29 Mart 2009 Pazar

Nasıl bir Türkiye istiyoruz?

Modern dünya, herkesin bildiği üzere, Batılı kimliğin dünyayı kendi perspektifinden yorumlamasına izin veren bir tahakkümü de ifade etti. İdeolojik açıdan bakıldığında, Batı, dünyanın gerçekten de ‘efendisi’ oldu. Çünkü sadece kendisinin değil, kendisine benzemeyenlerin de nasıl tanımlanması gerektiğini belirledi. Dolayısıyla oryantalizm denen ‘Batı hayalinde Doğu üretme’ yaklaşımı aslında modernizme içkin bir özellik...

Bu bakış pozitivizmle de iç içe geçmişti. Medeniyetler skalasında Batı’ya en önde yer verilmesi ile birlikte, Doğu toplumlarının geleceği de Batı’ya benzemekle sınırlanmış oldu. Bugün kendilerini bilimsel açıdan ‘aydınlanmış’ gören birçok kişi, farkında olmadan hâlâ bu gizli pozitivist ve oryantalist yaklaşımın takipçiliğini sürdürüyor. Bu kişiler sadece Batı’da değil, bizzat Türkiye’de de mevcut... Onları birleştiren nokta ise laikliği medeniyetin ölçüsü yapmaları... Ne var ki bu laikliğin farklı biçimleri üzerine pek de kafa yorma zahmetine katlanmıyorlar. Laikliğin bir zihniyet zemini üzerinde oturduğunu ve farklı zihniyetlerin farklı laiklik anlayışları ürettiğini es geçiyorlar.

Öte yandan modernliğin pozitivist ve oryantalist türü otoriter zihniyetten besleniyor. Dolayısıyla da bugün laikliği bir tür siyasi ve kültürel kimlik haline getirenlerin ‘Doğu’ya bakışında bu zihniyet epeyce belirleyici olmakta... Türkiye ise bu açıdan sürprizleri bol bir ülke... Birçok kişi AKP olgusunu nasıl değerlendirmek gerektiğini bilemiyor. Çünkü onların beklentisi, özgürlük ve eşitlik türü ideallerin ancak sekülerleşen toplumlarda olabileceği. Buna göre doğulu toplumların önünde iki yol gözüküyor: Ya sekülerleşerek Batı’ya benzeyecekler ve böylece daha özgürlükçü bir rejim kuracaklar; ya da daha da dindarlaşarak Batı’dan uzaklaşıp ‘ortaçağ karanlığına’ gömülecekler. Diğer bir deyişle bu modernist algıda herhangi bir kişi ya da grubun dindarlığını koruyarak modernleşmesi gibi bir alternatif yok. Oysa Batı tam da bu şekilde dindarlarını laiklik içinde yaşatarak modernliği üretti. Anlaşılan o ki bazı modernler için Batı’nın yapabildiğini Doğu’dan beklemek doğru değil. Bunun da herhalde tek nedeni dinler arasındaki farklılık olmalı... Kısaca söylemek gerekirse Türkiye’dekiler de dahil birçok ‘laik’ kimlik sahibi, Hıristiyanlığın modernliğe yatkın olduğunu, ama Müslümanlığın bunu beceremeyeceğini düşünüyor. Bilinen klasik argüman ise Hıristiyanlığın reform geçirmiş olması... Oysa elimizde sekülerleşme açısından reformun olmazsa olmaz bir önkoşul olduğunu söyleyebilecek bir veri yok. Batı’da böyle yaşandı diye, beş yüz yıl sonra Doğu’da da böyle yaşanması gerekmiyor. Ama pozitivizmin gücü birçok kişiyi farkında olmadıkları bir cehalete doğru sürükleyebiliyor.

Oysa Türkiye’de tam da bu beklenmeyen, ihtimal verilmeyen süreç gerçekleşiyor. Dindarların etkili olduğu bir siyasi hareketin öncülüğünde daha özgür ve eşit bir ülke yaratılıyor. Ama asıl dinamik bu partiden değil, toplumsal tabanda yaşanmakta olan değişimden kaynaklanıyor. İtiraf etmek gerek ki bu karmaşık bir süreç... Kişisel düzlemde kendisine dindar diyen ana günlük hayatını giderek daha seküler yaşayan geniş bir kitle var. Buna karşılık cemaat dengelerinin etkili olduğu yerler olan Anadolu’nun kent ve kasabalarında cemaatsel kriterlere itiraz etmeme eğilimi söz konusu. Örneğin bu nedenle içki satan lokantaların sayısı azalabiliyor... Kamusal alan muhafazakârlaşıyor... Diğer taraftan aynı insanlar siyasi tercihler söz konusu olduğunda laik kesimden çok daha fazla özgürlükçü ve reformist bir tutum izliyorlar.

Böylece batılı tahayyülün algılamasını zorlaştıran bir biçimde, kültürel muhafazakârlıkla siyasi reformculuk bütünleşebiliyor. Bu muhafazakârlık kamusal alana çıktığı ölçüde cemaati genişletirken, o cemaatin içindeki kişiler de kendi özel hayatlarında muhafazakârlıktan uzaklaşıyorlar. Bunun anlamı muhafazakârlığın bireysel sekülerleşmeyi de içeren bir şekilde modernleşmeyi taşıması ve siyasallaştırmasıdır. Bu cümle birçokları için kavranması zor olabilir... Ama Türkiye’nin gerçeği bu...

Bu değişim dinamiğinin karşısında ise kültürel serbestlikle siyasi muhafazakârlığı birleştiren bir cephe bulunuyor. Söz konusu cephe liberal değerleri savunmuyor... Çünkü bireyselliğe değil, otoriter laiklikte buluşan bir cemaatçiliğe dayanıyor. Böylece Türkiye’nin önündeki tercihleri daha berrak bir biçimde görebiliyoruz: Bir yanda dindarlıklarını kamusal alan taşıyan ama Türkiye’yi de AB’ye sokmak isteyen muhafazakârlar; diğer yanda bireysel yaşam biçimlerini ve devletin bugüne kadar sağlamış olduğu imtiyazlarını korumayı hedeflerken, bu uğurda özgürlükçü reformları engelleyen laikler...

Türkiye yerel seçimlere giderken, arka planda bu tercihi de yapacak. Demokratların ise hangi kanatta yer alacağı geçen seçimlerden bu yana belli olmuş durumda. Otoriter zihniyetin bu ülkedeki hegemonyasının nelere mal olduğunu iyi biliyoruz... Kendi kültürel kimliğini ve alışkanlıklarını sürdürmek adına toplumun geri kalanını ‘görmeyen’, hatta toplumu bir tehdit olarak algılayan kemalist anlayışla ne modern ne de laik olunamayacağının da farkındayız. Burada mesele bir partiyi beğenmek veya beğenmemek değil... Nasıl bir Türkiye istediğimize karar vermek.

Etyen Mahçupyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder