek İşçi Partisi'nde göreve başlayan Callaghan, üst düzey dört bakanlığı, yani başbakanlık, dışişleri, içişleri ve maliye bakanlığını üstlenmiş tek İngiliz siyasetçiydi.
Bu kadar tecrübeli bir siyasetçinin pijamayla sokağa fırlayacak kadar Türk askerinin Kıbrıs çıkarmasını önemsemesi üzerinde düşünülmesi gereken husustur.
Tüm şehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi şükranla anıyoruz.

19 Temmuz 2009 Pazar

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Miraç

Her peygamberin miracı var. Her peygamber, hayatlarının "bittim" noktasında miraçla teselli edilmiştir. Peygamberlerin "bittim" niyazı "abduhu: O'nun kulu" gerçeğinin, ALLAH'ın "yettim" mesajı "rasuluhu: O'nun elçisi" gerçeğinin ifadesidir. Aslında miraç, peygamber gayretine sunulmuş ilahi bir teselli armağanı, manevi bir hediyedir.

Ademoğlu'nun sembol atası Adem'in miracı ALLAH'a karşı hatasından dolayı yaşadığı hüznün zirvesinde gerçekleşti. Af müjdesini işte böyle bir miracın sonunda almıştı. Kur'an'ın ifadesiyle "Adem Rabbinden kelimeler almış/Adem'e Rabbinden kelimeler ulaşmıştı" (ayet iki anlama da açıktır). Tevatüre göre bunun mekanı Arafat idi. Arafat, yani marifet, yani kendini/haddini/kadrini bilme mekanı. Zaten insan ucunda marifet yoksa, niçin "yükselir", nice yücelir, nasıl miraç eder ki?

Nuh Peygamber'in miracı hüznünün zirvesinde gerçekleşmişti. Bir insanın şu dünyada yaşayabileceği en uzun ömrü tasavvur edin. İşte o, çocukluk süresi hariç, böyle bir ömrü davet yolunda harcamış, fakat li-hikmetin, ancak bir avuç insana ulaşabilmişti. Onlar arasına onca çabasına rağmen bazı yakınlarını katamamıştı. Karada gemi yapma emri, onun miraç hediyesiydi. Tufan, tuğyan ehli için bir felaket haberi, iman ehli için bir kurtuluş müjdesi oldu.

İbrahim Peygamber'in miracı ateşin içinde gerçekleşti. O, kendisine yardım için gelen vahiy meleğine, işte bu ruhi yüceliş sayesinde "Rabbim bana yeter" diyebilmişti. Hiçbir ateşin böylesine saf bir aşk ve imanı yakamayacağının örneğini ortaya koydu.

Oğlu İsmail peygamber kurban edilirken, Yusuf peygamber kuyuya atılırken, Yunus peygamber denizden kurtulurken, Musa peygamber büyütüldüğü saraya peygamber olarak atanırken, İsa peygamber düşmanları kendisini astıklarını sanırken miraçlarını yaşadılar.

Peygamberimiz de davet sürecinin en zor yıllarında miracla ödüllendirildi. Bedenin bittiği an, ruhun önünde ufuklar açılırdı. Miraçla bu gerçek gösterildi. Onun son miracı, çevrenin baskısının en şiddetli anında yaşanmıştı. ALLAH Rasulünün miracı hakkında sorular sorup, cevaplarını Kur'an'dan alalım:
-Rasulullah bir kez mi miraç etti?
-Necm suresi bu soruya, birden fazla diyor (13).
-Rasulullah miracta ne gördü?
-"Rabbinin ayetlerinden bir kısmını" gördü (17:1). Gördüğü ayetlerin en büyüğü vahiy meleği idi (53:18). Onu, asli suretinde gördüğünü ALLAH Rasulü ifade etti. Yine miraçta müminlere vaat edilen cennet bir biçimde gösterildi (53:15).
-Mirac beden ve ruhla mı, sadece ruhla mı, yoksa rüya yoluyla mı gerçekleşti?
-İsra 60. ayet: "Sana gösterdiğimiz bu rü'yayı (görme olayı) insanlar için bir imtihan/fitne kıldık" diyor.

Hz. Aişe ALLAH Rasulü'nün miracını ruhun bir müşahedesi olarak niteliyor. İsra 1. ayet bu konuda fitneye düşmememiz için, isra ve miraçla ilgili tüm yorumların kırmızı çizgilerini çiziyor.
Bu çizgiler, ayette üç noktada somutlaşıyor:

1) Ayet, "sübhan" gibi ALLAH'a ilişkin tüm tasavvurların her tür beşerileştirmenin uzağında olması gerektiğini ifade eden tenzih kelimesiyle başlıyor.
2) "Kulunu" ifadesiyle, her tür yorumun ALLAH Rasulü'nün beşerliği temelinde yapılması gerektiğine işaret ediyor.
3) Ayetin sonunda yer alan "..zira O, evet sadece O'dur her şeyi işitip gören" cümlesi, Rasulullah'a neden "Rabbinin ayetlerinin bir bölümünün gösterildiğini" açıklıyor. Bu üç sınır, miraç hakikatini yorumlarken, aşmamamız gereken ilahi sınırlar olarak ortaya konuyor.

Gelelim, miracın aktüel değerine: Miraç, yücelmeyi ifade eder. Miracın tam karşı kutbunda "dünyevileşme" yer alır. Dünyevileşmek, "edna olana/en alçak olana" çakılıp kalmaktır. Dünyevileşme, "değerle" değil, "fiyatla" ilgilenenlerin derdidir. Onlar kendi sahte miraclarının adını "ilerleme" koydular. Ruhlarını sattılar, cesetlerine yedirdiler. Neticede, bir avuç dünyevileşmişin ilerleme miti, insanlığa çok pahalıya patladı, azgın bir azınlık dışında kalan bütün insanlığı mutsuzluğa boğdu. Dünyanın geldiği nokta bunun göstergesidir.

Onları ilerleme mitleriyle baş başa bırakıp, biz miracımıza sahip çıkalım? Bunu nasıl mı yapalım? Salatı ikame ederek, namazı/duayı/desteği ayaklandırarak, ALLAH'a karşı esas duruşumuzu/klas duruşumuzu bozmayarak…