18 Nisan 2009 Cumartesi

Klişeler yıkılacağı ana kadar!

Geçen hafta bu sayfada bazı değerli sinema yapımcısı ve eleştirmenlerinin görüşlerini okudunuz. Hollywood'la başlayıp Yeşilçam'la devam eden bir yazı dizisinde dindar tiplemeleri üzerinde durmuştum.

Cumaertesi ekibi üşenmemiş, seri halde çıkan deneme niteliğindeki sinema yazılarım hakkında görüş almış. Halit Refiğ, Yücel Çakmaklı, Suat Yalaz, Hülya Koçyiğit, Sezer Sezin, Kadir İnanır, Sırrı Süreyya Önder, Alin Taşçiyan gibi önemli isimler de lutfetmiş, tenkitlerini, teyitleriyle beraber beyan etmiş. İşin doğrusu çok istifade ettim. Tartışmanın başka boyutları üzerinde de durmak gerekiyor; çünkü daha sağlıklı bir sinema dili yakalayabilmek için meseleye farklı boyutlarda bakmak gerekiyor.

Tefeci Yahudi, işbirlikçi Ermeni!

Türk sinemasında niçin hacı-hoca tiplemesi genelde negatiftir?' sorusu sadece dini duyarlılık ile sorgulanmıyor. Dindar tiplemesi en acıtıcı, en belirgin örnek olduğu için seçiliyor. Yoksa daha konuşulacak çok klişe var bu ülkede. Bir gün birisi çıksa ve 'Türk sinemasında Kürt tiplemesi' diye bir inceleme başlatsa çok çarpıcı sonuçlara ulaşmaz mı dersiniz? Ya da 'köylü' klişeleri çok mu iç açıcı bir manzara çıkarır karşımıza? 'Zalim toprak ağaları'ndan bir demet sunmaya kalksanız ortada bir tane namuslu mülk sahibi kalır mı acaba? 'Despot feodal beyler'in dışına çıkacak kaç tipe rastlayabilirsiniz Allah aşkına? Daha öteye de gidilebilir ve şu keskin soru yöneltilebilir: Türk sinemasında 'tefecilik yapan, muhteris ve sinsi Yahudi' tiplemesinden yakayı kurtaracak kaç karakter bulunabilir? 'Arap Bacı' tipi neden hep aynı şiveyle hep aynı edayla konuşur? 'Karadeniz uşağu' hep mi saftır, 'Kürt işçi' hep mi sefildir, 'Ermeni usta' hep mi 'işbirlikçi'dir?...

Madalyonun diğer yüzü 'kahramanlar'ı işaretliyor şüphesiz. Ve o kahramanlar nedense hep birbirine benziyor. Yakışıklı mı yakışıklı, güzel mi güzel, boylu boslu ve tabii ki vatansever, fedakar, kendini insanlığa adamış... Vaktiyle bir film sansür uygulamasına takılır da sebebi uzun zaman anlaşılmaz. Meğer filmdeki bir sahneye takmıştır heyet. O menfur (!) sahnede gardiyanın şapkası düştüğünden 'devletin manevi şahsiyeti'ne saygısızlık yapıldığı sanılmıştır. Uzun hem de çok uzun yıllar bu ülkenin beyazperdesine öğretmen tipi 'kötü karakter' olarak yansımaz. Çünkü rejim onların himayesindedir. Peki ya subaylar, savcılar, hâkimler, polisler... Onlar hep 'bir melek' edasıyla sunulur kitlelere. En ilginç olanı da doktorlardır. Daima müşfik, daima babacan, daima bilge insanlardan oluşur tabipler.

Aslında 'iyi karakter' tiplemesinin modernleşme serüvenimizle ilgisi var. Mesela Mektep-i Tıbbiye ve Mektep-i Harbiye, yıkılan imparatorluğumuzun adeta kurtuluş kıblesini gösterir. Bütün ıslahatlar ve icraatlar oradan başlayarak yapılır. Modernleşme oralardan başlayınca o meslekten gelenler, kısa bir süre sonra ülkenin 'yüksek zümre'si haline gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de bu durum aynen devam etmiştir. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra yeni devletin misyonunu askerler, öğretmenler, doktorlar, mühendisler yapmıştır. Dolayısıyla çok uzun yıllar sinema kendini bu meslek erbabına karşı azizler muamelesi yapmak zorunda hissetmiştir...

Sorun da tam burada başlıyor aslında. Bir zümre bitamamiha idealize edilip, başka kesimler de bilkülliye kötü ilan edilebilir mi? Tabii ki bunu yaptığınız an, hayat gerçeğinden koparsınız. Çünkü her meslekten iyi ve kötü insan yetişir. Hatta hiçbir fert tepeden tırnağa iyi ya da kötü olmaz. Zaten iyilik de kötülük de göreceli kavramlar değil midir? Genelgeçer kabulleri bile esas alsak yine de insanların hem iyi hem kötü yanları bulunabilir; çünkü insanın nefsi vardır ve insan içindeki o ezeli düşmanla sürekli boğuşmak zorundadır.

İnsanların bir bölümünü topyekûn yaftalayıp karalama yahut aklayıp yüceltme işlemi aslında hukuken de bir suçtur; ancak Türk hukuk sistemi bu suça henüz yeterince mana verememektedir. Türkiye'de modern hukukun en temel konularından olan ayrımcılık (discrimination) ve nefret oluşturma (hate crime), hukuki bir konu değil de, sanki etik bir tartışmaymış gibi algılanıyor. Oysa hukuken her ikisi de suçtur ve ağır cezalara çarptırılmayı gerektirir. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde ırk ayrımı, cinsiyet ayrımı, din ayrımı vs. yaparak bir kişiyi ya da bir kitleyi mağdur hale getirmek büyük bir suçtur; 'hoş görülebilecek bir ayıp' değil...

Velhasıl-ı kelam, karşımızda sadece bir zümrenin sinema yoluyla bir menfi kalıbın içine hapsedilmesi ve onurunun kırılması değil; insan haklarının ihlali sayabileceğimiz bir suç bulunmaktadır. Aslında sadece sinemada değil bu sorun. Tiyatro sinemadan daha mı masum ayrımcılıkta? Hayır. Ya da roman daha mı adil stereotip oluşturma faslında? Hayır. Kurguya dayanan sanatlarda klişelerin ısrarla yaşatılması ile ideolojik şartlanmışlık arasında sıkı bir bağ var ki bağnazlık oradan alıyor kirletilmiş ilhamlarını...

Stereotip incelemelerin deşifre ettiği bir başka gerçek daha var ki onun üzerinde de ayrıca durmak gerekiyor. Klişe tipler ve yaftacı benzetmeler, aydın halk ilişkilerini (belli bir oranda da olsa) gün yüzüne çıkarır. Aydınların fikri arka planında hangi hülyalar ya da heyulaların dolaştığına dair ipuçları vardır kurguya dayalı eserlerde. Yaldızlı imajların altını kazısanız yahut yaftalı tiplemelerin arkasındaki nedenleri sorgulasanız karşınıza aydınların topluma yaklaşım biçimi çıkar. Jakobenlik, demokratlık, çoğulculuk, özgürlükçülük, faşistlik, yardakçılık... Tiplemeler yoluyla ortaya konulan genellemeler, aydınla devlet arasındaki (daha geniş manada aydın-otorite arasındaki) mesafeyi de işaretleyebilir.

Sinema ezberini bozmalı

Sonuçta film yapımı entelektüel bir gayretin ürünüdür. Ne kadar objektiflik arayışı olursa olsun, nihayetinde ortaya çıkan ürün, düşünce gücüne ve zenginliğine dayanmaktadır. Bizim gibi aydın, entelektüel, ulema, mütefekkir, okur-yazar vs. ayrımlarının tam yapıl(a)madığı toplumlarda kimin nerede ve nasıl bir pozisyon alacağı önemli ipuçları barındırır.

Batı'daki otoriteye başkaldırıdan ve düşünce özgürlüğüyle beslenen aydının geleneğinin yerinin bizdeki kadar tutucu ve statükocu bir pozisyon alamadığı aşikâr. Bizde aydın, kendini daima otoritenin yanında görüyorsa, halkı da rejime yönelik bir tehdit gibi algılıyorsa ve onu 'adam etmeyi' kafasına koymuşsa ısrarla tiplemeler yapılması başka bir anlam kazanır ve iş toplum mühendisliğine gider dayanır. Bu açıdan da bakıldığında görsel sanatların en cazip araçlardan biri olan sinemanın nasıl bir ezber oluşturduğuna dikkatlice bakma farz oluyor. O kapıdan süzülen kimi araştırmacıların romana da, hikâyeye de, tiyatro eserine de benzer bir tecessüsle yaklaşması lazım ki kendini 'seçkin' sayan kitlelerle bazen bir deli gömleğine hapsedilmeye çalışılan ve dolayısıyla 'yığın' muamelesine maruz kalan kitleler arasındaki gizli husumetin şifreleri çözülebilsin. Bu çözümlemeden çıkacak yüzleşme aslında egemenliği temsil eden bütün birimlerle (bazen de kişilerle) halkın yüzleşmesini, demokratik tahammül kültürünün kökleşmesini sağlayacaktır.

Sözün özü şu: Maalesef bu ülkenin sinemasında klişeler vardır ve adeta beyin yıkama metotlarıyla ezberletilmiş bu tipler, kitleleri çok uzun süre rahatsız edecek bir hoyratlıkla sergilemiştir. Bunun en çarpıcı örneği, din adamı, hacı, hoca, dindar karakterleriyle karşımıza çıkmıştır. Yalnızca onlar mı? Tabii ki hayır! Bazı kitleler her daim iyi bazı insanlar da her zaman 'kötü' resmediliyorsa ortada klişeler var demektir ki hiçbir klişe insan gerçeği ile örtüşmez ve toplum realitesiyle uyuşmaz. Bu nedenle özgür düşünceye inanan herkes klişeler yıkılacağı ana kadar kurgular yoluyla inşa edilen putları kırmaya mecburdur; ama ayrım yapmaksızın bütün putları...

Not: Birkaç defadır sinemayı merkeze alarak 'Bu olmamalı' türünden yazılar kaleme aldım. 'Peki nasıl olmalı' sorusu hep boşlukta kaldı belki de. Bu nedenle 'Nasıl bir sinema istiyorum' şeklinde birkaç deneme yazısı için sizden müsaade istiyorum; tabii ki başta bu işin üstatları ve uzmanlarından...

Ekrem Dumanlı

17 Nisan 2009 Cuma

Türkiye'de bu sözleri algılayacak kimse var mı?

20. Yüzyıl Osmanlı'nın kayıpları üzerine kuruldu. İmparatorluğun tasfiyesi, topraklarının dağıtılması, yeryüzünün merkezinin kontrolsüz bırakılması, bu mirasın paylaşılması üzerine bir dünya sistemi kuruldu. Bugün bile, yüz yıl sonra bu sistem köklü bir değişime uğramış değil.

21. Yüzyıl, Türkiye'nin vereceği kararlara göre, Türkiye'nin kendini tanımlama biçimine göre, Türkiye'nin yapacağı tercihe göre şekillenecek, yeryüzünün merkezi bu pozisyon almaya göre sekilenecek, bu merkez üzerindeki küresel nüfuz mücadelesi Türkiye'nin tercihinden derin biçimde etkilenecek denebilir mi?

Bazıları böyle olacağını düşünüyor. Bazıları, gerçekten de yeni yüzyılın, yeryüzünün fay hattını oluşturan Avrasya, daha geniş anlamda Afro-Asya kuşağının merkezinde dinamik bir güç olarak öne çıkmaya çalışan Türkiye'nin tercihlerine göre şekilleneceğinden emin. Bunlar büyük düşünceler, büyük hayaller, büyük sözler. Bazen abartılı, hayali, iddialı da olsa, bugünün gerçeklerini yansıtan boyutları da var.

Türkiye'de genelde istihza ila karşılanan bir yaklaşım bu. Dünyadaki Türkiye tartışmalarını bu açıdan Türkiye'deki tartışmalardan daha gerçekçi buluyorum. Burada hemen “gaza gelmeyelim” itirazını duyuyor gibi oluyorum. Elbette bu tür yorumları, değerlendirmeleri yapan her çevre ait olduğu gücün çıkarlarına, perspektifine göre bakıyor. Belki Türkiye'yi galeyana getirerek olmadık maceralara da sürüklemek istiyorlar. Ama hepsi bu değil. Türkiye'de zihinler ısrarla dar alana hapsedilmek isteniyor, özgüven ciddiye alınmıyor.

Ortadoğu'da birtakım adımlar atılmaya çalışılır alay konusu olur. Kafkaslar'da bir şeyler yapılmaya çalışılır, alay konusu olur. Avrupa Birliği ile ilişkiler sadece Brüksel perspektifi ile ele alınır. Kendi içinde zoraki de olsa dönüşüm çabaları Soğuk Savaş dönemi söylemleriyle algılanır. Türkiye'nin yakın çevresine ilişkin bütün açılımları ABD'nin rol tayiniyle sınırlı algılanır. Bütün bu ilişkilerin niteliğini kavrama konusunda ciddi bir rahatsızlık söz konusu. ABD ile çıkar örtüşmesi ile rol tayini birbirine karıştırılır. Türkiye'nin AB'ye ihtiyacı bütün boyutlarıyla, hatta abartılarak ele alınırken AB'nin 21. Yüzyılı'nı şekillendirmede Türkiye'nin belirleyici etkisi ciddiye bile alınmaz.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Harp Akademileri'ndeki konuşmasını, bir önceki Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasıyla bu yüzden birlikte tartıştım. Dar iktidar ilişkileri açısından değil. Biri dışa dönük, diğeri içe dönük yol haritasının ipuçlarını veriyordu çünkü. Türkiye'nin önümüzdeki yirmi-otuz yılında olabilecekler konusunda zihinlerimizi harekete geçiriyordu. Bir sonraki gün, konuşmayı değerlendiren yazılara baktım. Bu yaklaşımdan eser yoktu. Sorun da buydu zaten.

Bu köşede, yeni küresel sistem arayışında Türkiye'nin Batı'da algılanışı konusunda çok kez alıntı yaptım. Yukarıdaki serzenişe örnek olması için bu sefer de Le Monde Diplomatique'in Türkçe versiyonundan bazı cümleleri buraya almak istiyorum.

“Türkiye Avrupa Birliği'ne sırtını dönerse jeopolitik deprem yaşanacak” gibi son derece güçlü bir iddia ile kaleme alınan ve Brüksel'in Türkiye'yi algılama biçimini yerden yere vuran yazıda bakın nasıl cümleler kullanılmış:

“Washington, Moskova ve hatta Tahran, Ankara'nın gönlünü kazanmaya çalışırken Brüksel, Türkiye'ye adeta zavallı âşığı muamelesi yaparak küçümsüyor. Avrupalı bürokratlar şunu unutmamalıdır ki evlilik için iki kişi gerekir, ama boşanma için tek kişinin talebi yeterlidir. Türkiye bu 50 yıllık beraberliğe sırtını döndüğünde NATO da sıkıntıya düşecektir.”

“Türkleri hafife almayın. Bu eksen Türkiye'den, Batı'dan Doğu'ya ve Kuzey'e doğru jeopolitik bir kaymanın sesini duyan Obama da haklı olarak kalktı bu ülkeye geldi. Brüksel, gıcırdayan tektonik plakaların uğursuz sesine kulak vermiş gibi görünmüyor. Türkiye artık kendini zengin adamın kapısında içeri alınmayı bekleyen biri gibi görmüyor. Brüksel tarafından geri çevrilirse gideceği daha pekçok yer var.”

“AB'nin kendini bulunmaz Hint kumaşı sandığı günler çoktan geride kaldı. O günlerde adaylar kuyruğa girip, AB bürokratlarının boş zamanlarını kollayıp, kendilerine sıra gelmesini beklemek zorundaydılar. AB liderleri, Türkiye'nin enerji yoksulu Avrupa ile enerji varsılı Rusya, Orta Asya ve Ortadoğu arasında aldığı yeni jeopolitik konumu gözardı ediyorlar. Resmi olarak tüm Türk partileri hâlâ AB üyeliğini destekliyor, ama gerçekte başka seçenekler değerlendiriliyor. Rusya'dan Körfez'e uzanan hilal üzerinde yeni müşterilerle flört ediliyor.”

“Türkiye, Batılı ülkelere musluğu açık tutuyor, ama bunun fiyatını, Batı, Türkleri gücendirecek olursa çok daha yükseltebilir. Türkiye'nin siyasetçileri, AB'ye katılma tutkusundan vazgeçerse bir jeopolitik deprem olacaktır, bunun şok dalgaları Avrupa'da ve Batı'nın her yerinde hissedilecektir.”

Türkiye'de herhangi birinden böyle sözler duyabilir, böyle cümleler okuyabilir misiniz! O anlı şanlı, havalı, herkese akıl veren düşünürlerimizden, yazar/çizerlerimizden bu tarz değerlendirmeler duyabilir misiniz! Elbette hayır. Çünkü bu sözler utanılası sözlerdir. Hamasidir, abartıdır. Onlar hayal görmezler, gerçekçidirler. O kadar gerçekçidirler ki, bu kadar olmasa bile buna yakın düşünenleri rezil ederler.

20. Yüzyıl Osmanlı'nın kayıpları üzerine, mirası üzerine kuruldu. 21. Yüzyıl Türkiye'nin tercihleri üzerine şekillenir mi bilmiyoruz. Ama bu tercih sadece Avrupa Birliği'ni değil, bütün Avrasya kuşağını derinden sarsacak, bunu biliyoruz. Türkiye'nin yüz yıl sonra böylesine bir tercihe yöneldiğine dair güçlü işaretler alıyoruz.

İbrahim Karagül

Demirel'in Korkusu

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Haberal'ı havaalanından uğurlaması yeterince manidardı.

Demirel, bu "destek" resmini verene kadar 'Ergenekon operasyonundan rahatsızlığını ortaya koyan kimi açıklamalar' da yapmıştı.

Bununla birlikte, daha önce gözaltına alınan herhangi bir kimse için uğurlamaya gitmemişti.

Haberal'ı uğurlaması "fevkalade" bir durumdu.

"Vaktiyle Mehmet Haberal da Demirel'i Zincirbozan'a uğurlamıştı" hatırlatmaları yapıldı.

Ne var ki…

Demirel'in Haberal'a özel "en baba desteği"ni sadece vefa duygusuyla izah etmek yüzeysel kalacaktır.

Eski Cumhurbaşkanı, Haberal'ın gözaltına alınmasıyla ilgili olarak "Siyasi gücüm olsaydı, daha farklı davranırdım" diye konuştu.

Süleyman Bey'in bu sözlerini kızgınlığının yanı sıra çaresizliğinin ifadesi olarak da not edebiliriz.

*

Süleyman Demirel yıllar yılı "12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin mağdur ettiği Başbakan" fotoğrafının "siyasi ekmeği"ni yedi.

Buna mukabil, 'Darbeci Ergenekon yapılanmasının üzerine gidilmesi' Süleyman Bey'i acayip tedirgin ediyor!

Fazla belli etmemeye çalışsa da ciddi rahatsızlık duyuyor.

Nitekim…

Mehmet Haberal'ı uğurlamaya gitmesi, Demirel'in içinde bulunduğu psikolojiyi göstermiş oldu.

*

Derinlemesine düşünelim…

Süleyman Demirel, gerçekten darbelere karşı mıdır?

Türkiye'nin darbe süreçleriyle yüzleşmesini ister mi?

Süleyman Bey, bu hayati konuda samimi olsaydı en başta Ergenekon örgütünün deşifre edilmesi hadisesini desteklemesi gerekirdi.

Süleyman Bey, Ergenekon sürecinin sonunda Türkiye'nin darbelerin arka planıyla yüzleşecek olmasından korkuyor mu?

*

Ergenekon destekçisi Cumhuriyet gazetesinde kendisine yöneltilen "Türkiye'de hiçbir darbe ABD'nin desteği olmadan yapılmamıştır deniliyor. Ne diyeceksiniz?" sorusuna şu cevabı veriyor, Demirel:

"-Bu iddialarda bulunmak kolay da bu iddiaları tevsik etmek (belgelemek) lazım. Darbeyi yapan Türkiye'nin ordusu.

Bunu kabul eden Türkiye'nin halkı, parlamentosu. ABD bunun neresinde? Birtakım kayıp mevhum gölge güçler aramanın anlamı yok…"

*

Bu sözleri, o denli açıklayıcı ve göz açıcı ki Demirel'in; kendisine teşekkürü borç biliyorum…

Süleyman Bey, ABD'nin Türkiye'deki bütün darbelerin can damarlarında dolaşmış olduğu gerçeğini çok iyi bilen isimlerdendir…

Hal böyleyken ne yapıyor?

ABD-NATO gerçeğini gizlemek için adeta çırpınıyor…

Bu örtbas çabası, bir zamanların "Morrison Süleyman"ı Demirel'in filmin başından beri hangi rolde oynatıldığının çarpıcı kanıtlarından birisidir.

Demirel, Statüko'nun uzun yıllar boyu sahnede tuttuğu; "sekiz kere ileri yedi kere geri" istihdam ettiği bir sima idi.

Süleyman Bey'e geçmişte iki darbe isabet etmesinin temel nedeni, onun "darbeleri çok iyi alan bir aktör" olmasıyla yakından ilgiliydi.

"Darbeler kapıyı çaldığında tek kelime itiraz etmeden, şapkasını alıp arkasına bakmadan gidebilen bir siyasi lider" olmak "Statüko" nezdinde fevkalade elverişli bir özellikti.

*

Demirel'in 28 Şubat'taki rolü, yıllarca narkozladığı sağ-muhafazakar kitleyi Efsuncu Baba'nın aslında ne olduğunu konusunda "öğleden sonra günaydın" babında uyandırmıştı.

Ezcümle, Süleyman Bey'in Ergenekon kapsamında gözaltına alınan kadim dostu Mehmet Haberal'ı aprondan uğurlaması da "fevkalade aydınlatıcı olmuştur."

Tamer Korkmaz

Omzumda taşıdığım...

Bitmeyecekmiş sandım akşamları. Hep gelecek diye elimin altında bildim sabahları. Tepemden sessiz habersiz geçiverdi öğle güneşleri. Yüzümden tebessüm mahzun ikindileri, dilencilere “Allah versin!” der gibi başımdan savdım. Güneşi batıran akşamlara, bir günün güneşinden önce batacağımı fısıldayan gün batımlarına hiç yüz vermedim. Hiç kimsenin arayıp sormayacağı, sözümü duymayacağı, sesimi aramayacağı unutuluş zulmetlerime gömüleceğimi hatırlatan yatsılara kulak asmadım. Gecenin sahte ışıklarını perde diye çektim hüznümün sarı soluk yüzüne.
Yarınların tozlu raflarına yasladım pişmanlıklarımı. Uyuttum “Ah!”larımı. Vurdumduymazlığın kirli halısı altına süpürdüm boğazıma batan c/an kırıklarını. Ağrısını dindirdim çelişkilerimin. Çığlığını susturdum militan tereddütlerimin. Emellerimi hiç bitmez mevsimlerin salıncağına yatırdım. “Sus!” dedim sorularıma. Erteledim. Y/anımdan kovdum iç çekişlerimi. Yakama yapışan hüzünleri elimin tersiyle ittim. Sokakların tanıdık yüzlerinde erittim terk edişleri. Kaldırımların zift karası çamuruna sardım korkuyu bekleyişlerimi. Acıyı hiç dolaştırmadım yanımda. Ayağından vurdum. Vitrinlerin parıltısında parçaladım kaygıları. “Hep başkaları ölüyor…” kaçamaklarıyla avuttum ölüme yazıldığım gerçeğinin z/amansız sızlanmalarını. Billboardların albenisinde, sahte tebessümlerin kıvrımında boğdum beni hüsrana saran gün geçişlerini. “Daha çok, daha çok..” şeye sahip olmanın siperine dalarak savuşturdum fena ve zeval kurşunlarını, kayboluş ve tükeniş oklarını.
Hiç yara almadım. Kanamadım. Benlik kabuğuma çizik attırmadım. Dokundurmadım varlığımın çeperlerine. Büsbütün ve eksiksiz kaldım. Yakamı çekip çekiştiren, ayaklarıma dolanıp duran sızıları uyanıklık sandığım uykularda rüyaya yordum. Ciddiye almadım. Hiç üşümedim. Hiç çıplak kalmadım. Yırttırmadım ömür defterimin sayfalarını. Kirpiklerimi ıslatmadım. Yüzümü saklamadım. Boynumu eğmedim hiç. Kendimi hep burada sandım.
Son gün gelmeyecek sandım. Bitmeyecek sandım nefesimi. Aldandım. Dünlerin loş serinliğinden emzirdim mazeretlerimi. Uykuya yatırdım arayışlarımı. Uzakta sandım tükenişleri. Dudağıma değen zevâlleri, kalbimi kanatan yitişleri tatmaktan kaçtım.
Ah ki, ayaklarımla kaçtığım akıbet ayak ucumdaymış meğer. Uyuyarak unuttuğum gerçek başucumda yastıkmış meğer. Ellerimle yakamdan ittiğim gerçekler avuçlarıma yazılmış meğer. Gözlerimi kaçırdığım kırılgan fotoğraflar kirpik uçlarıma çekilmiş meğer. Sözünü etmediğim, laf arasında zikretmediğim korkular, dilime damağıma dolanmış, sesime nefesime sinmişmiş meğer. Sırtımı döndüğüm hüzünleri omzumda taşırmışım meğer. Taze nefeslerimle uzağa üflediğim sızılar şah damarımda pıhtı pıhtı közlenirmiş meğer.
Bitti ömrüm. Son nefese vardım. Gençliğim zayi oldu. Elden gitti. Ömrümün acı meyvesi kaldı elimde. Elem verici günahlar. Utanç verici hatalar. Yüz kızartıcı isyanlar. Gençliğimden bana kalan pişmanlıklar. Sadece pişmanlıklar. “Ah keşke”lere sarıyorlar bedenimi şimdi. “Niye bana söylemediler, neden beni uyarmadılar ki..” hüsranıyla bağlanıyor gözlerim. “Nasıl olur, şimdi ben mi öldüm yani!” şaşkınlığıyla bağlıyorlar çenemi. “Yine mi cenaze var…”, “Ölen kim acaba!” diye diye kanıksanmış, dudak ucuyla söylenmiş, lüzumsuz haberler, gereksiz detaylar, hemen unutulacak görüntüler tabutuna sürüyorlar yüzümü.
Bu defa da başkası ölen. Başkalarının başkası diye bildiği öldü bu defa. Ben. Ama ben. Bir başkasının başkası. Ben. Yüzümü toprağa sunacaklar. Toprağa. Gözlerimi çevirdiğim haramlar şimdi ne kadar dilsiz, neşesiz. Çare umduğum dudaklar şimdi ne kadar sözsüz, ne kadar tesellisiz. Yüz bulmaya çalıştığım yüzler şimdi ne kadar çaresiz, ne kadar vefasız. Sığındığım can alıcı gözler şimdi ne kadar ilgisiz, ışıksız. Ağır ve soğuk bir bedenden ibaretim. Koskoca bir ömrün içinde hatırını saydığım bu ten şimdi gözlerden ırak tutulası, toprağa sunulası. Hatırı için Rabb-i Rahimimin hatırını kırdığım bu ceset, şimdi, ne kadar ağır omuzlarımda, ne kadar da zor taşınası…
Söyleyin onlara. Omuzlarından indirsinler beni. Ben tabutumu kendim omuzlamışım meğer doğum günümde. Toprağa sunulası bir cenazeyi taşıyorum ben. Şimdi.

Senai Demirci

DTP'yi PKK'laştırmak ya da bir çuval inciri berbat etmek...

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasına ilişkin yorum adedi, Obama ziyaretine ilişkin olanları geçmiş olabilir.
Konuşmanın içeriğinin ‘askerlik mesleğinin icrası’ ile pek ilişkisi yok. Harp Akademileri salonunda ise 200 yakın davetli gazeteci. Zaten bu düzenleniş tarzı, olağandışı medya ilgisini sağlamaya yönelik olmalı.
Sonuç olarak, Genelkurmay Başkanı’nın konuşması, nereden baksanız, şu iki durumu ortaya çıkartmış oluyor:
1. Türk demokrasisinin üzerinden ‘askeri ağırlık’ın ya da daha açık bir deyimle ‘askeri vesayet hali’nin tümüyle kalkmamış bulunduğunu;
2. Türk medyasının bir hayli ‘militarize’ olmaya devam ettiğini.
Her ikisi de iyi olmayan göstergeler.
Dahası, konuşmanın yapıldığı gün Diyarbakır merkezli olarak DTP merkezli başlatılan ve çok sayıda kişinin ‘PKK’nın yasadışı faaliyetlerini yürüttükleri’ gerekçesiyle içeri alınması.
Bu ‘zamanlama’nın Başbuğ’un konuşmasıyla ilgisi olabilir mi?
İlker Başbuğ’un konuşmasının, esas itibarıyla, terörle mücadele ve bu çerçevede PKK’ya nasıl karşı konulması gerektiğine ilişkin mesajlar taşıdığına bakılırsa, bu düşünülebilir. Yani, ‘operasyon’ tümüyle rastlantı sayılmayabilir.
Bundan daha önemlisi, ‘operasyon’a ilişkin hükümet sorumluluğudur. Ergenekon operasyon dalgaları, büyük ölçüde kendi dinamiğine kavuşmuş gözüküyor. Ergenekon’daki sapmalar ve hataların uyandırdığı tepki ve kendisine yöneltilen suçlayıcı parmaklara karşı, hükümet, ‘yargı bağımsızdır’ zırhının arkasına saklanabiliyor. DTP’ye karşı operasyondan doğrudan hükümet sorumlu.
***
Ne yani, hükümet PKK’ya karşı harekete geçmesin mi?
Yapılanları eleştirdiğiniz takdirde, bu ucuz demagoji ve polemiği görür gibiyiz. Oysa, olan-biten, görülenden daha derin ve Türkiye’de kimsenin, başka Ak Parti iktidarının altının kalkamayacağı cinsten sorunlar üretmeye gebe.
Genelkurmay Başkanı’nın ‘terörle mücadele’ye ilişkin en büyük ‘endişesi’nin PKK’nın örgütlenmesini ‘şehirlere kaydırmak’ olduğu konuşmasından yeterince anlaşılıyor.
Bu durumda, ‘PKK’nın Türkiye Yapılanma Meclisi’nde yer alan ve örgütün yasadışı faaliyetlerini yönetim yürüttükleri’ iddiasıyla Diyarbakır merkezli düzenlenen operasyonlar DTP’lileri hedef alıyor.
Yani, hükümet, bir yanda ‘asker’le aynı dalga boyunu tutturur iken, bir de kendisine Güneydoğu’da ağır bir yenilgi tattırmış olan, bölgedeki en büyük rakibini baskı altına almış oluyor.
Bu operasyonların özelliği, kırsaldakilerden farklı. Orada silah taşıyan ve ‘PKK teröristleri’ dediklerinize karşı TSK üzerinden silahlı mücadele yürütülmesinin anlaşılır bir yanı mevcut. Ama şehirlerde bir ‘silahlı çete’ ortaya çıkartan bir operasyon yapmıyor-
sanız, operasyonların DTP’lileri hedef alması kaçınılmaz oluyor.
Bunun getireceği vahim sonuçlar söz konusu.
Nereden baksanız DTP, 29 Mart’ta elinde bulunan 56 belediyenin sayısını 99’a çıkarttı. Diyarbakır’da oyları yüzde 65. Batman’da yüzde 60. Hakkâri’de yüzde 79. Başbakan’ın bir önceki seçim bölgesi Siirt’te yüzde 49. Sorunlu illerin başında gelen Şırnak’ta yüzde 54. Diyarbakır’dan sonra bölgenin en önemli il
merkezi olan Van’da yüzde 52.
Kim ne dersin, Güneydoğu’daki halkımız, en azından onun hatırı sayılır bir bölümü, DTP’yi kendi ‘siyasi temsilcisi’ olarak sunmuştur.
29 Mart’ın Kürt sorununun ‘şiddetten arındırılarak’ ve artık ‘kan dökülmesi’nin önüne geçilerek durdurulması için sunduğu bir de muazzam fırsat var. ‘PKK’nın silahsızlandırılması’na kafa yorulurken, ‘meşru siyaset adresi’ olarak DTP işaret edilmiş ve dolayısıyla DTP ‘çözümün parçası’ haline getirilmiş oluyor.
Şimdi bu PKK gerekçesiyle, Güneydoğu şehirlerinde DTP’ye karşı yöneltilen operasyonlar iş midir?!
***
‘PKK’nın silahsızlandırılması’ dediğiniz, ‘dağda olacaklarına ovada siyaset yapsınlar’ söyleminin bir başka şeklidir.
Bunun bir anlamı da, PKK’yı dağdan indirip, teröre ve şiddete son verip, şehirde siyaset yapma kanallarını önüne açarak, Türkiye’deki siyasi sisteme ve toplumsal yapıya entegre etmektir.
Aksi takdirde, PKK’yı neye ikna edebilirsiniz ki?
Kısa süre önce, ‘PKK’nın DTP’lileştirilmesi ya da DTP’nin PKK’laştırılması tercihleri’nden söz etmiştim. Türkiye’nin siyasi karar vericisinin önünde bu iki tercihten birini seçmesi uzanıyor.
İlkini seçiyorsa, bunun çeşitli araçları ve o araçların kullanılacağı bir süreç var. Erbil’de düzenlenmesi tasarlanan ‘Kürt Konferansı’ bunlardan biri. Bu konferansın düzenlenmesi yetkisi kendisine verilmiş olan Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanlık Genel Sekreteri Fuad Hüseyin, bana dün, ‘Türkiye’den gelen büyük çaplı tutuklama haberlerinin ayrıntısını henüz bilmiyoruz. Ama, duyduklarımız doğruysa, söz konusu konferansı bundan daha iyi torpilleyecek hiçbir şey olamaz’ dedi.
Erbil Kürt Konferansı’nın toplanması eğer toplanırsa- en iyimser ihtimalle birkaç ayı bulur deniliyor. Bu süre içinde Ak Parti hükümeti, Kürt sorununun çözümü doğrultusunda ve şiddet ortamının kırılması yönünde adım atması gerekirken, tam da tersini yapıyor. Ateşin üzerine benzin döküyor.
DTP’li olmanın siyaset yapmaya elverişli olmadığını gören, PKK’lılar silah bırakmaya yanaşır mı? Irak Kürtleri, DTP’nin sürekli bir operasyon hedefi olduklarını gördükçe, kendi yönetimlerinin adını telaffuzda zorlanmaya devam eden Ankara ile işbirliği konusunda ne kadar hevesli olabilirler?
Son girişimler, DTP’yi Güneydoğu’da sokağa çıkmaya davet eden cinsten. Başladılar zaten. DTP’lilerin siyasi olgunluktan pek nasiplerini almadığı, sivri dillerinden ve tepkilerini ortaya koyuş tarzlarından belli oluyor. Ama, Güneydoğu’daki seçim başarıları ve üzerlerine böyle gelinmesi, sokağa kolayca binlerce kişiyi dökebilme yeteneklerini de ortaya koymalarına fırsat veriyor.
PKK’yı dağdan indirmek için enerji harcamak yerine, DTP’yi dağa gönderecek işler yapmak politika mı yani?
Tayyip Erdoğan’dan Kürt sorununun çözümünü bu yöntemler ile yapmasını mı bekleyeceğiz?
25 yıldır zaten böyle yapılıyor; geldiğimiz nokta belli.
Barack Obama, TBMM’de Ahmet Türk ile de özel olarak görüşmek ile, bu işlerin nasıl halledilebileceğinin sinyalini verdi. Tayyip Erdoğan ise, önündeki
‘altını fırsat’ı heba edebileceğine dair sinyaller veriyor.
Konuya devam edeceğiz...

Cengiz Çandar

Başbuğ'un konuşması

Dünkü yazımızda, Org. Başbuğ’un konuşmasının genel değerlendirmesini yapmıştık. Şimdi, biraz daha alt başlıklara inmeye çalışacağız.
Evvelâ, ‘sivil-asker ilişkileri’ meselesini ele alalım. Hemen belirtelim ki, yarım asırdır Genelkurmay Başkanı’nı ikinci bir Başbakan gibi algılayan bir ‘militer demokrasi’de, ilk olarak
bir Genelkurmay Başkanı, antidemokratik teamülleri bir yana bırakarak sivil-asker ilişkilerine temas etmekte ve denge konusunda bilimsel literatürü gündeme getirmektedir.
Aslında, çok partili demokratik sisteme geçildiğinden beri, siyasî otoriteler askerin profesyonel
görevlerine hiçbir şekilde karışmış değildir. Türkiye’nin son 60 yıllık uygulamasında, askerî
görevler bakımından TSK âdeta ‘özerk’ gibidir.
Org. Başbuğ’un verdiği mehazlarda da, son sözün siyasetçiye ait olduğu belirtilmiştir. Başbuğ’un askerî liderlerin üç temel sorumluluğu hakkında başvurduğu Huntington, son sorumluluğu, ‘yetkili siyasî makamlar tarafından alınan kararların icra edilmesi’ şeklinde tespit etmiştir. TSK’nın, elbette askerî ihtiyaçların tespitinde ve güvenlik konularında yetkili siyasî makamlara danışmanlık yapması sözkonusu olacaktır. Başbuğ’un da belirttiği gibi, karar siyasî makamlara aittir; ancak askerin tavsiyelerini dikkate almayarak olumsuz sonuçlara sebep olan siyasî karar mercileri de bundan sorumlu olacaktır.
Lâkin, Org. Başbuğ’un, ‘Anayasa’nın 117. maddesine göre, sivil-asker ilişkilerinin yürütülmesinde yetkili ve sorumlu makam Genelkurmay Başkanı’dır’ görüşüne katılmıyoruz. Sözkonusu maddede bunu gerektirecek hiçbir ifade olmadığı gibi, bilâkis Genelkurmay Başkanı’nın görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumluluğu vurgulanmıştır.
Bu durumda, sivil-asker ilişkilerinin yürütülmesinde yetkili ve sorumlu makam Başbakan’dır. Aksi takdirde, demokratik teori ve uygulamalara taban tabana zıt bir özerk alan oluşturmak gerekir.
***
TSK’nın toplumdaki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki önyargılı yaklaşım iddiasında ise Org. Başbuğ’un gereğinden fazla alınganlık gösterdiğini düşünüyoruz.
TSK, Türkiye’nin en çok sevilen, sayılan, benimsenen ve itibarlı kuruluşudur. Son yıllarda eğer bir itibar kaybı olmuşsa, bunun sebebi demokrasiyi ve dini istismar edenler değil, ne yazık ki bizzat TSK’nın içinde yuvalanmış, darbe teşebbüsleri hazırlayan odaklardır.
Ben, demokrasiye candan inanan bir vatandaş olarak silâhlı kuvvetlerin siyasete müdahalesine karşıyım. Ancak bir vatanperver olarak da görevini yapan ordumu başımın üzerinde taşırım. Onun için, gerçek demokratla TSK düşmanları iyi ayırt edilebilmelidirler.
TSK’yı din karşıtı gösteren propagandanın iki sebebi vardır. Birincisi, ‘lâikçiliğin’ halka bir din gibi dayatılması ve halkın ‘potansiyel irticacı’ olarak kabul edilmesi; ikincisi ise, TSK’daki bazı uygulamaların başörtülü insanımızı üzmesidir.
Org. Başbuğ’un konuşmasında halkı rahatsız eden ‘irtica’ kelimesi yer almamış ve lâiklik konusunda, -her zaman olduğu gibi- tehditkâr ifadeler kullanılmamıştır. İnanan insanları ‘mütedeyyin kesimler’ olarak kucaklayan konuşmada Org. Başbuğ’un, halkın çok hoşlandığı, ‘Ordu, Peygamber Ocağıdır’ sözünü kullanması son derece isabetli ve dikkat çekici olmuştur (28 Şubat Dönemi ’nde bunu söylediğim için yargılanmıştım).
***
Org. Başbuğ’un ‘kimlikler’, ‘asimilasyon’, ‘entegrasyon’, ‘vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik anlayışı’, ‘ulus-devlet’, ‘üniter-devlet’ konusundaki derinlemesine sosyolojik analizleri ile ‘terör’ konusundaki görüşlerine aynen katılıyoruz. Yıllardır yazıp çizdiğimiz üst kimlik-alt kimlik ayırımının, Başbakan Erdoğan’dan sonra Genelkurmay Başkanı Başbuğ tarafından da ifade edilmesine memnun olduk.
Org. Başbuğ’un, yazılı metinden ayrılarak, ‘Niçin hep farklılıkları anlatıyoruz? Bizim benzerliklerimiz daha fazla değil mi?’ meâlindeki sözleri de bizi çok duygulandırdı.
Başbuğ’un şu önemli tespitleriyle tahlilimizi bitirmek istiyoruz: ‘Türkiye, bazılarının görmek istediği gibi, etnik farklılıkları nedeniyle ayrışmış bir ülke değildir. Vatandaşlarımızın güçlü
ve derin bir ortak geçmişi ve umutlu bir geleceği paylaştığını görmekteyiz.’
***
Dedik ya, Org. Başbuğ’un konuşması çok güzeldi. Ancak, bir hafta sonra güncel konular hakkında yapacağı basın toplantısında aynı demokratik mesajları ve atmosferi devam ettirmesini bekliyoruz. Aksi takdirde, bazı şüpheci dostların söylediği gibi, bu güzel konuşma sadece taktik icabı yapılmış olarak kalacaktır.
Biz, Org. Başbuğ ’un samimiyetine inanmak istiyoruz.

Hasan Celal Güzel

Bu sanatçılar darbe taraftarı mı?

İki sinemacı, bir şarkıcı, bir deprem uzmanı, bir İlahiyatçı, iki yazar, bir bilim kadını, bir ressam, bir güzel oturmuş, ‘Ergenekon davasına’ veryansın etmişler...

Ressamın tezi nedir, bilmiyorum.

İlahiyatçı niçin kendini ortalara atıverdi?

Bunu da bilmiyorum.

İlahiyatçı, ‘Türkiye’nin asıl sahipleri nerede?’ derken, ne demek istiyordu?

Müjdat Gezen ne arıyordu o toplantıda, kime laf çakmaya uğraşıyordu? Daha da önemlisi, ‘irticanın 100. yıldönümünü kutlamakla’ suçladığı kişiler kimlerdi?

Bu kişiler, Ergenekon operasyonunu yürüten savcılar olabilir miydi?

Depremci bilim adamımız, ‘Bana Türkiye’de deprem ne zaman olacak diye soruyorlar. Türkiye Cumhuriyetinin temelleri yıkılıyor. Bundan daha iyi deprem mi olur’ derken, Sümerolog bilim kadınımızı mı korkutmaya çalışıyordu?

Peki, Sümerolog bilim kadınımız, ‘Biz ne yaptık. Bu memlekette kuran kursu, imam hatip açıldı, hiçbirimiz burada ne yapılıyor diye bakmadık. Şimdi sonucu çok yakından gördük’ derken, gördüğü sonuçla Ergenekon operasyonları arasında nasıl bir bağlantı kuruyordu?

Diyorum ya, bilmiyorum.

İsterseniz, sanatçılarımızın (ve de bilim insanlarımızın) anlaması için tane tane gidelim.

Ergenekon, darbe teşekkülünü ortaya çıkarmaya yönelik bir operasyondur.

Konu yargıdadır.

Son sözü ‘görevli mahkeme’ söyleyecektir.

Her soruşturmada olduğu gibi, hukuk zorlanmıştır, masum insanlara suç isnat edilmiştir, kurunun yanında yaş da yanmıştır...

Olabilir.

Bu, malum operasyonun doğal bir sonucu değil, Türkiye’deki adalet sisteminin yapısı ve işleyişiyle alakalı bir arazdır.

Bu araz, yüzlerce insanın hayatına mal oldu.

Bir Başbakan ve iki Bakan asıldı... Deniz Gezmiş ve arkadaşları ha keza... Kenan Evren hukukunun ipe gönderdikleri ha keza...

Dermek ki sistemin arızalı olması, arıza çıkaracak/arıza çıkarması muhtemel oluşumların üzerine gitmemize engel değilmiş.

İkincisi:

Darbe iyi bir şey değildir.

Mahiyeti ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin, neye istinat ederse etsin, son derece kötü bir şeydir.

Kötü de laf mı? Alçaklıktır.

Darbelerle ödeşmesi gereken sinemacı dostumuz (ismi Tarık Akan’dır), hem Ergenekon operasyonuna verip veriştiriyor, hem de gittiği her platformda darbe düzenine övgüler yağdırıyor.

Bazı darbeler iyiymiş, bazı darbeler kötüymüş.

Mesela, 27 Mayıs çok iyiymiş... Ama 12 Eylül çok kötüymüş...

Bir de diyor ki, ‘12 Eylül’ü yapan benim ordum olamaz.’

Hepsi senin ordundu Tarık Akan... 27 Mayıs’ı yapan da, 12 Mart’ı gerçekleştiren de, 12 Eylül’de ortaya çıkıp seni Selimiye Kışlası’na hapseden de, 28 Şubat’ta meşru iktidarı postmodern yoldan alaşağı eden de aynı orduydu.

Senin ordundu. Bizim ordumuzdu.

Şekvacı göründüğün Ergenekon operasyonu da, ‘ordumuzu’ darbeye kışkırtan oluşumu açığa çıkarmaya uğraşıyor. Sen kalkmış darbecilerin hukukunu savunuyorsun.

Darbeleri desteklemek ilericilik midir, solculuk mudur, çağdaşlık mıdır?

Dahası, onurlu bir davranış mıdır?

Ergenekon operasyonuna karşı şanlı bir duruş sergiliyorsun. Aferin, iyi de ediyorsun...

Peki, ortaya saçılan darbe planlarıyla, bombalarla, cinayetlerle, kuyulardan çıkarılan kemik parçalarıyla, ‘Ordu Göreve’ pankartlarıyla, mahkeme önü nümayişleriyle, linç gösterileriyle neden ilgilenmiyorsun?

Dünyanın neresinde var böyle bir sol, böyle bir sanatçı rikkati?

Ahmet Kekeç

Özal ne zaman ölmüştü?

Bugün Turgut Özal’ın kaçıncı ölüm yıldönümü? Hemen söyleyeyim: 16.

Peki, on yıl önceye, 1999 yılına geri dönsek. Özal’ın o zamanki 6. ölüm yıldönümü, aynı zamanda genel seçim arifesine denk gelmişti...

On yıllık bir zaman yolculuğuna ne dersiniz? O halde buyurun, işte on yıl önceki Türkiye, bakın bakalım değişen ne, değişmeyen ne?

‘Turgut Özal’ın 6’ncı ölüm yıldönümü, bu kez toplumsal çalkantıların daha da büyüdüğü bir sırada, erken genel seçim arifesine rastladı.

Süleyman Demirel’in payeleri büyüdükçe artan ‘iktidar boşluğunu’, Turgut Özal döneminde hiç yaşamamıştık.

Özal’ın ölüm yıldönümü ile yarınki erken genel seçimi vesile ederek, geçmiş yirmi yıla daha soğukkanlı bakınca, Türkiye’de ‘yerel’ ile ‘evrenselin’ sürekli bir bilek güreşi içinde olduğunu görüyorsunuz.

Politikada Turgut Özal ‘evrenseli’ temsil etti. Süleyman Demirel ise hep ‘yerel’ kaldı.

Demirel ‘yerel’ kaldığı için, biriken hiçbir toplumsal sorunu çözemedi, çözülmeyen sorunlar yığıldıkça ‘iktidar boşluğu’ yarattı, iktidar boşluğu artınca da o boşluğu ‘askeriye’ doldurdu.

1971 ve 1980 darbelerinde Demirel’in başbakan, 28 Şubat’ta da cumhurbaşkanı olması pek de tesadüf değil.

Abdullah Öcalan’ı yakalayıp, Türkiye’ye verdikten sonra, ülke üzerindeki ağırlığı daha da artan Amerika ve çağdaş dünya ise, Türkiye’den çok daha farklı bir yaklaşım bekliyor.

Daha ziyade Turgut Özal portresini anımsatan bu beklentinin tanımını, Amerikalılar epey önce şöyle yapmıştı:

‘Siyasette sivil, ekonomide liberal, dış politikada atak.’’

* * *

‘Hálbuki yeryüzüne kulak veren bir Türkiye’nin nasıl şahlanabileceğini, bu yapının iskeletini hiçbir zaman kurumsallaştırmamasına rağmen Turgut Özal hepimize göstermişti.

Amerika’nın ‘siyasette sivil, ekonomide liberal, dış politikada atak’ beklentisinin kaidesini de ‘demokrasi ve insan hakları’ oluşturuyor. Bu kaide açısından, Amerika ile Avrupa arasında pek bir fark yok.

Fark olmadığı için de hem Avrupa’da hem Amerika’da Ankara’ya yönelik eleştiriler dinmek bilmiyor.

Anglo-Sakson dünyanın etkili haftalık dergisi The Economist’in son iki sayısında Türkiye’deki seçimlere yönelik yazılanlar, Amerika ve Avrupa’da söylenenlerin bileşkesini yansıtıyor.

Derginin geçen haftaki sayısında haber ‘Susturulmuş Türkiye Kürtleri’ başlığını taşıyor ve Kürt siyasetçilere özellikle de Güneydoğu’ya yapılan baskıları konu ediniyordu. Halbuki dünya her türlü toplumsal talebin, tabii Kürt sorununun da kendini siyaseten rahatlıkla ifade etmesini arzuluyor. Eğer toplumda bir sorun varsa, bunu çözmenin en huzurlu ve akıllı yolu, siyaseten ifade edilebilmesini olanaklı kılmak. Ankara ise bunun tam tersini yapıyor. Öyle ki, PKK’ya açıkça tavır almış Şerafettin Elçi’nin partisi bile kapatılıyor.

İngiliz dergisi haberi bitirirken şunları da söylemeden edemiyordu:

‘Her zamanki gibi birçok şey, politikacıları parmağında oynatan popüler ve güçlü orduya bağlı.’’

* * *

‘Amerika’da yürütmenin başı olan Başkan çoğunlukla Cumhuriyetçi Parti’den olmuş.

Cumhuriyetçi Parti ise kendine muhatap olarak Türkiye’de sürekli ‘askeriye’yi almış.

Cumhuriyetçi Bush ve Turgut Özal’ın istisnai ilişkisi dışında, Amerikan yönetimi ile ‘sivil politikacı’ ilişkisi hiç bir zaman kurumsallaşmamış.

Tabii sorunun bir de Türkiye cephesi var. Türkiye’deki siyasetçi, çağdaş demokrasi kriterleri ile bakıldığında ne kadar ‘sivil’ sayılır?

Türkiye’nin bugün bunaldıkça bunalıp, kendine çözüm üretememesinin en temel nedeni, devletin hukuksal çatısının ve mevzuatının darbesi 12 Eylül zihniyeti tarafından oluşturulmasında saklı. Refah Partisi’nden Cumhuriyet Halk Partisi’ne tüm siyasi kurumlar 19 yıldır ‘darbeci zihniyet’ ile sarmaş dolaşlar. Rahatsızlık duymadan ve bu garip yapılanmayı değiştirmeden ‘paşa paşa’ geçinip gidiyorlar.

‘Sivil siyaseti’ öncelikle Türkiye siyasetçisi istemiyor. İstese 19 yılda ‘12 Eylül Hukuku’nu kaldırır atardı. Bir de buna, ülkenin ağırlıklı dış paratöneri Amerika’nın sivilleri kaale almayan yanlış tutumu eklenince işler iyice çatallaşıyor. Bill Clinton yönetimi de bu geleneği değiştirmek konusunda, Türkiye’nin ‘yerel’ siyasetçi kadroları nedeniyle zorlanmakta...’

* * *

‘Türkiye’nin siyasal sistemi, Türkiye’yi yeryüzünün gidişatı doğrultusunda ne sivilleştiriyor, ne liberalleştiriyor, ne de piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getiriyor.

Sorun ‘iktidar’ değişikliğinde değil...

Aranan ‘rejimin normalleştirilmesi.’

Ülkenin evrensel düzeydeki ölçülere sahip olması. Onun da talibi yok.

Aslında Türkiye ile dünyayı yan yana getirecek formül açık.

‘Siyasette sivil, ekonomide liberal, dış politikada atak.’’

* * *

Turgut Özal’ın 6’ncı ölüm yıldönümünde özetle bunları yazmışız...

Bugün 16’ncı ölüm yıldönümü...

Kendisini hasret ve rahmetle anıyorum...

Mehmet Altan

16 Nisan 2009 Perşembe

“Sus ey bülbül benim hakkım senin hakkın değil matem!”

Sustum aziz üstadım.
Yüreğinden yüreğime yansıyan acının şiddetine baktım da, acımın senin acının zekatı dahi etmediğini anladım ve sustum.
Şunun şurasında, kendisiyle aynı çağda yaşamaktan dolayı iftihar ettiğimiz kaç kişi var ki?
Onlardan biri de sensin ey Kur’an şairi, ey kurban şair!
-
Muhammed Âkif’in Safahât’ını şiirsellik açısından zayıf bulanlar var. Onun şiirine sırf sanatsal kaygıyla yaklaşanlar, yangın kulesinden yükselen “Yangın var!” çığlığı içinde “musikî makamı” arayanlardır. Elbette abesle iştigaldir bu. Sadece abesle iştigal değil, münasebetsizliktir.
Safahât, sadece bir şiir kitabı değildir. O, bu toprakların başından geçen acıklı hikayenin destanıdır. Buna rağmen, gördüğü yangını tasvir etmekte o bile bazen acze düşer ve bunu şöyle itiraf eder:
Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem,
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.
Böyle dediğine bakmayın bu asil adamın. Bazen öyle bir feryat koyverir ki âsumâna. Meleklerin bile ağladığını duyar gibi olursunuz:
Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım!
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!
Taş kesilmemişse yüreğiniz, donar kalırsınız bu canhıraş çığlık karşısında. Anlarsınız ki yangın kulesinin bu uykusuz nöbetçisi, sadece yangını görmemiştir. Kundakçıları da teşhis etmiştir. Âkif’in parmağı, 600 yıllık Devlet-i Aliyye’yi 10 yılda kül eden güruhu gösterir:
Eyvah beş on kafirin îmânına kandık!
Bir uykuya daldık ki, cehennemde uyandık!
Madem ki ey ad-i ilâhi yakacaktın,
Yaksaydın a mel’unları, tuttun bizi yaktın!
Bu son mısralar “naz makamı”na aittir. O makam âşıkların ve sadıkların makamıdır. El-hak, Âkif de onlardandır. Tıpkı şu mısralar gibi:
Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi yoksa bu biçarelerin yoksa felahı?
Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık” diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun!
Peki bu güruha ne yapmak lazımdır? İşte bu sorunun, 30 Ocak 1913 tarihli cevabı:
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere
Osmanlı bitmiş fakat kundaklama bitmemiştir. Yangın olanca dehşetiyle sürmektedir. Âkif, İstiklâli uğruna çırpındığı vatan üzerinde nasıl bir senaryo oynandığını ilk fark eden ender zekalardan biridir. Soru şudur: Batılı güçler koskoca Osmanlı’yı yıkmayı planlamışlar da, onun yerini neyin alacağını planlamayı unutmuşlar mıdır? Bu sorunun doğru cevabını ilk verenlerden biridir Âkif. Şu şiir 9 Mayıs 1929 tarihli:
Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar!
Milletin az çok duran bir dîni, bir nâmusu var.
Şimdi nöbet onların, yansın da onlar öyle mi?
Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık âlemi!
“Namusu ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkumdurlar” diye çıkılan yolun sonunda bu toplumu ayakta tutan temel direklerden “aile”nin yıkılacağını daha o zamandan görmüştür:
Biz ki her mevcudu yıktık gayesiz bir fikr ile
Yıkmadık bir şey bıraktık, sade bir şey: Aile.
Âilî bir inkılap olsun diyen me’yus olur
Başka bir şey kazanmaz, sade bir d….s olur.
Çünkü “çıplak” inkılabatın rezalettir sonu
Ey deni kundakçılar biz sizde çok gördük onu!
Kundakçıları ifşa eden büyük şaire göre çözüm bellidir. Bu vatana sahip çıkmak.. Çalışmak; yılmadan, yorulmadan, usanmadan çalışmak:
Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir”
Davransana! Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok, leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin!
Kur’an şairi, “millet-i merhume”ye dirilişin tek kaynağını gösterir: Kur’an. Ona göre bu millet, Kur’an’ı “dirilerin” değil de “ölülerin” kitabı yaptığı için zamanın ölü milleti muamelesi görmüştür. Şu mısralar 1928 tarihli bir şiirinden:
Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için
Âkif, bu toprakların vicdanıdır. O susarsa, bu toprakların vicdanı öldü demektir. “Bu toprakların vicdanı susmasın” diyorsanız, Âkif’i yaşatın, Safahât’ı elinizden düşürmeyin

Mustafa İslamoğlu

“Zalimler, zamanı gelince nasıl bir devrilişle devrileceklerini mutlaka bilecekler.”

Medeniyet dediğin “medeni” olur, hak hukuk tanır, sözün gücüne inanırdı.
Onlar hiç “medeni” olmadılar, hak hukuk tanımadılar, kaba kuvvetle diz çöktüler, kaba kuvvetle diz çöktürdüler.
Ta Eski Yunan’dan beri, kölelerin, ezilen sınıfların, zayıfların omuzuna basarak yükseldiler. Onların saadeti, dünyanın onlar dışındaki kesiminin felaketi anlamına geldi.
Güçlü oldukları zaman İskender rolü, Sezar rolü oynadılar. “Veni, vidi, vici” dediler; “Geldim, gördüm, yendim!” Fakat zaferlerinin kaç mazlumun kanı, kaç masumun canı pahasına olduğunu hiç tınmadılar.
Savaşsız yapamadılar. Eğer bir dış düşman bulamadılarsa, bu kez birbirlerine düşman oldular. 25 yılda iki dünya savaşı çıkarıp, 60 milyon insanın canına okuma rekoru, tüm dünya tarihi içinde yalnızca onlara aittir.
İslâm güneşi Doğu’yu aydınlatırken; onlar birbirlerini “barbar” olarak adlandırıyorlardı. İslâm mahkemeleri adalet dağıtırken; onlar eli-ayağı bağlı zanlıları su dolu varillere atıyor, batarsa suçlu, batmazsa suçsuz ilan ediyorlardı.
Haçlı seferleri sırasında Batı’dan gelen barbarların bebek eti yeme konusundaki alışkanlıkları, sadece Doğulu tarihçilerin değil, Batılı tarihçilerin de ilgisini çekmişti.
“Tanımak” onların defterinde hiç yer almadı. Hep “tanımlamak” için can attılar.
Bencildiler. Onlar “birinci dünya”, gerisi “ikinci”, “üçüncü”, bilmem kaçıncı dünyaydı. Onlar dünya haritasının tepesinde, geri kalanı onların altındaydı. Onların değerleri “evrensel”, dünyanın geri kalan kısmının değerleri “yerel” idi. İnsanlık sofrasına en son geldiler, utanmadan baş köşeye kuruldular.
Sömürgeciliğin adını “keşif” koyma becerisi onlarındı. Dünyanın geri kalanını soyup soğana cevirip halkını köleleştirmenin adını “uygarlaştırma”, kitle imha silahlarına sahip olmanın adını “caydırıcılık” koyan onlardı.
Devlet terörünün adını “evrensel adalet” koyma becerisine yalnız onlar sahipti.
“İstikrar” adı altında saldırganlık, “terörü bitirmek” adı altında küresel korsanlık yaptılar
Onları şimdi ABD temsil ediyor.
Onlara ait ne kadar kötü gelenek var, ABD adeta onun bir karışımı.
Roma’yı yakıp vahşi bir zevkle seyreden Neron’un ruhu onda hortladı.
Yarın Irak’ı yakıp yıkarken Neron’ca bir zevk duyacak. Atını senatör ilan eden Kaligula’nın deliliğinden onda bir damar var.
Haçlı yağmasının 21. yüzyıl versiyonudur o. Bebek eti yemekten zevk almıyorlar belki, fakat bebek öldürmekle safari yapmak arasında fark görmedikleri de bir gerçek.
Firavun “Ben sizin en büyük tanrınızım” demişti. O bunu söylemiyor, hatta “Tanrı’ya inandığını” söylüyor, fakat tanrılığını kabul etmeyenlere yeryüzünü dar getireceğini ekliyor.
Uydularıyla “her şeyi gören”, radarlarıyla “her şeyi işiten” olduğuna inanmamızı istiyor. Silahlarıyla “kahhâr”, dolarlarıyla “rezzâk” olduğuna inanmamızı istiyor.
Dilediğimi yaşatır, dilediğimi öldürürüm. Dilediğimi yüceltir, dilediğimi alçaltırım. Dilediğimi ağlatır, dilediğimi güldürürüm diyor.
Her Firavun’un bir Musa’sı olduğunu unutuyor. Her Nemrud’un burnundan girip beynini yiyen bir sineğin bulunacağını unutuyor. Her ilahlık iddiasının “şeytanlık” olduğunu görmezden geliyor.
Biz Hiroşima’yı, Nagazaki’yi, Cenk Kalesi’ni, Guantanamo’yu unutmadık. O da Filipinler’i, Domuzlar Körfezi’ni, ölülerini dahi alamadan kaçtığı Tebes Çölü’nü unutmasın.
Ve şunu unutmasın: Allah, Amerika’dan büyüktür.

“Zalimler, zamanı gelince nasıl bir devrilişle devrileceklerini mutlaka bilecekler.” (Kur’an, 26.227)

Mustafa İslamoğlu

Rekorun dekoru!

Yine rekor diye açıklandı: İşsizlik oranı yüzde 15.5' e çıkmış.
Bu oranın sayıyla 3 milyon 650 bin işsiz kalmış insan olduğunu...
Bir yıl içinde işini kaybedenlerin 1 milyon 59 bin insan olduğunu...
Kentlerde işsizlik oranının yüzde 17'yi geçtiğini de...
Genç nüfusta işsiz oranının her 100 gençte 21 genç insan iken bir yılda 28 genç insana çıktığını da bu rekorun dekoru olarak gözünüzün önünde tutun.
Sadece her 100 insanda 15'e çıkmış bir sıkıntı değil; her 100 gençten en az 29'unu boğmakta olan bir umutsuzluk rekoru bu.
2001 krizinde milyonlarca insan, ülkenin felaketini katmerlendiren batık ve zayıf bankaları, sorunlu bankacılığı da sırtında taşıdı.
Bu krize, ne iyi, bankalar sağlam girdiler.
Fakat; işten çıkaran veya zor durumdaki küçük, büyük şirketleri, atölyeleri, fabrikaları hemen sıkıştıran, kart borçlularını kovalayan, kredi borcunu aksatanı avlayan, maaşını kendisinden alana dahi kredi açmakta nazlanan, 2001'de kendilerini sırtta taşımış olanları hemen yük görüveren bankalar da rekor kâr elde edebiliyor.
Bu diyalektiği idrak etmek için herkesin kendi felaketini yaşaması şart sanki.
Ama öyle.
2001'de medyada yoğun işten çıkarmalar olduğunda, büyük bir medya grubunun rekor kâr açıkladığını hatırlıyorum.
Öyle bakakalmıştım!
Ama bütün dünyada "Borsa ile piyasa" buna da bakıyor.
Esnek vicdanla kolayca işten atılanların kıvrak cüzdana katkısı.
Çok ince zevkleri olabilen... Çoğu resim seven, heykel seven, spor seven, müzik seven, doğa seven, deniz seven, kitap seven, koleksiyon seven; yani öyle bilinen, öyle görünen iş dünyası büyüklerinin insanı en kolay safra görebilmelerindeki büyük büyü müthiş bir şey.
Buna serbest piyasa deniyor!
Bu büyüleyici masalda...
Tüketici diye her köşede kart verilen, her köşede mal pazarlanan, tapılan insan; çalışan olunca veya dermansız müşteri haline gelince anında tüketilmiş tükenmiş tüketim maddesine dönüşebiliyor işte.

Umur Talu

Org. Başbuğ'un entelektüelliği ne kadar tutarlı?

Üç hafta önce, 21 Mart 2009 günü burada yayınlanan yazının başlığı, ' Sanılanın Aksine Ordu Yeteri Kadar Profesyonel Değil' şeklindeydi. 'Profesyonel'i tırnak içine almıştım çünkü bu kelimeyi tam da Samuel Huntington'ın ' Asker ve Devlet' adlı kitabındaki anlamıyla (işinde uzmanlaşmış, siyaset dışı asker) kullanıyordum.
Ve işte GK Başkanı Org. İlker Başbuğ, ilk bölümü, "Biz tam da Huntington'ın kastettiği manada, yeteri kadar profesyoneliz" mesajını veren bir konuşma yaptı.
Ancak baştan sona çelişkilerle dolu olan söylevi, bu konuda da kendi kendisiyle zıtlaşıyordu:
* Profesyonel bir asker, kuruma yönelik olması gereken yıllık değerlendirme konuşmasına 200'e yakın gazeteciyi çağırır mı?
* Profesyonel bir asker, 'cumhuriyet', 'demokrasi', 'laiklik' gibi konularda uluorta konuşur mu?
Özetle profesyonel asker, derdini hükümete ve devletin ilgili kurumlarına anlatır; halka değil!
Gelelim bir diğer çelişkiye.
Org. Başbuğ'un Montesquieu, Weber, Huntington gibi düşünürlere başvurması bazılarının hiç hoşuna gitmedi.
"Ben buraya GK Başkanı'nın düşüncelerini öğrenmeye geldim. Montesquieu'yü merak etseydim, kitabını alıp okurdum" dediklerini kulaklarımla duydum.
Ben o görüşe katılmıyorum. Ancak fikir düşmanı kaba milliyetçiler böyle laflar eder.
GK Başkanı, kendini bir düşünce geleneğinin içine yerleştirmeye çalışıyor. Çok çeşitli fikir akımları arasındaki konumunu belirliyor.
Bu açıdan saygıyı hak ediyor.
(Madem konuşuyor, bari böyle konuşsun!)
Sürekli okurlarımız hatırlar: 3 Ekim 2007'de ' Yeni Bir Entelektüel Rakip: Genelkurmay' başlıklı yazıda, dönemin komutan söylevlerindeki entelektüel boyutun altını çizmiştim.
Evet, bu çabaya saygı duyuyorum ama ciddi bir de sorun var:
Aslında yaptıkları bir ' dünyayı anlama ve açıklama' çabası değil! Peki ne?
Basitçe şu: Popper'dan Fukuyama'ya çeşitli düşünürleri işlerine geldiği gibi kullanarak, Silahlı Kuvvetler'in demokrasimizdeki dengesiz konumunu meşrulaştırmaya ve sürdürmeye çalışıyorlar. (Hani şu ' vesayet' meselesi.)

Çelişkilerin ortaya çıktığı konulardan biri de Atatürk'le ilgili.
Başbuğ'u dinlediğimiz binada 12 yuvarlak Atatürk fotoğrafından oluşan devasa bir duvar süslemesi vardı.
Org. Başbuğ, yine kocaman bir Atatürk resmi önünde konuştu. Zaten binanın adında da Atatürk geçiyordu ( Atatürk Harp Oyunu ve Kültür Merkezi ).
Örnekler sonsuz. Hepimiz biliyoruz ki TSK, a'dan z'ye Atatürk ile dolu.
Durum böyleyken, "Atatürkçü Düşünce Sistemi, ne yapılmasını anlatan bir ideoloji değildir. Akıla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür" demenin ne gereği var?
Bilmeyen de, Cumhuriyeti kuran askerden değil de, Descartes benzeri bir metodik düşünce kuramcısından söz edildiğini sanacak!
Bir kişinin özlü sözlerini mütemadiyen tekrarlayacak, ismini caddelere, okullara, kışlalara verecek, fotoğraflarıyla hislenecek, törenlerde ' ölmedi, içimizde' diye bağıracak, onun adına darbeler yapacaksınız.
Bundan ala ideoloji mi olur?
Kemalizm bal gibi bir ideoloji işte! Resmi ideoloji. Ordunun ideolojisi. Anlamıyorum; lafı ne diye dolandırıyoruz?

Emre Aköz

Asker tarafından adam yerine konulmak

Bazıları o kadar ezik, o kadar boynu bükük durumdalar ki, alt tarafı bir
"brifinge" çağırılınca sevindirik oluyorlar...
Tabii bunda "şimdilik darbe yapmıyorlar ama bakarsın günün birinde yaparlar, aman aramızı bozmayalım, iyi geçinelim, kızdırmayalım" korkusunun da payı var.
İddiaya girerim, bunlar paşanın yanında ellerini ceplerine de sokamazlar, bacak bacak üstüne de atamazlar, sigara da içemezler!
Kokteyllere davet edilmek ya da edilmemek de "hayat memat" meselesidir onlar için. "Lacileri çekip" koşarlar ya da tam tersine "karalar bağlarlar" ...
Asker tarafından adam yerine konulmak, çok ama çok önemlidir bazıları için.
"Akredite" olmak sınıf atlamak gibidir yani!
Oysa verilen alt tarafı bir "brifing" ... Bilgi aktarımı... Elbette verilecek... Ama sanki bir "manifesto" gibi algılanıyor.
Ben gitmedim... Bir süredir gazeteye uğramadım, evden yazıyorum, davetli miydim değil miydim bilmiyorum. Olmasam da zarar yok. Yazarın ille orada "ispat-ı vücut" etmesine gerek de yoktur. Nasıl olsa her gazetede çarşaf çarşaf, her televizyon kanalında bangır bangır yer alacaktır, sen de yorum yapacaksan yaparsın. Nitekim, "tavır konularak" çağırılmayan Zaman ve Taraf gazeteleri hem haberini yazdılar, hem yorumunu yaptılar!
Ama biz, konuşmadan sonra verilen yemeğin Harp Akademisi'nin kaçıncı katında olduğunu, yemekte çorba, et, zeytinyağlı ve tatlı çıktığını, kimin kiminle hangi masaya oturtulduğunu, kimin boyunbağı takmadığını, kimin "papyonlu" geldiğini bile öğrendik. "Şıklığıyla göz dolduran" gazeteciler de varmış, derbeder dolaşanlar da... Sanki sosyete dilberi Fifi'nin yalı partisinden sözediliyor...
Paşayı dinlemekten sıkılmışlar, çaktırmadan birbirlerini "kesmişler" anlaşılan...
Demek ki bu olayın da kendine göre bir magazini, bir su koyuverme, bir cıvıma noktası var.
Hani utanmasalar, "paşanın yana taralı saçları ona sert ve fakat müşfik bir hava katmıştı, pırıl pırıl boyalı siyah ayakkabılarıyla uyum içindeki siyah kravatı kostümünü tamamlıyor, haki kumaş üzerine altın sarısı rütbe yıldızları şıklığını bütünlüyordu, ay şekerim, bu yıl asker modasına kurmay kırmızısı hâkim" falan diye de yazacaklar!
Bir de "ayağa kalkma" sorunu yaşanmış...
Orgeneral İlker Başbuğ salona girince bazı arkadaşlar ayağa fırlamışlar, bazıları önce fırlayıp sonra usul usul çökmüşler (sivil olduklarını hatırlamışlar), kimileri de "yalnızca cumhurbaşkanına kalkılır" diye hiç kıpırdamamışlar.
Hazin...
Türk basını kendini böyle böyle maskara ediyor, sonra da okuyucudan hürmet bekliyor.
Eminim dün gazeteleri okuyunca subaylarımız da gülmüşlerdir bazı kişilere...

Engin Ardıç

Öldükten sonra yaşayanlara, yaşarken ölenlere ve ölemeyenlere dair

Ölüm, hayatın öteki yüzü; her doğanın kaçamayacağı kesin ve keskin gerçek. Ölüm, ademoğlunu bekleyen zorunlu akıbet. Aslına bakarsanız, insanın bir an değil her an yaşadığı bir gerçeklik ölüm. İnsan bedeninde ölüm ve hayat her an yan yana, iç içe ve yüz yüze; insan hücre hücre, her an ölmekte ve her an dirilmekte. Her nefes verişte ölmekte ve her nefes verişte dirilmekte. Hz. Ebubekir'in "Ölüm'ü nasıl bilirsin?" sorusuna verdiği cevap, adeta bu gerçeği hatırlatıyor:
"Nefesi aldığım zaman veremeyecekmiş, verdiğim zaman alamayacakmış kadar kendime yakın bilirim."
Ölümle hayatın iç içe, birbiriyle senkronize bir biçimde, insan varoluşunun iki kutbunu oluşturması ve insanın ölümü bir an değil her an tatması, Kur'an'da bu gerçeği yalın bir biçimde dile getiren ayetin formuna da uygun düşüyor: "Her can, ölümü tadıcıdır." Cümlede, "tatmak"ın fiil formunda değil de ism-i fail formunda gelişi, insan ölümünün, yaşamla hep bir üst-alt akıntısı ilişkisine sahip olduğunu, belli bir zaman hasredilmeyip adeta her canın ölümü 'meslek' edindiğini ima ve ihsas ediyor.
Ölüm insan için o kadar çıplak ve tanıdık bir gerçek ki, tabiata gören gözlerle bakan biri, ölümün hayatla her an iç içe olduğunu ve bunun varlığın yasası olduğunu görür. Her 24 saat bir ölüm provasıdır insan için; gündüzü dünya, gecesi kabir, sabahı "ba'su ba'de'l-mevt" (ölümden sonra diriliş) olan bir prova. Bu ölüm provasını vicdanında hissedenler, gündüzün muhasebesini, kabre girer gibi girdikleri yataklarına girince vicdanlarında yapar, yargılanmadan önce kendilerini yargılarlar. Tıpkı, dünya hayatını hesabını verebilecek şekilde yaşayanlar, ahiret hayatında ebedi mutluluğu yakalaması gibi. Gündüzü âbâd edilmiş bir günün gecesi berbâd olmaz. Çünkü "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl dirilirseniz öyle mahşere çıkarsınız." Aynen böyle; gündüzünüz nasıl geçerse gecenize o yansır, gecenize ne yansırsa sabahınızı o belirler.
İslam sitelerinde mezarlar şehirlerin en ücra ve en uzak köşelerine değil, mücavir alanlara, mutena yerlere ve hatta şehrin merkezine kondurulurdu. İnsanların ölümle savaş halinde olduğu değil barış halinde olduğu İslam medeniyetinde, insanlar ölüleriyle yüz yüze, kapı komşusu gibi yaşarlardı. Aslında bu, kendi ölümleriyle yüz yüze yaşamak demeye gelirdi. Sabah perdelerini açtıklarında, mezar taşlarını görmek, onlara modern insana verdiği gibi ürküntü değil, muhasebe ve sorumluluk hissi verir, kabirleri kendilerine sürekli nasihat eden bir "nasihatçı" gibi algılarlardı.
Ölümü öldürmek istediği halde bir türlü bunu beceremeyen modernite ise, çareyi ölümü hatırlatan her şeyi insandan uzaklaştırmakta, yani insana bu en yakın ve en yalın gerçeği unutturmakta buldu. Ölümü kendisine düşman ilan eden modern birey, onu en olmadık yerlerde, en olmadık zamanlarda, en kötü ve korkunç yüzüyle kimi zaman trafik kazası, kimi zaman ölümcül bir virüs, kimi zaman intihar, kimi zaman kitle imha silahları ve kimi zaman da radyasyon vs. biçiminde karşısında buluverdi.
Ne dersiniz; ölümünü bir hamayıl gibi göğsünde taşıyan, onunla tanış olan, biliş olan, dost olan İslam insanıyla; onu hayatından uzaklaştırmak isteyen fakat bunu beceremeyince onu görmezden gelen, yok sayan modern birey arasındaki fark, sadece nicelik farkı mıdır?
Hayır, elbette nitelik farkıdır ve bu farkın temeli, "tek dünyalı" olmakla, "iki dünyalı" olmak arasındaki farktır. Tek dünyalılar için ölüm bir bitiş, bir son gibi algılanır. İki dünyalılar için ölüm, doğum kadar doğal ve tabii bir 'geçiş' noktasıdır.
Tek dünyalılar, hayatlarında yaptıklarının hesabını veremedikleri zaman, veremedikleri için ölüme sığınırlar; iki dünyalılar hayatlarının hesabını vermek için ölüme hazırlanır ve giderken "er-Rafiku'l-a'lâ" (Yüce Dost'a!...) diyerek giderler.
Tek dünyalılar için ölüm bir 'kaçış', iki dünyalılar için ölüm bir 'kavuşma'dır. Tek dünyalılar, yatırımlarını hep dünyaya yaptıkları için ölüm deyince gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi olur ve yüzlerinde korkunun rengini görürsünüz; onları ölüme razı eden tek şey 'dünyalarının yıkılması'dır. İki dünyalılarsa yatırımlarını orantısını kurarak iki dünyanın ikisine birlikte yaparlar ve bu nedenle de onları 'ölüm'le korkutamazsınız. Onları ölümle korkutmaya kalkanlar, hep ölüm karşısında titreyen tek dünyalı zavallılardır. Kendileri için geçerli olanın iki dünyalılar için de geçerli olduğu vehmine kapıldıkları için, kişilik satın almak için pazarlık yaparlar. Ruhunu satanların tümü tek dünyalıdır; hiçbir iki dünyalı, Allah'ın kendisine teklif ettiğinden aşağısına razı olmaz; onun içinde kula kul olmaz ve satın alınamazdırlar.
İbretle seyrediyorsunuz değil mi tek dünyalıların halini ve çift dünyalılarla aralarındaki derin farkı?

Mustafa İslamoğlu

15 Nisan 2009 Çarşamba

Bir ''gül'' ile bahar gelir mi?

Sorun bu soruyu! Ya da soruyu şöyle sorun: “Bir insan ne yapabilir ki?”
Herkes kendine dönüp sorsun: “Bir gülle bahar gelir mi?” ya da “Bir insan ne yapabilir?”
Bu sorunun cevabını merak edenler, kokusu çağları aşıp bize kadar ulaşan “Medine’nin Gülü”ne baksınlar, âlemlere rahmet Hz. Muhammed’e baksınlar.
Ki, O bir güldü. Çölün ortasında açmış bir gül. Bıtırak tarlasına döndürülmüş bir dünyaya baharı müjdeleyen bir gül.


Cins bir gül fidanıydı, bu açık. Çünkü vahiy, adeta, “Neden başkasını değil de beni seçtin Rabbim!” sorusuna bir cevap olsun diye, O’nu şöyle tanıtmıştı:
“Çünkü, Sen muhteşem bir ahlâka sahipsin!”
Bu gül fidanını Allah seçmişti. Cebrail gibi cins bir bahçıvanın elleriyle, vahyin projesine uygun olarak yetiştirildi. Vahyin O Gül’e dönük iki tasarrufu vardı: Tanıtmak ve inşa etmek.


Ama daha çok da inşa etmek. O’nu vahiy inşa etti. Öyle bir inşa ki bu, sonunda O, “ahlâkı Kur’an olan” biri oldu. Adeta O, şu sorunun canlı cevabıydı: “Kur’an’ı insana dönüştürsek, ortaya nasıl biri çıkardı?”


Bu sorunun cevabı belliydi: Efendimiz aleyhissalâtu vesselam.


O’nu kitaba çevirmek mümkün olsaydı, ortaya nasıl bir şey çıkardı?


Bu sorunun da cevabı belliydi: Kur’an vahyi.
İşte O Gül, çölün ortasında tek başına açtığında, kimse bir Gül ile baharın geleceğini düşünemezdi. Öyle ya; bir çiçekle bahar gelir miydi?


Eğer o çiçek baharı doğuracak bir bedeli ödemeyi göze alırsa, evet. Bir çiçekle bahar gelirdi. Üstelik bu bahar bin bahara bedel bir bahar olurdu. Öyle ki, bu baharın getirdiği kokuyu bin güz silemezdi. Üzerinden geçen asırlar, o baharın yeryüzünü yeşertme potansiyelini yok edemezdi. Ne kadar şiddetli geçerse geçsin, her kış istese de istemese de sonunda o baharın hizmetkârı olmak zorunda kalırdı.


Bir insan ferişteh olsa ne yapabilirdi ki?
Ferişteh olmasına gerek yok, ölümlü biri olarak dahi bir insan tüm bir dünyayı omuzlayabilir, bıtırak tarlasına dönmüş bir dünyayı gülistana çevirebilirdi. Yeter ki, imanı sınırsız bir imkân bilsin. Yeter ki, O Gül’ün bıraktığı mirasa ihanet etmeyip sadakat göstersin. Yeter ki, O Gül’ün kokusunu duyan bir yüreğe sahip olsun.


Hz. Peygamber bir çiçekle gelen baharın, bir kişiyle yeryüzünün gülistana dönüştürüleceğinin en güzel örneğiydi. Allah, O’nu bunun için “örnek” gösterdi. Gül olmak isteyenlere, “adam” olmak isteyenlere, bıtıraklara karşı mücadele etmek isteyenlere…


O’nun örnekliği, en sonunda gelip bir ilahi yasanın şahsında somutlaşıyordu: Bedelsiz ödül olmaz.
Bakın şu örneklere: O, Taif’e bir umut diyerek gitmişti. Çünkü Mekke’nin kini, O’nun varlığını ortadan kaldırmayı düşünecek noktaya gelmişti. Taif’te gülle karşılanmayı umarken gülleyle, taşla, küfürle, hakaretle karşılaştı. Kan-revan geri döndü. Fakat Mekke’sine de giremedi. Bu öyle bir bedeldi ki, artık “gücün bittiğinin, kuvvetin tükendiğinin” resmiydi.
Ve koyverdi çığlığını: “Bittim ya Rabbi!”


Bu çığlığı bekliyordu öteler. “Yettim kulum!” nidası bunun ardından gelecekti. Çünkü, Allah’ın yasası buydu: Biten ve bittim diyene, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyene, “Allah’ın yardımı çok yakın!” diyen bir Rahîm Rab vardı.


İşte, O’nun için ilahi yardım Sevr Dağı’nın tepesinde geldi. Peki, oraya kadar çıkmak şart mıydı? Tepede gelen yardım, dibinde gelemez miydi? Evet, öyle! Çünkü ilahi yasa bu. Allah yasasını, muhatap Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed bile olsa bozmazdı.
Peki, biz neyi bekliyoruz? O evrensel Gül için bozmadığı yasayı, biz dikenler için bozmasını mı? İşte bu olmayacak.


Dünyanın Gül’üne, sonsuz salât ve selam ile…

Mustafa İslamoğlu

Bahçeli, Ergenekon ve ötesi

Türkiye’de darbe yapmak isteyen çetenin hedefi Tayyip Erdoğan ise de önünde engel gördüğü tek siyasinin Devlet Bahçeli olduğunu ister ‘sağ’da ister ‘sol’da olsun herhalde herkes fark etmeye başladı... Açık söyleyeyim; şayet Bahçeli genel başkan olduktan sonra, geçmişin karanlık tablosunda MHP’ye musallat olan elleri tasfiye etmemiş; partinin tavır ve üslubunu değiştirip yüzü demokrasiye dönük bir siyasi yapı inşaya yönelmemiş olsa, şüpheniz olmasın ki bugün farklı nitelikte ve boyutta gelişmeleri konuşuyor olurduk...
‘MHP’ye musallat olan eller’ dedim... Türkiye’yi 12 Eylül öncesinin girdabına iten, sosyalist düşünceye inanmış kadroları nasıl iğfal ettiyse, MHP kadrolarından ve Ülkücü gençlik gövdesinden kopardıklarının vatanseverlik duygularını kullanan, oların yetmediği yerde sızdırdığı ajanlar üzerinden bir dizi provokasyon sergileyen yerli/yabancı ellerden söz ediyorum...
Bahçeli’nin bu bağı koparmış olması nedeniyledir ki Türkiye’yi kurcalayan elin tali uzantılarından biri Susurluk kazasının üzerinden yıllar geçtikten sonra bugün kısmen deşifre olmaya başladı. Keza kimi sol örgütlerin hâlâ istihbarat birimleri tarafından yönetilmeye devam ettiği de.
MHP geçmişte benimsediği devletperest siyaseti ve üslubu sürdürseydi, örneğin DTP’nin asayiş kuvvetlerinin kontrol edemediği, kanlı sahnelerle dolu kışkırtıcı sokak gösterilerinin ne boyutta olaylara dönüşerek ülke çapında tırmanacağını düşünmek bile yeterince
ürküntü vermeye yetmez mi?
MHP liderine yönelik eleştirilerin odağında işte bu kritik denge eşiğinin bulunması manidardır. Bahçeli MHP gençliğini sokağa dökmediği için eleştiriliyor, Ülkücüleri iğdiş etmekle suçlanıyordu. İtidal demesi korkaklığının, müdahaleyi devletin güvenlik güçlerine bırakın demesi pısırıklığının, raydan çıkmış dernekleri kapatması eyyamcılığının işareti olarak gösteriliyordu. Ama tutmadı evdeki hesap. MHP zaptiye değil parti olma iradesini muhafaza etti. Daha ötesi tarihinde rastlanmayan şekilde sorunlara çözüm üretme ve önerilerini laf olmaktan çıkarıp projeye dönüştürme noktasına geldi. Nitekim cumhurbaşkanlığı krizi ‘malum eller’in olanca kışkırtmasına karşın MHP’nin demokrasiye ve milli iradeye bağlılığı sayesinde aşıldı.
Sıkıntı 29 Mart’ta alınan sonuca rağmen geçmiş değil. MHP lideri hâlâ eleştiri oklarının hedefi. Meydanlara çıkmaktan, gazete ve televizyonlara röportaj vermekten kaçınmasının çağdaş lider sayılmasına mani hal olduğuyla başlayıp uçağa binmekten korkmasına kadar uzanan bir dizi yakışıksız laf üretiliyor hakkında. Bunları kim söylüyor derseniz, geçmişte arsızlığı neredeyse bakanlığın alt katına inşaat malzemeleri dükkânı açacak raddeye varmış birileri! (bkz. Koray Aydın -AK-)
Eskiyen ve artık fazlasıyla deşifre olan ağabeyiyle seviye farkı dolayısıyla vitrine koyduğu söz bu düzeyde olan tezgâhtarın dilinin döndüğü kelimeler ne olursa olsun Bahçeli’den şikâyetin sebebi bu değil elbette. Türkiye’nin yangın yerine dönmesinin önündeki engel
MHP lideri. Ve hâlâ ‘ Mani zail olursa memnu avdet eder’ düşüncesiyle birileri bir yerlerde onun şu ya da bu şekilde görevden ayrılacağı günün, ‘tak fişi bitir işi’ usulüyle sonuç alınan günlerin hayalini kuruyor olabilir pekâlâ.
Bahçeli korktuğu için uçağa binmedi, amenna. Muhsin Yazıcıoğlu korkmadı da
ne oldu, diye sormak da mı gelmez mi akla bunu söylerken?
Başladık sürdürelim komployu; madem şu an için Ülkü Ocakları’nı devreye alamıyoruz, Yazıcıoğlu’nu safdışı edip Alperen Ocakları’na el atarak acil ihtiyacı giderelim diye düşünmüş olamaz mı bizim Big brother? Ne dersiniz?

Avni Özgürel

TSK’da kırılma noktası

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un davetlisi olarak Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki toplantıdaydık. Emekli komutanlar, akademi öğrencisi subaylar, sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin yanı sıra 200’e yakın davetli gazeteci vardı.

Salonun panaromik görüntüsü, ilk bakışta tuhaf geldi bana. Sanırım, gelişmiş demokrasilere sahip hiçbir ülkede bir genelkurmay başkanı, çözümü siyaset kurumuna ait sorunlara ilişkin değerlendirme toplantısı düzenlemez.

Böyle bir toplantı düzenlense bile ülkenin tüm ileri gelen gazetecileri koştururcasına o salona doluşmaz. Bu tablo bile gösteriyor ki, Türk demokrasisinin kendine özgü koşulları var.

Buna rağmen o tuhaflık, Başbuğ’un salona girişi sırasında gösterdi kendini. Öndeki protokol ve en gerideki sıralara yerleşen subaylar tümden ayağa kalkarken, sivillerin yerleştiği orta sıralarda ‘dalgalanma’ oldu.

Özellikle gazeteciler birbirlerine baktılar, ayağa kalkılıp kalkılmayacağı konusunda tereddütleri vardı anlaşılan. Kimileri uydu protokole, kimileri oturmayı tercih etti.

İlker Paşa ise üç eski genelkurmay başkanının arasına oturdu; solda Hüseyin Kıvrıkoğlu, sağda İsmail Hakkı Karadayı ve Yaşar Büyükanıt vardı. Konuşması ise tahminlerin aksine daha uzun sürdü.

Başbuğ, kürsüye üniformalı çıktı, ancak bir üniversitede öğretim üyeliği yapan akademisyen edasında konuştu. Zaten kendi de sivil-asker ilişkileri, terör, terörle mücadele, demokrasi ve laiklik konularındaki aktüel tartışma konularına akademik pencereden bakmaya çalıştığını anlattı.

Ancak ‘akademisyen edasında’ derken kastım, son Ergenekon dalgasında gözaltına alınan darbeci akademisyenlere gönderme yapmak değildi. Sanki onlar postal içinde üniformalı, Başbuğ sivildi. Genel hatlarıyla demokrasiyi önemseyen, temel hak ve özgürlükleri referans alan bir general vardı karşımızda.

Her fikre açıldı

Başbuğ’u dinlerken farklı düşüncelere sahip gazetecilere yönelik davetin gerisinde yatan temel nedene dair fikir sahibi oldum. Başbuğ, ezber bozan açıklamalarını her fikre tanıtma kaygısı içinde gibiydi.

Anlaşılmak istiyordu. O nedenle fikir yelpazesinin açısını çok geniş tuttu. Uzlaşmacı, sorgulayıcı, birleştirici bir yaklaşım içinde, dargın veya kırgın olduğu her kesimle barışmak ister gibiydi.

Tek istisnası vardı; o da dini cemaatler.

Din eksenli cemaatlere karşı sert tepki gösterirken, ‘irtica’ kavramını kullanmaktan kaçınması dikkat çekiciydi. Sıkça ‘mütedeyyin’ ifadesine sarıldı. ‘Mürteci’ ve ‘mütedeyyin’ ayrımı, asker açısından orijinal bir yaklaşımdır.

İlk defa bir genelkurmay başkanı ‘irtica’ tartışmasına akılcı ve gerçekçi yaklaştı. Keşke, CHP de aynı duyarlılığı gösterebilse. Başbuğ’un bu minvalde orduyu ‘peygamber ocağı’ olarak tanımlaması, çok dikkat çekiciydi.

Başbuğ’un şaşırtan ikinci önemli mesajı, kimlik tartışmasına yönelik olanıydı. Düne kadar harp okullarında ‘kart-kurt’ olarak anlatılan Kürtlere Harp Akademisi’nde Başbuğ’un dilinden ‘alt kimlik’ verildi. Elbette, genelkurmay başkanı kimlik dağıtıcısı değildir.

Ancak askerlerin Kürt meselesine köhnemiş kavramları terk ederek çözüm aramaya başlaması hafife alınmamalıdır. Başbakan Erdoğan’ın geçmişteki benzer ifadelerini kimi komutanların nasıl bir ‘ihanet’ kampanyasına dönüştürdüğü unutulmasın.

Af mesajı

En az onun kadar önemli mesajı, PKK’nın toplumsal zemininin kaydırılmasına yönelik çözüm önerisiydi. İlk defa kamuoyuna açık şekilde ‘af’ mesajı verdiler. Mesajdan çıkardığım kadarıyla, TCK’daki etkin pişmanlık maddesinin revize edilerek yeniden düzenlenmesi konusunda hükümete öneride bulundu.

Böylece, bir süre önce Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın dile getirdiği Kürt açılımına Başbuğ da sahip çıkmış oldu.

Hele şu söz her şeyi anlatmaya yeter artar bile; ‘Terörist de neticede insandır... Çeşitli nedenlerle evlatlarını örgüte kaptıran ana ve babaların duydukları acıları ve onların içinde bulundukları durumları da düşünmek ve onları anlamak zorundayız.’

Yine ilk defa bir genelkurmay başkanından çocukları PKK’da bulunan ana ve babalara ‘insani’ mesajlar gönderildiğine tanık olduk.

Atatürk’ün bir sözüne atıfta bulunarak cumhuriyeti ‘Türkiye halkı’nın kurduğuna dikkat çeken Başbuğ, bu ifadedeki ‘Türkiye’ sözcüğünün çekilerek yerine ‘Türk’ kavramının konmasının etnik milliyetçilik olacağını anlattı.

Aynı şekilde dini azınlıklara yönelik parlamentoda temsil temennisinde bulunması da Başbuğ açılımının boyutlarını ortaya koyan bir diğer önemli mesajdı.

Demokrasiye sadakat

Ezber bozan bu açıklamalara ilave olarak Başbuğ’un laiklik vurgusuna demokrasi kavramını eklemesi ise üzerinde durulması gereken açıklamadır. Israrla, TSK’nın demokrasiye bağlı olduğunun altını çizerek, temel hak ve özgürlüklerin önemine değindi.

Tüm bu özgürlükçü açılımlara rağmen Başbuğ’un hala bazı şüphelerden kendini kurtaramadığı izlenimini edindim. Demokrasi kisvesi altında TSK’nin sistematik olarak yıpratılmaya çalışıldığını ve kasıtlı olarak din düşmanı kurum gibi gösterilmek istendiğini söyledi.

Belki bazı kaygılarında haklı olabilir ama sepetteki çürük elmaların temizlenmesine yönelik yayınları sözkonusu sistematik yıpratma kampanyası içinde değerlendirmenin yanlış olacağını düşünüyorum.

Görüyorum ki, hala ‘şüpheler’ diyalog süreci önünde engel olarak duruyor. Umudum, bu korku bariyerinin de aşılması yönündedir.

Her şeye rağmen, Başbuğ’un dünkü demokratik açılımı, TSK tarihi açısından bir kırılma noktasıdır.

Şamil Tayyar

14 Nisan 2009 Salı

Ağla ey kavmim!

Ey kavmim!
Dünden bugüne hâl-i pür melaline dön de bir bak. Düşmanlarının putuna tapıyorsun, ama bunun farkında bile değilsin.
İsrailoğulları da öyle yapmıştı. Firavun'un zulmünden kurtulunca, gerçek kurtarıcılarını çabuk unuttular. Musa Tur'a, Rabbinin mesajını almaya gittiğinde, ellerindeki altın gümüş takılardan bir heykel yapıp tapmaya koyuldular. Bu taptıkları buzağı heykeli, kimin tanrısıydı biliyor musun? Kendi özgürlüklerine ve hayatlarına kasteden Firavun'un. Yani düşmanlarının.
Kendi peygamberlerini taşlayan, linç eden, çarmıha geren İsrailoğulları gibi, iyilerini taşlıyorsun Ey kavmim! İçindeki iyiliği taşladığını, onu katlettiğini bilmeden yapıyorsun bunu. Seni aydınlatmak için yanan her ışığı, bir kova su alıp söndürmek için koşuyorsun. "Yangın var!" diyenlerin ardınca gidiyorsun. Bilmiyorsun ki ışığı söndürmek için seğirtenler, senin imanını kundaklayanların ta kendisidirler.
Ey kavmim!
Tıpkı, kendi peygamberlerine "Sen ve Rabbin gidip savaşın, biz oturup burada sizi bekliyoruz" diyen İsrailoğulları gibisin. Özgürlük uğruna bedel ödemeye yanaşmıyorsun. Sözleşmene ihanet ediyorsun. Men ve Selva'yı önünde bulsan, "Hani bunun soğanı sarımsağı?" diyorsun. Soğanı, sarımsağı özgürlüğe tercih ediyorsun. Hakikatin ardınca değil, atalarının ardınca gidiyorsun. Ölülerin için ölüyor, fakat dirilerini ellerinle öldürüyorsun.
Ey kavmim!
İsa'nın diliyle "badanalı kabirlere benziyorsun". Dışardan alımlı-çalımlı görünmeye çabalıyorsun, fakat için leş gibi kokuyor. Paraya ve korkuya iman ediyorsun. Efendilerin seni para ve korkuyla güdüyor. O efendiler ki, onlar senin eserindir. Bu halinle sen, celladını doğuran talihsiz analara benziyorsun. Suçu savunuyor, suçluyu koruyor, mağduru tekmeliyorsun. Zalimi yüceltiyor, mazlumu eziyorsun. Değerlerini pazarlıyor, kimliğinden utanıyorsun.
Ey kavmim!
Tufanın kokusu geliyor, fakat sen gemileri ve gemicileri taşlıyorsun. İbrahim'e su taşıyanları suçluyor, Nemrud'a odun taşıyanları alkışlıyorsun. Asiye'ye "asi", Hacer'e "kaçak", Meryem'e "günahkar" gözüyle bakıyorsun. Hüseyin'e "zavallı", Zeyneb'e "hesap bilmez" gözüyle bakıyorsun. Eğer Lady Godiwa işgalciler tarafından senin şehirlerinde çırılçıplak soyulup dolaştırılsaydı, hep birlikte kapı altından seyredecekmiş gibi duruyorsun. Jean Darck'ın ateşini tutuşturmak için sıraya giriyorsun. Söyle ey kavmim, içinde kaç Mata Hari barındırıyorsun?
Ey kavmim! Nuh Kavmi'ni unutma! Âd ve Semud kavimlerini unutma! Sodom ve Gomore'yi unutma! Karun'u unutma!
Ey kavmim!
Safını seç. Anlamdan yana mısın, anlamsızlıktan yana mı? Sevaptan yana mısın, günahtan yana mı? Adem'den yana mısın, İblis'ten yana mı? Habil'den yana mısın, Kabil'den yana mı? İbrahim'den yana mısın, Nemrut'tan yana mı? Musa'dan yana mısın, Firavun'dan yana mı?
Güce tapma ey kavmim! Zalimini öz ellerinle besleme! Korkuya boyun eğme ey kavmim! Zillet halkasını ellerinle boğazına geçirme! Sana fiyat biçenlerin ödediğine aldanma ey kavmim! Sana değer biçenlerin yüreğine sığın.
Unutma ki kulun gücünün bittiği yerde Allah'ın yardımı başlar.
İçindeki iyileri gözet! Onları içinden çıkardığın eşkıyalara rüşvet verme! Toplumsal değişimin baharı geldiğinde kullanacağın bir maya bulunsun. Ona gözün gibi bak. Yüreğinde bir inci gibi sakla zamanın afetlerinden, kendi afetlerinden.
Ağla ey kavmim! Anla ey kavmim!

Mustafa İslamoğlu

Bir yanlışlık var

Hayrola, yeniden darbe-öncesi provokasyonlar dönemine geri mi dönüyoruz? Sağda-solda çıkan yazı ve değerlendirmelere bakarsanız, öyle... Önce, polislere ders veren iki akademisyen “Aman, dikkat” uyarısında bulunan yazılarla okur karşısına çıktılar; sonra Fethullah Gülen'in görüşlerine yer veren bir internet sitesi Muhsin Yazıcıoğlu'nun vefatı sonrasında Alperenler'in taşkınlık yapmadan yürümelerine müsaade edilmesini talep eden bir yazıya yer verdi. Can Dündar bu ikisini birleştirip kendisi bir 'uyarı' yazısı yazdı.

İsterseniz önce Can Dündar'ın Milliyet'teki yazısının hüküm bölümüne göz atalım:

“Mesaj kimeydi? 'Tasfiye sürecindekilerin son çırpınışları' mı? / Taraf yazarlarının dediği gibi, 'yeni bir darbe ortamı hazırlığı' mı? / Göreceğiz. Burada beni asıl kuşkulandıran, Gülen'in (Taraf yazarlarının aksine) Alperenler'i kollayan tavrı oldu. / Hatırlayacaksınız aynı Gülen, geçen haftaki mülakatında da 'bazı şer odakları'nın yeni tezgâhlar peşinde oldukları uyarısını yapmış, 'Amaçları, müdahaleye zemin hazırlamak' demişti. / Gülen'e göre, bazı kesimler, kitap okuyan hakiki Müslümanları ('Fethullahçılar?') ellerine silâh verip terörist gibi göstererek, 'kitapların sahibi zat'ın ('Fethullah Gülen?') posterlerini evlerine asarak iki yerde eylem yaptırabilir ve irtica yaygarası koparabilirlerdi. / Ne zaman veriyordu Gülen bu mesajı?.. / Tam da Obama Ankara'da 'ılımlı İslâm' projesini çöpe attığını açıklarken... / Bush patentli bir misyonun üzerindeki Amerikan zırhı kalkarken... / Tuhaf bir şeyler oluyor. / Belki son bir hesaplaşma, belki yeni bir tezgâh...”

Can Dündar “Uyanık olmakta yarar var” diye bitirmiş yazısını. Polis Akademisi öğretim üyeleri Önder Aytaç ile Emre Uslu'nun dikkat çeken yazısı da benzer bir 'uyarı' ile bitiyor: “Şimdi 'Taraf' olmak zamanı!.. Şimdi uyanık olmak zamanı!.. Şimdi artık yeter demek zamanı...”

Milliyet'teki yazıda Fethullah Gülen'e atfedilen görüşlere erişmek için özel bir çaba sarf ettim; Dündar, Gülen'in sohbetlerine yer verilen sitede 30 Mart tarihinde şu satırların yer aldığını yazıyor: “O insanı sevenler, böyle yaralı oldukları bir dönemde ağızlarını, dillerini kontrol altına almakta zorlanabilirler. Ancak nihayetinde bu, sözün bittiği yerdir, demek lazım. Sokaktaki insanlar kaba kuvvetle telkin edilmemeli. Umumun malına zarar vermeden, taşkınlık çıkarmadan yürüyor, bağırıyorlarsa, örneğin, 'Alperenler, başbuğlar ölmez' diye haykırıp boşalıyorlarsa onların hakkıdır; buna müsaade edilmelidir.”

O siteye ben de girdim ve farklı bir değiniye ulaştım. Şöyle diyor Fethullah Gülen: “Alperenler arasından yüreğindeki yangını sokakta bağırmak suretiyle söndürmek isteyenler de çıkabilir; bunu da anlayışla karşılamak ve acıya ortak olmak lazımdır.”

Herhalde dikkat etmişsinizdir; iki metin arasında bayağı önemli farklar var.

Bu konuya sellemehüsselâm girişimin sebebini de yazayım da o farkların neden önemli olduğunu daha iyi anlayalım: Bir dostum, hani BBP lideri Muhsin Yazdıcıoğlu'nun uğradığı helikopter kazasına daha ilk günden “Suikast olabilir mi?” diye yaklaşan dostum, neredeyse ilk günden bu kuşkusunu Alperenler örgütünün sahipsiz kalması tehlikesine bağlıyor. Dediği şu: “Yazıcıoğlu'nun vefatı örgüt için büyük bir kayıp. Birileri onlar üzerinden bazı hesaplarını gerçekleştirmek istiyor olabilir...”

Fethullah Gülen'in de benzer bir duyguyla yüklü olduğuna inanıyorum. Aslında Alperenler'e “Dikkatli olun” demek istiyor, ama bunu sanki dolaylı yoldan anlatıyor: “Yüreğinizdeki yangını bağırarak söndürmek isteyebilirsiniz, bunda bir mahzur yok; ancak daha ötesine lütfen sapmayın.”

Alperenler heyecanlı gençler... Muhsin Yazıcıoğlu örgütün isminin yanlış eylemlerle birlikte anılması konusunda ne kadar hassastı, hatırlayalım. Kendisiyle fotoğraf çektirmiş bir grup arasında Hrant Dink suikastında ismi geçen bir gencin bulunması kendisini çok rahatsız etmişti. Derhal o tür insanlarla kendisi arasına mesafe koydu. Yanlış eylemlerle örgütü ilintilendirmek isteyenlere tepki verdi.

Şimdi yeniden en başta sorduğum “Hayrola, yeniden darbe-öncesi provokasyonlar dönemine geri mi dönüyoruz?” sorusuna dönelim. Böyle bir ihtimal var mı gerçekten?

“Var” diyenler kusura bakmasınlar, çünkü görüşlerine itirazım var. Alperenler herhalde kendilerini kullandırtmaz. Türkiye'nin eskiden yaşanan türden 'kışkırtıcı eylemlere' bugün fazla açık olmadığı kanaatindeyim. Birileri bir yerlerde ülkeyi karıştıracak eylemler planlıyor olabilir, ancak hayata geçirmede eskisi kadar şansları olacak mı? Hiç sanmıyorum.

Her şeyden önce içte ve dışta destek bulamayacaklarına eminim. İçte etkili odaklardan, dışta güçlü ülkelerden destek alınmaksızın girişilecek her türlü provokasyonun bunu planlayanların elinde patlaması mukadder görünüyor bana.

Tabii bizler her daim 'uyanık' davranırsak.

Taha Kıvanç

Bakü'de üslenip Türkiye'de iktidar hesabı yapanlar var!

Türkiye ile Azerbaycan arasında şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde bir krizin varlığı gerçek mi yoksa bir pazarlama mı? Türk-Ermeni ilişkilerindeki seyir, yakınlaşma, sınır kapılarının açılması tartışması, Türkiye'deki "Ermeni Lobisi"nin etkileri, Türkiye'nin "yakın çevre"sine ilişkin sorunları sıfırlama stratejisi, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin bundan sonraki seyri, 24 Kasım'a yönelik caydırıcı çabalar, Kafkaslar'daki jeopolitik satranç, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin hükümetleri aşan boyutu gibi bir çok başlık altında tartışılması gereken konu hakkında birkaç paragrafta söylenebilecekler elbette yeterli olmayacak.

Ancak bütün bunların ötesinde bugünlerde "olağan" olmayan bir görüntünün varlığı gerçek. Aslında aylardır varolan, giderek yükselen, bazı çevreler tarafından sabote edilen, Türkiye karşıtı bir kampanyaya dönüştürülmek istenen, Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasını Azerbaycan'ı karşıtmış gibi gösterme eğiliminin hissedildiği, gelişmeleri kendi niteliğinden koparıp başka bir tabloya dönüştüren adeta bir kampanya var.

ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye ziyareti sırasında zirveye çıkan, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev'in İstanbul'daki Medeniyetler Zirvesi'ne katılmayı reddetmesiyle kendini gösteren her yönüyle Türkiye için son derece kritik önem arzeden bir süreç. Bütün bunlar bilgi kirliği ve yanlış anlamalarla da birleştirilince Ankara-Bakü arasındaki ilişkilerde bir nevi kırılma görüntüsü veriyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, bütün tartışmalara nokta koyarcasına; "Karabağ'da çözüm olmazsa kapı açılmaz" sözü bile sert rüzgarları dindirmeye yetmedi. Oysa bu söz, Türkiye'nin "değiştirilmesi çok zor" stratejilerinden birinin altını çiziyordu. Daha kısa cümlelerle tartışalım:

1- Ermenistan'la yakınlaşma, öncelikle Türkiye'nin yakın çevresindeki krizleri sıfırlama politikasının bir sonucu. Ankara; Ermenistan'la yakınlaşma konusunda, dar anlamda ve kısa vadeli çıkarlarla hareket edecek bir ülke değil, buna da ihtiyacı yok. Bütün komşularıyla çok iyi ilişkiler geliştiren Türkiye'nin önünde çözülmemiş tek ilişki olarak Ermenistan var.

2- Ermeni meselesi ve soykırım konusu Türkiye'nin Osmanlı'dan bugüne üstesinden gelemediği, Türkiye'nin bölgesel ve uluslar arası konumunu belirleme gücüne sahip, daraltıcı, mahkum ettirici, bölgesel ve uluslararası hesaplarını boşa çıkarıcı bir sorun. Çözümü çok zor, sancılı ama Türkiye'yi rehin alan bir sorun. "Komşularla iyi geçinme" projesinin çok ötesinde bütün dünyayı Türkiye'nin karşısına diken yaşamsal bir sorun. Elbette kolay çözüm beklenmiyor. Ama bu şekilde kalması Türkiye'ye uzun vadede ağır bedeller ödetmeye devam edecek. Türkiye'nin, bu sorunu çözmeden 21. Yüzyıl'a dönük pozisyon belirlemesi neredeyse imkansız. Bir yerden başlanması gerekiyor.

3- ABD ve Avrupa'nın, Türkiye'nin Kafkaslar'da beraber hareket ettiği Batı cephesinin Güney Kafkaslar'a yönelik en büyük projesi, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi bölgenin üç ülkesini Rusya'nın etki alanından çıkarmak. Bu projenin başarılı olamadığı tek ülke Ermenistan. Türkiye-Ermenistan yakınlaşması bir Batılı proje olarak da önümüzde duruyor. Bu süreç, Kafkaslar'daki güç mücadelesinin, jeopolitik restleşmenin de bir sonucu. Bu yüzden Ermenistan'ın Batı klübüne entegre olması için Türkiye'yi adım atma konusunda baskılar devam edecek.

4- Ancak Azerbaycan bu eksenin en önemli ülkesi. Hem kaynakları itibariyle hem de Hazar çevresine yönelik stratejik hesaplar nedeniyle Bu yüzden ne Türkiye ne ABD ne de Avrupa, Bakü'yü rahatsız edecek bir girişimde bulunamaz. Bakü'yü Rusya'ya yönlendirmek demek Batı'nın bu bölgedeki bütün hesaplarının çökmesi demektir. Bu yüzden İlham Aliyev yönetimi, Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasına karşı bu "kart"ı hissettiriyor. Ancak bunu hiçbir zaman yapmayacaktır. Azerbaycan yönetiminin böyle bir lüksü olduğunu sanmıyorum.

5- Rusya-Azerbaycan arasında Karabağ dışında bazı bölgelerin iadesi konusunda görüşmeler söz konusu. İlginçtir, bir süre önce Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Ermeni meslektaşıyla aynı konuları görüşüyordu. İlk etapta altı kasabanın iadesi konusunda ciddi ilerlememe kaydedildi ve Babacan Bakü'ye giderek durumu aktardı.

6- Ankara-Bakü arasında kriz değil, bir iletişim sorunu var. Türkiye Erivan'la yakınlaşmayı Karabağ'da çözüm arayışı ile paralel tutuyor. Sadece 24 Kasım'da ABD yönetiminin "soykırım" açıklaması ihtimaline karşı süreç hızlandırıldı. Ancak Türkiye'nin Azerbaycan'la ilişkilere ve Güney Kafkaslar'a bakışında hiçbir politik değişim söz konusu değil. Süreç, Ermenistan'ın Karabağ dışındaki topraklardan çekilmesiyle son bulacaktır. Karabağ konusunda ise özel bir çalışma başlatılacaktır.

7- Öyleyse sorun ne? Asıl önemli olan burası işte. Burada iki gerçek var. Krizin asıl sebebi bu iki gerçek. Birincisi Kafkaslar'daki jeopolitik restleşme. Türkiye ve Batı ile Rusya arasındaki güç mücadelesi. Ermenistan'ın Batı eksenine kayması Rusya için bütün Güney Kafkaslar'ın kaybı anlamına geliyor. Bunun sonuçları da Moskova için yıkıcı olacaktır. Bu yıkıcı etki Kafkaslar'ın çok ötesinde sonuçlara yol açacaktır. Bu yüzden, Batı'nın Ermeni restine Rusya Azerbaycan üzerindeki nüfuzu ile karşılık veriyor. Bakü yönetimi ve Azeri halkı bu dönemde son derece duyarlı olmak zorunda.

İkinci gerçek ise trajik bir durum. Bazı çevreler bu durumu Türkiye'nin iç politik tartışmalarıyla ele alıyor. AK Parti iktidarına karşı Azerbaycan üzerinden bir operasyon yürütülüyor. Bu çevrelerin dar iç politik hesaplarıyla Türkiye ve Azerbaycan halkı birbirine karşı kışkırtılıyor. Bence bu konu üzerinde ısrarla durmakta fayda var. Özellikle hükümetin, Türkiye'de iktidar hesabı yapanların böylesine hassas bir konuyu istismar eden çevreleri, Azerbaycan'ı Türkiye'ye karşı kışkırtanları iyi izlemesi gerekiyor. Bu çevreler yaptıklarıyla hükümete değil Türkiye'nin çıkarlarına, Türkiye'nin Türk dünyası ile ilişkilerine çok ağır darbe vuruyorlar. Azeri topraklarından Türkiye'deki iç politikaya ciddi bir saldırı söz konusu. Bu saldırı sadece Türkiye'ye değil Azerbaycan'a da büyük darbe vuracak. Saldırıyı yapanlar Ermeni meselesi gibi hassas bir konu üzerinden, yanlış anlaşılma ihtimali çok yüksek bir konu üzerinden, duygusal bir konu üzerinden hareket ediyor. Bu çevreler milliyetçi görünüm altında bu ülkeye büyük bir kötülük yapıyor. İçeride darbe dahil her türlü entrika ile iktidar hesabı yapanlar artık Azerbaycan'ı mı üs olarak kullanıyor!

Kimsenin endişesi olmasın. Türkiye hiçbir zaman Azerbaycan'ı yok sayarak bir girişimde bulunmayacak. Ne Azerbaycan Rusya eksenine kayacak ne ilişkiler Özbekistan gibi olacak. Sadece biraz sabır. Azerbaycan'da kamuoyu oluşturup Türkiye'de iktidar hesapları yapanlara dikkat!

İbrahim Karagül

13 Nisan 2009 Pazartesi

Sinir Kapısı

Azerbaycan'ın bugünkü noktaya gelmesinde hiç şüphesiz Türkiye'nin doğrudan maddi manevi katkısı oldu.Azerbaycan Ordusu'nun SSCB askeri yürüyüşünü değiştirmesi TSK'nın katkılarıyla oldu.

Halen tuğgeneral düzeyinde askeri ataşe bulunduran yegane ülkeyiz.

İşadamlarımız, sayıları yirmiye varan Türk Okulları, yatırımcılarımızın fabrikaları, kültürel sosyal etkinlikler...

Azerbaycan'daki birçok futbol takımının teknik direktörüne varıncaya kadar...

Hiç unutmayız, Rahmetli Haydar Aliyev rahatsızlandığı sırada kendini Türk hekimlere emanet etmişti. GATA'da sadece tedavi olmuyordu, yanında bulunan özel doktoru da yine bir Türk'tü.

Yanlış anlaşılmasın bütün bunları Azeri kardeşlerimizin gözüne sokma diye bir derdimiz elbette olamaz. Ama İran 2001 de Hazar'da deniz sınırını aştığı zaman yine Türk F-16'ları gitmişti.

Türkiye ile Azerbaycan arasındaki varolan ilişkiler hiçbir hükümetin döneminde aksama yaşamadı Tıpkı şu andaki gibi.

Cumhurbaşkanı Gül'ün ilk resmi ziyaretini Bakü'ye yapması, ve bir yıl içinde Azerbaycan'a üç defa gitmesi iki ülke devlet ve hükümet yetkilileri arasındaki geliş-gidişlerin sayısı bir yılın içinde 10'u geçti.

Buna bakanları ve diğer yetkililerin ziyaretlerini eklersek galiba bu rakamın üç dört katı elde edilir.

Peki ilişkiler bu noktadayken ne oldu da bugünkü hoşnutsuzluk düzeyine gelindi?

Ateşler Yurdu Azerbaycan'da Türkiye'ye karşı hararetli tepkilerde ne oluyor?

Tepkilerin farklı kaynakları var.

Toprakları işgal edilmiş bir ülke Azerbaycan. Birleşmiş Milletler'in dört kararnamesi var bu konuda ve BM Ermenistan'ın Azeri topraklarından istisnasız çekilmesini istiyor.

Karabağ Azerbaycan'ın öncelikli ve en önemli meselsidir. Bunu Türkiye'de böyle anlıyor. Fakat bazı Azeriler Türkiye'yi ihanet ile suçluyor!

İşte bu noktada biraz durup düşünmek gerekiyor.

Tarihe bakalım, SSCB dönemini didikleyelim... Türkiye hiçbir zaman Azerbaycan'a ihanet etmemiş. Bunun en güzel örneği Şehitler Hıyabanı'ndaki Kafkas İslam Ordusu Anıtı'dır.

Azerbaycan Türkiye'nin önce kardeşi, sonra müttefikidir.

Türkiye önce kendi menfaatini düşünür ama kardeşinin sorunlarını ve menfaatlerini hiçbir zaman gözardı etmez, etmedi de.

Başbakan Erdoğan'ın son haftada yaptığı iki net açıklamaya rağmen Azeri Basını'nda bu açıklamalar gerektiği kadar yer bulmadı. Tepkiler biraz da AK Parti'ye yönelmiş durumda.

Azerbaycan'ın Türkiye'ye birtakım ambargolar koyacağı söylentileri hem doğru değil, hem de reel değil.

Azerbaycan'ın güçlü bir Türkiye ile daha güçlü hale geleceğini kimse unutmamalı.

Güçlü, problemsiz ve sıkıntısız bir Azerbaycan da Türkiye için çok önemli.

Kısacası önemli sorunları, milli meseleleri siyasetüstü bir zeminde yürütmeliyiz.

24 Nisan sözde Ermni soykırım gününe az bir zaman kala Azeri medyası tepkilerini düzeyli bir seviyede tutmalı.

Unutmamak lazım ki, Türkiye ile Azerbaycan dün olduğu gibi bugün de yarın da sevinçte ve kederde birdir.

Yani, Ermenistan sınır kapısının açılması olayı Türkiye ile Azerbaycan arasında bir tür "Sinir Kapısı"na dönüşmesin.

Nuh Gönültaş- BUGÜN

Herşeyimi cumhuriyete mi borçluyum?

Yasakların çevresinden dolanmanın yolunu bulmuş, bir punduna getirip gene bana sataşmış... Sorarlarsa, "ben genel olarak cumhuriyet düşmanlarından sözediyorum, fikir tartışması yapıyorum" deyip zeytinyağı gibi sıyrılacak...
Cumhuriyetin "hatalarını" eleştirmenin cumhuriyet "düşmanlığı" olmadığını anlamak isteyen anlar, istemeyen de kendi karanlığında yaşar gider.
Fakat bu satırların yazarına eleştiri yöneltenler arasında "iyi niyetli ve samimi" olanlar da vardır, bugün onlarla sohbet edeceğim.
Bu eleştiriler arasında "herşeyini cumhuriyete borçlusun" cümlesi başta geliyor...
Acaba gerçekten öyle midir?
İlk, orta ve lise olmak üzere tam on iki yıl okuduğum okul, Galatasaray Lisesi, 1868 yılında açıldı... Abdülaziz dönemi... Atatürk'ün doğumundan on üç yıl önce.
Benim girdiğim ve adını değiştirdikleri için Boğaziçi Üniversitesi olarak bitirdiğim yüksek okul, Robert College, ondan daha da eski... 1863... Atatürk'ün doğumundan on sekiz yıl önce.
Demek ki eğitimimi cumhuriyete borçlu değilim! (Herhalde "işgal kuvvetleri" kendi ayaklarına kurşun sıkıp yabancı dille eğitim yapan okulları kapatacak değillerdi!)
Bu benim için böyledir, başkaları için böyle olmayabilir.
Bir başka eleştiri, "cumhuriyet olmasaydı nerede yazı yazacaktın" şeklindedir.
İkdam'da... Tasvir-i Efkâr'da... Tanin'de... Servet-i Fünun'da... Aydınlık'ta... Meşveret'te... Sabah'ta yahu, Sabah'ta! O zamanlar Sabah gazetesi de vardı!
Radyo yoktu ama herhalde açılacaktı, televizyon yoktu ama herhalde kurulacaktı... Herhalde birçok başka gazete de çıkacaktı, değil mi?
Haaa, bakınız, yazılarımı Latin alfabesiyle değil, Arap harfleriyle yazacaktım.
Dört kadınla evlenme hakkım bulunacaktı ama "alafranga aydınların" çok büyük çoğunluğu gibi, bunu yapmayacaktım. Bana birden fazla kadınla evli bir tek İttihatçı da, bir tek Osmanlı subayı da gösteremezsiniz örneğin...
Başka? Fes mi giyecektim? Hayır, günümüzde modası olmadığı için hiçbir şey giymeyecek, bugünkü gibi başım açık dolaşacaktım.
Gene oy verecektim, gene pasaport alacaktım, gene lira kazanacaktım...
Demek ki, ÇOK ŞEYİMİ cumhuriyete borçluyum ama HER ŞEYİMİ cumhuriyete borçlu değilim.
Bakınız sevgili dostlar, bu eleştiriler "bilmemekten" kaynaklanıyor. Birçok kişi, Türkiye'de her şeyin 29 Ekim 1923 sabahı başladığını sanıyor.
O kadar düşünmeden konuşuyorlar ki, "cumhuriyet olmasaydı bir bayrağımız ve nüfus kâğıdımız bile bulunmayacaktı" yazanlar bile çıktı.
Ben de, "Çanakkale'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da dalgalanan yatak çarşafı mıydı?" diye sordum. Peki 1923 yılının ekim ayından önce, diyelim eylül ayında insanlar cepleri kimliksiz mi dolanıyorlardı?
Cumhuriyetten önce ülkemizde liseler de vardı, üniversite de vardı, çift meclisli parlamento da vardı, basın da vardı, yargıtay da vardı, danıştay da vardı, sayıştay da vardı, bayrak da vardı, kimlik de vardı. Galatasaray da vardı, Fenerbahçe de vardı, Beşiktaş da vardı!
Cumhuriyetten önce, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti vardı. Ona kurban olsunlar.
Ama cumhuriyet bize, yeni "müesseseler" de kattı... Geri kalmış bir ülkeyi daha az geri kalmış yapmayı başardı... Bana sorarsanız en önemlisi de kadın haklarıdır.
Cumhuriyetimize bağlıyım, onu severim, padişah isteyene de deli gözüyle bakarım. Ama bu cumhuriyetin bazı aksaklıklarını, yanlışlarını eleştirmemi engellemez. Çünkü eleştirdiğim, şu rejim ya da bu rejim değil, Türkiye'nin aksaklıklarıdır. Türkiye'nin müzmin hastalıklarından kurtulmasını, ileri gitmesini istemektir. Vatandaş olarak hakkım, gazeteci ve yazar olarak da görevim budur, maç anlatmak değil!
Bu söylediklerimi gene de "düşmanlık" olarak nitelendirecek kadar kötü yürekli, art niyetli ya da sabit fikirli iseniz, lütfen yazılarımı bir daha okumayınız
ENGİN ARDIÇ

Duman duman faşizm

Galiba Murat Belge’nin bir yazısında okumuştum. 80’den önce solcular kendi aralarında “Bu ülkücüler mesele değil de şu Bağdat Caddesi’ndeki arabalı zengin çocukları bir gün faşist olursa o zaman yandık işte” derlermiş.

Galiba o günlere geldik. Çok alametler belirdi.

Birinci Alamet: Pembe mini etekli kız “Sözde Ermeni Soykırımı” iddialarına karşı.

Geçen hafta (artık tümüyle belli bir sınıfın sözcüsü haline gelmiş ve kendini tümüyle toplumun belli bir kesimin karşısında kurmuş olan) laik merkez medya tarafından The Independent gazetesinde Patrick Cockburn imzasıyla çıkan bir yorum çok sevildi, çok takdir gördü.

Obama ile birlikte Türkiye’ye geldiği anlaşılan Cockburn’ün yazısının çok beğenilen kısmı şöyle “Obama’ya iyi İngilizceleriyle soru soran türbansız, mini etekli öğrenciler, modern Türkiye’de laiklerle dinciler arasındaki dengeye dair yanıltıcı bir izlenim veriyor. Gerçek şu ki kırsal kesimde hatta İstanbul’da bile laiklik geriliyor. 20 yıl öncesiyle kıyaslanınca artık sadece birkaç kasap domuz eti satıyor.”

Obama gençlerle buluşurken ordaydım. Evet, Obama’ya pembe mini etekli bir kız soru sordu.

Ama İngiliz gazeteci tartışmayı ya gazetecilere ayrılan uzak bölgeden izlemiş ya da çeviriyi kaçırmış. Çünkü o pembe mini etekli kız hiç de o radikal, marjinal modern görüntüsüne yakışmayan ciddi ve devletçi bir dil kullanarak aksansız İngilizcesiyle “Sözde (So-called) Ermeni Soykırımı iddialarıyla” ilgili o beklendik soruyu Obama’ya soran kızdı. O salondaki en statükocu, en milliyetçi soruyu Obama’ya pembe mini etek giymiş, aksansız bir İngilizce ile konuşan bir kız sordu.

Yine o salonda pek çoğu ABD görmüş, özel üniversitelerde okuyan, AFS ile ABD’de lise okumuş öğrencilerden çıkan diğer sorular da “Kuzey Irak’ta Kürdistan’a izin verecek misiniz”, “Atatürk’ün yurtta barış dünyada barış fikrini nasıl hayata geçireceksiniz” gibi kalp sıkıştıran, insanın içine hafakanlar bastıran sorulardan ileriye gidemedi.

***

İkinci Alamet: En kafası Duman’lı rock grubu Zekeriya Beyaz ile el ele ‘dini kötüye kullananlara’ karşı

“Din bezirgânları”, “dini kendi çıkarları için kullananlar”, “dinî duyguları suiistimal edenler”.

Bu klişeleri duyunca benim aklıma Harp Okulu açılışında konuşan asık suratlı bir general, Esra Ceyhan’ın programında kadınları azarlayan bir Yaşar Nuri, bütün haşmeti ve bütün varlığıyla bir Zekeriya Beyaz, elinde Sözcü gazetesi olan emekli bir laik amca veya teyzeden başka bir şey gelmiyor.

Kim derdi ki kafaları çekip sahneye çıktıkları, çok küfürbaz, çok aykırı, çok marjinal oldukları dilden dile dolaşan terso abi görüntülü kafası dumanlı bir rock grubu, çıksın, topraklarından kemik fışkıran, kolunu sallasan darbeciye çarptığın bir memlekette muhaliflik yapacak mevzu olarak “dini kötü amaçları için kullanan tarikat”ları seçsin kendine. Ve şöyle acayip ‘muhalif’ bir şarkı yapsın:

ortada bir dergâh var,
devrilir başın yanar.
arkasında tezgâhlar,
lemyelit ve leb yutar.
memleket uyurgezer
aldırma geldik oyuna,
kandır beni, kandırsana,
rezil kandırsana...

Off of. Bunun her satırı ibretlik olan sözleri Yılmaz Özdil’in bir yazısından mı uyarlandı? Yoksa bu şarkının söz yazarı hapishane günlerini değerlendiren Hurşit Tolon mudur?

Araya Ergenekoncuların askerlik meselelerini çözdüğü Ceza “Eğitim şart, Türkiye laiktir laik kalacak” diye de hip hop melodileri döşese. Ergenekon darbe yaptıktan sonra da Eurovision’a bu şarkı gönderilse. Kesin Azerbaycan’dan 12 puan alırdık o zaman.

Ama merak etmeyin bileği en kuvvetlinin başkan seçildiği bir sağcı erkekler kulübü, televizyon basıp Duman’dan birinin burnunu kırar, bir grup da Beyazıt Camii’nde cuma namazı çıkışı sonrası Duman cd’lerinin üzerinde tepinir, kurulur yine Türkiye’nin sahte siyasi saflaşması.

Burun kıran, adam kaldıran faşist sağcıların karşısında bembeyaz, çok aydın, çok ileri ve muhalif kalan çağdaş, ilerici, Kemalist, solcu faşizmi. Faşizminden faşizm beğen kendine. Pembe mini etekli olandan mı siyah takım elbiseli olandan mı istersiniz? Bakın seçim yelpazeniz ne kadar da geniş.

Bağdat Caddeli arabalı gençlerin faşist olduğu günleri gördük sonunda.

Peki, şimdi kim faşist, kim değil nasıl anlayacağız?

Bu faşizm sadece adam vurmuyor, piyano bile çalışıyor. İşleri sadece komandoluk değil, tiyatroculuk, ressamlık, heykeltıraşlık. Artık sadece kara kalın kaşlı erkekler arasından çıkmıyor faşistler, eşcinsel köşe yazarı olanı bile var. Artık sadece siyah pardösü, siyah takım, sivri uçlu ayakkabı giymiyorlar, pembe mini etek, Diesel tshirt, bermuda şort giyiyor, küpe hatta piercing takıyorlar.

Bu faşizm sadece marş dinlemiyor, hip hop da dinliyor. Hatta rock grubu kuranı, “Çevik Kuvvet dağıtır” diye rap yapanı bile var. Bu faşistler sadece Arif Nihat Asya okumuyor, (kemikleri sızlıyor ama) Nâzım Hikmet bile okuyor. Sadece bağlama çalmıyor, elektronik gitar bile çalıyor. Sadece yerli sigara içmiyor, kokain çekiyor, ectasy alıyor.

Yani asıl şimdi yandık sahiden...

Yıldıray Oğur