25 Haziran 2009 Perşembe

EROL KATIRCIOĞLU

Sol ve piyasa

Küreselleşme, firmalar arası rekabeti yeryüzüne yaydıkça, düşük vergi koyabilen ülkelerin firmaları daha rekabetçi olacağından ulus devlet hükümetlerinin vergi tabanlarını da daraltıyor. Vergi tabanları daraldıkça da ulus devlet içinde “sosyal devlet” iddiasının altı boşalıyor. Her ne kadar bu hikâye bu kadar kısa değilse de soğuk savaştan bu yana neden özellikle sol ve sosyal demokrat siyasetlerin seslerinin azaldığını yeterince açıklıyor. Tony Blair ve Schröder’in “3. yol” siyasetlerinin seslerinin aynı dönemde yükselmiş olmasına ise aldırmayın. Onların bu soruna gerçek bir cevap olmadıkları biliniyor.

Dolayısıyla Sovyetlerle birlikte “planlama” perspektifi dağılmış olan “sol”un tutunacak dalı “sosyal devlet” kavramı iken küreselleşmenin önlenemez gidişi onu da ufuktan siliyor. O zaman da “sol”da, “Peki ama şimdi ne” diye sormak kaçınılmaz oluyor. Her şeye rağmen sağduyulu olmak gerekliliği “piyasayı” hemen reddetmeyi önlerken, aynı zamanda “ama” diyerek “devleti” hatırlamak da para etmiyor. Yeterince vergi toplayamayan bir devletin “sosyal devlet” olması artık o kadar mümkün değil. Bunu herkes biliyor ve anlıyor.

Bu sıkışmışlığa bir cevabı olmayan bazılarının ise, “sosyal demokrat”ların ikide bir “piyasaya” vurgu yapmasına sinirlendikleri anlaşılıyor. “İşte gördünüz mü, yine piyasa dediler. Bunlar aslında liberal, solcu falan değiller” diye söyleniyorlar. Son olarak Hüseyin Ergün’le Neşe Düzel’in Taraf’ta yaptığı mülakat da böyle bir tartışmaya yol açtı. Hüseyin Ergün’ün, sol ve darbelerle ilgili sözlerinin biraz çarpıtılmasında bir sakınca görmeyen bu kişiler bu görüşlerini, Ergün’ün “piyasa” konusundaki görüşlerine yedirerek kendilerine göre yeni bir eleştiri düzlemi yarattılar. Ve hemen salvolara başladılar. Durmayacakları da belli.

Peki ama bu soruya gerçekten bir cevap var mı? Yani “sol”un nasıl bir ekonomi hayali var? Doğrusu ülkede tabu olup da konuşulmayan o kadar konu var ki bu da onlardan biri. Ama öyle anlaşılıyor ki bizde kendini solda tanımlayan bazıları için hâlâ “ekonomik planlama” temel bir ilke. Ekonomik planlama değilse de mutlaka “devlet” olmalı. Tabii “devlet” her daim “hâkim sınıfların” baskı aracı olduğuna göre bu kastedilen devletin kendilerinin yöneteceği bir devlet olacağı ortada. Ama bu devletin nasıl kendilerinin yöneteceği bir devlet olacağı ise belirsiz. Tabii ki bazılarının böyle düşünmeye devam etmelerinde bir sakınca yok. Ama koca bir “Sovyet” deneyiminin başarısızlığının yaşandığı bir dünyada bu görüşlerin bir kıymeti harbiyesinin kalmadığı da ortada.

Her ne kadar Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bütün dünya “piyasayı” kabullenip onun ilkeleriyle ekonomilerini sürdürmeye çalışıyorsa da hemen herkes biliyor ki piyasanın kabulü ve uygulanması her toplumun sorunlarını çözmek için yeterli değil. Üstelik böyle bir bilginin kaynağı, içinde yaşadığımız küresel kriz bile değil. Her ülke deneyimi açıkça gösteriyor ki; serbest piyasanın serbest olması, kalkınma sorunları olan ülkelerde sorunların çözümünü sağlamıyor. Her ne kadar İMF, Dünya Bankası ve AB gibi kurumlar, kalkınmak için “serbest” çalışan bir piyasa ekonomisi gerekiyor diyorlarsa da serbest çalışan bir piyasa ekonomisini kurabilmek için kalkınma sorunlarını nasıl çözeceğimizi bize söyleyemiyorlar.

Dolayısıyla bugünün dünyasında solun kalkınma ve daha eşitlikçi gelir dağılımı gibi hayallerini gerçekleştirmede “serbest piyasa” kendi başına elverişli bir mekanizma değil. O nedenle de başka yollar bulmak gerekiyor. Bu yalnızca “piyasa” mekanizmasının kalkınma gibi bir sorunu çözmede yetersiz kaldığı gerçeği nedeniyle değil, aynı zamanda piyasa mekanizmasının toplumun kendi ekonomik geleceğini kendisinin belirleyebilmesi için kullanılabileceği uygun bir araç olmamasıyla da ilgili.

Çünkü piyasa mekanizması esasında kendi amaçlarının peşinde koşan çıkar gruplarının çıkarlarını ençoklaştıran bir mekanizmadır, tüm toplumun değil. O nedenle de en etkin biçimde çalıştığında bile toplumdaki belirli gruplar için bunu yapmış olur. Oysa kamunun yani tüm toplumun çıkarları ekonomik süreçlerden etkilenen tüm insanların katılımını ima eder. Bu nedenle de piyasa mekanizmasının kamusal yararı ençoklaştırdığını söylemek doğru olmaz. Çünkü açıktır ki “Karar alanlar kendi çıkarlarına uygun karar alırlar” ve piyasa mekanizması tüm toplumun değil ancak toplumun belirli çıkar gruplarının kararlarda etkin olduğu bir mekanizma olduğundan onların çıkarlarına uygun kararlar üretir.

Buradan “sol”un hayallerinin “piyasa mekanizmasıyla” sınırlı olmadığı, daha fazla kalkınma ve daha fazla eşitlik ideallerinin ancak toplumun da bu kararlarda dahlinin olduğu yeni bir ekonomi hayalinden geçtiğini söylemek mümkün. Bu anlayışın ise “daha fazla demokrasi” hayaliyle ilişkili olduğu sanırım yeterince açık. Konuya devam edeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder