10 Ocak 2009 Cumartesi

İsrail, dinî mi?

İsrail'in Gazze'ye düzenlediği saldırı Türk medyasında tartışılırken, bazı yazarlar "Filistin sorununu, İsrail'in politikalarını din üzerinden" ele almanın yanlış olduğunu söylüyorlar.
Dinin özel, izafi ve marjinal alana itilmek istendiği Türk kamusal hayat pratiği ve hâlâ 19. yüzyıl pozitivizmiyle malul laiklik açısından bunu bir yerde anlamak kolay. Buna Avrupa'nın aydınlanma mirasının etkisini de ekleyebiliriz. Şu var ki; AB'nin geleceği tartışılır ve Türkiye'nin tam üyelik konusu gündeme gelirken, "din" her kademede "görünmez belirleyici faktör" olarak rol oynamaktadır. Türkiye'nin önüne çıkan engelleri anlayabilmek için bu faktörü dikkate almalı. Dahası Amerika'nın iç siyasetini ve Ortadoğu'da yürüttüğü politikayı, "Yahudi-Hıristiyan ilişkisini, Evanjelik inancın etkisini ve sekiz senedir İslam dünyasına kan kusturan Neoconların dinî-fikrî arkaplanlarını" anlamak isteyen din faktörünü kale almıyorsa, medyanın ürettiği bilgi ve değerlendirmelerin ötesine bir adım gidemez. Bütün bunlar, İsrail söz konusu olduğunda bir kat daha zorunlu olmaktadır.

İsrail'in eski Ankara Büyükelçisi Uri Bar-Ner, "Biz kutsal kitabın insanlarıyız." demişti. (Cumhuriyet, 7 Temmuz 1998) Bu, İsrail'in devlet politikasını belirleyip yürütenlerin bütünüyle koyu dindarlar oldukları anlamına gelmiyor elbette. Siyonizm, Tanrı inancının yeryüzüne indirilip İsrail devletinde ete kemiğe büründürülmesi ideolojisidir. Siyonistler büyük ölçüde Tanrı ve dinle ilişkisiz insanlar olsa bile, politik felsefelerini dinin zemininde, Ahd-i Atik'in kendilerine sunduğu dinî imkânları kullanarak uygulanabilir bir çerçeveye oturtmaktadırlar. Dikkatten kaçmaması gereken husus şu ki; Yahudilikte din ve ateizm bütünüyle birbirinden kopuş göstermezler. Başka bir ifadeyle istisnaları hariç olmak üzere Tanrı inancını reddeden ateist bir Yahudi, yine de Yahudi kalmakta devam eder. Ama mesela bir Müslüman ateist olduğunu söylediğinde İslamiyet'le ilişkisi kesilir. Tanrı inancını ve dinî referansları reddeden bir Yahudi, eğer başka referans çerçevesi içinden dünyaya bakıyorsa, bu "dindar bir Yahudi" olmadığı gibi "siyonist" de değildir. Böylelerinin sayısı çoktur; bunlar hem İsrail'de hem dünyanın birçok yerinde bugünkü İsrail devletinin yürüttüğü insanlık dışı politikaları, yaptığı katliamları samimiyetle protesto eden, siyonistlerin altına imza attığı vahşetten utanç duyan insanlardır.

Aynı şekilde samimi "dindar Yahudiler ve hahamlar" da "siyonist olmayan Yahudiler" gibi hem bir devlet olarak İsrail'in politikalarına karşı çıkıyorlar, hem dahası bir kısmı "İsrail devleti"nin kendisini Yahudi inancına aykırı buluyorlar. Burada özenle yapılması gereken şey Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "Kitap ehli hepsi bir değildir" genel hükmüne uygun olarak "Siyonist Yahudiler"in vahşetine haklı olarak karşı çıkarken, siyonist olmayan ateist, agnostik veya samimi dindar Yahudileri aynı kefeye koymaktan kaçınmak olmalıdır ki, bu yapılmadığı takdirde insan farkından "anti semitik" olur, anti semitizm, İslam bakış açısından yasaktır, suçtur. Tabii ki İsrail devletinin yaptıklarını destekleyen dindar Yahudi ve hahamların sayısı bunların hepsinden çoktur.

Siyonistler, kendi hukuk ihlallerini eleştiren herkesi "anti semitik" ilan ediyorlar. Oysa "anti siyonist" olmak demek "anti semitik" olmak demek değildir. Siyonizm, Yahudi inancını ve kutsal metinleri kimi zaman lafzî olarak kullanarak; kimi zaman kendi bağlamlarından kopararak, tahrif ederek saldırgan, işgalci, sınırları belirsiz ve temelde teröre dayalı bir devlet politikasını meşrulaştırma ideolojisidir.

Kurucularının perspektifinden Siyonizm şu beş esasa dayanır: 1) Vaad edilmiş topraklar; 2) Seçilmiş halk; 3) İsrail'in saf etnik, yani sadece Yahudi ırkından oluşması için Yahudi olmayanlardan arındırılması; 4) Dünya Yahudileri için tek bir devlet fikri, bütün Yahudilerin İsrail'de toplanması; 5) Görünmez yollar ve araçlarla hegemonya.

Eğer İsrail ve Filistin sorununu "din üzerinden anlamak yanlış olur" diyenler bu politik çerçeveyi "dinî" saymıyorlarsa tabii ki denecek bir şey yok.


Ali Bulaç
10 Ocak 2009, Cumartesi

12 Eylül öncesi Ergenekon simülasyonu

Ergenekon davası genişliyor... Haftaiçi devlet kurumlarının en tepe konumlarında yer almış bir dizi insan da bu soruşturma kapsamına alındı. Bunun yanı sıra Susurluk sürecinde ismini çok duyduğumuz ve o dönemde açılan davada hüküm giymiş İbrahim Şahin de gözaltına alındı. Şahin’in evinde bulunan kroki neticesinde Gölbaşı’nda lav silahları, TNT kalıpları, plastik patlayıcılarla dolu bir tarla bulundu... Aynı şekilde muvazzaf bir yarbayın evinde de çeşitli silahlar ele geçirildi...

Ergenekon sürecini “AKP’nin muhaliflerini temizlemesi” gibi görme eğiliminde olan çevreler, bu gelişmelerden sonra şöyle bir pozisyon aldılar... “İbrahim Şahin gibi Susurluk sanıklarına kadar işin uzaması olumludur, bu tip kirli işlere bulaştığı belli isimlerin tutuklanması hayırlıdır. Fakat saygınlığı belli kimi şahsiyetlerin bu kirli isimlerle anılması çok yanlıştır. Kemal Gürüz, Tuncer Kılınç, Yalçın Küçük gibi isimlerle İbrahim Şahin benzeri kirli adamların ne ilgisi olabilir?”...

Bu analizi Kemalistlerin ve ulusalcıların yanında Kemalizme mesafeli duran sol çevreler de yapabiliyor... Böyle bir soruya hakiki anlamda özgürlükçü bir solcu olan Avukat Ergin Cinmen’in güzel bir benzetmesini açımlayarak cevap vereyim...

Varsayalım Ağustos 1980’deyiz, rüya bu ya, o zaman da Zekeriya Öz gibi bir savcı çıkar, delilleri yargıçlara sunar, o yürekli yargıçlar da onaylar ve Bayrak operasyonu başlar... Bir taraftan Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Dursun Karataş, Garbis Altınoğlu gibi sağ ve sol silahlı militanlar gözaltına alınır, bir taraftan da Orhan Aldıkaçtı, İhsan Doğramacı gibi profesörler ve Ali Haydar Saltık, Tahsin Şahinkaya gibi dönemin paşaları... O dönemde de muhtemelen “Yahu bu kirli adamlarla, saygın paşalarımız ve profesörlerimizi nasıl birarada gösterirsiniz, böyle rezalet olur mu?” diye epey bir yazan çizen insan olurdu... Dahası “Birbirine düşman iki kampın en ateşli isimleri nasıl aynı örgütte olabilir kardeşim? Biri faşist biri komünist bunların, öbür tarafta da Kemalist devlet aktörleri var. Üçü birden birarada olur mu? Bu nasıl saçmalık böyle?” gibi itirazlar da çok gelirdi... Tıpkı bugünün “Bu Ergenekon değil Her yere kon operasyonu” diye itiraz edenleri gibi...

Oysa şimdi hepimiz biliyoruz ki, Bayrak harekâtı adı altında tertiplenen 12 Eylül askerî darbesi tam da böyle bir ittifakla kotarılmıştı... Askerî darbe olmadan evvel Anayasa profesörü Orhan Aldıkaçtı olacakları biliyordu... Darbe anayasasının yazılması görevi darbeciler tarafından darbe olmadan ona tevdi edilmişti... İhsan Doğramacı darbe sonrasında yeniden düzenlenecek yüksek öğretim sisteminin başına geleceğini biliyordu... Darbe olmadan evvel, yeni askerî rejimin kışla tipi üniversite örgütlenmesi projesini oluşturmaya başlamıştı... Ali Haydar Saltık gibi kimi paşalar sol silahlı örgütlerle bağlantı halindeydi. Belli sol örgütlere silah sağlama ve yönlendirme işlerini de kimi subaylar yürütüyordu... Tahsin Şahinkaya gibi kimi paşalar ise sağ silahlı örgütlerle bağlantı halindeydi. TNT’lerin ve plastik patlayıcıların sağ militanlara teminini de yine belli subaylar yürütüyordu... Kimi katliamlar ve kritik isimlere yapılan suikastlar bu şekilde örgütleniyordu...

Abdullah Çatlı’ya bir yüzbaşı, askerî birlikten temin ettiği TNT kalıplarını veriyor, Çatlı organizasyonu yapıyor, 16 Mart öğrenci katliamı böyle oluyordu... Dönemin birçok katliamı böyle tertip ediliyordu... Benzer organizasyonlar ve resmî silahlarla bir Doğan Öz bir Gün Sazak bir Nihat Erim bir Kemal Türkler katlediliyordu... İşte bugün, hepimizin detaylı olarak bildiği tertiplerin kokusunu o zamandan alan bir savcı olsaydı, bu savcı öldürülmemeyi başarıp, delilleri tek tek toplasaydı, bu savcının arkasında ülkenin şeffaflaşmasını gerçekten isteyen bir kamuoyu olsaydı, siyasi irade bu savcının sonuna kadar arkasında dursaydı, ne olurdu? O zaman bir “Bayrak soruşturması” başlayabilseydi darbe olabilir miydi? Peki, şimdi sabah akşam 12 Eylül darbesine küfredenler, o zaman bu yürekli savcının yanında olur muydu? Yoksa “Yuh artık, böyle bir örgüt hayal ürünü, hadi Çatlı ve Kırcı gibi faşist katilleri anladık da kimi sol isimler ve ilerici paşalar nasıl tutuklanır?” mı derdi kimi sol aydınlar? Ya da tam tersi “Şu bozguncu, bölücü komünist katilleri anladık da, vatansever olduğu belli olan insanlar ve paşalarımız nasıl tutuklanır?” mı derdi kimi sağ aydınlar?

Evet, muhtemelen o zaman böyle bir operasyonu yapan savcının yanında kimse durmazdı. Herkes kendi adamlarını, kendi paşalarını kollardı. O savcı da “kaybolur” ve yine 12 Eylül darbesi olurdu... Yıllar sonra ise yine ikiyüzlü ve ahlaksız şekilde darbe-karşıtı nutuklar atılırdı...

Şimdi söyleyin... Bu “saygın” isimlerle, “tu kaka” isimlerin –belki birbirilerinden haberdar bile olmadan- aynı organizasyon içinde olma ihtimalleri hiç mi yok? İhsan Doğramacı ve Abdullah Çatlı gibi mesela... Tamamen hayal mi bunlar sizce?

Rasim Ozan Kütahyalı

Operasyonlardan tedirgin olan subay tipleri

Ajanslar Ergenekon'daki son gelişmeler hakkında Batı basınının yorumlarına yer veriyor. Mesela ABD'nin ünlü gazetesi New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise'e göre "Subayların gözaltına alınması, ordudaki huzursuzluğu" körüklemiş.
Org. Başbuğ'un, Başbakan Erdoğan ile 'beklenmedik' görüşmesi, "Türkiye'nin güçlü ordusundaki kaygıların" derinleştiğinin bir işaretiymiş.
İngiliz The Guardian gazetesinin Türkiye muhabiri Robert Tait ise son operasyonun üst düzey subaylar arasında 'alarm' yarattığını yazmış.
Bazı yorumculara göre ordunun sabrı tükeniyormuş. Çünkü gözaltına alınan bazı kişilerin Ergenekon komplosu ile bir alakası yokmuş. Sadece siyasi bir hareket söz konusuymuş.

Bence bu tip yorumları yapan Batılı gazetecilere ve uzmanlara Türkiye siyasi tarihi konusunda hızlandırılmış bir kurs vermek gerekiyor.
O da yetmez, bu arkadaşlara kısaca 'Gladio' dediğimiz örgütlenmenin ne olduğunu ve hepsinden önemlisi İtalya'da nasıl tasfiye edildiğini de anlatmak gerek.

Bologna Tren İstasyonu'na bomba koyarak 85 kişinin ölmesine, 200'den fazla insanın yaralanmasına yol açacak kadar gözü dönmüş olan İtalyan Gladiosu'nun tasfiyesi hiç de kolay olmamıştı.
1940'ların sonunda 600 küsur kişiyle kurulan Gladio, 1980'lere vardığında 15 bin kişiye ulaşmıştı. Bunlardan 5 bini mahkemeye çıkarıldı.
Yani İtalya'nın her kesiminden insanlar Gladio'nun parçası haline getirilmişti: Askerler, siyasetçiler, emniyetçiler, işadamları, medyacılar, hukukçular, mafyacılar...
Soruşturma ve yargılama, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık gibi en üst düzeylere çıkmış siyasetçilerin dahi Gladio'nun bir parçası olduğu ortaya koydu.
Mahkemeler ünlü simaları tutukladıkça, İtalyan medyası, bugün Türkiye'de olduğu gibi yaygaralarla doluyordu:
"Olacak iş değil! Kendimden kuşkulanırım, ondan kuşkulanmam. Böyle bir vatansever nasıl tutuklanır? Karşı tarafın komplosu bu! Ordu rahatsız."

Gelelim Türkiye'ye:
Şu sıralar Ergenekon operasyonunun 10'uncu dalgasına şahit olmaktayız.
Türk Silahlı Kuvvetleri bugüne kadar köklü bir biçimde rahatsız olmadı da, şimdi mi oluyor?
Ordu üst yönetimini rahatsız eden, Ergenekon operasyonu değil. Çünkü örgütün dağıtılmasını onlar da istiyor.
Sorunu şu tip gruplar yaratıyor:
1) "Sivillerin komutanlarımıza dokunmasına nasıl izin verirsiniz" diyerek üstlerini yetersiz göstermeye çalışanlar.
2) Kendileri de bazı derin görevlerde bulundukları için, "Ne yani, yarın öbür gün bizi de mi açıkta bırakacaksınız" diye telaşa kapılanlar.
3) Gözaltına alınanların ve tutuklananların arkadaşı ya da akrabası olanlar.
4) Ergenekon ideolojisine sempati duyanlar. Darbe heveslileri.
5) Örgüte bulaşmış olup sıranın kendilerine gelmesinden korkanlar.

İşte bu tip gruplar Genelkurmay'a aşağıdan baskı uyguluyor. Daha önce Org. Hilmi Özkök ve Org. Yaşar Büyükanıt'a yapıldığı gibi, şimdi de Org. İlker Başbuğ'u zor durumda bırakmak istiyorlar.
Sanki Org. Başbuğ "Hükümete teslim olmuş" gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar.
Bu durumu, "Ordu rahatsız" cümlesiyle nitelemek ne kadar doğru?
Siz karar verin.

Emre Aköz

Kolaycılığın bedeli

Ezberlenmiş cümleleri bağıra çağıra tekrar ederek “vatansever” olmanın bir çekiciliği var elbette.
Hiçbir çaba göstermiyorsunuz, hiç düşünmüyorsunuz, kendi hayatınızla ilgili hiçbir şeyi riske sokmuyorsunuz ve kendinizce “değerli” bir kimlik edinebiliyorsunuz.
Bu kolaycılık, birçok insanı, daha da tehlikelisi birçok genci cezbediyor.
Fikir düzeyindeki bir kolaycılığın “ayıp” olarak kabul edildiği bir ülke olmadığımız için bunun “entelektüel” bir zararı da dokunmuyor size.
“Ulusalcı” ya da “vatansever” gibi bir kimlik kartınız oluyor.
Bir kere o cümleleri ezberledikten sonra her tartışmada söylenecek bir sözünüz bulunuyor.
O cümleler de zaten ezberlenmesi zor cümleler değil.
“Herkes Türklere düşman.”
“Avrupa Birliği emperyalist bir güçtür, Türkiye’yi şeriat ülkesi yapmak istiyor.”
“Şehitlerimizin kanıyla aldığımız Kıbrıs’ı kimseye vermeyiz.”
Üstelik bu cümleleri tekrar ederken bazı kelimeleri farklılaştırarak isterseniz bu ülkede “solcu” bile olabilirsiniz.
Seç beğen al.
İster vatansever ol, ister ulusalcı ol, ister solcu ol.
Elinde hazır reçeten var nasılsa.
Yeryüzündeki insanların arasından Türkleri ayırıp geriye kalan altı milyar insanı “düşman” kabul ettin mi artık sen “fikirleri olan” birisin.
Sanırım böyle insanlara siz de sık sık rastlıyorsunuzdur.
Ama her “kolaylığın” bir bedeli bulunur.
Bu kadar kolaycılığın da, o kolaycılığa sapan insanlar da dahil olmak üzere, herkese ödeteceği bir faturası var tabii.
Bu “faturanın” ne olduğunu pazartesi günü bizim gazetede yayınlanan konuşmasında Seyfettin Gürsel, Neşe Düzel’e anlattı.
Gürsel bir araştırmanın sonuçlarını söylüyor önce:
“Bu araştırmaya göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’la birlikte Avrupa’da göreli olarak en yüksek savunma harcaması olan üç ülkeden biri. Eğer AB’yle Türkiye’ye üyelik perspektifi verilmesi konusunda bir büyük anlaşma yapılır da, Yunanistan’la Ege ve Kıbrıs sorunları çözülürse... İçeride de Kürt sorunuyla ilgili çatışmalar biter ve barışçı sürece girilirse... Zaten savunma harcamaları doğal olarak azalır. Çünkü bu sorunların çözümü, hem Kıbrıs’ta artık 40 bin askeri beslemeyeceksiniz, hem Ege ordusu diye bir orduya artık ihtiyacınız kalmayacak hem de eskisi kadar silah, uçak, tank almayacaksınız, demektir.”
Kürt savaşını durdurduğunuz, Kıbrıs’ta 40 bin asker bulundurmadığınız, eskisi kadar silah, uçak, tank almadığınız zaman ülkenin harcamaları büyük ölçüde azalıyor.
O paralar bu ülkede yaşayan insanların eğitimi, sağlığı, refahı için harcanabiliyor.
Bunları söyleyen Gürsel, dünyadaki kriz nedeniyle sıkışmaya başlayan ekonominin “barışla” nasıl kurtulabileceğini de anlatıyor.
“Aslında Türkiye ekonomisinin çıkışı büyük ölçüde bu üç siyasi sorunun çözümüne bağlı. Çünkü en büyük para savunmaya gidiyor. Bu sorunlarda barışçı sürece girilirse, savunma harcamaları azalır. Unutmayın, Türkiye’de ekonomi ancak altyapı, eğitim, sağlık gibi yapısal ekonomik reformlar yapılırsa büyür. Can acıtıcı işsizlik sorunu da ancak ve ancak ekonomi büyürse çözülür.”
Bizim küçük hayatımıza çok uzak sandığımız, “naralarla” desteklediğimiz bu savaşların, bu gerginliklerin nasıl gelip ciğerimize yapıştığını Gürsel çok iyi ortaya koyuyor.
Kürt sorununu barışçı yollardan çözmeyi ısrarla reddedip “savaşı” mı destekliyorsunuz...
Peki destekleyin.
Ekonomi o savaşa giden paralar yüzünden küçülmeye başladığında, yatırımlar durduğunda, işyerleri kapandığında eğer siz de “işsiz” kalırsanız sakın yakınmayın.
Kendinizin ya da sevdiğiniz birinin, oğlunuzun, kızınızın, akrabanızın, dostunuzun “işsizliğine” siz karar vermiş olacaksınız.
O savaş sürdükçe birçok insan işsiz kalacak demektir.
Avrupa Birliği’ne karşı mısınız...
Peki olun.
AB üyeliğiyle aynı çatı altına gireceğiniz Yunanistan’la “düşman kalmaya” devam edin, bu düşmanlığın sonucunda “Ege Ordusu”nu besleyin, paraları o orduya, o ordunun silahlarına akıtın.
O orduya giden paralar, “yapılacak yatırımların” paralarından eksiltilerek sağlanacak.
Yeni iş imkânları, silaha, mermiye, topa, tüfeğe dönecek.
Fabrikalar açılmayacak, yeni okullar kurulmayacak, hastaneler yapılmayacak, adalete para aktarılmayacak.
Buna karşılık işsizlik çoğalacak.
Gürsel bunu çok net biçimde vurguluyor konuşmasında:
“Ekonomik ve siyasi reformlar yapılmadıkça Türkiye büyüyemeyecek. Büyüyemeyince de işsizlik sorunuyla başedemeyecek. Bu durum Türkiye’yi çürütecek. Birkaç yıl sürecek olan istikrarsızlık ve çalkantıdan sonra Türkiye bir yol ayırımına gelecek. Ya tekrar bir hamle yapıp AB yolunda ilerleyecek ya da içine kapanıp demokrasiden vazgeçecek ve milliyetçi-otoriter bir rejimle yönetilecek... AB’den kopan bir Türkiye’nin komşularıyla ilişkisi kavgalı olacağı için, savunma harcamaları daha da artacak ve insanlar daha da yoksullaşacak. Milliyetçilerin, ulusalcıların istediği otoriter devletin getireceği ekonomi budur.”
Kolayından “vatansever” mi olmak istiyorsunuz, olun, savaşı ve düşmanlığı kışkırtın.
Aynı “kolaylıkla” işsiz kalacak, fakirleşecek ve ülkenizi çürüteceksiniz.
Ülkesini felakete götürmeye çalışan bir “vatanseverlik” de ancak böyle bir “kolaycılıkla” yapılır zaten.

Ahmet Altan

Cumhuriyet ayağına demokrasiyi yok etmek isteyenlere karşı...

Ergenekon'da son dalga ilginç kabarıyor. Özel Harekatçılar'ın eski şefinin evinde bulunan krokiye göre, Gölbaşı'nda yapılan aramalarda cephanelik ele geçirildi.
Bombalar, patlayıcı maddeler, lav silahları, mermi...
Halen aranmakta olan muvazzaf bir yarbayın Sapanca'daki evinde de çok sayıda bomba, patlayıcı madde, silah bulundu.
Nedir bütün bunlar?..
Ne için?..
Cumhuriyet gazetesine atılan bombaları anımsayın. Ümraniye'de, Ergenekon sanıklarıyla ilintili bir emekli asker kişinin evinde çıkmamış mıydı?
Cumhuriyet'e bombaları atan kişi, eline tabancayı alıp kanlı Danıştay baskınını ne diye gerçekleştirmişti?
Cumhuriyet'e bombayı atan ve Danıştay cinayetini işleyen o katilin, 'Şeriatçılığı'ndan artık söz edilmiyor ama şu soru gündemdeki yerini koruyor:
Ergenekon'un önde gelen sanıklarıyla ilişkisi neydi?
Ve bu çerçevede Yargıtay, Danıştay ve Ergenekon davalarının birleştirilmesini mümkün kılan bir karar vermedi mi?
Bunları da düşünün lütfen.
Biraz kafanızı yorun.
Büyük resmi görmeye çalıştığınız vakit mesele daha basitleşiyor. Ama aynı ölçüde tüyler ürpertici bir hal alıyor.
Çünkü, Türkiye bütün bu bombalarla, silahlarla, patlayıcı maddelerle bir 'darbe ortamı'na sürüklenmek isteniyordu.
Bombalar patlayacak.
Suikastlar yapılacak.
Siyasi cinayetler işlenecek.
Ve "Türkiye bölünüyor, irtica geliyor!" gürültüsüyle asker kışkırtılacak, darbe yolu açılacaktı.
Kanlı oyun buydu.
Laik cumhuriyet ayağına demokrasiye son vermek yani...
AKP'nin 2002 sonunda seçimleri kazanıp hükümet olmasıyla birlikte düğmeye basıldı. Asker içindeki 2003-2004 yılllarındaki darbe tertipleri böyle bir çerçeve içinde yer alıyordu.
Altında, halen Ergenekon sanıkları arasında yer alan eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur'un imzasının bulunduğu SARIKIZ ve AYIŞIĞI isimli darbe planları hikaye değil, gerçekti.
Bu hep böyledir.
Hiç değişmez.
Yukarıda planlar yapılır. 'Mıntıka temizliği'nin genel ilkeleri saptanır. Anayasal ve yasal taslaklar hazırlanır.
Bu arada bazı 'sivil'ler de çalışır.
Hukukçu, profesör, işadamı, gazeteci ve yazarlardan oluşan bir takım olarak, darbe tertiplerine hizmet arz ederler.
Kamuoyunun oluşturulmasında görev yapar, 'beyin takımı' olarak çalışırlar.
Bu takımda yer alan kimileri bilir ne yaptığını, kimileri de oportünisttir, güce tapar. 'Aşağıda' ne olup bittiğini bu takım fazla bilmez.
Bu darbe tertiplerinin 'aşağıda'ki 'operasyonel' boyutu hayatidir. Bombasıyla, dinamitiyle, tabancasıyla, dezenformasyonuyla çalışır bu mekanizma...
Ben yaşadım bütün bunları.
12 Mart darbesi öncesinde...
Orduyu darbeye kışkırtırken...
Ve bunun kitabını yazdım.
Özeleştirimi de olanca açıklığıyla yaptım, 'Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım' adını taşıyan kitabımda...
Onun içindir ki, Ergenekon'un ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum baştan beri. Hukukun bu ülkede 'hukuk üstü' sanılan bazı yerlere dokunmaya başlaması çok önemli bir olay. Yoksa 'darbe yolu' açmak için bu ülke suikastlarla, siyasi cinayetlerle, bombalarla altüst edilecekti.
Gölbaşı'nda, Sapanca'da, Ümraniye'de ortaya çıkan cephanelikleri bu çerçeve içinde anlamaya çalışın.
Tamam, Ergenekon soruşturmasında, yargılamasında yaşanan bazı hukuksuzlukları, ölçüsüzlükleri eleştirelim, adil yargı için bastıralım.
Ama sapla saman karışmasın.
Öyle saf olmayın.
Naiflik kaldırmıyor bu ülke.
Kaç darbe yaşadık, kaç darbe girişimi yaşadık. Yirmi bine yakın 'faili meçhul cinayet'e sahne olmadı mı bu topraklar?
O zaman?..
Son sözüm hükümete, Erdoğan'a:
Eğer demokrasi konusunu, eğer hukuk devleti konusunu, eğer laiklik konusunu gerçekten ciddiye alıyorsanız, o zaman hiç vakit geçirmeden Avrupa Birliği ipine sıkı sıkıya sarılın.
Tıpkı 2003'de, 2004'de olduğu gibi...
Yoksa siz de ham olursunuz!

Hasan Cemal

Paralel okumalar (2): Silâh ve mühimmat

Susurluk kazası sonrasında ismi duyulanlardan polis şefi İbrahim Şahin son dalgayla gözaltına alındı. Evinde yapılan aramada ele geçen krokiler ışığında sürdürülen arama çalışmaları herkesi dehşete düşürecek bir keşfe yolaçtı: Akla gelebilecek her türlü silâh ve patlayıcı madde gömülüymüş İbrahim Şahin'in krokisinde görülen arazide...
“Nasıl olur?” diye soran sorana...
Batman Valisi Salih Şarman'ın hapse düşmesine sebep olan 'gizli ordu' ve ele geçen cephanelik olayı hatırlansa kimse şaşırmazdı. Salih Bey cezaevi günlerini bu olaya ışık tutan 'Rutin Dışı' adlı kitabı yazarak değerlendirdi çünkü...
Ben şaşırmadım, ama farklı sebepten... Dün de yazmıştım, şu sıralarda olan-biteni daha iyi anlayabilmek için bir süredir İtalya'daki Gladio operasyonuyla ilgili kitapları paralel okumaya tâbi tutuyorum. “Vaktiyle orada ne olmuşsa şimdi burada da o oluyor” hissini yaşatıyor paralel okumalar bana...
Daniele Ganser'in Türkçe'ye de çevrilen 'NATO'nun Gizli Orduları' kitabının ilk bölümü İtalya'daki Gladio olayına ayrılmıştır. Daha ilk sayfada ele geçen bomba ve patlayıcı maddeler konusunu çıkarır karşımıza Ganser: “24 Şubat 1972'de, Jandarma, Trieste'de yeraltında saklanmış bir depoyu tesadüfen bulur. Silâh, mühimmat ve daha önceki eylemlerde kullanılanın benzeri C-4 patlayıcı vardır depoda. Jandarma bir suç örgütünün silâh deposunu keşfettiğini düşünür. Yıllar sonra, Felice Casson adlı yargıcın araştırmaları sonucu yüzlerce silâh deposu keşfedilecektir. NATO-irtibatlı Gladio kodadlı gizli ordunun yeraltı silâh depoları...”
Uzun yıllarını Roma'da geçirmiş BBC'nin Washington muhabiri Matt Frei Çizme'de yaşadıklarını anlatan 'Getting the Boot' adlı kitabının ilgili bölümüne kulağa tanıdık gelen bir bomba olayıyla başlar:
27 Mayıs 1993 tarihinde Floransa'da 'deprem gibi' bir bomba patlaması görülür. Öncesi ve sonrasında yaşananlardan farklı olarak, bu terör eylemi, ülkenin kültür mirasını hedef aldığı için ayrı bir öfke çeker...
İki hedef gösterir resmi yetkililer: 'Silahlı Falanj' adlı yeni bir örgüt ve Mafya... Kamuoyu Falanj masalını yutmaz; Mafya iddiası ise yeraltı örgütünün kendi düşmanlarını öldürmek dururken değerli resim ve heykelleri hedef seçmesi yüzünden tutmaz... 1993 yılı yaz aylarında Floransa, Roma ve Milano'da başgösteren terörün, yaklaşık 20 yıl öncenin 'gerilim stratejisi' ile bir biçimde ilintili olabileceğini düşünür kitleler; gazeteler “Stato assasino” (devlet terörü) başlığını kullanmaktan çekinmez...
20 yıl önce, yani 1960'ların sonu ve 1970'ler... 1969 aralık ayında Milano'nun Fontana Meydanı'nda bir bankaya bomba koyarlar; 16 kişi ölür. Bir yıl sonra bir tren Clabria'da raydan çıkar, altı kişi ölür. 1974'te Brescia'da anti-faşist bir mitinge bomba atılır, sekiz kişi daha ölür. Aynı yıl ekpres tren Italicus'a saldırılır, 12 kişi ölür. 1980 ağustos ayında Bologna tren istasyonu bekleme salonunda patlayan bomba ise 85 kişiyi öldürür, 200 kişiyi sakat bırakır.
1960'larla 1990'ları birbirine bağlayan yalnızca benzer terör eylemleri değildir; bütün o dönemlerde aktif bir politikacı da vardır: Giulio Andreotti... Yedi defa gidip sekiz defa başbakanlığa dönmüş bir kıdemli politikacıdır Andreotti... Floransa, Roma ve Milano'da patlayan bombalardan sonra üzerinde yoğunlaşan baskıyı hafifletmek için, ülkede paralel devlet olarak örgütlenmiş 'Gladio'nun varlığını resmen kabul eder... “Gelmiş geçmiş bütün başbakanlar örgütün varlığından haberdar edilmiştir” de der Andreotti. Sosyalist Bettino Craxi, “Benim haberim yoktu” deyince, önüne altında imzası bulunan bir belge konur; o da haberdardır.
Andreotti bir şeyi daha açıklar: 'Gizli ordu' çok iyi organize olmuş ve son model silâhlarla mücehhez kılınmıştır. CIA tarafından sağlanan silâhlar ülkenin dört bir tarafında, ormanlar, çalılıklar, hatta kilise ve mezarlıkların altında saklanmıştır. Tam 139 ayrı silâh deposu vardır 'gizli ordu'nun...
Saklı depolarda mevcut silâh ve teçhizat hakkında şu bilgiyi de verir Başbakan Andreotti: “Tabancalar, mühimmat, patlayıcılar, el bombaları, bıçak ve hançerler, suikast tüfekleri, lHav silâhları, haberleşme cihazları, dürbünler...”
Dün, ajanslar, İbrahim Şahin'in evindeki krokiye uyarak boş bir araziyi kazan görevlilerin, Ankara/Gölbaşı'nda buldukları hakkında şu bilgiyi veriyordu: “Çalışmalarda iki yağlı poşet içinde çok sayıda lav silahı, TNT kalıpları, çok sayıda el bombası, silâhlar ve mühimmat bulundu. Aramalarda ele geçen bombaların 30'a yakın değişik türde olduğu öğrenildi.”
Ne kadar ilginç değil mi?
Paralel okumalara devam edeceğiz.

Taha Kıvanç

9 Ocak 2009 Cuma

İsrail devleti meşru mu?

İsrail devletinin nasıl kurulduğu, kuruluştan bu yana İsrail tarafından hukuk ve ahlak kurallarının nasıl çiğnendiğini hiç göz önüne almadan, ülkesi işgal edilmiş, hayat damarları kesilmiş, uzun vadede ölüme mahkum edilmiş bir halkın haklı direnişini mahkum edenlere, sağlam kaynaklara dayanan alıntılarla biraz tarihi bilgi vermek gerekiyor.
İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour'un 2 Kasım 1917'de Filistin'de yurt edinmek isteyen Siyonist Dernekleri Federasyonu adına Lord Rotschild'a yazdığı mektupta "Majestelerinin Hükümeti(nin) Yahudi halkı için bir milli yurdun Filistin'de kurulmasını olumlu karşılamakta… ve Filistin'de mevcut Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarına... bir zarar getirmeyeceği açıkça anlaşılacak şekilde, bu hedefin tahakkukunu kolaylaştırmak için elinden gelen gayreti esirgemeyecek olduğu" belirtilmektedir (Stein, s. 548). Bir yazarın çarpıcı tanımlamasıyla "bir ulusun ikinci bir ulusa bir üçüncünün ülkesini ciddi ciddi vaat etmesi" demek olan (Koestler, s.4) bu belgeyle İngiltere, o tarihlerde, "kendisine Filistin'de Yahudiler lehine hak tanıyabilme yetkisini verecek ne egemenlik veya sömürgecilik ve ne de herhangi diğer tasarruf hakkına sahip" bulunmayıp (Cattan, s.12-3), "Filistin, nüfusunun yüzde doksanı Arap ve toprağının ancak yüzde ikisi Yahudi mülkünde olan bir ülkeydi." (Zureik, s.47)
29 Kasım 1947'de Filistin'in taksimi kararı, oylanmak üzere B.M.Genel Kurulu önüne geldiğinde, "gerekli üçte iki oyçokluğunu sağlamak için, Kurul üyesi küçük devletlerde mevcut plana karşı yaygın direnç, Amerikan şantaj ve rüşvet gücünün altında" kalıyor (Anderson, s.10) ve Kurul tarihî "Taksim Kararı"nı veriyordu. Buna göre ise Filistin, Kudüs ve çevresi için öngörülen bir milletlerarası statü ile o bölge hariç tutularak, yedi kısma ayırılıyor; üçer bölge Araplara ve Yahudilere, yedincisi olan Yafa ise Yahudi bölgeleri içinde kalmış ayrı bir parça olarak gene Araplara taksim ediliyordu. 1882'den itibaren Yahudi sömürgecileri Filistin'e düzenli bir şekilde geldikleri halde, İsrail devletinin 1948 yılı baharında –bir avuç siyonistin ilanıyla- sözde kurulmasından hemen iki hafta sonrasına kadar, orada büyük bir Arap çoğunluğundan başka bir şey yoktur.
Bu ilan bildirisinde devletin "Yahudi halkının tabii ve tarihi haklarına dayanarak" kurulduğu iddiası söz konusudur. İşte bu "tarihi haklar" kavramı Siyonist propagandada önemli olup çoklukla "vaat edilmiş topraklar" kavramıyla birlikte yer almaktadır.
Duyuruluş anından sadece 11 dakika sonra ABD'nin hemen tanıdığı bu devletin ilanı, fiili olarak Siyonizmin hedefine ulaştığı ilk noktayı işaret etmekteydi. Ancak bu nokta son nokta olmayacaktı. Zira hemen ardından başlayan ilk Arap-İsrail Savaşı sonunda, 1949 Temmuzunda ulaşılan diğer bir tarihi nokta, İsrail'in Kudüs'ün batısı da dahil olmak üzere Taksim Kararı'nın ayırdığı sınırları epeyce aşan topraklara sahip olması, Filistin'den geriye kalan Gazze ve Batı Şeria'nın ise Mısır ve Ürdün'ün eline geçmesiydi. Arap-İsrail güçleri 5-10 Haziran'da 3. kez savaştı. Araplar, Eski Kudüs, Sina, Gazze Şeridi'ni, Ürdün ırmağının batısında kalan ve Batı Şeria adı verilen Ürdün topraklarını, İsrail-Suriye sınırındaki Golan Tepeleri'ni kaybettiler.
Dahası, tarihi açıdan Filistin'in yaklaşık yüzde 78'inin İsrail'in eline geçmesi demek olan bu yeni fiili durum anılan tarihte tamamlanan ateşkes anlaşmaları ile o günden bu yana artık geri dönüşsüz surette bir bakıma hukukileşmekle kalmayacak; aynı yıl (1949) Siyonizm açısından bir ileri başarıya daha işaret etmek üzere, bu yeni sınırlarıyla İsrail BM'ye üye kabul edilerek uluslararası düzenin resmi bir parçası olmuştur.
Bu tarih bilgisi ışığında herkesi şöyle bir tasavvura ve cevaba davet ediyorum:
Bir yabancı gurup gelip ülkenizde, toprağınızın yarısını işgal ederek hiçbir hakka dayanmadan devlet kuruyor, sonra bu sınırı daha da genişletiyor, siz buna razı olmayıp haklarınızı savunmak üzere savaşıyorsunuz, işgalciler dünyanın en güçlü ülkelerini arkalarına alarak sizi mağlup ediyorlar, size bırakılan bir avuç yeri de –güvenlik gerekçesiyle- denetim altına alıyor, hayat damarlarınızı kesiyorlar. Oturup ölmeyi mi beklediniz yoksa su borularından yaptığınız sözde füzeleri atarak da olsa bir şeyler mi yapardınız?
Öyle öleceğime böyle öleyim diye kendinizi ateşe atar mıydınız?
Hayrettin Karaman
09 Ocak 2009 Cuma

8 Ocak 2009 Perşembe

Zombi

Jurgen Stroop 1952'de, orada, Polonya'da idam edildi.
"Savaş ve insanlık suçları" işlemekten sanık Alman subay, bir ABD askeri mahkemesinde mahkûm olmuştu.
Suçları; "Varşova'da, gettolaşmış Yahudi mahallesinde sıkışıp kalmış onbinlerce Polonyalı Yahudi'yi çoluk çocuk, kuşatma altında açlığa, ölüme mahkûm etmek, sivilleri katletmek, kıyıma uğratmak, tehcire ve ölüme yollamak"tı.
Yardımcılarından Hahn da ancak 1975'te yakalanabildi. Aynı suçlardan ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1986'da cezaevinde öldü.

İkinci Dünya Savaşı ardından "Naziler"i yargılayan Nürnberg Mahkemesi'nde "uluslararası savaş suçları" tanımının içinde, "Herhangi bir amaçla sivil halka ya da işgal altındaki bölge halkına kötü davranma, öldürme, tehcir... kent, kasaba, köylerin ahlaksızca yıkımı ya da askeri gereklilikle açıklanamayacak şekilde tahribi" de yer aldı.
"İnsanlığa karşı suçlar" tanımında da, özellikle "Kitle imha, sürgün, sivil halka karşı suçlar"dan bahsedildi.

"Varşova Gettosu" bu suçların kapsamı içine oturdu.
1943'te, 19 Nisan'dan 16 Mayıs'a kadar vuku bulan "Getto Yahudi direnişi", önce 500 bin kişi olarak mahalleye sıkıştıranlardan, nihayetinde kalan 40 bin kişinin açlık, bomba, yangın ablukası altında umutsuzca karşı koyma çabasıydı.
Büyük kısmı öldürüldü ve toplama kamplarına gitti, orada yok oldu. Çok azı kaldı.
"Getto", belki zaten büyük bir savaşın ve suç zincirinin bir parçasıydı ama tek başına da, "abluka altındaki sivil halkın açlıkla, bombalarla, silahlarla öldürülmesi" gerekçesiyle, "savaş ve insanlık suçu" sayıldı.

66 yıl sonra, zaten yıllardır "işgal ve abluka" altında bir halk da bir şekilde "direnmeye" çabalıyor.
Okulların, hastanelerin bombalandığını, çocukların katledildiğini, doktorların öldürüldüğünü, camilerin vurulduğunu bütün dünya izliyor.
Dünyanın vicdanı, 60 küsur yıl öncesinden daha acımasız olmalı mı!
Kâğıt üstünde uluslararası hukuk açısından, "insanlık ve savaş suçu" diye ne varsa, Gazze'de mevcut aslında.
Hem de, 66 yıl öncesinin "Yahudi Gettosu"nun mirasçılarının işlediği, abluka ve sivil kıyımı gibi insanlık ve savaş suçları.

Tarihin, kaderin cilvesine, insanlığa ihanete ve kurbanın acımasız bir cellata dönüşüne bakın ki;
Gazze'nin hemen kuzeyinde, bir İsrail kibutzu Yad Mordeşay adını taşıyor. 66 yıl öncesinin Varşova direnişçilerinden Mordeşay Anielewicz'in adı.
Aynı, "Getto direnişi"nin iki tim şefi, karı koca, İzak Zuckerman ile Zivia Lubetkin'in kurduğu "Getto Savaşçıları Kibutzu" gibi.

Şimdi abluka ve saldırı, imha altında alev alev bir gettoya dönüştürülmüş Gazze'yi katleden İsrail ordusunun başı Gabi Aşkenazi, geçen yıl bu kibutzu ziyaretinde, "Getto direnişçileri İsrail ordusuna ilham vermiş insanlardır" diyerek, 66 yıl önce, ilaçsız, yakıtsız, elektriksiz, gıdasız abluka ile anormal bir gücün saldırısı altında çaresizce silaha sarılmış insanları kutsadı.
Oysa, Naziler için de onlar teröristti!
Şimdi, kıstırılmış bir halkı katlederken, onların direnişini sadece "terörist" sayan, insanlık ve savaş suçlarının kanına batmış "faşizan" bir ilhamın sahibi!

Dünyanın iki yüzü bu.
Dünyanın çifte standardı, medeniyetin tek dişi, demokrasi, özgürlük ve insan haklarının, onları en çok koruduğunu iddia eden "Batı" tarafından da iğfali!
O eski kurbanın şimdi cellat oluşunu utanmadan makul sayabilen bir iğrençlik hali! Jurgen Stroop'un, tam da karşıtında, bir zombi olarak dirilişi!

Umur Talu
08.01.2009

bi yerden başlamak lazım..

Nicolas Sarkozy haklı; zaman yanımızda değil. Ali Babacan haklı; biz konuşurken bir bebek daha ölüyor. Yazıya nasıl başlayacağımı düşünürken ben, ilk cümleyi kurmak içim kafamdaki kelimelere hafifçe dokunup uzaklaşırken, Gazze’de bir bebek daha ölüyor. Bush, İsrail’e “rastgele” derken... Obama, “meydan iki hafta daha Bush’un” diye susarken... Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve El Fetih, “Hamas iyi bir dayak yesin hele” diye beklerken... Şam ve Tahran, kendilerinin silahlandırdığı Hamas’ı ateşkese zorlamaktan imtina ederken... Avrupa, kış tatili mahmurluğundan çıkıp durumun vahametine nihayet vakıf olurken... Katliam karşısındaki haklı infialini ilk günden beri yüksek perdeden dillendiren Başbakan Erdoğan’ın çırpınması büyük ölçüde işlevsiz kalırken... 2006’da Güney Lübnan’da Hizbullah’a yaptığı gibi, Hamas üzerinden de aslında yine İran’ı dövmeye çalışan İsrail, hem Amerika’da yeni yönetim işbaşına gelmeden bölgedeki denklemi değiştirmenin hem de seçimlerde Netanyahu’nun şansını azaltmanın hesabıyla dur durak bilmeden saldırırken... Gazze’de her gün bebekler, çocuklar, siviller ölüyor. * * * İsrail’in 29 aralıkta başlattığı Gazze saldırısını durdurmaya yönelik ilk ciddi diplomatik girişim, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin bölgeyi ziyareti oldu. Sarkozy’yi dün Şam’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’la basın toplantısı yaparken dinledim. “Gazze’de askerî çözüm yok. Ateşin kesilmesi için Hamas’ın roket saldırıları durmalı” derken İsrail’in kara harekâtını da kınıyordu. Kameralar karşısında açıkça söylemediğiniyse kapalı görüşmede ifade etmiş; Esad’dan ateşkes için, Şam’da yaşayan Hamas lideri Halid Meşal’i ikna etmesini istemişti. Fransa Cumhurbaşkanı’nın basın toplantısında birkaç kez Türkiye’nin rolünden söz etmesi de bu taleple bağlantılı. “Avrupa ile Türkiye’nin ortak çabasından” dem vururken iki şeyi kastetti Sarkozy: Birincisi, Ankara’nın İsrail ile Suriye arasında yürüttüğü arabuluculuğu yeniden canlandırmasında yarar vardı. İkincisi, ve daha acil olarak, Hamas’ın, roket saldırılarını kesmeye ikna edilmesinde Türkiye rol oynayabilirdi. Nitekim, Şam’daki Sarkozy-Esad buluşmasına Avrupa Birliği Konseyi Genel Sekreteri Javier Solana ile birlikte Başbakanlık Başdanışmanı Prof. Ahmet Davutoğlu da katıldı; dahası Davutoğlu, Hamas’ı terörist sayan Avrupalı yetkililerin yapmadığını yapıp Meşal’le de buluşacaktı. * * * Bir yandan, Sarkozy’nin Ortadoğu turu, bir yandan da, bölgede bir kez daha “kilit aktör” konumuna gelen Mısır’ın Hamas dahil çeşitli muhataplarla yürüttüğü gizli diplomasi ne sonuç verecek? İsrail basınından takip edebildiğim kadarıyla, Gazze saldırısını, 2002’deki Batı Şeria harekâtına ya da 1982’deki Beyrut kuşatmasına benzer bir topyekûn operasyona dönüştürüp “son Hamas militanı da yakalanıncaya kadar” sürdürme fikri giderek zayıflıyor. Ancak Gazze’den, “bir insanlık ayıbına daha imza atmış ve Hamas’ın meşruiyetini güçlendirmiş” olarak geri çekilmek de İsrail’in işine gelmiyor. Vahşi saldırının sona ermesi, Fransa, Mısır ve belki Türkiye’nin de katkısıyla sağlanabilecek ve son aşamada, mutlaka ABD’nin desteğine de ihtiyaç duyacak bir güvenlik mekanizmasına bakıyor. Bu mekanizma, İran çıkışlı silahların Mısır üzerinden Gazze’ye kaçırılmasının önlenmesi için sadece Refah kapısının değil, bütün sınırın denetlenmesini kapsayacak. Kahire, denetimi Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin yönetiminin yapmasını istiyor. İsrail ise, ABD askerlerinin de dahil olacağı uluslararası bir gücün bölgede görevlendirilmesini talep ediyor. Eğer önümüzdeki günlerde, Washington’daki “topal ördeğin” birdenbire hareketlenip Kahire’ye bir heyet gönderdiğine tanık olursak, bilin ki, “Mısır sınırının denetlenmesi karşılığında Gazze’de ateşkese” bir nebze daha yakınız. Bu yönde somut bir adım, öncelikle ateşkesi, sonrasında ise Gazze’nin İsrail’in iktisadi ablukasından kurtarılması karşılığında, bölgenin güvenliğinin bir Birleşmiş Milletler gücüne devredilmesini de beraberinde getirebilir. Türkiye’nin “iki aşamalı plan”ının parçası olan Hamas-El Fetih barışı da, belki o zaman mümkün olur. Belki... Ama siz, bu eğer’leri, belki’leri Gazze’deki annelere anlatabilir misiniz? “Bir an evvel”in anlamını şu anda hangimiz Gazzeli anneler kadar yüreğinde hissediyor?Ali Babacan haklı; biz konuşurken bir bebeğin daha öleceğini biliyoruz. Peki, konuşmayı bile öğrenmeden ölen Gazzeli bebeklerin annelerine ne söyleyeceğiz... Onu bilen var mı?

Yasemin Çongar