24 Ocak 2009 Cumartesi

Elbette Ehl-i Sünneti Savunacağım

DİNÎ, ilmî, kültürel konularda küfür edenler, hakaret savuranlar, yalan ve iftiraya başvuranlar, seviyesiz bir üslupla konuşup yazanlar fitne ve fesat çıkartmaktadır.

Ehl-i sünnetten, hak mezheplerden, bid'at fırkalarından bahs etmek Ümmet'i bölmek değildir. Ümmet zaten bölünmüştür. Peygamber ne buyurmuş?.. "Ümmetim (benden sonra) yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri müstesna bunlar cehennemliktir..." Kendisine sorulmuş: "Kurtulacak olan Fırka-i Nâciye hangisidir?" Şu cevabı vermiş: "Benim ve ashabımın itikadında olanlar, yolunda gidenler..."

İslâm ümmeti içinde usûle, esaslara, temellere aykırı olmayan müsbet çeşitlilikler vardır.

Bir de usûle aykırı tarafları olan, az veya çok doğru yoldan ayrılmış bulunan bozuk, bid'atçi, aşırı giden fırkalar vardır.

Her fırka, kendisinin doğru ve hak olduğunu iddia ediyor.

Dünya üzerinde sayıları çok az ama Haricîler, hak yolda olan grubun kendileri olduğunu sanıyor, öteki Müslümanlara kızıyor ve acıyor.

Onlar da abdest alıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hattâ nafile ibadet ediyor. Şiîler hak ve doğru mezhebin Şiîlik olduğuna inanıyor.

Vehhabîlere göre hak yol Muhammed ibn Abdülvehhab'ın yolu ve açtığı çığırdır.

Bendeniz bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak elbette Sünnîliği savunacağım. Bu, benim hem hakkımdır, hem de vazifemdir.

Ehl-i Sünneti savunduğum için beni, fitne ve fesat çıkartmakla suçlamak insafa ve adalete sığmaz.

Bazıları "Din baronları" tâbirine bozuluyor, öfkeleniyor. İsim vermediğime göre kızmaya hakları yoktur. Gerçek ve 'âmil (bildiğini, ilmini hayatına uygulayan) ulemaya ve hocalara samimî ve derin hürmetim vardır. Gerçek şeyhlere de hürmet ederim. Hepsinin ellerinden öperim. Benim baron dediğim kimseler Kur'ân'a, Sünnet'e, Şeriat'a ve ahlâka aykırı olarak Müslümanların paralarını ve mallarını toplayıp zimmetlerine geçiren, şahıslarını putlaştıran kimselerdir.

Şimdi soruyorum:

Herkes kendi fırkasını savunuyor da ben niçin Ehl-i Sünneti savunamayacakmışım?

Yumuşak ve terbiyeli bir üslupla yazıyorum. Tenkitlerim anonimdir. İsim vermeden, kimlik belirtmeden eleştiriyorum.

Birtakım kimseler "Mezhepler puttur... Mezheplere bağlı olanlar onları din haline getirdiler..." şeklinde delilsiz, gerekçesiz, insafsız bir şekilde konuşuyor. Asıl fitneyi onlar çıkartıyor.

Tasavvuf büyükleri, evliyaullah için "Onlar Allah'ın velileri değil (hâşâ) şeytanın velileridir" diyenlere cevap vermek hakkım değil midir?

Dört hak mezhep Müslümanları bölmez... Fıkıh Müslümanları bölmez... Aksine birleştirir.

İslâm dinini, Muhammedî Şeriatı tehdit eden en tehlikeli bid'at mezhepsizliktir.

Ehl-i Sünnet İslâm'ın ana caddesidir. Bu cadde-i kübrayı bırakıp da çıkmaz sokaklara, dar patikalara, bid'at yollarına sapanlar helâk olurlar.

Bendeniz amatör bir yazarım, profesyonel gazeteci değilim. Kendime yaptığım programın ana maddeleri şunlardır:

1. Kur'ân için çalışmak. Kur'ân'ın cahiller ve kötü niyetliler tarafından re'y ve hevaya uyularak yanlış yorumlanmasına karşı çıkmak.

2. Peygamberimizin Sünnetini ve Ashabını müdafaa etmek.

3. Şeriat-i garra-i Ahmediyyeyi savunmak.

4. Tashih-i itikad için çalışmak.

5. Bid'at ve dalaletlerle mücadele etmek.

6. Müslümanların doğru yolda birlik ve beraberlik içinde olmaları için propaganda yapmak.

7. İmamet-i Kübra için çalışmak.

8. Din sömürüsüne karşı çıkmak, Müslümanları bu konuda uyarmak.

9. Fırka asabiyeti ile mücadele etmek, Ümmet şuurunun kuvvetlenmesi için sa'y ü gayret göstermek.

10. Müslüman toplumda ahlâkın, faziletin, hikmetin hakim olması için propaganda yapmak.

Biri soruyor: Müslümanlara başkan mı olmak istiyorsun? Bu zat benim önceki yazılarımı okumamış. Müslümanlıkta (istisnâî ve zarurî haller dışında) başkanlığa talip olmak haramdır. Talip olmasa, matlup (istenen) olsa, şayet ehil ve layık değilse kabul etmek yine haramdır. Olgun bir Müslüman olduğumu iddia etmem ama şu halimde ve bu yaşımda başkanlık emeline sahip olacak kadar da ham, hırslı, azgın değilim. Hiçbir rütbesi, derecesi, fazileti, iddiası, emeli olmayan sıradan bir Müslümanım. O kadar...

Ehl-i Sünneti savunmaya devam edeceğim... Ehl-i bid'ati tenkit edeceğim... Bozuk fırkaların propagandalarına karşı çakacağım... Din sömürüsü yapanlara muhalif olacağım.

İslâm'a ve Ümmete en büyük zarar din sömürücülerinden gelmektedir.

İslâm'ın önündeki en büyük engel cahil ve bid'atçi Müslümanlardır.

Din sömürüsü, mukaddesat bezirganlığı yapanlar kadın satanlardan daha alçaktır.

İslâm bedeviyet dini değil, medeniyet dinidir.

İslâm ilim, irfan, ahlâk, fazilet, hikmet, adalet, insaf, edep, terbiye, mürüvvet ve fütüvvet dinidir.

Kurtulmaya Niyetimiz ve İrademiz Var mı?

1. Binlerce vatandaş yargısız olarak feci şekilde öldürülmüş ve cesetleri kuyulara atılmış, çukurlara gömülmüş.

2. Binlerce vatandaşa hukuka ve insan haklarına aykırı olarak işkence yapılmış.

3. Ülkenin yüzlerce yerinde toprağa çeşitli silahlar, cephane gizlice gömülmüş.

4. Serbest seçimlerle halkın seçmiş olduğu sivil iktidarı devirmek için planlar yapılmış, teşkilat kurulmuş.

5. Laik kesimi harekete geçirmek için o kesimin göz bebeği gazeteciler, akademisyenler, aydınlar acımasızca öldürülmüş.

6. Binlerce fail-i meçhul cinayet dosyası var.

7. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat darbeleriyle hukukun beli kırılmış, millet iradesi gemlenmiş, ülke kalkınması engellenmiş.

8. Üniversiteler malum bir zihniyetin fideliği haline getirilmeye çalışılmış.

9. Din, vicdan, inandığı gibi yaşamak hürriyeti ayaklar altına alınmış.

Bunlar ve bunlara benzer kötülükler yapılırken birileri anormal şekilde zenginleşmiş, kara ve kirli servet edinmiş.

Büyük medya tekelleşmiş ve kartelleşmiş.

Kirli, karanlık, hukuk dışı, ahlâka aykırı dosyalar yığınlarla.

Bu saydığım pislikler, kanunsuzluklar, vicdansızlıklar Norveç'te, İsveç'te, Finlandiya'da var mı?

Türkiye'ye bildiğimiz normal devlet yetmiyor mu ki, bir de derin devlet kurdular, ensemizde boza pişirdiler.

Birileri kanun kanun diyerek kanunun, hukukun, adaletin ırzına geçti.

Bütün bu kötülükler yüzünden Türkiye geri kaldı.

Türkiye bir Japonya, bir Güney Kore olamadı.

Yeni okullar açıldıkça cezaevleri kapanacak diyorlardı. Tam aksi oldu. Yeni okullar çoğaldıkça cezaevleri de çoğaldı. Çünkü eğitim sistemi bozuktu, genç nesilleri iyi yetiştiremediler.

İman bir nasip meselesidir. Bunlar, kendileri dinsiz imansız diye milletin dinine imanına savaş açtılar.

Türkiye'deki başörtüsü krizi gibi bir kriz var mı, dünyanın medenî ülkelerinde?

Üniversiteye niçin başörtülü Müslüman kızları almıyorlar?

Müslümanlar okumasın, Müslümanlar kadro kuramasın, Müslümanlar cahil kalsın.

Bu kafadakiler ne demokrasiye, ne hukuka, ne de insan haklarına inanır.

Düşmüşüz bir çukura, debelenip duruyoruz.

Kurtulabilecek miyiz?

Kurtulmak için bilmek gerekir. Bildikten sonra kurtulmaya niyet etmek gerekir. Kuru niyetle olmaz. Bir kurtuluş plan ve programı olması gerekir. Bunu hayata geçirecek bir irade gerekir. İmkanlar gerekir.

Bunlar bizde var mı?

Mehmet Şevket Eygi

Asker-sivil ilişkilerinde ‘demokratik normalleşme...’ Türkiye’de, devletin sahibi kim sorusu...

Başbakan Ecevit’e 1970’lerde, “Duyduklarımdan dehşete kapıldım” dedirten kontrgerilla...
Başbakan Demirel’e 1980’de, “12 Eylül darbesinin sabahında terör ve anarşi nasıl öyle birden duruverdi?” sorusunu sorduran derin devlet olgusu...
Başbakan Yılmaz’a 1990’ların sonunda, “Devletin bazı kurumları terörle mücadele ederken hukukun dışına çıktılar” tespitini yaptıran Susurluk olayı...
Şimdi sorabilirsiniz:
Tümünün düğüm noktası nedir?
Bu sorunun yanıtını rahmetli Ecevit de biliyordu, Demirel’le Yılmaz da biliyor.
Bugünün Cumhurbaşkanı Gül de biliyor, Başbakan’ı Erdoğan da... Onların bildiğini asker de biliyordu, bugün de biliyor tabii...
Hepsi farkında, meselenin düğüm noktası ‘asker’dir. Askerden ‘yeşil ışık’ yanmadan bütün bunlar yaşanmazdı.
Bazen ‘çizgi dışı‘na çıkılmış olsa da, kontrgerilla, derin devlet, Susurluk, bütün bunlarda belirleyici olan ya da çerçeveyi çizen ‘askerin iradesi‘ydi.
Bugün Ergenekon’a nasıl gelindiğini düşündüğünüz vakit, asker yine sahnede kendini belli ediyor.
Ergenekon’u yerli yerine oturtmak için 2003-2004 darbe tertiplerini, özellikle Ergenekon sanığı, eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur‘un başrolü oynadığı Sarıkız’ı gözardı edebilir miyiz?..
Bunları kaçıncı kez yazıyorum.
Takıntılı olduğum için mi?
Evet, bir takıntım var:
Demokrasi ve hukuk devleti...
Bu takıntım yüzünden Türkiye’de asker-sivil ilişkileriyle devlet meselesini sürekli düşünüyorum.
Askerle siyaseti düşünüyorum.
Sivil-asker ilişkilerinin ileri demokrasilerdeki gibi normalleşmesine kafa yormaya çalışıyorum.
Çünkü yıllar geçtikçe bir noktayı gayet iyi anlamış durumdayım. Sivil-asker ilişkileri demokratik bir normalleşme rayına oturmazsa, siyasal istikrar bu ülkenin kapısını kolay kolay çalmaz.
Asker bu ülkede kendini bir yerde ‘devlet’in asli sahibi olarak görüyor. İttihatçılar’dan bu yana, ama özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri bu hiç değişmedi.
Asker, ‘sivil’e güvenmiyor.
‘Sandık’tan çıkana güvenmiyor.
Asker, halkın oyu her şey demek değildir diye düşündüğü içindir ki, arada bir yaptığı darbelerle, öylesine anayasal ve yasal bir çerçeve çiziyor ki, demokrasi ve hukukun kolu kanadı kırılıyor.
Seçimle gelen organların, seçilmiş hükümetin ‘devlet’ karşısında, ‘asker-sivil bürokratik elit’ karşısında zayıf, eli kolu bağlı kalması kurumsallaştırılıyor.
27 Mayıs, 12 Mart, özellikle 12 Eylül ve 28 Şubat’tan gelen birçok örneği var bu gerçeğin...
Kısacası:
Asker, bu ‘devlet egemenliği‘ni daha çok kendi tekelinde tutmak istediği içindir ki, bu ülkede Ecevit’i dehşete düşüren kontrgerilla faaliyetleri yaşanabiliyor. Demirel’i 12 Mart’ta, 12 Eylül’de başbakanlıktan deviren ‘darbe ortamları’na Türkiye sürüklenebiliyor.
28 Şubat’taki gibi post-modern darbeler düzenlenebiliyor.
Veyahut 2000’lerin başındaki gibi darbe tertipleri, büyük-küçük Ergenekon‘lar, Çankaya Savaşları, 27 Nisan Muhtıra’ları yaşanabiliyor.
Yineliyorum:
Bütün bunların temelinde, bir türlü ‘demokratik normalleşme süreci’ne oturamayan sivil-asker ilişkileri ve devlet meselesi yatıyor.
Bir kez daha altını çiziyorum:
Türkiye ‘asker sorunu‘nu çözmek zorunda!
Bunu belirtmek, ‘asker düşmanlığı’ değildir. Bunu belirtmek, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya dönük bir çaba değildir. Bunu belirtmek, askerden eski darbelerin ‘rövanşı’nı almak değildir.
Bu sorun, Türkiye’nin belki en temel sorunudur. Sivil ve askerin işbirliği içinde, demokrasi ve hukuk çerçevesinde çözecekleri bir sorundur.
Sorunun özüne gelince, askerin halk oyuyla ‘seçilmiş sivil otorite’ye tabi olmasıdır.
Ama aynı zamanda ‘hukuka aykırılık’lara geçit vermeyen bir anlayış ve yapının, sivil içinde olduğu gibi, asker içinde de bir an önce kurulmasıdır bu sorunun özü...
Bunun için de bazı hesapların sorulması, temizliklerin yapılması gerekir.
Özellikle asker içinde...
Ergenekon davası sürecine, yukarıda özetlemeye çalıştığım pencereden de bakılabilir.
Hasan Cemal

Keşke CHP'nin İstanbul adayı Baykal olsaydı...

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak CHP'nin Kemal Kılıçdaroğlu'nu göstermesi, bu partideki insan israfının bir yeni örneğidir.
Kılıçdaroğlu, sakin üslubu ve belgelere dayanan iddiaları ile, CHP'nin iktidara dönük suçlamalarını TBMM'nin ötesine, televizyon izleyen geniş kitlelere taşıdı.
Açıkçası Kılıçdaroğlu yeni bir soluk getirdi CHP'ye.
Şimdi o, kazanması pek mümkün olmayan bir yerel seçimin muhtemelen yenik adayı konumunda, öne sürülüyor.
Her siyasi partinin ve her liderin kendilerine özgü tutumları ve dışarıdakilerin bilemedikleri hesapları vardır.
Ama siyaset neticede kamuya dönük bir meslektir ve herkes siyasetçilere akıl öğretme hakkını kendinde görür.
Bu açıdan bana göre CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı'nın, Genel Başkan Deniz Baykal olması gerekirdi.
Hem karizması, hem örgüt üzerindeki gücü hem de halk arasındaki imajı ile, Belediye Başkan adayı Deniz Baykal, İstanbul'daki yerel seçime bir genel seçim havası getirebilirdi.
Belediye Başkanı seçildiği takdirde de hem erken genel seçim isteyebilir, hem de Tayyip Erdoğan'ın tekelindeki "İstanbul'un eski Belediye Başkanı-Başbakan" unvanının ilk yarısına ortak olurdu.
Bu sırada da CHP Genel Başkanlığı'nı geçici olarak Kemal Kılıçdaroğlu yürütürdü.

Herkesin hesabı farklı
Sanırım Deniz Baykal'ın Belediye Başkan adayı olması, CHP'li seçmenleri Kılıçdaroğlu'nun aday olmasından daha fazla heyecanlandırırdı.
Ancak daha önce de söylediğim gibi, siyasetçilerin hesapları ile dışarıdakilerin hesapları birbirine uymaz.
Bakın mesela arkadaşımız Reha Muhtar da Kılıçdaroğlu'nun adaylığı konusunda benim düşündüklerimle aynı olan düşünceleri yansıtmış Vatan'daki köşesinde:
"Ne yaptıysak, ne söylediysek fark etmedi... Bay Deniz Baykal, bay Kemal Kılıçdaroğlu'nu İstanbul'a Belediye Başkan Adayı yaptı... Sanıyorum Bay Tayyip Erdoğan iyice bir rahatlamış, keyiflenmiştir bu karardan... Kemal Kılıçdaroğlu'nun da İstanbul'a aday olmasıyla, önümüzdeki genel seçimde Bay Tayyip Erdoğan'a rakip olacak bir müstakbel lider adayının şimdilik olmadığı ortaya çıkmıştır... Bay Kemal Kılıçdaroğlu yolsuzluklara karşı verdiği dosyalı muhalefet mücadelesi, demokratik olgunluğu, halkta yarattığı müthiş prestijle, karizması güçlü Tayyip Erdoğan'a karşı, Baykal'la birlikte genel seçimlerde yürüyecek en etkili figürdü... Bu şansı kalmadı Bay Kemal Kılıçdaroğlu'nun... İstanbul'a belediye başkanı olursa zaten genel seçimlerde olmayacak... İstanbul'u kazanamazsa, prestij kaybedecek, eski gücünde olmayacak..."

Mehmet Barlas

Obama, Hüseyin gibi konuştu

Obama yemin töreninde Barack Hüseyin Obama şeklinde yemin edecekti. Burada bir nevi ikinci ismi Hüseyin'in gizlendiğini veya en azından H remziyle işaret edilerek gizlenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Lakin kimilerinin belirttiği gibi, Piramitler gibi kölelerin yaptığı Beyaz Saray'a, sonunda Kunta Kinte'lerin torunlarından birisi oturdu. Her ne kadar köle bir aileden gelmiyorsa bile 1960'lı yıllara kadar ayrımcılığa maruz kalmış ve yer yer makamı ne olursa olsun gündelik hayatta el'an bile ayrımcılıkla yüzleşen bir kesimi temsil ediyor. Kurşun geçirmez camların arkasından yemin etmesi de bir şekilde bu ağır havayı yansıtıyor. Obama hakkında belki de konuşacak çok vaktimiz olacak. Bazılarına göre-hatta Hillary de bunlara dahil- gerçi şimdiye kadar postu delinmiş olması gerekirdi ama o sağ salim yeminini etti bile. Belki Obama eski Obama değil. O gelinceye kadar birçok tezgahtan geçti ve ehlileştirmeye çalıştılar ve belki kısmen de muvaffak oldular. Lakin dünya da değişiyor ve sistemler de değişiyor. Obama'yı değiştirseler bile rengini değiştiremiyorlar. Bu itibarla bardağa hep boş tarafından bakmamak lazım. Ruhumuz bedbinlik ve kötümserlikle kararmışsa o başka. Gerçekten de Obama'nın Beyaz Saray'a gelmesiyle birlikte zahiri de olsa çoklarının Amerikan rüyası bir kez daha gerçekleşmiştir. Rüyanın gerçekleştiği sabah rüyayı gerçekleştiren adam özlenen bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmasında, 'Ben, lokantada kendisine yemek servisi yapılmayan ve geri çevrilen, reddedilen bir adamın oğluyum' diye alınan mesafeye de atıfta bulunmuştur. Bu atıf Hazreti İsa'nın bir sözünü akla getirmiştir: Yapıcıların ve ustaların reddettikleri taş, köşetaşı oldu. Obama'nın idolları rüyasını gerçekleştirdiği Martin Luther King, JFK ve köleliği kaldıran Abraham Lincoln'dür. Onun arkaik ve tozlanmış İncil'iyle de yemin etmiştir.

44'üncü başkan sembollerle yüklü bir açılış yapmıştır. Ve kimilerine göre, ABD açısından 21'inci yüzyıl 29 Ocak 2009 tarihinde başlamıştır. Obama'nın konuşması belki bazı bölümleri çıkarılsa Hüseyin'e yakışan bir konuşma olurdu. Konuşmasının bir bölümünde bir ayetin mefhumuna ve muhtevasıyla gönderme yapmıştır. Konuşmasını, 'İnsanlar kendilerini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez' ayetinin mealiyle süslemiştir. Kur'an-ı Kerim'e atıfta bulunmadan Kur'an-ı Kerim'in ifadelerini kullanmıştır. 'Toplumu daha iyiye ve güzele taşımak için kendimizi değiştirmeliyiz' demiştir. Janus gibi bir yüzüyle modern Roma'ya (ABD) bakarken diğer yüzüyle de geldiği noktaya; Kenya'ya bakmaktadır. Bir yüzüyle Yahudi çevrelerle kuşatılmıştır ve onlar şüphesiz Obama'yı çıkarları istikametinde imale etmek ve etkilemek istemektedirler. Diğer yüzüyle de Hüseyin'i hatırlamaya çalışmaktadır. Bununla birlikte, kimse Obama'nın ikinci bir Bush olacağını söyleyemez. Lakin 'yeniden dünyanın liderliğini yapacağız' derken bu hem gayri mümkün ve gayri kabil bir beklenti hem de izin verilmemesi ve geride kalması gereken bir tarihi devreden maada temenni ve beklentidir. Zira, Bush döneminde Amerikan halkının iradesini ele geçirenler halen pusuda beklemektedirler. ABD'nin imajı tamir olduğunda, gücünü toparladığında şüphesiz eski muhafızlar geri döneceklerdir. Ya da deneyeceklerdir. Obama onlar sayesinde gelmiştir, onlar da Obama sayesinde yeniden gelmek isteyeceklerdir. Onlara geçit vermek yeniden dünyanın deje vu yaşamasına (biz bu sahneyi daha önce görmüştük hissi) ve tarihin tekerrürüne neden olacaktır. Dolayısıyla ABD'nin gücünün sınırlanması, öncelikli olarak onun iyiliğinedir. Zira biliyoruz ki güç ifsat eder ve insanın ve devletlerin kimyasını bozar.

Obama, Beyaz Saray'a girerken H ile tırnak içine alınsa bile o Hüseyin gibi konuşmuştur. Keza aylar öncesinde kendisi ve ailesi için Ağlama Duvarı'nda yaptığı dua da Burak Duvarında yapılan dua gibi olmuştur. Zira o Burak'ın sahibinin duasıdır.

"Lord-Protect my family and me. Forgive me my sins, and help me guard against pride and despair. Give me the wisdom to do what is right and just. And make me an instrument of your will." Burak sahibi ve Hüseyin'in dedesi ve seçilmişlerin özü bu duayı Arapça olarak şöyle terennüm etmiştir: Allahümme erine'l hakka hakken verzukna ittibaehu Allahümme erine'l batile batilen verzukna içtinabehu. Allah'ım bana hakkı hak olarak göster ve yolumu aydınlat. Allah'ım bana batılı batıl olarak göster ve onun pençesine düşmekten koru ve kolla. Gelmiş geçmiş günahları bağışlanıldığı halde günde 70 defa istiğfar eden Hazreti Peygamber hidayeti yine sahibinden ve Allah'dan dilemiştir. Obama'nın Filistinli dostu Reşit Halidi, Obama'nın Filistinlilerin duygularını paylaştığını ama duygularına kapılmadığını söylemiştir. Bu bize bir yerlerden tanıdık geliyor ve 'siyasi meselelere hissimizi karıştırmıyoruz' diyen bir siyasetçinin sözlerini hatırlatıyor. Bu sözler şartların sözleri olabilir lakin Hazreti Hüseyin'in hasbi ve ivazsız ve garazsız tavrı ve eylemi değildir. Obama'dan Filistin'in İsa'sı ve Hicaz'ın Hüseyin'i gibi olmasını istiyoruz.

Obama'nın tensip töreni Bush ve Cheney için veda zamanıydı. Cheney burada kamunun önünde Lenin'in son günlerindeki gibi tekerlekli sandalyeye gömülmüştü. Sanki törende dünyayı kana bulamış son Troçkist gibiydi. Bush ise ortağıyla birlikte Irak'ta pabuçla Washington'da da yuhlarla uğurlandı. İncil'de yazdığı gibi, ağacı meyvesinden tanırsınız

Mevlüt Özcan

Ölümün istismarı

Her şey Ergenekon'u bulandırmak için... Bu uğurda her duyguyu utanmazca istismar ettiler.

Yaşlı olmayı... Devlet içinde önemli kişi olmayı... Baba olmayı...

Hasta olmayı... Şimdi de ölümü istimar ediyorlar. JİTEMCİ Albay'ın intiharla gelen ölümünü...

Evet, yaşlı-başlı insanlara karşı saygı geleneklerimizdendir. Bir nev'i "bu dünyada misafir artık" hissiyatı...

Ama her yaşlıya ermiş muamelesi yapmak zorunda olduğumuzu kim söyledi? Eğer insan kötüyse, yaşadığı yıl sayısı arttıkça biriken kötülük miktarı da artar ve böylelerinin gidici olduğunu bilmek, üzüntüyle karışık bir saygı değil, olsa olsa sevinçle karışık bir avuntu doğurur insanda...

Evet, halkımız devlet büyüklerine saygı duyar; bu, devlete olan saygısından gelir. Ama en büyük kötülüklerin de yine devletten kaynaklandığını; en büyük acıları devletin çektirdiğini -hatta bunlardan bazılarının göğsünde dizi dizi madalyalar olduğunu- da kendi tecrübesiyle bilir.

Devletin despot yüzünü temsil eden mevki sahipleri karşısında korku duyduğunu söyleyebilirsiniz, ama sevgi ve saygı asla! Evet, ordumuz halkımızın gözbebeğidir. Ama şu anda o gözün fena halde enfekte olduğunu; gözbebeğine kaçmış mikroplar temizlenmezse o gözün görmez olacağını göremeyecek kadar kör değildir. Evet, halkımız "terörle mücadeleye ömrünü vermiş kahramanlara" hep minnet duyacaktır.

Ama terörle mücadeleyi kendi zalim iktidarları için fırsat bilen diktatör heveslilerini, terörün yarattığı puslu havayı kendilerini gizlemek için kullanan cinayet zanlılarını, savaşı kendileri için fırsata dönüştüren savaş ağalarını gerçek kahramanlarla bir tutmanın, en başta o kahramanlara saygısızlık olduğundan da şüphe duymayacaktır.

Evet, ölüm karşısındaki sessizlik, sadece bizim değil, bütün kültürlerin ortak geleneğidir. Ama bu sessizlik, gerçeklerin unutulmasından değil, artık aramızda olmayan birinin arkasından konuşmama büyüklüğünden gelir. Ama eğer birileri bu terbiyeyi zorlarsa, hele bu terbiyeyi kendi kötü amaçları için kullanırsa ihlal edilmesi de kaçınılmaz hale gelir.

Şu anda "yargısız infaz" çığırtkanlığı yapan medyanın intihar eden albaya aldırdıklarını hiç sanmayın. Şimdiye kadar yaptıkları dehşet verici haberlerle kimbilir kaç kişinin hayatını paramparça ettiler, intiharına, ölümüne, ömür boyu utanç içinde yaşamasına sebep oldular. Kılları bile kıpırdamadı.

Şimdi, yediği haltlar ayyuka çıkmış bir JİTEMCİ'nin ölümünü kullanarak yine Ergenekoncular'ı halkın öfkesinden korumaya çalışıyorlar. Taa 1998 yılında, dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın raporunda adı "bölgede işlenen faili meçhul cinayetlerin planlayıcısı ve yürürlüğe koyucuları" arasında sayılan bir adamı; 2005 yılında hakkında "Bir suçu söyletmek için işkence yapmak, taammüden adam öldürmek ve cürüm işlemek için teşekkül oluşturmaktan" dava açılmış, şimdiye kadar paçayı sıyırttıysa çift başlı yargı sayesinde sıyırtmış bir kişiyi yargısız infaza uğramış masum bir kurban gibi pazarlamaya kalkmak ne umutsuz bir çaba...

Bazı ölümler yası hak etmez. Nasıl bir hayat yaşandığından bağımsız bir "ölüye saygı" fikri, ikiyüzlülük değilse eğer, ilkesizliğin daniskasıdır.

Bu yüzden de, doğrusu Engin Ardıç'ın önceki günkü yazısının sonunu bağlayışı, benim ruh halime pek denk düşüyor: "Ayılanlar bayılanlar, merdivenden kayanlar, yurtiçinde ya da yurtdışında kalbi sıkışanlar, mermiye kafa atanlar...

Efendiler, hesabı ödemeden nereye?"

Gülay Göktürk

23 Ocak 2009 Cuma

Müstakim üzere yaşamak

İçinde yaşadığımız toplumda güven ve itimat sıfırlanmıştır. Kimsenin kimseye ne itimadı ne de güveni kalmamıştır.

Dolmuşa binip aynı yöne giden iki Müslüman, birbirlerine güvenemiyor. "Acaba elini cebime uzatır mı?" endişesiyle her ikisi de gözlerini ceplerinden ayıramıyorlar. Komşu komşuya güvenmiyor. O hâle geldik ki, aynı yastığı paylaşan eşler bile biribirine güvenemez duruma gelen bir toplum olduk. Cehennem azabı bu olsa gerektir.

Muhterem Müslümanlar!
Neden bu duruma düştük. Elbette bunun çeşitli sebepleri var. O sebeplerden biri de toplum olarak doğrudan ayrıldık. Kur'ân-ı Kerim'in emirlerini dikkate almaz olduktan sonra "dosdoğru ol"maktan çıktık. Yamulduk. Yalanı, dolanı, hileyi, aldatmayı, haramları irtikap edip zimmete geçirmeyi kâr sandık. Karşımızdakini aldatmayı/kandırmayı gözü açıklık kabul ettik. Yalan ruhumuza işledi. Böylece herşeyimiz bozuldu. Çünkü bunlar küfür vasıflarıdır, insanları bozarlar. Bunları pervasızca ancak kâfirler irtikap ederler.Müslüman vasfı değildir bunlar. Peygamberimiz Efendimizin şu emrine dikkatinizi çekiyorum. Efendimiz buyurdular ki:

"Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. İnsan doğru olmaya ve doğruluğu aramaya devam ederse, sonunda Allah katında "doğru" diye kaydedilir.

Yalandan sakınınız. Çünkü yalan, insanı günaha, günah da cehenneme sürükler. Kul yalan söylemeye ve yalan peşinde koşmaya devam ederse; sonunda Allah katında "yalancı" diye kaydedilir." (Müslim, İman, 62.)

Peygamberimiz "Doğruluktan ayrılmayın..." buyuruyor. Ümmeti doğruluğu bıraktı. Bundan daha büyük felâket düşünebiliyor musunuz? Her belânın başı bu sapıklıktan kaynaklanıyor.

Efendimiz (Yalan söylemeyin..." buyuruyor; O'nun ümmeti yalanı kurtuluş simidi zannediyor. Buna "sapık"lık denir. Bu sapıklığın cezası da büyüktür. Sıkıntılarımız bundandır.

Peygamberimiz "Aldatan bizden değildir" buyuruyor. (Buhari, Edeb, 69, Müslim, Birr, 102-103) Bugün O'nun ümmetinin en bâriz vasfı aldatıcılık oluyor. Böyle bir toplumda güven ve itimat kalır mı? Elbette kalmamıştır. Bundan dolayı toplumumuz bu sapıklığın cezasını cehennem azabına denk bir acıyla ödüyor.

Doğruluktan ayrıldık bereketi kaybettik. Evlerimizdeki dirlik düzenlik yok oldu. Çocuklarımız için yapmadığımız fedakârlık olmamasına rağmen onların mürüvvetlerini göremez olduk. Birinci derecedeki akrabalarımızla bile bağlantılarımız koptu. Kazandıklarımızın hayrını bulamaz olduk. Azap üstüne azab, belâ üstüne belâ, sıkıntı üstüne sıkıntılar... ne olacak bu gidişin sonu?

Muhterem Müslümanlar!
Bütün yaşadığımız olumsuzluklardan kurtulabilmemiz için Yüce Rabbimizin:

*"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol..." (Hud s.a.: 112).

*"Allah'a inandım de... Sonra dosdoğru ol..." (Şura S.A: 15) emirlerine harfiyyen uymak mecburiyetindeyiz.

*Sözün doğrusunu söylemeliyiz.

*Yalanın her çeşidinden kaçınmalıyız.

*Özümüzü doğrultmalıyız.

*İşimizi Müslümanca yapmalıyız.

*Hiçbir zaman hiçbir kimseyi hiçbir şekilde aldatmamalıyız.

*Hilâkârlıktan kurtulmalıyız.

* Müslümanlığımız doğru olmamızı gerektirir. Doğruluktan ayrılan kavimlerin âhir ve akıbetleri hep hüsran olmuştur.Bugünkü olumsuzluklarımız da bir hüsrandır. Bundan kurtulmanın çaresi/ilacı Allah ve Rasûlünün emirlerine uymaktır. Ahzab Suresi'nin 70'inci ayetinde de bu gerçek beyan edilir. Buyurulur ki:

"Ey iman edenler! Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten sakının. Sözün doğrusunu söylerseniz Allah sizin işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar."

Mevlüt Özcan

Ergenekon'un beyin takımı niye Avrasyacı

Tabii ki sokaktaki tetikçi, avanta peşindeki medyacı ya da hükümet düşmanı siyasetçi değil Avrasyacı olan. Ergenekon örgütlenmesinin dünya sistemi içindeki konumunu düşünebilen beyin takımı Avrasyacı...
İki açıdan böyleler:
1) Avrasya seçeneğinin doğru bir yol olduğunu düşünüyor.
2) Darbe ile otoriter bir rejim kurup NATO'cu subayları tasfiye ettiklerinde, ABD'yi ve Avrupa Birliği'ni karşılarına alacaklarını, dolayısıyla Avrasya'ya yönelmek zorunda kalacaklarını biliyorlar.
Birbirini besleyen ikili bir durum bu: "Darbe yaparsak mecburen Avrasyacı oluruz" ve "Avrasya seçeneğini ancak darbe ile gerçekleştirebiliriz.")

Ergenekon bağlamında gözaltına alınan emekli orgeneral Tuncer Kılınç, serbest kalır kalmaz, NATO'dan ayrılmamız gerektiğini, AB'nin ise Türkiye'yi bölmeye çalıştığını söyledi.
Yani Milli Güvenlik Kurulu'nun eski genel sekreterinin fikirleri 2002'den beri değişmemişti: ABD'ye, NATO'ya ve AB'ye karşıydı.

Geçen gün emekli tuğgeneral Nejat Eslen'in bu konuda bir yazısı daha yayınlandı. (Radikal, 21 Ocak)
Nejat Eslen özetle şöyle diyor:
1) Ergenekon basit bir çete operasyonu değildir. Bu süreç dünyanın ve Ortadoğu'nun değişen dinamikleri ile ilgilidir.
2) Çok kutuplu bir uluslararası sistem oluşuyor. Küresel ekonominin ve jeopolitiğin ağırlık merkezleri Atlantik'ten Pasifik'e kayıyor. Küreselleşmenin etkin aktörleri çoğalıyor.
3) Krizden Çin ve Hindistan gibi ekonomiler avantajlı çıkacak.
ABD ise güç kaybedecek.
4) Çeşitli nedenlerle (nüfus, coğrafya, vs) AB, Türkiye'yi bünyesine kabul edemez.
5) ABD ise Türkiye'yi Ortadoğu için bir Ilımlı İslam modeli haline getirmeye çalışıyor.
6) O halde dengeler değişirken Türkiye de tehdit ve fırsat değerlendirmesini Avrasya bağlamında yapmalı.

Suç işleyenlerin cezalandırılması gerektiğini ama Türkiye'nin çıkarını Avrasya seçeneğinde aramanın Ergenekonculuk (suç) olmadığı belirtiyor Nejat Eslen.
Elbette bu konu üzerinde düşünen, makale yazan, konuşan, hatta parti kuran insanlar eleştirilebilir ama suçlanamaz.
İyi güzel de... Onca silah, suikast tim ve krokileri, yeraltı örgütlenmesi, Susurlukçuları devreye sokmalar, muvazzaflara kanca atmalar, el bombaları, TNT kalıpları, para kaydırmalar neyin nesi oluyor?
Hepsinden önemlisi Sarıkız ve Ayışığı darbe planları, Danıştay saldırısı ne anlama geliyor?
Elbette her Avrasyacı Ergenekoncu; her Ergenekoncu da Avrasyacı değil.
Ama Ergenekon'un özü Avrasyacı, yani Ergenekon Avrasyacı bir hareket!
(Gördük işte: Olayın farkında olmadığı için adam gayet samimi bir şekilde 'Amerikancıyım' diyor.
Bu konu tartışılırken, olayı Rusyacılığa indirgeyip pişmiş kelle gibi sırıtanlar da var.)

Eslen diyor ki: "Süreç sona erdiğinde, Türkiye jeopolitik kimliğini ve rejimini yeniden tanımlamış; devletin kimler tarafından ve nasıl yönetileceğini belirlemiş olacak."
İşte ben de baştan beri bunu diyorum: Ergenekon'un amacı; ekonomisi kapitalist ama yönetimi otoriter, yüzü Doğu'ya dönük bir Türkiye. (Niyesini Eslen yazısında anlatıyor.)
Buna da ancak darbeyle, kan akıtarak, demokrasiyi ortadan kaldırarak ulaşacaklarını düşünüyorlar.
Hedefleri haklı dahi olsa, yöntemleri korkunç!
Not: Daha önce yazdığım için dünkü 11'inci dalgaya değinmiyorum.
Önemli olan büyük resim!

Emre Aköz

22 Ocak 2009 Perşembe

Müslüman Bir Toplum Nasıl Çöker?

1. Halkın faydalı, değerli, gerekli bilgi ve kültüre sahip olmaması, cahillik karanlıklarının her yeri sarması.

2. Toplumu aydınlatacak, ona öğüt verecek gerçek alimlerin olmaması. Gerçek alimler yerine; sahte, sapık ve saptıran alim taslaklarının çoğalması.

3. Bilenlerin susması, bilmeyenlerin konuşup yazması.

4. Ümmet birliğinin ortadan kalkması, Müslümanların yüzlerce, binlerce birbirinden kopuk fırkaya, hizbe, cemaate ayrılması ve bunların büyük kısmının birbirleriyle çekişmesi. Ehl-i imanın çoğunun gıybet etmesi.

5. Müslümanların korkaklaşması, gerektiği yerde şeci' ve cesur olmaması.

6. İyiliği desteklemek, kötülüğü kösteklemek ve engellemek farzının tamamen veya çok büyük ölçüde terki.

7. Aile düzeninin bozulup kadınların ve çocukların evin erkeğinin tepesine çıkmaları, onu bir tür köle haline getirmeleri.

8. Namaz kılan anne ve babaların çocuklarının namaz kılmaması.

9. İhtiyaçların alabildiğine artması ve bu yüzden, kanaat edilse yetecek aile bütçesinin kâfi gelmemesi, bereketin ortadan kalkması.

10. Lüksün, israfın, gösterişin, aşırı tüketimin, gurur ve kibrin, sefahatin, saçıp savurmanın topluma hakim olması.

11. Zenginler bolluk, israf ve debdebe içinde yaşarken fakirlerin ve miskinlerin sürünüp ezilmesi.

12. Rüşvetin, ihalelere fesat karıştırmanın, her türlü yolsuzluğun yaygın hale gelmesi.

13. Haram yemenin genelleşmesi.

14. Müslüman halkın büyük kısmının, sabah namazlarında leşler ve ölüler gibi uyumaları.

15. Cuma ezanı okunduktan sonra büyük şehirlerde sokakların, cadde ve meydanların, taşıtların, dükkanların, lokanta ve kahvelerin insanlarla dolu olması.

16. Okumuş, mektebe ve üniversiteye gitmiş Müslümanların, atalarının mezar taşlarını okuyamayacak kadar cahilleşmiş olması.

17. Bir dinsiz ve kafirin kuyuya attığı bir taşı bin Müslümanın çıkarmaktan aciz kalması.

18. Dindar geçinen birtakım Müslümanların kafirleri dost ve velî edinmeleri, salih Müslüman kardeşlerini dışlamaları.

19. Fetva vermeye ehliyeti olmayan cühelanın müctehidlik taslayıp Kitabullah'a, Resul'ün Sünnetine, icmâ-i ümmete aykırı saçma sapan görüşler yumurtlamaları.

20. Dindarların futbol kulübü tutar gibi parti, hizip, fırka, tarikat, cemaat tutmaları, bu sahada taassup sergilemeleri.

21. Ümmet-i Muhammed'in başsız, emîrülmü'minînsiz, imam-ı kebirsiz kalması. Böylece karanlık gecede çobansız kalmış, yağmura tutulmuş, kurtların hücumuna uğramış perişan bir koyun sürü haline gelmesi.

22. Kur'ân'ın, Sünnet'in, Şeriat'ın, ahlâkın yasak ve haram kıldığı bütün azgınlıkların ve rezilliklerin toplumda yaygın hale gelmesi.

23. Haramların helal, helallerin haram görülmesi.

24. Bir cebbar dinsizin ve fâcirin bin korkak, cesaretsiz ve ödlek Müslümanı koyun gibi gütmesi.

25. Erkeklerin kadınlaşması, kadınların erkekleşmesi.

26. Hikmete değer verilmemesi.

27. Birtakım ruhbanların, sözde büyüklerin, baronların erbab (rabler) haline getirilip putlaştırılması.

28. Gerçek tasavvufun yerine Şeriata aykırı bozuk sahte tasavvufun yaygın hale gelmesi. Gerçek mutasavvıf ve dervişlerin çok azalması.

29. Komşuluk ilişkilerinin zayıflaması, komşuluk hak ve vazifelerinin unutulması.

30. Büyüklere hürmet edilmemesi, küçüklere şefkat ve merhametin kalkması.

31. Zararlı bid'atlerin yaygın hale gelmesi.

32. Paranın en büyük değer olması, putlaşması.

33. Zekatın Kur'ân'a, Sünnet'e, fıkha, Şeriat'a göre ödenmemesi, birtakım haşaratın zekatlara göz dikmesi, bu yüzden fakir ve miskinlerin sürünmesi.

34. İstikametin, doğruluğun, dürüstlüğün ortadan kalkması, yamukluğun yaygınlaşması.

35. Bir çocuk yerde bir cüzdan bulsa, içindeki adresten sahibi öğrenilip ona geri verilse, bu normal hareketin büyük fazilet sanılması ve çocuğa ödül verilmesi.

36. İslâm'ın kanaat ve tasarruf emrinin hükümden kalkması.

37. Her türlü zinanın (göz zinası dahil) yaygınlaşması.

38. Müslümanların büyük ölçüde faiz ve ribaya bulaşmaları.

39. Müslüman halka büyük ölçüde domuz, yaban domuzu, eşek eti yedirilmesi. Buna karşı tedbir alınmaması, buna dikkat edilmemesi.

40. Toplumda iyilerin korkak, pısırık, aciz; kötülerin cesur, gözü kara, atılgan ve çetin olmaları.

41. Müslüman halkın büyük kısmının günlük farz namazları terk etmesi, her türlü şehvetlere uyması.

Mehmet Şevket Eygi

Bize hangi günahkar eli uzatıyorsun sen!

ABD'nin yeni Başkanı Barack Hüseyin Obama, sembollerle dolu bir törenle Beyaz Saray'a yerleşti. Özgürlük ve değişim sloganı ile, sekiz yıllık kaotik dönemin sonuna gelindiği izlenimi veren sözleri ile, bütün zıtlıkları barındıran kimliği ile, bu büyük sarsıntılar döneminde, Amerika hem de dünya için umut olarak öne çıkarıldı.
Zenciydi, beyazdı, melezdi, Hristiyandı, Müslümandı, Yahudiydi, mazlumdu, seçkindi, fakirdi, sermaye baronlarının adayıydı, Kenya'da çocuktu, Endonezya'da medrese talebesiydi, Amerika'da parlak bir avukattı…
Pakistan'ı füzelerle vuracak kadar şahin, Guantanamo gibi bir çirkinliğe son verecek kadar insancıl, “Kudüs ebedi başkentiniz” diyecek kadar İsrailci, “Müslümanlarla yeni bir başlangıç yapacağız” diyecek kadar sempatik..
Altmış yıl önce otobüslere binemeyenlerin, restoranlara giremeyenlerin, insan yerine konulmayanların temsilcisi. Altmış yıl sonra Amerikan gücünün, imajının, büyüsünün sembolü. O, hem Amerika hem de dünya için yeni lider profili.
Soğuk Savaşı'n bitişinden bu yana, entelijansiyası ile, akademisyenleri ile, siyasetçisi ile, medyası ile, ordusu ile, sermayesi ile İslam dünyasına karşı seferberlik başlatan, Haçlı Savaşları'ndan sonra, Osmanlı'nın tasfiyesinden bu yana ilk kez bir medeniyete, açıkça bir dine savaş açan ülkenin lideri.
Atlas Okyanusu'ndan Pasifik kıyılarına uzanan geniş İslam coğrafyasının her köşesinde askeri üsler kuran, bu kuşaktaki ülkeleri sürekli taciz eden, kaynaklarına el koyan, etnik çatışmaları tahrik eden, toplumları liflerine ayıracak şekilde bölen, akla hayale gelmeyecek senaryolar uygulayan, bu coğrafyada olağanüstü hal ilan edip on binlerce insanı sorgulayan bir gücün temsilcisi.
Ne yapacak? Neler yapabilecek? Nelere gücü yetecek?
“Müslüman dünyasına sesleniyorum. Yumruğunuzu açın. Ellerinizi sıkacağız” diyor. Bu yumruklar neden sıkıldı? Bu öfke neden kabardı? Dalga dalga büyüyen bu heyecan hangi acımasızlıklar, hangi aşağılanmalar, hangi acılar yüzünden ortaya çıktı?
Saldırganlığa son vermeden, talana son vermeden, müdahalelere son vermeden Müslüman dünya neden yumruklarını açsın! Sebepsiz yere iki ülke işgal edildi. Yüz binlerce insan öldü. Şehirlere harabeye döndü. Yüzlerce din adamı, bilim adamı öldürüldü. Daha dün Gazze diye bir şehir, Amerika'nın sığınak delici bombalarıyla harabeye çevrildi, küçücük çocuklar gözlerimizin önünde hayatlarını kaybetti, kaybediyor. Belki yarın bir başka ülkede daha zor görüntülere tahammül edeceğiz. Amerika bunları hissedebilir mi? Bu yumruklar neden sıkıldı? Yüzyıldır bu coğrafyada yapıp ettiklerinizin dökümü çıkarılabilir mi? İnsan hayallerini zorlayan yöntemler denendi. Yine denenecek, biliyoruz. Sen bunları önleyebilir misin!
Guantanamo kapanacakmış! Peki yeryüzünün kaç köşesinde Guantanamolar var, biliyor musun? Bir milyona yakın insan sorgulandı, binlerce insan kayıp, sayısız belirsiz gizli sorgu merkezleri hâlâ çalışıyor. Obama, sen bunları bilir misin! Hadi onları kurtaralım, hayalet gemileri bulalım, ABD donanmasının hangi gemisi cezaevi olmuş, adını verelim. Bunları durdurabilir misin!
Marmara Denizi'nde bile gemileri aramak isteyen, Karadeniz limanlarına sahip olmak isteyen, her ülkede evler basıp insan kaçıran Amerika'ya dur diyebilir misin?
Bu öfkeyi biz başlatmadık. Müslüman dünya başlatmadı. Sadece son elli yılda kaç ülkeye müdahale ettiniz, kaç hayat söndürdünüz, örtülü operasyonlarla kaç iç savaş çıkardınız, bir varil petrol için kaç ülkeyi yaktınız? Bunların hesabını çıkarabilir misin? Bu öfke kendiliğinden doğmadı. Yumruklar kendiliğinden sıkılmadı, anlayabilir misin?
Amerika'nın en büyük düşmanı kendisi. Amerika'nın en büyük sorunu kendisi. Amerika'yı çökerten kendisi. Amerika'ya duyulan nefretin kaynağı da kendisi. Tıpkı İsrail gibi. Siz, adaletsizlik üzerine bir imparatorluk kurmak istiyorsunuz. Siz adaleti terk ettikçe batıyorsunuz. Tarihe bakın, bu kadar günah biriktiren her zorba ülke yerle bir olmuştur. Siz de olacaksınız. Bunu önleyebilir misin!
Sadece sen “değişim” demiyorsun. Dünya değişimi yaşıyor! 21. yüzyılın dünyasında Amerika'dan korkanların sayısı hızla azalıyor, görüyor musun! Türkiye eski Türkiye değil. Ortadoğu, eski Ortadoğu değil. Asya, eski Üçüncü Dünya değil. Artık o sahte demokrasi paketleri, ılımlılık palavraları bu coğrafyada para etmiyor. İskenderiye sokakları, Şam sokakları, Türkiye'nin meydanları farklı bir siyasi dil kullanıyor, bu toplumlar hafızasını yeniliyor, fark ediyor musun!
Bu coğrafyada uyguladığınız her proje başarısız oldu, her değişim programı çöpe atıldı. İstediğiniz kadar yeni haritalar çizin, istediğiniz kadar yönetici kadrolar eğitin, istediğiniz kadar toplumsal dizayn çalışmaları yapın, bu bölge kendi elleriyle değişecek, kendi dinamikleriyle kendine gelecek… Sen bunları algılayabilir misin?
O derin “Amerikan aklı”na fazla güvenme. Güvenirsen, dünyayı batıran o “akıl” seni de batıracak. Boş ver dünyayı. Sen hiç değilse evin içine bak. Kriz içinde yuvarlanan insanlarının sorununu çöz. Ordularını geri çek, askeri üslerini kapat, topraklarımızdan çekil, sokaklarımıza yaklaşma. Bu şehirlerin tecrübesi senin devlet aklından yüz kat daha zengin.
Sen istemesen de, süper güç sorumluluğu ile evini unutup dünyayı düzeltmeye girişsen de, er ya da geç, bu topraklardan çekileceksin. Zorla da olsa gönderileceksin.
Önce sen Amerika'nın sıkılan yumruklarını çöz Obama! Çöz de görelim!

İbrahim Karagül

“Biz aşağıda imzası olan ABD vatandaşları...”

Önce, bir dilekçe...

“Biz aşağıda imzası olan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları, savaş suçlarına karışan devlet görevlilerinin her biri ve hepsi hakkında soruşturma ve dava açmak üzere bir Özel Savcı atamanızı talep ediyoruz.

Bunlar Senatör John McCain gibi saygın şahıslarca ‘mütecaviz sorgulama teknikleri’ adı takılmış suçlardır. İşkencenin takma adıdır bu. İşkence savaş suçudur. Waterboarding savaş suçudur. CIA gözaltında ‘waterboarding’ tekniğini uyguladığını kabul etmiştir. Başkan Yardımcısı Cheney de bir süre önce waterboarding ve burada sayamayacağımız kadar çok sayıda işkence yöntemini içeren ve gözaltında ölümlere yol açan program için yetki verdiğini itiraf etmiştir.

Irak’ın Ebu Gıreyb Cezaevi’nde mahkûmlara uygulanan kötü muameleye ilişkin soruşturmayı yöneten Tümgeneral Antonio Taguba’nın belirttiği üzere;

‘Resmî soruşturma bulguları, medyadaki haberler ve insan hakları örgütlerinin raporları yıllardır ortadayken, artık Bush yönetiminin savaş suçları işlediği konusunda şüphe yoktur. Tek soru, işkencenin uygulanması emrini verenlerden hesap sorulup sorulmayacağıdır.’

Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin Raporu’nun bir süre önce Washington Post’ta yer alan özetine göre;

‘Her iki partinin mensuplarından oluşan bir Senato komitesi, eski savunma bakanı Rumsfeld ve diğer üst düzey Bush yönetimi yetkililerinin, Guantanamo’da gözaltında tutulanlara yapılan sert muameleden doğrudan sorumlu oldukları ve bu yetkililerin kararlarının Irak’ta ve başka yerlerde daha da ciddi bir istismara yol açtığı sonucuna ulaşmıştır.’

Biz aşağıda imzası olan vatandaşlar göreve başlar başlamaz tam ve ayrıntılı bir soruşturma açtırmanızı talep ediyoruz. Bu soruşturma, sonucu nereye varacak olursa olsun ve siyasi etkileri ne olacak olursa olsun, yürütülmelidir. Bu kapsamda şunu hatırlatırız ki, siz ABD Başkanı ya da Kongre için ya da onlar adına çalışmıyorsunuz, siz Amerika Birleşik Devletleri halkı ve adalet adına çalışıyorsunuz.

Birleşik Devletler temsili bir demokrasidir. Hükümet yetkililerimizin uygulamaları vatandaşlar adına yapılmaktadır. Bizim adımıza savaş suçları işlenmiştir. Bizim adımıza işkence yapılmıştır. Adımızı savaş suçlarından temizlemenin yegâne yolu, bir Özel Savcı atayarak, bu suçlara karışanların her birinin ve hepsinin kararlı bir şekilde soruşturulmasını sağlamaktır.”

* * *

4 Kasım 2008’de oylarıyla ülkelerinin tarihini ve talihini değiştiren Amerikalılar, dünden itibaren “yeni” bir Amerika’da yaşamaya başladılar.

İki yüz otuz iki yıl sonra nihayet Beyaz Ev’de oturmak için beyaz olmak gerekmiyor.

Bu yazıyı, Barack Obama’nın başkanlık yemini ve başkan olarak yaptığı ilk konuşma öncesinde yazıyorum.

Ama şunu biliyorum; bu tören ve bu konuşma Amerika’daki bütün yurttaşlık dersi kitaplarında yerini alacak... Beyaz Ev’in ilk siyah patronunun ilk günü, tarihe “yeni bir Amerika’nın ilk günü” olarak da geçecek.

Bugünden itibaren ise, artık Amerika’daki sandık “devriminin” bir siyaset “devrimi” anlamına da gelip gelmeyeceğini izlemeye başlayacağız.

Amerikan tarihinin en kötü başkanlarından birinin halefi olarak, ekonomide, sosyal politikalarda, ulusal güvenlikte, dış politikada tam bir enkaz devralan Obama için “fark” yaratmak çok da zor olmayacaktır.

Şimdi gündemdeki soru, Obama’nın Bush yönetiminden farkını ortaya koyarken temel tercihinin ne olacağı...

Obama sadece geleceğe mi bakacak, yoksa geçmişin hesabını da soracak mı?

Obama, Bush’un günahlarını tekrarlamamakla mı yetinecek yoksa o günahların cezalandırılması için uğraşacak mı?

Mesela, Obama’nın adalet bakanı olarak atadığı Eric Holder, yukarıdaki yüz binlerce imzalı dilekçenin gereğini yapacak mı?

* * *

İlk işaretler, Obama’nın “rövanşist” bir başkan olmayacağı, geçmişin günahlarının izini yeni üslup ve politikalarla silmeye çalışacağı yönünde.

Nitekim yeni başkan, Bush yönetimi hakkındaki suç iddiaları için soruşturma açtırıp açtırmayacağı sorusunu şöyle cevapladı:

“Hiç kimse hukukun üzerinde değildir ama geçmişe bakmak yerine geleceğe bakmaya ihtiyacımız var.”

Bir an önce, enkazı kaldırmaya başlamasını isteyenler, “geleceğe bakma” tercihini akılcı bulsa da, Obama’nın bu cevabının ortasındaki meşum bağlaca bakıp “eyvah” diyenler de çok.

Geçen yıl Nobel alan ve başkanlık yarışında Obama’yı kuvvetle destekleyen iktisatçı Paul Krugman, New York Times’da “eyvah”ın mealini de yazdı:

“Özür dilerim ama Bush’lu yıllarda yapılanları soruşturmazsak, bu, iktidarı elinde tutanların basbayağı hukukun üzerinde olduğu anlamına gelecektir.”

Bush yönetiminin soruşturulması gereken uygulamalarının sadece “işkence” ve “yasadışı telekulak”tan ibaret olmadığını da belirten Krugman, çevre politikasından ideolojik kadrolaşmaya, kapatılmış yolsuzluk dosyalarından “bütün skandalların en büyüğü” saydığı Irak’ın kitle imha silahları stoku konusunda Amerikan halkının yanıltılmasına kadar uzun bir suç listesi de sunuyor.

Dahası, Obama’nın da okuduğunu umduğum ve her ülkede, “yenilenme” peşindeki her iktidarın kulağına küpe olması gereken şu önemli analizi yapıyor:

“Bush dönemindeki istismarlar neden resmen soruşturulmasın? Bu soruya verilen cevaplardan biri, gerçeğin peşine düşmenin bölücü olabileceğine ve partizanlığı körükleyebileceğine işaret ediyor. Bir başka cevap, geçmişteki istismarlara takılıp kalmamızın gerekmediği, çünkü bu istismarları tekrarlamayacağımız yönünde. Ama Bush yönetiminin hiçbir önemli mensubu ya da yönetimin siyasi müttefiklerinden hiçbiri kanunu ihlal ettikleri için pişman olduğunu söylemedi. Bu şahısların, siyasi takipçilerinin eline fırsat geçerse aynı şeyleri yeniden yapmayacağına niye inanalım? Biz bu filmi gördük. Reagan’lı yıllarda, İran-kontra komplocuları, ulusal güvenlik adına Anayasa’yı ihlal ettiler. Birinci Başkan Bush ise skandalın baş sorumlularını affetti ve Beyaz Ev nihayet el değiştirdiğinde de, siyasetin ve medyanın yerleşik kurumları, bugün Obama’ya yaptıkları tavsiyenin aynısını Clinton’a yaptılar: uyuyan skandallara dokunma. Tabii, ne oldu; ikinci Bush yönetimi tam da İran-kontra komplocularının bıraktığı yerden işe koyuldu. Hiç şaşırtıcı değildi bu; hele Bush’un bu komplocuların bir kısmını işe aldığı düşünülünce...”

Böyle diyor Krugman...

Bu sözlerle, Amerika’nın (ve herhangi bir ülkenin) gerçekten yenilenebilmesinin yegâne yolunu gösteriyor.

Bu yol, geçmişin pisliklerinin üzerini örtmeden geleceğe bakmaktan geçiyor.

Yasemin Çongar

Mânevi mimarlar ve Akşemseddin

Hacı Bayram-ı Veli'nin halifesi Fatih Sultan Mehmed'in hocası, devrinin tanınmış evliyâsı, âlim, tabib ve şâir olan Akşemseddin hazretlerinin nasihatlarını dinlediniz mi? Eminim ki, çoğunuz böylesi nasihatların muhatabı olmamışsınızdır.

Öyle ise gelin bu güzel insanı önce kısaca tanıyalım, sonra da nasihatlarına muhatap olalım:

Akşemseddin'in asıl adı Şemseddin Mehmed'dir. 1389'da Şam'da doğmuştur. Soyu Hz. Ebubekir (r.a.)'e dayanır. Babası şeyh Hamza (k.s.) keramet sahibi büyük bir zattı.

Akşemseddin hazretleri aklın semeresi olan ilim tahsilini yapmış kalbin meyvesi olan irfan tahsiline de büyük arzu duyuyordu. Bundan dolayı 25 yaşlarında Hacı Bayram Veli'ye intisap etmişti. Böylece Halveti Tarikatı'nın usulleriyle yetişmişti. Halvet, tek başına bir köşeye çekilip sadece ibadet ve zikir ile meşgul olma yolu ile Melâmilik yolunu benimsemektir. Akşemseddin hazretleri öyle zamanlar olmuştur ki, yedi gün boyunca bir kaşık sirke ile idare etmiştir. Bu riyazetleri sebebiyle yüzü bembeyaz olmuş ve Akşemseddin adını almıştır.

Akşemseddin'e göre, günaha girmemek kadar diğer insanları günaha sokmamak da önemlidir.

Şöhret, ateşten bir gömlektir. Bundan dolayı şöhretinin yayıldığı yerden Akşemseddin hemen başka bir yere hicret etmiştir. Ankara'dan, Beypazarı'na oradan İskilip'teki Evlâk köyüne bir müddet sonra da Bolu/Göynük ilçesine hicret etmiş, Göynük'te medfundur.

Akşemseddin Fatih SultanMehmed'in hocası, İstanbul'un mânevi Fatihi, Eyyûb Sultan Hazretleri'nin kabrinin kâşifi, Allah (c.c.)'nün dostudur.

Kendisi miladi 1459'da Göynük'te dârı beka eyledi. Ruhaniyeti himmet ve tasarrufu devam etmektedir.

Akşemseddin hazretlerinin nasihatlerinden derlediğimiz bir bölümü istifadenize arzediyoruz, O, diyor ki:

*Her işe besmele ile başla.

*Her zaman temizliğe dikkat et.

*Daima iyiliği âdet edin.

*Sâlih amel işle.

*Tembel olma.

*Namaz kılmaya önemle devam et.

*Gecenin tamamını uyku ile geçirme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebep olur.

*Seher vakti Kur'ân okumaya çalış.

*Nimetlere şükür, belâlardan sabredenlerden ol.

*Kendini başkalarına övme, hiçbir şeyinle övünme.

*Cünüpken yemek yemek kadar ve gam sebebi olur.

*Ekmeği ve helvayı soğuk ye.

*Başkasında olanlara haset etme.

*Senden yaşlı, mevkice yüksek olanın önünde yürüme.

*Yalan söyleme, kimseye iftira etme, gıybet etme.

*Fazla cinsel ilişki, çok koku sürmek ve çok ekşili yemek insanı yıpratır, yorar.

*Ananı, babanı muhtaç bırakma.

*Tırnağınla dişlerini, kurcalama.

*Belden aşağı giydiklerini ayakta giyme.

*Zamanın kıymetini bil.

*Akılli isen yalnız yolculuğa çıkma.

*Nâmehreme bakma, harama bakma gaflet verir.

*Kimsenin kalbini kırıp, viran eyleme.

*Edepli, mütevâzi ve cömert ol.

*Bir evde yalnız başına yatmaktan ve kalmaktan sakın.

*Yatağa çıplak yatmayı alışkanlık hâline getirmeyesin.

*Gece gibi sırları gizle.

*Evini temiz tut misafrilerine ve yakınlarına aç.

*Senden hoşlanmayana yaklaşmaya çalışma.

*Kimsenin iyi olmayan taraflarını ortaya sayıp dökme.

*Bakılması yasak olan kişilere bakma.

*Başkalarına sevgide ve saygıda bulun.

*Dünya nimetlerine sahip olduğunda bunlar itikadını zayıflatmasın, duygularını köreltmesin.

*Veli, insanlardan gelen sıkıntılara tahammül edip katlanan kimsedir. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.

*Hülasa, öğüt tutarsan bu öğütlerimi can kulağı ile dinledin ise faydasını elbette görürsün.

*

İsterseniz bu nasihatı bir defa daha okuyun. Okuyun bir defa daha canım kardeşim.

Mevlüt Özcan

Gazze nasıl yeniden inşa edilecek?

Saldırılarını başlattığı gün İsrail'i az-çok tanıyan, bilen birisi olarak İsrail'in Gazze'yi o kadar ağır ve şiddetli bombardımana tabi tutacağını, bunun sonucunda bölgenin adeta bir afet, bir deprem bölgesine dönüşeceğini tahmin ettim; hatta bunu defalarca televizyonlarda söyledim durdum, Gazze'nin bizim Yalova depremi sonrasına benzeyeceğine işaret ettim.
Ne yazık ki, öyle de oldu; İsrail bombalarıyla Gazze'yi adeta bir afet, bir deprem bölgesi haline getirdi. Nitekim, Gazze'ye sınırlı bir ziyarette bulunan BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon da gördüğü yıkımın bir afeti andırdığını söylüyor.

Diğer yandan, gerek BM ve gerekse de Filistinli uzmanların sahada yaptıkları incelemeler de bu 'insani afet'in boyutlarını hiç kimsenin tartışmayacağı şekil ve rakamlarla da ortaya koymuş bulunuyor.

Bu ön incelemelere göre, 4100 ev tamamen yıkılmış, 20 bin kadarı ise kısmen hasar görmüş durumda bugün. Bunlara ilaveten, 1500 fabrika ya da imalathane, 20 cami, 31 güvenlik tesisi, BM'ye ait 50 tesis, 21 sağlık tesisi ve 10 kadar su şebekesi şu veya bu şekilde harap olmuş bulunuyor (ki bugün en az 400 bin Gazzelinin hâlâ suyu yok). Ayrıca, bombardıman sonucu mahvolan zeytinlikler, sebze seraları, diğer tarım tesisleri, yollar, tarlalar da var. İncelemeler halen devam ettiği için hem bunların ve hem de yıkım ve hasarın boyutlarının daha da artacağı da tahmin edilebilir elbette.

Uzmanlar bu yıkım ve hasarın maliyetinin ise 2 milyar dolara yakın olduğuna şimdiden işaret ediyorlar. Muhtemelen bu rakam da hasarın boyutu gibi artacak.

Peki, bu yıkım, bu hasar nasıl giderilecek, Gazze yeniden nasıl inşa edilecek, bunun parasını kim verecek? Saldırı sonrası sorulan önemli sorular bunlar elbette.

Haberlere göre, Avrupa Birliği ülkeleri, Amerika ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı ülkeler bu konuda kendilerine düşeni yapacaklarını, Gazze'nin yeniden inşası için para vermeye hazır olduklarını açıklamış bulunuyorlar. Bunlardan Suudi Arabistan 1 milyar dolar yardım telaffuz ediyor, diğerlerininki ise henüz tam netleşmiş değil; ancak verilen sözler tutulduğu takdirde her halükarda sözü edilen 2 milyar doların kolaylıkla bulunacağı söylenebilir. Zaten 2 milyar dolar nedir ki? Ancak bu para kime verilecek, yeniden inşayı kim üstlenecek? Hamas mı, Filistin Yönetimi denen El Fetih mi? Amerika, Avrupa Birliği ve bazı Arap ülkelerinin Hamas'ı tanımadıkları, Hamas ile ilişki istemedikleri için bu parayı Hamas'ın kullanımına vermeyecekleri şimdiden tahmin edilebilir. O zaman ne olacak? Para El Fetih'e verilse bile bu yönetim Gazze'de Hamas'a rağmen ne yapabilir?

Diğer yandan, bu para bulunsa ve harcanmaya hazır hale getirilebilse bile, Hamas kontrolü elinde bulundurduğu müddetçe bu paralarla temin edilecek inşaat ve diğer malzemelerin Gazze'ye girişi de bugünden büyük bir problem olarak ortada duruyor. İsrail'in bu malzemelerin girişine kendi şartları kabul edilene kadar izin vermeyeceği de az-çok belli. Nitekim, haberlerden Dışişleri Bakanı Tzipi Livni'nin bu konuda Gazze'de iki yıldır Hamas'ın elinde esir tutulan İsrailli Onbaşı Gilat Şalit'in serbest bırakılması şartını öne sürmüş olduğu bildiriliyor. Ayrıca, İsrail'in bu konuda yeniden inşanın muhakkak El Fetih tarafından üstlenmesini isteyeceği gibi bazı genel şartlar öne süreceği bugünden belli sayılır. Bunlara muhtemelen roket ateşinin tamamen durması, tünellerin kontrolü gibileri de eklenecektir zaman içinde.

İsrail 22 günde Gazze'yi afet bölgesi haline getirdi; böyle yapacağı da baştan belliydi. Şimdi bu afet bölgesinin yeniden inşası gerekiyor. Bunu kim, nasıl ve ne zaman yapacak? Bugünün sorusu işte bu. Cevabı olan var mı? Boş lafları bırakalım da, bu soruya cevap arayalım...

Fikret Ertan

Üstünü kapatan altında kalır

Susurluk tarihî bir fırsattı; değerlendirilemedi. Açık ihmal vardı. Belki biraz da korku. Her neyse. Sonuçta siyaset, yargı, bürokrasi el ele verdi ve Susurluk'ta suçüstü yakalanan derin örgüt dosyası hasıraltı edildi. O günün siyasetçileri örgütün üzerine gidemedi. Yargıyla ilgili de şüpheler oluştu.
Çünkü olayın üzerine gidenler tek tek etkisiz hale getirildi. Susurluk'ta adı geçen devletin kurumları, iddiaları duymazdan geldi. Oysa Susurluk dendiğinde sadece kaza esnasında arabada bulunanlar değil, Veli Küçük'ten Mehmet Ağar'a kadar pek çok isim gündeme geliyordu. İthamların tam göbeğinde JİTEM vardı, Özel Harp Dairesi vardı, faili meçhul cinayetler vardı... Resmen soruşturma örtbas edildi, küçük cezalarla dava savuşturuldu.

Susurluk'u örtbas eden irade, siyaset sahnesinden silinip gitti. 28 Şubat'ın psikolojik harp uzmanları, iktidarın şirin görünme gayretlerini dikkate almadı ve iflahını kesti. Bu durumdan istifade etmek için sırasını bekleyen Mesut Yılmaz, iktidar koltuğuna oturdu ama o makamın mürüvvetini göremedi. Bazı gazete haberlerine göre dönemin içişleri bakanı Ergenekon'un üstüne gitmek istemiş ama Mesut Bey engel olmuş. Ergenekon'dan ilk bahseden Tuncay Güney'i o günün emniyet amirlerinden Adil Serdar Saçan sorgulamıştı. Ne tuhaftır ki Saçan, şu an Güney'in konuştuklarını örtbas etmekle suçlanıyor. Saçan'ın Mesut Bey ile yakınlığı herkesin malumu. Yılmaz'ın 2001'de ortaya çıkan ilk Ergenekon itirafçısını duymaması mümkün değil. Zaten Yeni Şafak'a konuşan Avni Özgürel, Mesut Yılmaz'ın Susurluk Çetesi tarafından nasıl köşeye sıkıştırıldığını anlattı. Her neyse... Açıkçası Ergenekon örtbas edildi. Ta ki Ümraniye'de yakalanan bir cephaneliğin yeni bir soruşturma başlatacağı ana kadar. Ortaya çıkan onca cephaneden sonra artık Ergenekon Terör Örgütü'nü (ETÖ) hasıraltı etmek mümkün değil.

Susurluk'un örtbas edilmesinin tek sorumlusu siyaset değil. Yargı içindeki ilginç bir yapı, soruşturmaların derinleştirilmesine engel oluyor. Mesela Susurluk hâkimi Sedat Karagül davayı derinleştirmeye çalışırken görevinden alınmıştı. Yeni hâkim, davayı 3 ayda karara bağlamış, İbrahim Şahin'e çete kurmak suçundan altı yıl hapis cezası vermişti. Ne ilginçtir ki davayı üç ayda sonuçlandıran hâkim Metin Çetinbaş, şimdi Ergenekon soruşturması kapsamında yargılanan zanlılardan bazısının avukatlığını yapıyor.

Sözü Uğur Dündar'a konuşan ve İbrahim Şahin'le birlikte yargılanan eski Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın'a bırakıyorum: "Bizi 3,5 sene yargılayan hâkim Sedat Karagül'de ben adaleti gördüm. Sonra bu heyet görevden alındı. Keşke o adamdan idam cezası alsaydık. Son 15 gün Mesut Yılmaz hükümetinin atadığı başka bir heyet geldi. 4 yıl ceza aldık. Oysa neyle yargılanıyorduk."

Ergenekon soruşturması sürerken yargı içinden bir zümre, soruşturmayı yürüten savcı ve polislere baskı yapıyor. YARSAV Başkanı nerdeyse kendini helak edecek. HSYK'ya sürekli baskı yapılarak savcının değiştirilmesi ya da pasifize edilmesi için telkinde bulunuluyor. HSYK zaten tarihî hatasını yaptı ve Şemdinli savcısını meslekten men ederek kendi sicilini tarumar etti. Baro başkanı sıfatıyla konuşanlardan bir kısmı "Ergenekon çetesi korunuyor" havasının oluşmasına katkı sağlıyor. Çünkü yapılan açıklamalar, Sabih Kanadoğlu'nun son bir gayretle ortaya attığı sulandırmayla kesişiyor. 'Ergenekon'u 40 savcıyla soruşturalım' demek, bu soruşturmayı felç edelim demektir. Susurluk'ta yargıya dair şüpheler oluşmuştu ama çok net bir fotoğraf ortaya konulamamıştı. Şimdi YARSAV, HSYK gibi kuruluşlar üzerinden yürütülen tartışma, Sabih Kanadoğlu ve bazı barolar sayesinde ortaya çıkan tablolar, adalet mekanizmasına müdahale konusunda şüpheleri iyice ayyuka çıkarmıştır.

Başbakan Erdoğan önceki gün net konuştu: "Savcıya yapılan baskıyı kınıyorum ve hukuka en çok saygı göstermesi gereken hukukçuların bu saygıyı göstermemesini de kınıyorum." Başbakan'ın kimleri kastettiği herkesin malumu. Adalet Bakanı M. Ali Şahin de defalarca uyardı; ama birilerinin umurunda değil. Oysa bu saatten sonra çok net bir gerçek var: Kim Ergenekon çetesinin üzerini örtmek isterse, çetenin altında ezilir; velev ki bu, yargı olsun.

Ekrem Dumanlı

Nazım’ın yüzüne kim tükürdü?

Medyadaki ‘gizli Ergenekoncuları’ rahatlatacak, Zülfü Livaneli gibilerini üzecek bir konu var elimde bugün.

Nazım Hikmet’i yazacağım...

Dolayısıyla, kendilerini ‘Nazımcı’ sayan bir oluşuma verip veriştireceğim.

Bu oluşumun ismi, ‘Nazım Hikmet Kültür Merkezi...’ Zinhar, ‘Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’yla karıştırılmaya...

İkidir bu oluşumdan, posta kutuma ‘yazılı açıklama’ geliyor.

Konu, Nazım Hikmet’in vatandaşlığının iade edilmesi...

Biliyorsunuz, Nazım, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılmıştı...

Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden vatandaş kılındı.

Bu işi, AK Parti adı verilen ‘gerici ve çağdaşlık düşmanı’ parti yaptı.

İyi mi oldu, kötü mü oldu, Nazım’ın çok mu umurundaydı, iade-i itibar şaire mi yapıldı, yoksa şair üzerinden Türkiye Cumhuriyeti hükümeti mi itibar kazanmış oldu?

Bu, bahs-i diğer...

Bu konuyu ‘salim arkadaşlar cephesi’ tartışsın...

Benim dert ettiğim husus şu:

Kendilerini Nazım’la özdeşleştiren, Nazım’ın zihin dünyasından neşet ettiklerini öne süren partiler ve hükümetler neden bu işe el atmadılar?

Onca CHP iktidarı, onca ‘sosyal demokrat bulaşığı’ koalisyon geldi geçti...

Üzerine bir ‘28 Şubat tüyü’ dikildi?

Neden kimsecikler, Nazım’la ilgili haksız uygulamayı ortadan kaldırmayı düşünmedi?

Kaldı ki, 28 Şubat darbesini gerçekleştiren ve bu darbede emeği geçenler, bir tür ‘Nazım Hikmet’i sevenler konsorsiyumu’nu oluşturuyordu. Üstelik, İstiklal Marşı’nın yerine 10. Yıl Marşı’nı ikame edecek kadar gözlerini karartmışlardı ve ‘boş meydan’ bulduklarında Nazım’dan dizeler okuyorlardı.

Nazım’ı, neredeyse, postmodern darbenin resmi şairi haline getirmişlerdi.

İsteselerdi, emirle kurulmuş hükümetlerden birinin ‘Bakanlar Kurulu’na iade kararını aldıramazlar mıydı?

İstemediler.

Hem, şiirlerini amaç dışı kullanarak şaire haksızlık ettiler, hem de bol bol Nazım eyyamı yaptılar.

Şimdi AK Parti hükümetine kızıyorlar.

Livaneli veryansın ediyor.

Memlekette birçok iyi şey oluyormuş ama... Bu ‘birçok iyi şey’ AK Parti hükümeti eliyle olduğu için, insan kuşkuya düşüyormuş.

Bazı ‘salimler’ de veryansın ediyor.

Baykal mutsuz...

Nazımsever bacılar grogi durumda...

Kendisine misyon biçmiş Nazım Hikmet Kültür Merkezi ise kıyametleri koparıyor.

İşbu merkez, Nazım Hikmet’in vatandaşlığının iadesini ‘bu ülkenin emekçi halkıyla ve ilericileriyle dalga geçmek’ olarak yorumluyor ve hükümeti ‘alemi aptal, kendilerini akıllı sanmaktan vazgeçmeye’ çağırıyor.

Memleketi satan hükümet, din istismarcılığının yolsuzluklarla ayağına dolanmasından sonra, bu defa ‘demokratikleşme istismarcılığı’ yapıyormuş.

Böyle diyor merkez...

Bunu diyebilme hakları var.

İsteyen istediğini der.

Madem onlar hükümeti ‘alemi aptal sanmaktan vazgeçmeye’ çağırıyor...

Ben de onları Nazım Hikmet’i araştırmaya çağırayım, tam olsun...

Nazım nasıl ve hangi şeraitte Türkiye’yi terketmiştir?

Hangi suçunun karşılığı olarak 13 yıl cezaevinde yatmıştır?

Bu soy şiir emekçisini ‘zindanlarda çürütenler’ kimlerdir?

Dahası, onu, hangi işbirlikçi hükümet cezaevinden çıkarmıştır?

Hangi ‘solcu gazete’ Nazım Hikmet’in resminin altına, ‘Bu resmi, yüzüne tüküresiniz diye yayınlıyoruz’ ibaresini düşmüştür?

İsterseniz İlhan Selçuk’a sorun... Bu ‘solcu gazete’nin ismini söyleyecektir size.

Bu soruların cevabını bulun, diğer hususları sonra tartışalım.

Ahmet Kekeç

21 Ocak 2009 Çarşamba

Her daim nasihat ediniz.. (okuyun)

Nasihat, hiçbir mü'minin onsuz olamayacağı ve kalamayacağı bir mertebedir. Mü'min kalbini daima nasihata açık tutmalı. Nasihat edenlere "Bildiğini kendine sakla" cinsinden tavır ve davranışlarda bulunulmamalıdır.

Şimdi sizlere Allah'ın dostlarından birinin nasihatlarından bir bölümünü aktararak istifadenize sunuyorum. Rabbim hepimiz üzerinde tesirini halkeylesin...Buyrun birlikte okuyalım:

Akşemseddin ve nicelerini yetiştirip insanlığın hizmetine sunan büyük mürşit Hacı Bayram Veli rahmetullahi aleyh hazretleri nasihatlerinde diyor ki:

*Halk içinde Allah'ı çokça anınız. Bu durum mâneviyatı yükseltir, katı kalpleri yumuşatır.

*Hiçbir günahı küçümsemeyiniz.

*Her nerede olursanız olunuz sizi Allah'ın gördüğünü unutmayınız. Fenalıklardan sakınınız.

*Neresi sana Allah'ı unutturuyorsa orası senin helâkin için bir tuzaktır.

*Neresi seni Allah'a yöneltiyorsa, seni düşündürüyorsa orası cennete girmen için bir duraktır.

*Emaneti koruyunuz. Zira din de size emanettir, beden de.

*Her namazın sonunda size hoş gelen bir ibadeti âdet edininiz. Meselâ; bir kaç istiğfar çekmek, bir sûre ya da âyet okumak, Allah'ı bir ismiyle zikretmek... gibi.

*Ezanla birlikte camide olunuz, cahiller sizden ileride bulunmasın.

*Sakın ölümü unutmayınız, her gece onu hatırlayınız. Hesabınızı yapınız, olur ki tevbe edince Allah da sizi af eder.

*Nefsinizi daima kontrol altında tutunuz.Onu boş bırakırsanız sizi ateşe götürür.

*Dünyalıklara güvenmeyiniz. Kazandıklarınızdan fakirlere cömertce payını veriniz.

*İlim öğrendiğiniz hocalarınıza daima Allah'tan rahmet ve mağfiret dileyiniz.

*Önce ilim tahsil ediniz, sonra helâlinden para kazanıp evleniniz.

*Başkalarından daha çok ihlâslı olmadıkça, daha çok ibadet etmedikçe, daha çok ihsanda bulunmadıkça rahat etmeyiniz.

*Mezarlıkları sık sık ziyaret ediniz. Bunu yaparsanız dünya gamından kurtulursunuz. Çünkü nefsin tek korktuğu ve aldatamadığı yer mezarlıktır.

*Büyük zatların kabirlerini ziyaret ediniz. Bu zahmetiniz o zatların size şefaat etmesini sağlar.

*Güzel huylu ve merhametli olunuz.

*Her daim nasihat ediniz.

*Aile arasında adaba dikkat ediniz.

*Ayıplarını gördüğünüz komşuyu kınamayınız. Sırlarını açıklamayınız. Sır emanettir. Emanete ihanet kötü ve çirkin bir fiildir.

*Çok gülmeyiniz, kalbiniz kararır.

*Konuşurken gürleme, bağırıp çağırma, yüksek sesle bile konuşma.

*Allah'a isyan halinde olana yardımcı olma.

*Büyüklerin huzuruna girerken, hem kendi kadrini, hem de başkalarının kıymetini bilen olun.

*Cahil topluluktan sakının, onlarla tartışmaya girmeyin.

*Çok konuşmayın. Halkın önünde ileri-geri konuşmayın. Malâyani ile meşgul olmayın.

*Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayıp onları sevindiriniz; bu Peygamber (SAV) Efendimizin emridir.

*Yol ortasını işgal etmeyiniz.

*Beyaz giyinmeyi âdet ediniz. Zira bu huy sizi daha dikkatli kılar.

*Kimin huzurunda olursanız olun hakkı ve hakikatı söylemekten korkmayınız.

*Dininize uymayan bir iş ile görevlendirilirseniz asla kabul etmeyiniz. Bilesiniz ki, rızkı veren Allah (CC)'dır.

*

İşte böyle diyor Ankara'nın ve dolayısıyla ülkemizin mânevî mimarı Hacı Bayram Veli rahmetullahi aleyh. Bu nasihatlerin her birinin bir hadis meali olması da çok dikkat çekicidir. Allah (CC) hepimiz üzerinde tesirini halkeylesin...

Mevlüt Özcan

Ne yani, bir de Gürüz’e mi üzüleceğiz?

Bizi, Kemal Gürüz’e yapılanlar konusunda insanlık, demokratlık ve delikanlılık sınavına tabi tutuyorlar...

Üstelik, ‘insanlık, demokratlık ve delikanlılık sınavında’ hep bütünlemeye kalmış, esasında insan içine çıkmaya yüzü olmaması gereken çevreler bunlar.

Ne olmuş Kemal Gürüz’e?

Bir polis, otomobile bindirirken, hafifçe kafasını bastırmış.

Zulmü görüyor musunuz?

Bilmeyen, Türkiye’deki gelişmeleri yakından izlemeyen, enformasyon ihtiyacını Aydın Bey’in organlarından karşılayanlar da sanacak ki, tek başarısı yüksek öğretim kurumunu ‘demir pençeleri’yle yönetmek olan, ‘Bu yaptıklarınız biraz faşizanca değil mi?’ sorusunu geniş bir kabulleniş içinde ve elbette gülümseyerek ‘öyle görmek istiyorsanız, öyledir’ diye cevaplayan Kemal Gürüz’e gadredilmekte, demir parmaklıklar arkasında sürüm sürüm süründürülmektedir...

Bir soruşturma çerçevesinde gözaltına alınmış...

Sonra salıverilmiş...

Hepsi bu...

Kötü muamele görmemiş, Adil Serdar Saçan mağdurları gibi işkenceye yatırılmamış...

Efendice ifadesi alınmış, efendice salıverilmiş...

Kafasını bastıran polis hakkında da soruşturma açılmış...

Hayır efendim, bugün Kemal Gürüz’e yapılanlara sessiz kalanlar, çıkıp nasıl ‘Ben demokratım, ben adaletten yanayım, ben şuyum, ben buyum’ diyeceklermiş...

Hem, Kemal Gürüz nasıl Ergenekoncu olabilirmiş ki?

İşte gitmişler, yerinde incelemişler...

Kendisi Ergenekoncu değilmiş, tipik bir Amerikancıymış, üstelik Süleyman Demirel hayranıymış, bütün darbelere karşıymış, eşine dostuna darbelerin ‘esasında ne fena bir şey’ olduğunu anlatıyormuş, görünüşünün aksine oldukça da sempatik biriymiş...

Peki, kendisine sordunuz mu, demir pençelerinizle yönettiğiniz o kuruma nasıl atandınız?

Kaçlı kararnameyle?

Madem Demirel hayranıydınız, Baykal’ın yanında işiniz neydi?

Madem siyasetler üstüydünüz, ‘CHP Eğitim Danışmanlığı’ görevini nasıl kabul ettiniz?

Madem biricik derdiniz eğitim ve öğrenimdi, üniversiteleri neden kışlaya çevirdiniz?

Madem ‘özgür bir üniversite’ düşlüyordunuz, öğretim üyelerine getirilmek istenen sınırsız yayın özgürlüğünü ne hakla ‘sapıkça bir zihniyetin ürünü’ olarak değerlendirdiniz?

Madem uygulamalarınız arasında ‘özerk üniversite’ önemli bir yer işgal ediyordu, neden bütün karargah çıktılarını emir telakki edip yüzbinlerce genci mağdur ettiniz?

Madem demokrat çizgiden hiç sapmadınız, neden üniversitedeki anti demokratik uygulamalarınızı, ‘Yaptığımız değişiklikler militancaysa militancadır, fırsatım olsa yine yaparım’ diye sahiplendiniz?

Madem bütün darbelere karşıydınız, neden ‘Ordu Göreve’ pankartlarının altında yürüdünüz?

Bu böööyle gider...

En iyisi keselim...

Haaa... ‘Türkçe bilim ve eğitim dili olamaz’ konusuna hiç girmiyoruz. Zaruretten ‘ulusalcı’ takılan Kemal Gürüz, bunun hesabını, ‘çekirdekten’ ulusalcı olanlara versin... Tıpkı, ‘Ben Ergenekoncu değilim, Amerikancıyım’ sözünün hesabını vermesi gerektiği gibi...

Biz işimize bakalım...

Dolayısıyla, Gürüz’ün tabi tutulduğu insanlık dışı ‘kafa bastırma’ olayına sessiz kalmaya devam edelim.

Bu satırların yazarı yıllarca polis takibatında yaşadı, üç buçuk yıl köşesinden ayrı kaldı, gözaltına alındı, Çevik Bir patentli yüzlerce mahkeme celbiyle uğraştı...

Hiç üzüleni yoktu...

Bizi Kemal Gürüz konusunda ‘insanlık, demokratlık ve delikanlılık sınavına’ tabi tutanlar da ‘mevzun’ suskunluklarını korudular.

Onca işimiz arasında bir de Gürüz gibi, tuzu kuru müntesiplere üzülemeyiz...

Hiç kusura bakmasınlar...

Ahmet Kekeç

Müslümanlar Sıranızı Bekleyiniz!..

LANETLEDİNİZ, feryat ettiniz, ağladınız, sızladınız... Bunlar için teşekkür ederiz. Lakin sadece bunlar yeterli değildir.
Bağırıp çağırmaktan öte bir şeyler yapmalıydınız. Feryatlarınıza, gözyaşlarınıza salih ameller, somut yardımlar ve destekler katmalıydınız.
Çocuk, kadın, ihtiyar, hasta, yaralı Müslümanlar boğazlanırken, sivil halkın üzerine fosfor ve misket bombaları atılırken sadece bağırıp çağırmak derde deva olur mu?
İsrail terörist bir devlet olduğunu kesinlikle gösterdi.
İsrail savaş hukukunu ayaklar altına aldı.
İsrail, Hitler'in Yahudilere yaptığı iddia edilen zulümleri Müslümanlara yaptı.
İsrail camileri bile bombardıman etti.
İsrail hastanelere ateş açtı.
İsrail bebekleri öldürdü.
Müslümanlar bütün bu zulümlere seyirci kaldılar. Ağlayan seyirciler, bağıran seyirciler, hiçbir şey yapamayan âciz seyirciler...
Müslüman kardeşlerimiz aç kaldı, biz bağırıp çağırdıktan sonra yemeklerimizi yedik, çaylarımızı içtik.
Müslüman kardeşlerimiz öldüler, biz bağırdık.
Müslüman kardeşlerimiz yaralandı, biz yine bağırdık.
Müslüman kardeşlerimizin evleri yandı yıkıldı. Biz bağırıp çağırdıktan sonra evlerimize gittik. Sıcacık evlerimize.
Ey Müslümanlar, sadece bağırıp çağırmakla olmaz. Olmaz, olmaz, olmaz...
İslâm kardeşliği bu kadar ucuz değildir.
Mazlum kardeşlerimize gereği gibi yardım etmedik.
Öyle mi? Sıramızı bekleyelim...
Bugün Filistinlilere, yarın bize...
Irak'ta, Afganistan'da Müslümanlar kırılırken de bağırıp çağırmakla yetinmiştik.
Biz vazifemizi yapmadık, yapamadık.
İslâm'ın emr-i mâruf ve nehy-i münker farzı böyle eda edilmez.
Bekleyin...
Öyle bir musibet ki, o sadece kötülerin üzerine gelmez, topyekûn gelir.
Kurunun yanında yaş da yanar.
Ey tuzu kurular!.. Sıranızı bekleyin.
Bugün onlara, yarın bize...
Men dakka dukka...
Şu bir buçuk milyarlık İslâm dünyasında bir Selahaddin yok mudur? Vardır elbette. Onu niçin bulup başınıza geçirmiyorsunuz?
Selahaddin'i aramak ve ona biat etmek işinize gelmiyor mu?
Bir müddet ve bir miktar haykırdıktan sonra yemeğini yiyip çayını içmek... Bu ne kolay ve ucuz kardeşlik.
Peygamber'in (Salat ve selam olsun O'na) "Zamanındaki İmam'a biat etmeden ölen kimse sanki câhiliyet ölümü ile ölmüş olur" hadîsini duymadınız mı?
Filistin'deki zulümler İsrail'i yakacaktır.
Gereken yardımı, emr-i mârufu ve nehy-i münkeri yapmadığımız için bizi de...
İslâm'ı ve Müslümanları Yıkmak İsteyenler
BÜTÜN İslâm ve Müslüman düşmanları şu konuda birleşmişlerdir: Türkiye'de İslâm yücelmesin, Müslümanlar güçlenmesin.
Bunun için ne yapıyorlar?
(1) Müslümanları birlikten uzaklaştırmak, onları bir yığın fırka, hizip, grup haline getirmek.
(2) Türkiye Müslümanlarının üniter bir hiyerarşiye sahip olmalarını önlemek.
(3) Müslümanlar arasındaki birliği, ittihadı, vifakı devamlı olarak dinamitlemek.
(4) Müslümanları birbirleriyle çekiştirmek, onların arasına kin, nefret, niza tohumları ekmek.
(5) Müslümanları din ve genel kültür konusunda cahil bırakmak.
(6) Müslümanların içine ajanlar, casuslar, provokatörler, yönlendiriciler sokmak.
(7) Fıkhı ve fıkıh mezheblerini yıkmak, herkesin kendi kafasına göre içtihad yapmasını teşvik ederek anarşi ve kaos çıkartmak.
(8) Din sömürüsünü dolaylı yollardan desteklemek, Müslümanların parasını, enerjisini verimsiz sahalarda ziyan ettirmek.
(9) Müslümanların inançlarını bozmak, bid'atleri yaygın hale getirmek.
(10) Müslüman yığınları gerçek İslâm'dan uzaklaştırıp; evcil, ılımlı, light bir İslâm'a bağlamak.
İslâmî prensiplerden biri de şudur: Küfür tek bir millettir. İslâm ve Müslüman düşmanları, kendi aralarında ihtilafları olsa da yukarıda saydığım hususlarda sarsılmaz bir birlik halindedirler.
Peki, Müslümanlar içinde yukarıdaki konularda kafirlere bilerek veya bilmeyerek yardımcı olanlar var mıdır? Bana sorarsanız maalesef vardır.
Müslümanlar için en birinci madde birlik ve beraberliktir. Bu birlik ve beraberliği şu veya bu şekilde yıkanlar küfre hizmet ediyor.
Aşağıda sayacağım maddeler biz Müslümanlar için bir ölüm kalım meselesidir:
* İşleyebilen üniter bir hiyerarşiye sahip olmak.
* Bu hiyerarşinin başına ehil ve layık bir imam veya emîr seçmek.
* İslâm dinine uygun bir plan ve program yapıp onu hayata tatbik etmek.
Bunlar yapılmadıkça, bugünkü dağınıklık, bugünkü plan ve programsızlık, bugünkü para, enerji, imkan, fırsat israfıyla başarılı olmamız mümkün değildir.
Birtakım din baronlarının erbab (rabler) haline getirilip putlaştırılmasını Yüce İslâm dini kabul etmez.
Hiçbir gerçek İslâm büyüğünün lüks ve israf içinde yaşamaya hakkı yoktur.
İslâm ile yolsuzluk, kokuşma, talan bir arada olmaz.
Müslümanların şu konularda ve sahalarda, düşmanlarından üstün olması gerekir:
*BİLGİ ve KÜLTÜR.
*AHLÂK ve KARAKTER. Temizlik, fazilet...
*SANAT, ESTETİK, GÜZELLİK.
*MEDYADA ÜSTÜNLÜK.
*EĞİTİMDE ÜSTÜNLÜK
*İŞ, TİCARET, SANAYİ, İHRACAT vs. KONUSUNDA ÜSTÜNLÜK.
* YARDIMLAŞMADA ÜSTÜNLÜK.
İtikadını tashih etmeyen, beş vakit namazı dosdoğru kılmayan, cemaati terk eden, ahlâk ve karakter notu yetersiz olan, bilgi ve kültür seviyesi düşük olan, bin parçaya bölünmüş olan, bir kısmı bid'atlere saplanmış olan, birbirleriyle çekişen ve tartışan bir İslâm toplumunun kurtulması çok zordur.

Mehmet Şevket Eygi

“Hamas'ı destekleyen tek ülke Türkiye” ne demek!

İsrail Gazze'de katliam yaparken utançlarından söyleyecek söz bulamayanlar, ateşkes sonrası bir anda ortaya çıkıverdi. İsrail basınının da gazıyla, Türkiye kamuoyunun olağanüstü hassasiyeti, Başbakan Tayip Erdoğan'ın sert tutumu, Ahmet Davutoğlu'nun olağanüstü çabaları bir araya getirilerek, "Sen İsrail'e bunu nasıl yaparsın" sorgulaması başlatıldı.
İsrail, Davutoğlu'nun görüşme talebini kabul etmemiş, Türkiye Hamas'ı savunan tek ülke kalmış, Ortadoğu açılımı Gazze'ye saldırıyla suya gömülmüş, Türkiye sadece konuşmuş hiçbir şey yapamamış vs… Günlerdir insani boyutunda ele aldığımız krizin, bugün diplomatik arka planı hakkında notlar aktaralım.
Türkiye Hamas'ı demokratik yollarla seçilmiş yasal temsilci kabul ediyor. Hamas'ın seçime girmesine izin verip sonra seçim sonucunu tanımayanları sorgulanması gerekirken okların Türkiye'ye çevrilmesi dikkat çekici. Aynı Türkiye ateşkes sonrası özellikle Filistin Ulusal Uzlaşması üzerinde yoğunlaşıyor. Türkiye Hamas'ı neden savunuyor diyenleri iki örnek. Birleşmiş Milletler de Hamas'la doğrudan görüşmelere başladı. Daha dün Fransa Dışişleri Bakanlığı, Hamas'ı barış görüşmelerine katacaklarını açıkladı. Yakında krize taraf olan herkesin Hamas'la pazarlığa oturacağını göreceğiz.

İsrail ve Türk basınının; "görüşme talebi kabul edilmedi" tezi yanlış. Mısır-İsrail görüşmeleri başarısız olunca Türk-İsrail heyetlerinin görüşmesinin anlamı kalmadı. Oysa Türk heyeti Tel Aviv'de Başbakan Ehud Olmert'e kadar herkesle görüştü. İsrailli temsilci Amos Gilad vakit darlığı ve görüşemedikleri için özür dilerken bunu Türkiye'ye tavır olarak pazarlamak bilgi eksikliğinden ya da özel bir kasıttan kaynaklanıyor olmalı.

Türkiye'nin bölgesel çabaları hiç olmadığı kadar etkili biçimde devam ediyor. Ortadoğu AGİT'i benzeri yeni yapılanma için çabalar sürüyor. Arap Birliği'ndeki bölünmeye ilişkin çalışmalar sürüyor. Tüm taraflarla görüşebilen tek ülke Türkiye kaldı. Krizin ilk günlerinde Mısır Dışişleri Bakanı'nın Ankara ziyareti, Türkiye'nin etkinliğini öne çıkarma çabasıydı. Çünkü Hamas'ın Mısır'a güveni kalmamıştı. Türkiye ve Mısır arasında bir soğukluk da söz konusu değil. İki ülke belki de ilk kez bir konuda bu kadar yoğun ortak çalışma örneği gösterdi. Hamas'ın Kahire görüşmelerine katılmasında Türkiye'nin rolü çok büyük.

İsrail ve sempatizanlarının Türkiye'den yakınmaya ne hakkı var? Hangi ülke böyle bir kıyıma suskun kalabilirdi? Suriye-İsrail görüşmelerinin temelini Türkiye atmadı mı? Türk yetkililer, bu dolaylı görüşmeleri yürütebilmek için sadece Suriye'ye onlarca ziyaret yaptı.

Ehud Olmert'in Ankara'daki beş saatlik görüşmesi, Suriye-İsrail dolaylı görüşmelerinin beşinci aşamasıydı. Bu görüşmeden sonra doğrudan görüşmeler başlayacaktı. Eğer doğrudan görüşmeler sağlanabilseydi bölgesel sorunlar üzerinde çok ciddi etkileri olacaktı.

İsrail saldırıları sürerken başkent başkent dolaşan, tarafları ortak yaklaşımlara ikna etmeye çalışan bir Türkiye vardı. Türkiye; İsrail Hamas dolaylı görüşmelerine, Hamas-Mısır görüşmelerine, Suriye-Mısır görüşmelerine, Hamas-Mahmud Abbas yönetimi arasındaki görüşmelere aracılık etti. Baş dön dürücü bir çaba bu.

İsrail-ABD ateşkes konusunda anlaştı. ABD bazı güvenceler verdi. Kızıldeniz'den, Aden Körfezi'nden itibaren bölgesel güvenlik garantisi. Ama bunun uygulanma şansı pek bulunmuyor.

Ateşkese ilişkin metinler, Fransız-Mısır metni değildi. Fransa'nın belirlediği metin kabul görmedi. Olayın siyasi gösterisi başka bir konu. Ama Türkiye'nin rasyonel önerileri ciddi kabul gördü.

İsrail tek yanlı ateşkes aldıktan sonra Türkiye saatlerce Hamas'ı ikna etmeye çalıştı. Bu çabalar sonucu Hamas da ateşkes ilan etti. Türkiye Filistin halkı için en güvenilir ülke şu an. Hamas'ı savunmak başka bir şey, gerçekçi olmak başka bir şey. Birleşmiş Milletler'in bile doğrudan görüşmelere başladığı, Fransa'nın bile barış görüşmelerine katılmasını istediği Hamas artık Filistin'in gerçeği. Bunu herkesin kabul etmesi gerekiyor.

Öyle görünüyor ki, Türkiye bölgesel politikalarda etkinliğini daha da artıracak. İsrail'deki seçimin bir krize neden olacağı uyarısını yaptı. Endişe ettiği oldu. Şimdi Irak'ta benzer bir endişe var. Arap dünyasının bölünmüşlüğü en büyük sorunlardan biri. Suudi Arabistan Kralı'nın; "Vahim hata yaptık, bölündük. İsrail bunu kullandı. Mısır'la, Suriye ile yeniden bir araya gelmeliyiz" şeklindeki sözleri çok önemli.

Ateşkes sonrası ilk iş Gazze'yi hayata döndürmek. Ama diplomasi boyutunda Filistin'de bir uzlaşmayı sağlamak, Arap dünyasındaki bölünmüşlüğün aşılmasına yönelik girişimlerde bulunmak. Ortadoğu AGİT'i bu açıdan önemli bir proje. Türkiye'nin önerisi Arap Birliği tarafından kabul gördü. Yakında bu konuda dikkat çekici gelişmeler yaşanabilir.

Türkiye, sağlam önerileriyle artık Ortadoğu'nun her yerinde, herkesin güvendiği, her toplantıda olması özellikle istenen tek ülke. Bunu başarısızlık olarak sunmak, İsrail basınının manipülasyonlarına teslim olmak, bazı kesimlerin Türkiye ve bu çabaların mimarlarına karşı yürüttüğü linç kampanyasına destek vermek tam anlamıyla basiretsizlik.

Bölgede güçlü ülkeler ortaya çıktıkça, güçlerini artırdıkça İsrail'in manevra alanı daralıyor. Son Gazze saldırısı, İsrail'in askeri güçle caydırıcılığının sınırlandığını açıkça ortaya koydu. Bunu ilk 2006'daki Lübnan savaşında görmüştük. Mesele Hamas'ı desteklemek değil, mesele Türkiye'nin yeni Ortadoğu resminin tamamını görebilmek…

İbrahim Karagül

20 Ocak 2009 Salı

"Yavru muhalefet" tarihi

Başbakan Erdoğan, MHP için "yavru muhalefet" deyince...
Kızılca kıyamet koptu.
MHP yönetimi küplere bindi.
Devlet Bahçeli miting kürsüsünden, Tayyip Bey'e yüklendi.
Bugün iki nedenle "yavru muhalefet tarihini" yazacağız.
1. Bu deyim siyaset sözlüğüne nasıl girdi?.. Patent hakkı kimin?
2. Giderek gerilen siyasi ortamda lütfen bir tutam tebessüm.
3. Siyasette hesaplaşma sandıkta olur.
Ve açalım şimdi "yakın siyasi tarihin not defterini."

Mehmet Keçeciler "Özal'ın yakını...
ANAP'ın teşkilat başkanıydı."
Partide, "Genel Başkan Başyardımcısı'ydı."
Keçeciler "1984'te veto yedi, Meclis'e giremedi."
1986'da "ara seçimde" Manisa'dan adaydı, kaybetti.
Ve 1987'de Konya'dan milletvekili seçildi.
29 Kasım 1987 seçim sonuçları:

ANAP......Yüzde 36.3.
SHP......Yüzde 24.8.
DYP......Yüzde 19.1.

Seçimden hemen sonra Meclis'e "vergi kanunu değişikliği" geldi.
Başbakan Özal, tasarı Meclis'te konuşulurken Keçeciler'i yanına çağırdı:
- Çık, parti adına sen konuş.
- Efendim bunu bana keşke dün söyleseydiniz... Hazırlık yapardım.
- Konuş konuş, sen yaparsın.
Keçeciler kürsüye çıktı.
"Bu yasa değişikliği şöyle iyi, böyle iyi" dedi.
"Karşı çıkanları" eleştirdi.
Muhalefet sıralarından tepki gelince de...
Aklına nereden geldiyse geldi ve "analı yavrulu" bir iki söz etti:
* Hükümet iyi işler yapıyor, siz analı yavrulu muhalefet, kalkmış eleştiriyorsunuz.
* SHP bu işlerden anlamaz... Ama DYP'de bu işleri bilenler var... Size ne oluyor da eleştiriyorsunuz ey yavru muhalefet.
Ve bir anda Meclis karıştı.
Kavga çıktı.
Başkan, oturuma 15 dakika ara verdi.
15 dakika sonra oturum yeniden açıldı.
Önce SHP Genel Başkanı Erdal İnönü söz istedi.
Sonra DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel.
"Partimize sataşma var, yanıt vereceğiz" dediler.
İnönü de Demirel de "ANAP'ı, hükümeti ve Keçeciler'i" eleştirdiler.
"İktidar her ülkede var... Saddam da iktidar" dediler.
Ve eklediler:
- Bir rejime demokrasi kimliği kazandıran, muhalefettir... Siz muhalefeti aşağılama hakkını nereden alıyorsunuz?
"Durumu açıklamak" ve "yarım kalan konuşmasını tamamlamak" üzere kürsüye Keçeciler çıktı:
* Ben "yavru" sözünü muhalefeti "tahkir ve tezyif" anlamında söylemedim.
* "Yavru" masum ve sevimli bir kelimedir, neden kızdınız?
* Kıbrıs'a "Yavru Vatan" diyoruz... Yani Kıbrıs'a hakaret mi ediyoruz?
İktidar "alkışladı."
Muhalefet "homurdandı."
Ve "Meclis'te konu kapandı."
Ama daha sonra Turgut Özal da, ANAP'ın sözcüleri de, DYP'yi kızdırmak için her fırsatta "yavru muhalefet" demeye başladılar:
- Ne olacak, yavru muhalefet işte... Büyü de gel.
1987'de "yavru muhalefet" sözü üzerine kavgalar olurken ve daha sonraki süreçte "yavru büyüyüp, iktidara yürürken" MHP nerelerdeydi?
Biraz da "yakın siyasi tarih defterinin o sayfalarına" göz atalım.
12 Eylül ihtilalinden sonra partiler kapatılmıştı.
"Türkeş'in adamları" yeni bir parti kurdular:
- MÇP... (Milliyetçi Çalışma Partisi.)
Meclis'te "yavru muhalefet kavgası" yapılırken...
1. MÇP'nin başında Abdulkerim Doğru
vardı.
2. Genel Sekreter Devlet Bahçeli' ydi.
3. Tuğrul Türkeş... Genel Başkan Yardımcısı.
4. Ve partinin 1987 seçimlerinde aldığı oy
701 bin 538... Yani yüzde 2.9.
Bu sırada "kaptan" değişti.
MÇP'nin başına "yasağı kalkmış olan" Başbuğ Türkeş geçti.
Genel Sekreteri "yine" Devlet Bahçeli.
"Yardımcısı" yine Tuğrul Türkeş.
Başbuğ hemen "kolları sıvadı."
1991'de, Refah Partisi-MÇP-Islahatçı Demokrasi Partisi işbirliğinin mimarlığını yaptı.
Bu ittifak, sandıktan "yüzde 16.9 oyla" çıktı.
Başbuğ "ileri yaşına rağmen" o il senin, bu ilçe benim dolaştı.
1995'te "yüzde 8.2" oy aldı.
"Sonrası" malum.
Türkeş öldü, yerine Bahçeli geldi.
"Davayı" ikinci partiliğe, koalisyon ortaklığına kadar yükseltti.
Uzun sözün kısası...
"Kızmak" yok, "koşmak" var.
Dalga geçmek ise "siyasetin doğasında" mevcut.
ANAP'lıların "yavru muhalefet" diye dalga geçtiği "büyü de gel" dediği DYP ne yaptı?
Demirel "kadrosunu" topladı:
- Düşün yollara.
Kendisi de meydanlara çıktı.
Kadına erkeğe, işçiye memura, köylüye şehirliye seslendi:
- Düşün peşime.
Millet yavaş yavaş "ANAP'tan uzaklaşmaya" başladı.
Ve DYP'nin SHP'nin "peşine" düşmeye.
Siyasette 4 yıl dediğiniz nedir ki?
1991'de sandık yine ortaya kondu.
Sonuç:
* Şampiyon DYP......Yüzde 27.0.
* SHP ikinci......Yüzde 24.0.
* ANAP üçüncü......Yüzde 20.8.
Siyasette "kızmak, küsmek, neden bana yavru muhalefet dedin" demek yok.
Çalışmak var.
Sana "yavru" diyenin bileğini büküp, onu "yavruluğa... Üçüncülüğe" geriletmek var.

Yavuz Donat

Medyatik cinayet belasından kurtulmak için...

Basında kalite kontrolü... Medya etiği... Gazeteciliğin temel ilkeleri... Medyatik linç...
Yılan hikâyesidir.
Kırk yıldır bu mesleğin içindeyim, hiç bitmedi bu konulara ilişkin tartışmalar.
Bundan sonra da bitmeyecek.
Eleştiri hiç ölür mü?..
Önemli olan, dünden bugüne bir çizgi çektiğimizde, gazetecilik iyiye mi gidiyor, kötüye mi sorusunun karşılığıdır.
Bu da siyah beyaz değil.
Gerçek daha karmaşık.
İyiye giden yanlarımız olduğu gibi, bir türlü düzelmeyen berbat alışkanlıklarımız da var.
Hele çifte standartlarımız bazen o kadar sırıtıyor, o kadar rahatsız ediyor ki...
Çünkü gazeteci milleti olarak göremediğimiz, görmezlikten geldiğimiz veya işimize öyle geldiği için gözümüzü kapadığımız bazı yanlışların ucu ancak bize dokunduğu zaman ayağa kalkıyoruz.
Veyahut medya etiği aklımıza ancak o zaman geliyor.
Buna son örnek olarak, TRT’nin Tuncay Güney yayını gösterilebilir.
Ayrıntıya girmiyorum.
TRT’nin Tuncay Güney yayını bizim mesleğin bazı temel ilkeleri açısından yanlış olmuştur, medya etiğini yer yer çiğnemiştir.
Eleştiriler haklıdır.
Ama burada durup düşünmeliyiz.
Hatta Tuncay Güney bağlamında da düşünebiliriz. Acaba TRT’den önce Tuncay Güney’le ilgili olarak benzer hataları yapan kanallarımız oldu mu diye...
Bunu şimdi geçelim.
Daha önemli bir nokta var.
TRT’yi eleştirirken yakındığımız, hatta ‘medyatik linç, cinayet’ diye nitelediğimiz yanlışları gerek manşetlerimizde, gerek haber ve yorumlarımızda kendimiz de yapmıyor muyuz?
Evet yapıyoruz.
Hem de sık sık.
Hem başkalarının canını yakıyoruz, hem de gazetecilik mesleğinin canına okuyoruz.
Köşelerde, başlıklarda, kanallarda sürekli ‘vatan hainleri’ üretiliyor ve hedef gösteriliyor.
‘Yabancı düşmanlığı’ yapılıyor.
‘Irkçılık’ yapılıyor.
‘Ermeni dölü’ manşetleri unutuldu mu?
Hrant Dink nasıl şeytanlaştırılmıştı, hatırlayın.
‘Ali Kemal’ edebiyatını anımsayın köşelerdeki...
Orhan Pamuk, acaba bir zamanlar medya etiği biraz anımsanmış olsaydı, çok sevdiği İstanbul’unda neredeyse ‘yeraltında yaşamak’ zorunda kalır mıydı?
Şimdi 28 Şubat dönemine, o asker ‘andıç’larına kadar gitmek istemiyorum.
Çok insan çok acı yaşadı, ‘medyatik cinayet’lerin dik âlâsı yaşandı bu ülkede.
Bu açıdan yalnız aydınların değil, sokaktaki adam dahil başka vatandaşların da kişilik hakları fena halde çiğnendi.
Onun içindir ki:
TRT’nin Tuncay Güney yayınını eleştirirken, dönüp kendimize de çok daha eleştirel bakalım ve geçmişten çıkaracağımız derslerle çarpık yanlarımızı düzeltmeye çalışalım.
Bunun için de ‘kalite kontrolü’ ciddiye alınmalıdır.
Ucu yalnız bize dokunduğu vakit bağırmak yerine, habercilik ve yorumculuk anlayışımızı her gün sabah akşam bıkmadan usanmadan ‘kalite kontrolü’nden geçirmeye bakalım.
Buna o kadar çok ihtiyacımız var ki.

Hasan Cemal

Türkiye için Obama ne demek?

ABD Başkanı Barack Obama göreve başladı. Obama yönetiminin tercihleri ve öncelikleri yalnız Amerika için değil tüm dünya için sonuçlar yaratacak.

Bush politikalarından radikal bir kopuş yerine yumuşak bir dönüşüm bekleniyor. Obama'nın kabine üyeleri de bunu gösteriyor; devamlılık ve değişim... Brookings Institution'dan Ömer Taşpınar'a göre, Obama yönetiminde Türkiye, ABD'nin gözdesi olmasa da Türk-Amerikan ilişkileri Bush dönemine benzemeyecek. (Insight Turkey, January 2009, s.13-21). Obama'nın 'çoktaraflılık' ve 'müttefiklerle işbirliği' içinde karar alma yönelimi Türkiye'nin bölgesinde inisiyatif alan yeni dış politika profiline gayet uygun. Kendi öncelikleri, gündemi ve inisiyatifleri olan bir dış politika yaklaşımı, Bush döneminin aksine, Obama yönetimiyle sorun yaratmaz. Aksine, Bush'un 'ya bizdensin ya da düşmanımızsın' söyleminin ardından müttefikleriyle birlikte karar almaya yatkın bir ABD yönetimi üzerinde Türkiye'nin sözlerinin ve taleplerinin ağırlığının artması sürpriz olmaz.

Türkiye'nin AB sürecini destekleyen bir ABD başkanının varlığı önemli. Hükümetin yeni bir başmüzakereci ataması ve dört yıl sonra Başbakan Erdoğan'ın Brüksel ziyareti AB üyelik sürecinde hükümet iradesinin canlanmasının göstergesi olarak okunursa, ABD'nin desteği AB sürecinde yeniden itici bir güç olabilir. Obama gibi Avrupa'da popüler bir başkanın sürece pozitif etkisi daha fazla olacaktır kuşkusuz.

Ömer Taşpınar'ın geleceğe ilişkin önemli bir tespiti de, Türkiye'nin demokratikleşme çabalarına Obama yönetiminin daha ilkeli ve sistematik destek vereceği, neo-con etkisindeki Bush yönetiminin aksine muhtemel darbecileri cesaretlendirecek bir tutum içinde olmayacağı. Bu, 'ulusalcı darbeciler' için kötü haber olsa gerek. Eğer ABD'nin desteklemediği bir darbe Türkiye'de hiç başarılı olmadıysa ve gelecekte de olmayacaksa bu, darbecilerin 'dış patron' bulmakta zorlanacağı bir döneme girdiğimiz anlamına gelir.

Corporation'dan Stephen Larrabee de 'Rusya ile Batı blokunun ilişkilerinin daha da sertleşmesi durumunda Türkiye'nin Avrasya ve Batı bağlantıları konusunda bir seçim yapmaya zorlanabileceği' konusunda uyarıyor (Insight Turkey, January 2009, s.1-11). Türkiye'deki bazı kurum ve kişilerin 'Avrasyacı' bir dış politika ve stratejik yönelişte ısrarcı olmaları durumunda ABD'nin 'aktif taraf' olacağı biçiminde yorumlanabilir bu. Aslında her durumda, Obama yönetimi Türkiye'nin Batı blokunda kalması konusunda ağırlığını koyacak. Hem Irak politikası hem PKK ile mücadele hem de AB sürecinin ilerlemesi konularında vereceği destekle bu tercihin zeminini sağlamlaştıracak açılımlara da yönelecek. Stephen Larrabee, birçok konuda ve özellikle de Ortadoğu'ya yaklaşımda Türkiye ile Obama'nın pozisyonunun Bush yönetimiyle kıyaslanamayacak kadar yakın ve örtüşür olduğunu öne sürüyor. Larrabee'nin beklentisi, önümüzdeki dönemde İran ve Suriye'ye yönelik Türkiye politikasının Washington ve Ankara arasında sıkıntı veren bir konu olmaktan çıkacağı yönünde.

İran'ı vurmak yerine İran'la konuşmaktan söz eden bir Amerikan başkanı, Türkiye'nin son yıllarda bölgede geliştirdiği 'yeni dil ve ikna yeteneği'ne muhtaç. İran'la diyalogda Türkiye önemli katkılar sunabilir. Aslında Rusya ile AB'nin doğalgaz sunumu konusunda yaşadıkları sıkıntılar, İran'ın denkleme dahil edilmesi ve Avrupa'nın Rus doğalgazına olan bağımlılığının azaltılması yönündeki görüşleri güçlendiriyor. Obama'nın diyalog siyaseti, eğer bu yaz ılımlı bir İran cumhurbaşkanının seçilmesiyle birleşirse bölgesel ve küresel siyasette İran'ın dışlanmışlığının yarattığı stratejik gerginlik yumuşayabilir. Bu noktada Türkiye'nin 'arabuluculuk' rolü çok değerli olacaktır. Ayrıca Filistin sorununun çözümüne yönelen bir Amerikan yönetimi, Türkiye'nin bölgedeki tüm aktörler nezdinde etkili olan 'yumuşak güç'üne de ihtiyaç duyacak. Kısaca, yeni dönemde Türk-Amerikan ilişkileri 'siyasal aktörler' ekseninde ilerleyecek, Pentagon ve Genelkurmay üzerinden değil.
İHSAN DAĞI

Ne Encümen'i ya burası cumhuriyet!

Laf şöyle:
"Encümen-i Dâniş, Osmanlı'da da vardı."
Olur paşam.
Siz Osmanlı mısınız?
Yasak bir unvan olan "Paşa"yı, sivil ve asker hep birlikte kullanmaya bayıldığınıza göre, öyle olmalısınız.
Aristokratik üstünlüklere, imtiyazlara, zümre egemenliklerine hep birlikte çok önem verdiğiniz için...
Birçoğunuz içinden çıktığı halde, ahaliyi cahil, geri ve çoğu zaman aşağı görmeye meyilli olabildiğiniz için "Saraylı" olmalısınız.
Ama bize durmadan parmağınızı sallayıp "Cumhuriyet" deyip duruyorsunuz.
En sıradan okul kitabının dahi mecburen "Halkın halk için halk tarafından" diye geveleyerek tarif ettiği bir idealin en hakiki, en kararlı, en büyük temsilcisi ve hamisi oluyorsunuz.
Bir elinizde "Sultanlık unvan ve kurumları"; bir elinizle Cumhuriyet adına istediğinizi tokatlıyorsunuz.
Cumhuriyette (ve demokraside), yani en azından bunların insanı insanlığına kavuşturma ideallerinde, böyle "üstün sınıf" raconu var mı?
Yoksa niye kesiyorsunuz?
Akademik, askeri, diplomatik, bürokratik, sermayedar kariyerleriniz, başarılarınız, hizmetleriniz olabilir. Teşekkür ederiz.
Ama ulaştığınız her mertebe, sadece, sizin sandığınız gibi zatıâlilerinizin milleti şereflendirmesi değil, milyonlarca başka çocuğun yoksulluğu, yoksunluğu pahasına, milletin ve ona ait olması gereken devletin, çoğunuzu iyi okutup yetiştirip büyütüp imkânlara, makamlara kavuşturarak şereflendirmesidir.
Edindiğiniz tecrübelerle kitap hazırlamak, siyaset yapmak, makale yazmak, sivil toplum örgütünde çalışmak, muhabbet etmek başka; kendinizi herkesin, her kurumun üstünde "devletin sahibi, milletin efendisi, ahalinin ağası" sayıp "tepeden bakarak" akıl vermek, "uyarı" yapmak başka bir şey.
"Osmanlı'nın Encümen-i Dâniş'i" tarih, edebiyat, sanat, bilim üstüne bir "İlimler Akademisi" diye tasarlanmıştı.
10 küsur yıllık ömrüne hiç olmazsa cilt cilt şunu sıkıştırdı: Tarih-i Cevdet.
Sizden de "faydalı eserler" bekler artık bu bahtı kara millet.
Hiç merak ettiniz mi: Milyonlarca insan ömür boyu sizden emir almak istiyor mu, istemiyor mu!

***
Genel İnsan Hakları

Genelkurmay geçen hafta "Ergenekon" vesilesiyle önemli bir "hukuk uyarısı" yaptı.
İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak dedi ki:
"Temel insan hakları, Anayasa'nın 38'inci maddesinde yer alan 'Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimsenin suçlu sayılamayacağı' hükmü...
Masumiyet karinesi...
Adil yargılanma hakkı gibi...
En temel hukuk ilkelerinin ihlal edildiği görülmektedir."
Buna katılıyorum. Bizzat yargı, Emniyet ve çokça medya bu ilkeleri ihlal ediyor.
Ama ben de Tuğgeneral Gürak ve Genelkurmay'a soruyorum:
"Temel insan hakları"na ve "en temel hukuk ilkeleri"ne çok hassasiyet varsa, Silahlı Kuvvetler içinde bunlar neden "hep ihlal" ediliyor.
Askeri Şûra'nın yargısız kararları bir yana...
Her gün on binlerce "alttaki asker"in, "üst" iki dudak arasında, çoğu zaman keyfi biçimde, "adil yargılama hakkı" olmaksızın günlerce oda ve göz hapislerine mahkûm edilebilmesi, ailesinden koparılması, farklı "sindirme cezaları"na maruz kalabilmesi, işlerini yaparken maddi, manevi çok sayıda "haksızlığa" uğraması, ömürleri boyunca ikinci sınıf muameleye mahkûm olması, "temel insan hakları"nın kolayca ihlal edilebilmesi, kişiliklerinin ve haysiyetlerinin hırpalanması nedir?
Anayasa'nın bir nevi epeyce çiğnenmesi değil midir!
Artık, "Silahlı kuvvet"in başka temel hak, Anayasa maddesişeyleri kolayca çiğneyebilmesinden bahsetmiyorum bile.

***
Amerikancı!

Yukarıdaki temel ilkeler uyarınca, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün maruz kaldığı her kötü muamele de sorundur. Buna, polis otosuna bindirilirken kafasına bastırılması da dahil!
Ama "ilke", Gürüz'ün de baskıcı bir kurum olan YÖK'ün başkanı iken, farklı düşünen akademik kadroların, öğrencilerin kafasına bastırdığı her an için de geçerliydi zaten.
Bizim ikiyüzlü hikâyelerimizin özü budur.
Bir de, insan neci olmak istediğini kendi seçebilir ama herkesi bir şeycilikle suçlayabilmiş bir YÖK başkanının, "Ergenekoncu" olmadığını söyleyebilmek için "Ben Amerikancıyım" diye bağırması hazindir.
Yanlış anlamasın; önce memleket için hazindir!

***

Haraç sistemi!

Devlet para kesti, yıllar sonra geri vermeye kalktı, on binlerce insanın adı "KEY"de çıkmadı.
Şimdi yeni liste yapılmış; yine eksik muhtemelen.
Sorun şu: Hem serbest piyasada, hem de sözde kamuda, bireyler sırtına semer vurulacak, istendiği kadar yem verilecek, canının çektiği gibi oyulacak, duruma göre sopalanacak eşekler yerine konuyor.
Kredi kartından telefon ücretlerine kadar.
Mahkemeler "sabit ücret"in adaletsiz olduğuna, geri verilmesi gerektiğine hükmediyor şimdi. Peki, bu haracı kesenlere ne denecek?
Kimi mahkeme kredi kartı haraçlarını adaletsiz buluyor; peki bu haksızlık düzeliyor mu, haksızlığı yapanın bir kuru özrü bile oluyor mu!
Hükümetin adında "Adalet" yok mu!


UMUR TALU

40 savcı da yetmez 400 savcı görevlendirilsin

Ne buyurmuş Ergenekon Terör Örgütü kapsamında evi aranan Onursal Başsavcı? “Ergenekon soruşturması, 40 savcı ile yürütülmeli!” Onursal Başsavcı’nın açıklamasını okuyunca, hayret ettim..
Ne zamandan beri sanıklar, aleyhlerindeki soruşturmayı kaç savcının yürüteceğini belirliyor?
Veya, bu konuda görüş serdetme hakkına sahip oluyor?
Evet, bilenler bir açıklasınlar..
Savcıları belirleme yetkisi, hukuk devletlerinde sanıklara mı aittir?
Yoksa Onursal Başsavcımız, Ergenekon düzeninin halen devam ettiğini sanıyor da, onun için mi böyle bir talepte bulunuyor?
Onursal Başsavcımız’ın isteği kabul edilecek olursa, o durumda PKK’yı yargılarken de, teröristlere sormamız gerekecek, “Kaç savcı, kaç hakim yargılasın sizi?”
Bu arada, yargılamaya katılacak olan savcı ve hakimlerin isimlerini de, sanıklardan almamız daha uygun olacaktır!
Şaka falan yapmıyorum. Ciddi ciddi, YargıtayEmekli Başsavcısı’nın ifadesi bu: “40 savcı atanmalı”
Biz de şaka gibi bu talebe, benzer şekilde cevap verelim: “40 da yetmez, 400 savcı görevlendirilsin!”
Olaylar artık, bu kadar matrak bir hale dönüştü..
Tabii siz, “40 savcı” talebinin arkasında yatan amacı biliyorsunuz!
Amaç; Susurluk nasıl sonuçsuz kaldı ise, şimdi de Ergnekon soruşturmasını aynı neticesizliğe mahkûm etmek!
Son atakları yapıyorlar.. Halen; eski yapının ağırlıkla temsil edildiği HSYK’yı kullanarak, Ergenekon soruşturmasında mevcut savcıları diskalifiye edecek bir karar aldıracaklar.
Ondan sonrası kolay!
Aslında daha önce de, bir-iki denemede bulunmuşlardı... Mevcut savcılar hakkında soruşturma açarak, Ergenekon dosyasını elinden almak istemiştiler..
Ama olmadı.
Savcılar hakkında soruşturmayı gerektirecek hiçbir emare olmayınca, şimdi Suret-i Hak’tan görünüp, “Biz de Ergenekon yapılanmasının ciddi şekilde araştırılmasını istiyoruz. Böyle beş savcı ile iş yürütülmek istenince, altından kalkılamıyor. Ek savcılar görevlendirilsin” diyorlar.
Sonraki adımı da tahmin edebilirsiniz artık!
merFaruk Eminağaoğlu’nu ve onun kafasından birkaç tane savcıyı görevlendirdiler mi, artık 100 sene geçse, o Ergenekon soruşturmasından bir netice çıkmaz!
Şimdiki hedef işte bu!
Bunun için de; can havliyle, son bir umut gözüyle “savcıların çoğaltılması”na yoğunlaştırdılar kendilerini..
Eğer HSYKtarafından görevlendirilecek ek savcılar sözkonusu olursa, şimdiden sonucu ilan edebiliriz: Bu davadan hayır gelmez.
Hatta tam tersine bile dönebilir işler..
Şu anki savcıları bile içine alacak ters bir soruşturma ile karşı karşıya kalabiliriz.
Van Savcısı’nın başına gelenler bu değil miydi?
Ne yaptılar?
Önce küçük bir soruşturma dediler. AdaletBakanlığı müfettişlerini de, küçük bir ceza verileceği hususunda kandırdılar.
Sonra çıkan karar ne idi? İhraç.
Bununla bitti mi konu?
Biter mi hiç?
Ondan sonra sıra, hakimlere geldi..
Şemdinli davasına bakan hakimlerin tamamı değiştirildi..
Biri oraya, biri buraya dağıtıldılar..
Yeni bir heyet oluşturuldu.
Kim belirledi yeni heyeti? HSYK..
Sonrasında alınan kararı da biliyorsunuz: “Görevsizlik”
Ve akabinde de tahliyeler..
Ergenekon soruşturmasında da, aynı planı kuruyorlar..
Bir şekilde, mevcut savcıların yanına bir kaç kişi ekleyebilirlerse, “surda bir delik açmış” olacaklar..
Ondan sonrası kolay..
Siz de farkındasınız değil mi, bir yargılama olayından değil de, sanki bir savaştan bahsediyoruz!.
Ama aynen öyle..
Şu anki yaşananlar, yapılan hamleler, hep bir savaşın eseri ataklar..
Emekli albayın sözde intiharı bile, aynı taktiğin bir başka atağı..

Ali İhsan Karahasanoğlu