27 Haziran 2009 Cumartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Ey insan! İndiği geceyi bin aydan daha hayırlı yapan, yani bir ömre bedel bir gece kılan bu vahiy eğer senin yüreğine, zihnine, aklına, hayatına inerse neler yapmaz?

Halkın tasavvurunda “Üç Aylar” diye şöhret bulmuş. Bu şekliyle bir delile dayanmasa da, özde sahih bir delilden yola çıkılarak şöhret bulmuş bir ifade. Üç aydan kasıt, ardı ardına gelen kamerî aylar olan Receb, Şaban ve Ramazan.

Rasûlullah’ın bu ayların ilki olan Receb girince “Allahümme barik lena fi recebe ve şa’bân, ve belliğna ramazan: Allah’ım Receb ve Şaban’ı bize bereketli kıl ve bizi Ramazan’a erdir” diye dua ettiği rivayeti sabit.


Ramazan’ı anladık, o sahip olduğu tüm bereket ve kudsiyeti içerisinde gerçekleşen bir olaydan dolayı aldı.

Neydi o olay?


Tabii ki, Allah’ın rahmetinin kelamî tecellisi olan vahyin inmeye başlaması. Vahiy, Kur’an’la sabitti ki Ramazan’da inmeye başlamıştı. Kadr Sûresi’nde, Kur’an’ın inmeye başladığı geceye bir de isim veriliyor: Kadir Gecesi (Leyletu’l-Kadr).


Bütün bunları yan yana birleştirince ortaya çıkan sonuç şu: Kur’an, Ramazan ayı içerisinde yer alan Kadir Gecesi’nde indirilmeye başlanmıştır. Kur’an’ın indirildiği gece, sırf bundan dolayı bin aydan, yani 83 yıllık bir ömürden daha hayırlı ve bereketli bir geceye dönüşmüştür.


Neden?


Çünkü, Kur’an indiği zamana böyle bir bereket katmıştır.


Peki, vahyin amacı zamana bereket katmak, onu binlerce kat daha değerli kılmak mıymış?


Ne münasebet! Elbette vahiy insan için inmiştir. İnsana bereket katmak, insanı yüceltmek, onu mübarek kılmak için.


Peki, o halde neden Kur’an vahyin zamana kattığı değeri ve bereketi ifade ediyor?


Bunu anlamayacak ne var? Kur’an, insana mesaj veriyor. Parmak ayı gösterirken, parmağa değil, aya bakarlar. Eğer sen de âyetlerin (parmağın) gösterdiği yere bakarsan, şunu görürsün:


Ey insan! İndiği geceyi bin aydan daha hayırlı yapan, yani bir ömre bedel bir gece kılan bu vahiy eğer senin yüreğine, zihnine, aklına, hayatına inerse neler yapmaz? Düşünsene bir! Sana ne hayır ve bereketler katacağını düşünsene bir! Hayatına inen Kur’an’ın hayatını nasıl bereketlendireceğini, değerlendireceğini düşünsene bir!


Evet, açıkça anlaşıldı ki, Ramazan tüm değerini vahyin kendisinde inmeye başlamasından almaktadır.

O halde Receb ve Şaban değerlerini neden almaktadır?


Elbette açık: Ramazan’a komşu olmalarından.
Güzele komşu olan da güzelleşir. Gül ağacının dibindeki toprak gül kokar. Receb ve Şaban, gül ağacının dibinin toprağına benzerler. Rivayetlerin bütünüyle okunmasından şunu anlıyoruz: Receb’in başlangıcından itibaren Hz. Peygamber nafile oruç ve namazları artırıyordu. Ramazan’a 15 gün kala bu artırma zirveye çıkıyordu.


Tabii ki, Hz. Peygamber’in orucu, bedenin zapt u rabt altına alınıp ruhun daha fazla özgürleşmesini sağlama amacına yönelikti. Bu şekilde akıl, izan, tasavvur, muhayyile daha aktif ve almaya yatkın oluyordu. Çünkü oruç, beden atının sırtına akleden kalbi bindirmekti. Tersi mi? Tersi, akleden kalbin sırtına bedeni bindirmekti ki, bu süvariyi ata değil, atı süvariye bindirmek kadar ters bir işti.


Peki, akleden kalb beden atının süvarisi olursa ne olacaktı? Vahye, vahyin mesajına hazır olacaktı. Onu sözlerin sultanı olarak karşılayacak ve tahtına oturtacaktı. Yani kalbin tahtında vahiy oturacak, emirleri o verecekti. El ayak, dil dudak, göz kulak gibi beden ülkesinin taşrası da bu emirlere itaat edecek, uygulayacaktı. Böylece insanın Allah’a teslimiyeti tamamlanacaktı. İşte halkın “Üç Aylar” adını koyduğu günlerin sırrı buydu.

UFUK BOZKIR

Taklit
Her tarafımız taklitlerle dolu.Gibi görünmek, gibi olana sahip olmak çağdaş bir hastalık. Benzemek, benzeşmek kasıp kavuruyor ortalığı. Kimse kendisinden ve sahip olduklarından memnun değil.
Gösteri içinde kayıplar geçidi. Biz bile taklit doluyuz. Senaryolar. Alışveriş merkezleri. Taklit giysiler, mekanlar, konumlar, meslekler, arkadaşlar, cep telefonları. Şehirler, çantalar, kalemler, davranışlar, sesler. Taklit bir güzellik sepeti gibi yerleştirmiş bizi içine. Oradan kendimize bakıyor ve şaşırıyoruz. Biz nerede ve kim olarak kendimiziz? Çabucak ve kolayca...

Oysa taklit ustalık, özgünlük acemilik ister.

Taklitteki acemilik kabul görmez ancak özellikle sanat eserindeki doğal acemilik artı bir özellik değeri kazanır. Esasın kaderi az kalmak, azalmak, ender bulunmak olduğu halde, taklit binbir yolla ve akılalmaz bir hızla çoğalır. Taklit türlü türlüdür. Bir insanın yürüyüşünü, konuşmasını taklit etmekle o adamın sadece kendisine özgü bir eserini, ressam ise resmini, şair ise şiirini, politikacı ise tavrını taklit etmek ayrı ayrıdır. Taklit de tam bu noktadan vurmaya çalışır karşıtlarını. Karmaşa taklidin en sevdiği ortamdır. Değer karmaşası, hukuk karmaşası, fiyat karmaşası, uzaklık yakınlık, taklidin borsasını yükseltir veya düşürür. Ve taklit hep vardır ve var olacaktır. İnsanın, insana mesafesi kaybolmuştur çünkü.

Taklidin enerjisi orijinalin gücünden gelir. Bir malın marka değeri ne kadar yüksek, bilinirliği ne ölçüde yaygın ise taklit gece ile gündüzü bir ederek taklide başlar. Üretir. Çoğaltır. Esasın özden çok şekille değer kazandığı devirlerde, taklit kendi meşruiyetini bazen kelime oyunları, çağrışımlar, anıştırmalar, ucuz fiyat, kolay erişilebilirlik gibi yollarla sokağa indirir. Gündeme sokar. Dünyanın önde gelen bir tasarımcısının rüyalarını, yeteneğini, eğitimini kanatlandırarak çizdiği yeni bir modeli, taklitçi esasına eş bir hızla insanın önüne serer, gözünü boyamaya, aklını çelmeye çalışır. Evet çalışır taklit. İçinde gizli de olsa bir keşif tutkusu geliştirir, talihin tesadüf piyangosunun onun da kapısını çalmasını ister.

Taklit günlüktür.

Güncelin yığıldığı, ağızdan ağıza, görüntüden sese dolaştırdığı bir pazar nesnesidir. Ve taklit en çok da başarılı insanları, bir tür tuluat içinde gösterdiğinde sanata, yaratıcılığa yaklaşır. Taklidin kaderi asla ilk olamamaktır. İlk olmayan hep taklit kalır. Taklidin içinde bir yandan ilk olanın mirasını paylaşmak, ondan çalmak, onun benzeri olmak, sonrasında da onu tahtından edip yerine geçmek vardır. Planlı ve hedefli olan taklit ahlak dışıdır da, içten ve özenli benzeşme isteği, öykünme, kılavuz ihtiyacı makul ve gereklidir.

İlginçtir, bugüne kadar hiçbir taklit aslın yerine geçememiştir. Ancak taklidin esastan daha kârlı olduğunu kimse inkar edemez. Ve taklit sadece esası çoğaltmakla yetinmez, onun değişebilme ihtimalini de dondurur, hükme bağlar. Taklidi yapılan, benzerleri milyonlarca çoğaltılan, tekil olanın özgürlüğünü de elinden alır. Taklit yaygınlaşma isteğidir aynı zamanda. Ya, yaratıcılık, orijinallik, esas, ne kadar taklit içerir? Bu, sanatın, felsefenin, eleştirinin bir sorunu olmaya devam etsin, taklit, çoğunluğun gözünün çevrilmediği, maddi veya manevi piyasası oluşmamış hiçbir değerle uğraşmaz. Taklit popüler olmuş, yaygınlık kazanmış öznenin veya nesnenin peşindedir. Ekmeğin felsefesini yapan bir kitabın taklit edilmesi çok zordur da sütlü ekmek üretimine başlamış ve yoğun talep görmüş bir ekmeğin taklidini durdurmak mümkün değildir.

Taklit teyakkuz halindedir. Kulakları yan duvarda, gözleri ufukta. Aklı sokağın ritmine ayarlanmış. Hangi renk tişört, hangi marka revaçta, ne tür güneş gözlüğü gençlerin gözdesi? Kadınlar bu yaz neyin peşinde? Ne kadar para dönüyor piyasada? Taklit, ekonomik bir değerdir artık. Sosyal hayatta da, sanatta da giyimde ve kuşamda da..

Son günlerin moda tabiriyle "çakma" olan neredeyse orijinalin tahtına oturmuştur. Sadece bir tüketim davranışı mıdır bu bakımdan taklit? Taklidin çoğalması. Taklidin önlenemez gerçeklik kazanması? Tek gerekçe ortak ve birlikte tüketmek olabilir mi? Hızlı benzeşim hızlı körleşmeyi, gibi olmak tekil olanın değerini silmez mi? Kendi öksürüğünden bile sıkılan insan için... Nedir bu?

HEKİMOĞLU İSMAİL

Üç ayları nasıl ihya edebiliriz?

Her an ölebiliriz, öyleyse her an helal dairede bulunmalıyız ki, helal daireden ahirete gidelim. Böylece günün saniyeleri bile mübarek olur.Bir savaş var ki o her zaman yapılır. Özellikle üç aylarda o savaş artar. O savaş, nefsiyle savaşmaktır.
"Nefsiyle savaşmak mümine büyük şandır,

Mücahit, Allah için nefsiyle savaşandır"

Bir gün bir arkadaş dedi ki: "Şeytanlar yaratılmasaydı, biz de ona uyup cehenneme gitmezdik."

Ona dedim ki: "Şeytanlar ateşten yaratılmış. Ateş, insanın yardımcısıdır. Fakat insan, yemek pişirdiği ateşe elini sokarsa ateşten zarar görür. Böylece iyi bir yardımcısını kendine düşman bilir."

Her yaşlanan insan geçmişe bakıyor, kaybettiklerinin bulduklarından çok daha kıymetli olduğunu anlıyor fakat zamanı geri döndürmek mümkün değil. Öyleyse geçmişi bırak değiştiremezsin, geleceği bırak hükmedemezsin. Bulunduğun anı İslam'a uydur.

Müslüman'ın üç aylarda yapacağı iş, Müslümanca hayatını devam ettirmek, kaza namazlarını eda etmek, daha çok Kur'an okumak ve tevbe istiğfar etmektir. Şu mübarek ayların yüzü suyu hürmetine dinî anlayışımızı yeniden ele alalım ve diyelim ki: "Acaba ben İslam'ın hangi emrini yapmıyorum?" Asıl olan, her Müslüman'ın noksanlarını, günahlarını tek tek bilmesi sonra da o noksanları tamamlamaya çalışmasıdır. Aksi halde plastik çiçekle, fıtrî olan arasında ne kadar fark varsa, gerçek Müslüman'la, şuursuz Müslüman arasında o kadar fark vardır.

Üç aylar, durum muhakemesi yapma zamanlarıdır. Ne haldeyiz? Nasıl olmalıyız? Bu mübarek günler, değişmemize sebep oluyorsa, onlar ihya ediliyor demektir. Yok, birkaç ibadetle savuşturuluyorsa, haya etmeli, utanmalıdır. Bir müfettiş olmalı, evvela kendi hayatını teftiş etmeli, kendi kendine rapor vermeli, derdini bulup, derman aramalıdır.

"Bize gayret yaraşır, merhamet Allah'ındır,

Hükmü ati ne fakirin ne de şeyhin şahındır."

Ben şimdi hastayım. Dua ediyorum, "Allah'ım Şafi-i Hakiki sensin. Bana şifa ver. Sen nasip et, konferanslara gideyim, çalışayım..."

Kainatta hareketsiz bir tek cisim yok. Cismin en küçük parçası atomdan tutun, koskoca güneş sistemine kadar her şey hareket halindedir. Denizler dalgalanmasa balıklar yaşayamaz, rüzgar esmese hava kirliliği canlıları boğar... Her yaratık gibi, insan da Allah'ın planına tabidir. İyileşmem, çalışmam, o planın tecellisi olacak.

İnsan pek çok şeylerden zevk alır; fakat o sevinçlerin hepsi sahte. En büyük zevk, hakiki lezzet, İslamiyet'e tabi olmaktır...

Allah hepinize sıhhat ve afiyet versin. Hastalara şifa, dertlilere deva versin.

Allah'a emanet olun.

ABDÜLHAMİT BİLİCİ

Türkiye'nin yeni kozu

Ne zaman Avrupalı bir yetkili ile masaya otursanız, borçlu kalkarsınız. Bu, bir gazeteci için geçerli olduğu kadar, herhalde devlet adamlarımız için de böyledir. Çünkü üye olmak, kabul edilmek isteyen tarafsınız. Ama onay veren, kabul eden veya etmeyen karşı taraftır.
Milli duygularla buna kızabilirsiniz. Ama öncelikle ilişkinin tabiatından dolayı bu böyledir. AB'yi prestijli bir kulüp olarak kabul edersek, her yerde olduğu gibi üye olmak isteyenin şartları yerine getirmesi gerekir. Bu gururunuzu kırıyorsa veya bunda bir fayda görmüyorsanız, vazgeçer, rahatlarsınız.

İkincisi, şayet eliniz sağlam değilse, demokrasideki kusurlarınız, kırılgan iç barışınız, sivil-asker ilişkileriniz, gelir dağılımındaki uçurumlarınız yüzünden görüşmede hep noksanlarınız gündemi belirliyorsa, yine masadan borçlu kalkarsınız. Zayıf yönleriniz yüzünden dişe diş pazarlık yapamaz ticaret, gümrükler gibi konularda ağzınızı fazla açamazsınız. Hatta bazen bu somut haklarınızı, diğer alandaki ayıplarınızı örtmek için rüşvet olarak verirsiniz. Maalesef, uzun yıllar Türkiye-Avrupa ilişkilerinin seyri bu şekildeydi.

Ancak hava yavaş yavaş değişiyor gibi. Türkiye'ye Avrupa'dan gelen itirazlardaki değişim de bunun göstergesi. Artık Türkiye'yi Avrupa'da görmek istemeyenler, buna gerekçe olarak demokrasimizi, Kürtlere yapılan muameleyi, insan haklarındaki eksikleri gündeme getirmiyorlar. Türkiye'nin kültür olarak Avrupa'ya ait olmadığını, Avrupa'nın sınırlarının İran'a, Suriye'ye kadar uzanamayacağını, bunun Hıristiyan temellere dayanan AB projesine ihanet olacağını dillendiriyorlar. Bu değişimde Türkiye'nin ev ödevlerini yerine getirme konusunda son dönemde ortaya koyduğu performansın payı büyük.

Bunda Türkiye'nin bölgesinde yükselen stratejik öneminin de büyük rolü var. Konulara duygusal bakan bazı Avrupalılar hâlâ kabul etmese de biraz stratejik düşünebilen çok sayıda Avrupalı, Türkiye olmaksızın Avrupa Birliği'nin küresel bir aktör olamayacağını net olarak görüyor. Ya da en azından küresel alandaki rekabette Türkiye'nin nüfusu, kültür yapısı, coğrafî konumu ve ekonomisi ile Avrupa'ya çok büyük avantajlar sağlayacağını görüyorlar. En bağnaz gerekçelerle bize karşı çıkan Avrupalı liderlerin bile Türkiye'nin Avrupa'ya sıkı şekilde bağlanması gerektiğini vurgulamalarını, başka şekilde anlamak zor.

Dün önemli bir AB yetkilisi ile görüşürken, Türkiye'ye bakıştaki bu değişimi çok somut bir örnek üzerinden gördüm. Görüştüğümüz isim, Avrupa'nın enerji güvenliğine katkıda bulunacak ve Rusya'ya olan bağımlılığını azaltacak Nabucco projesiyle ilgili önemli bir gelişmeyi bizimle paylaşıyordu. Uzun zamandır konuşulan ve Avrupa ülkelerinin çok dağınık bir tablo sergilediği bu projenin tarafları, teknik düzeyde aralarında anlaşmıştı. Siyasî düzeydeki görüşmelerin ardından, önümüzdeki ay projede yer alan Avrupa ülkelerinin devlet başkanlarının katılımıyla Türkiye'de anlaşma imzalanacak.

ilk kez bir Avrupalı yetkilinin ağzından stratejik bir konuda Türkiye'den ortak olarak söz edildiğini duydum. Çünkü yetkili, enerji güvenliği ve kaynakların çeşitlendirilmesi konusunda çıkarlarımızın paralel olduğunu söylüyordu. Bu konudaki Türkiye-Avrupa karşıtlığı döneminin geride kaldığını, Avrupa'nın Türkiye ile birlikte kaynak ülkelerle masaya oturacağını ifade ediyordu. Azerbaycan'da projenin ilk aşaması için yeterince gaz olduğunu ve ufukta hiçbir sorun görünmediğini ekliyordu. "Nabucco'dan gelen gaz, Avrupa'nın Rusya'ya bağımlılığını ne kadar azaltacak?" soruma aldığım cevap, konunun Avrupa için ne kadar hayati olduğunu gösteriyordu: "Bağımlılık ne kadar düşse kârdır."

Avrupalı yetkilinin bu sözleri, Türkiye'nin doğusundaki ülkelerin sahip olduğu doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşınmasının ötesinde bir anlam taşıyor. Çünkü bu proje ile ilk kez bu kadar somut şekilde Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı görünür hale gelecek. Türkiye, Bulgaristan'dan Çek Cumhuriyeti'ne her kış donma tehlikesi yaşayan milyonlarca Avrupalıya el uzatan ülke konumuna yükselecek. İnsanları kış soğuğundan koruyan gazın Türkiye'den geliyor olması, Avrupa kamuoyundaki imajımıza olumlu katkı sağlarken, Avrupalı liderlere de seçmenlerini ikna için somut bir gerekçe sunacak. İçeride birbirimizle uğraşmayı bıraksak, Türkiye'nin yarınının bugünden parlak olacağı kesin.

NUH GÖNÜLTAŞ

AK Parti'ye tuzak, CHP'ye kan iğnesi...

Türkiye'yi 12 Eylül'e getiren şartları öne sürerek 12 Eylül askeri darbesinin haklılığını savunanlara söylenecek tek güzel sözü 12 Eylül ile devrilen hükümetin başkanı Süleyman Demirel söylemiştir:

"11 Eylül günü akan kan 12 Eylül günü nasıl birdenbire duruverdi..."

Çünkü ülkenin hemen hemen her tarafında sıkıyönetim vardı 11 Eylül günü.

12 Eylül'de "beşibiryerde" yönetime el koydu, tanklar sokaklara çıktı, silahlar millete çevrildi ve bütün çatışmalar birdenbire kesildi.

Tıpkı 28 Şubat'tan sonra "irtica"nın aniden yok olması gibi...

Sıkıyönetim neden ülkedeki kardeş kavgasını, akan kanı durduramadı ya da durdurmadı...

Hatta sıkıyönetimin darbenin şartlarının oluşması için üzerine düşeni yaptığını da söyleyebiliriz.

Hatta sıkıyönetim, askeri darbenin ilk şartlarından biridir.

Eğer bir yerde sıkıyönetim ilan ediliyorsa bilin ki arkasında askeri darbe gelir!

Bugünkü birçok sorunumuzun temelinde 12 Eylül darbesi vardır.

12 Eylül'ün iyileştirdiklerinden çok yakıp yıktığı vakidir.

Bugünkü en büyük sorunumuz olan Kürt sorunu, PKK terörü 12 Eylül'ün eseridir.

Kürtçe'nin konuşulmasını yasaklayan Kenan Evren'dir!

Bütün bunlara rağmen, üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen 12 Eylülcüler'i yargılamaya kalkmak AK Parti hükümetine kurulmuş bir tuzaktan başka bir şey değildir.

Evet, bugün Kenan Evren intihar etse, intihar ettiği günü bayram kabul edecek çok insan bulunabilir bu ülkede.

Ama o zaman durum öyle değildi. Kenan Evren bir halk kahramanıydı!

Kardeş kanını durdurmuştu!

Rahmetli büyükannem o zaman doğan torununa "Kenan" adını koymuştu.

Şimdi... Cumhuriyet Halk Partisi'nin Anayasa'dan 12 Eylül darbecilerinin yargılanamayacağına dair maddeyi kaldırıp Evren ve adamlarına yargı yolunu açma teklifi AK Parti'ye kurulan çok büyük bir tuzaktır.

Bunun AK Parti yönetimince görülmesi gerek.

AK Parti geçmişe takılıp kalmak yerine geleceğe odaklanmalıdır.

Bugün gelinen noktada 12 Eylülcüler'i yargılamak AK Parti'den beklenebilecek en son şeydir.

CHP, AK Parti'yi aslında değişmesi çok da gerekmeyen bir maddeyi işaret ederek, Türkiye'nin geleceği için, büyük Türkiye için, milletler dengesi içinde yerini alacak büyük Türkiye için gerekli anayasal değişiklikleri yapmasına destek vermiyor da, aradan 30 yıl geçmiş bir işin yargılanması için destek veriyor!

Diyelim ki 12 Eylül yargılandı. Bu Türkiye'ye, AK Parti hükümetine ne kazandıracak?

Kenan Evren'e ve arkadaşlarına ömürlerinin son demleri zindan edildi diyelim, ne olacak, bu bize ne kazandıracak?

12 Eylül Anayasası'nda değiştirilecek en son madde 15. maddedir. Bunun dışındaki her maddenin bu maddeye göre değişme önceliği vardır.

Türkiye'nin önceliği Anayasa ve yasalarında yeni Kenan Evrenler, yeni İsmail Hakkı Karadayılar, yeni Çevik Birler çıkmasını önleyecek düzenlemelerdir.

Geçmiş geçmiştir, gelecek ise bizimdir.

Geçmişi değiştiremeyiz ama geleceğimizi kurmak büyük oranda bizim elimizdedir. Güzel bir geleceği öngörmek geçmiş ile hesaplaşmaktan daha önemlidir.

Bizce 12 Eylülcüler'le hesaplaşma işi CHP iktidarına bırakılmalıdır! CHP ne zaman iktidara gelirse kendisi yapsın bu kan iğnesini kendisine.

Durum buradan bakıldığında AK Parti'ye büyük tuzak, CHP'ye ise kan iğnesi vurmak anlamına geliyor...

AHMET TAŞGETİREN

Demokrasi ve hukuk vurgusu ama...

Başbuğ konuştu. Konuşmasının "Belge sahte çıkarsa Türkiye TSK'nın ne yapacağını görecek" sözünün karşılığı olduğunu belirterek konuştu.

Savunma ağırlıklı bir konuşmaydı ancak savunmasının içinde de belirgin bir öfke vardı.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı medya üzerinden "örgütlü", "planlanmış", "asimetrik" bir yıpratma harekatı yürütüldüğü kanaatindeydi ve cevapları bunu göğüslemeye yönelik oldu.

Başbuğ'a göre TSK'nın yıpratılması memleketin beka sorunu ile ilgiliydi. Başbuğ bu değerlendirmeyi yaparken, medyada, askerin sürekli darbe ve muhtıra ile ilgili olarak gündeme gelmesinden rahatsız olduğunu ifade etti. "Silahlı Kuvvetler üzerinden elinizi çekin. Kendinizi TSK'ya karşı duruşunuzla tanımlamayın. Yıpratma faaliyetine katlanamayız." Bunlar Başbuğ'un vurgulu ifadeleriydi.

Burada şunu vurgulamak isterim.

Sayın Başbuğ'un bu rahatsızlığı anlaşılabilir bir şeydir ama TSK'nın darbe ve muhtıra ekseninde anılmasını, medyanın kusurundan ziyade TSK'yı bu alana sürükleyenlerle ilgili olarak görmek daha doğru olurdu diye düşünüyorum. Belki şunu da not düşmek gerekiyor: Ordu, sadece Silahlı Kuvvetler mensuplarının ordusu değildir. Ordu tüm ülkenin ve tüm toplumun ana güvenlik müessesesidir. Dolayısıyla "Orduyu yıpratmak" gibi düşmanca bir hesapla, Ordunun muhtıra ve darbe girişimleri içinde rol almasını ve siyasi tavır sergilemesini eleştirmenin orduyu yıpratacağını düşünmek aynı kategoride değerlendirilemez. Aksine, bu tavrın da pekala, Ordunun yıpranmasını önlemek amacına yönelik olduğu ifade edilebilir.

Başbuğ, uzunca bir bölümde, askeri savcılığın itibarını savundu.

Belgeyi "kağıt parçası" olarak niteledi. Ancak, belge ile ilgili kovuşturmanın henüz kesinlik kazanmadığının da altını çizdi. Eğer yeni bulgulara ulaşılırsa, soruşturmanın yeniden başlayabileceğini söyledi.

Belgenin medyaya "servis edildiği" kanaatindeydi ve sorumluların bulunması için İstanbul Cumhuriyet Savcılığı nezdinde suç duyurusunda bulunmuşlardı.

Kimi medya mensuplarının Başbakan ve hükümet aleyhindeki kışkırtıcı söz alma taleplerine prim vermedi.

Aynı şekilde, "TSK'ya karşı asimetrik operasyon yürütüldüğü iddiasının hedef aldığı kişi ve kurumların ismini açıklayacak mıydı yoksa bunu devlette ilgili kişi ve kurumlarla paylaşacak mıydı, paylaşmış mıydı?" sorusu soruldu.

Başbuğ bu konuda, "Kesin bilgi ve belge olmadan kamuoyu önünde kişi ve kurum ismi zikretmenin doğru olmayacağını" belirttikten sonra, buna dair duyumları devletin ilgili birimleriyle paylaştığını söyledi.

Başbuğ, önümüzdeki hafta yapılacak MGK'da, belge ile ilgili meseleyi gündeme getireceklerini de, "Türkiye görecek" sözü kapsamında zikretti. Buna göre MGK'da, 28 Şubat MGK'sı ölçeğinde olmasa bile, farklı bir hareketlilik yaşanacağı muhakkak.

Başbuğ'un altını ısrarla çizdiği husus, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin demokrasiye ve hukuk devletine bağlılığını vurgulaması oldu. Hem 20 dakikalık sunuş safhasında, hem soru-cevap safhasında bunu defalarca dile getirdi.

Bir şeyi daha dile getirdi: Hukuk devleti ve demokrasiye bağlı olmayanların TSK bünyesinde barındırılmayacağı hususunu...

Ben, Başbuğ'un kendi dönemini, böyle bir TSK imajını kökleştirmek için değerlendirmeyi birinci öncelik olarak gördüğünü düşünüyorum.

-Bunun teminatı benim diyor ısrarla. Kendi kişiliğini koyuyor ortaya.

Ben, basın toplantısı süresince en bariz kırılmanın son bölümde yaşandığını düşünüyorum.

Sabah'ın Ankara temsilcisi, Okan Müderrisoğlu'nun Albay Dursun Çiçek'le ilgili sorusu Sayın Başbuğ'u zora sokmuş gibi gördüm. Soru şöyleydi:

-Albay Çiçek şu anda Genelkurmay Karargâhı'nda görevine devam ediyor muydu? Albay Çiçek'le ilgili olarak daha önce ucu sosyeteye kadar uzanan ve birçok sivil toplum kuruluşunu içine alan andıçla ilgili bir işlem yapılmış mıydı?

Başbuğ bu soruyu, "kesinleşmemiş iddialarla kimseyi yargılayamayız" gibi çok genel bir sözle karşıladı. Bu cevap sanki Albay Çiçek'le ilgili önceki iddiaları görmezden geliyormuş gibi bir izlenim doğurdu.

Burada bir notum şu olacak:

"Başbuğ, olan bitenler bizim görevlerimizi yerine getirmemizi engelleyemez. Yasal platformlarda güvenlikle ilgili görüşlerimizi söyleyeceğiz" diyor.

Bu söz, TSK'nın vazife anlayışının nerede başlayıp bittiği konusunda bir ipucu vermekte mi?

Bu soruyu soruyorum çünkü demokrasiye ve hukuka bağlılık sözleri "TSK'nın iç hizmet kanunundaki vazife tanımı" söz konusu olduğunda nasıl bir anlam kazanıyor. Bu konuda tam bir netlik oluşmadığını düşünüyorum.

Muhtıra ve darbe sözcükleri "koruma ve kollama" ile bağlantılı olarak ortaya çıkıyor ve ben şu ana kadar Genelkurmay'daki bir sorumlu kişiden, koruma ve kollamanın darbe ve muhtıraları içermediğine dair bir söz işitmedim. Sayın Başbuğ'dan bile...

26 Haziran 2009 Cuma

YASEMİN ÇONGAR

“Orduda cunta var” demeye getirdi...

Taraf’ın “AKP ve Fethullah Gülen’i bitirme planı”nı yayımlamasının üzerinden tam iki hafta geçti.

Genelkurmay Askerî Savcılığı’nın, bir bütün olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, özel olarak da planda imzası olan Kıdemli Kurmay Albay Dursun Çiçek ve dolayısıyla görev yaptığı Genelkurmay Karargâhı üzerindeki töhmeti kaldırmayan açıklaması, tartışmayı noktalamadı.

Tam aksine, Askerî Savcılığın “Belge fotokopidir, ek delil bulunamadı, dolayısıyla kovuşturmaya da gerek yoktur” diye özetlenebilecek kararı, şimdi sivil yargının devreye girip “Bu belgeyi kimler, ne amaçla hazırladı” sorularını cevaplamak için çalışmasını şart kılmıştır. Ancak mesele sivil yargıda da bitmiyor...

Sivil yargıda bitmeyeceğini, Başbakan Erdoğan dün Tiran-Brüksel gezisi öncesi gazetecilerin sorularına verdiği, bence tarihî önemdeki cevaplarla bizzat ortaya koydu.

İktidar partisi olarak yaptıkları suç duyurusunun arkasında duracaklarını ve sivil yargının soruşturmasını takip edeceklerini söyleyen Erdoğan, bununla yetinmeyip, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de göreve çağırdı.

Başbakan, Genelkurmay’dan (ve dahi muhalefetten) ne beklediğini şöyle ifade etti:

“İnanıyorum ki Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli çalışmaları yapacak. Çünkü Silahlı Kuvvetler’in içinde bu tür bir gayret, bir çaba var mı yok mu, orada da bu çalışmaların yapılması gerekiyor... Hep birlikte bir dayanışma içinde, iktidarıyla muhalefetiyle, yani muhalefet bu ifadeleri kullanarak kendisini bir kenara çekip alamaz. Onların da bildikleri, duydukları birçok şey olabilir. Bunları ilgili mercilere bildirmelerinde büyük fayda var. Bu ülkemizin ortak bir meselesidir. Demokrasiye gönül vermiş olan, demokratik hayatın vazgeçilmez unsuru olan tüm siyasi partilerin ortak sorunudur... Şüphesiz ki iktidar partisi olarak biz şu anda bu mücadelemizi sürdürüyoruz. Nerede ne var, demokrasiyi zafiyete düşürmek için nasıl gayretler var, bunun bizler menşeine, nereye varırsa varsın inmenin gayreti içinde olacağız.”

Ardından Başbakan’a, “Genelkurmay nasıl bir çalışma yapmalı” diye soruldu ve cevabı aynen şöyle oldu:

“Silahlı Kuvvetler’in içerisinde ne gibi bir çalışma yapılması gerektiğini de başta Genelkurmay Başkanımız olmak üzere hepsi zaten gayet iyi biliyorlar ve gerekli çalışmayı da yaptıkları inancındayım.”

***

Bu açıklamanın hulasası şudur:

Genelkurmay Askerî Savcılığı’nın Albay Çiçek konusunda “takipsizlik,” belgeyle ilgili diğer konularda da “görevsizlik” hükmü verdiği günün ertesinde Başbakan çıkmış ve bu hükmü adeta yok sayarak, “AKP ve Fethullah Gülen’i bitirme planı” konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işin içinden henüz sıyrılmadığını ve Genelkurmay’ın bu konu üzerinde çalışmayı sürdürmesi gerektiğini söylemiştir.

Başbakan, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde söz konusu belgedekine benzer “demokrasi karşıtı bir çaba var mı, yok mu” ortaya çıkarılmasını talep etmektedir.

Dahası, bu konuda ne yapılması gerektiğini başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere, ilgililerin “gayet iyi bildiğini” vurgulamaktadır.

Bununla de yetinmeyip, muhalefetin de, bu belgedekine benzer demokrasi karşıtı çabalar konusunda istihbarat sahibi olabileceğini belirtmekte ve bu istihbaratın “yetkili mercilere aktarılmasını” talep etmektedir.

Hatırlatalım; Başbakan bütün bu sözleri, Taraf’ın duyurduğu belge kamuoyunda iki hafta tartışıldıktan; belge üzerinde Jandarma, Emniyet, Adlî Tıp ve TÜBİTAK ayrı ayrı inceleme yapıp rapor sunduktan; Genelkurmay Askerî Savcılığı kapsamlı bir soruşturma yürütüp nihayetinde de “belgenin aslı yok, kovuşturmaya da gerek yok” dedikten sonra söylemiştir.

Üstelik Başbakan, bu iki hafta zarfında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Emre Taner’le belge konusunu görüşmüş; bu görüşmeler, AKP’yi belgeye ilişkin suç duyurusunda bulunmaktan vazgeçirmemiştir.

Aksine, Erdoğan bu görüşmeler sonrasında, söz konusu belgeden “devletin istihbaratının elde ettiği belge” diye söz etmiştir.

Başbakan dün de, birtakım medya mensuplarının ve CHP lideri Baykal’ın “İşte buyurun, belge sahte...” diye meydana çıktığı bir ortamda, “sahte-gerçek,” ya da “aslı yok, fotokopisi var” tartışmasına hiç girmeksizin, sivil yargıyı, Genelkurmay’ı ve muhalefeti demokrasi karşıtı muhtemel bir girişimi ortaya çıkarmaya çağırmıştır...

Esasen, Erdoğan tartışmayı “belge” odaklı değil “belgenin içerdiği plan” odaklı bir zemine çekmekte ve bu konuda mevcut belgenin ötesinde, daha kapsamlı bir istihbarata sahip olduğunu ima ederek konuşmaktadır.

***

Dün Taraf’ın sabah toplantısında bütün editörlerimiz ve servis şeflerimizle birlikte Erdoğan’ın açıklamalarını dinlerken, bu açıklamanın satır aralarında tek bir kelime okuduk:

Cunta...

Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’u ayrı tutmakla birlikte, ordu içinde demokrasi karşıtı plan yapan bir gruptan haberdar gibi konuşuyordu.

Belki bir Ergenekon hücresiydi bu, belki bir albaylar çetesiydi.

Bilemiyoruz...

Bildiğimiz, kulaklarımızla işittiğimiz çağrıdan ibaret.

Bu çağrı, “Genelkurmay Başkanı ordu içinde ne yapılması gerektiğini biliyor, yapsın” çağrısıdır.

Bakalım, Orgeneral Başbuğ bugünkü basın toplantısında, mülkî âmirinden gelen bu çağrıya karşılık ne söyleyecek?

MEHMET BARLAS ***

Bütün Çinliler ve bütün darbeler birbirine mi benzer?

Bir arkadaş grubu ulusların farklı özelliklerini tartışıyordu.
Biri başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
- Geçenlerde bir Japon'la konuşuyordum. Ona bütün Japonların birbirine benzediğini söyledim. Çok garip bir tepki verdi. Meğer yabancıların Japonlara ve Çinlilere "Hepiniz birbirinize benziyorsunuz" demesi, ırklarının aşağılanması biçiminde algılanırmış bu toplumlarda.
Bunları dinleyenlerden biri söze karışıp bu konudaki kendi deneyimini şöyle anlattı:
- Ama bir Çinli de bana "Siz beyazlar hepiniz birbirinize benziyorsunuz" demişti...
Dün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın AK Parti'ye "12 Eylül'ün yargılanmasının önünü açacak Anayasa değişikliğini yapalım" içerikli teklifine ilişkin gelişmeleri izlerken, bizim askeri darbelerin ve müdahalelerin birbirine ne kadar benzediğini düşündüm.
Örneğin bazılarına göre 27 Mayıs iyidir, 12 Eylül kötüdür.
Bazıları 28 Şubat'ın arkasında durur, 12 Mart'ı beğenmez.
27 Nisan e-muhtırası veya 9 Nisan belgesi de bu tür tartışmaların odağında değiller mi?
Bu açıdan mesela 12 Eylül'ün, 28 Şubat'a veya 27 Nisan'a benzediğini söylemek de cuntacılar tarafından darbelerin aşağılanması biçiminde algılanır mı?

Çeşitli darbe modelleri
Aslında bunların hepsi silahlı kuvvetlerin şu ya da bu şekilde sivil silahsız siyasete müdahalelerinin tarihleridir.
Tabii bir de "Yargı darbeleri" tarihimiz var ki, onda da birbirine benzeyen sayısız durum sıralanabilir.
Ama Deniz Baykal bugüne kadar ne 28 Şubat'ın, ne de 27 Nisan'ın soruşturulup sorumlularının yargıya gönderilmesi konusunda bir öneri seslendirmiştir. Ayrıca Baykal'dan 28 Şubat döneminde silahlı kuvvetlerin de bir Sivil Toplum Örgütü olduğu çağrışımını yapan yorumlar duyulmuştur.
Ancak galiba bu kafa karışıklığında Baykal'ın "12 Eylül'ü yargılayalım" içerikli önerisine de şükretmemiz gerekiyor.
Çünkü bugünkü sivil siyasete karşı ve demokrasi dışı girişimleri örtmek ve Ergenekon avukatlığı yapmak için, gündemi sadece 12 Eylül 1980'e kadar geriye taşımak istemektedir.
Ya "31 Mart'ı yargılayalım" benzeri bir öneri ile güncel gündemi 1908'e, 1909'a taşımayı önerseydi AK Parti'ye?
Deniz Baykal Akdenizli olduğu için Karadeniz fıkralarının kahramanı Temel'in yaptıkları ona uymayabilir.
Ama bu fıkralardan birindeki Temel'in davranışını, bu "12 Eylül'ü yargılayalım" çıkışına benzetebiliriz.

İstanbul'a gelinir mi?
Bu fıkradaki Temel İstanbul'da bir suç işlemiş ve yakalanıp yargı önüne çıkmış.
Yargıç Temel'e "Yaptıklarını anlat bakalım" deyince, Temel başlamış anlatmaya:
- Karlı bir kış günü Trabzon'un Of'unda dünyaya gelmişim. Babam şefkat dolu çalışkan bir insandı. Annem de beni çok severdi. Okula başladığım yıl yedi yaşındaydım. Öğretmenimizi çok sevdim. Ama dersler zor geldi bana...
Yargıç Temel'in anlattıklarını hayretle dinlerken birden sinirlenip bağırmış:
- Bırak artık Trabzon'u, İstanbul'a gel artık!
Temel şöyle bir bakmış hâkime...
Sonra elinin işaret parmağı ile gözünün altına bastırıp "Pışşık" yapmış,
- İstanbul'a geleyim de beni mahkûm edesin değil mi, demiş.
Evet... Biri kalkıp Baykal'a "Bugüne gel... 28 Şubat'ı, 27 Nisan'ı ele al" dese, herhalde o da "Pışşık" yapacaktır.

EMRE AKÖZ

'Askeri yargı da bağımsız olmalı' diyor musunuz?

Hâlâ 'devrimci' diye pazarlanan, eski Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un (1892-1943) Türkiye'ye verdiği en büyük zarar; ne Avrupa'dan kanun ithal etmesiydi, ne de faşist fikirleri...
Bozkurt'un yaptığı en büyük kötülük, hukuku siyasallaştırması, genç yargıçları 'taraflı' olmaya sevk etmesiydi.
Tabii Mahmut Esat bir simgedir.
O kötüdür ama onu şevkle takip edenler, dediğine uyanlar da kötüdür.
Toplumsal tabanı olduğu için bu yüz kızartıcı gelenek hâlâ sürüyor. Yüksek yargı organları, göğüslerini gere gere 'taraflı' olduğunu söyleyenlerle dolu.
Sözünü ettiğim toplumsal taban da elbette taraflı olacaklar diyerek onları cesaretlendiriyor.
Bunların kim olduğunu merak ediyorsanız, işte size iki boyutlu ipucu:
1) Tarafsız yargılamadan hiç söz etmeden, 2) Sadece ve sadece, 'Yargı bağımsız olmalı' diyenler Bozkurt geleneğini sürdürenlerdir.
(Not: Bu takımın aynı zamanda Ergenekon dostu olmasına şaşıran var mı?)

***
Peki, bunlar samimi mi? Dürüst mü? İlkeli mi? Tutarlı mı?
Yani "Yargı bağımsız olmalı" derken, evrensel bir doğruyu mu dile getiriyorlar?
Yoksa onu da mı kendi çıkarları için kullanıp, eğip büküyorlar?
'Eylem Planı' tartışmaları, bize yargı bağımsızlığı konusunda dahi bu takımın ahlaklı ve tutarlı olmadığını gösterdi.
Planın kamuoyuna yansıması, ister istemez askeri yargıyı da gündeme getirdi.
Bildiğiniz gibi askeri yargı, gayet kaliteli hukukçuları (savcı ve yargıçları) bünyesinde barındırmasına rağmen, neticede sapına kadar bağımlı bir sistemdir.
Askeriyeye has emir-komuta zincirinin, disiplinin, terfi ve atama mekanizmasının bir parçasıdır.
Böyle bir sistemde adalet, ancak alt kademedeki eşitler arasında söz konusu olabilir.
Mesela iki yüzbaşı ağır biçimde kavga ederse, o noktada yargı bağımsız kalabilir, tarafsız karar alabilir.
Ama olaya yüksek rütbeliler dahil olursa ya da meselenin siyasi boyutları varsa işin rengi değişir.
Askeri yargının kararları, hukuku değil, emirleri yansıtmaya başlar.

***
Lafı uzattım, sadede geleyim:
Dikkatinizi çekti mi?
Daha düne kadar mangalda kül bırakmayan bir üslupla "Yargı bağımsız olmalı" diyenler, konu Eylem Planı olunca maymunlaştılar.
Önce "Askeri Savcılığın kararını bekleyelim" dediler, şimdi de "Askeri Savcılık belgenin Genelkurmay'a ait olmadığını söyledi; gerçek ortaya çıktı" diyorlar.
Yani tepeden tırnağa bağımlı bir yargı mekanizmasının verdiği kararı; nesnel, adaletli ve vicdana uygun buluyorlar.
Buna karşılık, bağımsızlık açısından, askeri yargıdan fersah fersah ileride olan sivil yargı gündeme geldiğinde, "Yargı bağımsız olmalı" diye tutturuyorlar.
Yani tam bağımlı askeri yargı için bağısızlık talepleri yok; bu ucubeliği normal karşılıyorlar.
Buna karşılık, (mesela) Anayasa'yı fütursuzca çiğnemesine rağmen bir yaptırımla karşılaşmayan Anayasa Mahkemesi için hâlâ bağımsızlık talep ediyorlar.
Özetle: Çift başlı yargıya "hukuk devleti", tam bağımlı yargıya "adaletin temsilcisi" dendiği bir ülkede yaşıyoruz. Ne mutlu Türküm diyene!

İHSAN DAĞI

Darbeseverlere Batı'dan destek var mı?

Demokrasinin bu kadar talep edildiği, yakıştığı ve yakıştırıldığı ve fakat aynı zamanda da bu kadar tehdit altında olduğu başka bir ülke düşünemiyorum. Bir yandan temel sorunların çözümünde bir anahtar demokrasi, öte yandan en çok korkulan şey. Demokrasiden korkanlar ve komplolar kuranlar çok küçük bir azınlık aslında, hem Türkiye'de hem de dünyada.

Dolayısıyla 'komplolarına' ne halkın geniş kesimlerinden destek bulabiliyorlar ne de dünyanın diğer güçlerinden.

Geçmişten biliyoruz ki; demokrasi karşıtı eylemlerine halktan destek bulamayanlar 'dış patronlar'ın desteğini almaya çalışır ve alırlardı da. Şimdiye dek bütün darbeler açık veya örtülü ABD desteğiyle gerçekleşti. Bugün darbe girişiminden yargılanan generaller de aynı yolu izlemeyi denediler; 2003 ve 2004 darbe planlarına ABD'nin destek vermemesi üzerine Rusya'ya dönüp desteği oradan aradılar. Rusya desteğiyle Türkiye'de darbe yapılamayacağını anlayıp 2007'den itibaren yeniden ABD ile iş tutmaya başladıklarında da iş işten geçmiş, bağlantı içinde oldukları 'neo-con'lar Washington'da çoktan gözden düşmüştü. Obama'nın başkan seçilmesiyle de işler iyice değişti; Türk darbecilerin yeni yönetimle ne bağlantıları kaldı ne de onların Washington'daki ortakları 'neo-con'lar. Ergenekon soruşturması yol almaya devam ederken, asker de 'doğrudan müdahale' yerine geleneksel 'vesayet rejimi'ne razı bir pozisyona çekildi.

Darbecilerin bu saatten sonra ABD'den destek bulması imkânsız. Irak'tan çekilme süreci başlarken, Afganistan'da hâlâ düzen kurulamamışken ve Pakistan adeta bir patlama noktasına doğru giderken ve üstelik cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından İran belirsizliğe sürüklenirken Amerikan yönetiminin istediği en son şey Türkiye'nin de karışması.

Türkiye'nin 'demokratik istikrarı' uluslararası sistem için de çok önemli, vazgeçilmez. Bürokrasinin topluma ve siyaset kurumuna kurduğu tuzaklar sonucu demokratik istikrarı bozulan bir Türkiye'nin bölgesel, hatta küresel bir 'güvenlik' sorununa dönüşeceği öngörülüyor. Böyle bir Türkiye'nin Irak'ta Kürtlerle, Kafkasya'da Ermenilerle, Kıbrıs'ta Rumlarla sorun çözmek yerine çatışma yaratacağını herkes biliyor.

Dolayısıyla Türkiye'nin 'demokratik istikrar'ı bölgesel ve küresel dengelerin de bir gereği. Türkiye, demokrasisiyle değerli, güçlü. Biliyoruz ki dün böyle değildi; Soğuk Savaş yıllarında ABD için Türkiye sadece 'stratejik' konumu gereği Batı blokunun bir parçasıydı. Dolayısıyla Türkiye'nin kimler tarafından ve nasıl yönetildiği hiç önemli değildi. Ama bugün bakış çok farklı; demokrasisiz bir Türkiye'nin kendi iç istikrarsızlığının yanı sıra bölgeye de sorun ihraç edeceği konusunda genel bir kanaat var. Daha da önemlisi, demokrasisiz bir Türkiye'nin ABD için de bir sorun olacağı düşünülüyor.

Bunun nedeni de anlaşılabilir; Ergenekon çetesi benzeri anti-demokratik güçlerin öncelikle Türkiye'yi Batı'dan koparıp izole etmek amacında olduğu açık. Ayrıca böylesi bir yönetimin egemen olması durumunda Türkiye'nin bölgeye istikrar ve güvenlik ihraç eden bir ülke olmaktan çıkacağı kesin. Otoriter bir rejimin, meşruiyet ve toplumsal destek arayışıyla dış politikasını saldırganlaştırması, komşularını ve diğer dünya devletlerini provoke etmesi, ortaya çıkan gerginliklerle de rejimi tahkim etmek istemesi çok bildik politikalar.

Sonuçta ABD'nin Türkiye vizyonu artık salt 'stratejik' hesaplara dayanmıyor, 'demokrasi unsuru' da vazgeçilmez görülüyor. Kısaca 'darbe heveslileri için haberler kötü. Bu, Türkiye demokrasisini güçlendirmek için de bir fırsat. Bunu yapmanın yolu da AB sürecini canlandırmaktan, demokratik reformlara geri dönmekten ve Ergenekon soruşturmasına kararlılıkla, hukuk içinde devam etmekten geçiyor. Ordunun da kendi içindeki darbeci cuntaları temizlemesi şart. Bir NATO ordusunun içinde sürekli cuntalar barındırmasına artık kimse hoşgörüyle bakmıyor.

Demokratik karakterini kaybeden bir Türkiye'nin ne Batı dünyasında bir yeri olur ne de Doğu'da bir etkinliği.

ERDAL ŞAFAK

Duyuyor musunuz?

Bu yazı ne kendilerini "Anti-semitizm" rüzgârlarına kaptırmış olanlara çanak tutmayı amaçlıyor, ne de duygu sömürüsü yapmayı.
Çünkü bu satırların yazarı "Anti-semitizm" in sadece insanlık suçu değil, aynı zamanda insanlık ayıbı, insanlık utancı olduğuna da inanıyor. Tıpkı "İslamofobi", "Irk ayrımcılığı", "Ten ayrımcılığı" ve de 21'inci yüzyıla yakışmayan nice ayrımcılık gibi.
Ve çünkü konu duygu sömürüsünü kaldıramayacak kadar trajik. Bir insanlık faciası.
Biz sadece duyulamayacak kadar cılızlaşmış, duyulmaması, duyurulmaması için bastırılmış, sindirilmiş bir çığlığı kulaklarınıza taşımak istiyoruz.
Kış boyunca E-5'ten gidip gelirken, her sabah ve akşam Bayrampaşa Belediyesi'nin katlı otoparkının önüne vardığımızda, başımızı yukarı kaldırırdık. Vicdanımızın dürtüklemesiyle.
Binanın iki cephesinde ikişer katı kaplayan bez afişler vardı: "Unutmayın; Gazze yardımlarınızı bekliyor."
Geçenlerde bir sabah oraya varınca yine başımızı kaldırdığımızda afişlerin yerinde yellerin estiğini gördük. İçimiz burkuldu. "Gazzeliler'i ne haliniz varsa görün uçurumuna iten tekmelere bir tane de bizden mi..." diye.
Kızmayın. Eleştirmiyor, sadece durum tespiti yapıyoruz. Zira dünya Gazze'yi gündeminden düşürdü.
Arada bir, Batı medyasından bir vicdan sahibi çıkıp, "Gazze'yi hatırlayan kaldı mı?" diye sormasa tümüyle belleklerden silinecek.
Arada bir Nobel ödüllü aydınlar, BM'ye bağlı kuruluşlar ve Obama yönetiminden birileri çıkıp "Gazze halkı ne zaman en temel insanlık haklarından yararlanacak?" diye isyan etmese veya İsrail'e "Geçiş noktalarını aç, Gazze'ye nefes aldır" çağrıları yapmasa, toplama kamplarının koşullarında yaşamaya mahkûm edilmiş genciyle-yaşlısıyla, kadınıyla-çoluğuyla-çocuğuyla 1.5 milyon insan, göz göre göre, hayır göz görmeye görmeye yok edilecek.
Arada bir sivil toplum örgütleri Gazze faciasıyla ilgili raporlar yayınlamasa, olup bitenleri kimse umursamayacak.

Satır aralarındaki dehşet
Son rapordan birkaç gözlemi aktaralım: "Aralık ayındaki İsrail saldırısında yaralananlardan 2'si daha hayatını yitirdi. İki ay önce kaybolmuş bir Filistinli çobanın cesedi bulundu. Ateş açılarak öldürülmüştü. İsrail güçleri son bir haftada 26 kez sınırı geçip Gazze'de operasyon yaptı. Gazze Şeridi'ni dünyadan tecrit eden abluka aynı sertlikte sürüyor. Geçiş noktalarındaki İsrail askerleri Filistinli sivilleri bunaltmaya devam ediyor. Vs, vs..."
Ve İsrail'in saldırısından yaklaşık 200 gün sonra en az 150 bin kişi suya ulaşamıyor. Bu 150 bin kişinin en az 100 bini iki-üç günde bir, birkaç kova su bulabiliyor, kalanı ise hiç! Susuzluğun ve pisliğin yol açtığı bağırsak hastalıkları Gazzeliler'i kırıp geçiriyor.
İsrail saldırısından 200 gün sonra Gazze'ye yeniden inşa için gerekli malzemeler sokulamıyor. Ne demir, ne çimento, ne iş makinesi. İsrail izin vermediği için. İsrail bombardımanı sonucu sokakta kalmış (4 bin ev yok oldu, on binlercesi de oturulamayacak kadar ağır hasar gördü) 120 bin kişi çadırlarda yaşıyor. (Not: 192 aile başını sokacak bir mekân buldu. Türkiye'den gönderilen karavanlar sayesinde.)
İsrail saldırısından 200 gün sonra halkın sadece yüzde 25-30'u yemek pişirmelerini sağlayacak fuel-oil bulabiliyor. Hepsi bir yana; peynir, patates, meyve suyu, makarna gibi besin maddeleri bile geçiş noktalarından Gazze'ye gıdım gıdım sokulabiliyor.
Sevgili Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu; ABD'nin öncelikler listesinde Ortadoğu'nun epey altlara düştüğünü biliyorsunuz. Önce Af-Pak (Afganistan-Pakistan), sonra İran (Son gelişmelerle ilk sıraya çıkar mı acaba?), daha sonra Irak (Son bombalı saldırılar onun da sırasını değiştirir mi?) ve daha daha sonra Filistin. Hiç değilse sizin önceliklerinizde Filistin, özellikle de Gazze yukarlarda kalsın n'olur.
Derme-çatma, yırtık-pırtık bir çadırda gecenin bir vaktinde acıkmış bir bebek ağlıyor. Süt yok, annesi de yaşadığı acılar sonucu sütten kesilmiş. Çaresiz babanın bıyıklarına, umutlarının son kırıntılarını da yitirmiş dedenin ak sakallarına gözyaşları damlıyor.
O aç bebeğin ve o çaresiz babanın ve dedenin hıçkırıklarını duyuyor musunuz? Du-yu-yor mu-su-nuz?

ENGİN ARDIÇ

Senato ne işinize yarayacak?

Hüsamettin Cindoruk (hayır, Cintonik diye zevzeklik edecek değilim), bir senato istediğini Yavuz Donat'a söylemiş, bunu Abdullah Gül'e de anlatmış... Yavuz ağabey yorum katmadan aktardı.
Kendini "Demokrat Parti'nin mirasçısı" olarak yutturan Cindoruk niçin senato ister? 27 Mayıs darbecilerinin emriyle CHP ilerigelenlerinin, bürokratların ve onların dümen suyundaki basın ağalarının oluşturduğu bir Kurucu Meclis'in tarihe karışmış icadını niçin ısıtıp yeniden ortaya sürer? Cindoruk kendini mi inkâr ediyor? "46 ruhunda" senato var mıydı?
Senato, bir tepki kurumuydu.
Amaç, iktidarların elini kolunu bütünüyle bağlamak değilse de epeyce sıkılamaktı.
Hiçbir kurum TBMM'nin üstünde olamazdı ama senato da "TBMM kavramı içine sokulup orada mütalaa edilerek" kaçış formülü bulunmuş, hayatı boyunca bir tek gün bile aklına bir senato açmak gelmemiş olan Atatürk'ün kemikleri sızlatılmıştı!
Atatürkçü geçinen zerzevat zevat cevap versin, öyle mi değil mi?
İşte şimdi Cindoruk da hem onun, hem Menderes'in kemiklerini sızlatıyor.
Bu ikinci meclisin bir kısmı atama yoluyla oluşuyordu, yani cumhurbaşkanı tarafından "kendi keyfine göre" tayin ediliyordu, bir kısmı da darbecilerin bizzat kendileriydi! Ömür boyu sürmek üzere "tabii senatörlük" diye bir kavram icat edilmiş, hukuk da, demokrasi de tıpkı Menderes gibi öldürülmüştü.
Üstelik senatoya ancak "yüksek okul mezunları" girebiliyorlardı. Eşitlik ilkesi çiğnenmişti. Aysun Kayacı Hanım o tarihte babasının içtiği portakal suyundaki C vitamini değil de hayatta olsaydı, herhalde pek sevinirdi buna! "Cahil halkın seçebileceği gerici iktidarlar" böylece hizaya getirilecekti...
Kurulan mis gibi "İkinci Cumhuriyet'ti" ama sözkonusu zerzevat zevat sayı saymayı sevmiyor.
Senato, asıl meclise "fren" görevi yapacaktı.
Ama uygulamada pek de bir faydası görülmedi. (Görülseydi, Kenan Evren tarafından yokedilmezdi.)
Çünkü bu frenin, ancak iktidar mecliste çoğunluğu sağlar ama senatoda sağlayamazsa bir anlamı vardı...
Diyelim ki yeni bir anayasa yaptınız, senatoyu da mezarından çıkarıp geri getirdiniz, diyelim ki 2011 seçimleri geldi çattı... AKP, hem mecliste hem senatoda gene yüzde 40 dolaylarında bir oy oranıyla çoğunluğu ele geçirdi... Ne işinize yarayacak o senato?
Ya da seçmenin mecliste ayrı, senatoda ayrı bir iktidar oluşturacağı varsayılıyor ki, bu gerçekçi bir beklenti midir?
Senato icat ederek AKP'yi frenlediniz diyelim, ya yarın öbür gün siz hükümet kurarsanız ve bir başkası da sizi frenlerse, hoşunuza gidecek mi?
Sayın Cindoruk, "senatonun Anayasa Mahkemesi'nden beklenen görevi de yapacağını ve onun yükünü hafifleteceğini" söylemiş.
Eh, senato da yasama içinde mütalaa edileceğinden, "yargının yasayı ve yasamayı çiğnemesi" gibi ağır bir vebal ortadan kalkmış olur tabii! Yasamayı kendi kendine tırpanlatmak, kendi ayağına çelme taktırmak, dahiyane bir buluş!...
Aslında ne yeni bir anayasa yapılacağı var, ne de bir senato geleceği...
Cindoruk'un yaptığı "yaz sıcağında asma budamak", bizim yaptığımız da dökülen yaprakları toplamak.

MÜMTAZER TÜRKÖNE

Hangisi sahte: Belge mi, irtica mı?

Türkiye'nin büyük bir ordusu var. Bu ordunun, dünyada eşi benzeri görülmedik biçimde kendine ait bir "askerî yargısı" var. Bu "askerî yargı"nın savcıları var. Bu savcılar, adlî yargıdaki savcılar gibi bağımsız değiller. Çünkü sicil amirleri olan komutanın emrinde iş görüyorlar.

Askerî yargı, askerlerin askerî sorunları kimseyi karıştırmadan kendi aralarında askerî yöntemlerle ve askerî disiplin içinde çözmelerine yarıyor. Kol kırıldığı zaman "yen"in içinde kalıyor. İki şekilde: Bağımsız ve tarafsız yargının askerî nizamiyeden içeri girmesini önlüyor. Kendisi dışarıya nizam vermek istediği zaman da askerî yargı devreye giriyor. Şemdinli davası birincisine örnekti. Askerî yargı, ipten nasıl adam kurtarıldığını bizlere gösterdi. 28 Şubat'ın meşhur andıçları da başka bir örnek. Genelkurmay ikinci başkanına uzanan bir zincir içinde askerî makamlar bazı gazetecilerin kişilik haklarını ihlâl ettiler. Askerî yargı, tek başına hukuk yolunu kapattı. 28 Şubat Süreci'nde meşhur "Köstebek" olayı, dışarıya nizam verme işinin çarpıcı örneklerinden biri. İçeriği tıpkı gerçek mi, sahte mi diye iki haftadır tartıştığımız belge gibi suç içeren bir darbe örgütlenmesi planı deşifre edildi. Askerî yargı, belgenin içerdiği suçları yargılama konusu yapmadı. Sadece nasıl sızdığını takip etti. Emniyet İstihbarat daire başkanını tutukladı ve yargıladı. Aslında bu olay askerî yargının ne işe yaradığının en somut örneğini teşkil ediyor. Asker kişilerin işlediği suçun üstünü örtmek ve asker kişilerin suçunu ortaya çıkaranları yargılamak. Askerî yargı, bu örneklerin hepsinde hukukun işlemesini önlemek ve asker kişilerin suç işleme ayrıcalığını muhafaza etmek için devreye girdi.

Genelkurmay Başkanı'nın emrinde bir memur olan Genelkurmay askerî savcısı, "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nı Genelkurmay'ın hazırlamadığını böylece Genelkurmay'da emir-komuta zinciri içinde bir darbe hazırlığı olmadığına hükmetti. Yani?.. Genelkurmay, Genelkurmay'ı aklamış oldu. Zanlı, kendisi hakkında hükmünü verdi.

Genelkurmay Askerî Savcılığı'nın uzun açıklamasında önemli bir ayrıntı, bu soruya vereceğimiz cevabı da tayin ediyor. Albay Dursun Çiçek, askerî savcılığa ifade veriyor ve ifadenin altına her zamankinden farklı bir imza atıyor. Takipsizlik kararında bu durumun incelenmesine gerek duyulmadığı belirtiliyor. Neden? Albay, neden kendi imzasını atmıyor? Ve savcılık, bu çok önemli noktayı neden es geçiyor? Ali Akkuş'un dünkü Zaman'da sorduğu soruyu tekrarlayalım: "Albay'ın ifadesine farklı imza atması suç değil mi?"

Askerî savcılık, olay hakkında "takipsizlik" kararı veriyor. Yani, Genelkurmay'da böyle bir belge hazırlanmadığına hükmediyor. Dört ayrı kriminal laboratuvardan gelen "benzerlik" raporlarını askerî yargıya taşımaya lüzum görmüyor. Albay'ın farklı imza atmasının üstünü kapatıyor. Sonra da, "belgenin kimler tarafından hazırlandığının belirlenmesi" konusunda "görevsizlik" kararı verip topu adlî yargıya atıyor. Yani, adlî yargıyı "bu belgenin sahteliğini ispatlamakla görevlendirmiş" oluyor. Genelkurmay Karargâhı'nı bir "suç örgütü" olarak afişe eden böyle bir belgeyi hazırlamak neden askerî niteliği olan bir suç değil?

İki haftadır sürdürdüğümüz "belge gerçek mi, sahte mi?" tartışmaları, aslında doğal biçimde irtica tehdidinin "sahte" olduğunu ispatladı. Belgenin sıhhatini tartışırken hiç kimse, belgeye konu olan irticanın gerçekten var olup olmadığını gündeme getirmedi. Gözden kaçan bu hususun üzerinde mutlaka durulmalı. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın "İlker Paşa, hükümeti sessiz sedasız götürecek" sözünü ettiği ses kaydını hatırlayalım. Devlet içinde bir iktidar mücadelesi var. Asker, Ecevit hükümeti de dahil sandıktan gelen bütün iktidarlara kuşkuyla bakıyor. Çünkü kendi iktidarına rakip olarak görüyor. Dizginleri ele geçirmek, daha fazla söz ve iktidar sahibi olmak için bir gerekçeye ihtiyaç var. Kürt sorununun ılımlı bir mevsime girmesi, askerin iktidarına bulacağı bahaneyi teke indirdi. Isıtıp ısıtıp önümüze konulan ve bize zorla yedirilen "irtica tehlikesi".

Askerî savcılığın sahteliğine hükmettiği belgenin bir benzeri 28 Şubat Süreci'nde, yine Genelkurmay Başkanlığı Harekât Dairesi tarafından "Batı Çalışma Konsepti" adıyla kaleme alınmıştı. Bu eylem planı da "Türkiye Cumhuriyeti halihazırda, kuruluşundan bugüne kadarki en büyük irticaî tehdit ile karşı karşıyadır" diye başlıyordu. "En büyük irticaî tehdit" hiç eksik olmadı. 27 Nisan e-muhtırasını hatırlayalım. "Cumhurbaşkanı, Abdullah Gül olmasın" gayreti, Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri "irtica tehdidi" şeklinde tanımlanarak gerekçelendirilmişti. Madde madde sayılan bu irtica iddialarının hiçbirinin kanıtlanamadığını da unutmayalım. Taraf'ın kamuoyuna taşıdığı Lahikalardaki irtica tehdidi böyleydi. Genelkurmay'ın hükümeti "irticaî faaliyetlere zemin hazırlamakla" suçladığı yine Taraf'ın geçen sene 20 Haziran'da yayımladığı "Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı" başlıklı belge de öyle.

Bu belgelerden hiçbiri askerî savcılık tarafından soruşturmaya konu edilmedi. Hiçbiri yalanlanmadı. Genelkurmay, bu son olayda bütün gücü ile belgenin sahte olduğunu ispatlamaya çalışırken, farkında olmadan "irtica tehdidi"nin de sahte bir tehlike olduğunu bize göstermiş oldu.

Belge tartışmalarının bize gösterdiği daha önemli bir şey var. Ordumuz siyasete müdahale faaliyetlerini artık eskisi gibi sevk ve idare edemiyor. Soğuk Savaş döneminden kalma ilkel psikolojik harekât teknikleri, entrika ve komplo taktikleri artık çalışmıyor. İdeolojileri tasnif etmeyi bile beceremeyen bir karargâhın, bütün vatandaşları siyasî görüşlerine göre fişlemeye kalkması kendisi için tam bir felaket. Ortaya çıkan krizleri yönetemiyor. İktidarı ve muhalefeti ile demokratik iradenin TSK'yı bu yükten kurtarması ve aslî görevine yönlendirmesi lâzım. Bunun için köklü bir dış güvenlik reformuna ihtiyaç var. Sayıları 12'den 24'e çıkartılan Seferberlik Bölge Başkanlıkları, EMASYA planları gibi silahlı gücü bir türlü analiz edemediği toplumun içine sokan işgüzarlıkların toptan kalkması şart. En önemlisi de, Ergenekon soruşturmasının sağlıklı bir şekilde sonuçlandırılması lâzım. Yine de kazançlıyız. Hiç olmazsa irticanın sahte bir tehlike olduğunu anlamış olduk.

İBRAHİM KARAGÜL

Kaynayan ülke: Ya iç savaş ya darbe!

Bir ülke, bir devlet, bir siyasi otorite, seçimle iktidara gelmiş bir sivil iktidar, yıllardır gücünü hep koruyan bir askeri varlık, dünyanın sayılı nükleer güçlerinden biri, kendi topraklarından kalkan bir yabancı uçağın kendi halkını bombalaması karşısında ne yapar?

Bu tür saldırıların ısrarla devam etmesi karşısında ne yapar? Hemen her hafta elli kişinin, yüz hatta iki yüz kişinin bu uçaklardan atılan füzelerle öldürülmesi karşısında ne yapar? Terörle mücadele adı altında yapılan gizli anlaşmalarla yürütülen bu saldırılarda okulların bombalanması, düğün evlerinin bombalanması, cenazelerin bombalanması karşısında ne yapar?

Ya o ülkenin insanları? Kendi devletinin bir yabancı güç ile yaptığı gizli anlaşmalar karşısında çaresiz kalıyorsa, bu anlaşmalar yüzünden ölüyorsa, o yabancı güç/güçler ülke vatandaşlarının bir bölümünü bir bölümüne karşı kışkırtıyorsa, bilmedikleri yerlerden kalkan insansız hava araçlarından kalkan uçaklarla üzerlerine füze yağıyorsa ne yapar? Ne yapabilir?

Bugün Pakistan böyle bir ülke. Afganistan'da başkalarının savaşını verdi, Afganistan sonrası kendi topraklarında yine başkalarının savaşını veriyor. Başkalarının bölgesel hesaplarına göre kendine pozisyon belirliyor, başkalarının tehdit algılamalarına göre kendi insanlarıyla savaşıyor. Bu başkaları, Pakistan yönetiminin gizli anlaşmaları çerçevesinde aylardır bu ülkeye füze yağdırıyor. Bu füzeler çoğunlukla sivilleri, çocukları vuruyor.

Geçtiğimiz aylarda bir saldırıda yüz yirmi kişi hayatını kaybetti. Bu hafta yeni bir füze saldırısı gerçekleşti. Hayatını kaybeden sivil sayısı yetmiş. Güney Veziristan'daki saldırıda ölenler cenazelerini kaldırıyordu. Saldırı cenaze merasimi sırasında gerçekleşti. Bugüne kadar bölgeye tam kırk üç füze saldırısı düzenlendi. Yüzlerce insan hayatını kaybetti.

Veziristan, Pakistan hükümetinin aciz kaldığı, ABD'nin "Pakistan adına" savaştığı bir çatışma alanı. Pakistan'ın kuruluşundan bu yana özerkliklerini koruyan, kendilerini yöneten bölge halkı terör gerekçesiyle cezalandırılıyor. Bu terör tanımlaması elbette ABD ve İngiltere'nin bölgesel siyasi önceliklerine göre yapıldı. Pakistan hükümetinin bölge otoriteleriyle yaptığı anlaşma, bu ülkeler tarafından bozduruldu. Orası savaş bölgesi olarak belirlenmişti ve öyle olacaktı. ABD'nin yeni Başkanı Barack Obama için bir ödüldü burası, bir kariyer yeriydi. Yüz binlerce insanın bölgeden kaçması, mülteci olması kimsenin umurunda bile değildi.

Olayın çok çetrefilli olduğunu belirtmeliyim. Pakistan içindeki bombalı saldırıları anlamak için, yabancı istihbarat servisleri tarafından Şiilere ve Sünnilere yapılan saldırıların amacını anlamak için bu ülkede neler olduğuna çok dikkatli bakmak gerekiyor.

12 Haziran'da "Bir terör saldırısı ve ilginç bağlantılar" başlığı altında işte bu çetrefilli konuya girmiştik. Resmi tamamlamak için o günü hatırlayalım, o gün olanları bugün yaşananlarla birleştirelim:

"Salı günü Pakistan'ın Peşaver kentindeki tek beş yıldızlı oteli olan Pearl International Hotel'e büyük bir terör saldırısı düzenlendi. Bir ton patlayıcı ile yapılan saldırıda 16 kişi öldü, onlarca kişi yaralandı. Ülkenin zengin isimlerinden Sadruddin Haşvani'ye ait otel yoğun olarak ABD ve İngiliz diplomatlar ile güvenlik personeli tarafından kullanılıyor, ABD yetkilileri oteli satın almak veya kiralamak istiyordu.

Tuhaftır, geçtiğimiz yıl eylül ayında başkent İslamabad'da patlayıcı yüklü kamyonla saldırı yapılan ve 80 civarında insanın hayatını kaybettiği Marriott Hotel de Sadruddin Haşvani'ye aitti. 600 kilo TNT, RDX ve fosforla karıştırılmış, ve çok büyük bir patlama gerçekleştirilmişti. Görünüşe göre tipik bir terör saldırısı olan olayın arkasından ürkütücü gerçekler çıktı ortaya. Şöyle:

Olay günü Pakistan'ın yeni Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari, Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, askerler ve çok sayıda kişi Meclis Başkanı'nın Marriott Otel'deki iftarına davetliydi. Ancak davet yeri sürpriz biçimde değiştirildi. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve kabine üyeleri iftar için Başbakanlık binasına gitti. Ve saldırıdan kurtuldular.

Saldırı öncesi ABD Büyükelçiliği'ne mensup araçlar, otelin giriş kapısına sıralanmış, otel içine bazı çelik kutular taşınıyor, bu kutular orada değiştirilip başka kutularla dışarı çıkılıyordu. Yani araçtan indirilen çelik kutular oteldekilerle değiştirilip tekrar araçlara yükleniyordu. Tuhaf bir şekilde bu kutular girerken ve çıkarken kontrol edilmiyor, kimse bakamıyor, XR cihazından geçirilmiyordu.

Bunlar olurken otelin iki girişi de kapatılıyor. Güvenlik görevlilerinin araçlara ve kutulara yaklaşmasına bile izin verilmiyordu. ABD askerleri yol boyunca sıralanıp güvenlik sağlıyordu. Bize göre o otel merkez olarak kullanılıyor ve bazı operasyonlar yürütülüyordu. Sivil katliamlarla haber olan insansız hava araçlarından yapılan saldırılar buradan yönlendiriliyordu. (O günlerde bunu ısrarla vurguladım)

Pakistanlı bazı emekli generaller daha sonra Mariot Hotel'in CIA'nin komuta merkezi olduğunu açıkladı. Ne zaman? Şubat 2009'da. Altı ay sonra. "Amerika'nın terörle savaş teranesiyle kendi insanlarımızı bombalamak için bizim topraklarımızı kullanması bizim için yeni bir şey değil. Pakistan ve Afganistan'ı bombalamak için birden fazla (Pakistan) havaalanını kullanıyorlar." Bu cümleler Pakistanlı generallere aitti. Onlara göre; "Marriot Hotel CIA tarafından operasyon komuta merkezi olarak kullanılıyordu. Yıkılmasının ardından komuta Tarbella'ya kaydırıldı". ABD Senatosu İstihbarat Komitesi Başkanı Senatör Dianne Feinstein de o günlerde, "İslamabad'ın protestolarıyla dalga geçer gibi, saldırı yapan insansız hava araçlarının Afganistan'daki ABD üslerinden değil Pakistan'dan kalktığını" söyledi.

Dün Türk basını, saldırı haberini verirken "en önemli konu insansız uçakların nereden kalktığının bilinmemesi" ifadesini kullandı. Bu cevabı on ay önce burada duyurduk. Pakistan'daki gayri resmi iç savaş ve ABD müdahalesi nükleer silahları kontrol mücadelesidir. Eğer bu ülke, içinde bulunduğu krizin üstesinden gelemezse, kendi halkı karşısında mahkum olacaktır. Ya kanlı bir iç savaş yaşayacak, ya da askeri darbeyle yüzleşecektir. Bunlar gerçekleşirse, gerçekten de bu güzelim ülkeye yazık olacak.

HAYRETTİN KARAMAN

Hz. Ömer'in meclisi

Adına demokrasi denir veya denmez bu ayrı bir konu; ama Müslümanlar için örnek olan ilk halifeler (Râşid Halîfeler) dönemi uygulamasına göre –ki, bu uygulama meşruiyetin delilidir- yönetici (devlet başkanı, halîfe), bir önceki halifenin veya bir başka otoritenin tayini ile değil, halkın veya temsilcilerinin seçmesi ile belirlenir. Halife'de maddi ve manevi bazı şartlar (göreve ehil olma vasıfları) aranır, başta bunlara sahip olmayan seçilmez, sonradan kaybeden de meclis tarafından görevden alınır.

Devlet başkanı, bir şekilde seçilmiş meclisi ile devamlı danışma yapar, anayasalar gibi bağlayıcı olan "vahye dayalı" kuralların dışına çıkamaz, bu nitelikte açık ve doğrudan hükümlerin bulunmadığı veya bulunduğu halde uygulamada zorlukların ortaya çıktığı durumlarda meclis müzakere yoluyla ve vahyin ışığında (yol göstericiliğinde) yasama faaliyetinde bulunur, çözümler üretir.

Halife danışmayı terk ederek tek başına ve istediği gibi kararlar alarak ülkeyi yönetemez.

Halife Tanrı'yı temsil edemez, Tanrı adına karar veremez, hüküm koyamaz; bu sebeple yönetim teokratik değildir. Bir konuda dinin (Allah'ın) hükmü arandığında bunu, gerekli eğitim ve öğretimi almış olan herkes yapabilir. Kimsenin ictihadı diğerine dayatılamaz. Kamuya ait kanun ve kararlarda ise meclisin tercih ettiği ictihad bağlayıcı olur.

Bu genel bilgilerden sonra Hz. Ömer yönetimindeki mecliste, söz hakkına sahip gayr-i müslim üyelerin de bulunduğuna dair bir örneği aktarmak istiyorum (Kaynak: Serahsî, Mebsût, el-Eşribe bölümü).

Hz. Ömer bir soru üzerine, üzüm suyu üçte biri kalacak kadar kaynatıldıktan sonra fermante edilerek hazırlanan bir içeceği içmenin caiz olup olmadığını tartışmaya açmıştı. Bir hristiyan "Biz oruç günleri için böyle bir içecek hazırlayıp içiyoruz" deyince "Getir de bir bakalım" dedi. Adam içeceği getirdi, Hz. Ömer birazını tadınca su istedi, içeceğe yeterince su katarak daha sıvı hale getirdi, içti ve sağ yanında bulunan Ubâde b. Sâmit'e de verdi, Ubâde "Ateş (şırayı kaynatma) haramı helal hale getirmez" diye itiraz edince Hz. Ömer, şarabın sirke haline getirilmesi örneğini vererek "su katmakla bunun da öylece helal olduğunu" söyledi. Bunu hem hazma yardımcı olsun hem de oruçluyu güçlendirsin diye içerlerdi.

Fıkıh alimi Serahsî –özetleyerek verdiğimiz- bu olayı aktardıktan sonra şu yorumu yapıyor:

1. Hz. Ömer Müslümanların işleri konusunda iyi düşünen ve çözüm üreten bir kimse idi, özellikle kamuyu ilgilendiren alanda dini uygulama hususunda danışmayı en çok yapan yönetici idi.

2. Hz. Ömer'in bu uygulaması, mecliste Ehl-i kitab'ın da (hristiyan ve yahudi üyelerin) bulunmasında sakınca olmadığını gösterir; çünkü bu hristiyan şahıs danışma meclisi üyesi idi.

3. Gayr-i Müslim üyelerin muâmelât denilen alanda söz, haber ve görüşlerine itibar edilir.

4. Gayr-i müslimlerin de yiyecek ve içecekleri, örf ve adete göre izin sayılan durumlarda -ayrıca izin alınmadan- yenilir ve içilir…

On beş asır önce bir İslam halifesinin devlet başkanı olduğu dönemin meclisinde gayr-i müslimler de meclise alınıyorlar, kendi inançlarını, hayat tarzlarını koruyarak meclis faaliyetlerine katlıyorlar, ama yirmi birinci asrın meclislerinde "başörtülü bir müslümanın yerinin olup olmadığı" tartışılıyor!

Bir de demokrasiden, din ve düşünce özgürlüğünden, çağdaşlıktan söz ediliyor!

Ne dersiniz!?

FEHMİ KORU

Belge ve amacı

Hadi, Genelkurmay Askeri Savcılığı'nın yaptığı açıklamayı bazılarının istediği gibi yorumlayıp “Belge sahte” diyelim, yine de bir soruya cevap aramamız gerekmiyor mu: “Nisan 2009 tarihini üzerinde taşıyan üç küsur sayfalık o metni hazırlama zahmetine kim/ler, neden katlandı?” İster karargâhtan birileri olsun ister dışarıdan, eldeki metni birileri hazırlamış olmalı, ama neden?

Geçen gün nicedir zihnimde taşıdığım 'birileri ile' ilgili bir ihtimali burada sizlerle paylaştım: Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un görev süresini zamanından önce bitirmek isteyenler... İçeriği ve hazırlanış biçimi iki ucu da pis bir değneğe döndürüyordu belgeyi; bir ucunda 'Karargâhta hazırlandı' ihtimali, öteki ucunda da 'Karargâhtan birileri karargâhın haberi olmadan hazırladı' ihtimali bulunuyordu ve her iki halde de Org. Büyükanıt'ın konumu sorgulanabiliyordu.

Kendisinin emir ve talimatıyla hazırlanmışsa da, altındaki kötü heveslileri tutamıyorsa da fatura bizzat Genelkurmay Başkanı'na çıkacaktı... Galiba çıktı da...

Bu tahlilimin bir zaafı olduğunun farkındayım elbette; o zaaf da “Böyle bir belgeyi -hakiki veya sahte- ancak bir asker kişi veya grup hazırlayabilir” tezinden hareket etmemdir. Genelkurmay Askeri Savcılığı son açıklamasıyla buna da “Alâkası yok” demiş oldu mu? Sanmıyorum.

Aslında bakarsanız ben bu işlerden hiç anlamam... “Türk Silâhlı Kuvvetleri'nde (TSK) kim kimdir?” bilmem; bilmek istediğimden de emin değilim. Medya câmiasından bazıları daha dün tuğgeneral olmuş bir TSK mensubunu bir kenara not olarak düşer ve yükselmesini izlemeye alır. Kimi zaman, o tür gazeteciler ağzından, henüz okurlarıyla paylaşmadığı bir kanaat olarak, “Filânca Tümgenerali gözden kaçırmayın, 2020'de Genelkurmay Başkanı o olur” türü yakıştırmalar işittiğimiz olur.

Sanki Minnesota'da nadir kuşları dürbünleriyle izleyen gözlemciler gibidir onlar... Bazen tuttursalar da çoğu kez, onların dikkat çektiği kişiler Orgeneral olamadan sahneyi terk eder...

Normal şartlarda pek ilgilenmediğim bu 'general batırma' oyunu albaylığını karargâhta geçirdiği için izleyebildiğim Yaşar Büyükanıt'ın Orgeneral olup Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlenmesine ramak kaldığı dönemde dikkatimi çekmişti. Hayatımda bir önemli kişi hakkında bu kadar kapsamlı bir tezviratı daha önce hiç görmemiştim. 'Sabetaycılık' ithamından aile fertleri hakkında olur olmaz iddialara kadar yıpratıcı bir kampanya açıldı hakkında...

'Sabetaycılık' iddialarının üzerlerinde etki yapacağı anlaşılan bir kitle hedef seçilmişti o yıpratma kampanyasıyla: Bir yandan “Aman böyle biri Genelkurmay Başkanı olmasın da kim olursa olsun” deme noktasına getirilmeliydiler, bir yandan da “Bu kampanyanın arkasında kim var?” sorusuna cevap teşkil etmeliydiler...

Askerî konuları anlamasam da bir yerde 'komplo' kokusu aldım mı, hemen anlarım... O dönemde, “Bu bir yıpratma kampanyası ve amacı da Org. Yaşar Büyükanıt'ın önünü keserek hiyerarşik yapıyı değiştirmek olabilir” tezli birkaç yazı kaleme aldığımı hatırlıyorum. Yıpratma kampanyasının etkisi altındaki dostlardan papara yemeyi de göze alarak...

Şimdiki tezim de şu: “Belgeyi hazırlayan/lar bir taşla birkaç kuş birden vurmak niyetindeler; bir niyetleri demokrat medyayı yanlış köşeye yatırmaksa da, bir başka niyetleri İlker Başbuğ'un görev süresini erken sona erdirmek...”

Org. Büyükanıt'ın selefi Org. Hilmi Özkök'e kadar bu tezi taşımak mümkün; unutmayalım, evinden sefertasıyla karargâha yemek taşıma ihtiyacı duyulan günler yaşamıştı Org. Özkök... Fakat oraya kadar gitmeyelim. Muhtemelen Yaşar Büyükanıt'la ilgili yıpratma kampanyası sadece Org. Büyükanıt'ın önünü kesmeyi hesaplamıyordu, hedeflerden biri de İlker Başbuğ'du; kampanya sonuca erişseydi Org. Büyükanıt'la birlikte o da emekli oluyordu...

O zaman önünü kesemediler, şimdi erken emekliliğini zorluyorlar...

Bu işlerden anlayan bir meslektaş, önceki gün, tezime atıfta bulunan bir yazı yazdı ve hiyerarşik düzeni isimlendirdi. “Erken emeklilik kimin aleyhine, kimin işine yarıyor?” sorusuna açık seçik bir cevap verdi o yazıda.

Daha önce de söyledim: Ben bu işlerden anlamam ve anlamadığım konulardan da uzak dururum...

Şimdi merak ettiğim konu şu: Org. Başbuğ, 'İrticayla Mücadele Eylem Planı' başlıklı 'belge' için yaptıklarının yeterli olduğunu mu düşünecek, yoksa konunun her yönüyle üstüne gidilmesinden yana bir tavır mı alacak? Her yönüyle üstüne gidilmesini isteyecekse konunun, zülf-ü yâre dokunma noktasına gelindiğinde -tabii o noktaya gelinirse- “Yeter” mi diyecek?

Ne olursa olsun, belge yerde kalmasın...

25 Haziran 2009 Perşembe

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Ekonomik kriz ve Müslüman aklı

Mahmutpaşa Camii imam-hatibi, şuna yakın şeyler söylemişti: "Kur'an kurslarını kapatırsan, Kur'an okumayı yasaklarsan, başörtüsüne karşı savaş açarsan ahlaksızlık artar. Soygunlar, talanlar, çalmalar, suiistimaller çoğalır. Bunların sonucunda ekonomik kriz de çıkar, başka şeyler de!.."

Bu üslubu bir parça 'hard' bulanlar olabilir. Nihayetinde bu bir 'dil' sorunudur. Bu sözleri şöyle 'soft'laştırabiliriz:

İnsanda vicdan oluşturan tek kurum dindir. Vicdanlar üzerinde en sağlam yaptırım ise imanla sağlanır. Vicdan olmadan, mutlak anlamda ahlak olmaz. Dolayısıyla, bir ahlak sistemi dışbükey olarak dine, içbükey olarak imana yaslanmak zorundadır. İşte bu nedenle, dine ve imana yönelik bir azaltma operasyonu, aynı zamanda ahlaka yönelik bir azaltma operasyonudur. Sonuç ahlaki çürümedir. Ahlaki çürüme, siyasi, sosyal, ekonomik tüm çözülme ve krizlerin anasıdır.

Bu değerlendirmede yer almamasına rağmen, şu sonucu da buna ilave etmek pekala mümkündür: Bu ülkede "irtica" adı altında "İslam"a karşı savaş açmak, onunla birlikte bilerek ya da bilmeyerek ahlak, helal kazanç, kanaat duygusu, yardımseverlik, cömertlik, fedakarlık ve dürüstlük gibi tüm İslami ve insani erdemlere karşı savaş açmak anlamını taşır.

Evet, soft şekli böyle olan bu sözler en basit ifadesiyle bir "yorum"dur. Bu ülkede herkesin olan-biteni kendi durduğu yerden yorumlama hakkı vardır. Cemaatinin dini önderi konumunda olan bir imam, olayları yorumlama hakkını kullandığı için, malum medya tarafından medyatik bir linçe tabi tutulmuştur. Ve o imamı savunmakla görevli olan Diyanet kurumu, malum medyanın kurduğu darağacının celladı konumuna düşürülmüştür.

Aynı şey deprem sırasında da yaşanmıştı. "Deprem ilahi ikazdır" diyen birileri, sırf olayı kendi inancına göre yorumladığı için cezalandırılmıştı.

Bu örneklere bakınca, öteden beri yaşanan anlama sorununun, vahim bir "anlama krizine" dönüşmüş bulunduğunu görüyorum. Söz konusu anlama krizi, yaklaşık bir asırdır devlet gücünü tekelinde bulunduran "laik aklın krizi"dir.

19. yüzyıldan kalmış gerici pozitivist ve materyalist koordinatlar üzerine inşa edilen laik akıl, eşyanın ve olayların bir biçimde kutsalla ilişkilendirilmesine fena halde bozuluyor. Bu aklın eline silah verin, ilk doğrulttuğu "din ve iman" oluyor. Bu aklı doktor yapın, ilk düşman olduğu "alternatif tıp" oluyor. Bu aklı siyasetçi yapın, düşman olduğu ilk unsur "millet" oluyor. Bu aklı hukukçu yapın, ilk katlettiği "hak ve adalet" oluyor. Bu aklı ekonomist yapın, ilk düşman olduğu "helal para" oluyor. Bu aklı bilim adamı yapın, ilk düşman olduğu "hakikat" oluyor. Bu akla felsefe öğretin, ilk hedefi "hikmet" oluyor. Bu aklın eline medyayı verin, ilk manipüle ettiği "haber" oluyor...

İşin aslına bakarsanız, olmaması için de hiçbir sebep yok. Kutsalla tüm ilişkilerini koparmış laik bir akıl, aslında, kendi kendisine yabancılaşmış ve varoluşuna ihanet etmiş bir akıldır. O akıl, ışıksız bırakılmış bir göz gibidir. Göz nasıl ışık olmadan görme işlevini yerine getiremezse, akıl da kutsalla olan irtibatı sonucu aldığı ışık (imanın nuru) olmadan doğru algılayamaz. Hesap eder, ölçer biçer; fakat hesabını yaparken mikro (enfüste), makro (afakta) ve insanoğlunun kollektif bilinci olan tarihsel bağlantıları doğru kuramaz. Hesabı kitabı bencilce ve hep kişisel ihtiras ve ihtiyaçlarıyla sınırlı olur.

Ebu Cehil akıllı bir adamdı. Hesap-kitap yapardı. Fakat, hesap-kitap yaptığı akıl kutsalla ilişkisini kesmiş bir akıldı. Bu tür birinin hesap-kitabına Kur'an'ın nasıl baktığını öğrenmek istemez misiniz?

O düşündü, ölçtü-biçti.

Kahrolası, nasıl da ölçtü-biçti!

Bir daha kahrolası, nasıl ölçüp-biçti? (Muddessir 18-20)

Müslüman aklı düşünürken, değerlendirirken, ölçüp-biçerken, mutlaka tasavvurundaki objeyle Allah arasında varoluşsal, aktif ve aktüel bağlar kurar. Bu obje kendi bireysel varlığı, eşya, tabiat, olaylar ve tarih olabileceği gibi, kategorik olarak siyasal, sosyal, ekonomik ya da hayatın tüm alanlarına ait diğer unsurlar olabilir.

Esasen, bir müslüman böyle düşünmüyorsa, onun tasavvuru müslüman olmamış demektir. Müslüman olmanın anlamı, Allah'a teslim olmaktır. Bunun sonucu, kendi varlığı da dahil, tüm varlık ve oluşu Allah'tan bağımsız değerlendirmemektir. Hayatın ve varlığın her hangi bir alanının Allah'tan bağımsız olduğunu düşünen biri, aynı zamanda Müslüman olduğunu söylüyorsa; mutlaka bu iki iddiasından birinde, hem kendisini hem başkalarını aldatıyor demektir.

Allah'a teslim olma (Müslüman) iddiasındaki her mümin, Allah'ın hayata aktüel ve aktif bir biçimde müdahil olduğuna iman eder. Kur'an'ın baştan sona en belirgin amaçlarından biri, hatta birincisi; kendisine iman eden her bir insanda böyle bir aklı inşa etmek istemesidir. Kur'an'ın neredeyse üçte ikisini kaplayan geçmiş kavimlerin kıssaları, bu ana tema etrafında döner. Helak olup gitmiş tüm kavimlerin helak süreci önce tasavvurdaki bozulma, ardından bilgi ve bilinçteki tahrif, ardından imandaki tahrip, ardından ahlaki çürüme, ardından ekonomik, siyasi ve sosyal yozlaşma ve nihayet mukadder son: çöküş...

İşte bu nedenle Müslüman aklı depremle insan davranışları arasında bağlantı kurar, ekonomik kriz de dahil her türlü ahlaki, sosyal ve siyasal çürüme, kokuşma ve yozlaşma ile insan davranışlarını irtibatlandırır. Esasen bu ekonomik krizde, ahlaki çürümenin sonucu olan soygun, talan ve suiistimallerin rolü olduğunu söyleyen herkes, Mahmutpaşa imamıyla paralel düşünüyor demektir. O halde bu hazımsızlık niye?

Bugün sopa ve havucu elinde bulundurduğu için susturma hakkına sahip olduğunu düşünen egemen laik akıl, Müslüman aklını mahkum edeceği yerde anlamaya çalışsa, daha yararlı olmaz mı?

EROL KATIRCIOĞLU

Sol ve piyasa

Küreselleşme, firmalar arası rekabeti yeryüzüne yaydıkça, düşük vergi koyabilen ülkelerin firmaları daha rekabetçi olacağından ulus devlet hükümetlerinin vergi tabanlarını da daraltıyor. Vergi tabanları daraldıkça da ulus devlet içinde “sosyal devlet” iddiasının altı boşalıyor. Her ne kadar bu hikâye bu kadar kısa değilse de soğuk savaştan bu yana neden özellikle sol ve sosyal demokrat siyasetlerin seslerinin azaldığını yeterince açıklıyor. Tony Blair ve Schröder’in “3. yol” siyasetlerinin seslerinin aynı dönemde yükselmiş olmasına ise aldırmayın. Onların bu soruna gerçek bir cevap olmadıkları biliniyor.

Dolayısıyla Sovyetlerle birlikte “planlama” perspektifi dağılmış olan “sol”un tutunacak dalı “sosyal devlet” kavramı iken küreselleşmenin önlenemez gidişi onu da ufuktan siliyor. O zaman da “sol”da, “Peki ama şimdi ne” diye sormak kaçınılmaz oluyor. Her şeye rağmen sağduyulu olmak gerekliliği “piyasayı” hemen reddetmeyi önlerken, aynı zamanda “ama” diyerek “devleti” hatırlamak da para etmiyor. Yeterince vergi toplayamayan bir devletin “sosyal devlet” olması artık o kadar mümkün değil. Bunu herkes biliyor ve anlıyor.

Bu sıkışmışlığa bir cevabı olmayan bazılarının ise, “sosyal demokrat”ların ikide bir “piyasaya” vurgu yapmasına sinirlendikleri anlaşılıyor. “İşte gördünüz mü, yine piyasa dediler. Bunlar aslında liberal, solcu falan değiller” diye söyleniyorlar. Son olarak Hüseyin Ergün’le Neşe Düzel’in Taraf’ta yaptığı mülakat da böyle bir tartışmaya yol açtı. Hüseyin Ergün’ün, sol ve darbelerle ilgili sözlerinin biraz çarpıtılmasında bir sakınca görmeyen bu kişiler bu görüşlerini, Ergün’ün “piyasa” konusundaki görüşlerine yedirerek kendilerine göre yeni bir eleştiri düzlemi yarattılar. Ve hemen salvolara başladılar. Durmayacakları da belli.

Peki ama bu soruya gerçekten bir cevap var mı? Yani “sol”un nasıl bir ekonomi hayali var? Doğrusu ülkede tabu olup da konuşulmayan o kadar konu var ki bu da onlardan biri. Ama öyle anlaşılıyor ki bizde kendini solda tanımlayan bazıları için hâlâ “ekonomik planlama” temel bir ilke. Ekonomik planlama değilse de mutlaka “devlet” olmalı. Tabii “devlet” her daim “hâkim sınıfların” baskı aracı olduğuna göre bu kastedilen devletin kendilerinin yöneteceği bir devlet olacağı ortada. Ama bu devletin nasıl kendilerinin yöneteceği bir devlet olacağı ise belirsiz. Tabii ki bazılarının böyle düşünmeye devam etmelerinde bir sakınca yok. Ama koca bir “Sovyet” deneyiminin başarısızlığının yaşandığı bir dünyada bu görüşlerin bir kıymeti harbiyesinin kalmadığı da ortada.

Her ne kadar Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bütün dünya “piyasayı” kabullenip onun ilkeleriyle ekonomilerini sürdürmeye çalışıyorsa da hemen herkes biliyor ki piyasanın kabulü ve uygulanması her toplumun sorunlarını çözmek için yeterli değil. Üstelik böyle bir bilginin kaynağı, içinde yaşadığımız küresel kriz bile değil. Her ülke deneyimi açıkça gösteriyor ki; serbest piyasanın serbest olması, kalkınma sorunları olan ülkelerde sorunların çözümünü sağlamıyor. Her ne kadar İMF, Dünya Bankası ve AB gibi kurumlar, kalkınmak için “serbest” çalışan bir piyasa ekonomisi gerekiyor diyorlarsa da serbest çalışan bir piyasa ekonomisini kurabilmek için kalkınma sorunlarını nasıl çözeceğimizi bize söyleyemiyorlar.

Dolayısıyla bugünün dünyasında solun kalkınma ve daha eşitlikçi gelir dağılımı gibi hayallerini gerçekleştirmede “serbest piyasa” kendi başına elverişli bir mekanizma değil. O nedenle de başka yollar bulmak gerekiyor. Bu yalnızca “piyasa” mekanizmasının kalkınma gibi bir sorunu çözmede yetersiz kaldığı gerçeği nedeniyle değil, aynı zamanda piyasa mekanizmasının toplumun kendi ekonomik geleceğini kendisinin belirleyebilmesi için kullanılabileceği uygun bir araç olmamasıyla da ilgili.

Çünkü piyasa mekanizması esasında kendi amaçlarının peşinde koşan çıkar gruplarının çıkarlarını ençoklaştıran bir mekanizmadır, tüm toplumun değil. O nedenle de en etkin biçimde çalıştığında bile toplumdaki belirli gruplar için bunu yapmış olur. Oysa kamunun yani tüm toplumun çıkarları ekonomik süreçlerden etkilenen tüm insanların katılımını ima eder. Bu nedenle de piyasa mekanizmasının kamusal yararı ençoklaştırdığını söylemek doğru olmaz. Çünkü açıktır ki “Karar alanlar kendi çıkarlarına uygun karar alırlar” ve piyasa mekanizması tüm toplumun değil ancak toplumun belirli çıkar gruplarının kararlarda etkin olduğu bir mekanizma olduğundan onların çıkarlarına uygun kararlar üretir.

Buradan “sol”un hayallerinin “piyasa mekanizmasıyla” sınırlı olmadığı, daha fazla kalkınma ve daha fazla eşitlik ideallerinin ancak toplumun da bu kararlarda dahlinin olduğu yeni bir ekonomi hayalinden geçtiğini söylemek mümkün. Bu anlayışın ise “daha fazla demokrasi” hayaliyle ilişkili olduğu sanırım yeterince açık. Konuya devam edeceğim.

EKREM DUMANLI

İyi ki geldin!

Yorgunuz! Herkes yorgun! Kimsede laf yarıştırmaktan adım atacak mecal kalmamış. Cepheleşme had safhada. Husumet diz boyu. Yalan, iftira, karalama... Ne insafı kaldı yazı yazmanın; ne izanı kaldı konuşmanın. Herkes, kendi ezberini tekrar ediyor. İlgi alanlarımız kâh İran'a takılıyor kâh Turan'a. "Dış güçleri" konuşmaktan iç dinamizmimizi çoktan kaybetmişiz.

Devlet, milletiyle kavgalı. Kendi gölgesiyle yaka paça olan bir devlet, gücünü milletinden alabilir mi? Aynadaki aksinden ürken, kendini aşıp sonsuz ufuklara kanatlanabilir mi? Kendini aşamayan, "bölgedeki etkin gücünü" uluslararası arenada anlatabilir mi? Kendi vatandaşının farklılıklarını bir zenginlik sayıp bağrına basmayan, başka ülkelere örnek olabilir mi? Küçük düşünen, büyük ideallerin altından kalkabilir mi? İmtiyazlı sınıf kavgasını yalan yanlış anlatımlarla farklı bir mecraya taşıyıp üstelik o menhus emelleri kutsayıp toplumsal barışı dinamitleyenler ülkeye huzur ve barış getirebilir mi? Hayata hep dar bir pencereden bakan, toplumu derdest eden o kadim cendereden kurtulabilir mi?

Sorular çoğaldıkça ruhlarımız kararıyor. Ümitlerimiz soluyor. Çünkü çoğu kez cevapsız soruların amansız pençeleriyle delik deşik oluyor ruh dünyamız. Evham, bir virüs gibi... Onca acı tecrübeye rağmen birileri hâlâ "kardeş kavgası"ndan beslenmek istiyor. Nifak tohumu saçıyorlar İrem Bağları'na. Kimilerinin kaleminden kan damlıyor adeta. Kirletilmiş bilgiler atmosferimizi zehirlemiş, nefes alınmaz hale getirmiş...

Yorgunuz! Herkes yorgun!

Neyse ki İlahî bir esinti yetişiyor imdadımıza. Onca bunaltıcı gündemin arkasından şefkatli elini uzatıyor bize. Üç aylara girdik. Rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı o üç mukaddes zaman dilimi bizi çağırıyor kendine. Aslında kendi içimize, ruhumuza, varlık nedenimize davet ediyor yeniden. Eminim birileri kalkıp şöyle de diyecektir: Bunca yoğun gündem dururken o "mübarek üç aylar" üzerine yazı yazmanın zamanı mı şimdi? Ah o "yoğun gündem"! Ah o bitmez tükenmez "güncel polemikler"!..

Şimdi kendimize dönmenin tam zamanı! Çünkü şaşaalı gündem maddeleri arasında en çok kendimizi ihmal ettik. Tabii ki dış dünyanın hengâmesine de kulak vermek gerekiyor. Hele gazeteciyseniz, siyasetçiyseniz... Dışarıda yaşananları takip etmek hayatınızın bir parçası haline gelebilir. Ancak o dikkatli takip, kalbinizin sonsuzluk arzularını bastırmayı gerektirmiyor. Sonuçta insanız. Bir hayat yaşıyoruz. Bir gün saatin tik takları bizim için anlamsız hale gelecek. Bir gün atmayacak kalbimiz. Bir gün yeryüzünün herc ü merci ile bütün alakamız kesilecek.

Madem bir gün "sıcak gündemden kopacağız"; şimdiden belli fırsatları kollayarak özümüze doğru, yani kalbimizin tam merkezine doğru, derin bir seyahate çıkmalıyız! Kendimize, ruhumuza, vicdanımıza doğru derinlemesine atacağımız her adım, bizi birbirimize daha yakın kılacak. Nefretin yerini sevgi alacak.

Ötekini anlamak, kendini anlamakla başlar. Anlamak gayreti, varlık sebebimizin ortaya çıkmasını sağladığı gibi, dirlik vesilemizin de kılavuzudur. Özü şefkatle ve merhametle yoğrulmuş bu ülkenin insanı uzun bir zamandan beri ne kendini anlama fırsatı yakalayabiliyor; ne başkasını dinleme iradesini gösterebiliyor.

Üç ayları idrak ediyoruz. Bu gece Regaib Kandili. Yeni doğumların arefesindeyiz. Ruhumuz sevgiyle kanatlanabilir, ufkumuz sonsuzluğa açılabilir. Yeter ki bir şeyleri düzeltmeye kendimizden başlayabilelim...

Yorgunuz! Herkes yorgun!

İyi ki yetiştin imdadımıza ey güzel kandil! Karanlıklar içinde kalmıştık!..

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

CHP, tarihî bir fırsat sunuyor

Baykal'ın gösterdiği kapıdan hep birlikte girelim. Hiç tereddüt etmeden ve vakit geçirmeden. Bu tarihî fırsatı kaçırmayalım. Bugün karşımıza çıkan darbe hesaplarının da içinde yer aldığı kirli bir tarihin kapısı bu. Önünde CHP'nin durduğu ve açılmasını engellediği için bu kapı hep kapalı kaldı. Şimdi Baykal, kapının önünden çekiliyor ve eliyle tokmağı tutuyor. Sonra bize dönüp "hazırsanız açalım" diyor.

CHP lideri açık çek veriyor: AK Parti liderine yönelik, "Askerî darbeyle ilgili hukukî takibat, bir hesaplaşma, Türkiye'yi askerî darbe arayışına sürükleyen ortamı tasfiye etme arayışı içindeysen, getir gereğini yapalım." sözü, sahibini bağlayan açık bir taahhüt. Bu taahhüdün içinde somut bir öneri de var. Baykal, 12 Eylül'ün yargılanmasını istiyor ve bunun için de Anayasa'nın 15. maddesini değiştirmeye hazır olduklarını söylüyor. Darbelerle hesaplaşmak için bundan daha somut bir adım olur mu?

"Baykal'ın hesabı ne? Bu işin altından hangi çapanoğlu çıkar?" sorusu çok anlamlı değil. Çünkü Baykal, engellemeyi bırakıp taşın altına elini koyuyor. Kapıdan içeriye girip geçmişi temizlemeyi öneriyor. Anayasa'nın 15. maddesi değişsin ve Kenan Evren ve diğer darbeciler yargıç karşısına çıkartılsın, Türkiye bu kapıya kocaman bir kilit asmış olacak. 12 Eylül'ün mağdurlarından MHP'nin de bu değişikliğe destek vermesi halinde, darbelere karşı demokratik ortak irade, silahlı darbecilere adım atacak alan bırakmayacak. Darbeler tarihi kapanmış olacak. "Baykal'ın amacı Ergenekon'u sulandırmak" sonucuna ulaşanların, 15. madde değişikliğine odaklanması lâzım. 12 Eylül yargılanırsa Ergenekon nasıl sulanacak?

Baykal'ın Anayasa'nın 15. maddesini değiştirmeyi önerdiği bu haftaki grup konuşması, belge tartışmasının uzantısı mahiyetinde. Soruşturmanın ilerlemesini Genelkurmay kilitlediğine göre Baykal'ın "12 gündür bir gelişme yok" eleştirisi doğrudan askerlere yönelik. Baykal'ın yaklaşımı Meclis'in duruma el koymasını içeriyor. Doğrusu da bu. CHP'li üyelerin de aralarında bulunduğu Meclis Araştırma Komisyonu'nun Genelkurmay koridorlarında dolaşması, Harekât Daire Başkanlığı ve Bilgi Destek Birimi gelen ve giden evrak defterlerini incelemesi fena mı olur? Paşalar gelse, gizli oturumlarda bu komisyona ifade verse toplumdaki endişeler azalmaz mı?

"İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın amacı, var olmayan irtica tehlikesini yaratmaya çalışmaktı. Sağa sola silahlar bırakılacak, medya maniple edilecekti. Şimdi, en son savunma hattında bu alenî suçların bile askerin meşru yetkisi dahilinde olduğunu savunan sapık bir anlayış pompalanıyor. Baykal, tehlikeyi ve fırsatı sezmiş olmalı. Tehlike, bu yaklaşımın CHP'nin de içinde yer aldığı siyaset kurumunu ve ülkeyi hukuksuzluğa teslim etmesi. Fırsat ise buna karşı çıkarak yeni bir meşruiyet alanı oluşturmak ve halk desteğini genişletmek. Türkiye'de askerî vesayetin çıpası CHP'nin elinde idi. Bırakın darbe yapmayı, evrakına bile sahip çıkamayan, bütün gizli bilgileri kevgir gibi delik deşik hale gelmiş bir karargâha destek olmak, bu ağır yükün altında ezilip yok olmak demek. Baykal, aynı zamanda partisini bu ağır yükten kurtarıyor.

CHP, Türkiye ile birlikte kendisi için de yeni bir başlangıç yapıyor. Bırakalım bu yeni sayfanın şerefi bütünüyle CHP'ye ait olsun. Hatta Baykal'ın hükümete yaptığı çağrıyı biz Baykal'a yapalım. Anayasa değişikliği önerisini o Meclis'e getirsin. "İrticayla Mücadele Eylem Planı" hakkında araştırma komisyonu kurulması için CHP önayak olsun. AK Parti de Baykal'ın ifadesi ile "gereğini" yapsın.

Şeref CHP'nin, kazanç ülkenin olsun. Olmaz mı?..

HÜSEYİN GÜLERCE

Baykal, 12 Eylül çıkışıyla ne yapmak istiyor?

CHP lideri Sayın Baykal'ın, "gelin darbecileri yargılayalım" çıkışı, şaşırtıcı ama neden ihtiyatla karşılanıyor? Öyle ya, yıllardan beri büyük çoğunluk, bu ülkede, şimdiye kadar darbeciler yargılanmadığı için, Silahlı Kuvvetler bünyesindeki cunta heveslilerinin ardı arkası kesilmiyor diye düşünüyor.

Sayın Baykal'ın çağrısı, demokratikleşme adına tam da aradığımız fırsatı verdiğine göre, CHP liderinin çağrısına neden temkinli yaklaşılıyor? Bu sorunun cevabı, CHP politikalarının güven sorunu ile ilgilidir.

Sayın Baykal, darbecilerden, devlet içindeki hukuk dışı yapıların varlığından samimi olarak rahatsızlık duyuyorsa, neden 27 Mayıs'tan, 12 Mart'tan, 28 Şubat'tan, 27 Nisan'dan bahsetmiyor da sadece Kenan Evren'i gündeme getiriyor? Ve neden Ergenekon davasının avukatıdır? Zira Ergenekon davasının ikinci iddianamesi darbe teşebbüsü ile ilgilidir.

İkinci iddianame üzerinde pek durulmuyor, çünkü sanıkların yargılanmasına 20 Temmuz'da başlanacak. Önemli bir husus daha var. Bu iddianame, CHP'yi de yakından ilgilendiriyor. Zira iddianamede, sanıkların, CHP içinde çeşitli operasyonlar yürüttüğü, tek amacın da Baykal'ı devirmek olduğu ileri sürülüyor.

Hal böyle iken iki gün önceki konuşmasında Sayın Baykal, "Hükümet, 12 Eylül'le ilgili hesaplaşmayı doğru buluyorsa elini tutan mı var? Anayasa'nın 15. maddesi var, değiştirme isteğin varsa getirir değiştiririz? Askerî darbeyle ilgili bir hesaplaşma, askerî darbe sürecine sürükleyenleri tasfiye amacında isen onu da getir yapalım." diyor. Ama ısrarla "Ergenekon davası ayrı" diyor. Hatta şu, gerçek mi, sahte mi tartışması süren eylem planı ile ilgili belge konusunda da, Genelkurmay Başkanı'nın istifasının gerekeceğini de söylüyor. Bunu önce ima etti. Sonra tam öyle demedim dedi. Sonra bir televizyon programında Fatih Altaylı ile arasında şu konuşma geçti:

Baykal: Belge doğruysa Başbakan gereğini yapmalı.

Altaylı: Doğruysa, Genelkurmay Başkanı emekli mi edilmeli?

Baykal: Evet.

Soruyu bir daha soralım: Baykal, bu çıkışlarıyla ne yapmak istiyor? AK Parti iktidarının askerle münasebetlerindeki iniş çıkışlara bakılsın, CHP'nin, daima asker-hükümet geriliminden siyasî bir beklenti içine girdiği görülür. Askerle hükümet çatışırsa bu, CHP'nin işine yarar gibi bir yaklaşım sergilenmiştir. Başbakan'la Genelkurmay başkanları baş başa görüşüp de ülkede tansiyonun düştüğü her defasında, CHP bundan rahatsız olmuştur. Şimdi bir belge yüzünden yine asker-hükümet karşı karşıya geldi. Başbakan, geçen hafta perşembeyi beklemeden Genelkurmay Başkanı ile salı günü görüştü. Hem Sayın Başbuğ'un hem de Sayın Erdoğan'ın açıklamaları, Genelkurmay'ın bilgisi dâhilinde bir belge hazırlanmış olamayacağının teminatıydı. Sanki Sayın Baykal, bundan da rahatsız oldu. Onun için 12 Eylül hamlesi yapıyor. Nasılsa hükümet, "askerle arayı bozmanın, gündemi AB üyelik sürecinden başka tarafa kaydırmanın şimdi sırası mı?" diyerek, 12 Eylül'le hesaplaşmaya gidemez, CHP lideri, yapsın hamlesini de AK Parti köşeye sıkışsın...

Belge konusunda da öyle bir izlenim veriyor ki Sayın Baykal, belge Genelkurmay'da hazırlanmış olsa da, Genelkurmay başkanı emekli edilse. Önümüzdeki 30 Ağustos'ta Genelkurmay yeniden tanzim edilse... Ya da bu belgeyi oraya "cemaat" mensupları koymuş olsa da, Genelkurmay Başkanı, Ertuğrul Özkök'e söylediği gibi, askerin ne yapacağını bütün Türkiye'ye gösterse...

Bu ne hırs, bu ne öfke, bu masum insanlara yönelik ne bitmez, tükenmez düşmanlık?.. Yargı kararlarına rağmen bu yargısız infazdaki inat, ısrar niye? Hâlbuki darbelerin de, gerilimlerin de önünü almak için Sayın Baykal, AB üyelik sürecine, demokratikleşmeye destek verse yeter. Sayın Baykal, Türkiye'nin AB üyelik yolunda üzerine düşeni yapsa yeter. Hatta CHP, gölge etmese o bile yeter...

ABDURRAHMAN DİLİPAK

İran, İran..

Seçimler bitti ama, gösteriler, olaylar bitmedi. 20'den fazla insan öldü olaylarda, yüzlerce tutuklu var. Bu ara, Nida’yı reform şehidi ilan etmek isteyenlerin gayreti de boşa çıktı..
En vahim iddia, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddiası.. Şimdi soruşturma ve inceleme derinleştiriliyor..
İlk incelemede, yaklaşık sandıkların %10’unun yeniden sayılmasına karar verilmişti ve bazı sandıklardan, seçmen sayısından daha fazla oy çıktı..
Bu önemli bir konu.. Tabii, sandıklara bu oylar daha sonra da konmuş olabilir..
Bu işi iktidar yandaşları da yapmış olabilir, ortalığı karıştırmak isteyenler de..
Gerekirse seçim de yenilenir.. Bir yanlışlık varsa, kesinlikle bu işin üzerine gidilmesi gerekir..
Kesinlikle sokak çatışmalarının durdurulması gerekir.. Bu süreç kimseye fayda sağlamaz. Bu işten en çok İsrail memnun olur.. İran halkı düşmanını güldürmemeli..
Önemli olan bağcıyı dövmek değil, üzüm yemekse, önemli olan bir haksızlığa karşı çıkmaksa, yöntem bu olmamalı.. Burada iktidarın da, muhalefetin de daha sorumlu hareket etmesi gerek..
Gösterilere mani olmak değil, şiddeti önlemek gerek..
İran hükümeti olaylardan İsrail, ABD ve İngiltere'yi sorumlu tutuyor..
İran yönetiminin kriz yönetimindeki başarısının ne düzeyde olduğunu gösterecek bu olaylar bize..
Olayları çıkaranlar Tahran'a hapsolmuş gibi.. Olaylar üniversite ile sınırlı gibi.. Esnaf destek vermiyorsa, yani Bazar destek vermiyorsa protestoların sonuca ulaşması zor..
Mollalar ve Bazar önemli. Ordu zaten böyle şeylerin dışında..
İran yönetiminin, Polisin kontrolsüz şiddet kullanmasını önlemesi gerek. Bir de iktidar yanlılarının, devrim muhafızları çizgisindeki güvenlik görevlilerinin kontrol altında tutulması gerek.
Kesinlikle bu olayların Ahmedi Nejat için ders olması gerek.. Kesinlikle aşırıya giden resmi kuvvetlerin temsilcileri derhal cezalandırılmalı. Seçimlerde bir hile ve usulsüzlük varsa (ki, bazı bölgelerde, muhalefetin iddia ettiği kadar olmasa da, usulsüzlük olduğu tesbit edildi) ortaya çıkarılmalı ve sorumlular cezalandırılmalı. Bu konuda sokaktaki insana güven verilmeli..
Az uz değil, %30'luk bir kitleden söz ediyoruz. Ve eğer muhalefetin haklı taleplerine olumlu cevaplar verilmezse, bu oran artmaya devam edecektir..
Olaylarda Rafsancani’nin kızı da gözaltına alınmış. Sonra serbest bırakıldı.
Bizim Media, karşı tarafı hep Laik ve seküler kesime mensup gibi gösteriyor.. Muhalefetin lideri Musavi böyle biri olmadığı gibi, Rafsancani'nin kızı da karşı kampa mensup biri değil..
Bu bir iç hesaplaşma.. Halkın Mücahidleri ve diğer muhalefet grubları bu durumu fırsat bilerek iktidara yüklenmeye çalışıyor..
Ahmedi Nejat şimdi oturup bu işleri bir daha düşünmesi gerekiyor..
Ahmedi Nejat bir yanı ile Erdoğan'a, öteki yanı ile Putin'e benziyor.. Ama sanırım kendi aydınlarını, içeriden yükselen eleştiri ve talepleri fazla önemsemiyor..
Bakın İranlı ünlü düşünür Abdülkerim Suruş, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tartışılan manipülasyonu kınadığı zehir zemberek bildirisinde, göstericilere nasıl sesleniyor: “İsmi-i azamın hakikati adına sizler Süleymân’ın tahtına kurulan kara bahtlı şeytanı alaşağı eden ve Mûsa’nın asasıyla Firavun devletini yerle bir eden, Samiri’nin hokkabazlığını bozan hak taraftarlarısınız. Korku, hile ve nifak hükümetini korkusuz feryatlarınızla yerle bir ediyorsunuz.”
Ahmedi Nejat’ı Laikçilerin muhalefeti değil ama, Suruş'un eleştirileri zor durumda bırakır..
“Dinî istibdat gururunuzu ve şuurunuzu ayaklar altına alıyor, alay ediyor. Hakkın emaneti ve değerli reyleriniz gasıpların elinden alınarak emin ellere teslim edilmedikçe sizlerin mukaddes hışmı sönmeyecek ve dinmeyecektir. Eleştiri, siyasetin takvasıdır. Hakkı talep etmek hak taraftarı olmak da zamanımızın fazileti ve erdemidir. Sizler bu erdemi asla bırakmayacaksınız” diyor Suruş..
Suruş, muhalefet kanadından Kerrubi'yi destekliyordu. Mollaların bugünki hükümete karşı çıkmamasını eleştiriyor ve bazı yolsuzluklardan söz ediyor.. Bu yolsuzluk ve rüşvet konusu, uyuşturucu ve ahlaki zaafiyetler son zamanlarda çokça konuşulur olmuştu..
İran yönetimi bazı olayların konuşulmasını yasaklarken de bir yandan da şiddet dozunu artırıyordu. Öte yandan da bu işler olmaya devam ediyordu..
Bana göre, iktidar muhalefetin çağrısına kulak vermeli.. Ama muhalefet de İran düşmanlarının ekmeğine yağ sürmemeli.. Muhalefetin haklı talepleri, şer odaklarının karanlık planlarına malzeme olmamalı.. Ne iktidar, muhalefeti yabancıların kucağına itmeli, ne de muhalefet hükümeti yola getireyim derken birilerinin tuzağına düşmeli..
Bu olaylar İran'da yeni bir başlangıç için hayra vesile gelişmelere vesile olabilir..
Konuşulmayan birçok şey bu şekilde gün yüzüne çıktı.. Kirli ilişkiler ortaya döküldü. Bu işin geri dönüşü de yok..
Muhalefet kendi içinde yarım düzine fraksiyondan oluşuyor.. Her şeye rağmen Ahmedi Nejat'ın toplumsal desteği büyük.. Bu gelişmeler tabanı rahatsız etse de Kum ve Pazarın sessizliği anlamlı. O zaman çözüm Ahmedi Nejat'la yola devam, ama muhalefetin meşru taleplerinin dikkate alınması şartı ile.. Rejim ve iktidar sorunu yok.. Bir yürütme ile ilgili Reform sorunu var..
Tahran şiddetten kaçınarak yüzünü toplumsal taleplere çevirmesi gerek.. Yine İran yönetiminin şunu görmesi gerek; macun tüpten çıkmıştır. Geri dönüşü yok.. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
İran'ın içindeki gizli devlet ve İran rejiminin derin devleti hükmündeki güç odakları da erken zamanda bu şekilde gün yüzüne çıktı.. Eğer İran bu krizi sağlıklı bir şekilde aşacak olursa, içini kemiren kurtlardan kurtulmak, halkı ile barışık bir rejim olarak dış tehditlere karşı yeni bir başlangıç yapabilir.. Yoksa bu süreç bu iktidar için sonun başlangıcı olur. Kriz daha da derinleşecek olursa bu ülke ve rejim açısından daha da tehlikeli bir hal alabilir..
İran vicdani red ve sivil iteatsizlikle tanışacak.. Her tür protesto gösterisinin, "devrimci müdahaleyle" bastırılacağı belirtildi. Oysa haddinden fazla şiddet gayedeki hikmeti yok eder. Aşırı şiddet, korumaya çalıştıkları değere zarar verir.. Halkla inatlaşılmaz.. Tamam "sabotaj ve isyan eylemlerinden kaçınılması" şart. Ama "direnenlerin İran'a karşı komplo içinde olmakla suçlanacakları" doğru bir tercih değil.. Bu kadar gözaltı doğru değil, gözaltına alma biçimi ve gözaltındakilerin durumu önemli..
İran'da göstericileri tekmeleyen polis de, etrafa saldırıp, yakıp yıkan gösterici de yanlış yapıyor.. Hükümetin, ben-o ayırımı yapmadan yanlış yapan kimse ona karşı çıkması gerek. Bakalım bunu yapabilecek mi?
Ha bu olaylar, Tahran için ders olsun!.. Selâm ve dua ile..

İBRAHİM KAHVECİ

Bu ülkede kim fazlalık?

Hukuk devletinde kim ceza verir? Tabii ki mahkemeler diyoruz ama ülkemizde dikkat ediniz birçok bağımsız uzman kuruluş harıl harıl ceza kesiyor. Evet, bu cezalar yargıya açık ama yargısal süreç zaten bu cezaların süresinde sonlanmıyor ki. Yani cezaların yargısal aşama sonrası uygulama yerine önce ceza sonra sen vatandaş olarak devlete karşı kendini akla deniliyor.

Birey devletle nasıl baş edebilir?

Ülkemizin demokratik yapısının nasıl hassas zeminde oturduğuna dair örnekler saymakla bitmez ki. Ama benim ilgimi çeken özel konulardan biri de şu vergi değil de harçlardır. Bir hukuk devletinde parayı devlet toplaması gerekir. Oysa ülkemizde öyle bir yapılanma var ki vatandaştan çatır çatır harç adı altında haraç gibi para toplanmaktadır.

Mesela bir işlem yapacaksınız ve devlet size bu işlemi zorunlu kılıyor. Karşılığında o işlemle uzaktan yakından alakası olmayan bir para talep ediliyor. Örneğin sadece bir mühür için 100 TL öderken pulun altında bilmem ne vakfı diye yazıyor.

Bir işletme açacaksınız, bu ülkede işçi çalıştırıp istihdam edeceksiniz, inanın yandınız. Artık sizin başınızda devlet adına vergi isteyenler kadar, harç-aidat-haraç gibi para isteyen sayısız kuruluş-oda-borsa-dernek çıkacaktır.

Bu ülkede iş kurmak için odaya, borsaya, derneğe, birliğe veya bilmem kaç yere daha üye olmak zorunludur. Durun daha bitmedi. Bu zorunlulukların karşısında ise bu yerlere paraları düzenli veya kâğıt karşılığı ödemek zorundasınız.

Sizin o paralar karşılığında o yerlerin başkanlarının Mercedesleri, jipleri olabilir. Araştırma, soruşturma adına alakası olmayan ülkelere gezilere çıkabilirler. Yıllarca başkanlık koltuklarında krallardan daha kral da yaşayabilirler. O paralar o kadar büyük güç sağlar ki artık o güçleri çökertmek imkânsız hale gelmiş olabilir.

Basit bir konut sitesinde dahi toplantılara bakınız, kavgalar alır başını gider. Hizmetle hiç uyuşmayacak bir gider tablosuna karşı, yönetimin belirlediği aidatı aile sahiplerinden alırlar. Hani demokrasi azınlık haklarının savunulduğu rejimdir derler ya; oralarda azınlık hakları söz konusu olamaz.

Son günlerde bir tartışma oldukça fazla ilgi çekici seyir aldı. TİM Yasası sonrası “TİM'e ne gerek var” diyorlar. Bunu söyleyenler ve hepimiz acaba önce şöyle bir soruyu kendimize sorsak ya “bize ne gerek var? Biz ne yapıyoruz? Ne üretiyor, ne hizmet veriyoruz?”

TİM Yasası'na karşı çıkışlarda ilgimi çeken çok özel noktalara oluyor. “Bu hizmet zaten bedelsiz verilebilir” diyorlar. O zaman sormazlar mı “siz şu anki hizmeti bedelsiz mi yapıyorsunuz?” Bedelsiz bir hizmet yapın da görelim.

“Bizim gelirimiz yasayla” diyorsak, o yasanın kalkması için hiç istekte bulunuldu mu? Üyelerimizden aldığımız aidatlar ile faiz geliri üzerine bankalara sırtımızı yasladık mı? Söylemimiz ile eylemimiz ne kadar çelişmiş diye kendimize dönüp bakıyor muyuz?

Bugün Türkiye'nin demokratik yapısının değişmesi için işi sadece hükümete, siyasete yıkmamak gerekiyor. Önce kendimize bakmamız gerekiyor veya kendi sektörümüzdeki diğer kişilere. Bu ülkeye şunlar bunlar fazlalık derken acaba biz nerdeyiz?

Bu ülkeye kim gerçekten fazlalık?

Yeni Şafak Gazetesi ekonomi ekibimizden Yılmaz Yıldız krizin göbeğinde 1 Aralık 2008'de çok güzel bir haber hazırlamıştı. “Muhtaç Olduğun Para Odanda Mevcuttur” haberi, krizde bankalara kredi verin diyen kesimlerin kasasındaki paralara dikkat çekiyordu. Bu haberin ardından birçok oda kasalarındaki sadece bir kısım paraları kredi olarak üyelerine aktarmaya başladı. Bu haber ile Yılmaz Yıldız MÜSİAD ödülünü almıştı. Bence bu haber yılın ekonomi ödülüne layıktı. Çünkü bu haber; Türkiye gerçeğini yansıtıyordu.

Söylem ile eylemin çarpıklığını gözler önüne sermişti.