24 Haziran 2009 Çarşamba

YASEMİN ÇONGAR

Radikal devrimcilikten ılımlı reformculuğa: Musavi

Tuğba dün sabah Tahran’dan aradı.

Dedi ki, “Batı gazetelerinin de, bizimkilerin de İran’ı anlatma biçimine itirazım var.”

Sokaklardaki kalabalığı, ateşi, Besicilere atmak için taş taşıyan kadınları gösteren fotoğrafları kastediyordu.

Tuğba söylemedi ama o fotoğrafların sesini fazla yüksek bulduğunu anladım.

İslam Cumhuriyeti’ni otuz yıllık tarihinin en büyük iç hesaplaşmasının eşiğine getiren seçim hilesi iddialarını, bu iddialarla kabaran öfke dalgasını ve rejimin öfkeyi şiddetle sindirme yolunu seçmesinin sokaktaki tepkiyi daha da tırmandırmasını azımsamıyordu Tuğba.

Ama İran’daki değişimin, fotoğrafçıların objektiflerine takılması imkânsıza yakın olan o çok daha pastel, daha mahrem ve galiba daha sahici yönleriyle de “görünür” kılınabilmesini istiyordu; sokak gösterilerinin hızlı ritmini değil sadece, ev sohbetlerinin rastla nihavent arası iniş çıkışlarını da “duyabilen” bir haberciliğin peşindeydi.

“Çünkü,” diyordu, “burada, gazetelerdeki fotoğrafların yansıttığından çok daha derin, yaygın ve sessiz bir direniş hâkim.”

Bunu aynen böyle yazmasını rica ettim.

Taraf’ın İran’da olup biteni doğru anlama ve anlatma çabasında, usta kalem Cihan Aktaş’tan sonra, Tuğba Tekerek’in de Tahran’dan yazmasının önemini bir kez daha kavradım.

***

Tuğba’nın sözünü ettiği “sessiz” direnişi kavrayabilmek için, bu direnişin simgeleşen ismi Mir Hüseyin Musavi’yi de doğru tanımak lazım.

Tebrizli bir çay tacirinin bugün 68 yaşında olan bu mimar oğlunun radikal devrimcilikten ılımlı reformculuğa uzanan siyasi mücadelesinin, rejimi “İslamî” niteliğinden arındırmadan “demokratik” kılma çabası üzerine kurulduğunu bilmeliyiz öncelikle.

Bu, Musavi açısından “yeni” bir çaba değil üstelik.

Esasen, Musavi’nin yirmili yaşlarda, şimdiki adıyla Şehit Beheşti Üniversitesi’nde mimari okuduğu günlerde başlayan “militanlığı”nın iki ayrı kaynaktan feyz aldığı söylenebilir: Marksizm ve İslam.

İran’da 1960 ve 70’lerde Şah rejimine muhalefetin en kuvvetli damarlarından biri haline gelen “siyasi İslam” hareketinin hep içinde ve solunda olmuştu Musavi.

O da, kırk yıl önce henüz 28 yaşındayken evlendiği heykeltıraş eşi Zehra Rahnavard da, Ali Şeriati’nin müridiydiler.

Fanon’u, Sartre’ı Farsçaya çeviren; Marksizm’i İslam felsefesiyle buluşturup İran’ın siyasi pratiğine uyarlama çabasıyla tanınan Şeriati, Haziran 1977’de SAVAK ajanlarınca öldürüldüyse de, bir buçuk yıl sonraki İran İslam Devrimi’nin fikir babalarından sayılır; Musavi’yi devrim saflarına taşıyan da Şeriati’nin fikirleriydi.

Şah döneminde sokak gösterilerine katıldığı için hapse giren Musavi, devrimden sonra İslamî Cumhuriyet Partisi’nin kurucusu ve ilk genel sekreteri oldu; partinin yayın organı Cumhuriye İslamî’nin genel yayın yönetmenliğini üstlendi.

Ancak İran hakkında zırcahil olmayan herkesin bildiği gibi, İslam Devrimi hiçbir zaman tek sesli değildi; Musavi de devrim sırasında ve sonrasında “sol” ve “muhalif” çıkışlarından hiç vazgeçmedi.

Nitekim, İslam Cumhuriyeti’nin ilk devlet başkanı Benisadr’ın devrilmesinde Musavi’nin Cumhuriye İslamî’deki muhalefeti etkili oldu.

Ancak, Musavi’nin en az kendisi kadar muhalif ve militan olan eşi Zehra Rahnavard’ın seçimler öncesinde söylediği “Biz aykırı insanlarız” sözündeki haklılık payını da iyi tartmamız lazım.

Musavi’nin “aykırılığı,” her zaman rejimin “merkez”ine oturan, “merkez”inden konuşan bir aykırılıktı zira.

Bunda, 1980’lerde Musavi’nin siyaseten en yakını ve baş hamisi olan şahsın da payı var, tabii.

Bu şahıs, İmam Humeyni’den başkası değildi.

***

Benisadr’ın İran’ı terk etmesinden sonra Musavi’nin kısa bir dönem dışişleri bakanlığı yapması, ardından Ali Hamaney’in devlet başkanlığı döneminde, Devrim’in “sağ” cenah kadroları Ali Ekber Velayeti’yi başbakan yapmayı başaramayınca, bu görevin “sol” cenaha bir gül olarak Musavi’ye teklif edilmesi, Humeyni’nin dikkatli bakışları altında gerçekleşti.

Musavi’nin sekiz yıllık başbakanlığına, Devlet Başkanı Hamaney ve temsil ettiği “sağ” görüşlerle çatışması kadar, İran-Irak Savaşı da damgasını vurdu.

1986’da, Lübnan’daki rehine krizini çözmek için ABD ile yürütülen gizli pazarlık ve karşılığında Amerikan silahları alınması olayında anahtar rol oynayan Musavi, savaş boyunca ülke ekonomisini ayakta tutmayı başaran kişi olarak hatırlanıyor.

İran’da “Musavi” denince bugün hâlâ ilk akla gelen şeylerden biri de, savaştan hemen sonra Hamaney’le çatışmaktan yılıp istifasını verdiğinde, Humeyni’nin kendisine yazdığı şu satırlar:

“Allah’ın bayrağı altındaki halkın, İslam’ı savunma uğruna evlâdını kurban vermekte olduğu bir aşamada böyle bir şikâyet ve istifaya ne gerek vardı? Sinirlendiğimiz vakit, İslam düşmanlarının suiistimaline yol açabilecek bir davranışta bulunmaktan sakınalım.”

***

Humeyni, Musavi’ye bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra öldü.

Artık Musavi’nin baş siyasi rakibi Hamaney “dinî lider”di ve Musavi’nin “reformcu” görüşleri İran’da uzun bir süre için iktidardan uzaklaşmıştı.

Ta ki 1997’de, Musavi’nin yarışmayı reddetmesi üzerine, Hatemi’nin aday olup açık farkla cumhurbaşkanı seçilmesine kadar...

Musavi ve eşi Rahnavard’ın danışmanlık yaptığı Hatemi’nin, İran’ın dünyayla ilişkilerini normalleştirmek ve özgürlükleri arttırmak adına yaptıkları, Batı’nın beceriksiz politikaları sayesinde büyük ölçüde karşılıksız kalmasaydı, belki “Ahmedinecad deliliği” hiç yaşanmayacak ve İran halkı bugün talep ettiği değişimi yıllar önce gerçekleştirebilecekti.

Olmadı.

Ve 2005’te Ahmedinecad’ın karşısına rakip olarak çıkmayı reddeden Musavi’nin, 2009’da Hatemi’nin de desteğiyle yarışa girip kendi iddiasına göre “kazanması” sonucunda, bugüne geldik.

Musavi kazansa ne değişecekti?

Ya da Musavi ve yandaşlarının istediği gibi yeni bir seçim yapılsa, bu deneyimli siyasetçinin İran halkına sunacağı alternatif ne olabilir?

İran’ı “zekât ekonomisi”nden kurtaracak daha akılcı bir iktisat politikası, Ahlâk Polisi’nin lağvedilmesi, kadınların toplumsal hayattaki rolünü sınırlayan ayrımcı yasa ve uygulamaların iptali, televizyon yayıncılığının özelleştirilmesi, “barışçı” bir nükleer güç olma yolunda ilerlenmesi ve Obama yönetimiyle temas ederek İran-ABD ilişkilerinin normalleştirilmesi...

Musavi’nin vaatleri bunlar.

Amacı, İran’ı biraz daha özgürlükçü, biraz daha dünyalı kılmak...

Yoksa ne Musavi ne de “Musavi kazandı” diye sokağa dökülenlerin büyük bölümü, İslamî rejime son verme heveslisi...

Gelin görün ki İran’da son iki haftadır yaşananlar, siyasi yolculuğunda “radikal devrimcilikten ılımlı reformculuğa” varan Musavi’yi de şaşırtmış olmalı.

Zira, rejimin sınırları içinde bir reforma razı milyonlarca “ılımlı” İranlı, seçim hilesi yaptığına inandıkları rejim temsilcileri karşısında giderek büyüyen bir öfkeyi, arkadaşımız Tuğba Tekerek’in deyimiyle, “derin ve sessiz bir direniş”i kalplerinde taşıyorlar artık.

Rejim, o kalpleri kaybedebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder