4 Nisan 2009 Cumartesi

İki demokrasi şehidi:Menderes ve Yazıcıoğlu

50 yıl, 1 ay, 9 gün arayla vuku bulan iki hava aracı kazası, Türk siyasetinin rutin akışını sarstı. 17 Şubat 1959'u 26 Mart 2009'a bağlayan bu ilginç kaza bağlantısı, yarım asırlık zaman aralığına rağmen bazı benzerlikler taşıyor.

29 Mart 2009 yerel seçimlerine 3 gün kala vuku bulan müessif helikopter kazası, Türk siyasetinin saygın isimlerinden birisini ebediyete uğurlarken, hem propaganda sürecini, hem de seçim sonuçlarını etkiledi. Muhsin Yazıcıoğlu'nun genel başkanı olduğu Büyük Birlik Partisi adayı Sivas Belediye Başkanlığı'nı yüzde 50'nin üzerinde bir oyla kazanırken, BBP il genel meclisi oyları da bir önceki seçimin 2 katına çıkarak yüzde 2,2 olarak gerçekleşti. Bu oran, normal zamanlarda Muhsin Yazıcıoğlu'nu sevip takdir eden fakat çeşitli sebeplerle partisine oy vermeyen bir kesimin de varlığını kanıtlamış oldu. Allah gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Bu helikopter kazası bana yarım asır önceki bir uçak kazasını hatırlattı. 17 Şubat 1959 günü Adnan Menderes ve çeşitli bakanlar ile bürokratları Londra'ya götüren SEV uçağı, akşam saat 18 civarında yoğun sis yüzünden Londra Havaalanı'na inememiş, 40-50 km uzağında bulunan Gatwick Havaalanı'na yönelmiş, ancak oraya da inemeyerek yakınlarındaki ormanlık alana düşmüştü. Bu feci kaza, aynı zamanda sivil havacılık tarihimizin ilk uçak kazası olarak kayıtlara geçecekti. Eğer bir de Başbakan hayatını kaybetseydi, muhakkak ki, siyaset tarihimizin akışı bundan baştan başa etkilenecek ve belki de 27 Mayıs darbesine ve meşhur idamlara bile gerek kalmayacaktı. Ancak Menderes'in kurtulması da siyaset için bir uzlaşma fırsatı doğurmuş, ne yazık ki bundan yeterince yararlanılamamıştı.

Menderes'in uçağı düşüyor

Adnan Menderes'i götüren uçak düşerken 200-300 metre kadar sürüklenmiş, bu sırada iki kanadı kopmuş ve kuyruk kısmı ile gövdesi birbirinden ayrılmıştı. Kazadan sağ kurtulanlar daha çok kuyruk kısmında oturanlardı. Ölenler arasında DP milletvekilleri Server Somuncuoğlu, Kemal Zeytinoğlu, Muzaffer Ersu ve Anadolu Ajansı Umum Müdürü Şerif Arzık da bulunuyordu. Bu arada İHA muhabiri rahmetli İsmail Güneş'in o zamanki dengi, Burhan Tan adlı foto muhabiri de hayatını kaybedenler arasındaydı. Bakan Emin Kalafat ağır yaralı, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Melih Esenbel ile Arif Demirer hafif yaralı olarak, Sakarya Milletvekili Rıfat Kadızade ise burnu kanamadan kurtulmuşlardı.

Mükerrem Sarol'un hatıratındaki bilgilere bakılırsa, Başbakan kaza sırasında çok ciddi bir sarsıntı geçirmişti. Ters dönen uçağın içinde bacağından asılı kalan Menderes'i Rıfat Kadızade kurtarmış, tabii bacağını çekerken yer yer sıyrıklar, ezilmeler ve yaralanmalar vuku bulmuştu. Ardından o civarda yaşayan ve Bailey soyadını taşıyan bir karı kocanın çiftlik evine sığınan Adnan Menderes, özellikle eski bir hastabakıcı olan Mrs. Margareth Bailey'in gayretiyle derhal bir cankurtaranla Londra Kliniği'ne kaldırılmıştı. Baileyler ileride Menderes ailesinin yakın dostları olacak, Türkiye'ye davet edilip ağırlanacak ve kurtardıkları Menderes'in idamında en çok ağlayanlar arasında bulunacaklardı. Hatta ölüm yıldönümlerinde uçağın düştüğü yere gidip saygı duruşunda bulundukları haberleri, gazetelerimizin birinci sayfalarına yansıyacaktı.

Ancak kaza kadar, Menderes'in kurtulmuş olması da Türkiye'nin gündemini etkileyecek ve ona, bir parti başkanı olmaktan öte, partiler üstü, sevilen bir 'millî lider' pozisyonu bahşedecekti. Sanki Menderes için şans yeniden gülüyordu. Adeta, Cemal Gürsel'in meşhur mektubunda geçtiği gibi, bu yeni konumunda Cumhurbaşkanlığı'na doğru yürüyordu. Ancak çok değil, 15 ay sonra 27 Mayıs'ta tutuklanacak ve tam 31 ay sonra, yine ayın 17'sinde bir cellat, boynuna yağlı ilmiği geçirecek, her daim gülen yüzündeki o ışığı söndürecekti.

İlk anlarda Menderes'in de öldüğü haberiyle ülke matem havasına bürünmüşse de, kazadan sağ kurtulduğu öğrenilir öğrenilmez büyük bir coşku patlamıştı. Nitekim siyasî hasmı İsmet İnönü bir telgraf çekerek Başbakan'a geçmiş olsun dileğinde bulunmuştu. Gergin olan siyasî ortam sanki yumuşayacak gibidir. Uzun süredir kapalı durmaktan paslanmış diyalog kapılarının menteşeleri gıcırdayarak açılmaktadır. İngiliz ve Yunanistan başbakanları bile Menderes'i hastanede ziyaret etmişler ve Kıbrıs anlaşmasını bizzat getirerek yatağında imzalatmışlardı. Bu fırsat kaçırılmamalıydı.

Menderes'in İstanbul'a gelişi ise muazzam bir gövde gösterisine sahne olmuştu. 150 bin kişi olarak tahmin edilen ve yurdun dört köşesinden toplanan kalabalık, tam 10 bin otomobillik bir konvoy meydana getirmişti. Uçaktan inmekte zorlanan Başbakan özel koruma tedbirleri sayesinde havaalanından ayrılmış ve Eyüp Camii'ne gitmişti. (Sonradan kazadan kurtuluşunu, yola çıkmadan önce Eyüp Sultan'ı ziyaret etmesine yoran Menderes, caminin restorasyonunun Ramazan ayına yetiştirilmesi emrini vermiş ve "Eyüp Camii'ne, deseni duvar çinilerinin motiflerinden mülhem olarak hususi surette dokunan bir Isparta halısı hediye etmişti".) Cami avlusunda kendisini bekleyen manzara şuydu:

Günlerden cuma olduğu için aslında kalabalık olan cami, Menderes'in gelişiyle bir anda binlerce vatandaş caminin içini ve çevresini tıka basa doldurmuş. Sıkışıklıktan vatandaşlar rahat nefes alamaz hale gelmişler. Bu muhteşem tezahürat devam ederken caminin çevresinde 20 kurban kesilmiş. Menderes'i milletine bağışlayan Cenâb-ı Hakk'a şükran duaları yapılmış.

Ardından Yıldız Parkı'na giderek biraz yürümüş, radyoda okunmak üzere bir mesaj hazırlamıştı. Anlamlı mesajında, "Elim uçak kazasından sonra mübarek vatan topraklarına ve güzel İstanbul'a dönmüş bulunmaktayım. Şu anda da sanki araya asırlar girmiş gibi kavuşmanın müstesna heyecanını duymaktayım. Ancak hüzünle ve derhal ifade etmeliyim ki bu kavuşmanın heyecanı yanında kıymetli arkadaşları kaybetmenin elemiyle, kalbim tarifi çok güç tezatlı hislerin mihrakı halinde çırpınmaktadır..." demişti.

Menderes'in İstanbul'dan sonra Ankara'da karşılanışı da muhteşem olmuştu. Mükerrem Sarol bizzat şahit olduğu bu karşılamadaki havayı şöyle yansıtıyor: Kesilen kurbanların haddi hesabı yoktu. Vatandaşların hançerelerinden kopan tekbir sesleri gökleri dolduruyordu. Kalabalıktan kadınlar, çocuklar ezilme tehlikesi geçirdiler. Bayılanlar oldu. (...) Koyunların başında bulunan kasapların yüksek seslerle tekbir getirmeleri halkın heyecanına mistik bir mana katıyordu. Çok yoğun kütlenin coşkunluğu, alınan bütün tedbirleri tarumar etti. Yüzlerce, binlerce insan Menderes'in yüzünü görmek, ona yaklaşmak için trene koştular. Garın içi ana-baba günüydü. (...) Halk, arabaya yükleniyordu. Kadınlar, çocuklar ezilme tehlikesine maruz kaldılar. İzdiham korkunçtu.

Diyalog fırsatı

Bu arada İsmet İnönü yine bir hamle yapmış, gara kadar gelerek Menderes'e geçmiş olsun demiş ve siyasi gerginlikler bir an için unutulmuş, bir bahar havası esmeye başlamıştı. Bu jeste karşılık vermesi bekleniyordu Menderes'in. Eğer İnönü'ye iade-i ziyarette bulunursa hava daha da yumuşayabilir ve Türkiye içine düştüğü kısır tartışmalardan bir çıkış yolu bulabilirdi. Maalesef Mükerrem Sarol'un anlattığı doğruysa Menderes'i bu diyalog kapısını açmaktan men eden kişi, Celal Bayar olmuş, İnönü'nün hareketini samimiyetsiz bulduğunu söyleyerek Başbakan'ın belki de Türkiye'nin önüne çıkan bir uzlaşma fırsatını tepmesini sağlamıştı.

Peki kim kazandı bu gerginlik siyasetinden? Kimin ekmeğine yağ sürülmüş oldu? Darbecilerin elbette. Eğer o sırada Menderes CHP'ye bir ziyarette bulunmuş olsa ve ortamı, bu tarihî fırsattan istifade ederek bir parça yumuşatmış bulunsaydı, kapılar kapanmasa, hırslar gemlenebilmiş olsaydı, Türkiye belki de darbecilerin girmesini arzu ettiği raydan makas değiştirerek çıkacak, demokrasimizin olgunlaşması ve kazasız belasız yoluna devam etmesi yolunda ciddi bir fırsatı tepmemiş olacaktı.

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun Devlet Bahçeli tarafından bir 'demokrasi şehidi' olarak sunulmuş olması gayet anlamlı. Şunu da söylememiz gerekir ki, arkasına kalabalıkları yığması, bir liderin tek güvencesi olamaz. Zaten demokrasi de kelle sayısı rejimi zannedilirse de, değildir. Halk seçimlerde size pas verir ve golü atmanızı bekler. Top önünüze gelirken pası verene hayranlıkla bakamazsınız. Artık o topun yöneltileceği bir başka hedef vardır.

Belki de Menderes'in en büyük hatası, yıllar yılı meydanlara çıkmayı hasretle beklemiş olan halkın gösterdiği coşkulu teveccühe biraz fazla prim vermiş olmasıydı. Ali Fuad Başgil hoca, boşuna 'Halka sığınmak, karınca deliğine girmeye çalışmaktır.' dememişti. Halk meydana çıktığınızda arkanızdadır ama düdük çalıp maç bittiğinde bir an önce evine ulaşmanın derdine düşer. Nitekim kazadan sonra yurda dönüşünde Menderes'in önüne çocuğunu yatırarak elinde bıçağı ile "Emredin, keseyim" diyen halk, idam edildiği gün sokağa çıkmamış, radyo başında haberleri dinleyerek hüngür hüngür ağlamıştı. Bence Muhsin Yazıcıoğlu hayatında bir denge adamı olmuştu, ümid oldur ki, vefatıyla da bu denge adamı rolünü oynasın, Türkiye'deki gerginlikten otlanan mahut kesimin arpasını kesmeyi bilsin. Tabii artık bu rol, yaşayanlara düşüyor. O, pasını verdi.

Mustafa Armağan

3 Nisan 2009 Cuma

Şiddetsizlik

İnsanın “şiddeti” keşfetmesi hiç gerekmedi herhalde.

Doğal davranış biçimi olarak zaten içinde vardı.

Mağarasını ya da kadınını elinden almak için birisinin kafasına taşla vuran mağara adamından, atom bombası patlatarak yüz binlerce insanı öldüren toplumlara kadar “şiddet” varlığını hep aynı doğallıkla sürdürdü.

Şiddeti hiç aramadan kendi içimizde bulduk ama “şiddetsizliği” keşfetmemiz gerekti.

Onu bulmak ve hayata geçirmek için çok zorlandık.

Bugün adı Türkiye’de Kemal Kılıçdaroğlu nedeniyle yeniden popüler olan Gandi, “şiddetsizliğin” çok etkili bir mücadele biçimi olduğunu anlatabilmek için çok uğraştı.

Belki geleneklerinden belki de dinlerinden dolayı Hintlilerin uygulayabildikleri “şiddetsizlik” politikası bilebildiğim kadarıyla başka yerlerde pek gözükmedi.

Hintliler bile bir zaman sonra yeniden “şiddete” döndüler.

İngilizleri ülkelerinden çıkardıktan sonra dinlerine göre gruplara ayrılıp birbirlerini öldürdüler, birbirleriyle savaştılar.

Ve, daha da korkuncu, şiddetsizliği keşfeden Gandi “vurularak” öldürüldü.

İnsanoğlunun doğasında şiddetin varolması politikayı da çok etkiledi elbette.

Bugün dahi en gelişmiş toplumlarda “savaş ve şiddet” yanlısı çok sayıda insan var.

“Barış” ise hâlâ kendine kolayından taraftar bulamıyor.

Düşünün ki ikisi de eski asker olan Mısır devlet başkanıyla, İsrail başbakanı, barış istediklerinde kendi soydaşları tarafından öldürüldüler.

Aslında garip bir çelişki bu.

Savaşta sıradan insanlar ölüyor.

“Barış” dendiğinde ise genellikle kurbanlar yöneticiler oluyor.

Sanki kalabalıklar ölmeye ve öldürmeye akmaya çalışıyorlar, önlerine onları durduracak bir “lider” çıktığında onu da parçalıyorlar.

Belki de bu yüzden “savaşçı” lider bulmak çok kolay da, “barışçı” olacak kadar cesur bir lider bulmak çok zor.

Bugün Türkiye’de de “açıkça” barış isteyebilecek çok fazla lider yok.

Ne Türklerin arasında, ne Kürtlerin arasında.

“Barıştan” söz ettiğinizde iki taraftan da öylesine benzer sözler duyuyorsunuz ki…

“Bunca bedeli boşuna mı ödedik, bu kadar kan boşuna mı aktı” diyor insanlar.

“Dökülen kanın” karşılığını istiyorlar.

Ne gariptir ki “barış” dökülen kanların “karşılığı” olarak onlara yetmiyor.

Bunu anlamak o kadar da zor değil.

Savaşın ve şiddetin bir sınırı yok, ölmeyi ve öldürmeyi göze aldıktan sonra yürüyüp gidebiliyorsun ama “barış” insanın kendini, arzularını, taleplerini sınırlaması anlamına geliyor.

“Düşmanla” bir ortak noktada buluşmak anlamına geliyor.

Bir savaşta, iki taraf da “barış” için taviz vermeye yanaşmadığında, anlaşma masasında verilecek her tavizi “dökülen kanlara” ihanet olarak gördüğünde, o barışa ulaşmak da zorlaşıyor.

Türkiye, Güneydoğu’da yirmi beş yıldır süren bir savaşın bütün acılarını ve öfkelerini taşıyor ruhunda.

Türkler de Kürtler de ölen çocuklarının cenazelerini seyrettiler televizyonlarında.

Bunları unutmaları kolay değil.

Ama kaybettiğimiz çocuklarımızı unutamadığımız için “unutulmayacak” yeni cenazeler olmasını mı istemeliyiz?

Çocuklarımız ölüme yürüyecek kadar yiğit, biz ihtiyarlar çocuklarımızı ölüme gönderecek kadar kalpsiziz, bunu anladık, bunu gördük, bunu öğrendik.

Artık bunu değiştirmek gerekmiyor mu?

Ankara Büromuzun verdiği habere göre, DTP lideri Ahmet Türk, Obama’yla yapacağı görüşmede “PKK’nın silah bırakabileceğini” söyleyip, bunun şartlarının yerine getirilmesi için yardımcı olmasını isteyecekmiş.

Şartları belli.

“Kürtlere anayasal güvence” ve PKK’lılara af.

Bunlar olmayacak şeyler mi?

Bu iki isteğin de konuşulabileceğine ve bir formülünün bulunabileceğine inanıyorum doğrusu.

Şiddete yatkın bir toplumuz, bunu hepimiz biliyoruz, bizden şiddetsizliği keşfedecek bir lider kolay kolay çıkmaz.

Ama artık yıl 2009.

Amerika’nın başında “siyah” bir lider var.

Amerika’nın başına siyah bir başkanın geçmesi daha on yıl öncesine kadar sadece bir “fanteziydi”, bugün ise bir gerçek.

Olmaz denen çok şey oluyor artık.

Hayat, hepimizin sandığından daha süratli bir şekilde biçim değiştiriyor, bazen o kadar süratli yapıyor ki bunu, değiştiğini bile fark etmekte zorlanıyoruz.

Ama değişiyor işte.

Biz niye değişmeyelim?

Yakında bir Kürt konferansı toplanacak, anlaşılıyor ki artık Kürtlerin somut, net, açık önerileri bulunuyor.

Somut her öneri konuşulabilir.

Hele de konuşmak insanları ölümden kurtaracaksa ve bir toplumu barışa kavuşturacaksa…

Barış yapmak zor biliyorum ama barışın ödülü her zaman daha büyük.

Artık bizim için de “şiddetsizliği” keşfetmenin zamanı geldi.

Ve, bunu keşfedebilmemiz için hayat bize yardım ediyor.

Bence bunun kıymetini bilmeli.
Ahmet Altan

Müstahak olmak

İki yıl önceki genel seçimlerde AKP’nin oyunun yüzde 47’ye ulaşması birçoklarını şaşırtmış ve özellikle laik kesimin topluma yabancılaşmış olan kesitlerinde tedirginlik yaratmıştı. Oysa hem Türkiye’deki muhafazakârlık bir sekülerleşme ve bireyselleşme dinamiği içindeydi, hem de bu oy sadece AKP’nin geleneksel tabanından gelmemişti. Darbe havasının estiği, e-muhtıranın yayınlandığı, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının engellenmesi uğruna hukukun ayaklar altına alındığı bir süreçte, kendisine ‘liberal’, ‘demokrat’ veya ‘solcu’ diyen çok sayıda seçmen AKP’ye destek verdi. Bu destek bir yandan AKP’yi gayrımeşru yollardan çökertmeye çalışan devletçi zihniyete direnme adına, diğer yandan da iktidarın reform enerjisinin ayakta tutulması için verildi.

Sosyo kültürel açıdan laik, kentli ve eğitimli kesimden gelmekle birlikte AKP’ye oy verebilecek kitlenin potansiyel oranının kabaca yüzde 15’leri bulduğuna dair çeşitli veriler var. Tabii ki bu kendi içinde homojen bir grup değil, ama siyasette büyük bölünmelerin ortaya çıkması halinde ve özgürlüklerin tehdit altında olduğu durumlarda aynı siyasi doğrultuda birleşmeye de müsait. Söz konusu durum 2007 seçimlerinde gerçekleşti ve muhtemelen o 15 puanlık potansiyel oyun en az 10’u iktidar partisine gitti.

Ancak geçen haftaki yerel seçimlerde AKP bu desteği büyük ölçüde yitirdi. Bu sonucu sayılarla ifade etmek araştırmayı gerektiriyor olsa da sosyolojik gözlemler 15’lik potansiyelin en fazla beş puanlık kısmının AKP’ye verildiğini ima ediyor. Bu desteği sürdürenlerin bakışı bugün ülkenin ana çatışma ve siyaset ekseninin Ergenekon üzerinden tanımlanabileceği değerlendirmesini yapmalarıydı. Dolayısıyla önemli olan hükümetin gösterdiği adaylar veya ilerlemekte mütereddit kaldığı reform süreci değil, demokrasinin darbeci ve faşizan zihniyet karşısında güçlü tutulmasıydı.

Ne var ki bu yaklaşım tüm ‘liberal’, ‘demokrat’ ve ‘solcuları’ aynı ağırlıkla kuşatmıyor... Bazı ‘liberal’ ve ‘solcuların’ Ergenekon sürecinin AKP’ye yarar sağlamasından hareketle, ama söz konusu grubun tümünün Kürt meselesindeki AKP söyleminin içerdiği otoriter ton nedeniyle tedirginlikleri var. Başbakan’ın ‘tek devlet, tek millet’ türünden 1930’lu yılların Almanya’sında üretilmiş sloganları benimsemesi; kendi geldiği kesimin kimlikten kaynaklanan sorunlarını ve geçmişte Güneydoğu’da yaşananları unuturcasına, DTP’yi ‘kimlik siyaseti’ yapmakla suçlaması; TRT-6’yı sanki âlicenap bir hükümdarın Kürtlere verdiği bir lütuf gibi sunması; ve bütün bu tablonun arkasında haklı veya haksız olarak bir ‘egemen kimlik kibrinin’ algılanması, laik kesimin bir bölümünü ortada bıraktı. Eğer yaşanan bir genel seçim olsaydı, belki de yine de bu insanlar bağırlarına taş basıp AKP’ye oy vereceklerdi, ama olay yerel seçim olunca işin içine adayların kalibresi de girdi ve oylar diğer partilere dağıldı.

Ancak oylarını diğer partilere veren ‘liberal’, ‘demokrat’ ve ‘solcu’ kişilerin içinde bir uhde de kalmamış değildi. Çünkü kimse CHP’den umutlu olmadığı gibi, hemen herkes bu ülkenin AB yolunda gerçekleştirmesi gereken reformlar açısından AKP’ye bağımlı olduğunun farkındaydı. Hükümetin zayıflaması istenmeyen bir durumdu... Dolayısıyla eli varıp AKP’ye oy atmayanların vicdanlarında muhtemelen küçük bir tedirginlik kalmıştı. Ama şu anda o da kalmadı... AKP’ye oy verebilecekken vermemiş olan ‘liberal’, ‘demokrat’ ve ‘solcuların’ vicdanları artık rahat. Çünkü Cemil Çiçek tam da kendisine yakışan bir değerlendirme yaptı ve hem Kürtleri hem de siyaseti nasıl algıladığını parti sözcüsü olarak gayet açık bir biçimde ortaya koydu.

Çiçek herhangi biri değil... AKP’nin vazgeçemediği bakanlardan biri... AKP’nin iktidar olabilmek için kendisini bağımlı kıldığı kişilerden biri... Dolayısıyla Iğdır’da seçimi DTP’nin kazanması üzerine söylediklerine de önem vermek gerekiyor. Çiçek şöyle demiş: “Iğdır’ı aldılar...” Siyaseti birtakım kalelerin fethedilmesi olarak algılayan, Kürt kimliğinin taşıyıcılarını ise siyaseten öteki ve tehlikeli addeden yaklaşımın bir kez daha seslendirilmesine tanık oluyoruz. Anlaşılan Çiçek kendisini ve geldiği cenahı bu ülkenin ‘asıl’ sahibi sandığı için, kendisinden olmayanların herhangi bir yerde seçim kazanmasını da ‘vatan toprağı elden gidiyor’ diye değerlendiriyor. Oysa bu bakışın kendisi, zaten Çiçek gibi kişilerin bu ülkenin gerçek sahibi olamayacaklarının da kanıtı. Çünkü AKP’ye de nüfuz etmiş gözüken söz konusu ‘tür’, bu toprakların kültürel mirasını taşımaya müsait değil. Ancak bu mirası törpüleyerek, ganimet olarak savurarak, kültürü çoraklaştırarak ayakta kalabilen bir ‘tür’ bu...

Nitekim Çiçek cümlesini hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde şöyle kurmuş: “Iğdır’ı aldılar, yani Ermenistan sınırındalar.” Bunun anlamı Çiçek’in kafasındaki Türkiye sınırının DTP’nin kazanmış olduğu belediyeleri dışarıda bırakacak şekilde çizildiğidir. Bu kafa mı reformları yapacak? Bu kafayla mı AB yolunda ilerlenecek? DTP’nin kazanması “Türkiye’nin güvenlik açısından sorunlu bölgesine yardım olmaz”mış... Sanki on yıllar boyunca hiçbir güvenlik sorunu yokken bile oraya ‘güvenlik açısından sorunlu’ bölge muamelesi yapılmamış gibi... Sanki devlet kendi zihniyetindeki sorunlu güvenlik kaygısını o bölgeye yansıtıp binlerce köyü boşaltmamış, bir milyondan fazla insanı zorla yerinden etmemiş gibi.

Bu zihniyet, ayrımcılığın ve siyasete nüfuz etmiş olan açık veya gizli ırkçı eğilimlerin yaşayıp beslenmesi açısından uygun bir ortamın varlığına işaret etmekte. Çiçek herhangi biri değil... AKP hükümetinin sözcüsü... Eğer AKP’nin zihniyeti gerçekten buysa, daha büyük bir oy düşmesine de müstahak demektir.
Etyen Mahçupyan

G-20 fırsatı kaçtı, Obama Türkiye'den ne isteyecek?

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun; “Finansal kriz olarak başlayan şey küresel ekonomik krize dönüştü, daha kötüsünün olmasından korkuyorum. Gittikçe artan sosyal huzursuzluğun, büyük bir siyasi krize yol açmasından, sonrasında da güçsüzleşen hükümetlerin ve liderleri ile geleceklerine dair umutlarını kaybetmiş kızgın halkların ortaya çıkmasından endişe ediyorum. Dünya genelinde bir iyileşme sağlayamazsak insanlığın gelişimi noktasında korkunç bir felaketle karşılaşacağız. Batan bankalarla batan ülkeler arasında ince bir çizgi var. Bu çizgiyi geçince başımıza geleceklerin sorumlusu biz olacağız” diyor.

Aynı uyarıyı daha önce çok sayıda siyasetçi, ekonomist dile getirdi. George Soros, Londra'daki G-20 zirvesinin son şans olacağını, çözüm bulunamazsa dünyanın felakete sürükleneceğini söyledi. Yoksulluğun artacağı, aç insanların katlanacağı, sosyal patlamaların yaşanacağı, siyasi krizlerin ortaya çıkacağı, iç isyanların hatta bölgesel savaşların başlayabileceği endişeleri dile getirildi.

Global ekonominin yüzde seksenini temsil eden 20 ülke hem kendilerini hem de geri kalan 172 ülkenin kaderini belirlemek için toplandı Londra'da. Zirve öncesi tartışmalara bakılırsa, küresel krizin çözümüne ilişkin temel yaklaşımlarda çok ciddi anlaşmazlıklar var. Trilyon dolarlık destek paketleri, IMF ve Dünya Bankası'nın kredi gücünü artırma girişimlerinin, gelişmekte olan ülkelere kredi verip gelişmiş ülkelere müşteri kazandırma taktiklerinin ötesinde bugüne kadarki tartışmaların dışında gerçek anlamda bir çözüm yok gibi. Bana göre fırsat kaçırıldı.

Aksine, krizi daha da büyütmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Anglo-Amerikan kapitalizm, neo liberalizm direniyor. Bu aslında siyasi bir direnç. Anglo-Amerikan cephe küresel ekonomik yönlendirici konumunu tartışmıyor, gücü paylaşmıyor, aynı zamanda siyasi nüfuzunu kaybetmek istemiyor. Almanya, Fransa, Rusya, Çin ve karşıt ülkelerin en önemli itirazları bu noktaya. Almanya-Fransa cephesi, kırmızı çizgiler ilan etti. Bu çizgileri aşan önerileri reddedeceğini açıkladı. Eski Avrupa ile Anglo Amerikan cephe arasında ekonomik kriz üzerinden ciddi bir ayrışma şekilleniyor sanki. Daha önceki ayrışma İkinci Dünya Savaşı'na neden olmuştu. Korku burada. Korku, yeni ayrışmanın küresel düzeyde ayrışmaya neden olması. Dünyanın yeni kamplara, kutuplaşmalara doğru gitmesi. Böyle de olacak gibi. Dolayısıyla ekonomik olmanın ötesine geçip siyasi bir krize doğru sürükleniyoruz. Çarşamba günkü yazının başlığını bu yüzden “Bu fırsat kaçarsa Batı yeni bir Hitler doğurur” koydum.

İşte tam bu sırada ABD Başkanı Barack Obama, Avrupa turundan sonra Türkiye'ye gelecek. Bu ziyaret gerçekten önemli. Ama önemi sadece Kürt sorunu, PKK'nın tasfiyesi, Türkiye-Irak ilişkileri, Afganistan'a yönelik ortaklıklar, Türkiye-İsrail ilişkileriyle sınırlı değil. Ziyareti sadece bu başlıklarla sınırlı algılarsak gerçeği tam olarak göremeyebiliriz. Ziyaret, dünyanın yeniden konumlanmaya doğru sürüklendiği bir dönemde, yeni küresel yapılanmada, Batı içi ayrışmada Türkiye'nin hem kendi çevresinde hem de küresel düzeyde üsleneceği rollerle tartışılmalı. B utartışmayı yaparsak, iyi analiz edersek, yukarıdaki başlıklar altında neler konuşulabileceğini anlamamız çok daha kolay olacaktır.

Öyleyse, büyük greçeğe ilişkin notları bir daha hatırlatalım:

# Anglo-Amerikan cephe küresel ekonomik sistemin, finans sisteminin olduğu gibi muhafazasını isterken trilyon dolarlık destek paketleriyle çözüm üretilebileceğini düşünüyor. Bırakın sistemi kökten değiştirmeyi, reform bile öngörmüyor. Aynı zamanda finans sistemi üzerindeki “koruyucu”, “dokunulmaz” rolünü devam ettirmek istiyor. Bu yönüyle Anglo-Amerikan cephe muhafazakar diğerleri ise reformcu oluyor.

# Kriz derinleştikçe Anglo-Amerikan kapitalizm daha da sorgulanacak, yargılanacak, bu cephe itibar kaybedecek.

# Zirvenin uzun vadede etkili olacak en önemli boyutu jeopolitik eksen kaymalarına yol açabilecek ve bölgesel çatışmalara kadar uzanabilecek olması. Yani zirve, küresel konsensus oluşturacakken bölünmeye yol açabilecek.

# 1933'da yine İngiltere'de “Londra Ekonomik Konferansı” düzenlenmişti. Tıpkı bugünkü gibi. Hitler bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Fransa altın rezervini bu dönemde New York'tan çekti. Ardından 2. Dünya Savaşı yaşandı ve sonrasında yeni bir ekonomik sistem kuruldu.

# O zaman Franklin Roosevelt ve Winston Churchill'in patronluğunda şekillenen sistem şimdi Barack Obama ve Gordon Brown tarafından kurtarılmaya çalışılıyor.

# Kriz küresel bölünmeye neden olursa bu çatışma öncelikle ABD ve Avrupa'nın içinde olduğu bölgede ciddi bir ayrışmaya neden olabilecek. Sanıldığı gibi Rusya ve Çin'le Batı arasında değil. Çünkü şu anki tartışma Anglo-Amerikan cepheyle dünyanın geri kalanı arasında yaşanıyor.

# Kriz dünya sisteminin temellerini sarsıyor. Yeni ekonomik sistem uzlaşmayla ya da çatışmayla şekillenecek. Yeni bir ekonomik düzen şekillenecekse yeni bir siyasi düzen de şekillenecek.

İngiltere Başbakanı Gordon Brown, dünkü zirvenin kapanışında “Yeni bir dünya düzeni şekilleniyor. Bu kolektif bir eylemdir” dedi. Evet, yeni bir dünya düzeni şekilleniyor, doğru. Ama bunun “kolektif bir eylem” olduğu yanlış. Kolektif bir durum değil ayrışma bu düzeni şekillendiriyor. Obama'nın Türkiye ziyaretini bu gerçek üzerinden değerlendirmek gerekiyor.

İbrahim Karagül

Kâseden gelen 'âh' sesi...

Hâlâ “Seçimde ne oldu?” diye soranlardansanız, Gaziantep/Islahiye'de belediye başkanı seçilen Malika Hanım'ın öyküsünü duymamışsınız demektir.

Malika Uludağ geçen dönem Ak Parti'den belediye başkanı seçilen Mehmet Uludağ'ın eşi. Mehmet Bey bu dönem de aday gösterildiği halde başka birinin adının seçim kuruluna sunulduğu şaşkınlığını yaşadı. Meğer bir milletvekili “Benim istediğim kişi aday olmazsa istifa ederim” demiş; parti de resti göze alamamış. Bu duruma alınan Islahiyeliler önce Mehmet Uludağ'ı bir başka partiden aday göstermek istemiş, AKP'li milletvekili Yüksek Seçim Kurulu'ndan döndürmüş onun adaylığını; bunun üzerine eşi Malika Hanım'ın DP'den aday olması sağlanmış...

Ak Parti'nin yüzde 20'de kaldığı Islahiye seçiminde DP'nin evhanımı adayı Malika Uludağ yüzde 40 oy alarak seçilmiş...

Merak ettiyseniz, star gazetesinden Şamil Tayyar'ın yazısını okumanızı tavsiye ederim.

Şanlıurfa'da milletvekilleri baskısıyla aday yapılmayan Dr. Ahmet Eşref Fakıbaba'nın öyküsünü ise herhalde işitmişsinizdir. Milletvekilinin birinin densizliği Başbakan Erdoğan'a, “Ceketinizi aday gösterin, seçilir” demeye kadar vardırdığı söyleniyor... Geçen dönemin Ak Partili belediye başkanı Dr. Fakıbaba bağımsız aday olarak girdiği seçimde yüzde 44 oy almayı başardı.

Bir dostum, “Pek çok yerde benzer şeyler oldu” iddiasında; İstanbul/Kartal'dan bir örnek verdi bana.

Kartal'da aday adayı olarak dört isim varmış: İlki eski başkan, sonraki ikisi çevrede tanınan kişiler, dördüncüsü ise hiç şans tanınmayan biri... Dostumun dediği şu: “Dörtlüden çevrede tanınanlar aday gösterilseydi seçim kazanılabilirdi. Bunu örgüt de biliyordu, ama çoğunun yakınları belediyeyle bir biçimde ilişkili olduğu veya meclis üyeliğine adaylık düşündüğü için seslerini çıkartmadı. Tanınmayan adayla iştahsız çıkılan seçim yolculuğu mağlubiyet getirdi.”

Bu öykü bana anlatılan pek çok benzeriyle örtüşüyor. Ak Parti bu kez aday tespitinde fazla başarılı olamadı. En doğru tercihi yapmak üzere kurulmuş mekanizmalar bu defa çalışmadı.

Oyu Ankara'da düştü, ilçelerinde geriledi Ak Parti'nin... “Neden?” sorusunun cevabını Ak Parti'ye yakın bir akademisyen dostumdan istedim. İşte bana gönderdiği rapor:

“Ankara'da MHP bu seçimde 'yerel adaylarla Ak Partiyi vurma' stratejisi izledi ve bunda başarılı oldu. Ak Parti de büyükşehirde ve merkeze bağlı ilçelerde 'Ankaralı' aday göstermeyerek MHP'nin ekmeğine yağ sürdü.

MHP, başta büyükşehir olmak üzere, Yenimahalle, Sincan, Etimesgut ve Gölbaşı'nda Ankaralı aday gösterdi. Etimesgut ve Gölbaşı belediyelerini Ak Parti'den böyle aldı. Yenimahalle adayı yıpranmış biriydi; buna rağmen 22 Temmuz'daki 54.000 oy sayısını 77.000 küsura yükselterek yüzde 22 oy aldı ve seçimi CHP'li adayın kazanmasını sağladı. Ak Parti Sincan'da seçimi kazandı, ancak yüzde 70'e varan oy oranı yüzde 49'a düştü.

MHP'nin büyükşehir adayı Mansur Yavaş aday gösterilmeden önce kamuoyunda tanınan biri değildi. 'Ankaralı' olduğu için 'hemşehri' oylarını büyük çapta almayı ve MHP'nin oylarını Ankara'da yüzde 27'ye yükseltmeyi başardı. Adaylığı açıklandıktan sonra Ankaralılar Meclisi'nde yaptığı konuşmada, Mansur Yavaş, "Ak Parti Ankaralı bir aday göstersin, oyunuzu istemeyeceğim" demişti. Bu sözünü seçim süresince kullandı MHP'liler ve Ak Parti'nin Ankaralıları yoksaydığı vurgusu yaptılar.

Murat Karayalçın yerine başka biri CHP'den aday olsaydı Yavaş'ın oyu yüzde 30'u kesinlikle aşardı. Karayalçın'ın sağ seçmen nezdindeki kötü imajını Melih Gökçek iyi kullanarak ona gidecek oyları önledi.

Ankaralı seçmen kendisinin Meclis'te yeterince temsil edilmediği düşüncesindedir. Nitekim 23. dönem Meclisi'nde Ankara'nın bir bölgesinin milletvekilleri arasında bir tane bile Ankaralı milletvekili bulunmamaktadır. Bu sadece Ak Parti'ye özel bir durum da değildir; CHP ve MHP'den seçilen Ankara milletvekilleri de aslen Ankaralı değildir. Ankara'nın diğer bölgesinde Ak Parti'den hiç değilse iki Ankaralı milletvekili var.”

Dostumun raporu özetle bu.

İstanbul ve Ankara gibi metropollerin milletvekilliklerini partiler yerel gücü fazla olmayan önemli veya ünlü kişileri Meclis'e getirmek için kullanıyor. Bir başka kullanım biçimi de, küçük illerde yeni yüzlere yer açmak için; o durumda eski milletvekilini Ankara ve İstanbul'dan aday gösteriyor partiler...

Öyle anlaşılıyor ki, Ankara'da kantarın topuzu bir hayli kaçmış ve tablo Ankara'nın büyükşehir ve ilçe belediye başkanlığı seçimlerini etkiler hale gelmiş...

Durum şâirin “Bir dokun bin âh dinle kâse-yi fağfurdan” dediği gibi...

Taha Kıvanç

2 Nisan 2009 Perşembe

CHP nereye?

CHP bu seçimlerde oylarını 2007’ye göre sadece 2 puan artırdı. AKP’nin kaybettiği 8 puanlık oyun ‘ana’ parçasını alamamak, ana muhalefet partisinin kolay kolay alternatif haline gelemeyeceğini gösteriyor!
Dünyada da bizde de ağır kriz dönemlerinde kim “Krizi biz çözeriz” umudunu verirse onun oyları büyük atılım yapar. Bu seçimlerde CHP böyle bir umut veremediği için hem AKP çok büyük bir kayba uğramadı, hem CHP büyük bir atılım yapamadı.
Bu noktada CHP’nin ‘genleri’ önemlidir: Baykal’ın da “Siyasal Katılma” adlı kitabında anlattığı gibi, CHP vatandaşın ekonomik dertlerinden ve kamu hizmeti beklentilerinden önce vatandaşa bir felsefe aşılamaya şartlanmıştır! Devrim döneminde bunu anlamak mümkündür ama hâlâ “Batılı yaşam vaazları”yla siyaset yapmak, reel sorunları çözme umudu yaratmıyor, CHP de büyüyemiyor.
Nice ekonomik kriz yaşadık, CHP hiç umut olamadı!
CHP bu engeli aşmak için laiklik vaizlerini bu seçimlerde kürsülerden geriye çekti, çarşafa rozet taktı! Baykal iki defa “ekonomik önlemler listesi” açıkladı. Ama çok etkili olmadı.

Sahillere sıkışmak
Ama bakın, İstanbul’da Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin halka açılımlarında “yeni yüzler” olarak inandırıcı oldular: 2007’ye göre CHP’nin oyları Türkiye genelinde 2 puan artarken, İstanbul Büyükşehir seçimlerinde 10 puan artarak yüzde 37’ye çıktı! Bu İstanbul örneği önemlidir. Bir de bölgelerin oy tablosuna bakalım...
Hürriyet gazetesi, Batılı hayat tarzını benimsemiş illerde AKP döneminde oluşan kaygıların AKP’ye oy kaybettiren 13 sebepten biri olduğunu yazdı. Doğrudur ama madalyonun öbür yüzünde de, muhafazakâr değerlere bağlı bölgelerde CHP’nin kaygı yaratması ve bu kaygı yüzünden oy alamaması gerçeği var.
CHP’nin en yüksek oy aldığı yer Ege bölgesidir; 6 puan artışla yüzde 32’ye çıkmıştır. Onu yüzde 30’la Marmara izliyor. Ama hepsi de aynı bölgelerdeki AKP oylarının az veya çok gerisindedir!
Türkiye’nin her yeri ‘deniz sahili’ iller gibi olsa bile bu oylar övünülecek kadar çok mudur?!
Kaldı ki, CHP’nin oyları muhafazakâr İç Anadolu ve Karadeniz’de yüzde 18’e düşüyor!
Doğu ve Güneydoğu’da etnik faktörler de devreye girdiği için CHP yüzde 10’un altındadır!
Bu tablo CHP için de Türkiye için de sağlıklı değildir.

CHP’de değişim?
Dünkü yazımda iktidarın önümüzdeki üç yılda çok büyük zorluklarla karşılaşacak olmasına AKP karşıtları çok sevinmesinler, demiştim. Bugün de CHP’nin bu sıkışmışlığına muhafazakârlar ve liberaller çok sevinmesin, diyorum.
Çünkü CHP’nin bu hali, demokrasimizin sol ayağını topal yapıyor. Hem uluslaşma hem modernleşme için gerekli olan bölgeler ve kesimler arası siyasal entegrasyon bu yüzden eksik kalıyor! Somut sorunlarımız yerine sembollerin, soyut kavramların kavgasını yapıyoruz.
CHP böyle devam ederse gelecek seçimlerden de ümitlenmesin. Bu kaçıncı seçim?!
CHP’nin umutlanabileceği tek seçenek, 1970’lerdeki “Ortanın Solu” gibi, atılgan bir değişimle halka açılmasıdır! İstanbul örneğini Genel Merkez’de gerçekleştirmektir; geniş kitlelerle barışık olmaktır.
Bu değişimi yapamazsa, olduğu gibi devam eder; CHP ne büyür, ne küçülür... Demokrasimizdeki bu dengesizlikten de ülke çok zarar görür.

Taha Akyol

Tereciye tere ve siyasetçiye siyaset satmak ne kadar mümkündür?

Bir operatör masadaki hastasına açık kalp ameliyatı yaparken, siz doktor olmasanız da ona "Şöyle yap, böyle yapma" diye akıl verebilir misiniz?
Bir mühendis asma köprünün fırtına karşısındaki salınımını hesaplayıp, direnç ve esneme paylarını belirlerken siz mühendis olmasanız da ona "Bu hesabı ben yapayım" diyebilir misiniz?
Ama dünyanın en zor ve karmaşık mesleği olan "Siyaset"in profesyonellerine "Seçim öyle kazanılmaz, böyle kazanılır" demek hakkını hepimiz kendimizde görüyoruz.
En önemsiz konuda bile aile fertlerinin tümünü aynı tutumda birleştiremezken, işinizle ilgili bir konuda iki kişiyi ikna etmişken üç kişinin karşı çıkmasına engel olamazken, koca bir ülkenin çok sesli ve çok renkli toplum katmanlarının yüzde 40'ının oyunu alan siyasetçiye " Amma da başarısızsın" demek ne kadar kolay değil mi?
Ya da bunca seçim yenilgisine karşın partisinin liderliğinde kalmayı başarabilen siyasetçiye, yerel seçimde yenilmiş adaya yerini terk etmesi konusunda akıl öğretmek, çok mu doğal yani?
Görevde bulundukları sürede gazetelerinin tirajlarını düşüren yayın yönetmenleri mi kendi istekleri ile koltuklarına veda ediyorlar sanki?
Her mesleğe karşı o meslekten olmayanlar saygı ile yaklaşırlar.

Mesleklere saygı
Hasta iyi olmazsa doktora, hesap yanlış çıkıp yapı çökerse mühendise öfkeleniriz.
Ama onların yerine kendimizi koymayı denemeyiz.
Buna karşı siyasete ve gazeteciliğe karşı genel olarak "Bu iş böyle yapılmaz, şöyle yapılır" diye yaklaşmayı doğal buluruz.
Kurucusu olduğu partiyi aynı yıl iktidara getirmeyi başaran, her girdiği seçimden partisi birinci çıkan, ülkenin Cumhurbaşkanı'nı belirleyen, yedi yıla yakın süredir Başbakanı olan bir siyasetçiye siyasetin nasıl yapılacağını öğretmek, ne kadar akla ve mantığa sığar ki?
Elbet dünyaya ve olaylara farklı yaklaşabilirsiniz...
Oyunuzu başka partiye vermiş de olabilirsiniz...
Ama bir seçimde daha partisini birinci getirmeyi başarmış bir siyasetçiye "Benim aklım sende olmadığı için seçimi kaybettin" demek, gerçekten sizin aklınızın sağlığını kanıtlar mı?

Bölücü silah
Yasaklanması için elinizden geleni ardına koymadığınız, rejim düşmanı ilan ettiğiniz, ev hapsinden affedildiği için onu affedenleri yerden yere vurduğunuz Erbakan'ı "Bölücü silah" olarak kullanmak üzere televizyonlara çıkardıktan sonra, sizin "Objektif" değerlendirmelerinizin bir anlamı olabilir mi?
Rahmetli bestekâr ve solist Arif Sami Toker, Anadolu turnelerinde "Gerçek dinleyiciler"e nasıl ulaştığını şöyle anlatmıştı bana...
- Salonda sahneye çıktığım zaman şöyle bir bakarım dinleyicilere... Bunların arasında Türk müziğine düşkün olmayanların çoğunlukta bulunduğunu hissedersem, ya Itri'den, ya Hafız Post'tan ağır bir parça ile konsere başlarım. Sonra daha da ağırlaştırırım sıradaki parçaları. Birazdan, salonda boşalmalar başlar. Bu kadar yoğun alaturkaya dayanamayanlar, sessizce salonu terk ederler. İşte ben asıl konserime ondan sonra başlarım. Çünkü geride gerçek müzik severler ve Türk müziğini anlayanlar kalmıştır.
Keşke böyle bir eleme siyasete dönük olarak da yapılabilse.
Siyaseti ve siyasetçileri aşağılayanların eleştiri haklarının da olmadığı, demokratik siyasetin karşıt görüşlere yaşama hakkının güvencesi olarak algılandığı, nefretin değil hizmete dönük rekabetin egemen olduğu bir ortamda, seçim sonuçları değerlendirilebilse...
"Şu darbe iyidir, şu darbe kötüdür" diye siyaseti yorumlayanların "Şu parti kazandı, şu parti kaybetti" çizgisindeki seçim sonucu değerlendirmelerine güvenebiliyor musunuz?

Mehmet Barlas

Kurtuldu adamcağız

Derler ki, seçimi kazandığı günün ertesi sabahı Nurettin Sözen Ankara'ya, Erdal İnönü'ye telefon açmış... Sesi ağlamaklı...
"Sayın İnönü," demiş, "hani kazanma tehlikesi yok demiştiniz?"
Kemal Kılıçdaroğlu'nun da kazanma tehlikesi yoktu. "Mağlubiyyet mukadderdi" ...
İçi rahattı. Aslında hiç mi hiç bulaşmak istemediği bu "belediye tufasına" Aydın Doğan grubunun baskısı, parti üyelerinin emri ve Deniz Baykal'ın kavliyle girmişti.
Baykal onu Ankara'dan aday gösterseydi Gökçek'e karşı şansı olabilir miydi, acaba İstanbul'da "kaybettirip törpülemek" amacıyla mı öne sürdü, arkadaşlar tartışıyorlar. Tartışsınlar.
Kendini istemeye istemeye aday bulunca şaşırdı. Geri dönmesi mümkün değildi. Girecek ve yitirecekti.
Belediyeciliğin b'siyle uzaktan yakından ilgisi yoktu, pek pek "muhayyel" bir CHP iktidarında çalışma bakanı olurdu. (Ya da meclis başkanı... Ama o sırada Önder Sav var... Mustafa Özyürek'in de "Maliye Bakanlığı pastasını" Kılıçdaroğlu'na yedireceğini hiç sanmam.)
Adı geçen bütün vatandaşlar iktidar yüzü görmeden doğal ömürlerini dolduracak göründüklerinden, bu da işin "fantezisi" üstelik... "Gerontokratların" biri 72, öteki 71, beriki 70 yaşında, dördüncüsü daha genç, o henüz 61, politbüroda Gorbaçov gibi...
Kılıçdaroğlu'nun hiçbir "pilan, puroce ve poroğramı" bulunmadığından, önce sustu.
Biz bastırınca da "birşeyler vaadetmesi" gerektiğini anladı ve "her eve üç yüz lira dağıtacağım" diye saçmaladı.
Kömür dağıtanlar sağcı ve tu kaka, aracıyı ortadan kaldırıp doğrudan para dağıtanlar solcu ve makbul sayılıyorlardı!...
İstanbul'un sağını solunu bilmemekle suçlanınca, gitti Okmeydanı'nda mı Kâğıthane'de mi, oralarda bir yerde ev tuttu. Emekçi halkıyla bütünleşiyordu! Ayağına çizme giydi, çamurlara battı çıktı, bütün ucuz "popülizm" numaralarını yapmak zorunda kaldı. İçinden belki kendisi de kıs kıs gülüyordu, Erdal İnönü'nün kendi adamlarına "zavallı ayıcıklar" gözüyle bakıp "müstehzi müstehzi" sırıtması gibi...
Kazansaydı, ister istemez "daha mutena bir semte" taşınmak zorunda kalacak, bu sefer de birtakım ahmakların "halktan koptu, burjuvalaştı" eleştirileriyle karşılaşacaktı.
Kazansaydı, İstanbul onun üstüne üstüne gelecek, bu dev ahtapotun kolları arasında boğulacaktı. İstanbul'un altından kalkamayacaktı.
Sonuçta, İstanbul "pis padişahların aşağılık payitahtı" değil miydi canım?
"Yemez ve yedirmez" havası fos çıkacak, kendisi yemese de birçok çakal ardından ve yanından dolanıp burnunun dibinde "yemenin" yolunu gene bulacaktı!... Sözen döneminde de öyle olmamış mıydı? Günün birinde gene büyük bir skandal patlak verecek, kendisi de partisi de sulara gömülecekti...
Kaybetti, kurtuldu.
O da kurtuldu, İstanbul da kurtuldu, CHP de kurtuldu.
"İstanbul'dan ayrılmam" diyor ama ayrılacaktır, asıl işi Ankara'dadır. Hafta sonları buyursun, kahvemizi içmeye... "Laik" olduğuna göre rakı da içeriz Boğaz'a karşı.
İstanbul'u da her taşralı memur emeklisi gibi çok kalabalık, çok gürültülü, çok karmaşık, çok pis ve çok pahalı bulmuştur, eminim.

Engin Ardıç

Sanal âlemde Türkiye batmış

İhracatımızda küresel krizin etkilerini ilk kez Kasım08 ayındaki gerileme ile gördük. İhracatımız 11,3 milyar dolardan 9,4 milyar dolara gerilemişti. Aralık08 ayında ise ihracat yüzde 21 azalarak 7 milyar 685 milyon dolar oldu. İhracatta gerileme Ocak09'da yüzde 25,7'ye ulaştı. Şubatta ise gerileme yüzde 24,9 seviyesinde kalarak, ihracat 8 milyar 317 milyon dolar olarak gerçekleşti.

İthalattaki gerileme ise çok daha vahim. Ocak09 ayında yüzde 43,3 gerileyen ithalat şubat ayında da yüzde 47,6 gibi büyük bir düşüş yaşadı.

Dış ticaretin çöküşü anlamına gelen bu rakamlar aslında gerçeği tam ifade edemiyor. Gerçek gerileme parasal ifadeden biraz daha farklı. Nasıl mı?

Örneğin açıklanan son milli gelirimiz 741 milyar dolar olarak yarı sanal çıktı. Milli gelir gerilerken kişi başına gelir artışı sanallığı en güzel ifade eden rakamdı. İşte burada da görüldüğü gibi parasal verilerle ifade edildiğinde ortaya sanal rakamlar çıkabiliyor.

Dış ticaretimizde sanal rakamlar iki yönden etki yapıyor. Örneğin sattığın ürünün fiyatı düşüyor veya artıyor olabilir. Fiyat değişimlerine bağlı gelişmeler aynı miktarda malın ihracat veya ithalatını değiştirebiliyor.

Ama gerçek sanallık para birimlerinin değerlerindeki değişimlerden oluşuyor. Örneğin 10 milyar avro geçen yaz 16 milyar dolara karşılık gelirken, aynı 10 milyar avro bugün 13 milyar dolar ediyor. İhracatının yüzde 60'ından fazlasını avro ve avro bölgesine gerçekleştiren Türkiye açısından bu sanallık oldukça önemli etkiler ortaya çıkartabiliyor.

Dış ticaret verilerini fiyat ve miktar endeksleri üzerinden açıklayan TUİK, bir bakıma sanal verileri arındırıyor. Sanal verilerden arındırılmış rakamlar üzerinden dış ticaret verilerine bir kez daha bakalım.

Aralık08'de yüzde 21 azalan ihracatımız miktar bazında yüzde 12,3 düşüşte kalmıştır. Ocak09 ayında ise değer olarak yüzde 25,7 gerilemiş görülen ihracat, miktar bazında yüzde 13,6 düşüş yaşamış.

Keza benzer gerilemeler ithalatta da yaşanmıştır. Örneğin Ocak 09 ithalat miktar endeksi yüzde 34,3 ile ihracatın oldukça üzerinde düşmüştür.

Burada şu nokta önemli olmalıdır: İç sanayi üretimi ile dış satım krizi arasında sorunu bulabiliriz. Mesela Aralık 2008'de Türkiye'de sanayi üretimi yüzde 17,6 oranında gerilerken, ihracat gerilemesi yüzde 12,3 oranında kalıyor. Keza aynı şekilde Ocak 2009'da sanayi üretimindeki kayıp oranı yüzde 21,3 olurken ihracat gerilemesi yüzde 13, 6 olmuş.

İki aylık sanallıktan arındırılmış veriler, ülkemizin gerçek sorununun dış faktörlerden ziyade iç faktörlerden geldiğine de işaret ediyor.

Dış âlemin içeriye yansıtılamaması bizim önemli bir problemimiz olmuştur. Örneğin Türkiye bu krizde inanılmaz bir "ENERJİ ŞOKU" yaşadı. Sanayiciyi krizin en zirveye vurduğu aylarda, bir de enerji fiyat artışları ile içerden vurduk. Kriz yönetimi açısından enerji politikasını yönetemediğimizi bir kez daha gösterdik.

Son gerçeğe bakalım. TİM ile TUIK ihracat rakamları arasında son dört ayda 3,5 milyar dolarlık farkın altın ihracatından geldiğini Hürriyet gazetesi duyurdu. Bir bakıma dış ticaret makasının kapanmasında altın ihracatı önemli bulundu.

Türkiye bu yılın ilk iki ayında net 2,6 milyar dolar kıymetli madenler ihraç etmiş. Geçen yılın ilk iki ayında ise net ihracat 903 milyon dolar. İlk iki aylık dış ticaret farkımız geçen yıl -10,7 milyar dolarken bu yıl 1,5 milyar dolara geriliyor. Yani dış ticaret açığı geçen yıla göre 9,2 milyar dolar gerilemiştir. Bu gerilemeye ise kıymetli madenler sektörü1,6 milyar dolarlık katkı sağlamış.

İşin özünün verelim. Sanal rakamları arındırdıkça altından çok farklı gerçekler çıkarılabiliyor. İşte ekonominin de en güzel tarafı bu olsa gerek. Birileri battık-gittik diyor ama enflasyonda bu feryatlar neden yansıma bulmuyor?

Sizce!
İbrahim Kahveci

Fethullah Hoca'nın şüphesi 'Çok şey bilenler'in ölümü!

“Çok şey bilen” adamların ölümü her zaman şüpheler içerir, şaibelidir. İster siyasetçi olsun ister asker, ister gazeteci isterse başka bir şey, ama eğer bir şeyler biliyorsa ve o bilinen şeyler önemliyse ya da bu kişilerin ölümü üzerinden hesaplar yapılabiliyorsa, bu hesapların ciddi sonuçlar doğurma gücü varsa, siyasi ve ekonomik sonuçlara yol açabiliyorsa, toplumsal etkileri olabiliyorsa ölümleri de, başlarına gelen kazalar her zaman ciddi bir sorgulama gerektirir. Bu ölümler ilk başta işe yarar, gerçekler karartılır, üstü örtülür, unutturulmak istenir. Ama yıllar geçse bile bir şekilde ortaya çıkar.

Sıradan bir kaza olabilir, eceliyle ölüm olabilir, herkesin tanık olduğu bir ölüm şekli de olabilir. Yine de bu kişilerin kimliği, gücü, etkisi, bilgisi böyle bir merakı, böyle bir sorgulamayı hakeder. Hiç gocunmadan, çekinmeden, yargılanma korkusu olmadan, itibarsızlık endişesine kapılmadan şüphelerin ciddiyetle ele alınması gerekir.

En küçük ayrıntı, dikkatlerden kaçırılan bir detay sadece o ölümü aydınlatmakla kalmaz, inanılmaz gerçeklere kapı aralar. Aynı zamanda büyük felaketleri, kötü sonuçları da önler. Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Yakın tarih bunun örnekleriyle doludur. Türkiye'nin siyasi tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu ülkenin son yirmi yılı bu örneklerle doludur.

Esası kaçırmadan, gerçeğe sadık kalarak, zihinsel karmaşaya izin vermeden küçücük detayların, şüphelerin peşine düşmek hiç değilse soru işaretlerini ortadan kaldırır. Her şüphe gerçek içermez ama gerçeğe ulaşmada şüpheler her zaman işe yarar. Şüphelerin; toplumsal bir paranoyaya dönüştürülmeksizin, etkili ve etkin çevreler tarafından ciddiye alınması, üzerine gidilmesi, kanaatlerle yetinilmemesi, kanıt eksikliği ile bu şüphelerin unutulmasına izin verilmemesi gerekir. Çünkü yarın birileri bu tür dosyaları yeniden açar, bu mutlaka olur. “Çok şey bilen adamlar”ın başına gelen en sıradan şey bile bu yüzden önemlidir, önemli olmalıdır.

Fethullah Gülen Hoca'nın, Anadolu insanının önceki gün kalbine gömdüğü Muhsin Yazıcıoğlu ve ölümüyle ilgili sözleri bunları getirdi aklıma. Gülen, Muhsin Bey'in örnek bir Anadolu insanı olduğu gerçeğini teslim ettikten sonra, Orgeneral Eşref Bitlis'in de helikopter kazasında hayatını kaybettiğini hatırlatarak, “Kendisinin başına da dört-beş defa sürpriz trafik kazası gelmiş ve onları atlatmaya çalışmış. Bir yönüyle şüphelenmek lazım. Her şeyi kurcalamak lazım. Bu helikopter nasıldır? Niye böyle bir şeye itildim, neden ille bununla götürülmek istendim?” diyor. (Radikal) Elbette bu sözlerle bir şeyler ima edilmiyor. Hepimizin aklında olanlara vurgu yapılıyor.

Eminim; ben de dahil, şu an Türkiye'de yaşayanların büyük ekseriyeti aynı şeyleri düşünüyor. Kazayı öğrenir öğrenmez iki şey hissettim. Biri üzüntü diğeri şüphe. Günlerdir Muhsin Bey'le ilgili yazılanları okuyorum. Tartışmaları izliyorum. Ama bu şüphe hiç bir şekilde zihnimden çıkmıyor, çıkacak gibi de değil. Çıkmasını da istemiyorum aslında. Çünkü bu şüphe, şimdilik kesinlikle bir gerçek olmasa da, insanı diri tutuyor. Kazadan hemen sonra kendisiyle ilgili yazdığım yazıya özellikle “Sana ne oldu Reis” diye başlık attım.

Bütün bunları yazarken, herkes gibi, bir şey biliyor değilim. Sadece kamuoyunun ortak merakını paylaşıyorum hepsi bu. Kazanın oluş şekli, enkaza 47 saat sonra ulaşılması, İHA muhabirinin konuşmasına rağmen yer tespitinin yapılamaması, aranan bölgenin dışında neredeyse tesadüfen bulunması elbette şüphe besleyen faktörler. Ama olayın kaza olduğunu da biliyoruz. Devletin, herkesin kurtarma için seferber olduğunu da. Yazdıklarımızı bu gerçeklere inanarak yazıyoruz. Cumhuriyet savcılarının bugün milyonlarca insanın zihninde dolaşan soru işaretlerini gidermeye yönelik soruşturmalar yapması gerekiyor, enkaza ulaşan köylülerin “devletin itibarına zarar verip vermediğini” değil.

Bu ülkenin yakın tarihine, özellikle de son yirmi yılına neler sığdırdık biz. Binlerce faili meçhulü, son derece “olağan” görünen durumların aslında ne kadar olağandışı olduğunu, örtülü operasyonları, kirli dosyaları, iktidar mücadelelerinin hazin sonuçlarını… Mezar evleri gördük.. Üzeri betonlarla kapatılan. Şimdilerde bu hazin görüntülerin sadece bir örgütle sınırlı olmadığını, “devlet” iktidarını kullananların da mezar evlerle birlikte üzerinin açılması gerektiğini gördük. Daha neler göreceğiz.

Dünya genelinde suikastleri özellikle izleyen biri-yim. Son derece masum görünen olayların ne kadar hazin, ne kadar karanlık senaryolara bağlı olabildiğine dair ne çok örnek var. Uçakların, helikopterlerin uzaktan nasıl düşürüldüğünü, araçlara nasıl kaza yaptırıldığını gördük. Kalp krizlerin sebeplerini, zehirlerin bir yıl sonra etki ettiğini gördük.

O değerli bir insandı. En son Süleymaniye Camii'nde bir Bayram Namazı birlikteydik. Oğlu yanındaydı ve biz sohbet ettik. Değerli olduğu kadar da “çok şey bilen”lerdendi. Çok şey bildiği kadar bu ülkenin yakın tarihini aydınlatacak insanlardandı. Dahası, onca senaryoya göğüs gerdi, üzerinden hesaplar denenmeye çalışıldı hep. Ama o bunları bozmayı bildi. Çünkü onun tercihlerinin siyasi, sosyal sonuçları olacaktı. Birilerinin buna ihtiyacı vardı. Çünkü o bu güce sahip insanlardandı.

Bu elim bir kaza. Arkadaşlarıyla birlikte hayatını kaybetti. Ama geride şüpheler bıraktı. İster kabul edin ister etmeyin bu şüpheler hep varolacak.

Allah rahmet etsin…
İbrahim Karagül

1 Nisan 2009 Çarşamba

AKP nereye?

AKP’NİN oy kaybı büyük ve ciddidir. 2011 yılındaki genel seçimlere kadar AKP iktidarı ciddi sorunlarla başa çıkmada çok daha fazla zorlanacaktır.
Önümüzdeki üç yılda büyük ekonomik zorluklar, muhtemelen sosyal gerilimler vardır.
Güneydoğu’daki oy tablosu Kürt meselesinin siyasi olarak hayli ‘ağırlaşacağı’nı gösteriyor!
ABD’nin çekilmesiyle Irak’ta, Türkiye’yi zorlayacak kritik gelişmeler olabilir!
Kaldı ki bir de 2012 yılında cumhurbaşkanı seçimi var.
Dahası, yönetilmesi çok zor bir toplum olan Türkiye’de iktidarlar bir defa oy kaybettikten sonra kolay kolay toparlanamıyor! Menderes, Demirel, Ecevit ve Özal’da gördük bunu.

AKP niçin geriledi?
Evvela “iktidar yorgunluğu” faktörü... Evet seçimlerin en çalışkan lideri Erdoğan’dı ama “iktidar yorgunluğu”nun anlamı, iktidarın sinirli ve hırçın hale gelmesi, toplumda da iktidardan usanma işaretlerinin belirmesi demektir! Yazılarımda sık sık belirttiğim “iktidarların ikinci dönem sendromu” yani... Kendisini ‘istisna’ sanan Erdoğan da bu ‘siyasetin tabiat kanunu’na uğradı...
AKP iktidarında kutuplaşmanın artması diğer kesimlerde dışlanma duygusu yaratarak tepkileri ateşledi. Bunlara bir de ekonomik kriz eklendi. Başbakan’ın krize değil seçime kilitlendiği görüntüsü Anadolu sermayesinde bile güven sarsıcı oldu...
Kayseri’de bile AKP yüzde 72’den yüzde 60’a inerek 12 puan geriledi!
AKP en yüksek oyu muhafazakâr İç Anadolu’dan almıştır ama Ege’de 4 puan kaybetmesine karşılık İç Anadolu’da 9 puan kaybetmiştir!
Laiklik kavgası, askeri veya yargısal müdahale gibi “yapıştırıcı”lar olmadıkça, AKP önümüzdeki dönemde muhafazakâr çevrelerde de daha çok oy kaybedebilecektir!
Bundan AKP karşıtları hemen sevinmesin. AKP kendini toparlamaz veya bir parti iktidar alternatifi haline gelemezse, 2011 seçimlerinde yeniden koalisyonlara döneriz ve Türkiye bir de “yönetilebilirlik” problemiyle karşılaşır.

AKP’nin şansı
AKP’nin 8 puan oy kaybetmesi çok ciddi bir olaydır ama aldığı yüzde 39 oy da çok önemlidir. 1987’den beri Özal’ın, Demirel’in, Ecevit’in alamadığı bir oydur bu. Halen muhalefetin hayal bile edemediği bir oran...
Dahası, Güneydoğu’da DTP’nin tırmanmasına rağmen, AKP hâlâ “Türkiye’nin ortak paydası”nı yansıtan bir kitle partisidir.
Türkiye bu siyasi şansı tahrip eder de partilerin ve kimliklerin federasyonu gibi koalisyonlara sürüklenirse son pişmanlık fayda etmez.
Sorumluluk Erdoğan’dadır.
Evvela sakinleşmesi, “Küçük dağları ben yarattım” kibrinden kurtulması...
Ciddi bir kabine revizyonu yapması, Türkiye ortalamasını yansıtan yeni bir kabineyle yeni sayfa açması...
Her alanda “bizden”liğe değil liyakate öncelik vermesi...
Dört elle ekonomiye sarılması, piyasa aktörleri arasında yaptığı ayrımcılığı bırakıp herkesi seferber edebilmesi...
Bunlar olursa AKP toparlanır.
Koalisyonlar elinde 15 yıl kaybetmiş olan Türkiye hâlâ “istikrar”ın önemini unutmamıştır. Yüzde 39 oyda bunun rolü önemlidir. AKP reformist bir merkez sağ partiye dönüşerek, Başbakan da kavgaların değil “balkon konuşması”nın kişiliğine dönerek yeniden “istikrar” ve “reform” ivmesini yakalayabilir. Yoksa, partisini daha da aşağıya çeker, ülke de çok zarar görür.
Sorumluluk onun üstünde.

Taha Akyol

Ufuktaki sıkıntılar

Bu yazımızda durum tespiti yapmayı ve ufukta ilk işaretleri belirmeye başlayan potansiyel tehlikelerle ilgili kaygılarımızı anlatmayı amaçlıyoruz.
Demokratik Toplum Partisi (DTP), 29 Mart yerel seçimlerinde Güneydoğu illerinin çoğunda başarılı oldu. Hatta bazılarında fark atarak: Diyarbakır'da (Yüzde 65.43), Batman'da (Yüzde 59), Hakkâri'de (Yüzde 79!), Şırnak'ta (Yüzde 53), Van'da (Yüzde 51.84) olduğu gibi.
Dahası -en azından DTP'nin yerel yöneticilerince- bu başarı farklı boyutlarla yorumlandı: "CHP'nin Güneydoğu'da son muhtarlığı yitirmesi", "MHP'nin bölgeye sokulmaması" gibi...

Adını koymaya başladılar
O kadarla da kalınmadı, yine Kürt siyasilerden ve aydınlardan kimileri işi, "Sandık bölgenin sınırlarını yeniden çizdi" yorumlarına kadar vardırdı. Biz "Bölge" diye yazdık ama onlar o yorumlarda başka bir sözcük, başka bir isim kullandılar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Bağdat ziyaretine damgasını vuran "Söyledi mi, söylemedi mi" polemiğindeki o ünlü yoksa tabu mu demelisözcüğü veya adı.
Bir-iki önemli notun daha eklenmesi gerekiyor: DTP'liler seçim kampanyasının odağına sadece kimlik ve kültürelsiyasal taleplerini değil, Öcalan'ı da yerleştirdiler:
"Öcalan, 2010 Nevruz'unda aramızda olacak" (Leyla Zana), "Öcalan özgürleşirse 'Barış' diyebiliriz" (DTP Genel Başkanı veya Eşbaşkanı Ahmet Türk) gibi.
Bu parçalar birleştirildiğinde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: DTP ile PKK'nın entegrasyon süreci tamamlandı. (Not: DTP'liler "PKK ile aranıza mesafe koyun" çağrılarını ve uyarılarını bugüne kadar hep "Tabanlarımız aynı" gerekçesiyle geçiştiriyorlardı. Şimdi tabandan sonra tavan da birleşmiş oldu. Daha doğrusu, tavandaki bütünleşme, yani DTP'nin iplerinin aslında PKK'nın elinde olduğu gerçeği artık aleniyete döküldü.

Obama'nın jestinin önemi
Sevgili Yavuz Donat bugünkü yazısında "1 Nisan 2009'un Türkiye'si, 28 Mart 2009'un Türkiye'sinden daha rahat" değerlendirmesi yapıyor ve ekliyor: "Çünkü gaz sıkışması sona erdi."
Katılıyoruz ama Güneydoğu hariç! Orada kampanyada bizzat DTP'lilerce erişilemeyecek yüksekliğe çıkarılan beklentiler çıtasının seçim sonuçlarıyla taban talebine dönüşmesiyle, yeni bir gaz sıkışmasının tetiklenmesinden korkuyoruz.
ABD Başkanı Barack Obama işte böyle bir süreçte Türkiye ziyaretinin Ankara durağında Meclis'te grubu bulunan tüm partilerle birlikte DTP lideri Ahmet Türk'le de görüşme ya da tanışıp elini sıkma isteğini iletti. (Not: Devlet ve hükümet başkanları bir ülkeyi ziyaret ettiklerinde, iktidar ve ana muhalefet liderleriyle görüşürler. Türkiye'de de bugüne kadar bir-iki istisna dışında bu kural uygulandı. İstisnalara Obama da eklenmiş olacak.)
Şu sıralar kimsenin aklına getirmediği Anayasa Mahkemesi'ndeki kapatma davası kararının açıklanmasının öncesinde, DTP için gerçekten önemli bir gelişme. Obama'nın jesti meşruiyet tartışmalarında hiç kuşkusuz Türk ve arkadaşlarının elini güçlendirecek.

Farklı söylemler, yeni talepler
Obama'nın bu jesti ayrıca bu ay sonuna doğru veya Mayıs başında Erbil'de toplanması beklenen "Kürt Konferansı"nın öncesine denk geliyor. DTP böylece Erbil'e daha güçlü gidecek. Sadece DTP değil Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin (Not: Irak Anayasası'ndaki tanım farklı; ilk iki sözcüğün yerine o malum isim kullanılıyor!) Cumhurbaşkanı Mesud Barzani'nin konferansa katılma davetini kabul eden PKK da! Morali iyice yükselmiş PKK'nın konferansta yapılacağı söylenen "Silahsızlanma" çağrısını kabul etmesi mümkün mü?
Tüm bu gelişmeleri biz "Türkiye'nin Kürt sorununun çözümü için taleplerin kimliğin, kültürel hakların, hatta siyasal hakların çok ötesine geçeceği, yeni söylemlerin, farklı planların seslendirileceği bir dönemin eşiğine geldiği" şeklinde okuyoruz ve kaygılanıyoruz.
Dileriz yanılırız. Çünkü haksız çıkmayı hiç bu kadar güçlü arzulamadık...

Erdal Şafak

Amigolardan neler öğrendik?

Aziz ve necip milletimizin "Kılıçdaroğlu'nu CHP'nin başında görmek istediğini" öğrendik (belediyeyi bile kazanamayan adaylar parti başkanlığıyla ödüllendirilirler)...
"Galip sayılır bu yolda mağlup" özdeyişinin bu seçimde geçerli sayılması gerektiğini ve aslında AKP'nin bu seçimi kaybettiğini, CHP ve MHP'nin kazandığını öğrendik (biz hangi partiyi tutuyorsak gönüllerimizin galibi odur)...
Her ne kadar memlekette demokrasi de olsa, yüzde 23'ün yüzde 39'dan "daha kıymetli" olduğunu öğrendik (az satan ama etkili gazete gibi!)...
En yakın iki rakibinin toplam oyları kadar oy alan AKP'nin seçmenden "uyarı" aldığını öğrendik (aklını başına toplamazsan seni yüzde elliyle değil yüzde kırkla iktidara getiririm, görürsün gününü!)...
AKP'nin 2002'de kendisini iktidara getiren oy oranından daha fazlasını almış olmasının "inişe geçmek" sayıldığını öğrendik (Türk matematik dehalarına göre 39, 34'ten küçüktür)...
En çok oy toplayan Erdoğan'a "seçmenin tokat attığını" öğrendik (Nasreddin Hoca'nın "biraz da biz ölelim" fıkrasını hatırlayalım)...
Bu oy dağılımına göre "halkın padişah istemediğini ama azıcık da istediğini" öğrendik...
Ekonomik krizin İzmir, Antalya, Muğla, Mersin'i vurduğunu (CHP bu nedenle kazanmış), buna karşılık başta Ankara ve İstanbul olmak üzere Kocaeli, Bursa, Konya, Trabzon, Erzurum'a hiç uğramadığını öğrendik (belki de oralarda halk göbeğini kaşıyor)...
Göbeğini kaşıyanların AKP'ye, "kafasını kaşıyanların" CHP'ye oy verdiklerini öğrendik (AKP seçmeninde kafa yok, CHP seçmeninde göbek yok, hepsi sırım gibi)...
İstanbul'da en yakın rakibine sekiz puan, Ankara'da yedi puan fark atan Topbaş ve Gökçek'e karşı Kılıçdaroğlu ve Karayalçın'ın "başa baş ve hatta kıran kırana, nefes nefese" mücadele ettiklerini öğrendik (amigolar ya başın yerini bilmiyorlar ya dayak yememişler)...
Başbakan ısrarla aksini söylese de, "önümüzde bir erken genel seçim olduğunu" öğrendik (bu ülkede seçime hükümet ve meclis değil, basın karar verir)... Ana muhalefet lideri bile "gerek yok" dese de erken seçimin basın tarafından zorlanacağını öğrendik (ortalık şenlensin ki mal satalım)...
İl genel meclisi gibi, vatandaşların büyük çoğunluğunun "nedir, ne iş yapar, neye yarar, nerede ve ne zaman toplanır" bilmediği bir kuruma verilen oyların "Türkiye genel seçim eğilimini" yansıttığını öğrendik...
Muhalefetin iktidarı kıyı illerden başlayarak "kuşattığını" öğrendik (herhalde sonra da içerilere doğru yürüyüşe geçecekler)...
Nankör Kürtler'in gidip gidip hep kendi partilerine oy verdiklerini öğrendik (buna yorum uyduramadım)...
Engin Ardıç'ın "başbakanın akıl hocası" olduğunu öğrendik (teveccühünüz)... Fakat okumam yazmam zayıfmış (eyvah, çaktırmamaya çalışıyordum, açığa çıktı)...
Bunları yazmaya utanmıyorlar, ben ibret olsun diye zikrederken utanıyorum!

Engin Ardıç

Gandi Kemal'in Rodeo'su

Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’ye lider olur mu?
Ya da Gandi’den, boğaya binen bir kovboy?..
Bu ikisi, birbirinden farksızdır, bence.
Gandi’den ne kadar bir rodeo kovboyu çıkarılabilirse...
Kılıçdaroğlu’ndan da işte o kadar lider devşirilir.
***
Rodeo, geleneksel bir yarışma.
‘Boğa binicisi’ tabir edilen kovboylar...
Beli kemerle sıkıştırılan kızgın bir boğanın sırtında, 8 uzun saniye boyunca tutunmaya çalışır.
Eyersiz boğanın çıplak sırtında oturmak, ne mümkün.
Ehlileştirmek ancak bir hayal.
Çoğu zaman, sonu hüsran.
Deneyenlerin çoğu, şimdi ‘sakat kovboy’.
***
Gelelim, Gandi Kemal ünvanına sahip Kılıçdaroğlu’na.
İstanbul yarışında, CHP’nin oyuna oy ekledi; namına nam kattı.
Bu, doğru!
Ama sonuçta yarışı kaybetti.
Şimdi bir mağluptan, rodeo binicisi çıkarmaya hevesleniyorlar.
Kimse, yanlış anlamasın.
Başka manaya da çekmesin, hiç.
Zorluktan kinayedir, rodeo.
CHP ile başka bir benzerliği yoktur.
Nasıl müşkül bir hadise olduğunu anlatmak için...
Rodeo müsabakasına benzetiyorum, CHP’nin başında olmayı.
Kızgın bir boğanın sırtında durmak gibidir.
Kıyas ederseniz eğer, CHP’nin başında olmakla...
Belki daha da zor.
***
Öyle olsa, Baykal nasıl dururdu orada, bunca yıl demeyin.
Zaten budur, bütün marifeti.
Orada...8 saniyenin bile geçmek bilmez uzun yıllar gibi geleceği o koltukta...
Artık saymayı bıraktığımız bunca yıl oturmak, her babayiğidin harcı mıdır?
Baykal’ın başarı sırrını bilen olsa...
Çoktan almış olurdu, yerini.
Hiç birincilik kazanmadan, bu kadar seçimden sağ çıkmak...
Muhalefetteki bir CHP’nin başında kalmak, daha büyük başarıdır.
Boşta, kendi kendiyle uğraşan bir CHP düşünün?
Gandi namıyla maruf Kılıçdaroğlu mu, kızgın boğanın sırtında tutunacak?
Çıkamaz ki oraya
zaten...
Gerisini ne diye konuşalım.
Laf-ı güzaf...
Bir Gandi’den ne zaman kovboy çıkarsa...
Kılıçdaroğlu’ndan da ancak o zaman ‘boğa binicisi’ olur.
O vakte kadar bekleyin, derim.

Hepsinin boyunu ölçelim!
Önümüzde seçim sonuçları...
Rakamlar aynı, okumalar birbirinden farklıysa...
Partilerin başarısını ne ile, neye göre ölçeceğiz?
Birbirlerine kıyasla mı, kim daha başarılı?
Yoksa kendi içlerinde, eriştikleri en yüksek oy tavanı, baz alındığında mı?
Herkes elinde başka bir kıstas tutuyor.
Diyorum ki:
Gelin, hepsine aynı standardı uygulayalım.
Ölçümüzü, tekleştirelim.
Aynı mikyasa vuralım, hepsini; aynı başarı kıstasına.
Tek tek ölçelim, boylarını.
Bakalım kiminki uzamış, kiminki kısa kalmış?
***
Öteki türlü anlatmayı denedim, olmadı.
Bir de böyle deneyelim.
Madem ki, AK Parti için tercih edilen ölçü, kendi oy tavanıdır.
Madem ki, son seçimlerdeki başarısı, tavan oyuna göre hesaplanmaktadır.
Çıkabildiği en yüksek oy, boy ölçüsüyse eğer...
O zaman diğerlerinin ölçüsünü de kendi boylarına kıyasla alalım.
***
Bu kez çubuklarla partilerin mukayeseli başarılarına bakalım, istedim.
12 Eylül, miladımız olsun.
Cemaziyel evvelleri’ni de bir kenara bırakalım, partilerin.
İşte sonuçlar:

AK Parti oy tavanına, 2007 genel seçimlerinde ulaşmıştı:



CHP (ki, o zaman SHP’ydi) en yükseğe, 89 yerel seçimlerinde sıçramıştı:



MHP ise ilk defa ikinci olduğu, 99 genel seçimlerinde:



Ve bugün, 2009 yerel seçimlerinde ulaştıkları yükseklikler:



Haydi siz söyleyin!
Kendi boyunu yakalayan var mı, sizce?
Kendi oy tavanına bir daha
dokunabilen?

Yüzde 8’lik yazar kim?
Başbakan’a pahalıya mal olan bir köşe yazarı, var mıdır?
Yüzde 8’lik oy kaybında, o yazara kaş çatmış olmasının etkisi nedir, mesela?
Haydi, çıkın bu hesabın içinden de, göreyim sizi.
***
AK Parti, neden oy kaybetti?
Öyle diyen de var; böyle diyen de...
Bence hiçbiri, tek başına açıklamaya yetmez.
Her söylenende belli bir haklılık payı bulunsa da...
Hiçbiri, mutlak kesinlik taşımaz.
Oysa bazan söz, kılıçtan keskindir.
Bunu bilenler, dört nala at koşturmaya başladı bile.
Haçlı seferine çıkmış kutsal hakikat şövalyeleri gibi, hemen ortaya çıktılar.
En keskin sözlerini kuşanıp, kılıç sallıyorlar.
Kesip doğruyorlar.
Kılıç niyetine laf sokuşturuyorlar.
Biraz kan görmek istiyorlar; biraz acı vermek...
Köşe başlarına tünemiş, bekliyorlardı zaten.
Gün, onların günü.
Varsın, iç çığlıklarını biraz da dışarı vursunlar.
Nefes alsınlar, biraz.
Zararı yoktur.
***
İçlerinde mahçuplar da var, pervasızlar da.
Herkes elde kalem kağıt, AK Parti’nin hatalarını çıkarıyor.
Dersler veriyor; diskur çekiyor.
Bunların hepsi, hoş şeyler.
Böyle olur, bu işler.
Öyle ki, mikro hesapçılar da çıkar ortaya.
Arada kendi küçük hesaplarını görmeye çalışanlar...
Kendi payıma şu kadarını söyleyebilirim.
AK Parti’nin oy kaybına sebep, bir çok şey olabilir de...
Sandıktan çıkan mesaj, türlü türlü okunsa...
Tersinden de, düzünden de...
Yine de bir tek şey doğru olamaz.
O da, Başbakan’ın yazarlardan bir yazara kaş çatmış olmasıdır.
İşte bunun, oy kaybında hiç payı yoktur, bence.
Hem de hiç.
***
İnsan, yazar da olsa...
Egosu da aşırı şişkin...hatta battal boy olsa...
Yine de bu hesabı yapamaz.
İstediği kendine de bir şeref payesi çıkarmaksa...
Belki iade-i itibar...
Yok, yok...Yine de bu kadarı olmaz, yahu!

Akif Beki-Radikal

31 Mart 2009 Salı

Laiklik kavgası yoksa CHP var!

Muhtıra yok... Laiklik vurgusu yok... İrtica yok... Rejim elden gidiyor nutukları yok...
Bu seçim ile 3 Kasım 2007 genel seçimleri arasındaki en büyük fark belki de buydu.

Bunlar olmadan hem daha huzurlu bir seçim yaşadık, hem de bunların olmadığı bir seçimde AK Parti'nin oy oranının düştüğüne şahit olduk!

Bence bu seçimin en önemli göstergesi bu olmalıdır.

Bunların üstüne CHP'de Gürsel Tekin'in fikir babalığını yaptığı türban, çarşaf, tarikat açılımlarını da koyunca CHP ciddi bir başarı yakaladı.

Özellikle İstanbul'da CHP'nin yakaladığı ivme gösteriyor ki, bundan sonra yapılacak seçimlerde CHP açılımlarını bu şekilde sürdürdüğü ölçüde oylarını artıracak.

Seçmen haritasını göz önüne alıp haritaya CHP açısından bakıldığında çok açık bir gerçek daha var.

Bir, Cumhuriyet Halk Partisi Doğu ve Güneydoğu'da hiç yok!..

İki, CHP Anadolu'da yok!

Üç, CHP özellikle Güney kıyı illeri, Ege kıyı illeri ve Trakya bölgesinde neredeyse bütün illeri aldı.

Bu anlamda CHP'ye Cumhuriyet Halk Plajları Partisi bile denilebilir.

Aslında bu durum önemli bir gösterge.

Yaşam biçimi kaygısı taşıyan kıyılar CHP'yi tercih ediyor!

O halde bundan sonra AK Parti'nin yaşam biçimi kaygıları ile hareket eden çevrelere güven verecek adımlar atması gerekecek.

Denize kıyısı olan illerde, Antalya'da bile AK Partinin kaybetmesi, hem de Başbakan'ın 28 defa Antalya'ya gitmesine, Antalya'ya ciddi yatırımlar yapılmasına rağmen kaybedilmesini AK Parti'nin iyi okuması gerekiyor.

AK Parti'nin İstanbul'da CHP'nin oylarını artırmasını iyi okuması gerekiyor.

İstanbul'da AK Parti teşkilatları iktidar olmanın verdiği avantaj ve anket şirketlerinin verdiği yüksek rakamlar yüzünden seçime asılmadı, gerektiği kadar çalışmadı. AK Parti İstanbul'da Büyükşehiri kazandı ama ilçelerde ağır kayıplar verdi.

MHP'nin oy oranını artırmasını nasıl anlayacağız?

Kürt açılımları, TRT Şeş vs. bunlar MHP'ye yaradı. Türkiye'de milliyetçilik hâlâ önemli getirisi olan bir alan. Özellikle ilk defa oy kullanan seçmenlerden MHP'nin iyi oy aldığı kanaatindeyim.

Saadet Partisi... AK Parti'den oy tırtıklama işinde başarı gösteriyorlar! Böyle devam etsinler.

Halk, AK Parti'ye "Gururlanma padişahım senden büyük Allah var" diyerek oylarını düşürdü fakat istikrarın devamından yana olduğunu da ortaya koydu. CHP'ye "Açılımlarını artır, laiklik kavgasını bırak" derken MHP'ye de milliyetçilik üzerinden "Ver gazı ver gazı" dedi.

DTP'nin alacağı ders nedir? DTP Doğu ve Güneydoğu'da birçok ili aldı ancak toplamda oyunu hiç artırmadı. Bu şekilde devam edersen bölgesel parti olarak kalırsın, asla Türkiye partisi olamazsın!

Nuh Gönültaş

Seçimlerin mesajları

Benim Simavlı bir dostum var, Güngör. Gözleri çok az görüyor. Görüyor, görmüyor gibi. Ama memleketle ilgili birçok şeyi herkesten çok gördüğünü, ilgililere göstermek için çırpındığını, bazen başarılı olamadığını biliyorum.

Onun seçim öncesinde mektup yazarak, telefonla arayarak gösteremediği şeyleri, işte seçimler göstermiş bulunuyor.

Mesela Güngör, seçimler öncesinde beni arayıp, "Ahmet Abi, AK Parti'nin ciddi bir aday sorunu var, adaylarda çok özen göstermiyorlar, korkuyorum bunun da bedelini ödeyecekler" demişti.

Evet, şimdi seçimler bitti ve Başbakan "Mesajı aldık" dedi. "Gerekeni yapacağız."

Güngör seçimlerden sonra yine aradı ve "Ahmet Abi şoförde değil ama motorda problem var, seçimler onu gösterdi" dedi.

Seçimlerde AK Parti'nin, umduğunu bulamadığı, daha ötesi, hem 2004 mahalli seçimlerine göre, hem 2007 genel seçimlerine göre oy kaybına uğradığı, buna mukabil, CHP ve MHP'nin, Saadet ve DTP'nin oylarını artırdığı açık. Buna rağmen hemen not etmek gerekiyor ki, AK Parti'nin aldığı oylar hâlâ en yakın takipçisinden 16 puan fazla, en yakın iki takipçisinin oy toplamından fazla durumda.

İlginçtir muhalif partilerdeki tüm oy artışları AK Parti'nin hanesinden alınmış oylar gibi gözüküyor.

Bu, bir yerde baktığınızda, AK Parti, yedi düvele karşı mücadele etmiş görüntüsü veriyor olsa da, bir başka yerden baktığınızda işin tabiatı gereği.

Seçim sonuçlarını ne etkiledi sorusunun bana göre cevabı şöyle:

-Kriz etkiledi. Vatandaş, krizin küresel nitelik arz ettiğini bilmesine rağmen, bir kısmı bunun iktidar tarafından yeteri kadar önemsenmediğini, hatta yer yer vatandaşın suçlandığını düşündü. AK Parti'ye yakınlık hisseden seçmen bile, krizin küçümsenmesini kabul etmedi, buna rağmen oy verdiyse, değerler yakınlığı sebebiyle oy verdi.

-Krizle iç içe olarak, yolsuzluk iddiaları etkiledi. Vatandaş yolsuzluk iddialarına inanma eğilimindeydi çünkü parti çevresinde ani zenginleşmeler gözlenmekteydi, akan "Teğet geçti" söylemini kullanınca muhalefete "Birileri için teğet geçti, vatandaşı deldi geçti" söylemini üretmek zor olmadı. Bunun en azından AK Parti'ye yönelik imaj kirlenmesinde ciddi etki yaptığı muhakkak.

-Adaylar etkiledi. AK Parti'nin eskiden gelen bazı adayları için yıpranmışlık söz konusu idi. Yeni adaylarının bir kısmında da özensiz seçim izlenimi verildi. Buna bir de, il-ilçe yönetimlerindeki "ANAP'laşma" ve milletvekili uyumsuzlukları eklenince, Başbakan'ın meydan performansını bile gölgeleyen bir durum ortaya çıktı. Buna mukabil, diğer partilerin öne çıkardığı aday kalitesi birçok yerde AK Parti'nin özensizliğini daha bariz hale getirdi.

-Burada hemen, aday belirlenmesinde AK Parti'nin müstağni bir tavır sergilemesinin altı çizilmeli. Bunun en dramatik örneği Urfa'da sergilenmiştir. "Ceket koysak kazanırız" söylemi, vatandaş vicdanında reddedilmiştir.

-Bence bu seçimin sonuçlarını belirleyen en önemli etkenlerden birisi ideolojik tercihtir. Ve kanaatimce Türkiye en çok bu konu üzerinde düşünmelidir. Türkiye haritasına baktığımızda Doğu'da DTP ağırlığı, Batı'da kıyılarda CHP-MHP ağırlığı net biçimde ortaya çıkmış durumda. Bunun ifade ettiği anlam şu: AK Parti Doğu'da Van'ı, Batı'da Manisa'yı kaybetti. Örnek anlamında söylüyorum. Neden kaybetti? Acaba AK Parti'nin "Kürt meselesi" için geliştirdiği söylem-politika, iki yerdeki kaybında da etkili midir? Şunu soruyorum: Acaba AK Parti'nin söylemi, Doğu-Güneydoğu'daki Kürt vatandaşlarımız için yeterli olmazken, Batı'da, Türkler için aşırı, hatta tehlikeli mi bulunmuştur? Doğu'da DTP'nin Batı'da MHP'nin yükselişi bununla mı alakalıdır?

Doğrusu ben, bu görüntünün Türkiye adına çok sağlıklı olmadığını düşünürüm.

Seçimler sonunda farklı eğilimdeki Kürt kanaat önderleri, AK Parti'nin bekleneni vermediğini, statüko ile bütünleştiğini, asker rolüne büründüğünü vs. söyleyecek ve DTP'nin kimlik siyaseti ile bölge insanının ilgisini daha çok çektiğini ifade edecek. Buna karşılık bir başka değerlendirme çizgisi, AK Parti'nin "Kürt meselesi"ndeki açılımlarının ülke güvenliğini tehlikeye düşürecek bir mahiyet kazandığı inancının bazı toplum kesimlerinde endişe uyandırdığını öne sürecek. MHP'nin Batı'daki yükselişi bunun yansıması olarak görülecek. Doğru mu, doğru.

Ama bu "doğru", Türkiye'nin "Kürt meselesi" alanında verdiği sınav açısından değerlendirilirse çok büyük risk taşıyor.

Ben hep ifade ediyorum, Kürt meselesine dair her söz, politika vs. toplumda farklılaşmalara yol açabilir, ülkenin batısında söyledikleriniz doğusunda, doğusunda söyledikleriniz de batısında tepki doğurabilir. AK Parti açısından baktığımızda, ben bu partinin ülkenin bu meselesinde iyi niyetle çözümler üretmeye çalıştığını ancak bunu yaparken başka bölgelerdeki sancıları da dikkate almaya özen göstermek istediğini düşünüyorum. Ama böyle bir çizginin her iki tarafın hissiyatına tekabül etmeme ve beklentilerini karşılamama riski hep vardı, seçim sonuçları işte bunu gösteriyor. Peki bu noktada AK Parti'den oy alan DTP ve MHP'nin duruşu ve onlara oy olarak dönen hissiyat, Türkiye için çözüm müdür? Ya da DTP ve MHP'de oy yoğunlaşması, diğer ifadeyle kamplaşma bir çıkış yolu mudur? AK Parti'nin çerçevesi yeterli olmayabilir ama onun Türkiye için bu sorundaki alternatifi kesinlikle DTP ve MHP çizgisi değildir. Bu noktada CHP'yi de bir yönüyle MHP'den, diğer yönüyle DTP'den (İstanbul'da ve Ankara'da DTP oylarının CHP'ye gittiğini düşünüyorum) farklı düşünmüyorum.

Türkiye, bu alandaki seçmen iradesinin ideolojik perspektife yönelmesinin sancısını yaşayacaktır.

Seçimlerdeki ideolojik etkenin bir başka boyutu, CHP'ye yönelişte ortaya çıkıyor. CHP, laik eksendeki hassasiyeti oya dönüştürmüş gözüküyor. Bunun anlamı şu: CHP'ye oy verelim, AK Parti'nin muhafazakarlaştırma politikasını durdursun. Bu söylem adresini buldu denebilir. Ama CHP İstanbul'da çarşaf açılımı ile sembolize olduğu gibi muhafazakar seçmene ulaşmayı da denedi. CHP burada, muhafazakar seçmene, laikçi öfkeyi göstermemesi, laikçi seçmene de, "canım bu iş sizi endişelendirmesin, biz eski bildiğiniz CHP'yiz. Ama oy almak için bazı adımların atılmasında zarar olmaz" demesi gerekiyordu. Ben, laikçi dünyanın bu oportünizmi bir ölçüde önemsediğini, muhafazakarlığı bilinç düzeyinde kavramayan bazı çevrelerin de, CHP'ye inandığını düşünüyorum.

Bu politikaya karşılığı bir ölçüde Ankara'da Melih Gökçek vermiştir. O da Karayalçın'ın "Sol" niteliğini, DEHAP'la-DTP ile ilişkisini öne çıkararak yapılmıştır. Bu Ankara'da oyları Gökçek etrafında toplamaya sebep olmuştur ama Doğu-Güneydoğu'daki yansıması nasıl olmuştur, ayrıca değerlendirilmelidir.

Sonuç: AK Parti'nin iktidarı sürüyor. Henüz bir başka iktidar alternatifi görünmüyor. Mahalli seçim iktidara uyarı getirdi. Başbakan da "mesajı aldık" dedi. Demokrasini iyiliği bu.

Ahmet Taşgetiren

‘Biber oylar!’

İnsanın çok mu arıyorsun bu başlıkları kardeşim diyeceği geliyor ama bu kısaltılmış hali; yazının asıl başlığı: ‘Aslan Kral, Pembe Panter, Kağıttan Kaplan ve Ormanlar Kralı!’

Pembe Panter, Kemal Kılıçdaroğlu; Virgin Radio’da Ayça Şen etiketledi, kendisi zeki ve sempatik buldu ve seçim sonuçlarından da görüldüğü gibi ‘Deniz’e düşen Pembe Panter’e sarıldı’.

Kağıttan Kaplan, Deniz Baykal; Seçimin tek kaybedeni. Parti oylarının lider oylarından fazla olması, İstanbul’un neticesi, partinin liderliğine alternatif arayışı değildir de nedir? ‘Kağıt üzerinde başkanlık yetmiyor bize bir aslan lazım’ cümlesinin oyla yazılmış şeklidir. İsteyen sağlamasını şöyle yapsın; CHP seçmenine bir sorun bakalım ‘Arkadaş seçimlere CHP’nin başında Kemal Derviş’le girseydik ne olurdu’ diye...

Aslan Kral, Tayyip Erdoğan; Gerçek kralın vatandaş olduğunu teslim eden aslan, kendi gölgesine sığınan ve temposuna dayanamayanlara kükreyecek ve ormanın altını üstüne getirecektir. Şüphe götürmez bir diğer gerçek AK Parti’de lider oylarının, parti oylarının üzerinde olduğudur. Yüzde 39 Tayyip Erdoğan’ın şahsi dip noktasıdır, partinin değil. (CHP’de bu rabıta tam tersi).

Ormanlar Kralı, Millet; Erdoğan’a aslanlığı teslim etti ama ‘Kral benim’ demeyi de ihmal etmedi. Veren el almasını da bilir diyerek kar marjı azalan her patronun yapmaya bayıldığı ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ benzeri bir ince ayarı verdi. Seçimin en büyük galibi vatandaştır, ‘Ülke buysa kral benim’ diye mührü basmıştır.

* * *

Üç önemli soruya işaret etti seçimler, bu arada:

1- Parti dağılımlarında seçmenin kendine özel hassasiyetleri neler, bunları hangi önceliklere göre sıralıyor ve bu sıralama ne kadar esnek sorusunun siyasetçiler ve siyaset bilimciler tarafından irdelenmesi gerek...

Örneğin aşağıdaki şablonların hangi gruplara tekabül ettiği, kendi içinde ve gruplar arasındaki akışkanlık ve ikame esnekliği incelenebilir:

- Laik Türk Müslüman

- Türk Laik Müslüman

- Müslüman Türk Laik

- Laik Müslüman Türk

- Müslüman Laik Türk

- Türk Müslüman Laik

2- Tayyip Erdoğan -tercihen- ‘monşerler, elitler, başörtüsüz zenginler bizden değil’ söylemini gözden geçirmeli. Nasıl olsa AK Parti kazanacak bari ‘yaftamı hakedeyim’ diye kalbi solda cüzdanı sağda vatandaşlar arasından ‘Başbakanı’ cezalandırmak üzere CHP’ye oy veren insan sayısı AK Parti Genel Merkezi’nin tahmininin üzerinde olabilir.

Nedir?

Dünün ‘ödünç oylar’ı bugün ‘biber oylar’a dönüşmüş, yarına dair bir soru işareti doping niyetine kullanılmıştır.

3- Van’daki seçim sonuçları neyin ifadesidir, partiler üstü bir yaklaşımla incelenmelidir.

Murat Birsel

Bildiğiniz bütün puştluk bu mu?

Hani, Nahit Duru adlı bir gazeteci ağabeyimiz, canlı yayında, ‘Mehmet Haberal diyor ki, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanması için bildiğin bütün puştlukları yap’ derken suçüstü yakalanmıştı ya...

Seçimden sonra başkaları da ‘suçüstü’ oldular.

Bir büyük medya grubunun gazeteleri ve televizyonları... Bu grupta görev yapan ‘gazeteci’ etiketli bazı arkadaşlar...

Bildikleri bütün ‘puştlukları’ yaptılar.

Buna rağmen kazandıramadılar.

Nahit Duru’nunki, bunların yanında masum bile kalır.

Kılıçdaroğlu, evet, kötü bir adam değildir.

Başarısız olduğu da söylenemez.

Elbette İstanbul’a ‘belediye reisi’ olma hakkı vardır.

Başkalarının da, onun bu yürüyüşünü destekleme hakkı vardır.

Desteklesinler de...

Madem bu desteklerini ‘kör kör gözüne parmağım’ yöntemiyle ifade ediyorlar, o zaman ‘Biz gazeteciyiz, bağımsızız, yandaş medya değiliz’ demeyecekler.

Madem kendileri gibi düşünmeyenleri ‘yandaşlıkla’ suçluyorlar, o zaman ‘Kılıçdaroğlu silkele, asfalta yapışacaklar, az kaldı’ şeklinde yazılar yazmayacaklar.

Madem ‘Erdoğan ve gazeteleri’ türünden yakıştırmalar yapıyorlar, o zaman ‘Baykal’ın zallağı’ rolüne soyunmayacaklar.

Madem sadece ‘gazetecilik’ refleksleriyle kalkışıyorlar, o zaman ‘tuz yürüyüşü’ filan gibi gülünç ve acıklı karşılaştırmalar yapıp kendilerini rezil duruma düşürmeyecekler.

Neler yapmadılar ki...

Biri, ‘Fukaradır Kılıçdaroğlu. Elinden dürüstlükten başka bir sermayesi bulunmamaktadır’ diye yazdı.

Biri, Kılıçdaroğlu’yla birlikte İstanbul’un kültürle tanışacağını ileri sürdü.

Biri, ‘Yaşasın, şehrimize opera solonu geliyor’ dedi.

Biri, ‘Kılıçdaroğlu’nun şamarı fena korkuttu’ diyecek kadar gözünü kararttı.

Neler neler!

Biri de, dün, herhalde seçim hezimetinin verdiği acıyla, Başbakan Erdoğan’ın ‘haramzade’ olduğunu yazıyordu.

Hiç utanmıyordu.

Başbakan hem haramzadeymiş, hem de kültürsüzmüş.

İmam Hatip okumuşmuş ama, ‘kazazade’yle ‘kazazede’ arasındaki farkı bilmiyormuş. Hálá ‘y’ harfine şedde yapıyormuş, hálá ‘ayın çatlatıyor’muş...

İmam Hatip okumadığım için bilemeyeceğim...

Fakat, bu arkadaş ‘kazazade’yle ‘kazazede’ arasındaki farkı öğrenmiş de, ne olmuş?

Şamdak’la Şam’ı, kayısı ile ayıyı karıştırıyor.

Sartre’a Nobel konuşması yaptırıyor.

Harika Türkçesiyle, güzel Türkçemize ‘geri iade etti’ türünden harika söyleme biçimleri kazandırıyor.

Bir de küfürbaz...

Ülkü Tamer’in söylediği gibi, ‘Hem dersini bilmiyor, hem şişman herkesten...’

Hulasa, Kılıçdaroğlu’yla birlikte, onlar da kaybetti.

Bundan sonra ‘Baykal-Kılıçdaroğlu nifak hattı’na çalışacaklar.

Kılıçdaroğlu’nu CHP genel başkanlığına kaktırmayı deneyecekler.

Şimdiden bir isim bile bulmuşlar:

Gandi Kemal.

Bir ‘tavır ve yordam ortaklığı’ mı vehmediyorlar, fiziksel bir benzerlikten mi sözediyorlar, ülkeye ‘kolonyalist’ bir gelecek mi biçiyorlar, bilmiyorum ama, ‘Gandi’yi yanlış yazıyorlar.

Doğrusunun ne olduğunu, Başbakan’a kültür dersi veren o ‘kültürlü çocuğa’ sorsunlar...

Ahmet Kekeç

Seçimde ne oldu, ne olacak?

Yerel seçimlerde AK Parti en güçlü parti olarak çıkmasına... Ve ana muhalefet partisine 16 puanlık fark atmasına rağmen... İlk kez inişe geçerek bir önceki genel seçimlere oranla 8, yerel seçime göre de 4 puan kaybetti...

İktidarın inişe geçtiği, muhalefetin iktidarın oy oranına uzaktan bile yaklaşamadığı bir tablo, siyasal kilitlenme tehlikesini de beraberinde taşır...

Seçim sonuçlarını partiler açısından olduğu kadar, ‘siyasal sistem’ açısından da ele almak gereği var.

* * *

Türkiye’deki rejim maalesef hala 12 Eylül damgasını taşıyor...

Tüm partiler 12 Eylül Siyasal Partiler Yasası’nın çocuğu... Ve bundan rahatsız gözükmüyorlar... Hálbuki halkın beklentileri de, talepleri de çok daha ileride...

AK Parti’nin de diğerlerinden farkı ve son seçimlere kadar olan yükselişi, bu yapı içindeki ‘en değişimci’ parti olmasından geliyordu.

Ancak, epeydir ‘Ankaralaşma’ eğilimi gösterip değişimden kopmaya başladı...

Halkın özlemi doğrultusunda mesaj veremeyen, değişimin siyasetini yapamayan hiç bir parti ayakta kalamıyor...

Aslında temel soru ‘siyaset kurumu’ kadar AK Parti için de aynı; 12 Eylül rejimini kazıyarak demokrat-liberal bir sistem oluşturacaklar mı, oluşturmayacaklar mı?

* * *

Küresel krizin boyutlarını algılayamamayı, teşhis koyamamayı ve psikolojik boyutunu yönetememeyi bir yana koyar... Krizi, etkisine rağmen seçim analizinin dışında tutarsak...

AK Parti açısından şunları söyleyebiliriz...

AK Parti, Ankara ile Türkiye’deki değişim arasında kaldıkça, ‘pratik’ manevralarla durumları aşmaya çalıştı...

Örneğin, TRT-Şeş’i kurdu ama Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşmasını kesmekte de beis görmedi...

Kürt Sorunu’na dış payanda aradı ama içerde köklü reformlara gitmedi...

Başörtüsüne özgürlük isterken, Moda’daki belediye işletmelerinde içki satışına yasak getirdi...

AB istikametinde kararlı olduğunu söyledi ama Güneydoğu’da şoven bir tavır geliştirdi...

Gittikçe parti içi demokrasiyi yok edip rafa kaldırdı...

Kısacası ‘ilkeli’ davranmak yerine, ‘pratik’ olmayı yeğledi... Ama anlaşılan bunun sınırına geldi...

AK Parti AB standartlarında bir özgürlük arayışının ‘ilkeli’ partisi olacak mı, olamayacak mı, kaderini bu soruya verdiği cevap belirleyecek...

* * *

CHP, küresel krizin yakıcı etkileri, AK Parti’nin altı yıllık iktidar aşınmasına rağmen istenen başarıdan uzak kaldı...

Ama ‘laiklik’ tatavasını bırakıp yolsuzluk üzerinden muhalefet yapan bir siyasetçisinin İstanbul’da oy oranını on puana yakın artıran başarısına şahit oldu...

Tek parti zihniyetine bekçilik yapmak yerine yeryüzü standartlarında bir Türkiye için muhalefet yapması halinde yol alabileceğini gördü...

Ancak bu köklü değişimi sağlayabilecek mi, yoksa parti yönetimi Kılıçdaroğlu’nun siyasal mezarını hızlıca kazacak mı?

* * *

Pazar günkü yerel seçimlerde MHP oyunu ve kazandığı belediye sayısını arttırırken, DTP de Güneydoğu’yu sildi süpürdü...

Bu partilerin başarısı çok büyük oranda AK Parti ve özellikle de Başbakan’ın Güneydoğu’daki yanlış ve Ankara’ya yakın politikalarından kaynaklanmakta...

Bölge halkı kendi iradelerini yok sayan uluslararası planlara ‘hayır’ dediği gibi, kendilerini ‘ırk ve din’ ikilemine sıkıştırmaya da tepki gösterdi... İktidar her türlü çözüm için ‘evrensel hukuku’ ölçü almamanın bir bedelini de burada ödedi...

Ayrıca MHP de, AK Parti’nin parti içi demokrasiyi çalıştırmadığı için yaptığı yanlış aday tercihlerinden yararlandı...

* * *

Hayata sadece ve sadece ‘Müslümanlık’ üzerinden bakan ve referanslarında ‘siyasal İslama’ daha fazla vurgu yapan Saadet Partisi’nin yüzde 5 oy almasına gelince...

Bu, Darwin’i yasaklayan, Gazze’ye sahip çıkarken Darfur’da ırzına geçilen çocuklara ses çıkarmayan AK Parti’nin, bundan sonrası için elini rahatlatan ve yolunu daha özgürce seçmesine yarayacak bir gelişme...

AK Parti Müslüman tabana mesaj vermek yerine, onları da orta sınıf kent kadınlarını da kapsayan, daha özgürlükçü, birey haklarını temel alan daha hukuksal bir dil tercih ederek rahatça büyüyebilir...

AK Parti dünyalaşmayı muhatap alıp, kendini MHP ve SP’den azade hissettiği an, kentlilerin oyunu alarak hem daha başarılı oluyor, hem de daha hızlı büyüyor... Tersinde ise zafiyete uğruyor...

* * *

Bundan sonra ne olacak...

Din, ırk ve mezhep yerine ‘hukuksal’ bir zemine geçilebilecek mi?

Halkın özlemlerine denk bir siyasal yenilenme sağlanabilecek mi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki geceki konuşması olgun ve umut vericiydi...

Söylediklerinin arkasında durursa, AK Parti yeniden ‘değişimin’ partisi olabilir... Ama bunun için ihtiraslı ama yeteneksiz yandaşlar yerine, kendisini dostça eleştirenlere daha fazla kulak vermesi, ikazları düşmanlık olarak algılamaması gerekmekte...

Tabii AK Parti yanında, muhalefet sorununu da gene siyasal sistemin özgürleşmesiyle aşabiliriz... CHP ve diğerleri buna ne kadar yatkın?

Kısacası halk derdini anlatıyor, bakalım siyasetçiler duyacak mı?

Duymaz ise, kimsenin şüphesi olmasın, çaresini de gene halk yaratacak...

Mehmet Altan

Seçimin şusu busu... (yazarn soyadına bakıp okumamazlık yapmayn)

Eşi, Dustin Hoffman ile birlikte evde film izlemekten nefret ediyormuş. Sebebi adamcağızın film seyrederken çok konuşması ve DVD cihazında zırt pırt gaz-fren yaparak, sahneleri tekrar tekrar seyretmesiymiş.

İki dizi arası bu Hollywood magazinin kaynağı benim eşim. Seçim gecesi için evdeki her boydan tv’yi biraraya getirip, salonda mütevazı bir reji oluşturmaya girişince başına gelecekleri sezdi elbette. Ama nafile. Madem bu seçimde bir televizyon rejisinde değilim, öyleyse ortamı rejiye çevirmem engellenemez. İki adet 37 ekran, bir adet plazma, internet bağlantısı ve en mühimi sıcak duraklardaki bir ton gazeteci dostumla canlı telefon bağlantısı yapma imkânı. Daha ne olsun... İşte tek kişilik dev kadronun notlarıyla seçim vaziyeti:

Seçimin kımızı

Seçim günü iki ayrı ilköğretim okulu binası gördüm. Biri kendi oy attığım Bahçeköy’deki, diğeri eşimin oy kullandığı Gümüşsuyu’ndaki okul. Sıra beklerken duvarlara asılan her şeyi baştan sona okudum. Her iki okulda da Tarkan tadında bir Oğuz Han resmi asılıydı ve altında da “Büyük Türk-Hun imparatorunun hikâyesi” anlatılıyordu. Aynen şöyle başlıyordu: “Annesinden sadece bir kere süt emdi. 40 günlükken yürümeye ve konuşmaya başladı. Ailesinden kımız ve çiğ et istedi...” Küçücük çocukları çağdaş yetiştirmek için nedir bu güzellikler diyeceğim ama asıl şahane olan şu: 30 küsur yıl önce ilkokuldayken aynı hikâyeyi birebir ben de okumuştum.

Seçimin medarı iftiharı

Müsaadenizle o benim arkadaşlar. Bir gazeteci olarak seçim öncesinde sadece Bodrum seçmeninin nabzını tutmam kimilerince fazla konformist bulunsa da, tahminimde yüzde 100 isabet sağladığımı açıklamak istiyorum. Bodrum’da yıllar sonra CHP kaybetti ve DP adayı Mehmet Kocadon nefes kesen bir yarıştan sonra sadece 140 oy farkla başkanlığı kazandı. Yani aynen yazdığım gibi.

Seçimin asıl mesajı

“En büyük seçmen başka büyük yok !” İzah edeyim. AKP muhalifi medya acayip tırstığı bu seçimden AKP’nin oyları düşünce acayip sevinçli çıktı. Seçmene minnettarlar. Bu nedenle o cenahta “en büyük seçmen...” geyiği epey sürer. AKP yandaşı medya ise daha ilk günden “hükümete güvenoyu” minvalinde manşetlerle sinyali verdi. Yani onlar da durumu kurtarmak için seçmenin sağduyusunu sevip okşayacaklar, eli mahkûm.

Seçimin Evliya Çelebi’si

Seçim gecesinin kanal gezme galibi gazeteci Nazlı Ilıcak oldu. Ben iki kere buzdolabına, bir kere tuvalete gidip geri döndüğümde her seferde Nazlı Hanım’ı ekran değiştirmiş gördüm. Son saydığımda dört farklı televizyonda yorum yapmıştı.

Seçimin teknolojisi

Dokunmatik ekran olayı. Ukalalık yapmak isteyen Touch Screen de diyebilir. Bankamatik gibi. Bir dokunuyorsun merak ettiğin şehrin üstüne, sonuçlar görünüyor. Üstelik “hesap bakiyeniz bu işlem için yetersiz” gibi asap bozucu şeyler de çıkmıyor. Benim gördüğüm NTV ve TRT tıkır tıkır kullandı bu cihazı. Hatta NTV’de Mirgün Cabas saatler ilerledikçe otomatiğe bağlayıp 10 parmak kullanmaya başladı.

Seçimin manşeti

Gece boyunca Kanal D’de Mehmet Ali Birand, Doğan Grubu gazetelerinin manşetlerini öğrenmeye çalıştı durdu. Ama gazeteci tayfası ser verip sır vermedi. Asıl enteresanı bu sırada CNN Türk’te Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin seçimin manşetini atmasıydı. Gülerce’nin “Millet AKP’ye One Minute” dedi sözünü birçok gazete kopy peys metoduyla manşete taşıdı.

Seçimin çirkinliği

Ne olduğunu bile anlamadık. Mustafa Sarıgül Kanal D stüdyosuna geldi ve pat diye Ercan Karakaş’a “Baykal yalakası” dedi. Karakaş’ın sinirden eli ayağı titredi. Gerçi sonuçta Sarıgül’ün ağzının payını verdi ama ne fayda. Sarıgül anlaşılan sinirlerini aldırmış, tınmadı bile. Bu kez gülerek Karakaş’ı parti içi demokrasiye karşı olmakla suçlamaya başladı. Böylece bizi de güldürdü. Dostum Vatoz’un yorumu: Umarım Şişli Belediye Başkanı olarak yaşlanır.

Ergenekon’un seçimi

Silivri Cezaevi’ndeki seçim sandığı sonuçları şöyleymiş. Kullanılan 70 geçerli oyun 28’ini CHP, 16’sını DTP, 11’er oy AKP ve MHP, 3 oy BBP, 1 oy SP almış. Enteresan gerçekten. Özellikle İşçi Partisi nasıl sıfır oy aldı, anlamadım.

Seçimin açıklaması

Bu kulvarda Yüksek Seçim Kurulu “elektrikler kesildi, çalışamadık” kıvamında açıklamasıyla önde giderken Tayip Erdoğan gerilerden gelip onları geçti. Açıklama yaparken küskün bir yüz ifadesi takınan Erdoğan Antalya, Balıkesir, Aydın gibi illerden bahsedip “o kadar çalıştım, şehrinize neler yaptım oy vermediniz” minvalinde konuştu. Bir ara açıklamasını “daha da gitmem seçime” diye bitirecek sandım.

Demiray Oral

“Darbe girişimi suç değildir” lobisi, tam düşündüğüm gibi atağa kalktı...

27 Ocak ve 3 Şubat’ta bu sayfada yayımlanan iki yazıda, “darbe girişiminde bulunmanın suç teşkil etmeyeceği” yönünde bir kamuoyu yaratmak üzere girişilen “entelektüel” çabalara dikkat çekmiş; o günlerde parmakla gösterilebilecek kadar az olan bu çaba sahiplerinin yakın bir zamanda bir “lobi” teşkil edebileceğine dair endişelerimi dile getirmiştim.

Ümit Kardaş’ın geçen hafta Taraf’ta yayımlanan “Darbeye destek ifade özgürlüğü müdür” başlıklı yazısı, konuya bir kez daha dönmemi gerektirecek nitelikteydi. Kardaş, yazısının başlığından da anlaşılabileceği gibi daha çok, giderek genişleyen bu literatürün “soft” kısmıyla hesaplaşıyor. Ne demek istediğimi, o yazıdan aldığım bir paragraftan sonra açıklamam daha doğru olacak... Şöyle diyor Kardaş:

“Son zamanlarda bazı akademisyen ve gazeteciler, darbe istemenin ve bunu kamuoyu ile paylaşmanın ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ordunun, demokratik rejimin organlarına karşı darbe girişimi nasıl suç içeriyorsa, bunu destekleyen faaliyetler de ifade özgürlüğü dışında kalan ve suç oluşturan eylemlerdir.”

Gördüğünüz gibi Ümit Kardaş, “Ordunun, demokratik rejimin organlarına karşı darbe girişimi”nin suç kabul edildiğini, burada bir tartışma olmadığını imâ ettikten sonra, bazı akademisyen ve gazetecilerin “darbe girişimi”ni desteklemenin suç teşkil etmeyebileceğine ilişkin değerlendirmeleriyle hesaplaşmaya girişiyor.

Hiç kuşkusuz Kardaş’ın dikkat çektiği nokta da çok önemli ama bence yalnız başına ele alındığında, şu tuhaf darbe tartışmalarının odaklandığı asıl amacı perdeleme gibi bir işlev görmesi işten bile değildir.

Biraz karışık oldu galiba, bu noktada bir özet yapayım: “Darbe” kelimesiyle “suç mu” sorusunun birlikte yer aldığı tartışma iki düzeyde yürütülüyor: Ümit Kardaş’ın ele aldığı düzey ve Mümtaz Soysal, Hüsamettin Cindoruk gibi hukukçuların başlattığı ve günümüzde “lobileşmeye” başlayan insanların savunduğu düzey. Benim için çok daha önemli olan bu ikinci düzeyde, bırakın “darbeye destek”in suç olup olmadığını, bizzat darbe planlayan generallerin bile hiçbir suç işlemediği savunulabiliyor.

Tolon’un “ikrarı”nın anlamı?

Konuya ilişkin olarak yazdığım ilk yazıda (“Bekliyoruz: ‘Darbe girişimi suç değildir’de Kanadoğlu formülü?”), Soysal ve Cindoruk gibilerinin “tanklar harekete geçmeden darbe suçu olmaz” türünden (mealen aktarmıyorum, bu kelimelerle anlatıyorlar) muhteşem bir mantık sergilediklerini hatırlatmıştım. Burada amaç, yakında besbelli “darbe girişimi”yle suçlanacak olan iki generalin, plan yapmış olsalar bile suç işlememiş oldukları yönünde kamuoyu yaratmaya çalışmaktı.

Nitekim ikinci iddianame geldi, bu iddianameyle Ergenekon davasının ana eksenine “darbe girişimleri” oturdu ve her şey netleşti.

Aslında, yeni iddianamede “darbe girişimleri”nin odağa oturacağını ve kendilerinin esas olarak bununla suçlanacaklarını bizzat iki general de biliyordu ve Hurşit Tolon, savcılık soruşturmasında bu bilgiyi hesaba katarak çok riskli ve çok kritik bir adım atmıştı.

3 şubattaki yazımda (“Tolon, Darbe Günlükleri’ni doğrulamayı ne pahasına göze almış olabilir?”) Tolon’un bu adımını tahlil etmiş ve bunun “dışarıya” verilmiş bir mesaj olabileceği ihtimali üzerinde durmuştum.

Hatırlayanlar olacaktır, o yazıda, Tolon’un Darbe Günlükleri’nin Nokta’da yayımlanmasından hemen sonra Sabah’a (5 Nisan 2007) verdiği “bunlar sahte” içerikli demeçle, savcılık sorgusunda verdiği ve Hürriyet’in yayımladığı (8 Temmuz 2008) bir ifadeyi karşılaştırmıştım. O ifade şöyleydi:

“Kamuoyunda darbe günlükleri olarak bilinen günlüklerde benimle ilgili kısımlarda herhangi bir yanlışlık görmediğim için bu konuda tekzip yapma ihtiyacı hissetmedim. Çünkü herhangi bir şekilde kişilik haklarım zedelenmemişti.”

Şimdi, ikinci iddianamede, savcılar, Tolon’un bu ifadesine özel bir gönderme yapıyorlar ve biz de Hürriyet’in haberinin doğru olduğunu anlıyoruz.

Fakat işte tam bu noktada çok ilginç bir şey çıkıyor karşımıza... Tolon, Nisan 2007’de külliyen “sahte” dediği bir metnin kendisiyle ilgili bölümünü “darbe girişimi” suçundan yargılanacağını anlayınca neden kabul etti? Şimdi artık iddianamede de karşımıza çıkan o bölüm ki, Tolon’un (ve tabii birçok komutanın) darbe yanlılığını çok net bir biçimde gösteren 3 Aralık 2003 tarihli “büyük komutanlar buluşması”ydı. Radikal’in üç gün önce (28 mart) manşetten bir kez daha hatırlattığı o toplantıdaki ağırlıklı düşünce “hükümeti devirelim”di ve bu arzu toplantıya başkanlık eden Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün iradesi sayesinde kuvveden fiile çıkamamıştı.

Tolon’un bu toplantıdaki kendi sözlerini kabulüne dönersek... Tablo şu: Siz, size bir suç isnat edenler karşısında bir belgeyi doğruluyorsunuz ve böylece o suçu kabul ediyorsunuz.

İşte 3 şubat tarihli yazımda belli ki düşünülüp taşınılarak alınmış olan bu kararın arkasındaki rasyonaliteyi anlamaya çalışıyordum. Aklıma gelen tek şey de, bunun, “Beni darbeden yargılatmayın” mesajı olma ihtimaliydi: “Benim darbe planlamaktan yargılanmamı ve ceza almamı engellemezseniz, kendimle birlikte sizi de yakarım.”

Bence “darbe girişimi suç değildir” lobisini harekete geçiren asıl güç, Tolon ve Eruygur’la birlikte yanmak istemeyen eski generaller, yüksek rütbeli komutanlar, ve askerler ne yaparlarsa yapsınlar onların sivil mahkemelerde yargılanmasını “fena” bir şey sayan “yüksek rütbeli siviller”den oluşuyor.

Bakalım başarılı olabilecekler mi?

--------------------------


Margaz’dan bildiriyorum ve bilhassa “darbeder” kentlilere bildiriyorum...

Bir seçimi ilk defa bir köyde idrak ettim. İki yıldır yaşadığım Margaz (resmî adı Üzümlü ama birçok yerde olduğu gibi köyümüzde ve çevresinde de insanlar “kadim” ismi tercih ediyorlar), Antalya ilinin Kaş ilçesinin Kalkan beldesinin bir köyü.

Oy vermeye öğle saatlerinde gittim, tahmin edebileceğiniz gibi bütün sandıklar köydeki tek ilköğretim okulundaydı.

Bizim köyde yazın hemen hemen her hafta sonu bir düğün vardır ve bütün düğünler köyün güreş sahasında yapılır. İşte o düğünlerden âşina olduğum iskemleler bu defa yarı-düzenli bir tarzda okulun bahçesine dizilmişti ve köyün erkeklerinin büyük bir bölümü oturmuş sohbet ediyor, bir yandan da oy vermeye yeni gelenlerle selamlaşıyorlardı. Belli ki oy vermek için ev halkını getirenler, onları yolcu ettikten sonra okuldan ayrılmıyor, orada kalıyorlardı. Öğleden sonra gitsem okul bahçesinin çok daha kalabalık olacağı muhakkak.

Besbelli bayram yeri gibi, düğün alanı gibi algılanıyor sandık mekânları... Zaten herkes “düğün kıyafetleri” içinde ve ortada açık bir coşku hali var.

Seçim gününü böyle bir ruh haliyle yaşayan insanların, sandığı önlerinden kaldırmak isteyenlerle hiç işlerinin olmayacağını kolayca tahmin edebilirsiniz. Nitekim ben bugüne kadar, hangi partiyi tutarsa tutsun, hiçbir Margazlının ağzından “bu işi asker paklar” gibi bir şey duymadım.

Şükrü Erbaş, bir metafor fırtınası gibi olan “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” şiirinin bir yerinde (ki, köylü cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hakiki anlamında kendi canına (da) kast ettiğini sanarak ağzının payını vermişti şairin) şöyle der: “Köylüleri niçin öldürmeliyiz? / çünkü onlar yanlış partilere oy verirler...”

Etrafımda, artık lafını hiç sakınmadan darbeyi savunan okumuş-yazmış bir sürü kentli insan var. Onlar pazar günü bizim köyde olsalar ve benim gördüklerimi görselerdi, köylülerin neden öldürülmesi gerektiğine dair argümanlar dizisinin başına eminim, önlerinden sandığı almak isteyenlere karşı en küçük bir sempati beslemiyor oluşlarını koyarlardı.

Margaz’da iyice anladım ki, hep denildiği gibi bu ülkenin bir “cehalet” sorunu yok; fakat bir okumuş-yazmışlar sorunu var.

Alper Görmüş

30 Mart 2009 Pazartesi

Seçim sonuçlarını nasıl okumalıyız?

Başlık iddialı, ama iddialı şeyler söylemeyeceğim... Seçim sonuçlarını kim nasıl okursa okusun...

Her zaman olduğu gibi, ‘kazananı’ ve ‘kaybedeni’ önceden belli bir seçim yaşadık... ‘Demeç ve görüntü kirliliği’ sona erdi, memleket normale döndü. İyi oldu...

Ben böyle okuyorum.

Bir de ‘isimlendirme’ konusu var...

Eskişehir, Adana, Diyarbakır, Giresun ve Şanlıurfa vs. gibi illeri (ve birçok ilçeyi) dışarıda tutarsak, büyük ölçüde ‘partilerin’ yarıştığı ve ‘genel seçim’ havasında seyreden bir seçimdi... ‘Yerel seçim’, olsa olsa, bir isimlendirme hatasıdır ve ironik bir duruma işaret etmektedir.

Bir önceki yerel seçimi ölçü alırsanız, AK Parti’nin ‘mevcudu koruduğunu’, hatta görece ‘başarılı’ olduğunu söyleyebilirsiniz.

Bir önceki genel seçimi ölçü alırsanız, bu kez AK Parti’nin hafiften geriye geriye düştüğünü ve ‘güç kaybetmeye başladığını’ iddia edebilirsiniz...

Hatta, bu sonuca bakarak, sevinebilirsiniz de...

Buna, iktidar yorgunluğu mu, ‘global krizin’ yansıması mı, işsizlik mi, yolsuzluk söylentileri mi, rakip adayların gücü mü etki etmiştir, bilmiyorum.

Bunun cevabını iktisatçılar ve siyasetbilimciler versin.

Bence erkenden sevinmeseniz daha iyi edersiniz.

Fakat üzücü haber şu:

Bir önceki yerel seçimi de ölçü alsanız, bir önceki genel seçimi de ölçü alsanız, CHP kaybetmiştir.

İsterseniz, cumhuriyet dönemindeki tüm ana, ara, yerel seçimleri ölçü alın... Farketmez...

Sadece ‘laiklik’ ve ‘cumhuriyet’ hassasiyetine abanan CHP, sürekli kaybedecek, hiçbir zaman ciddi bir iktidar alternatifi olamayacaktır.

Bu seçimin söylediği belli başlı ‘şeyleri’ maddeler halinde sıralamak istiyorum:

BİR- Bu seçim, zannedildiği gibi, AK Parti’yle CHP arasında geçmedi... Adil Gür’le Tarhan Erdem arasında geçti ve Tarhan Erdem ‘maalesef’ kaybetti... Adil Gür, kazanmasa da, en azından kaybeden taraf olmadı.

İKİ- MHP birçok bölgede sürpriz yaptı ve AK Parti’nin oylarını böldü.

ÜÇ- Mehmet Bekaroğlu’nun uygun bir aday olmadığı görüldü. Buna rağmen Numan Kurtulmuş’lu Saadet Partisi başarılıydı. Yurt genelinde alınan oylara bakarak, şimdiden ‘Bir lider doğuyor’ diyebiliriz.

DÖRT- Diyarbakır bildiğiniz gibi...

BEŞ- Sefa Sirmen’in ölüsü bile partisinden daha çok iş yapıyor. Hiçbir zaman belediye başkanı seçilemeyecek ama Kocaelispor’un rantıyla siyasette varolmaya devam edecek.

ALTI- Ankara’da seçmen Melih Gökçek’e ‘Bu son olsun’, Murat Karayalçın’a ‘Sen bu işleri bırak’, Mansur Yavaş’a da ‘Bir sonraki seçimde buralarda bir görün, bir de o zaman bakalım duruma’ dedi.

YEDİ- Kemal Kılıçdaroğu, Doğan Medya Grubu’nun muazzam desteğine rağmen ipi göğüsleyemedi. Ama partisinden daha çok oy alarak ‘görece başarılı’ oldu... Doğan Medya Grubu ise kaybetti.

SEKİZ- Deniz Baykal’ın, Kemal Kılıçdaroğlu diye bir sorunu oldu... CHP kurultayları bundan sonra daha renkli geçecek ve büyük bir sürpriz olmazsa Kılıçdaroğlu’nu bu kez de ‘Mustafa Sarıgülleşmiş’ olarak izleyeceğiz.

DOKUZ- DSP’nin niçin bu seçimlere girdiği anlaşılamadı.

ON- Bu seçimin bir tek mağlubu var: Önceki tüm seçimlerin mağlubu olan CHP...

Ahmet Kekeç